KARIŞIK

21 Aralık 2019 Cumartesi

SEYİT SULTAN ŞÜCAATTİN VELİ.SEYİTGAZİ. ESKİŞEHİR





SÜCEADDİN VELİ OCAĞI BELGELERİ Şücaaddin Veli, XIV. Yüzyılın sonu ile XV. Yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan önemli ve karizmatik Türkmen dedelerindendir. Anadolu’da dört büyük Veli’den birisidir. Şücaaddin Veli’nin Türbe ve zaviyesi, Eskişehir’e bağlı Seyyidgazi ilçesinin, Arslanbeyli köyünde bulunmaktadır. İmam Rıza soyundan olan Süceaddin Veli, İran’ın Horasan bölgesinden Anadolu’ya gelmiştir. Süceaddin Veli’nin yaşadığı dönem hakkında kesin tarih olmamakla birlikte, aşağıda verilen bilgilerden 14. asrın ikinci yarısı ile 15. yüzyılın 1. nci yarısında yaşamış olduğu anlaşılmaktadır. Şücaaddin Veli, yaşadığı dönemde etkin faaliyetlerde bulunmuş, çok önemli bir velidir. Bu önemli veli hakkında en önemli bilgileri, Otman Baba Velayetnamesinden anlıyoruz. Velâyetnamede yazıldığına göre: O kani velayet ve Kutb-ül Aktab Otman Baba günlerden bir gün, bütün abdallarını bir yere topladı: “Biz bu mülkte iki kişiyiz ki, birimize Hüssem Şah ve birimize de Şefküllü Bey derler ve o benim koçumdur. Şefküllü Bey dediği, Sultan Şücâaddin Veli’dir” diyerek, dervişlerine Şücaaddin Veli hakkında bilgi veriyor. Otman Baba velâyetnamesinde, Otman Baba’nın 1430 yılında Anadolu’ya geldiği yazılıdır. 1478 yılında da Hakk’a yürüdüğünü biliyoruz. Buna göre Otman Baba, 1430-1478 yılları arasında İstanbul ve genellikle Balkanlarda yaşamıştır. Süceaddin Veli, Otman Baba ve Karpuzu Büyük Hasan Dede, her üçü de Kalenderi Şeyhi idiler. Süceaddin Veli, sadece bir şeyh veya yerel halkın arasında yaşayan bir eren olmayıp, yüksek Osmanlı komutanları ile de yakın ilişkisi bulunan bir kimse idi. Balkanların fethi sırasında Gazi komutanlardan Evrenos Gazi, Seyit Ali Sultan’ın (Kızıldeli) yanında yer almıştı. Evrenos Bey’in işgal ettiği yerlere, yani Edirne, Dimotoka, Selanik, Kırcali, Arnavutluk, Makedonya ve Macaristan bölgeleri, Kızıldeli’ye bağlı “Bektaşilerin” yoğun olduğu bölgeleridir. Yine Balkanların fethi sırasında Gazi komutanlardan Timurtaş Paşa’ın işgal ettiği bölgeler, yani Edirne, Haskova, Kırcali, Şumlu, Razgrad, Silistre ve Varna (Deliornman ve Dobruca) bölgeleri ise Sarı Saltık, Otman Baba ve Süceaddin Veli’ye bağlı “Babai Bektaşilerin” yoğun olduğu bölgelerdir ve bugün bu bölgelerde yaşayan veya muhtelif tarihlerde Türkiye’ye göç etmiş olan “Babai Bektaşiler”, Süceaddin Veli’ye bağlıdırlar. Evrenos Paşa, Seyit Ali Sultan’ın yanında yer alırken, Timurtaş Paşa da Süceaddin Veli’nin yanında yer almıştı. Çünkü Timurtaş Paşa da Şücaaddin Veli’in müridi idi. Daha sonra da Timurtaş Paşa’nın oğlu “Mürvet Ali Paşa”, Süceaddin Veli’nin müridi olmuş ve bugünkü Şücaaddin Veli külleyesi Müvrvet Ali Paşa yaptırmıştır ve onun türbesi de Süceaddin külliyesinde ve Süceaddin Veli türbesinin yanındadır. Mürvet Ali Paşa ile Sücaattin Veli arasında geçen vaka şöyle naklolmuştur. Osmanlı ordusunun komutanı olan Demirtaş paşa, askerleri ile savaşa çıkar. Yolu şimdiki şücaattin köyünden geçer. Ve köyde konaklaması gerekir. Köyün şeyhi Seyit Şücaattin Veli, garip fakir kulübesinde oturmaktadır. Köye gelinceye kadar kendisinden bahsedilen Şeyh’ten hayır himmet almak isteyen Demirtaş Paşa, Şeyh’in huzuruna çıkar; elini öper sefere çıkacaklarını, hayır duasını almak isteyen Demirtaş Paşa, bir gece de köyde misafir olmak istediklerini belirtir. Bu duruma sevinen şeyh, misafirlerinin Tanrı misafiri olduğunu onları ağırlayabileceklerini söyler. Böylece köyde konaklarlar. Konaklamadan önceki olaylar olağan üstülüklerle doludur. Demirtaş Paşa dört büyük Veliden biri olan Seyit Şücaattin Veli’nin yanına gelir. Hünkarım biz çok kalabalığız görüyorumki köyünüzün askere yetecek kadar ne ekmeği nede suyu var. Seyit Şücaattin Veli: paşa! Zaman her şeyi çözümler biz hele biraz gezinelim ne kadarsınız bir görelim. Şimdiki adı “çayırlık” olan askerlerin bulunduğu mevkiye gelirler. Kudretine inandığımız o güzel veli elindeki asayı yere vurur; asayı vurduğu yerden suyla birlikte arpa gelmeye başlar. Bu atlarınızın suyu ve yemi olsun der. Yüz metre ileriye gidilir, tekrar asasını batırır. Bu sefer suyla birlikte bal akmaya başlar. Buda askerlerin yiyeceği olsun der, ( burası şu anda çeşme haline getirilmiş imside bal pınarı olmuştur. )suları aynı kaynaktan gelir ama dışarı akarken birirsi daha koyu renktedir. Birlikte kulübesine gelirler. Sohbet etmeye başlarlar. Demirtaş Paşayı çok etkileyen Seyyit Şücaattin Veli Hazretleri ekmekçisini çağırır. Bir tekne un ister onu dualayıp ekmekçiye verir. Hamur yapılır fırına verilir. Bir tekne hamurdan bir tabura yetecek kadar ekmek alınır. Bu durum paşanın dikkatini çeker. Fırına eğilip bakar bir mum yanmaktadır. Fırının ateşi sadece budur. Tabii şaşırıp şeyhe sorar. Şeyh’im bu mum nasıl olurda bu fırını ısıtır? Seyyit Şücaattin Veli yapığım dua, Nur suresinin 35 ayeti idi sönmeyen ışık olan alemlerin kalbinide aydınlatan, kibritsiz de yanan bu ateş sayesinde ekmekler pişti der. Demirtaş Paşa çok etkilenir ve sabaha kadar Seyyit Şücaattin Veli ile sohbet eder. Paşa hasta olan hayvanlara ve Askerlere de himmet etmesini ister. Seyyit Şücaattin Veli arpa ile akan suda banyo yapmalarını ve hayvanlarını geçirmelerini ister. Bu suyun onlara şifa vereceğini söyler Bu olağan üstü olayların sonunda: Seyyit Şücaattin Veli’den memnun olan Demirtaş Paşa sabah müsaade isteyip ayrılırken Şeyh’in yeşil taşlı yüzüklü elini öper, hayır duasını alır. Şeyh’te Demirtaş Paşa’nın Atını okşar ve muzfferiyetler dileyerek Allah’ın yardımcı olmasını diler. Yola çıkan Demirtaş Paşa muharebe alanına gelir. Alanda çok yüksek kayalar vardır. At ürker ve yüksek bir kayaya fırlar, At kayadan inmez Paşa kızar Ben bir ulu veliye uğradım medet sende ey pir der. Atını mahmuzlayıp at cesarete gelir ve aşağıya inmeye başlar. Atını sevip okşayıp mükafatlandırmak isteyen Paşa, eğildiğinde bir bakar. Atının döşünde elini Öptüğü Seyit şücaattin Veli’nin yeşil taşlı yüzüklü elini görür. Aşağı inince el kaybolur. İşte o zaman demirtaş paşa kendi kendine söz verir: bundan sonra kimseyi öldürmeyip ömrümün geri kalan kısmını seyit Şücaattin Velinin huzurunda geçireceğim ona hizmet edeceğim diye söylenir. Savaş bitiminde askerlerini toplayan Demirtaş Paşa savaş ganimetlerini askerleri arsında eşit olarak dağıtır. İsteyen dilediği yere gidebilir, benimle gelmek isteyenler Seyyit Şücaattin Veli köyüne gelsin der. Yanında Menezgah baba, Tokmakçı baba, Davulcu Baba, ve Saciyak Baba ile birlikte köye gelir. Derviş olup ikrar verip hizmet ederler. Demirtaş Paşan’nı adı değişir Mürvet Ali Paşa olur. Çok zengin olan mürvet Ali paşa Şeyh’ten rıza alıp memleketine gider. Bütün malını mülkünü satar, tekrar köyüne döner. Seyit Sultan Şücaattin Veli’ye Şeyhim senin mezarının bir taşı altın bir taşı gümüş olarak ben yaptıracağım der. Seyyit Şücaattin Veli Sen o şekilde mezar yaptırırsan benim başıma yıkarlar. Benim mezarımı yaptıracaksan bir sırası sarı taş bir tarafı beyaz taş olsun der. Sultan Sücaeddin Veli, Balkanlarda da faaliyet göstermiş olmasına rağmen genellikle, Eskişehir-Seyit Gazi Merkez