KARIŞIK

23 Kasım 2023 Perşembe


Şeyh Muhammed el Kerim
Şeyh Turhan Reyhani türbeleri






Şeyh Muhammed el Kerim (K.A.S) ve Şeyh Turhan Reyhani iki makamlı bu ziyaretin arkasında bulunan birde Şeyh Ali (K.A.S) makamıda vardır. Genelde şehir dışından gelen ziyaretçiler bu makamı, arka bahçede olduğu için pek bilmezler.
Makamdan sorumlu kişiler bu değerli rahmetli şeyhimizin etrafındaki diğer mezarlıklarla beraber temizliğini yaptırmak için bir kepçe kiralarlar.
Kepçe operatörü mezarların arasında yetişen otları, kaba toprağı düzeltir ve sıra bu değerli Şeyhimizin çevre düzenlenmesine gelir. Kepçe operatörü mezara kepçesiyle dokunur ve makamı yerinden sallamak ister. O an kepçe, ayakları toprağa sabitlenmişken yerinden sökülür ileri doğru düşer. Kepçe operatörü tekrar aynı yere gelir ve tekrar makamın epey eskimiş olan betonunu yerinden oynatmak ister. Mezarlıktan sorumlu olan kişiler eğer bu mezar yerinden oynamıyor, ayakları toprağa sabit bu kepçeyi ileri doğru atıyorsa vardır bir hikmeti bir kerameti deyip ve bu mezardan uzak durmasını söyledik ve yarım kalan işi ertesi güne bıraktık.
Ertesi gün sabah koşar adımlarla bize doğru büyük telaşla mezarlığa gelen kepçe operatörü gördüğü rüyasınının bir kısmını dehşete kapılmış bir şekilde;
gece rüyasına girdiğini ve "ben senin yıkmaya çalıştığın kişiyim.
Mezarımı sakın elleme, yoksa senin evini başına yıkarım" gördüğüm bu rüyadan ve dün tanık olduğum olaydan ötürü bu mezarlıkta beni kimse çalıştırmaz deyip kepçesini korkulu gözlerle alıp uzaklaşır operatör.
Mezarlıktan sorumlu kişiler ve hayır sahiplerinin de katkı ve yardımlarıyla yukarıda gördüğünüz resimlerde ki gibi Makamların çevre düzenlenmesi yapılır.
Ancak olayın kerametini yaşatan Şeyh Ali (K.A.S) efendi ziyaret ise hâlâ göründüğü gibidir.
Makamdan sorumlu kişiler bu değerli Şeyhimizin etrafını boyatıp gördüğünüz şekilde çevirdiler.
Böyle mümin keramet sahibi değerli Şeyhlerimize gani gani rahmet olsun.
Birbirimizi sevmeye çaba gösteren, barış içinde yaşamak bir toplum olmamızın mücadelesini veren herkese selam olsun.

Hazret-i Câfer-i Tayyâr Makamı. Gajar Köyü

İsrail-Lübnan-Suriye sınırları arasında kalmış özel statüdeki Golan Tepeleri'nde Alevi köyü olan Gajar mevcut. Burada yaklaşık 3-4 bin Arap Alevi yaşıyor.
Allah yırzıkna Min Radah



 Şeyh Muhammed Biyedri türbesi ....tarsus




Alevilerin Kilikyayı ele geçirmeleri ve Şeyh Muhammed Biyedri(k.a.s) Tarsus..
948 yılında Arap Alevi Hamdani hükümdarı Seyfüddevle (devletin kılıcı) Maraş ve Tarsus şehirlerini Bizanslıların elinden aldı. Meyafarikin’i (Diyarbakır/Silvan) ele geçirdi.Anadolu Bizans topraklarına seferler düzenleyerek içerilere kadar girdi.Bütün bunlar olurken Türkler daha çok yıllar sonra 1071 Malazgirt Savaşıyla Anadolu’ya ayak basacaklardı.
Muhammed Biyedri mücahit bir savaşçı ve din adamıydı. Tarsus sur kapısını geçtikten bi kaç adım sonra şehit oldu ve eskiden şehitlerin savaş meydanında şehit edildiği yere gömülmesi onlar için şeref olduğu için bu yüzden şehit olduğu yere gömüldü.
2. Abdülhamit döneminde ise Türbe onarımı sırasında mezarı açılmış ve bedeninin ilk günkü gibi bozulmadığı görülmüştür. Elinde kılıcı ile uyuyor gibi yatmaktaydı. Elinden kılıcı incelemek için almaya kalktıklarında kılıcı sıkıca tutmuş ve vermemiştir. Ardından dönemin Tarsus' un büyük alim Alevi şeyhleri kulağına bişeyler söylemiş ve eli açılarak kılıcı vermiş çevrede bulunanlar kılıcı inceledikten sonra eline kılıcı geri yerleştirmiş ve hala kanayan yarasına mendil basarak ebedi mezarına onu tekrar yerleştirmişlerdir.
O günden bugüne kadar Mezar çevresinde Aleviler yaşıyor. Bölgenin eski ismi Şam' lı mahallesiydi. Şam' lı denilmesinin sebebi ise Şam Arap Alevilerinin buraya yerleşmesinden dolayıdır. Bugün bölge Tarsus Fatihi Şeyh Muhammed Biyedri' den dolayı Fatih mahallesi olarak adlandırılmakta ve hala bölgede Aleviler yoğun olarak yaşıyorlar.
Allah Yırzıkna Min Radah

seyyidna Şeyh Yusuf Ebu Turhan türbesidir Allah ruhunu ve yanındaki mümin kardeşlerin ruhunu mukaddesetsin

Antakya Ekinci Mahallesi
Bu makam seyyidna Şeyh Yusuf Ebu Turhan türbesidir Allah ruhunu ve yanındaki mümin kardeşlerin ruhunu mukaddesetsin
Antakya Ekinci Mahallesi
Selamünaleyküm ve rahmetullahi ve berekatuhu
((Allahümme sen temiz mü'minlerin ruhlarını aziz eyle amin ya Rabbi amin))
Üstadımız şeyh yussef Ebu terhan hazretlerinin makamıdır sallallahu aleyhi ve sellem

 Seyyidina Melek Cafer El Tayyar makamı.

Samandağ Tekebaşı Mahallesi..
Melek Cafer’i Tayyar Kimdir? Cafer Ebu Talib’in oğlu, Hz Muhammed'in (s.a.a) vefakar dostlarından ve Hz. Ali’nin (a.s) değerli kardeşidir. Yaş Açısından Hz. Ali’den (a.s) on yıl daha büyüktür. Hz Muhammed (s.a.a) onu çok seviyor ve ona şöyle buyuruyordu: “Ey Cafer! Sen yaratılış ve ahlak açısından bana benziyorsun. ”.Salat ve Selam 3alayk ya Seyyidna Cafer El Tayyar..
Allah Yırzıkna u yı7fızna Ya Rab..



22 Kasım 2023 Çarşamba

 KOLUAÇIK HACIM SULTAN TÜRBESİ, UŞAK VİLAYETİ,

SİVASLI İLÇESİ, HACIM KÖYÜ












Hacım Sultan Uşak-Sivaslı-Hacim köyünde türbesinde metfun olan Hacı Bektaş Velî’nin önemli halifelerinden birisidir. İrşad faaliyetlerinde bulunmak üzere Hünkar Hacı Bektaş Veli tarafından Uşak bölgesine gönderilmiş. Hacı Bektaş Velî, “Batın Kılıcı”nı ona vermiş.
Rivayete göre Ahmet Yesevi’nin Hacı Bektaş Veli’ye verdiği tahtadan yapılmış Batın Kılıcı’nı Hacı Bektaş Veli de haksız yere kullanmaması şartı ile halifesi Hacım Sultan’a vermiş. Hacım Sultan da bu tahtadan yapılmış Batın Kılıcı'nın kesip kesmediğini anlamak için dergaha sakka suyu taşıyan katır üzerinde denemiş ve bu tahtadan yapılmış olan Batın Kılıcı katırı ikiye bölmüş. Bu durum katır sahibi tarafından Hünkar Hacı Bektaş Veli’ye haber verilmiş. Vaziyeti öğrenen Hünkar Hacı Bektaş Veli de “Kollarlın tutuksun Hacım!” demiş, Hacım Sultan’ın kolları tutmaz hale gelmiş. Dergahtaki diğer dervişlerin şefaat dilemesiyle Hünkar Hacı Bektaş Veli “Kolların açılsın, Hacım!” demesiyle de eski haline gelmiş. Bundan dolayı Hacım Sultan, Alevi-Bektaşi çevrelerde “Koluaçık Hacım Sultan” olarak bilinmektedir. Bu nedenle, Bektaşiler, Hacım Sultan’dan korkup, çekinirler. O’nu, Hak yoluna gitmeyenleri eğiten, sapmışları Tanrı adına yola getiren, doğru yolu gösteren eren olarak bilmektedirler.
Hacım Sultan Uşak ve Denizli bölgelerinde faaliyette bulunduğu, bu bölgelerde halifeler edindiği, zaman zaman Denizli’nin Çal, Çivril ve Baklan köylerini de kapsayan, hatta Menteşe İli veya Menteşe ikliminde de irşat faaliyetlerinde bulunduğu, Hacim Sultan ve Hacı Bektâş-ı Velî vilâyetnâmelerinde ifade edilmektedir.
Hacım Sultan, bölgeyi kısa süre içerisinde mamur ve bayındır bir hale getirmiş, kerametleri ve başarıları ile ününün kısa sürede çevrede duyulmasını sağlamış, bundan dolayı da etrafında pek çok mürit toplanmış. Kaynağın ifadesine göre o çağda, dervişler her yıl muharrem ayının onuncu günü, Seyid Battal Gazi'nin Eskişehir'in Seyitgazi ilçesinde bulunan türbesini ziyaret edip, kurbanlar keserlermiş. Bugün Denizli-Çivril Beycesultan Höyüğü üzerinde türbesi olan Beyce Sultan ile Denizli-Çivril Mezarlığı’nda türbesi olan Habib-i Acemî'de her yıl Seyit Battal Gazi'nin Türbesi’ni ziyaret edermiş.
Habib-i Acemî ve Bece Sultan hazırlıklarını görüp Çivril'den yola koyulmuş. Banaz'a vardıkları zaman Banaz Çayı’nın şiddetli akışından dolayı karşıya geçememişler. Bu durum karşısında suyun akış şiddeti azalıncaya kadar beklemeye karar vermişler ve gece kalacak bir yer araştırmışlar. Tam bu sırada onların bu hali Hacım Sultan'a malum olmuş. Yanına en yakın müridi Burhan Abdal'ı alarak yola çıkmış. Banaz Çayı geçidine vardığında, Germiyan İli'nin diğer erenleri ve dervişleri ile beraber Beyce Sultan ve Habib-i Acemî’yi de suyun başında bekler halde bulmuş. Onlara niçin beklediklerini sormuş. Sel gelmesinden dolayı beklediklerini öğrenince Habib-i Acemî ile Beyce Sultan’a dönerek: "Germiyan İl’inin olgun şeyhleri geçinmedesiniz, ulu seccadelerde oturmadasınız, yağlı kuyruklar yemedesiniz, el vermedesiniz, talipleri irşat etmedesiniz, ama bu sudan geçemiyorsunuz. Bu böyleyken yarın kıyamet günü bunca müridi, muhibbi Sırat Köprüsü’nden nasıl geçireceksiniz?" demiş. Bu sözlerden sonra başındaki elifi tacı çıkarmış ve suya tutmuş. Su işaret ettiği yerden ikiye yarılmış ve erenler de Banaz Çayı’ndan karşıya geçmişler. Beyce Sultan ve Habib-i Acemî onun büyüklüğünü anlamışlar ve saygı göstermişler. Birlikte Seyit Gazi'nin Türbesi’ne ziyarete gitmişler.
(Kaynak: İbrahim Afatoğlu, Denizli Alevî-Bektâşî Tarihi, Dorlion Yayınları)

