Harabati Baba Tekkesi ve Makedonya
Tetovalı (Kalkandelen) hamiyetperver, misafirperver Cumali abimiz; 19 yaşlarında Sırbistan-Kosova muharebesinde mücahede etmiş, daha sonraları Makedonya’da ortaya çıkan iç savaşta Makedonlara karşı mücadelelerde bulunmuş ve hâl-i hazırda ecdaddan yâdigar bir vakfın, Harabati Baba Tekkesi’nin, meşgalesine hâdim bir mücahiddir. Kendisi, bizleri babacan bir tavırla kapıda selamlıyor ve tekkenin tarihi çardaklarından birinde ağırlayarak naif ve sevimli bir Türkçe ile anlatmaya başlıyor:
Harabati Baba Tekkesi, Kanuni Sultan Süleyman’ın ilk eşi olan Mahidevran Hanım’ın ağabeyi Server Ali Paşa tarafından 1538 yılında kurulmuştur. Sersem Ali Baba diye de anılan bu zât, aynı zamanda ricâl-i devlettendir. Rivayet olunur ki, birgün Ali Baba gördüğü bir rüya üzerine devlet işlerini bırakıp Hacı Bektâş-ı Velî dergâhında inzivâya çekilmek için padişahtan izin ister. Bu duruma şaşıran Sultan Süleyman, “Sen sersem mi oldun? Vezîrlik bırakılır da orada Dervîşlik mi yapılır” deyince “Kabûlümdür Sultânım, varsın bana Sersem Alî desinler. Fakir müsaadenizi ricâ ederim”, diye cevap vermiş ve padişah da izin vermiştir. Daha sonra çeşitli sebeplerden ötürü Hacı Bektaş Veli dergâhından uzaklaştırıldığı ve Kalkandelen'e geldiği düşünülür.
Kalkandelen’deki tekke asıl adını Sersem Ali Baba’nın ölümünden sonra yerine geçen, Cumali abinin dediği üzere Mehmet Bey’den, yani nâm-ı müsteâr Harabati Baba’dan almıştır. 16. yüzyılda Malatya’dan Kalkandelen’e gelen Harabati Baba, tekkeyi dergâha çevirmiş, 1799 yılında Kosova Valisi Recep Paşa'nın kuruculuğunda bir vakıf, dergâhın içinde oluşturulmuş ve 50 hektarlık arazi vakfedilmiştir.
Aradan yıllar geçer, Osmanlı hakimiyeti bölgeden izmihlâl eder, zalim bir Yugoslav rejimi gelir ve dergâhı kapatır. Dergâh 1948 yılında eşkiyalar tarafından yakılıp yıkılır, Komünist rejim tarafından turistik bir mekan haline getirilir; içerisinde gazinolar, diskolar açılır ve bu durum Yugoslavya dağıldıktan sonra da devam eder.
2001 yılında gelindiğinde ise Makedonya’da bir iç savaş yaşanır, haklarını arayan Müslümanlar ile Makedon askerler çarpışır. Cumali abimiz de bu savaşta yer alır, ve bir grup mücahid ile birlikte Harabati Baba Tekkesi’ni kuşatırlar. Komutanlarının emri ile birlikte “Allah u Ekber” nidalarıyla tekkeye girerler ve Makedon askerler silahlarını öylece bırakıp arkalarına bakmadan kaçıp giderler.
O gün bu gündür, Cumali abi ve hayatta kalan arkadaşları tekkenin bir nevi muhafızlarıdırlar. Makedonya Devleti tekkeye tapu vermemesine rağmen, tekke faal bir vaziyettedir ve hükümet tekkeyi tekrar kapatmaya cesaret edememektedir. Arnavut asıllı Üsküp’te yaşayan şoförümüz Orhan abinin tekkeden ayrıldıktan sonra laf arasında vermiş olduğu, Cumali abi ve arkadaşlarının iç savaştan kalma silahlarının tekkede gömülü olduğu ve herhangi bir karışıklık halinde müdafaya hazır oldukları, brifingleri de bu mücahidlerin hâlâ teyakkuzda olduğunu göstermektedir.
Yine Cumali abinin sohbet esnasında belirttiği şu ufak detay ilginçtir; tekkede bulunanan ve Alevi-Bektaşi olduğu iddia edilen bir dede vardır. Namaz kılmaz, oruç tutmaz, devamlı içki içermiş. Orhan abinin dediğine göre birçok hasta ziyaretçisi olurmuş ve bu dede onlara üflermiş. Ayrıca meclisinde güya Hz. Ali ve Hz. Muhammed’in fotoğrafları olduklarını iddia ettikleri tablolar duvarlara asılıymış. İşin en garip yanı ise, Makedonya’nın başkenti Üsküp’ün merkezi bir yerinde devasa büyüklükte olan bir Amerikan elçiliği aracılığıyla Amerikalıların, Harabati Baba Tekkesi’nde bulunun bu Alevi-Bektaşi dedeyi aşırı derecede desteklemesidir ve, belki de bu sebepten ötürü, tekkede Amerikan bayrağının dalgalanmasıdır.