olmak üzere Bursa, Afyon, Kütahya, Isparta, Manisa ve Ankara bölgeleri, faaliyet alanları içersinde bulunuyordu. ŞücaaddinVelî Ocağı, Otman Baba süreklileri ve Karpuzu Büyük Hasan Dede ocaklıları aracılığı ile hem Balkanlarda hem de Anadolu’da örgütlenmiş, etki ve denetim kurmuş, demografik hacmi oldukça büyük bir inanç-kültür merkezi konumundadır. ŞücaaddinVelî Ocağı, Alevî-Bektaşî inanç ritüelleri açısından da önemli özellikler gösterir. “ikrar” olarak tanımlanan ritüel, ocağın talip topluluğuna katılmanın başlangıcıdır. “Görgü Kurbanı”, “Dar Kurbanı” ŞücaaddinVelî ocaklılarının gerçekleştirdiği diğer cem ayinleridir. ŞücaaddinVelî Ocağı, “pençeli” ocaklar grubuna dâhildir. Bu bağlamda ŞücaaddinVelî Ocağı’nm önemli bir özelliği daha ortaya çıkmaktadır. Gerek Karpuzu Büyük Hasan Dede Ocağı ve bu ocağa bağlı Şah Kalender Velî, Cibâlî Sultân, seyyid Hacı Ali Turabî, Seyyid Hacı Murâdî ve Mehemmed Abdal Ocakları, gerekse Otman Baba süreğini takip eden Alevî-Bektaşî toplulukları “tarıklı”, “erkânlı” ocaklar grubundadır. Tarıklı ocaklar, ocak tâlipliğinin başlangıcına, “musahiplik” ritüelini alan ocaklardır. Bu karakteri ile ŞücaaddinVelî Ocağı merkezli Otman Baba Süreği ve Karpuzu Büyük Hasan Dede Ocağı bağlantılı ocak Pîramit yapılanışı, “pençeli” ve “tarıklı” inanç-dede ocaklarını bünyesine alan bir özellik göstermektedir. ŞücaaddinVelî Ocağı’na bağlı inanç-dede ocaklarının dışında direkt bağlı Alevi-Bektaşi toplulukları da bulunmaktadır. Bu topluluklar Eskişehir, Kütahya ve Bilecik yörelerinde yoğunluk göstermektedir. ŞücaaddinVelî Zaviyesi, Eskişehir-Kütahya-Bilecik ve Afyon yöresi Alevî-Bektaşî toplulukları açısından önemli bir inanç-kültür merkezidir. Yöre, Alevî-Bektaşîlerinin Seyyid Battal Gazi Zaviyesi sonrası, yoğunluklu olarak ziyaret edip kutsadıkları, adak adadıkları, kurban ritüelini gerçekleştirdikleri kutsal mekânların başında, ŞücaaddinVelî Zaviyesi gelmektedir. ŞücaaddinVelî Ocağı’nın özelliklerinden biri de “post-nişînlik” uygulamasıdır. Arslanbeyli köyünde yerleşik “Demirtaş sülalesi” ŞücaaddinVelî Ocağı dede ailesidir. Demirtaş sülalesine mensup her erkek üye “dede” kimliği taşımaktadır; fakat aileye mensup bir kişi ocağın post-nişînlik görevini yürütmektedir. Benzer yapılanışlar, Karpuzu Büyük Hasan Dede ve Cibalî Sultân Ocakları’nda da bulunmaktadır. Karpuzu Büyük Hasan Dede ve Cibali Sultân Ocakları’nda “post-nişîn”, “Ulu” olarak adlandırılmaktadır. Günümüzdeki ŞücaaddinVelî Ocağı Postnişini Sayın Nevzat Demirtaş Dede’den Eskişehir ŞücaaddinVelî Kültür ve Tanıtma Derneği Başkanı Sayın Nusrettin Demirtaş aracılığı ile Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Merkezi’ne gönderilen, vakıf senedi, ferman, berat, icazet türü tarihî belgeler üzerine yapılan belgebilim çalışmalarıyla, ŞücaaddinVelî Ocağı ile ilgili belli kritikler yapma imkânı oluşmuştur. ŞücaaddinVelî ocaklı dedeleri, günümüze kadar ulaşan sözlü bilgiler bağlamında, ŞücaaddinVelî’nin İmâm Rıza soyundan geldiğini belirtmektedirler. Merkezimize ulaşan belgelerden biri de özel vakıflara ait bir senet taslağı olup, bu senet taslağında ŞücaaddinVelî, İmâm Ali Rıza soyundan bir seyyid olarak tantılmaktadır. (Belge 1). ŞücaaddinVelî ocaklıları, yörede tarihsel anlamda üç önemli Alevî-Bektaşî zaviyesi bulunduğunu ve bunların Seyyid Battal Gazi, ŞücaaddinVelî ve Üryan Baba Zaviyeleri olduğunu ifade etmektedirler. Yapılan belgebilim çalışmalarıyla, özellikle Üryan Baba Zaviyesi ile ilgili önemli bilgiler ortaya çıkmıştır. Bulgulardan çıkan sonuçta, her üç zaviyenin de birbiriyle bağlantılı ve ilişkili olduğu görülmektedir. Üç zaviyede de post-nişînlik kurumu var olup, üç post-nişînin de aynı düşünce ekseni içerisinde yer aldığı görülmektedir. (Belge 7-10). Belgeler üzerinde yapılan analiz çalışmaları sonucunda, üç zaviyenin de vakıflara sahip oldukları tespit edilmiştir. Özellikle “Sultân Suca’ Baba Vakfı” yörede geniş bir sahada etkinlik ve denetime sahiptir. (Belge 7-8). Belgebilim çalışmamızla ortaya çıkan en önemli tespit ise, Anadolu ve Balkan Alevî-Bektaşî inanç-dede ocakları arasında önemli bir yere sahip ŞücaaddinVelî Ocağı’nın, bir üst zaviye olarak Hacı Bektaş Zâviyesi’ne bağlı olan “Çelebiler” ekolünü takip ettiğinin belirlenmiş olmasıdır. Tarihsel süreçte ŞücaaddinVelî ocaklı dedelerinin, Hacı Bektaş Çelebilerini kutsadıkları ve Pîr kabul ettikleri görülmektedir. Belgelerde, ŞücaaddinVelî ocaklı dedelerinin, Hacı Bektaş Velî Dergâhı’na gelip, evliyanın yolunu kabul ettikleri, kendilerine post ve halifelik verildiği, Bektaşi tarikatında kutsal emanetler olarak bilinen, “sofra”, “çerağ”, “kılıç” ve “teslim taşı”nın kendilerine verildiği ve halifeliğe layık görüldükleri belirtilmektedir. Bu belgelerin veriliş sebebi açıklanırken şu ifade veya benzer ifadelere yer verilmektedir; ” Mübarek dedem, ariflerin sultânı, âşıkların en yücesi Hacı Bektaş Velî hazretlerinin mübarek dergâhlarına gelip evliyanın yolunu kabul eden Derviş Kerim Dede’ye icazet, sofra, çerağ, kılıç ve telsim taşı verilerek halifeliğe layık görülmüştür.” (Belge 4-5-6). Belge 4 ‘teki şahitler kısmına ve belgeyi verenin bulunduğu bölüme bakıldığında, belgenin Feyzullah Çelebi tarafından verildiği ve Hacı Bektaş Dergâh’ından çıktığını açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Belgelerin tarihleri incelendiğinde, en eskisinin 18.yüzyıla kadar (1791) gittiği görülmektedir. (2) Buradan hareketle, ŞücaaddinVelî ocaklı dedelerinin, Hacı Bektaş Velî Çelebileri ile tarihsel bir ilişki içerisinde olduğu tespit edilmektedir. 2005 yılında, Arslanbeyli köyünde yaptığımız saha çalışmaları sırasında, tespit ederek inceleme olanağı bulduğumuz bu tarihî vesikalar üzerinde yaptığımız bu çalışmanın, ŞücaaddinVelî Ocağı ile ilgili yeni bilimsel açılımlar sağlayacağını umuyoruz. Şücâaddîn Velî Sultân Belgeleri Belge 1 Vakıf senedi Evkâf-ı Müstesnaya Mahsus Senedir 4 Kuruş Bismillahirrahmânirrahim. Seyyidi Sultân Şücâaddîn Velî, kutbu evliya İmâm Rıza neslinden üçüncü toru¬nudur. 1255 yılında 90 yaşında olup laka¬bına Pîr-i Fânî derlerdi. Amasya tarihinde dört oğlu olduğu mevcuddur. Kayıd mevcûd Tekke Kütüphanesi iki Mühür var(okunamadı) Günümüz Türkçesine Çevirisi Özel Vakıflara Ait Vakıf Senedidir Dünya’da tüm insanları ve canlıları, ahirette ise, sadece inananları bağışlayıp koruyan Allah’ın adıyla başlarım. Seyyit Şücâaddîn Sultân Velî, evliyanın başı imâm Rıza’nın soyundan olup, üçüncü kuşaktan torunudur. 