17 Kasım 2023 Cuma

 KOYUN BABA TÜRBESİ,

DENİZLİ VİLAYETİ, KALE İLÇESİ, ÇAMLARCA (TEYNER) KÖYÜ









XV. yüzyılda Osmancık’ta yaşadığı bilinen Koyun Baba hakkındaki çoğu bilgiler, muhtemelen XVI. yüzyılda yazıya geçirilen “Vilâyetnâme’i Koyun Baba” adlı anonim esere dayanmaktadır. Vilâyetnâme’ye göre Horasan’da doğmuş olan Koyun Baba, asıl adı Seyyid Ali olup, soyu Hazreti Ali evlatlarından sekizinci İmam Ali er-Rıza’ya dayanmaktadır.
Horasan’da zühd ve takvası kemal mertebeye erişince, bir gece rüyasında Hazreti Peygamber’i görmüş ve onun emriyle hacca gitmiştir. Mekke, Medine ve Kerbela’yı ziyaret ettikten sonra irşat vazifesiyle Anadolu’ya gönderilmiştir. Anadolu’da bir müddet dolaşmış olan Koyun Baba, Kızılırmak Vadisi’nde Çorum vilayeti, Osmancık denilen bir geçit noktasında yerleşmiştir.
Koyun Baba adının verilme sebebi ise; bir rivayete göre Koyun Baba, Horasan’dan Anadolu’ya gelinceye kadar yirmi dört saatte bir koyun gibi melermiş ki; bu hareket her gün aynı saatte olur hiç değişmezmiş. Bundan dolayı kendisine bu isim verilmiştir.
Yine başka bir rivayete göre de, Koyun Baba, Osmancık’ta Adatepe denilen bir yerde koyunlarını otlatırmış. Bir gün sürüden bir koyun kaçmış. Koyun önde Koyun Baba arkada epeyce bir koşuşturmuşlar. Sonunda ikisinin de yorgunluktan takatleri kesilmiş. Koyun Baba, “Yâ mübarek hayvan sen yoruldun, beni de Eyüp aleyhi selamın sabrına nail ettin.” diyerek, koyunu kucaklamış ve gözlerinden öpmüş. Bu olay, asıl adı Seyyid Ali olan Koyun Baba’nın bu isimle anılmasına sebep olmuştur.
Alevî-Bektâşî geleneğinden gelen ve Çorum ilinin Osmancık ilçesinde türbe ve zaviyesi bulunan Koyun Baba’nın bildiğimiz kadarıyla; İstanbul, Ankara, Edirne ve Denizli’de de türbeleri bulunmaktadır.
Evliya Çelebi, Koyun Baba’nın bizzat Hacı Bektâş-ı Velî’nin halifesi olduğu ve Hacı Bektâş-ı Velî’den aldığı halifelik alametleri olan ve fahir cihaz olarak tabir edilen hırka, seccade, tabıl, alem, kudüm, palhengi, asa ve tacın türbede hala saklı olduğunu bildirmektedir. Yine Evliya Çelebi, Koyun Baba’nın sandukasının üzerinde bir Bektâşî sikkesi bulunduğunu, oradaki dervişlerin bu sikkeyi kendi başına da giydirdikleri ve bir kaza sonucu az gören gözlerinin şifa bulduğu, görme kuvvetinin arttığını ifade etmektedir. Hakkındaki bilgileri Koyun Baba Vilâyetnâmesi, Otman Baba Vilâyetnamesi ve Pîri Baba Vilâyetnâmelerinden alınmaktadır.
Denizli’deki Koyun Baba Türbesi; Kale İlçesi, Çamlarca (Teyner) köyü, Aşağı Mahalle Mezarlığı içerisindedir. Denizli’deki Koyun Baba’nın da Alevî-Bektâşî geleneğinden ve Türk-İslâm orduları tarafından Tavas Bölgesi’nin fethi sırasında bölgeye gelip yerleşen Horasan dervişlerinden olduğu rivayet edilmektedir.
Rivayet odur ki; Koyun Baba, sağlığında etrafında başka cami olmadığı için yürüyerek Kale ilçesi, Karaköy beldesindeki camiye cuma namazlarını kılmaya gidermiş. Yine bir gün elinde asasıyla cuma namazına geldiğinde etrafındaki insanlar, “Dede, senin için ermiş, evliya diyorlar, bir keramet göster bakalım.” demişler. O da elindeki kuru asayı caminin önünde toprağa saplamış ve “Dut, ben camiden çıkıncaya kadar tut.” demiş. Camiden çıktıklarında bir de bakmışlar ki, yere saplanan asa dal budak salmış, yapraklarla süslenmiş ve bir dut ağacı olmuş. Bu ağaç Kale ilçesi, Karaköy beldesinde, Çarşı camisinin önünde hâlâ yaşamaya devam etmektedir.
Diğer bir rivayete göre Koyun Baba’nın yaşadığı Çamlarca köyü taşlık bir köydür. Tarlalar taşlarla dolu olduğu için işlemesi zordur. Koyun Baba’nın köylüleri bu durumdan şikâyetçidirler. Bir gün Koyun Baba’ya: “Hadi bakalım bir kerametini görelim, şu etraftaki taşları ne yapacaksan yap ve temizle.” demişler. Koyun Baba yerden bir taş alıp “düüüt” diyerek etraftaki taşlara doğru fırlatmış ve oradaki bütün taşlar koyuna dönüşmüş. Onun için bu zât Koyun Baba adını almış.
Koyun Baba bir gün oğluna: “Oğlum ben öleceğim gel benim yerime geç, tekkeyi idare et!” demiş. Oğlu da: “Baba, ben senin yerine nasıl geçeyim, bir sürü ziyaretçin oluyor, ben onları nasıl doyurayım.” demiş. Koyun Baba da: “Bir tane arı kovanı al, köşeye koy o benim misafirlerime yeter.” demiş. Gerçekten bir arı kovanı alıp köşeye koymuş ve her gün sabaha kadar arının önüne bal yığılmış. Bu bal da gelen bütün misafirlere yetermiş.
(Kaynak: Denizli Alevî-Bektâşî Tarihi, Dorlion Yayınları, İbrahim Afatoğlu)