Son olarak, yine bu abilerimizin ifadelerine göre; Makedonya’da bulunan Müslüman siyasi partilerin bir birlik oluşturamadıklarından dolayı hükümeti baskın bir şekilde Hristiyan Makedonlar oluşturuyor. Halbuki, Müslüman siyasi partiler arasında bir birliktelik olsa, neredeyse %50’lik siyasi bir gücü elde edebilmeleri söz konusu. Ancak bu ittihad sağlanamadığı için bazı sosyal, siyasal ve dini haklardan da mahrum kalıyorlar. Şöyle ki; 2001 yılında yaşanan iç savaşa kadar kayda değer bir çoğunlukta olan Müslüman Arnavutlar kendi dillerinin tahsilini yapamıyorlardı. Bunun yanında, hâlâ Müslümanların devlet kadrolarında yer alma şansları Hristiyan Makedonlara göre çok daha düşük ve ayrıca devlet kilise ve manastırlara muttasıl yardımlarda bulunurken camiiler için aynı durum söz konusu değil. Dolayısıyla, büyük bir çifte standart yaşanıyor.
Makedonya’da, özellikle Üsküp’te bulunan ecdaddan miras cami ve vakıfların restorasyon çalışmaları ve faaliyetlerinin sağlanması adına Türkiye’nin TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı) aracılığıyla ciddi yardımları bulunuyor. Bu yüzden, Türkiye’ye müthiş bir teveccühleri var ve özellikle Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı çok seviyorlar. Üsküp sokaklarında Türk bayraklarının yanında Erdoğan posterleri ve Ak Parti afişleri görmek mümkün. Sokakta, kahvede, camide konuştuğum insanlar hatta çocuklar Türkiye’yi ve Erdoğan’ı çok sevdiklerini Türkiye'den geldiğimi öğrenir öğrenmez ilk fırsatta belirtiyorlar. Türkiye’nin kendilerine çok desteklerde bulunduklarını söylüyorlar. Ve şunu da not etmek gerekir; Cumali abinin bizleri yolcu ederken söylemiş olduğu “Erdoğan bizim Halifemiz” sözü, Türkiye’nin ve Erdoğan’ın bu insanlar için ne kadar önemli olduğunu gözler önüne sermektedir.
Evet, bizler her ne kadar bu durumu yaşadığımız coğrafyalardan idrak edemesekte, yurt dışını açıldığımız zaman veya oralarda yaşayan insanlar ile tanışıp görüştüğümüz zaman gerçekten çok iyi anlayabiliriz. Balkanlardan Ortadoğu’ya, Afrika’dan Uzakdoğu’ya kadar; o şanlı Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye’nin yâdigarı Türkiye’ye bel bağlayanların refîki olmak, kan ağlayan ümmetin/mazlumların sesi olmak, eskisi gibi dünyaya adalet yaymak bizlerin görevidir. Bu bilinçle hareket edip gündelik, basit siyasetleri terk etmeliyiz. Ufkumuzu geniş, hedeflerimizi yüksek tutmalıyız. Bu kutsal vazifeyi yerine getirebilmek için öncelikle sağa sola bakmadan biz önden koşmalıyız. Başaramazsak eğer bizlerle aynı mefkureyi paylaşan hemhallerimizin peşinden gitmeliyiz.
Cumali abiler... emsalleri... tankla, tüfekle cihad ettiler. Bizler ise, "Âlimin mürekkebi şehidin kanından üstündür." itikadıyla el'an kalemimizi kılıç yapıp savaşacağız. Ümmet için/insanlık için, yeri geldiğinde Cumali abiler gibi olacağız, lakin her dem Âlim olma yolunda da geri kalmayacağız!
Belki hayal, belki saçma, belki mücerret şu anki hissiyatımdan dolayı bu düşüncelerim... Ancak; o toprakların yetiştirdiği, Üsküplü ünlü şairin de dediği gibi, “İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.”
Vesselâm...