1255/1839 yılında 90 yaşında olup, lakabına Rr-i Fâ-nî(Yaşlı ve bilgili kişi) denirdi. Amasya tarihinde dört oğlu olduğu mevcuddur. (Bu bilginin)Kaydı Tekke kütüphanesinde vardır. Mühür SEYİYD SULTAN ŞÜCEADDİN VELİ DERGÂHI VE POST-NİŞİNLER Aşağıdaki bilgilere dayanarak, yaklaşık olarsak iki yüz kırk beş yıl öncesine kadar Şüceaddin Veli Dergâhı’nın başında bulunan post-nişinler ve bugün dergâhın başında bulunan Nevzat Demirtaş Dede. Sultan Seyyid Battal Tekkesi’nde Pir Mehmet Dede, onun Hakk’a yürümesinden sonra yerine oğlu Ali İlhâmi Dede geçiyor. Sultan Şüceaddin Veli Tekkesi’nde Mehmet Şüceaddin Dede ve onun Hakk’a yürümesinden sonra yerine oğlu şair Ali Rıza Hadi Dede geçiyor. [1][1] Sadrazam Yusuf Kâmil Paşa’nın zevcesi Zeynep Hanım, ikrar bent olmak için, yukarıda isimleri geçen Pir Mehmet Dede ile Mehmet Şüceaddin Dede’yi, İstanbul’a çağırmış ve dedeleri misafir olarak konağında aylarca alıkoymuştu. Anadolu’nun en maruf iki post-nişini olan bu mümtaz şahsiyetleri görmek emeliyle, İstanbul’un hemen bütün Bektaşileri, güruh güruh ziyaretlerine gelmişler. Bu vesile ile Zeynep hanımın konağında müteaddit Bektaşi âyinleri açılmıştır. Bu arada, konağın belli başlı müdavimlerinden bir Bektaşi, ahbabı olduğu bir divan kâtibini de Zeynep Hanım’ın konağına getirir ve dedelerle görüştürür. Bu aziz, misafirlerin sohbet ve muhabbetlerinden pek ziyade mahzur ve müteleziz olan divan kâtibi, ziyaretlerini sıklaştırır ve her gün yanlarına gelip gitmeye başlar. Bu genç kalem efendisi, bir aralık dedelere ikrar-bent olmak arzusunu açarsa da: “Evlât, dur bakalım! Biraz yan yakıl! Öyle ca’li bir isteyiş, kuru bir arzu ile adamı hemen Bektaşi yoluna alıvermezler” diye mukabelede bulunurlar. Bu târize hedef olan divan kâtibi, sarsılır. Gün gectikçe bu zatlara olan meftunluğu artar. Muhabbetlerine olan mey’ü rağbeti daha da ziyade çoğalır. Git gide tahammülfersa bir hal alır. O sırada, artık memleketlerine dönmek üzere hazırlanmakta olan dedelerin eteklerine sarılarak göz yaşları akıtmağa ve: “El’eman, medet, mürüvvet erenler! Beni mahrum bırakmayın, gerçekler yoluna alın beni” diye yalvarmağa başlar. Bu gençteki yüksek kabiliyet ve istidadı, sarsılmaz azm-ü itikadı gören dedeler, artık dayanamazlar; İstanbul’lu Bektaşilerin de şefaat ve kefaletleri üzerine, bu sadık Türk çocuğuna, Zeynep Kâmil Hanım’ın konağında meydan açarak, nasip verirler. Beş sene Sultan Seyid Battal Tekkesinde hizmet ettikten sonra, Pir Mehmet Dede’nin Hakk’a yürümesi üzerine, Sultan Şücaaddin Veli Tekkesi’ne gelerek postunu serer. Bu sırada Mehmet Şücaaddin Dede Hakk’a yürümüş, yerine oğlu şair Ali Rıza Hâdi geçmişti. Genç Abdal, bu defa bu zâta bağlanır, dergâhın hizmetlerine can-ı gönülden koşar ve Hadi Dede’nin her emrine itaat eder. [2][2] Şair Ali Rıza Hâdi’yi, Zeynep hanım bir aralık İstanbul’a davet etmiş, mumaileyh bu davete icabed ederek, İstanbul’a gelirken yanında Genç Abdal’ı da götürmüştür. Zeynep Hanım, misafirlerini, uzun müddet konağında alıkoymuştu. Bu hanımefendinin de şiirle ülfeti olduğu, söylediği bir şiirinden anlaşılmaktadır. Bu şiiri, Genç Abdal misafirliği esnasında kendi cönk defterine kaydetmiştir. [3][3] Gudemayı Üdabâ’dan Veysi Paşazade Zeynel Abidin, Reşit Bey merhum, bu muhterem kadını, “Zübdetün-nişa” namıyla yad etmektedir. Mehmet Ali Paşa, evladı arasında akl-ü fitnat ve kerem-ü mürüvvet ile kendisine benzeyen üçüncü kızı Zeynep Hanımı, evlât ve akrabinin (akrabalarının) muhalefetine rağmen, Yusuf Kâmil Paşa’ya tenkih (nikah) eyledi. Hicri, 1261/Miladi, 1845’te Yusuf Kâmil Paşa, Zeynep Hanımla evlenince, Drama’lı şair Hüseyin Kâzım Efendi, şu tarihi söylemiş: Eder Tahsin (Kâzım) ümm-i dünya böyle tarihi Aziz-i Mısr’a Yusuf oldu izzetle güzel damat Hicri 1261/ Miladi 1845. O sırada Mısır’da tahsilde bulunan Münif Paşa’da: Zehi oldu aziz-i Mısr’a bir Yusuf-Şiyem damat Hicri, 1261/Miladi, 1845 mısraları ile tarih koymuştur. [4][4] Genç Abdal, Hicri 1290/Miladi 1874 tarihinde 85 yaşında Hakk’a yürümüştür. Kabri, Sücaaddin Veli Dergâhı’nda bulanan garipler mezarlığındadır. [5][5] Özetleyecek olursak, Mısır’da kendi hükümdarlığını ilan etmiş bulunan Mehmet Ali Paşa, evlatlarının ve akrabalarının karşı çıkmasına rağmen, mizaç bakımından kendisine çok benzeyen üçüncü kızı Zeynep Hanımı, 1845 yılında Yusuf Kâmil Paşa ile evlendiriyor. Sadrazamlığa kadar yükselen Yusuf Kâmil Paşa’nın eşi Zeynep Kâmil Hanım, ikrar bent olmak, yani ikrar vererek Hakk, Muhammed, Ali yoluna girmek istiyor. Bunun için de Battal Gazi Tekkesi Post-nişini olan Pir Mehmet Dede ile Şüceaddin Veli Tekkesi Post-nişini olan Mehmet Şüceaddin Dede’yi İstanbul’a çağırmış ve dedeleri misafir olarak konağında aylarca alıkoymuştu. Anadolu’nun en maruf iki post-nişini olan bu mümtaz şahsiyetleri görebilmek için İstanbul’un hemen bütün Bektaşileri, güruh güruh ziyaretlerine gelmişler. Bu vesile ile Zeynep Hanım’ın konağında defalarca Bektaşi meydanları açılmıştır. Bu arada bir dostu ile birlikte Genç Abdal’da bu ayinlere katılmış, pek çok etkilenerek ikrar-bent olmak istemiş ve sonunda bu emeline kavuşarak önce Seyid Battal Tekkesine, daha sonra da Şücaaddin Veli Tekkesine yerleşerek 85 yaşında bu Dergâh’ta Hakk’a yürümüştür. [6][6] Ancak Genç Abdal sağlığında Zeynep Hanım’ın konağına l874 yılından önce ikinci bir defa daha gelmiştir. Genç Abdal, 1874 yılında ve 85 yaşında Hakk’a yürüdü ise 1789 yılında doğmuş demektir. Genç Abdal Zeynep Kâmil Hanım’ın konağında dedelerle tanıştığı zaman, genç bir divan kâtibi olduğuna göre, dedeler, ondan çok daha yaşlı olmalıdır. Bu duruma göre dedelerin doğum tarihleri, yaklaşık olarak 1760 veya 1765 yılına tekabül eder. Zeynep Hanım’ın Pir Mehmet Dede ile Mehmet Şüceaddin Dede tarafından ikrar-bent olduğu tarih ise 1845-1850 yılları olabilir. Bu bilgilerin dışında daha sonra da şu aşağıdaki bilgiye ulaşıyoruz. Ariflerin sultanı, âşıkların burhanı, Hazret-i Hünkâr Hacı Bektaş Veli (Allah Sırrını mukaddes kılsın) Efendimiz hazretlerinin dergahına gelip Sultan Şücâaddin Baba post-nişini Şüca Dede, evliyanın yolunu kabul idüp, kendisine sofra ve çerağ ile icazet ve inabet ve halifelik virildi. Kendisine safa ve nazar olundu. Müritler kendisine tutuna, muhipler onu bile. Yüce tarikatımız üzere ola ve icazetnamenin gereği ile işler işleye. Bu işlerinde kimse ona engel olmasın. Tarikat dışı hareket edenlerin hakkından gelsin. Hakk’a tabi olanlara selam olsun. 1206/1791 yılının cemaziyet evvel ayını ortaları. [7][7] Ali YÜCE Dede Kaynak: Hakkı SAYGI ( Baba) Mehmet DEMİRTAŞ (Dede) Türk Kültürü Hacı Bektaşı Veli Araştırma dergisi (Gazi Üniversitesi) ________________________________________ [8][1] Mehmet Tefik Oytan Bektaşiliğin iç yüzü, Cilt 1. S. 15, 1945 -İstanbul [9][2] Mehmet Tefik Oytan Bektaşiliğin iç yüzü, Cilt 1. S. 18, 1945 -İstanbul [10][3] Mehmet Tefik Oytan Bektaşiliğin iç yüzü, Cilt 1. S. 18, 19, 1945 -İstanbul [11][4] İbnl Emin Mahmud Kemal İnal. Cüz. 2. Osmanlı devrinde son sadrazamlar. [12][5] İsmail Onarlı, Yusuf Paşa ve zevcesi Zeynep Kâmil Hanımla ilgili olarak yukarıdaki bilgileri vermektedir. Cem Dergisi Mart 2002 sayı 119, sayfa 36 [13][6] Zeynap Kamil Hanım, 1845 yılında evlendiğine göre, Dedeleri İstanbul’daki konağına getirtip, ikar vermesi, bu tarihten sonradır. Zeynep Hanım’ın konağına ilk olarak gelen ve dedelerle tanışan Genç Abdal, “genç bir kalem efendisi olarak tanıtılıyor.” Verilen tarihlere göre Genç Abdal, 1789 yılında doğmuştur. Buna göre 1845 yılında, yani Zeynep Kamil Hanım’ın evlendiği yıl olan 1845’te (45+11= 56) yaşındadır. Burada bir çelişki olabilir. [14][7] Türk Kültür ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi Sücaaddin Veli Özel Sayı. S. 28 Bahar 2006/37 Kaynak: Hakkı SAYGI Mehmet DEMİRTAŞ Türk Kültürü Hacı Bektaşı Veli Araştırma dergisi (Gazi Üniversitesi)