 HİCRAN HATUN TEKKESİ,

DENİZLİ VİLAYETİ,

SERİNHİSAR İLÇESİ, YATAĞAN BELDESİ

Türk toplumunda kadının saygın bir yeri vardır. Bundan dolayı Orta Asya’da kurulan Türk Devletlerinde kadın ve erkek eşit haklara sahiptir. Devlet yönetiminde hakanların yanında, “hatun” adı verilen eşleri de söz ve yetki sahibidir. Diğer yandan kadın Türk sosyal hayatının bütün katmanlarında etkin bir görev almış ve faaliyet sürdürmüştür. Bu gelenek Âşıkpaşazade’nin ifadesiyle Gaziyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum, Âhiyan-ı Rum yanında Bacıyan-ı Rum diye tarif ettiği Türk kadınlarının, erkekler ile birlikte Anadolu’nun Türkleşmesinde tarihi görevlerini de yerine getirdiği bilinmektedir.
Bu gelenek Alevî-Bektâşî toplumunda "Kadıncık Ana" olarak zuhur etmiş, Hacı Bektâş-ı Velî Hakk’a yürüdükten sonra Bektâşî öğretisinin kurumlaşması ve tarikat halinde örgütlenmesini sağlamıştır. Bundan dolayı Türk kültürünün etkin taşıyıcısı olan Alevî-Bektaşî toplumu ilk günden beri kadını erkekten ayırmamış, ona eşit haklar tanımış ve saygı göstermiştir. Zaten hem Alevî Dedelerinin eşleri, hem de Bektâşî Babaların eşleri Alevî-Bektâşî toplumu içerisinde “anabacı” olarak büyük saygı görmektedir. Bu eşitlik anlayışını Hacı Bektaş Velî;
”Erkek dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde,
Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde.
Bizim nazarımızda, kadın erkek farkı yok,
Noksanlıkla eksiklik, senin görüşlerinde.” diyerek yüzyıllar ötesinden Türk kadınının yerini tarif etmiştir. Bundan dolayı Anadolu kadını erkeğin çalıştığı her alanda ona yardım etmiş ve destek olmuştur. Bu destek Alevî-Bektâşî öğretisinin hizmet alanında da görülmüştür.
Ömer Lütfi Barkan, Osmanlı Arşiv Kayıtlarında yaptığı bir araştırmada Kız Bacı Zaviyesi, Âhi Ana Zaviyesi, Sakari Hâtun Zaviyesi, Hacı Fatma zaviyesi gibi bazı zaviye şeyhlerinin kadınlar olmasını dikkat çekmiş ve “…Gerçekten, bu asırlarda (XVI. asrı kasdediyor olmalı) Anadolu’da kadın tekke şeyhleri görmek bizi hayrete düşürmemelidir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Âşıkpaşazade bu kadın dervişlerden Baciyan-ı Rum adı altında bahsetmekte ve Hacı Bektâş-ı Velî Gaziyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum, Âhiyan-ı Rum zümreleri arasında Bacıyan-ı Rum kadın zümresinden olan Kadıncık (Fatma) Ana adındaki bir kadına bütün kerametini göstermiş ve Bektâşî Tarikatı’nı ona teslim etmiştir.” demek suretiyle 1500’lü yıllarda, kadınların kurduğu ve idare ettiği Bektâşî tekke ve zaviyeleri dikkat çekmiştir.
İşte bu Kadıncık Ana Bektâşî geleneğinin Denizli temsilcilerinden birisi de Hicran Hatun olduğu görülmektedir. “Hicran Hatun Tekkesi, Serinhisar ilçesi, Yatağan kasabasındadır. 1745 tarihli bir kayıtta, müteveffa Yatağan Baba silsilesinden (evlatlarından) müteveffiye (vefat etmiş olan hanım) Hicran Hatun Tekkesi’nden söz etmektedir. Seyyid İslam ve Seyyid Hasan adındaki komşu Yüreğil köylüleri, Yatağan Baba ile yakınlığı olan bu Hicran Hatun Tekkesi’nin vakıf arazisi olan Tekkenişin Yaylası’nın kendilerine ait olduğu iddiası ile Hicran Hatun Tekkesi’ni (Hicri) 1150 (Miladi 1737) tarihinde baskın yapıp insanları darp ve tecavüz etmişler. (Yatağan kasabasında bulunan) Tekkkenişin Yaylağı bu Hicran Hatun Tekkesi’ne ait olduğu bilinmektedir. Bu baskın olayı o dönemde dava konusu olmuştur. Davayı Hicran Hatun Tekkesi yetkilileri kazanmış, Tekkenişin Yaylası’nın Hicran Hatun Tekkesi vakıf arazisi olduğu kararına varılmıştır. Bu konudaki ilgili kadı hükmü çıkarılmıştır.
Yatağan kasabasında Yatağan Baba Tekkesi, Abdi Bey Sultan Tekkesi, Banaz Dede Tekkesi ve bu Hicran Hatun Tekkesiyle birlikte dört Alevî-Bektâşî Tekkesi bulunmaktadır. Bu tekkelerin dışında Yatağan kasabasında, Yüreğil yolu üzerinde bir Çığırgan Dede mezarı vardır. Burada bir mezar ile delikli bir taş vardır. Çok ağlayan çığıran çocukların bu delikli taştan geçirilirse ağlama ve çığırtmalarının geçeceğine inanılırmış. 1940 yılında mezar, yerinden kaldırılmış yeri de kaybolmuştur. Bu tahribat sırasında kabirde gerçekten bir mezar olduğu görülmüştür. Yatağan kasabasının doğusunda, eski Kuyucak köyü yolu üzerinde Çatlayan Dede yatırı vardır. Burası da bir makam mezarı olup işareti olan büyük çıtlık ağacı yanmıştır. “ Çal Dağı’nın tepesinde de Bubalar (Babalar) diye anılan üç makam mezarı vardır. “ Dört Bektâşi Tekkesi, üç de yatır ve kutsal mekân olgusu, Yatağan kasabasında Alevî-Bektâşî geçmişin şahitliğini ve hala hatıralarına işaret etmektedir.
Kaynak: Denizli Alevi-Bektaşi Tarihi, Dorlion Yayınları, İbrahim Afatoğlu







 BEKİLLİ BEKTAŞİLİĞİ VE MUSTAFA NACİ BABA, DENİZLİ VİLAYETİ, BEKİLLİ İLÇESİ

Ömer Lütfi Barkan ünlü makalesinde, Alevî-Bektâşî dervişleri için “Kafir-i körden toprak açup taşını budağını arıdup bağ ve bahçe yetiştirmekle kalmayup gayet iyi cinslerden ağaçlar, limon, portakal ve gül bahçeleri yetiştiren mahir bahçıvanlar, değirmen binası ve arığı inşa eden, kuyu kazub su çıkaran ve araziyi sulamasını bilen muktedir mühendisler olduğu anlaşılmaktadır.” demektedir.
Çal ve Bekilli Bölgesi, pekmez ve şaraplık üzüm bağları ile meşhurdur. Bazı kaynaklarda Bromios, Euhios, Dithyrambos veya İobakkhos olarak da geçen Yunan Şarap Tanrısı Dionisos’un Antik Yunan Kenti Baküs yani, bugünkü Çal kazasından olduğu ifade edilmektedir.
Mücerret Mustafa Naci Baba, Şucaeddin Veli Ocağı Dedesi ve Seyyid Battal Gazi Dergâhı son postnişini Şükrü Arıkaya Baba (1873-1948) tarafından, 1910-1911 yıllarında Hacı Bektâş-ı Velî Derğâhı’na götürülerek, orada usul ve erkân öğretilmiş, babalık icazeti verilmiş, babalık yapmak üzere Bekilli’ye geri dönmüş, 1918 yılında kurduğu Bektâşî Tekkesi ile çevredeki Bektâşîleri irşad etmiş bir Bektâşî Babasıdır.
Mücerret Mustafa Naci Baba, tam da Ömer Lütfi Barkan’ın tarif ettiği Türkmen Alevî-Bektâşî dervişlerinden biri olduğu anlaşılmaktadır. 1920’li yıllarda Çal Bölgesi’nde Filoksera hastalığı musallat olmuş, bütün üzüm bağları kurumuş. O sırada Mücerret Mustafa Naci Baba’nın Bekilli’de kurduğu Bektâşî Tekkesi, bölgeye gelen devlet ve hükümet adamlarının, kanaat önderlerinin uğrak yeridir. Üzüm bağlarının kurtarılması için tekkeye gelen yetkililerden yardım istemiş. Onların verdiği bilgiler doğrultusunda kuruyan bağların yerine delice bağ dikmiş. Daha sonra da bu delice üzüm asmalarını akıllı asmalarla aşılamış. Böylece onun bağları yeniden üzüm vermeye başlamış. Meğer Filoksera hastalığı delice asmalara zarar veremiyormuş. Bu tekniği gören bütün Çal bölgesi bağcıları aynı yöntemle bağlarını yeniden oluşturmuşlar.
Günümüzde olduğu gibi 1920’li yıllarda da pekmez önemli bir besin kaynağıdır. Bölgede en iyi ağda-pekmez, yani koyu pekmez Kütahya vilayeti, Simav ilçesinde yapılmaktadır. Mücerret Mustafa Naci Baba kardeşi Mehmet Ali Candoğan’ı bir miktar altın vererek ağda-pekmez yapımını öğrenmesi için Simav’a göndermiş. Mehmet Ali Candoğan, ustasının yanında ağda-pekmez yapımını öğrendikten sonra beraberinde götürdüğü altınları ustasına vererek onu Bekilli’ye getirmiş, o dönemin ağda-pekmez makinelerinin kurulumunu ve tekniklerini öğretilmesini sağlamış.
Yine Mücerret Mustafa Naci Baba, Bekilli’ye yedi kilometre kadar mesafede olan Çalçakırlar Bektâşî köyünde, Menderes Nehri üzerinde tıpkı Ömer Lütfi Barkan’ın söylediği gibi değirmen arığı kazdırıp dört değirmen yapmış, Bekilli ve Çal Bölgesi’nin un ihtiyacı bu değirmenlerden karşılanmış.
15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’e asker çıkartan Yunanlılar, Batı Anadolu içlerine ilerleyerek Temmuz 1920 tarihinde Bekilli’yi de işgal etmiştir. Yunan işgal birliği komutanı Bekilli’de en bakımlı ve en geniş binalara sahip olan Bektâşî Tekkesi’ne gelerek karargâh yapmış, Mücerret Mustafa Naci Baba’yı tekkenin bir bölümünde oturmasını müsaade etmiş. Bu süre içerisinde Mücerret Mustafa Naci Baba, kendine ayrılan bölümde, etraftaki canlarla birlikte Bektâşi ibadetlerini devam ettirmiş. Meğer Yunan komutan Girit Bektâşîlerindenmiş. Bundan dolayı hem Mücerret Mustafa Naci Baba’ya karşı bir sempati beslemiş, hem de yapılan ibadetleri müdahale etmemiş. Hatta işgal süresi içerisinde Bekilli’de hiçbir zorbalık ve zalimlik de yapmamış. 30 Ağustos 1922 tarihindeki Büyük Taarruz Meydan Savaşı’nda Yunan Ordusu’nun yenildiği anlaşılınca, diğer işgal edilen Türk köylerine talan ettikleri halde yunan komutan, askerleriyle birlikte 31 Ağustos 1922 tarihi gece yarısı, hiçbir zarar vermeden, sesizce Bekilli’yi terk etmiş.
Kaynak kişimiz Mehmet Ali Bektaş’ın anlatımına göre Mücerret Mustafa Naci Baba Bekilli’ye yerleşen Abdal Musa Sultan neslinden Fettah Baba torunlarındandır. 1881 yılında doğmuş, 1938 yılında Bekilli’de Hakk’a yürümüştür. Mezarı Bekilli İlçe Mezarlığı’ndadır.
(Kaynak: İbrahim Afatoğlu, Denizli Alevî-Bektâşî Tarihi, Dorlion Yayınları)