Tetovalı (Kalkandelen) hamiyetperver, misafirperver Cumali abimiz; 19 yaşlarında Sırbistan-Kosova muharebesinde mücahede etmiş, daha sonraları Makedonya’da ortaya çıkan iç savaşta Makedonlara karşı mücadelelerde bulunmuş ve hâl-i hazırda ecdaddan yâdigar bir vakfın, Harabati Baba Tekkesi’nin, meşgalesine hâdim bir mücahiddir. Kendisi, bizleri babacan bir tavırla kapıda selamlıyor ve tekkenin tarihi çardaklarından birinde ağırlayarak naif ve sevimli bir Türkçe ile anlatmaya başlıyor:
Harabati Baba Tekkesi, Kanuni Sultan Süleyman’ın ilk eşi olan Mahidevran Hanım’ın ağabeyi Server Ali Paşa tarafından 1538 yılında kurulmuştur. Sersem Ali Baba diye de anılan bu zât, aynı zamanda ricâl-i devlettendir. Rivayet olunur ki, birgün Ali Baba gördüğü bir rüya üzerine devlet işlerini bırakıp Hacı Bektâş-ı Velî dergâhında inzivâya çekilmek için padişahtan izin ister. Bu duruma şaşıran Sultan Süleyman, “Sen sersem mi oldun? Vezîrlik bırakılır da orada Dervîşlik mi yapılır” deyince “Kabûlümdür Sultânım, varsın bana Sersem Alî desinler. Fakir müsaadenizi ricâ ederim”, diye cevap vermiş ve padişah da izin vermiştir. Daha sonra çeşitli sebeplerden ötürü Hacı Bektaş Veli dergâhından uzaklaştırıldığı ve Kalkandelen'e geldiği düşünülür.
Kalkandelen’deki tekke asıl adını Sersem Ali Baba’nın ölümünden sonra yerine geçen, Cumali abinin dediği üzere Mehmet Bey’den, yani nâm-ı müsteâr Harabati Baba’dan almıştır. 16. yüzyılda Malatya’dan Kalkandelen’e gelen Harabati Baba, tekkeyi dergâha çevirmiş, 1799 yılında Kosova Valisi Recep Paşa'nın kuruculuğunda bir vakıf, dergâhın içinde oluşturulmuş ve 50 hektarlık arazi vakfedilmiştir.
Aradan yıllar geçer, Osmanlı hakimiyeti bölgeden izmihlâl eder, zalim bir Yugoslav rejimi gelir ve dergâhı kapatır. Dergâh 1948 yılında eşkiyalar tarafından yakılıp yıkılır, Komünist rejim tarafından turistik bir mekan haline getirilir; içerisinde gazinolar, diskolar açılır ve bu durum Yugoslavya dağıldıktan sonra da devam eder.
2001 yılında gelindiğinde ise Makedonya’da bir iç savaş yaşanır, haklarını arayan Müslümanlar ile Makedon askerler çarpışır. Cumali abimiz de bu savaşta yer alır, ve bir grup mücahid ile birlikte Harabati Baba Tekkesi’ni kuşatırlar. Komutanlarının emri ile birlikte “Allah u Ekber” nidalarıyla tekkeye girerler ve Makedon askerler silahlarını öylece bırakıp arkalarına bakmadan kaçıp giderler.
O gün bu gündür, Cumali abi ve hayatta kalan arkadaşları tekkenin bir nevi muhafızlarıdırlar. Makedonya Devleti tekkeye tapu vermemesine rağmen, tekke faal bir vaziyettedir ve hükümet tekkeyi tekrar kapatmaya cesaret edememektedir. Arnavut asıllı Üsküp’te yaşayan şoförümüz Orhan abinin tekkeden ayrıldıktan sonra laf arasında vermiş olduğu, Cumali abi ve arkadaşlarının iç savaştan kalma silahlarının tekkede gömülü olduğu ve herhangi bir karışıklık halinde müdafaya hazır oldukları, brifingleri de bu mücahidlerin hâlâ teyakkuzda olduğunu göstermektedir.
Yine Cumali abinin sohbet esnasında belirttiği şu ufak detay ilginçtir; tekkede bulunanan ve Alevi-Bektaşi olduğu iddia edilen bir dede vardır. Namaz kılmaz, oruç tutmaz, devamlı içki içermiş. Orhan abinin dediğine göre birçok hasta ziyaretçisi olurmuş ve bu dede onlara üflermiş. Ayrıca meclisinde güya Hz. Ali ve Hz. Muhammed’in fotoğrafları olduklarını iddia ettikleri tablolar duvarlara asılıymış. İşin en garip yanı ise, Makedonya’nın başkenti Üsküp’ün merkezi bir yerinde devasa büyüklükte olan bir Amerikan elçiliği aracılığıyla Amerikalıların, Harabati Baba Tekkesi’nde bulunun bu Alevi-Bektaşi dedeyi aşırı derecede desteklemesidir ve, belki de bu sebepten ötürü, tekkede Amerikan bayrağının dalgalanmasıdır.