HIDIR ABDAL SULTAN TÜRBESİ..kemaliye .erzincan



Elimizde Hıdır Abdal’ın doğum ve ölüm tarihlerini kesin olarak bildiren bir belge yok.  Anlatılan Hacı Bektaşi Veli ve Karaca Ahmet Sultan ile ilgili olayların ışığı altında düşünülecek olursa,  13. yüzyıl ortalarıyla, 14. yüzyılın ilk çeyreğinde, yaşadığı kesinlik kazanır.  O dönemde yaşamış mücahit evliyalar gibi, Hıdır Abdal’ın hayat öyküsü de, toplum vicdanında oluşan menkıbelerde sıkışıp kalmıştır.
Söylenceler, pozitif bilim sınırlarını aşan bir görüşü yansıtır, söylenceler doğduğu çağlarda, toplumun sevgi ve saygısını kazanmış ulu kişileri, sıradan insanlar gibi normal ölçüler içinde görmek, kamu vicdanını doyurmamış ve onlar fizik üstü kudretleriyle anlatılmıştır. Bu türden olup, anlatmaya çalışacağımız Hıdır Abdal Sultan’a ait söylenceler de, toplum dilinde yüzyıllar boyu söylene gelmiştir.
Anlatılan birinci söylenceye göre;
“Çok sıcak bir gün de, Hıdır Abdal’ın yolu, İstanbul’da Üsküdar taraflarına düşmüş. Yürüdüğü sırada yol kenarında, etrafı yüksek duvarlarla çevrili bahçesinde ulu ağaçların yükseldiği görkemli  bir saray görmüş. Kapı önünde bekleyen muhafızlardan burasının ülkenin hükümdarın ait olduğunu öğrenmiş, gözlerini çevirerek kapıda beklemiş. Bu sıralarda hükümdar da bahçede dolaşıyormuş. Kapıda bekleyen derviş dikkatini çekmiş. O’nu muhafızlara emir vererek içeri aldırmış. İkisi de bahçede dolaşmaya başlamış. Derviş (Hıdır Abdal) ın, tavır ve konuşması hükümdarın hoşuna gitmiş, ona saygı duymuş. İçinden dervişe ihsanda bulunmak geçmiş, söyleşi bitmek üzere iken hükümdar:
“- Dile benden, ne dilersen, derviş!...” demiş.
Hükümdardan böyle bir teklifin geleceğini bilen can gözü açık derviş’de, bahçenin bir köşesinde duran uzun bir mermeri göstermiş:
“-Bunu bana ver… Hükümdarım, başka bir şey istemem.” Diye cevap vermiş.
Bu fakir görüşlü dervişin basit talebi, hükümdarı hayrete düşürmüş. Kendisinden bir çok mal mülk isteyeceğini sandığı halde, değersiz bir mermeri istemesine şaşa kalmış. Yine de sarayından bir şeyler bağışlamak istemiş. Hükümdarın ısrarına rağmen, derviş hiçbir şey almayacağını tekrarlamış. Onun gözü de, gönlü köşedeki mermerde takılı kalmış…
Sonun da hükümdar mermeri vermeyi kabul etmiş. Ancak, dervişten mermeri ne yapacağını öğrenmek istemiş:
“Hükümdarım, bu mermer nereye düşerse mekanım orasıdır”  diye Hıdır Abdal, mermeri tutarak havaya kaldırmış, parmakları mermere gömülmüş… “Yetiş Ya Allah… Ya Pirim… diyerek erlik kuvvetiyle sallayıp, ufuklara doğru fırlatmış, mermer bir anda gözlerden kaybolmuş…
Hıdır Abdal Sultan’ın attığı mermer, arzu ettiği yere ulaşmış, ancak biraz aşağı düşmüş… Oysa O’nun gönlünde mermerin daha yukarılara düşmesi varmış.
“Hayvah!... Aşut düştü…” Hıdır Abdal Sultan’ın hükümdara söylediği son sözü olmuş. Hemen yönünü Doğu tarafına çevirmiş, uçar gibi gaiplere karışmış. Hükümdar neye uğradığını şaşırıp kalmış. Dervişi bulup saraya getirmeleri için etrafa saldığı adamları eli boş dönmüş…
Hükümdarın sarayından bir anda sır olan Hıdır Abdal Sultan, mermerin düştüğü yere gitmek için acele etmiş. Bir arada yoldan geçerken ekmek pişiren kadınlara rastlamış. Karnı aç olduğu halde, işinin acele olduğunu söyleyerek verilen ekmeği almamış, sonraya bırakmış, yine gaiplere karışmış. Yerleştiği Ocak Köyü’ne geldiği zaman, karnı daha çok acıkmış. İlk işi yolda ekmek pişiren kadınlardan ekmek istemek olmuş. Çok uzaklara doğru elini uzatarak aldığı ekmekle karnını doyurmuş.
Daha sonra Hıdır Abdal Sultan İstanbul’dan fırlattığı mermerin düştüğü ve “Hayvah !... Aşut düştü…” dediği, aşağı yer anlamına gelen bugünkü Aşutka (Dutluca) ya yerleşmemiş… düz bir arazi konumunda olan bu yeri, geçimini sağlayacak tarlalar ve bağlar olarak düşünmüş. Asıl mekanın da, daha yukarılarda, arkasını yayvan dağların çevirdiği yüksek bir tepe üzerine kurmuş. Görünümü ve yayla havası ile Hıdır Abdal Sultan’ı etkileyen bu yurt köşesi önceleri başka bir isimle bilinirken, onun döneminden sonra Hıdır Abdal Sultan Ocağı, “Düşkün Ocağı” ve en sonra da, Ocak Köyü olarak anılmış olsa da günümüzde halk arasında hala Hıdır Abdal Sultan Ocağı da denilmektedir.
Toplumda, “Bu dünyanın düzeni, evliyalar elindedir. İpleri oynatanlar da onlardır, taşı uçuranlar da, kuşu uçuranlar da… inancı egemendir. Hıdır Abdal’da, bu inanç doğrultusunda değerlendirilir. İstanbul’dan mermer taşını atarak, şimdiki mekanına 3 km. lik Dutluca (Aşutka) ya ulaştıran ünlü bir evliya… Anlatmaya çalıştığımız söylencesi de, 700 yıldan bu yana dillerde söylenmiş, durmuş… Bu söylenceyi dile getiren bir ozanımız da olayı;
İstanbul’dan mermer taşını attı
Vardı Aşutka’ya bir nişan etti
Gediğin başına tekkesin tuttu
Güzel pirim Karacaahmet evladı
Dizelerinde özetlemiş.
Ozanın “gediği başı” başı olarak nitelendirdiği yer de, tepeler üzerine kurulmuş, doyulmaz manzarası ile doğayı kucaklayan Ocak Köyü’dür.
Üsküdar nerede; Aşutka nerede? Aralarında yaklaşık, 1350 km. uzaklık var. Dağlar aşılır, ovalar gerilerde bırakılır, İstanbul’un Üsküdar’ından, mermerin düştüğü Aşutka’ya karayolu ile yaklaşık 20 saatte varılabilir. Ancak, inanış uyarınca ermişler pınarından nasibini almış evliya için bu uzaklık, göz açıp kapatıncaya kadar geçen süreden daha da kısadır.
Dedik ya… Bu dünyanın ipleri onların elinde olduğu gibi, keşif ve keramet kapılarının anahtarları da yine onların elindedir. Menkıbe, bu inançla dolu kişilerin dillerinde böylece sürüp gide dursun… Buna bir diyeceğimiz yoktur.  Bunun yanı sıra, burada üzerinde durulması gereken bir konu da, Hıdır Abdal Sultan’ın bugünkü yeri Ocak Köyü’ne geçerken İstanbul’dan mı veya başka bir yerden mi geldiğinin açıklığa kavuşturulmasıdır. Elimizde bu hususu kesin olarak belirleyen tarihi bir belge veya kanıt yoktur. Böyle olmakla beraber, bize ışık tutan iki önemli olguyu, bu yolculuğun İstanbul’dan başlayıp, Ocak Köyü’nde bittiğini kanıtlayan olgular olarak buluyoruz.
Hıdır Abdal menkıbeleri, onun hayat öyküsünün kısa birer destanıdır. Bu destanın kahramanı bugünkü köyüne, İstanbul’dan başka bir yerden gelmiş olsa idi, menkıbe de, o yerin ismi söylenirdi. Hiç ilgisi olmayan İstanbul adı kullanılmazdı. Hıdır Abdal Sultan’ın İstanbul’dan geldiğini kanıtlayan olgulardan ikincisi ise, babası Karaca Ahmet Sultan’a ait makam ve Türbelerden birinin de İstanbul’da bulunmasıdır. Bu görüşten yola çıkıldığı takdirde, Hıdır Abdal Sultan’ın İstanbul’dan gelip şimdiki mekanına yerleştiği sonucuna varılabilir.
İkinci söylenceye (menkıbe) de şöyle:
“Zamanın İstanbul padişahının parmağına bir yara çıkar, o çağın tıbbi olanakları yarayı tedavi edemez. Saray, yarayı iyileştirecek bir çare bulmak için her yana adamlar salar. Padişahın yaranın iyileşmesinden umudunu kestiği günlerde saraya bir haber gelir. Arapkir kazası Ocak karyesinde (Köyünde), Hıdır Abdal Sultan adında bir derviş vardır. Padişahın yarasına bulsa bulsa bu çare bulabilir.
Padişah bu habere çok sevinir ve dervişin İstanbul’a getirilmesi için ferman çıkarır. Posta tatarına yolda yardım edilmesi için ayrıca buyruk düzenler. Posta tatarı, deniz yoluyla Giresun’a çıkar. Yolda bir dervişe rastlar. Derviş posta tatarına, nereye gittiğini, neye acele hareket ettiğini sorunca tatar, Padişahımızın yarasına em (çare), bulacağı söylenen Hıdır Abdal Sultan adında bir derviş varmış, onu bulmaya gidiyorum… deyince, “O aradığın derviş benim, ben de zaten İstanbul’a gitmek için yola çıktım.“ cevabını alır. Tatar birlikte gitmek için çok ısrar ederse, de Hıdır Abdal, “var sen gemiyle git, ben kendim varırım” der.
Tatar, dervişten ayrılıp gide dursun. Hıdır Abdal seccadesini denize salar, “Ya Allah… Ya Pir’im…” diyerek keramet kuvvetiyle İstanbul’a varır. Padişah’ın sarayına kabul edilir. Padişaha çareyi anlatır, “Padişahım birlikte, sabahleyin iki rek’at hacet namazı kılacağız. Seccadelerimizin altında bir tür ot bitecek. Bu ottan yapacağım merhem, yaranızı Allah izniyle iyi edecek…” Sabahleyin ikisi de, seccadelerini serer ve namaza dururlar. Namazın sonunda Hıdır Abdal Sultan, “Padişaha, Seccadeninizi kaldırın padişahım!...”  der. Hıdır Abdal Sultan’ın seccadesinin altında ise yeşil otlar, çıkar. Düğmecik otu denilen bu oton Hıdır Abdal Sultan’ın yaptığı merhem, padişahın parmağına sürülünce yara iyi olur, rahata kavuşur.
Padişah, bu mutluluğunu kendisine kazandıran dervişe bir karşılık vermek için sorar, “Dile benden, ne dilersen derviş…” Padişahın bu teklifine Hıdır Abdal Sultan, “Padişahım, benim dünya malına ihtiyacım yok tek dileğim sizin sağlığınızdır” der. Aşağı bahçe kapısına birlikte inerler, bu sırada Hıdır Abdal Sultan’ın gözü kapı önünde duran bir mermer taşına takılır.
“Padişahım bana bu mermeri verin kafi” deyince, Padişah “Ey derviş baba, bu taşı ne yaparsın?” diye sorar. Hıdır Abdal Sultan çok ısrar eder ve Padişah mermeri ona verir.  
Hıdır Abdal Sultan velilik mermeri uzaklara doğru atar, peşinden de “Eyvah!... Aşut düştü…” der.
Bu sözüyle de, taşın Ocak Köyü’ne değil, Aşuttka’ya düştüğünü bildirir. Sonra kendisi ve evlatları için yazılan fermanı alır Padişahla vedalaşıp yola koyulur. (Bu fermanla, Hıdır Abdal Sultan evlatları askerlikten, vergiden, öşürden muaf tutulur.) Ocak Köyü'ne Türk’ün ölümsüz nice anıtlardan ve en çok ziyaret edilen erenlerden biri olur…” (34)
Tarihler, Moğol akınları sırasında, Horasan’dan Anadolu’ya gelen Türk boylarına bayrak tutanlardan birinin de, Karaca Ahmet Sultan olduğunu söyler O’da ailesiyle birlikte Anadolu’da yurt tutar. Bu göçlerin yoğun bulunduğu ve Selçuklular devletinin çöküntüye uğradığı13. yüzyıl Anadolu’sunun karışık ve çankaltılı bir dönem olduğunu biliyoruz. Moğollar, rastladıkları her yeri yakmış, yıkmış, sosyal düzen bozulmuş, toplum ümitsizlik içinde kaderine itilmiştir.
Selçuklular Devleti, tarih sahnesinden silinmek üzeredir. Bu durumdan faydalanmak isteyen Bizans, Türklük ve İslamlığa bir darbe indirmenin hazırlıkları içindedir. Oysa karabulutların ufuklarda görüldüğü bu ümitsizlik gerdabına düşen insanlar, ülkenin kurtarıcıları olarak evliyaları karşılarında bulmuşlar ve onlara bağlanmışlardır.
Böylece en büyük tehlike olan Bizans, kurulan bu mücahit evliyalar ordusuna hedef olmuştu. Hıdır Abdal Sultan’da babası Karaca Ahmet Sultan gibi, o dönemde Türklük ve İslamlığa karşı yönelen tehlikelere karşı görev üstlenen bu evliyalar ordusunun bir eridir. O’nun dillerde dolaşan menkıbesinin Üsküdar’dan başlayıp, Doğu Anadolu’ya kadar uzaması da bunu doğrulamakta…
Hz. Muhammed, bir hadisinde:  “İstanbul elbette alınacaktır. Onu fetheden komutan, o asker ne güzel askerdir”  buyurmuş ve bu kentin er geç İslam’ın eline geçeceği haber vermişti. Bütün İslam mücahitleri gibi, keramet bayrağını ellerinde tutan “mücahit evliyalar”da, bu uyarının gerçekleşmesinde, ordulara emreden komutanlara birer ışık olmuşlardı.
Atalarımızdan gelen bir başka menkıbe de, Hıdır Abdal Sultan’ın feyz aldığı Hacı Bektaş Dergahından köyüne nasıl geldiğini anlatır…
Bu söylenceye göre Hz. Pir gereken eğitimi yapan ve “mürşit” payesine erişen Hıdır Abdal Sultan, verilen görevi yapmak üzere Pir’den icazetini alarak yola koyulur. Yolu, Karaman ilinden geçer. Hizmetini yapmak üzere buradan yanına aldığı Karamanlı bir aile ile birlikte şimdi türbesinin bulunduğu Ocak Köyü’ne gelir.  Yeni yurdu, kendisinin hayatta olduğu süre içinde on iki hanelik bir yerleşim yeri olur.

Kaynak : Yazı Mehmet ŞİMŞEK; Hıdır Abdal Sultan Ocağı İstanbul 1991

22 Kasım 2019 Cuma

Erenler Evliya Türbesi..samsun




Havza’nın 22 km Kuzey Doğusunda bulunan Taşkaracaören Köyü Erenler mevkiinde tepe üzerinde bulunmaktadır.


