KARIŞIK

27 Ocak 2016 Çarşamba

Erenler Türbesi / ANKARA / BEYPAZARI

Erenler Türbesi / ANKARA / BEYPAZARI / Nuhhoca-Yıldız Köyleri

Türbenin Yeri: Erenler Türbesi, Ankara İli Beypazarı İlçesi Nuhhoca ile Yıldız Köyü arasında kalan bir tepenin üzerindedir.
Erenler Türbesi
Erenler Kimdir: Erenler Türbesinde üç zat medfundur. Haklarında herhangi bir bilgi yoktur.

Türbenin Durumu: Türbe üzeri açık, üç mezardan oluşmaktadır. Mezarların etrafı çitle çevrilmiş ve mezarlar yeniden inşa edilmiştir. Türbe ve etrafı çam ağaçlarlarıyla kaplıdır.

Ziyaret Nedeni: Türbe değişik dilekler için ziyaret edilmektedir. Bahar aylarında köylüler toplu olarak Yağmur Duası için Erenler Türbesine ziyarete gelirler. Dualar okunur, kurban adakları kesilir ve topluca yemekler yenir. Ayrıca her yıl düzenli hale getirilen Depelarkası Köylerinden Nuhhoca, Yıldız ve Hamzalar Köylüleri toplu olarak türbeyi ziyarete gelmektedir.

Hıdır Dede Türbesi - Sakarya

Hıdır Dede Türbesi - Sakarya


XIII. yüzyılda Anadolu’da faaliyette bulunan Baba İlyas, Hacı Bektaş-ı Veli, Emirci Sutan, Dede Garkın ve Sarı Saltuk gibi oldukça nüfuzlu şeyhler bulunmaktaydı. Vilayetname’de Hacı Bektaş-ı Veli ile ilişkileri Menkıbevi şekilde anlatılan Hıdır Dede adı yer almaktadır. Yine Otman Baba Menakıbnamesi’nde ve XV. yüzyılda yaşamış Şeyh Muhyiddin Çelebi’nin Divan’ında adları geçen Samit Abdal ve Hızır (Hıdır) Dede de o dönemde yaşayan dervişlerdir. Hıdır Dede’yle ilgili söylenceler ve şiirlerde de ise Karaca Ahmet’in oğlu olduğu belirtilmektedir. Ancak ilgili metinlerde Karaca Ahmet ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin yakın dostlarından Hıdır Dede her yerde karşımıza çıkmaktadır. Gerek Karaca Ahmet’in gerek Hıdır Dede’nin sinir hastalıklarının tedavisinde iyi bir ruh hekimi oldukları da bazı kayıtlarda verilmektedir ki, bu durum da bu iki ad arasındaki bağı göstermektedir. 
Vilayetname’de anlatıldığına göre, Hacı Bektaş-ı Veli halifelerine görevlerini bildirip nasiplerini verir. On iki hizmeti de dağıtır. Pirden nasip almak yeni bir hayatın başlangıcı, yeni bir seferin ilk adımıdır. Görev dağıtımı sırasında huzurda bulunmayan Hıdır Dede, Pirden kendisine bir görev verilmediğini anlayınca mahzunlaşır. Hacı Bektaş’ın neden hüzünlenirsin ya Hıdır deyince Hıdır Dede de “görürüm ki bana verilecek hizmet kalmamış ona üzülürüm” deyince Hacı Bektaş-ı Veli gam çekme ya Hıdır. Sen bütün ocakların başısın. Benden düşen, eli kaypan sana gele. Ancak senden eli kaypanın da, dergâhında derdine derman olmaya” der. Karaca Ahmet Sultan’a ait türbenin Pamukova Paşalar Köyü’nde olması ve Vilayetname’de yer alan diğer eren ve evliyaların yakın coğrafya da yer almasından dolayı Taraklı Hıdır Tepe de yer alan bu kişinin Hızır/Hıdır Dede olmasını kuvvetlendirmektedir. 

AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ

AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ





Bu makalenin konusu, 19. Yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan Ahıskalı Bektaşî Şeyhi Hırmen-dâr Ğâmizî Ali Baba’nın eserlerinden biri olan Ğâmizi’l-Acâib’dir. Ğâmizî Ali Baba’nın bu eserinin dışında, Cerîde-i Ğavâmiz, Tercümân-nâme ve Münşeât isimli eserleri de mevcuttur. Ğâmizi’l-Acâib için modern bir isim düşünürsek, Girift Hakikatler diyebiliriz. Ğâmizî Ali Baba eserinde, anlaşılması zor hakikatleri sembolik bir âlemde açıklamaya gayret etmiştir. Makalenin amacı, bu sembolik âlemde önümüze çıkan anlam duraklarını kavrayabilmek ve bu kavrayış sayesinde eserin tamamını ve onun diğer eserlerini yine bu ölçekte anlamaya çalışmaktır. Ğâmizi’l-Acâib mensur bir şathiye olarak değerlendirilebilir. Eser, on iki fasıldan oluşmaktadır. Fasıllar arasında kesin ve sürekli bir bağ yoktur. Genel itibarla bakıldığında, hakikati anlama noktasında, ehlullâhın övüldüğü ve ham sofunun yerildiği görülür. Bunun yanı sıra ruh ve nefs mücadelesi, üçler, yediler, on iki masum konu edilmiştir. Anahtar Kelimeler: Ğâmizî Ali Baba, Ğâmizi’l-‘Acâib, Bektâşîlik, Şathiye, Hakikat THE SHEIKH OF AHISCANIAN BEKTASHIAN HIRMENDAR GAMIZI ALI BABA’S BOOK GAMIZI’L-ACAIB Abstract The subject of this article is Gâmizi’l Acaib, the most important book written by the Sheikh of Ahıscanian Bektashian Hırmen–dâr Gâmizi Ali Baba who lived in the second half of XVIII century. Beside this book, Gâmizi Ali Baba has other three important works named Ceride-i Gavamiz, Tercüman-name, and Münsheat. Mysterious Truths can be given as a modern name to Gâmizi’l-Acaib. Gâmizi Ali Baba tried to explain those truths that seem so difficult to be figured out, with a surrealistic perspective in his work. The purpose of this article is, being able to comprehend the meaning of Gâmizi Ali Baba’s perspectives or his symbolic fields. By doing this, different viewpoints of his all works can be understood. Gâmizi’l-Acâib can be evaluated as a prosaic shathiya. It includes twelve chapters. There are no definite and permanent relationships among the chapters. When the book is examined generally, at the point of understanding the truth, being praised the saints or ehlullah, and being satirized crude pious can be seen. Additionally, the struggles between soul and selfishness/nafs; the thirds, sevens and twelve sinless constitutes the other topics of the book. Keywords: Gâmizî Ali Baba, Gamizi’l-Acaib, Bektashism, Shathiya, Hakikat * Yrd. Doç. Dr., Sakarya Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi, Türk-İslâm Edebiyatı, Sakarya/Türkiye, kmermer@sakarya.edu.tr DOI:10.12973/hbvd.70.119. TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 180 1. Giriş Hakikatin anlaşılma çabası, hakikatin kendisi kadar önemli bir meseledir. Yolyolcu ilişkisinde aktif olan yolcu olsa da, yolun da kendine has kıvrılışları ve görünüş- leri vardır. Yolculuk çift yönlü bir hareketliliğe sahiptir. Yolcu yolda, yol da yolcuda bazı değişikliklere neden olur. Bu seyahatte, varılan nokta son durak değil; yalnızca bir durak olarak kabul edilmelidir. İnsanın var oluşuyla başlayan, hakikati arama yolculuğu her coğrafyada farklı isimler ve renklerle önümüze çıksa da, aslolan insanın böyle değişmez bir meselesi olduğu gerçeğidir. Tasavvuf, kelime kökeni ister sophia ister sof ve isterse suffe olsun; arayıcının, arayanın ve doğal olarak arayışın adıdır (Gölpınarlı, 2004: 41-43). Hicretin ilk yüzyılından itibaren bir zühd ve takva anlayışı içinde ortaya çıkmağa başlayan tasavvuf hareketi, miladi 9. yüzyıldan sonra geniş ve renkli bir dü- şünce sistemi olmuştur. 