(Bekilli’de kurulan Bektâşi Tekkesi’nin kitabesinin ön yüzündeki yazı)
“Yâ Hu
Lâ ilahe illallah Muhammeden Resulallah Aleiyyün veliyullah
Bu bir mekteb-i irfândır bâb-ı Hayder nâm-ı Ali
Muhammeddir kitâbı tefsîri Ali
Bahş etdi pîrimiz Hünkâr Hacı Bektaş Velî
Lâkin siyahdır nikâbı içinde nûr-ı celî (Hicrî) 1336 (Miladi 1918)”




(Bekilli’de kurulan Bektâşi Tekkesi’nin kitabesinin arka yüzündeki yazı)
“Cenab-ı Pir-i Hünkâr’dan esince bâd-ı saba
Dolar bu hânkâha muhibi Âl-i abâ
Geldi gaybdan on iki er târihin didi
Ettirdi inşâ bu dergâhı Mustafa Naci Baba”



https://www.facebook.com/ibrahim.afatoglu..alıntıdır..

5 Kasım 2023 Pazar

 Berke Han Türbesi kudus

Bu türbeyi, Kudüs’ü haçlı işgalinden kurtaran Harezmli komutan
Emir Hüsameddin Berkehan inşa ettirmiştir. (Altın Ordu Hakanı
ve Cengiz Han`ın torunu) Berkehan, M 1246 / H 644 yılında
Humus’ta şehit edilip türbesine defnedilene kadar Haçlılarla
savaşmaya devam etmiştir. İki oğlu Bedreddin Muhammed ve
Hüsameddin Kara Bey’in mezarları da buradadır. Türbe Babu’sSilsile’de bulunan Halidiye Kütüphanesi içinde yer almaktadır.



 Türkan Hatun Türbesi

Mescid-i Aksa harem-i şerifinin Babu’s-Silsele kapısından
çıkarken sağ tarafta bulunan ve Memluklülerin Kudüs’teki
mimari tarzına uygun olarak inşa edilen türbe H.753- M.1352/3
yılında Özbek Selçukay oğlu Emir Taktay’ın kızı emire Türkan
Hatun adına vakfedilmiştir ve aynı yıl içerisinde Kudüs’te vefat
eden Türkan Hatun buraya defnedilmiştir.



 Hüseyin Mansur Hallac Hazretleri

(Bağdat)


Hallacı Mansur Hicri 244 ( Miladi 858) yılında Beyza yakınlarında bir kasaba olan Tur’da doğdu. 922 de Muktedir’in buyruğu üzerine Bağdat’ta asılarak, uzuvları kesilerek iskence ile öldürüldü. Hallacı Mansur’un babası Müslüman, dedesi ise Mezdek inancındaydı. [i] Hallac-ı Mansur bazende Muhammed b. Ahmet el-Farisi adını da kulanıyordu.[ii] Hallac; Hüseyin b. Mansur’un lakabıdır. Mansur, Hallac lakabını baba mesleği olan yorgan yatak yünlerini, pamuklarını temizliyen, tarayan anlamında olan yorgancı ve hallaç mesleğinden dolayı almıştır. Yani Hallacı Masur’un babası yorgancılık yapıyordu. Bu nedenle de Hüseyin b. Mansur’a Hallac-ı Mansur olarak söylendi.

Doç. Dr. Bedri Noyan dedebaba, Hallac-ı Mansur’un Hallac lakabını almasını şöyle anlatıyor:[iii]

“Hallac-ı Mansurun esas mesleği hallaçlık değildir. Birgün hallaçlık yapan bir dostunun dükkanına gider. “Ben senin işini görürüm, işin geri kalmaz.” diyerek onu bir yere yollar. Adam dönüşünde bakar ki bütün pamuklar atılmış. (Mansur, parmağının bir işareti ile o pamukları atmış.) Bunun üzerine kendisine Hallac takma adı verilmiş.”

Hallac-ı Mansur’un çocukluğu Beyza’da geçti Beyza, İran coğrafyasında yer alır. Bu nedenle de Hallac’ın İran kültür ve inanç etkisinde olması gerekir. Hakbuki Hallac-ı Mansur’un düşünce yapısını incelendiğinde, İran inanç ve kültüründen fazlaca etkilemediği görülmektedir. Bunun aksine kendi yaşamından uzak olan Arap kültür ve inancı daha fazla ilgisini çekmiş ve kendisini fazlaca etkilemiştir. Bunu da çevresinin etkisi ile olsa gerek ki, henüz küçük yaşlarda olduğu halde Kur’ana ilgi duyuyor ve Kur’an derslerini almaya başlıyor. Hallac-ı Mansur küçük yaşlarda Kur’anı ezberlemiştir. Hallac-ı mansur’u ilginç kılan, ve sunni ulamayı şaşırtan ve hayretler içinde bırakan yanı ise çok küçük yaşlarda Kur’an hakkında yorumlar getirmesidir.

Hallac-ı Mansur 16 yaşlarında devrin büyük sufi bilgini Sehl b. Adullah et-Tüsteri’den 2 yıl kadar ders aldı. Tüsteri’nin ölümü üzerine Basra’ya gitti. Hallac-ı Mansur burada ünlü sufi bilgin Amr b. Osman el Mekki’den 2 yıl kadar dersler aldı. Bu sırada hocası olan Amr b. Osman el Mekki’nin karşı çıkmasına rağmen Hallac-ı Mansur ünlü sufi bilginlerinden Ebu Yakup el-Akta’nın kızı Ümmü Hüseyin’le evlendi. Bu evlilikten Süleymen, Ahmet (Hamd), ve Abdüsamed adında üç erkek, bir de bir kız çocuğu oldu.

Hallac’ın bu evliliği sufilerin arasında ikilik yaratmıştı. Sufiler arasındaki bu kavga Hallac-ı Mansur’un Basra’yı terk etmesine sebep olmuştur. Hallac-ı Mansur tam Basra’yı terk etmek üzereyken Sufilerin önderi ve piri olarak anılan Cüneyd el-Bağdadi ile tanıştı. Var olan rahatsızlıkları, dedikoduları, bu nedenle duyduğu üzüntüyü kendisine anlattı. Cüneyd kendisine öğütlerde bulunarak sabırlı ve sükûnetli olmasını istedi.

Hayatı azaltan afatlardan biri hasrettir.

Hallac-ı Mansur kendisine isnat edilen iftira ve dedikodulara daha fazla dayanamadığından Basra’dan ayrılarak Mekke’ye gitti. Mansur, Mekke’de nefsini terbiye ile ruhunun miracını gerçekleştirmek üzere Kabe’nin haremine kapanarak çile sürecine girdi.

Hallac-ı Mansur’un Mekke’ye gelişini Ebu Yakup Neh-Recur-i şöyle anlatıyor:

“ Mekke’ye ilk gelişinde Kabe’nin sahnında oturuyordu. Hallac, bu bir yıllık .ile süreci içinde oturduğu yerden sadece abdest almak ve tavaf etmek için ayrılmıştır. Ne güneşe aldırıyordu ne de yağmura. Her yatsı vakti yanına bir çörekle bir testi su konuyordu. Bir çöreğin dörtte biriyle bir kaç yudum su alıyor geri kalanı çeviriyordu.”[iv]

Hallac-ı Mansur’un bu perhiz-çile denemeleri o günün süfilerini şaşkına çeviriyordu. Aynı zamanda kendisine kızıyor ve alehinde dedikodular yapıyorlardı.Bu dedikoduları Şeyban şöyle naklediyor:

“Öğle sıcağıydı. Bir taşın üstüne oturmuş duran bir genç ile karşılaştık. Hava çok sıcak ve bunaltıcı olduğundan alnında akan terler taşa dökülüyordu. Arkadaşım bu manzarayı görünce bana: “Haydi gidelim” diye işaret etti. Vadiye inince de şöyle dedi: “ Ömrümüz vefa ederse şu adamın başına neler geleceğini göreceğiz. Oturmuş Allah ile ahmakça sabır yarışı yapıyor. Allah ona, tahammül edemeyeceği bir bela mutlaka verecektir.” Daha sonra bu gencin, Hallac olduğunu öğrendik.