TARİHÇE: Halk arasında “Erenler Evliya Türbesi” şeklinde anılan türbeye ait herhangi bir kitabe bulunmadığından türbenin tarihi hakkında bilgi edinilememektedir.
MİMARİ ÖZELLİKLERİ: Tarihi ve mimari özelliği olmamakla birlikte Türbe; dört tarafı dikdörtgen şeklinde 1 metreyüksekliğinde taş duvarlarla çevrilmiştir. Duvarların üzerinde demir kazıkların bulunduğu türbenin içerisinde 2 adetkabir bulunmaktadır.
RİVAYET: Yöre halkı tarafından evliya olarak nitelendirilen ve korunan Erenler Evliya Türbesi hakkında çeşitli rivayetler anlatılmaktadır. Türbe halk tarafından Rıza-i İlahi için veli ziyaretinde bulunmak, çocuğu olmayanlar içindeAllah’ın (c.c) izni ile evlat sahibi olmak umuduyla ziyaret edilmektedir.
Kul Yusuf Kümbeti - ığdır




İğdır'ın yaklaşık 11 km. kuzeyinde Çakırtaş köyünün batısında, bugün tamamen yok olan bir mezarlığın içerisinde yer alır. Türbenin giriş kapısı üzerinde dikdörtgen bir çerçeve içerisinde, zincirek motifi ile ayrılmış iki satırlık bozuk bir sülüs ile Arapça yazılmış kitabeden kümbetin 890 H./ 1485 M. yılında Kul Yusuf adlı bir zat için yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Kümbeti inşa eden mimar bilinmemektedir.
1400-1508 yılları arasında Doğu Anadolu ve İran Azerbaycan'ında önemli bir siyasal güç olan Akkoyunlu soy kütüğünde, Yusuf veya Kul Yusuf adlı birisine rastlanılmıyor". Birinci derecede önemli bir şehzade veya sultan akrabalarından biri olmadığı100, ancak bölgede tanımmış ve hatırı sayılır bir zat olduğu türbenin yapısından anlaşılmaktadır.

Diğer yandan 14. yy. sonları ve 1468'li yıllarda yaşayan Karakoyunlıüarda Kara Yusuf un mezarı Erciş'tedir ( Ölüm: 1420 ). Bu durumda Kul Yusuf Kümbeti doğrudan bir Akkoyunlu eseri olmasa da onların siyasal dönemlerinde yapılmıştır denilebilir. Diğer yandan Uzun Hasan'm emirlerinden Yusuf Bey için sağlığında bu kümbet yaptırılmış olabilir. Uzun Hasan 1453-76 yılları arasında hüküm sürmüştür. Bir beylik olan hükümetinin ilk merkezi Diyarbakır idi. Genişleyip güçlenince Tebriz yeğlendi. Tarih ve İğdır'a yakınlığı kümbetteki 1485 yılı ile uyum içindedir. Bugünlerde bölge Akkoyunlular'dan Uzun Hasan'm oğlu Sultan Yakup ( 1478-1490 ) yönetiminde idi. Kul Yusuf Kümbetinin mimarlık yönü de, Akkoyunlu yapıtı olduğuna kuşku bırakmıyor101.
Kümbet iki katlı, sekizgen gövdeli, orta ölçülerde ve düzgün kesme taş malzeme ile inşa edilmiştir. Sekizgen gövde dairemsİ bir temel üzerine oturmaktadır.

Gözedeci Dede türbesi-bursa




Adı Gözedeci Mehmed Efendi‘dir . Ravza-i evliya ve Gülizar-ı İrfan’da ;” Mezarı ihtiyar ve genç, ziyaret edenlerin Allah rızası için yaptıkları duaların kabul olduğu yer olup her ne husus için ruh-ı şeriflerinde istimdad etseler , elbette muradlarına kavuşup faydasını gördükleri tecrübe ile sabittir. ”denir. Türbesi Bursa’da Tahtakale mahallesinde yer alan İnebey Caddesi ile gözede sokağının kesiştiği yerdedir.
Bir başka rivayete göre de ; Bu zatın ” Aşık Cemal ” adında birisi olduğu ve sevdiği uğruna fedakarlık gösterdiği söylenmektedir.
Kaynaklar;


Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Kömür Baba Türbesi-ardahan-göle


Ardahan,Göle’nin 2 km. batısında bulunan bu türbenin ne zaman yapıldığı bilinmemektedir. 1969 yılında yapılan onarım türbenin bütün özelliğini ortadan kaldırmıştır. Moloz taşlardan yapılmış olan türbede yatan kişinin kimliği de bilinmemektedir.

Yöre halkı bu türbenin Kömür baba’ya ait olduğunu söylerlerse de Kömür Baba’nın da kim olduğu bilinmemektedir.
Serçoban Türbesi / AMASYA –Merkez –
Karasenir Mahallesi




Türbenin Yeri: Serçoban Türbesi, Amasya İli merkez ilçesi Karasenir Mahallesine yakın bir tepenin üzerindedir

Serçoban Kimdir: Ser Baş anlamındadır. Dolayısıyla Baş Çoban anlamında olan Ser Çoban geçimini çobanlıkla sağlayan evliyalarımızdandır. Sade yaşamıyla, sessizliğiyle tanınmaktadır. Kardeşi İğneci Baba’dır. Gerçek adı İbrahim Tebrizi Bahaddin Mevlana olup İran’ın Tebriz kentinden bölgeye gelmiştir. Eğitimini Tebriz’de Şeyh Taceddin Ebu Hamid Abdurrahman et Tebrizi’den almıştır. Moğol despot Kongortay’ın zulümlerinden kaçarak Karasenir Köyüne gelip yerleşmiş ve burada çobanlık yapmaya başlamış.

Türbenin Durumu: Türbe bir tepenin üzerindedir. Betonarmeden sade olarak inşa edilmiştir. Türbenin haricinde adak kurban yerleri ve pişirme yerleri bulunmaktadır. Ser Çoban’ın mezarının üzeri açıkmış. Hicaz Komutanı Karasenirli Mirliva Hasan Paşa tarafından 1878/79 yıllarında ahşaptan yapılan türbe 2001 yılında günümüzdeki haliyle betonarmeye dönüşmüştür.     


Ziyaret Nedeni: Türbe özellikle hayır duası için ziyaret edilmektedir. Serçoban vefat edince koyunları birer ağaç olup türbesinin etrafına dizilmiş. Bu yüzden türbe etrafından ağaç kesilmez. Ser Çoban Amasya merkezine yakın olması sebebiyle ve türbenin etrafının mesire yeri olarak kullanılmasıyla yoğun olarak ziyaret edilmektedir. Türbe her türlü hastalık ve dilek için ziyaret edilmektedir. Ziyarete gelen  özellikle Cuma günü gelip namaz kılıp, kuran okurlar. Diğer kesimler haftanın her günü gelip türbenin etrafında yedi kez dönerler, mum adağında bulunurlar, türbeyi değişik yerlerinden öperler. Çocuksuz kadınların dilekleri türbedar ile birlikte yapılır. Adaklar genellikle kurban adağıdır.


Menkıbeler: 

1-) Serçoban kardeşi İğneci Baba’ya ziyarete gelir. Yanında bir mendil içine koyduğu sütü getirir. Dükkana girince elindeki mendilini askıya asar. İçeri giren bir bayan müşterinin topuğuna bakınca askıdaki mendilden süt akmaya başlar. Müşteri gidince İğneci Baba durumdan utanan kardeşine seslenir: “Keramet dağ başında ermekte değil, keramet burada, çıkındaki sütü damlatmamakta.”    

2-) Serçoban koyunlarını otlatırken başkasının bahçesine koyunu girerse üç gün sütünden içmez, köylülere bedavaya verirmiş.

3-) Serçoban bölgeden geçen bir komutan ve binlerce askerini azıcık yemeğiyle doyurmuş ve bir kez daha keramet göstermiştir.

4-) Serçoban’a misafir gelecektir. Onları layıkıyla ağırlamak için bir koyun kesmek ister. Bir koyunu gözüne kestirir ama koyun erenden köşe bucak kaçar. Bu durumu gören köylüler Serçoban’ın çok kızacağını düşünürler. Ama SerÇoban koyunu yakalayınca ona şöyle seslenir: “Seni yordum mübarek. Gel seni gözlerinden öpeyim.” Sonra koyunu kesmek için kuytu bir yere götürür, fakat etrafını bir sürü yabani hayvan çevirir ve koyunu kesmesini söylerler. Bunu üzerine Serçoban aralarından bir karaca seçer ve onu keser.  