Son olarak, yine bu abilerimizin ifadelerine göre; Makedonya’da bulunan Müslüman siyasi partilerin bir birlik oluşturamadıklarından dolayı hükümeti baskın bir şekilde Hristiyan Makedonlar oluşturuyor. Halbuki, Müslüman siyasi partiler arasında bir birliktelik olsa, neredeyse %50’lik siyasi bir gücü elde edebilmeleri söz konusu. Ancak bu ittihad sağlanamadığı için bazı sosyal, siyasal ve dini haklardan da mahrum kalıyorlar. Şöyle ki; 2001 yılında yaşanan iç savaşa kadar kayda değer bir çoğunlukta olan Müslüman Arnavutlar kendi dillerinin tahsilini yapamıyorlardı. Bunun yanında, hâlâ Müslümanların devlet kadrolarında yer alma şansları Hristiyan Makedonlara göre çok daha düşük ve ayrıca devlet kilise ve manastırlara muttasıl yardımlarda bulunurken camiiler için aynı durum söz konusu değil. Dolayısıyla, büyük bir çifte standart yaşanıyor.
Makedonya’da, özellikle Üsküp’te bulunan ecdaddan miras cami ve vakıfların restorasyon çalışmaları ve faaliyetlerinin sağlanması adına Türkiye’nin TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı) aracılığıyla ciddi yardımları bulunuyor. Bu yüzden, Türkiye’ye müthiş bir teveccühleri var ve özellikle Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı çok seviyorlar. Üsküp sokaklarında Türk bayraklarının yanında Erdoğan posterleri ve Ak Parti afişleri görmek mümkün. Sokakta, kahvede, camide konuştuğum insanlar hatta çocuklar Türkiye’yi ve Erdoğan’ı çok sevdiklerini Türkiye'den geldiğimi öğrenir öğrenmez ilk fırsatta belirtiyorlar. Türkiye’nin kendilerine çok desteklerde bulunduklarını söylüyorlar. Ve şunu da not etmek gerekir; Cumali abinin bizleri yolcu ederken söylemiş olduğu “Erdoğan bizim Halifemiz” sözü, Türkiye’nin ve Erdoğan’ın bu insanlar için ne kadar önemli olduğunu gözler önüne sermektedir.
Evet, bizler her ne kadar bu durumu yaşadığımız coğrafyalardan idrak edemesekte, yurt dışını açıldığımız zaman veya oralarda yaşayan insanlar ile tanışıp görüştüğümüz zaman gerçekten çok iyi anlayabiliriz. Balkanlardan Ortadoğu’ya, Afrika’dan Uzakdoğu’ya kadar; o şanlı Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye’nin yâdigarı Türkiye’ye bel bağlayanların refîki olmak, kan ağlayan ümmetin/mazlumların sesi olmak, eskisi gibi dünyaya adalet yaymak bizlerin görevidir. Bu bilinçle hareket edip gündelik, basit siyasetleri terk etmeliyiz. Ufkumuzu geniş, hedeflerimizi yüksek tutmalıyız. Bu kutsal vazifeyi yerine getirebilmek için öncelikle sağa sola bakmadan biz önden koşmalıyız. Başaramazsak eğer bizlerle aynı mefkureyi paylaşan hemhallerimizin peşinden gitmeliyiz.
Evet, bizler her ne kadar bu durumu yaşadığımız coğrafyalardan idrak edemesekte, yurt dışını açıldığımız zaman veya oralarda yaşayan insanlar ile tanışıp görüştüğümüz zaman gerçekten çok iyi anlayabiliriz. Balkanlardan Ortadoğu’ya, Afrika’dan Uzakdoğu’ya kadar; o şanlı Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye’nin yâdigarı Türkiye’ye bel bağlayanların refîki olmak, kan ağlayan ümmetin/mazlumların sesi olmak, eskisi gibi dünyaya adalet yaymak bizlerin görevidir. Bu bilinçle hareket edip gündelik, basit siyasetleri terk etmeliyiz. Ufkumuzu geniş, hedeflerimizi yüksek tutmalıyız. Bu kutsal vazifeyi yerine getirebilmek için öncelikle sağa sola bakmadan biz önden koşmalıyız. Başaramazsak eğer bizlerle aynı mefkureyi paylaşan hemhallerimizin peşinden gitmeliyiz.
Cumali abiler... emsalleri... tankla, tüfekle cihad ettiler. Bizler ise, "Âlimin mürekkebi şehidin kanından üstündür." itikadıyla el'an kalemimizi kılıç yapıp savaşacağız. Ümmet için/insanlık için, yeri geldiğinde Cumali abiler gibi olacağız, lakin her dem Âlim olma yolunda da geri kalmayacağız!
Belki hayal, belki saçma, belki mücerret şu anki hissiyatımdan dolayı bu düşüncelerim... Ancak; o toprakların yetiştirdiği, Üsküplü ünlü şairin de dediği gibi, “İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.”
Vesselâm...
Vesselâm...