Hallac-ı Mansur Mekke’de kaldığı süre zarfında Hac veya umre için gelen müslüman gruplarla sıkı ilişkiler içinde oldu. Onlara kendi düşüncelerini aktarıyor ve onları çeşitli konularda aydınlatıyordu. Özellikle de bu müslüman gruplar içinde Horasan ve civarında gelen insanlara daha yakınlık gösteriyor, onlara Kur’an yorumlarını yapıyor ve çeşitli bilgiler vererek onları aydınlatıyordu.

Hallac-ı Mansur 271 (milladı 900) yılında Mekke’den tekrar Basra’ya döndü. Hallac; ruhsal alemde artık amacına ulaşmış, hayata, insana ve dine değişik perspektiflerden bakmaya başlamış ve kendisine yakışır bir biçimde konuşmaya başlamıştır. Hallac’ın bu durumunu sevgisini kazanananları çoğalttığı gibi, Sünni Ulamanın başını çektiği çevrelerin tepkilerini üzerine çekerek düşman cephesini de büyütmüştür.

Tasavuf konusundaki yeni düşünceleri, etkili davranışları, konuşmaları nedeniyle gittiği yerde çevresinde büyük bir kalabalığın toplanmasına yol açan Hallac-ı Mansur’u değişik inançta ve mezhepte kimseler savunmuştur. Miladi 908 de baş gösteren Hanbeli ayaklanmasına katılmakla suçlanan Hallac-ı Mansur 913 tarihinde Sus’ta bir kadın saray polislerine “ Hallac denen bir adamın evini biliyorum. O eve her gece gizliden birileri geliyor ve çok sakıncalı şeyler konuşuyorlar” deyip şikayette bulundu. Bunun üzerine Hallac’ın baş düşmanı Ebul Hasan Ali b.Ahmet er-Rasimbi tarafından tutuklandı. Sekiz yıl tutuklu kaldıktan sonra Bağdat’a götürüldü. Maliki kadısı Ebu Ömer Hammadi’nin fetvası ve Abasi Halifesi Muktedir’in buyruğu üzerine 22 Mart 922 tarihinde Bağdat’ta idam edildi.

Allah’a dayanan hiçbir zaman yıkılmaz. 

Hallac-ı Mansur; idama getirilirken önce 1000 kamçı vurularak kamçılandı sonra., darağacında asılarak gövdesi param parça edildi. Hallac’ın gövdesinden kesilerek koparılan her bir parçası, her bir uzvu “Enel Hak” diyordu. Bu durumu gördükleri halde halen inanmak istemeyen bu caniler bu zulümle de yetinmeyerek, gövdesi param parça edilmiş Hallac-ı Mansur’u halka teşhir için tüm Bağdat sokaklarında gezdirip ve halkı Hallac’ın kafasının kesilmesini seyre zorlanmıştır. Hallac’ın kafası gövdesinden koparıldığı zaman seyre zorlanan halkın gözü önünde Hallac-ı Mansur’un kesik başı “Enel Hakk” diye söylemiştir. Tüm bu olup bitenlere rağmen kafası kesilen Hallacı Mansur gövdesi yakılarak külleri suya serptirilmiş yine de nehrin suları “Enel Hakk “ diye bağırıp çağırmıştır. Suyun bu seslenişi Hallac’ın Ben idam edilip, yakılacağım. Benim küllerimi nehire serptirecekler. Nehir bana yapılan zülme dayanamayacak ve “Enel Hakk”diye bağıracaktır. Sen o zaman benin abamı alıp getirip nehire atacaksın. Ancak o zaman sesler kesilecektir” diye yardımcısına vasiyette bulunur. Hallac’ın bu vasiyeti yerine getirmek üzere yardımcısı tarafından Hallac’ın abası suya atılmış, böylece nehirden gelen “Enel Hakk” nidaları son bulmuştu.

Hallac-ı Mansur’u idama götüren nedenler:

Hallac-ı Mansur’un düşünceleri “insan-tanrı- evren” konularını içeren, varlık birliğini savunan, bu nedenle de şeriat anlayışına aykırı sayılan bir niteliktir. Hallac’a göre; gerçek olan, var olan,”Bir”dir. “Çokluk” bir görüştür. “Bir’in değişik biçim ve nitelikte yansımasıdır. Bu “Bir” de Tanrı’dır. Ancak, evren ve insan bu “Bir’in dışında değil, içindedir, onunla özdeştir. Bu nedenle insanın “Enel Hak” demesi doğrudur, gereklidir.[v] İnsan konuşan, dolaşan, düşünen, sevinen, gülen, üzülen, öfkelenen bir Tanrı’dır. Tanrının bütün nitelikleri insanda, insanın bütün özellikleri Tanrı’da, evrende bir birlik, bütünlük içindedir. Ölüm gerçek değildir, bir değişmedir, bir görünüştür. Bundan dolayı kişinin ölümü yaşamında, yaşamı da ölümündedir. Hallac-ı Mansur bu düşüncesini, çevresinde toplanan büyük bir kalabalığa “Beni öldürün. Beni öldürün, yaşamım ölümümde, ölümüm yaşamımdadır.” Sözleriyle açıklamıştır.

Hallac, Hz Muhammed’in ilahiliği üzerinde ısrarla duran ve Tavasin’de onun ebedi ve ilahiliği açıkça belirten ilk sufilerdendir. Buna rağmen Suni İslam ulamasının boy hedefi olmaktan da kendini kurtaramamıştır. Sünni İslam ulamasını kızdıran ve hatta idamına ferman edilen Hallac-ı Mansur Hz. Muhammed için;

“Hz. Muhammed’in varlığı yokluktan öncedir. Adı ise kelamdan önce gelir. Cevher ve arazlardan önce ve sonranın hakikatlarından önce bilinmekte idi. Ne doğulu ne de batılı bir kabileden gelir.

Hz. Muhammed sürekli olarak sufilerin kalplerini yakan, sönmeyen bir nur’dur. Bütün peygamberler ve veliler “Nur’larını” (bilgilerini) ancak Peygamberlerin Nur’undan alırlar. Onun nur’u kelam’inkinden daha parlak ve daha ezelidir.”

Diğer bir söylenceye göre de:

Eğer bir gün Hz. Muhammed ile görüşmem nasip olsaydı ona: “Mi’rac gecesinde niçin yalnız kendi ümmetin için mağrifet istedin? Diğer bütün kafirler için de merhamet isteseydin elbette esirgenmezdi derdim.. demiº. Bunun üzerine Rasul-ullah (Hz. Muhammed)in ruhu ortaya gelerek.ona görünmüº ve hiddetle: “ Benim Tanrı iradesinden başka bir şey istememin imkanı var mıydı?” deyince Mansur niyaz edip özür dilemiş ise de kabul edilmemiş, başın fedası ile sulh olunacağı kendisine söylenmiş. Mansurun idamıda bu nedenle yerine getirilmiş. [vi]

Acaba Hallac-ı Mansur’u ölüme götüren, Sunni İslam ulamasının yoğun tepkisini üzerine çekerek işkence ile öldürülmesine fetva veren Hambeli kadısını zorlayan Hallac’ın bu sözleri mi, yoksa Hallac’ı Karmatilerle ilişkilendirip, isyancı gösterip, halkın gözünden düşürerek ondan kurtulmayaı isteyen Abbasi halifelerinin hileli oyunları mı?

Karmatiler

Hemedani Kırmiti, bir İsmaili şeyhinin tavsiyesi ve yol göstericiliği ile geçim sıkıntısını çeken, yoksul, yetiştirdikleri hurmaları boğaz tokluğuna varlıklı ailelere satan, kısacası; düzenden hoşnut olmayan ve Abbasi ve Arap zülmüne karşı olanlanlardan bir güç oluşturdu. Daha sonraları bu güçlerin birliktelikleri sonucu çoğalıp, büyüyerek düzeni rahatsız edecek boyuta gelmeleri ile de Karmati adını aldılar. Diğer bir deyişle Karmati tarikati. Daha sonraları karmati devleti olarak görmekteyiz.

Tatlı dilli olanların dostları, her gün biraz daha artar.

Abbasi Halifeleri’ni, Arap gericilerini ve Sünni İslam ulamasını korkutan ve düzenini rahatsız eden, Karmati İmamlarının neler söylediklerine bakalım;

Karmatiler (Karamita) düzene karşı örgütlenmiş ve hatta Sunni İslamın savunduğu bir kelamı, bir ibadet türünü savunmuyorlar tam tersine “ Bizim kabemiz ve kıblemiz Kudüs olduğundan bütün ibadetlerde oraya dönülür. Dinlenme günü Cuma değil Pazar günleridir.Yılda iki gün oruç tutulur. Bu da Nevruz ve Mihrican günleri uygulanır. İnsanlar arasında her hangi bir fark yoktur. Tüm insanlar eşittir. Tüm insanlar eşit oldukları için mallarıda eşittir”[vii]

“Kur’anın gerçek manasını ancak batini imamlar bilir”

Karmatilerde kemal, ikinci doğumla gereçekleşir. Alem bir tecelliler bütünüdür ki türlü şekillerde görülür ve görünür. Madde bir hicap (perde)tır. Bu hicap kaldırıldığında kişiyi aşan kozmik bir zihin şuuruna erilir ki, işte ikinci doğum budur. Bu doğum, bir kozmik ben’e ulaşma halidir.