Yalıncak Sultan türbesi-sivas- hafik





İlçenin 30 km doğusunda bulunan köy ismini, Hacı Bektaş Veli’nin 5. Halifesi olan Pirep Sultan’ın oğlu Yalıncak Sultan'dan alır. Köyde Yalıncak Sultan soyundan Mahmut Yalıncakoğlu yaşamaktadır . Bugün tekkenin postnişini de odur. Köye sonradan göçler yoluyla Ağuiçen Ocağı dedeleri de yerleşmişlerdir .
Anlatılır ki, Yalıncakoğullarından Mahmut Efendi Dede bir talip kızıyla evlenir. Bu sebeple düşkün olup Hacı Bektaş’a gönderilir. Evlendiği kız da musahibinde emanet olarak kalır. Orada yedi yıl felçli bir kadına hizmet eder. Bir gün hortum çıkar ve kadının felç hali geçer. O zamanlar Hacı Bektaş Postunda Velayettin Hürrem Çelebi bulunmaktadır. “Git köyüne bir aş evi, at evi ve mihman evi yap”, der Mahmut Efendi’ye. Bunun üzerine 1905 yılında Mahmut Efendi aşevini, atevini, mihmanevini yapar. Türbe en son olarak 1907 yılında Sarı İsmail oğlu Mahmut Efendi tarafından Ermeni Ustalarına 580 Osmanlı Lirasına yaptırılır. Türbenin taşları Aylioğlundaki taşlı tepeden diğer taşlar ise Horasan kaymatması olarak Zara (Cimrti) den getirilir. Mahmut Efendi Dede 1917 yılında hakka yürür. 1917 yılında posta Kara Veyis oturur. Kara Veyis Yalıncak Sultan soyundan Divriği’ye taşınan Eyüp Ağa soyundan gelmektedir. Mahmut Efendi Dede ile amca çocuklarıdır. 1924-26 yıllarına kadar gönüllü dervişler gelir. Yalıncak Sultan köyünde bulunan arazileri ise sonradan köye gelenler üzerlerine geçirirler. 1926 yılında Mahmut Efendi Dede’nin oğlu Hamza Dede Divriği Mahkemelerine dava açarak Yalıncak Sultan sülalesinden olduğunu ispat eder. Durumu tescil ettirip köyde bulunan bazı arazileri geri alır ve posta oturur. Türbenin tamir ve bakımını yaptırır. Tekke ve Zaviyelerin kapatılması kanunu ile birlikte burası da kapatılır. Bu dönemde kurbanlar Yalıncak soyundan bir kızın evlendiği Tepeköy’e gitmektedir. Yalıncak Sultan niyetine Talipler kurbanlarını buraya keserler. 1937 yılında köydeki çekememezlikler yüzünden tekke şikayet edilir ve Devlet tarafından türbe Yalıncak köyünde bulunanlara yıktırılır. 1942 yılında Tekke tekrar faliyete başlar. O tarihte postta Hamza Dede oturmaktadır. 1951 yılında Hamza Dede Hakk’a yürür. 1951 ile 1978 yılları arasında tekkenin postunda oğlu Mehmet Efendi Dede oturur. 1978-1993 yılları arasında Babo diye tanınan Mehmet Efendi oğlu Hüseyin Fevzi Dede postnişinlik yapar. 1993 yılından bu tarafa da halen de Yalıncak Sultan sülalesinden Hüseyin Fevzi Dede’nin oğlu Mahmut Yalıncakoğlu tekkenin postnişinliğini yapmaktadır.
Mahmut Yalıncakoğlu Dede Yalıncak Sultanın büyük bir kahraman olduğunu, isyanlarda başarılarından dolayı kendisine ‘Tabanı büyük er Mustafa’ lakabının verildiğini söyler. Mahmut Dede’nin Yalıncak Sultan’la ilgili anlattıkları şöyledir.
“Esseyid Muhammet Nuri Hacı Bektaş Veli’nin 5. Halifesi olan Pirep Sultan Ulu cemlerde çerağcısı idi. O tarihte Konya’da Molla Sadreddin isminde medrese hocası vardı. Bir gün Hz. Hünkar Hacı Bektaş-i Veli’ye bir nağme yazarak ya peygamber evladı bize pir gönder ki, bize Muhammed Ali yolunu izah ede ve Hacı Bektaş Veli çerağcısı Pirep Sultan’a Molla Sadreddin’in bizden istediği kişi sensin var hazırlan.
Pirep Sultan Hz. Hünkara dönerek sizce malum değilmi ki, ömrümün son dönemlerinde beni cemalinizden mahrum eylemeyin.
İlahi çerağcı! Atılan ok geri döner mi? Var git hizmetine bak ne hizmet göreceksen. Bunun üzerine Pirep Sultan aile efradını yanına alarak Konya’ya varır. Molla Sadreddin Pirep Sultan’a burada bir konak verir, hizmetini burda gör dedi. Epey bir zaman o medresede, muhiplere yol yordam öğretti. Hz. Hünkar’ın isteğini (emrini) yerine getirir. Bu arada Konya’da bir salgın hastalık baş gösterir. Bu hastalıktan bütün Konya halkı etkilenir. Pirep Sultan’ın üç oğlu da bu hastalığa yakalanır. Hastalık yüzünden iki oğlunu kaybeder. Geriye çocuk yaştaki oğlu “Seyit Muhammed Nuri” namı diğer Yalıncak Sultan kalır. Fakat Yalıncak Sultan da bu hastalıktan kurtulamamıştır henüz. Bu durumu gören Hatem Ana, Pirep Sultan’a dönerek Hz. Hünkar’a bu kadar hizmetin var niyaz et ki, Allah aşkına oğlumuzu bize bağışlasın. Pirep Sultan hanımına dönerek ilahi kadın sabır eyle benim Hünkar’a olan hizmetimi boşa mı çıkaracaksın? Bu arada çocuğu iyice ağırlaşmaya başlar. Pirep Sultan’ın talebeleri de bu durum üzerine cenaze hazırlıklarına başlarlar. Bu durumu gören Hatem Ana çırpınır, dövünür, feryada başlar. Çocuk bu arada Hakk’ın rahmetine kavuşur. Pirep Sultan Hatem Ana’nın feryadını görünce cenaze hazırlıklarını bitiren cemaate dönerek, “ ey cemaat bu çocuğun cenaze namazını ölü niyetine mi kılalım? Yoksa diri niyetine mi?” Cemaat Pirep Sultan’a dönerek diri niyetine pirim, diri niyetine”. Bunun üzerine Pirep Sultan cenazeye yaklaşarak çocuğun sağ elini tutup, “Allah aşkına, Hünkar aşkına kalk”, der ve çocuk dirilir. Bir kaç yıl geçer, Yalıncak Sultan büyümüş ilim, irfan öğrenmeye başlamıştır. Bu arada Hatem Ana Hakk’ın rahmetine kavuşur.
Günlerden bir gün Pirep Sultan oğlu Yalıncak Sultan’ı yanına çağırarak ya Nurim benim de ölümüm yakındır. Oturduğumuz evi Molla Sadreddin’e verip cenaze namazımı kıldırdıktan sonra, var git Hz. Hünkar’a. Senin kısmetin ondadır. Yalıncak Sultan babasının vasiyetini yerine getirir ve yola çıkar. Hz. Hünkar Hace Bektaş Veli bir sabah namaz kılarken halifelerinden Sarı İsmail ve Emircem Sultan’ı yanına çağırarak bize Konya tarafından bir ‘Yalıncak’ gelir varın onu huzuruma getirin. Emircem Sultanla Sarı İsmail bir müddet yol aldıktan sonra sarışın bir delikanlıyla karşılaşırlar. Selamlaşıp görüşürken Emircem Sultan Sarı İsmail’e dönerek, “Hz. Hünkar’a hamd olsun ki, ben bu delikanlıdan Pirep Sultan’ımın kokusunu hissederim”, der. “Acaba ne hikmet ola?” Bu söz üzerine Yalıncak Sultan, “Doğru söylersin, ben Pirep Sultan’ın oğluyum.” Beraber Hz. Hünkar’ın huzuruna gelirler.
Hz. Hünkar, “bu delikanlıyı yıkayıp giydirin huzuruma getirin.”, der. Huzura getirilen delikanlıya Hüseyni tacı (Yeniçerilerin giydiği taç) giydirilir. Dergaha yalın ayak geldiği için ‘Yalıncak Sultan’ lakabını alır. Hünkar Yalıncak Sultan’a dönerek, “var gör huzurumuzda hizmet ver, gün ola ki sana hizmet vereceğiz.”, der.
Bu arada Sivas’ın Karabel bölgesinden geçen İpek Yolu bugünkü Yalıncak Sultan dergahından geçmektedir. Bu ormanlık bölgedeki bazı gruplaşan çeteler ipek yolundan geçen kervanları soyuyorlardı. Bu durum çok ciddi bir hal alınca kervan sahipleri Sivas’ın sancak beyi Rüknettin Paşa’ya durum bildirilir. Paşa o bölgeye asker gönderir. Fakat bir gece baskınıyla askerler çeteler tarafından öldürülür ve talan devam eder. Padişah Alattin Keyhüsrev bu durum üzerine Osmanlıya savaşlarda yardım eden Hünkar Hacı Bektaş Veli’ye bir nağme yazarak “Ey peygamber evladı! Bize bir care”, der. Hünkar bunun üzerine dergahındaki çeşitli savaşlarda büyük başarılara ulaşan komutan rütbesine yükselen Yalıncak Sultan’ı yanına çağırarak, “Ya Nurim! Sana bir görev vereceğiz, var git kısmetini gör. Toprağın kefaretin olsun. Arayan seni orda bulsun.” Yalıncak Sultan yanına dergahtaki gönüllü askerleri alarak Karabel bölgesine gelir. Ve savaş başlar büyük kayıplar verilir. Öyle ki, Yalıncak Sultan’ın, o büyük kahramanın takatı kalmamıştır artık. Bu durumdan yararlanan çeteler o mübarek insanı orda şehit ederler. Fakat Allah’ın izniyle Yalıncak Sultan Hünkar’ımın emri yerde kalmasın kellesini koltuğuna alarak savaşmaya, çarpışmaya devam eder. Bu durumu gören çete içindeki bir kadın bu kişi tekin er değildir. Silahlarınızı bırakın yoksa hepimiz helak olacağız. Savaş kazanılır ve Seyit Muhammed Nuri şehit düşer.”
Rivayete göre, Pireba Sultan, Hacı Bektaş Dergahında hizmette bulunurken, Sadrettin Konevi’nin isteği üzerine ilim öğretmek için Konya’ya gönderilir. Üç oğlu ve eşi Hatun Ana’yı yanına alarak Konya’ya giden Pireba Sultan Konya yöresinde büyük sevgi kazanır ve medresede ilim irfan öğretir. Bu sırada Konya’da bir taun (hastalık) olur. Bu hastalıkla her evde çocuklar vefat eder. Pireba Sultanın iki oğlu Mehmet ve İbrahim Hakk’ın rahmetine kavuşur. Bu sırada Muhammed Nuri de hastalanır ve vefat eder. Çocuğun vefat ettiğini gören Sultan ve Sadrettin Konevi’nin öğrencileri çocuğu defnetmeye hazırlanır. Bu hazırlıkları gören Hatun Ana Pireba’ya der ki, “Ey erim! Dilek dile de bu yavrumuzu Allah bize bağışlasın”. Pireba Sultan ellerini kaldırır ve dua eder. Hakk’ın emriyle kalk der ve cocuk ayağa kalkar. Pireba Sultanın bu kerametini görenler ona bağlılık gösterirler ve zamanla bir gün Pireba Sultan oğlunu yanına çağırır ve “Ya Nuri! Pirim beni Konya’ya gönderirken benden bir gül istedi. Bu gülden kasıt sensin. Benim ölümüm yakındır. Burada durma Hacı Bektaş’ın huzuruna git” der. Bunun üzerine Nuri Sultan yalınayak yola çıkar. Hacı Bektaş’ın yanına Yalınayak geldiği için Yalıncak ismiyle anılır. Yalıncak Sultan Hacı Bektaş’ın yanında eğitimini alır. Selçuklular döneminde Yalıncak Sultan karışıklıkları önlemek icin savaşır ve başarılarından dolayı kendisine bir sancak verilir . Bu sırada Sivas’ın Karabel bölgesindeki kargaşayı önlemek için buraya gönderilir. Yalıncak Sultan Divriği, Zara ve Hafik sınırında çetelerle çarpışırken şehit düşer ve şehit olduğu yere gömülür. Zamanla burası bir yerleşim yeri olur ve Yalıncak ismi verilir. Yalıncak Sultanın burada kelle koltuğunda savaştığı da rivayet edilmektedir.
Yalıncak Sultan türbesine her türlü dileği olanlar gelmektedir. Alevi Sünni fark etmeden çocuğu olmayanlar buraya gelerek burada kurban niyet ederler. Eğer bana evlat verir isen kurban keserim diye adak adarlar. Yalıncak Sultan türbesine gelenlerin yapmış olduğu uygulamalar görenler tarafından şöyle anlatılmaktadır. Birisi felç olmuş buraya gelir, gelince abdestini alır burada ona bir yatak serilir ve uyur. Rüyasında bir sakallı kişi görür. O kişi de ona kalk git sen ağladın beni rahatsız ettin sen iyileştin der. O da yürüyerek çıkıp gider. Bunun gibi bir sürü örnek yaşadım. Geçen yıl bir bacımız gece mezarlığa gidiyor. Mezarlıkta aniden bir ses duyuyor korkup konuşamıyor. Bir tanıyan diyor ki Yalıncağa git. Geldi burada bir gece beyiyle beraber türbede uyudular. Bir müddet sonra kadının kocası gelip dedi ki “Gözümüz aydın hanım konuştu. Bunların dışında çocuğu askere gidenler, kaza geçirenler, hastalık geçirenler niyet ederek buraya kurban adar ve dua ederler. Askerden döndükten veya iyileştikten sonra kurbanlarını buraya keserler.
Yalıncak Sultan Talipleri; Ordu (Merkez) - Aydın- Ankara-İstanbul- Çorum-Kırıkkale-Yozgat (Yerköy) - Sivas (Divriği,Hafik,İmranlı) da bulunmaktadırlar.
Yalıncak Sultan Dedeleri ; Hafik – Tepeköy (Hamza Dedenin torunları) , Akpınar (Aziz Bayram Dede), Karayapak Köyü (Temurlar) Divriği Aydoğan (Örenik) de bulunmaktadırlar.
Yalıncak köyünde, Yalıncak Sultan Türbesi ve Seyit İsmail Türbesi bulunmaktadır.