İkinci doğumun elde edilmesini sağlayan mistik eğitim (seyrusüluk) Beş müsibetten kurtulmak olarak görülür. İnsanın kozmik ben’e ulaşmasını engelleyen Beş negativite şunlardır: Gök, tabiat, kanunlar, devlet, ihtiyaç, ve zaruret. Beş müsibetten kurtulmak ibadettin de hem amacı hem de kendisidir.

Muhamed Ali es- Suri Karmatiler için şöyle der: Karmati eserlerin bilim ve düşünce üstünlüğü tatışılmaz. Bunu inkar edemeyen iftiracı çevreler Karmati’leri ahlak ve inanç yönünden çamurlama yolunu tutmuşlardır.

Karmati düşünce, Kur’ana bağlı bir sistem geliştirmiştir. Ancak geliştidikleri bu düşüncelerinde Kur’an, alabildiğine sübjektif bir yoruma tabi tutulmuştur. “Karamati te’vil” diyebileceğimiz bu yorum, yer yer Kur’anı tanımaz hale sokulabilmiştir. Çünkü onlara göre; “Kur’anın gerçek manasını ancak batini imamlar bilir”[viii] Karmati hareket gibi muhteşem bir düşünce ve siyaset aksiyonunun kur’an vahyini rahatsız eden bu tavırı , insanlık dünyası için çok büyük bir kayıp olmuştur kanısındayız.

İbni Sina ise; Karmatilerin sosyal hayatlarına ve yetişme usullerine yönelik olarak şöyle der; Karmatiler, fevkalede iyi yetişen, bunu sağlamak için de çok okuyan insanlardı. “Dar-ul Hikmet” denen medreselerde eğitim görürlerdi. Kitap okuma işini meclis denen yerlerde yaparlardı. Meclislerde her türlü bilim ve felsefe konuşulurdu. Tartışmalar ciddi biçimde yazıya geçirilir, sonra da bu yazılanlar temize çekilerek eser haline getirilirdi. Eser haline getirilmiş bu yazılar ilgili yerlere gönderilirdi.

Meclisler; muhtelif gruplar için ayrı ayrı idi. Bunlar:

1- Büyük ve seçkin dostlar için,

2- Devlet büyükleri ve ileri memurlar için,

3- Sıradan insanlar ve yolcular için,

4- Kadınlar için,

5- Saraylı kadınlar için.

Kısacası; Karmat topluluklar tam saoyalist bir hayat yaşarlardı. Herkes çalışmak zorunda idi. Küçük çocuklar bile en azından ekinlere musallat olan kuşları kaçırmak için çalışırlardı.

Karmatilerde mülkiyet sadece techizat ve kılıça hastı. Her mıntıkada toplanan nimetleri dağıtan bir görevli bulunurdu. Bu görevliler, yoksulları ve güçsüzleri asla ilgisiz bırakmazlardı.

Karmati toplumun bağlı bulunduğu sosyal, ekonomik ve hukuksal prensipler şöyle özetliyebiliriz.

  1. Sosyal gruplar (işçi, çiftçi, zanaatkar, tüccar vs) bir tek bütçeden destek görürdü.
  2. Karmati devletine bağlı bulunan her kişi, zekat ve fitre dışında her ay bütçeye 1 dinar vermek zorundadır. Bunlardan başka sosyal konumuna göre başka vergiler de öderlerdi. Toplanan paralar kamu yönetimince sosyal, bilimsel ve sanai programların uygulanmasında kullanılırdı..
  3. Bilgi ve eğitim, toplumun tüm katmanları için gerçekleştirilirdi.
  4. Toplum bireyleri arasında ruhsal ve bedensel boyutlarda kardeşçe yardımlaşma, dayanışma ve barış esastı. Yönetilenlerin yönetenlerle dostluk ve kardeşlik hisleriyle bağlılığı da bu cümledendi.
  5. Kadına hayatın tüm alanlarında erkekle eşit hakları tanınmıştı.
  6. Karmati olmayan toplum ve bireyleriyla münasebetlerde, sırların saklanması ve diplomasi kurallarına uygunluk esastı.

Karmatilerde tüm bu prensiplerin uygulanması, İmam’ın görevlendirdiği, eşit hak ve yetkilere sahip 3 kişilik bir dailer komitesince uygulanıp denetlenirdi.

Yukarıad görüldüğü gibi; İslami ulamaya göre yanlış olan, Karmati’lere göre doğrudur. Bu nedenle de Karmatiler islam çevrelerince dinden dışarı, zındık olarak görülmüşler. Absi Halifeleri ve iftiracı islam ulaması bu hınçlarını Hallacı Mansur’un sakalları traş edilip, bir deveye bindirilerek Bağdat sokaklarında halka teşhir edilirek “İşte Karmatilerden biri.” Veya “Karmati Papazını görmek istiyenler gelsinler!” diye göstermişlerdir.

Bize göre; Hallac-ı Mansur’un asılması ne “Enel Hak” (Ben tanrıyım) sözü, ne de Hz. Peygamber’e yapılan övgü ile birlikte Velilik mertebesinin Nebilik‘ten üstün görülmesi veya Peygamber’in Kelam’dan önce gelmesi ve ne de isyanlara katılmasıdır. Onu idam ettiren sadece ve sadece Abbasi halife’lerinin olumsuz ve keyfi yönetimlerine karşı gelen halk korkusu ve Arap gereciliği ile yobaz Sünni İslam ulamasının bilgisizliklerinden kaynaklanan tutum ve davranışlarıydı.. Bu nedenle dir ki Hallac; düzmece bir mahkeme ile ve de düzmece bir suç ile suçlanmıştır. Şöyleki;

308 (miladi 908) yılında meydana gelen bir kaç ayaklanmalarda Hallac’ın düşüncelerinin kitleyi etkilemeya başladığı açıkça görülüyordu. Keyfi idareden rahatsız olan toplum patlamaya hazır bir çıban gibiydi. Abbasi sarayı bundan çok rahatsızdı. Çünkü ardı arkası kesilmeyen isyanlar başlamıştı. Saraya yakınlığı ile bilinen ve Hallac’ı Mansur’a içten içe hınç duyan Hamid; Hallac’ın daha fazla yaşatılmasının sarayın geleceği için bir intihar anlamına geleceği fikrinde israr ediyordu. Gerçektende başını Hambeli gurupların çektiği bu isyanlar, Hallac-ın alehine olmuştur. Onu tehlikeli gösteren deliller halinde kullanıldı.

Hamid; mahkemede esas alınmak üzere “Peygamberlik ve ilahlık adia etmek”idi. Bir de “Sidiğini şifa diye sunmaktan” Hulul (Allahın kullarının vucüduna girmesine) kadar her türlü suç isnat edilerek yargılanmak istendi. Bu idiaların gerçekçi göstermek için de Hallac, bu idaalara uygun bir fıkıh geliştirmiş olmakla suçlanıyor ve hatta Ben Tanrı’yım diyen Hallac’ın peygamberler atadığı da öne sürülüyordu. Hallac; tüm bu saçma sapan suçlamalara kısa ve net olarak söyle diyordu; “Allahlık veya peygamberlik iddiasından Allah’a sığınırım. Ben, Allah’a çokça ibadet eden, oruç tutan, onu her an anan birisiyim. Hepsi bu”[ix]

Azim ve sebat en büyük yardımcıdır.

Hamid; Hallac’ın ölümüne her ne şekilde olursa olsun karar vermek üzere , mahkeme reisliğine Maliki mezhebinden ünlü kadı Ebu Ümer Muhammed b. Yusuf el Hammadi, mahkeme üyeliklerine de; Hanefi mezhebinden Ebu Cafer Muhammed b Ahmed el-Enbari et Tenuhi ve Ebu Hüseyn Ömer b. Malik ei Şeybani getirildi.

Mahkeme; yukarıda isnat edilen suçları bir tarafa bırakarak Hallac’ı “zındıklıkla “ suçluyordu. Çünkü Hallac’ı asmanın tek yolu buydu. Çünkü Maliki mezhebine göre zındıklığın tövbesi kabul olmaz. Öyle ise diğer mezheplerce affedilmesi mümkün olsa da Maliki mezhebine göre affedilemez. Bununla yetinmeyen mahkeme reisi bir İsfahan fakihi olan İbn-i Davut ez Zahiri’nin Hallac’la ilgili şu görüşlerini rehber alıyor. “ İbn-i Davud el-Zahiri; “ Eğer Allah’ın Hz. Muhammed’e indirdikleri doğru ise Hallac’ın söyledikleri yanlıştır. Sonuç olarak, Hallac ölüme gönderilmelidir.”

Hallac, tüm bu haksız suçlamalara karşı artık kendisini savunmanın boşuna olduğunu anlamış ve kendisini yargılayan kadılara dönerek; “Canıma kanıma dokunmanız haramdır. Dinin mubah saydığı yorumlarımı tevil ederek benim alehime kullanmanız helal değildir. Ben; dini İslam, tavrı sünnet olan bir insanım. Bunu gösteren kitaplarım çarşı-pazarda herkesin elindedir. Allah’tan korkun da benim hayatıma kast etmeyin” Hallacın tüm bu feryadı boşunaydı. Çünkü ferman çok önceden verilmişti.

Hallac’ın idam kararı üzerine halifenin yanında mabenci olarak görev yapan Hallac’ın dostu Nasr el Kusuri Halife’nin annesine şunu söyledi; “Bu masum insanın ölüm fermanını tastiklemesi durumunda oğlunuzun başına bir bela geleceğinden korkuyorum.