10 Kasım 2019 Pazar

Üç Kuzular türbesi ..bursa







Emir Sultan Hazretleri Medine’ye vardıklarında, Seyyidler için ayrılan odalardan birine yerleşir.Az bir  zaman sonra bu odanın sahipleri gelir ve aralarında kısa bir münakaşadan sonra anlaşırlar.Emir Sultan Hazretleri Beytullah’a selam verir ve cevap alarak Seyyitliğini ispat etmiştir.Odada kalanlar da selam verirler ama cevap alamazlar, bunun üzerine Emir Sultan Hazretlerinden özür dileyerek odada kalırlar.Emir Sultan Hazretleri bu odada kalırken gördüğü bir rüya üzerine Peygamber Efendimizin (sav) emri üzere Bursa’ya hareket eder.Bu olay gece olduğu için kendilerinin Seyyid olduklarını söyleyen bu üç kardeşler sabah yatağında Emir Sultan Hazretleri göremezler ve bunun üzerine onu aramaya koyulurlar.
Aradan 2 ay geçer ve birisi, aradığınız zat’ı Kudüs yolunda gördüm diyerek, Üç Kardeşler, Kudüse giderler ve ordan Bursa’ya kadar gelirler.Bursa’da Emir Sultan Hazretlerini bularak ellerine yüz sürerler.Emir Sultan Hazretlerine aylardan beri onu aradıklarını beyan ederler, Emir Sultan Hazretleride sakalını sıvazlayarak, Haydi ben Emr-i Peygamber ile geldim, siz Medine’de kalaydınız, ordan neden ayrıldınız A Kuzularım der ve bundan sonra bu Üç Kardeşin ismi Üç Kuzular olarak kalır.
Herkes bu Üç Kardeşi, Üç Kuzular olarak çağırır.Bu Üç Kuzular ömürlerini Bursa’da tamamlarlar ve Üç Kuzular Mahallesi adıyla anılan yerde Üç Kuzular Türbesi ve Üç Kuzular Cami olarak yatmaktadırlar.


Üç Kuzular Türbesi mermer bir kabristandır, Üç Kuzuların bulunduğu yerde Yediler adıyla bir Türbe daha vardır ve burada Üç Kuzular‘ın soyundan gelenler yatmaktadır.Halk arasında Üç Kuzular Türbesi yada Üç Kozlar Türbesi ve Yediler Türbesi diye geçmektedir.

Eşrefoğlu Rumi türbesi..bursa iznik





Anadolu’da yaşayan büyük velilerden , şair. İsmi Abdullah olup , babasınınki Eşref’tir. Eşrefoğlu Rumi 5Babasının ismi ile şöhret buldu. Babası , Mısır’dan İznik’e göç etti. Eşrefoğu Rumi İznik’te doğdu. Doğum tarihi belli değildir. 1484 (H.889) ‘da İznik’te vefat etti. Türbesi İznik’tedir. Eşrefzade-i Rumi diye de bilinir. Babasının terbiyesi altında büyüyen Eşrefoğlu Rumi , önce İznik’te bulunan medreselerde çeşitli alimlerden ders aldı. Zamanın zahiri ilimlerinde üstün başarılar elde etti. Sonra Bursa’ya giderek Padişah Çelebi Mehmed’in medresesine girdi. Burada tefsir , hadis ve fıkıh ilimleri üzerinde söz sahibi olan alimler derecesine yükseldi. Buradan mezun olunca , Bursa’da müderrislik yapan hocası büyük alim Alaeddin Ali hazretlerinin yardımcısı oldu. Çelebi Mehmed Han medresesinde bir müddet ders veren Eşrefoğlu Rumi bir sabah vakti medrese civarında dolaşırken , zamanın velilerinden olan Ebdal Mehmed’e rastladı. Kalbinden ; “ Tasavvuf yolundan bana nasib var ise alametler görünsün. ” diye geçirerek ona yaklaştı. Ebdal Mehmed kendisine bakarak ; “ Ey medreseli ! Bize köfteli çorba getir.” Dedi. Bu söz üzerine çarşıya gidip , köfteli çorba aradı. Fakat bulamadı ve eli boş dönmemek için köftesiz çorba aldı. Ebdal Mehmed’e gelirken yolda birkaç parça ekmek alarak yuvarlak köfte haline getirip , çorbanın içine attı. Ebdal Mehmed çorbayı karıştırıp köfte bulamayınca Eşrefzade’ye ; “ Hani bunun köftesi ? ” diye sordu. Daha sonra çorbayı iyice karıştırdı ve Eşrefoğlu’na uzatarak ; “ Ye bunu! ” dedi. Eşrefoğlu büyük bir teslimiyet ile tereddüd etmeden çorbayı yedi. Çorbanın içine atılan ekmek parçaları köfteye dönmüştü. Bunun üzerine o zat ; “ Ya sen olmayıp da kim olsa gerek. ” şeklinde bir söz söyleyip oradan uzaklaştı. Eşrefoğlu bu sözlerden bir mana çıkaramamasına rağmen , tasavvuf yoluna girmesi hususunda bir işaret olduğuna inandı.
Nefsini terbiye etmek , kalp aynasını cilalamak için kendi kendine uğraşmaya başladı. Bu yolda bir hoca bulmanın şart olduğunu düşünerek , kitaplarını dağıttı ve Bursa’da bulunan Emir Sultan’ın huzuruna gitti. Talebesi olup , hizmetiyle şereflenmek istediğini bildirdi. Emir Sultan , Abdullah’ın tasavvuf yolunun aşkıyla yandığını görünce , onu evliyanın büyüğü Ankara’daki Hacı Bayram-ı Veli’ye gönderdi. Sonra Ankara’ya gidip , yeni hocasına teslim oldu.
Hacı Bayram-ı Veli hazretleri , Abdullah’daki kabiliyeti keşfederek ona nefsini terbiye edecek vazifeler verdi. Yaşı kırkın üzerinde ve büyük bir alim olduğu halde , hocasının emirlerine “ Başüstüne ” diyerek sarıldı. Kendisine verilen hela temizleme vazifesini , bütün gayretiyle yapmaya başladı. Nefsinin isteklerini terk edip , istemediklerini yapmak için büyük çaba sarfetti. Bu şekilde riyazet ve mücahedeye devam etti. Hocası Hacı Bayram-ı Veli’ye on bir sene hizmet etmekle şereflendi. Bu kadar zaman zarfında hocasının ; “ Üstadın huzurunda lüzumsuz konuşmak edebe aykırıdır.” Sözü üzerine , yanında bir kelime bile konuşmadı. Sadece sorulan suallere kısa ve öz olarak cevap verir , edebe , ziyade dikkat ederdi. Eşrefoğlu Abdullah , on bir sene içinde pek çok imtihandan geçti. Yaptığı güç işlerden hiç şikayette bulunmadı. Bu sabrı ve hocasına karşı muhabbeti ve hürmeti üzerine , Hacı Bayram-ı Veli kızı Hayrünnisa’yı ona nikah ederek zevceliğe verdi. Bir müddet daha hizmete devam eden Eşrefoğlu Abdullah , hocasından izin alarak Allahü tealanın emir ve yasaklarını bildirmek üzere İznik’e gitti. Orada kendi iç alemiyle baş başa kaldı. Hocasından ayrılığı onu yaktı , hasretine fazla dayanamadı ve tekrar Ankara’ya döndü. Hacı Bayram-ı Veli , damadını , tasavvuf yolunda derecelerinin ilerlemesi için tekrar İznik’e gönderdi. Orada kırk gün nefsini terbiye etmesi için halvete girmesini , sonra Ankara’ya gelmesini emretti.
İznik’e gidip geldikten sonra , hocasının ; “ Hama şehrinde Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin torunlarından Şeyh Hüseyin Hamevi’nin huzuruna gidip , Kadiri yolunu öğreniniz.” buyurdu. Bu emri yerine getirmek üzere hazırlığa başladı. Hanımını ve biricik kızı Züleyha’yı bir merkebe bindirerek , Hacı Bayram-ı Veli ile vedalaştı. Günlerce zahmetli ve yorucu yolculuktan sonra , Hama’ya yeni hocasının huzuruna vardı.
O gün hacdan dönen Hüseyin Hamevi , ilahi bir ilham ile Eşrefzade’nin gelmekte olduğunu anlayarak , talebelerine ; “ Bugün Anadolu’dan bir er geliyor. Gidip karşılayınız.” buyurdu. Karşılamaya çıkan talebeler , zahmetli ve zorlu yolculuktan dolayı elbiseleri eskimiş olduğu için Eşrefoğlu Rumi yanlarından geçtiği halde , hocalarının söylediği zatın o olduğunu anlayamadılar. Dergahın kapısına varan Eşrefzade Rumi , Hüseyin Hamevi tarafından itibarla içeri alındı. Hanımı ve çocuğu ise Hüseyin Hamevi’nin hanımı tarafından kendilerine ayrılan odaya götürüldü. Hüseyin Hamevi bu yeni talebesinin önce nefsini terbiye etmek üzere kırk gün halvet için bir hücreye koydu. Eşrefoğlu Abdullah , sıkı ve riyazet ve mücahedeye tabi tutuldu. Kırk gün içinde Hüseyin Hamevi , Abdullah’a ziyade teveccühlerde bulundu. Bir gün bir hizmetçi hücresine yemek götürdü. Eşrefoğlu’nu hareketsiz görünce , öldü zannedip , telaşlandı ve durumu hocasına bildirdi. Fakat kırk gün dolmadığı için Hüseyin Hamevi bu duruma aldırış etmedi. Abdullah , kırkıncı gün hücreden çıkartıldığında , büyük bir vecd hali içinde kendinden geçmiş , gözleri kapalı ve hareketsiz bir halde görüldü. Kendisini melekle alemini seyretmenin lezzetinden ayırdıklarında ; “ Sultanım bize kıydınız.” diyerek gözlerini açtı. Bu kırk günlük imtihanı başarıyla veren Abdullah , tasavvufta pek yüce mertebelere çıkmış olarak icazetname aldı. Hüseyin Hamevi’nin halifesi olarak Anadolu’da Kadiri yolunu yaymak üzere vazifelendirildi.
“ Halk senin zahirine de bakar. Onun için kıyafetini biraz düzeltmen lazımdır. Şu hırkayı ve pabuçları al , giy. ” buyurunca , Eşrefoğlu hırkayı giydi , pabuçları da başına geçirerek ; “ Hocamın verdiği pabuç ayağıma değil , başıma olsa gerektir. ” dedi. Hocasının emri üzere yola çıkmak üzere hazırlık yaptığı sırada , Hüseyin Hamevi’nin eski talebeleri aralarında ; “ Biz bu kadar zamandan beri hocamızın hizmetindeyiz. Bize himmet verilmedi. Bu Rumi denilen ve Anadolu’dan gelen kimseye kırk günde hem himmet , hem de icazet verildi. Bu nasıl iştir ? ” diye konuşuyorlardı. Hüseyin Hamevi , Allahü tealanın izniyle bu duruma vakıf oldu. Talebelerini toplayıp bir konuşma sırasında ; “ Ya Rumi ! Bu kadar misafirimiz oldun. Sana bir ziyafet veremedik. Bir ziyafette bulunalım. İnşaallah ondan sonra gidersin. ” dedi. Yemeler hazırlanıp talebeleri ile yeşillik bir yere gittiler. Hüseyin Hamevi , suyu bulunmayan bir yerde oturulmasını emretti. Talebeleri ; “ Sultanım , burada su yoktur, namaz zamanı abdest almak icab ettiğinde sıkıntı çekeriz. ” demelerine rağmen Hüseyin Hamevi oturulmasını istedi. Talebeler hocalarının emri üzerine oturdular. Namaz vakti girince abdest almak icab etti. Hüseyin Hamevi , Eşrefoğlu hariç bütün talebelerine su aramalarını söyledi. Talebelerin ; “ Sultanım burada su yoktur. ” demelerine rağmen ; “ Hele siz bir arayın belki vardır. ” buyurdu. Talebeler aramalarına rağmen bulamadılar. Bunun üzerine Hüseyin Hamevi ; “ Rumi ! Gerçi sen misafirsin. Misafire hizmet ettirmek doğru değildir. Bir de sen ara. Belki su bulursun. ” deyince , Eşrefoğlu ; “ Emriniz başım üstüne. ” diyerek hemen aramaya başladı. Bir ağacın yanına gidip , teyemmüm etti ve secdeye varıp Allahü tealaya şöyle yalvardı : “ Ya Rabbi ! Hocam su istiyor. Lütfet , su ihsan eyle. ” Daha sonra başını secdeden kaldırdı. Secde ettiği yerden bir pınarın kaynadığını gördü. Hemen tası doldurup hocasına götürdü. Hüseyin Hamevi talebelerine dönerek ; “ Su olmadığını iddia ediyordunuz. Bakın Rumi nasıl bulmuş ! ” dedi. Talebeler hemen suyun bulunduğu yere gittiler. Suyun daha yeni çıkıp akmaya başladığını görünce , hocalarının Eşrefoğlu’na himmet etmesinin sebebini anladılar.
Hüseyin Hamevi , Abdullah’ı Anadolu’ya uğurladıktan bir müddet sonra , arkasından baktı ve ; “Abdullah-ı Rumi koca bir deniz imiş. Bizde bulunan her şeyi çekip sinesine aldı.” buyurdu. Çocukları ile birlikte Ankara’ya giden Abdullah-ı Rumi , kayınpederi Hacı Bayram-ı Veli’nin yanında bir müddet daha kaldıktan sonra İznik’e gitti.
İznik’te önceleri münzevi , yalnız bir hayat yaşayan Eşrefoğlu , şan ve şöhretten hiç hoşlanmazdı. Kimsenin dikkatini çekmeden fakirane bir hayat yaşadı ve insanlardan uzak kalmaya çalıştı. İznik’e Hama’dan bir zatın gelmesi durum değişti. O zat herkese Eşrefoğlu’nun menkıbelerini anlatmaya başlayınca , İznik halkı kendisine hürmet ve itibar göstermeye başladı. Bundan rahatsız olan Eşrefoğlu Rumi dağlara çekildi , tekrar uzlet hayatına başladı. Dağlarda dolaşırken bir köylü onu gördü ve suçlu sanarak yakaladı. Gayesi onu teslim alıp mükafat almaktı. Fakat onun şöhretini duyan köylünün annesi , kendisini tanıyınca mesele anlaşıldı , köylü ve annesi de Eşrefoğlu’na talebe oldu. Bunun üzerine İznik’e dönen Eşrefoğlu asıl vazifesi olan insanlara doğru yolu anlatmaya başladı. İlk talebesi olan ve kendisini yakalayan köylü onun için Pınarbaşı denilen yerde bir dergah yaptırdı. Eşrefoğlu Rumi , burada talebelerine ders vermeye , Kadiri yolunu yaymak için çalışmalara başladı. Talebelerinin nefsini terbiye etmek için , riyazet ve mücahedeler yaptırmaya , gurur , kibir , ucb gibi kalp hastalıklarından kurtarmaya büyük gayret gösterdi.