Hallac-ı Mansur’un söylemleri Sünni İslam çevrelerince fırtınalar kopardığı gibi, İslam’a dayalı devletleri ve bu devletlerin başında bulunanların da korkulu rüyası durumuna gelmiştir. Prof. Yaşar Nuri Öztürk Hallac-ı Mansur için şöyle diyor:

“ Yeni oluşların rüyalarını gören ruh yeni istrapların kabuslarına göğüs germeye hazır olmalıdır. Çünkü her büyük aydınlık, yaratıcı ruhta bazı fanilikleri yakarak beşlenir. İstırap, işte bu yanmanın getirdiği acıların genel adıdır.Hallac bu istırabı ve acıyı duyan ve yaºayan ölümsüzlerdendir.”

Özellikle de kendisini dinlemediği için Hallac’ı sihirbazlıkla suçlayan sufilerin önderi/piri Cüneyd el- Bağdadi’de bu bilge, bu kamil insan için şöyle diyor:

“Artık o, sedece kendi benliğine güvenip dayanacak bir aşamaya girmiş bulunuyor.”

“Enel Hak” için kim ne söyledi;Hallac-ı Mansur denince akla “Enel Hak” sözü gelir. Tasavvuf’ta Hallac-ı Mansur bu sözü ile öne çıkmış bu nedenle de Sunni İslam ulamasının şimşeklerini üzerine çekmiş bir hayli düşman edinmiştir. Bu söz ayni zamanda Hallac’ın düşünce dünyasının esasını, kişiliğindeki hakim öğeyi ve tarihteki yerini belirlemektedir.

Hallac-ı Mansur ; Enel Hak; “Ben tanrıyım” sözünü şöyle açıklar; “ Halk’ta yer alan Hak unsuru dolayısıyla Hak, halk’la aynıdır. Bir başka yerde şöyle diyor; “ Ben Hak’kım, zira ben hiç bir zaman Hak’la hak olmaktan vazgeçmedimç”

Yine başka bir yerde de Allah’a yönelerek şöyle diyor; “Seninle benim aramda İllahlık ve Rablik(el-ilahiyye ve’r-rubiyye) yoktur. Ey ben olan O, ve ben O’yum. Zamandanlık ve ezelilik bir yana, benim benliğim ve senin O’luğun arasında hiç bir fark yoktur.”

Vicdanınız temizse özgürsünüz demektir.

Sunni İslam uleması, Hallac-ı Mansur’u din adına yargılarken, çıkarlarını ve geleceklerini düşünerek, zamanın egemen güçlerine hoş görünmek pahasına ya gerçekten onu anlamamışlar veya anlamak ismemişler. Sunni ulamanın bu konumunu daha sonraları Hallac-ı Mansur’un asılmasını yanlış gören Mutasavvıf, şaiir M. İkbal ve bir çok tesfir ve vıkıh yazarında görmek mümkündür. Tüm Sünni İslam ulemasının bu yanlışlarına rağmen gerek Hallac döneminin şair, düşünür, bilim adamı, teolog, sufi, mutasavvıf ve gerekse sonraki kuşak Hallac- Mansur için şöyle derler.

Büyük mutasavvıflardan Genguhi şöyle der;

Enel Hak diyen Dost’tur, ben değilim!

Bu budala insanlar Hallac-ı darağacına asıp öldürdüler; eğer ben orada olsaydım, onu asla öldüremezlerdi.”

Kendisine Hallac’ın ruhunu temsil ediyor denilen mutasavıf Saçal;,

“Şu son devrin Mansur’u Enel Hak sözünü aşikare söyler. Şimdi idam sehpası aşk vuslatının sembölü haline gelmiştir.”

“Aşıklar her saat darağacına meyleder, Çünkü Mansur’u darağacına çıkaran bu alev, aşkın alevidir. Aşkın mertebesi dar ağacıdır” diyor ve devamla;

Ölümü göze alıp buna azmetmek aşk erbabı için esastır.

Dar ağacı her şeyden evvel, aşıkların ziynetidir…
Darağacı, aşıkların gelin yatağı haline gelir…

*** *** *** *** ***

Enel Hak sözünü söylerken…

Dostun ellerini düşünerek kendimi öldürtürüm…

*** *** ** *** ***

“Her kim ki Hallac libasında geldi,

“Ölümünde” sözünde ebedi hayat buldu.

Akibeti bakamında Hallac-ı Mansur ile ayni olan Alevi Ulusu Seyid Nesimi şiirlerinde, deyişlerinde “Enel Hak’kı” şöyle işliyor;

Sırr-ı Enel Hak söylersem

Alemde pinhan gelmişem

Hem Hak derim Hak bendedir

Mem batini insan gelmişem.

*** *** *** ***

Dara çıkmak bu fena darda Mansur’a düşer

Ol Enel Hak diyenin Sırrını dava ne bilir!.

** *** *** *** ***

Büyük işler ancak ortak çalışma ile olur.

Küllü yer gök Hak oldu mutlak

Söyler def u ceng u ney Enel Hak

** *** *** *** ***

Yanağında ayan oldu Enel Hak
Kaçan süret olur gözgüde mestür
Ne gayretli Enel Hak’tır bu yarap
Ki Mansur’u asar hem dare mansur.

Şah Latif ise, Hallac için şöyle diyor:

Hallac, yalnız cefakeş aşık değil, ayni zamanda bütün eşyada mevcut bulunan ilahi hakikatin sembölüdür.”

Şah Latif bir şiirinde;

Su, toprak, ırmak: Bir tek feryat!
Ağaç, çalı, bir çağırış: ‘Enel Hak!’
Bütün eşya ıstrabına layık hale gelmiştir.
Hepsi binlerce Mansur’dur
Hangisini darağacına çekeceksin?

“Enel Hak Çağıruben dara geleyim mevlam!” diye yakaran ve: “ Bir ben vardır bende benden içeru” diyerek Enel Hakk’ı bir başka şekilde ifade eden Yunus İmre’de divanında:

Mansur eydur Enel Hak dil suretun oda yak

Dinüz dara gelsunler ben darı kurup geldim.

*** *** *** *** ****

Bin yıl toprakta yatsam hiç komayan Enel Hakk’ı

Ne vakt gerek olur ise nefesin uru gelem

*** *** *** *** ***

Dem urmaz idi Mansur tevhid-i Enel Hak’tan

Aşk darına dost zülfü asmıştı beni uryan

*** *** *** *** ***

Pir Sultan Abdal kendisinin idamına karar verildiğini duyduğu zaman “ber dar” olmak yani Hallac gibi öldürülmek deyimini kullanıyor ve;

Hızır paşa bizi berdar etmeden
Açılan kapılar şaha gidelim
Siyaset günleri gelip çatmadan
Açılın kapılar şaha gidelim.

Fazilet, kralların en büyüğüdür.

Zeki Eyüboğlu’nun ‘Tarikatlar’ adlı eserinde belirttiğine göre; Hallac-ı Mansur’un,  Yeni –Platonculuk’tan esinlenen düşüncelerine göre; “evren” yaratılmamıştır, bir ışık kaynağı olan Tanrı özünün yansıması sonucu oluşmuştur. İslam dininin ileri sürdüğü yaratış-yaratılış olayı yanlış anlaşılmıştır. Tanrı’dan başka bir varlık olmadığı için “yaratılmış nesne” den söz edilemez. Yatılmış nesne , tek varlık olan Tanrı karşısında ikinci bir varlığın bulunduğunu ileri sürmektir. Bu da tanrısal öze aykırıdır., iki ayrı varlık olduğunu söylemektir.[x]

Hallac; bunları söylerken, insanın değerli ve kutsal bir varlık olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Hallac’ın benimsediği Tasavvuf anlayışına göre, ahlakın temeli sevgi ve saygıdır. İnsanın gönlü ‘Tanrı Evi’ olduğuna göre ona saygı duymak, sevgiyle yaklaşmak gerekir. Birbirini incitmek, birbirine karşı kötü davranmak, yalan söylemek, haksızlık yapmak, suç işlemek, hırsızlık yapmak, sagısızlık yapmak insana yakışmaz. Bu eksik eylemlerin kaynağı tanrısal sevgiden yoksun kalmaktır.

Hallac-ı Mansur için kim ne söyledi:

Vasiti, Hallac için şöyle der; “ Benim gözümde o Kur’anı ezberlemiş ve manasını kavramış bir insandır. Fıkıhta üstat, hadis ve rivayet ilminde bilgin, yıl boyu oruç tutan, geceler boyu namaz kılan bir süfidir. Öğüt verir, ağlar, bazen de anlayamadığım sözler söyler. Ben onun küfrüne de hüküm veremem”

Mısırlı Zeki Mubarek de şöyle der; “ Eğer Muhiddin İbn Arabi ebedi semböllerin arkasına sığınmasaydı onu da Hallac gibi katlederlerdi”

Öğrencisi ve müridi olan Şibli şöyle der;

Hallac’ı, idamından sonra rüyamda gördüm. Ve onu sordum:

Allah sana nasıl muamele etti? Dedi:

‘Beni bir misafir gibi karşıladı ve bana ikramda bulundu.