Bir gece Eşrefoğlu Rumi , dergahında ibadet ediyordu. Bu sırada bir ışık peyda oldu. O ışıktan şöyle bir hitap duyuldu : “ Ey kul ! Dile benden ne dilersen. Bütün haram olan şeyleri sana helal kıldım.” Eşrefoğlu bir anda Allahü tealanın izni ile sesin sahibi olan şeytanı yakaladı. Avucunun içinde sıkmaya başladı. O anda şeytan ; “ Ya şeyh ! Ne yapıyorsun ? Allah bana kıyamete kadar mühlet vermiştir. Sen ise beni öldürmek istiyorsun.” deyince Eşrefoğlu ; “ Ey mel’un ! Sen benim talebelerimin ve dostlarımın imanlarına kasdetmeyeceğine dair söz verirsen salarım.” dedi. Şeytan da ; “ Onların imanlarına kasdetmeyeceğime söz veriyorum.” dedi. Bunun üzerine Eşrefoğlu Rumi ; “ Ey mel’un ! Allahü Teala ile olan ahdine vefa etmedin. Benimle olan ahdine mi vefa edeceksin. Bildiğin şeyden geri kalma.” dedi ve saldı. Talebeleri ; “ Onun şeytan olduğunu nereden anladınız ?” diye sorunca ; “ Bütün haramları sana helal kıldım , deyince anladım. Çünkü Allahü tealanın haram ettiği şeyler zata mahsus değildir. Kıyamete kadar bakidir.” Buyurdu. Türbesi Bursa – İznik’de 

Huysuzlar Türbesi.. bursa .iznik




Huysuzlar Türbesi, İznik’te Atatürk Caddesi üzerinde yer alıyor, İstanbul Kapıya doğru giderken solda kalacaktır, fotoğraflarda görebileceğiniz gibi, üstü açık bir türbe, içerisinde üç adet mezar bulunmakta yada lahit, , ek olarak türbeye ait bir kitabe de olmadığından  hikaye halk efsanesi tarzındadır.


yaramazlık yapan çocukları, Huysuzlar Türbesine getirip bir süre bıraktıklarında uslanacaklarına inanıyorlarmış, hatta elbiseleri de oraya bırakıp öylece çıplak geri dönüyorlarmış.

Cahidi Sultan türbesi...edirne




Cahidi Sultan
Câhidî Ahmed Efendi, XVII. yüzyılın önemli mutasavvıflarından biridir. Aslen Edirneli’dir. Rumeli’li bir ailenin çocuğu olup babasının ismi Muhammed’dir. Gerçek adı Ahmed’dir, Câhidî ise mahlasıdır. Padişah IV. Mehmed’in Câhidî’yi rüyasında görmesi üzerine, Çanakkale’nin Kilitbahir beldesine gelerek kendisini ziyaret eder. Padişah, bu ziyaret sırasında maddi ikramları kabul etmeyen Câhidî’yi “Sultan” ünvanı ile manen taltif eder. Böylece halk arasında “Câhidî Sultan” şeklinde meşhur olmuştur.
Câhidî, genç yaşta Edirne’den gelip Gelibolulu Şeyh Ömer Karibî (Kutub Ömer) Efendi’ye intisab eder. Seyr ü sülûkünü tamamladıktan sonra icazetini alır ve o zamanki ismi ile Kiludu’l-Bahr’e gelerek şimdi bulunduğu yere tekkesini kurar ve irşad faaliyetlerine başlar. Burada Kerime Hatun ile evlenir. Bu evlilikten Âdem ve Lütfullah adında iki oğlu olur. Âdem Efendi, babasından 17 yıl önce 1053/1643 yılında vefat eder. Kabri türbenin dışında güney cephededir. Halk arasında keramet ehli bir hanım olduğu söylenen eşi Kerime Hatun ise Câhidî’nin yanında metfundur.
Ahmed Câhidî hazretleri çok cömert ve vakar sâhibi idi. Gece-gündüz Kur’ân-ı kerîm okurdu. Âlimlerden haberleri doğru olarak naklederdi. Allah korkusundan çok gözyaşı dökerdi. Dünyânın parlaklığına ve malına îtibâr etmezdi. Bu hâlleri sebebiyle kısa zamanda çevresinde tanındı ve herkes tarafından sevildi. Talebeleri çoğaldı. Kilidü’l-Bahr’de asıl tanınması ise şu hâdiseye dayanır:
Bir gün Ahmed Câhidî Efendi, Çanakkale’ye geçmek için Kilidü’l-Bahr iskelesine geldi. Parası olmadığı için zamânın kayıkçıları kendisini kayığa almadılar. Üzgün bir hâlde dönüp evine geldi. Kendisini gören hanımı Kerîme Hâtun niçin gitmediğini sordu. Câhidî hazretlerinin kayığa alınmadığını söylemesi üzerine de; “Al şu seccadeyi de bin üzerine, Çanakkale’ye geç-gel.” dedi. Bu şekilde Çanakkale’ye geçen Câhidî Efendiyi gören kayıkçılar şaşırıp kaldılar. Böylece onun büyük bir velî olduğunu anladılar.
Talebelerinden birisinin sohbet esnâsında kalbin ne şekilde terbiye edileceğine dâir sorduğu suâle Ahmed Câhidî hazretleri şu cevâbı verdi:
“Tarîkatlarda asıl olan kalbin çeşitli hastalıklarından temizlenerek şifâ bulmasını temin etmek, onu güzel sıfatlarla süslemektir. Allahü teâlâyayaklaşmanın yolları tövbe, nefsini hesâba çekme, yaptığı işlerden gurura kapılmama ve ümitli olmak gibi kalbî makamlarla, doğruluk, samîmiyet, ihlâs, sabır gibi güzel hasletlerdir. Tasavvuf yolunda yürüyen kimse bu vasıflarıyla cenâb-ı Hakk’a yaklaşırsa, mârifet ehlinden olur ve bu sûretle en yüksek derecelere kavuşur.“
Ahmed Cahidî hazretleri bir soru üzerine de tarîkatlerde esas olan zikri dört madde halinde özetledi.
1. Dilin zikri: Kalpten kötülüklerin izale edilmesini sağlayacak olan cenâb-ı Hakk’ın anılması.
2. Kalbin zikri: Allahü teâlâyı kalpten tefekkür etmek, düşünmek ve O’nun kalbe nazar ettiğini bilmek.
3. Nefsin zikri: Harf ve ses yerine his ve hayâl ile içten, kalpten Allah’ı anmak.
4. Rûhun zikri: Cenâb-ı Hakk’ın kâinâtta tecellî eden, güzel sıfatlarının netîcesine bakarak O’nu tefekkür etmek, düşünmektir.
Bu zikir çeşitleri kişiyi kemâl mertebesine ulaştırmak için en kuvvetli yoldur. Bunlar tarîkatta zikir çeşitlerinin özetidir. Gayrisi teferruâttan ibârettir.”
Ve talebelerine; “Lâ ilâhe illallah, diyerek kalbinizin pasını siliniz.” dedikten sonra, şu şiiri söylerdi:
Her kelâmın âlâsı, Lâ ilâhe illallah
Cümle varın mevlâsı, Lâ ilahe illallah
Cümle derdin dermânı, koma dilinden anı
Müminlerin îmânı, Lâ ilâhe illallah
Tâliblerin şükrüdür, kalplerinin fikridir
Dillerinin zikridir, Lâ ilâhe illallah.
Câhidî Ahmed Efendi, Halvetiyye Tarikatı’nın Ahmediyye şubesinin Uşşâkiyye koluna mensuptur. Hayatı boyunca birçok mürid ve halifeler yetiştirmiştir. İsmine izafeten tesis ettiği Câhidiyye Tarikatı, vefatından sonra oğlu Lütfullah Efendi tarafından temsil edilmiş ve kısa sürede Çanakkale, Edirne ve Bursa’da yayılmıştır. Câhidîlik, XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar, Bursa’da bir kaç farklı tekkede aynı anda faaliyet gösteren önemli tarikatlardan biri olmuştur.
Doğum tarihi tam olarak tespit edilememekle beraber, XVI. yüzyılın sonlarında doğduğu kuvvetle muhtemel olan Câhidî Ahmed Efendi, 1070/1659–60 yılında vefat etmiştir. Türbesi Çanakkale – Kilitbahir köyünde Cahidi Sultan camiindedir.
kaynak :


 tasavvuf dergisi ,17.sayı, cahidi ahmet efendi’nini ”abdest namaz ve hac ” ibadetlerine dair bazı batıni yorumla, Dr. Hamdi Kızıler