Seninle ilgili olarak diğerlerine nasıl davranacak? diye sordum. Dedi:

“Onları da affedecek. Bana marhametli davrananları, Allah için merhametli davranmayanları yüzünden; bana düşmanlık edenleri de Allah için düşmanlık ettikleri için”

Şibli sözlerine devamla;

“Ben ve Hallac aynı şey idik; beni divaneliğim kurtardı, onu aklı batırdı. Ben ve Hallac ayni şey idik. Ne var ki o sırrı aşığa vurdu, ben sakladım”

Hallacı Mansur’u sehirbazlıkla şuçlayanlara en iyi yanıtı, süfi düşüncesinin önde gelen isimlerinden Hucviri Keşful -Mehcup adlı eserinde Hallac ile ilgili bölümde yer vermiştir. Hücviri şöyle der; “ Hallac, yüce hal sahiplerindendi….O, asıl ve esas yönünden terk edilmemiştir… Bu Hakk erini büyücülüğe nisbet edenlerin iddiaları tutarsızdır… Hallac, namaz kılmış, zikirle meşgul olmuş, çokça oruç tutmuştur… O halde ondan zuhur eden şeylerin keramet olduğu kesindir.”

Ebu Said ibn Ebil Hayr Hallac’tan söz ederken şöyle der; “ Hüseyin b. Mansur, yükseklerin en yükseğinde idi. Doğu ile batı arasında hiç kimse, bu tevhid vadisinde onun gibi dolaşamadı.”

Mevlana Celaleddin Rumi; Mesnevisinde; Hallac’a doğrudan veya dolaylı atıf yapan, hayranlık ve saygı ifade eden sözlerinden yalnız birini buraya almayı yeterli buluyorum. Mevlana “Gerçeği, işaretle anlatan Hallac’ı halk darağacına çekti. Hallac sağ olsaydı, sırlarının büyüklüğü yüzünden o beni darağacına çekerdi.”

Eğer faziletiniz yoksa yaratınız.

Mevlana’nın oğlu sultan Veled de şöyle der;

Tanrı doslarını tanımak, Tanrı’yı tanımaktan daha güçtür. Hallac-ı Mansur’u o çağın bilgin ve velileri inkar ettiler. Onu öldürmeğe azmettiler. Hepsi o asılsın diye fetva çıkardı. Sonunda o büyük insanı astılar. Astıktan sonra da cesedini yaktılar. Alemde ondan bir eser kalmasın diye, yanan cesedin küllerini de nehre attılar. Her ne yaptılarsa yine “Enel Hak” yazmıştı. Bu gördükten sonra herkes yaptığına pişman oldu. O günden beri Hallac’ın adı anılmaktan hiçbir öğüt meclisi renklenmez. Onu kıyamete kadar öveceklerdir.”

Kadiri tarikatının piri Abdülkadir Geylani:

Hallac çok zor durumda kaldı. O zamanda elinden tutacak kimse de yoktu. Eğer ben onun zamanında yaşamış olsaydım, onun elinden tutardım.”

Ve yíne; Hak’kı bilenlerden biri dava ufkunda Enel Hak kanatlarıyla yükseldi de sonsuzluk bahçesinin dostsuz, sakinsiz olduğunu gördü. Ona dendi ki: ‘ Senin durumundakilerden gayrısının anlamayacağı bir dille konuştu.”

Hallac-ı Mansur’un savunduklarından pek de hoşlanmayan sufi Alaudedevle es-Simnai şöyle nakleder:

“ İbret için Hüseyin b. Mansur’un mezarına gittim. meditasyonum sırasında ruhunu yükseklerin en yükseğinde gördüm. Şöyle yakardım: ‘Rab’bim, bu ne haldir ki Firavun: ‘Ben en yüce rabbinizim’ ve Hallac: ‘Ben Hak’kım’ dedikleri ve ikisi de Allahlık iddia ettikleri halde Hallac, yücelerin yücesinde. Firavun ise cehennem çukurunda. İçimi ilham edilen bir ses şöyle dedi: ‘Firavun hep kendini görerek öyle dedi, Hallac ise bizden başkasını görmediği için Enel Hak dedi” [xi]

Hallac’ı destekleyen onun görüşlerini her zaman savunan halveti süfilerinden Sandiyuni şöyle der;

Hallac, bilginlerin gerçeği fark edenlerince. Veliliği ve Allah’ı bilmekteki kudreti üzerinde ittifak edilen biridir. Bunun dışında ona isnat edilenler iftira ve yalandır. Onun sadakat ve veliliğine inanmak bir borçtuır. O, Hak yolunun temel insanlarından biridir; Mislümanların önderlerindendir. Bazı düşmanlarını İblis kandırdı ve ona iftira ve işkence ettiler.”

Hallac-ı Mansur’un etkilerinin genişlik ve derinliklerindeki temel sebeplerden bir de sufiliği politik bir aksiyon, söylem ve güç olarak sosyal arenaya çıkarmasıdır. Hallac, inandıklarını savunduğu için idam edilerek bedel ödemiştir. Ama bu idamı veya Hallac’ın idam edilerek ortadan kaldırılması, sufiliği izbelere habseden kapıdaki kilitin de düşüşü olmuştur. Yani Hallac, ölümüyle hiç bir şey kaybetmemiş aksine milyonların ardından gelmesini sağlayarak kendisinin de “insan ölmez, ölüm olarak görülen bir dönüşümdür” dediği gibi onu ölümsüzleştirmiştir.

Massingnon şöyle der;

“Hallac sayesindedir ki ölümü düğün yani Allah’a varış, sevgiliye vuslat telakki eden anlayış sufi ekollerinin tümüne, adeta bir ortak imam gibi girdi.[xii] Sufiler zafer sarayına Hallac’ın kanı hürmetine girdiler. Bunun uzantısı olarak darağacı , sonsuzluğu kucaklamış aşkın sembolü oldu. Sadece zülme uğrayarak katledilen şehit sufiler değil, nefsini öldürerek sosuzlukla arasındaki perdeyi kaldırmayı deneyen süfiler de Dar’ı Mansur (Hallac’ın idam edildiği darağacı) deyimini kullanmışlardır.”

Seven ben, o sevilen de ben
Bir bedene girmiş iki ruhuz.

Hallac-ı Mansur’dan:

Fakir, Allan’tan başka her şeyden müstağni olan ve yalnız Allah’a bakan kimsedir.

Yüksek ahlak, Hak’kı tanıdıktan sonra, halktan gelen eza ve cefanın insana tesir etmemesidir.

Tevekkül, bir şehirde yemek yemeye senden daha müstahak olan birisinin bulunduğunu bildiğin zaman, yemek yememendir.

Konuşan diller, susan kalplerin helakidir.

Sözler ve sohbetler illetlereö fiiller şirke bağlıdır. Allah ise ise cümlesinden müstağnidir.

Mürid tevbesinin, mürad ise arınmışlığın gölgesindedir.

Müridin cehdi kefşi, müradın keşfi cehdini geçmiştir.

Kişinin vakti, bağrındaki deryanın incisidir; yarın kıyamet günü bu incileri mahşerin zeminine çarparlar.

İyi yaradılışlı olmak esenliktir.

Dünyadan geçmek nefs zühdü, ahiretten geçmek ruh zühtüdür.

Erkeklerin yüz boyası onların kanlarıdır.

Hallac-ı Mansur ile ilgili bu kısa araştırmayı yine Hallac’ın bir şiiri ile noktalayalım:

Şu bedenden sana makam.
Candır Senden başkasına yer yo gönülde
Seni saran; ruhum, cildim, kanımdır
Ne yaparım ayrı düşersek. Söyle !?

*** *** *** ***

Ey! Duyur dostlara, çabuk haber ver!
Paralandı yelken, çöktü sefine
Deniz ortasında kaldım perişan
Gün olur Mansur’u berdar ederler
Göründü gözüme salibden nişan
Ne baht var bana, ne de Medine
*** *** *** ***

Seven ben, o sevilen de benim
Bir bedene girmişiz iki ruhuz biz
O diye gördüğün benim bedenim
Bana bak, onu gör;hep ayni şeyiz!

Kaynakça

http://sufizmveinsan.com/aksam/hallac.html

Bektaşiliğin iç Yüzü, M Teyfik Oytam, Marşf kütüphanesi- İstanbul
G. Öz – Alevilik, Uyum yayınları 1997 -Ankara
Doç. Dr. B.Noyan Dedebaba – Bektaşilik ve Alevilik, Cilt 1- 11, Ardıç yayınları 1999 -Ankara
Prof. Y. N. Öztürk- Hallac-ı Mansur, Yeni boyut 1997- İstanbul
İ.Z. Eyuboğlu, Tarikatlar ve Mezhepler, Der Yayınları, 1990- İstanbul
A.B. Gölpınarlı- Mevlana celaleddin, 1985- İstanbul
M. İkbal, Cavidname,
Ş. Tebrizi- Makalat,çeviri- 1974 -İstanbul
L. Massingnon, La passion de Hallaj- 1975- Paris

[i]Hatip El-Bağdat; Tarihu Bağdat. Prof. Yaşar Nuri Öztürk.Hallac-ı Mansur.
[ii] Taberi; Tarih.
[iii] Doç.Dr. Bedri Noyan dedebaba; Bektaţilik ve Alevilik.
[iv] Tarihi Bağdat- Passion.
[v] Tarikatlar- İ.Z. Eyuboğlu-Der yayınları 1990-İstandul
[vi] Doç. Dr. B. Noyan, Betaşilik ve Alevilik, Ardıç yayınları , ciyt 11,1999-İstanbul
[vii] İ.Z. Eyuboğlu, Tasavvuf ve Tarikatlar, Der Yayınları,1990 -İstanbul
[viii] Abdan el-karmati, Ţeceretül-Yakin
[ix] Teberi, 11/79; İbnul Esir- el Kamil, 8/127- Y.N. Öztürk,Hallacı Mansur, Yeni boyut-1997 İstanbul
[x] Tarikatlar-Z.Eyuboğlu, Der yayınları 1997- İstanbul
[xi] Massignon, Textes, 144
[xii] Passion.