11. yüzyılda tarikatların kurulmasıyla tasavvuf bütün İslam âlemine yayılmıştır (Ocak, 1984: 1). Elbette Ğâmizî Ali Baba’nın baba ocağı Ahıska da bu âlemin içindedir. Osmanlı döneminde Anadolu’da kurulan ve Balkanlar’da da etkili olan Bayrâmiyye (Bayrâmî Melâmîleri), Celvetiyye, Bektâşiyye gibi tarikatlar ve kolları hem devlet-i aliyye içerisindeki önemli yerleri hem de kültürel manada Osmanlı geleneği öncesine uzanan altyapısıyla zengin bir tasavvufî söyleme sahiptir (Uludağ, 2005: 21; Köprülü, 2003: 46-54). Tasavvuf, bâtının, için, özün bilgisidir. Ahlâkı tasfiye, dışı aydınlatmak, zâhiri ve yaşantıyı temizlemek için yola girmektir. Bu zevk ile tecrübeyle bilinecek anlaşılacak bir ilimdir. Daha doğrusu bir meslektik, yoldur; kendi metodolojisine sahiptir (İz, 2001: 27; Güzel, 2004: 139-140; Kılıç, 2012: 14-15). A. J. Arberry’in hulasa ettiği cetvel merkezinde düşünecek olursak, birinci basamak dünyevi yaşamı terk etmek ve kendini Tanrı’ya adamaktır. Bu bağlamda önce ibadet ve taat konusunda disiplinli olmak gerekir. Ardından yeme içmeden başlayıp hayatın her safhasına dâhil olan bir kişisel yaşantı ahlâkı geliştirmek icap eder. Peşi sıra büyük/kebâir günahların terk edilmesi ve bunun ruhanî boyutta karakterle özdeşleştirilmesi basamağı gelir. Piramidin en üstünde ise tevbe-şükür-havf ve recâ- tevhid-tevekkül-aşk-ihlâs-tefekkür-fenâ fillâh dizgesinde ilerlemekle ulaşılan kulluk/ abd yolu vardır (1990: 74-83). Abdiyet makamında her şeyden ilgisini kesmek ve azat oluşun kodları vardır ki bu İmam-ı Sâdık tarafından en üstün nimet olarak gö- rülmüştür. Çünkü “tüm nimetler özellikle maddî nimetler genellikle gönlü zayi eder. Eğer Allah, bir kuluna bağışta bulunursa, bu hediyenin yeri gönlün dışında olmalı ve ona gönle giriş yasaklanmış olmalıdır. Çünkü gönül Hakk’ın haremidir ve haremde mahremden başkasına giriş yasaktır” (Hakîkî, 2012: 57). Ocak, Bektaşîliğin tasavvuf geleneği içerisindeki tarihsel hikâyesini kısaca şöyle özetler: “XIV-XV. Yüzyıl boyunca, esas itibariyle Yesevî, Hayderî ve Vefâî tari- TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 181 katları bünyesinde yer alan Kalenderî zümrelerinden bu sonuncusuna mensup bulunan Baba İlyas’ın halifelerinden olup, büyük bir ihtimalle aynı zamanda Hayderî de olan Hacı Bektaş-ı Velî (öl. 1271) ananeleri etrafında toplanarak nihayet yeni bir tarikat şekline dönüşen Babaî akımı, kendine isim babası olarak Hacı Bektaş’ı seçti ve böylece XVI. yüzyılda Bektaşîlik adını aldı” (2012: 27). “Tasavvuf ve tarikatların Müslüman Türk kültürüne canlılık ve renk kattığı ve zengin bir muhteva kazandırdı- ğı bilinen bir gerçek olmakla beraber bu konuda ilk sırayı Mevlevîlik ve Bektaşîliğin aldığını kabul etmek lazımdır” (1992: 378). Bektaşilik yolunda hakikati görme çabası ve usulü, tarihsel macerasından daha mühim bir meseledir. Bu yolda yaratılışın hikmeti, elbette mutlak varlık olan Allah’la ilişkilendirilmiştir. Henüz “ol/kün” emri verilmeden bir öz olarak hakikat-i Muhammedî zikredilir. Edip Harabî’nin dörtlüğü, meramımızı izah eder niteliktedir: “ (Kün) hitâbı izhâr olmadan Biz ol kâinatın ibtidâsıyız Kimseler vâsıl-ı Dîdâr olmadan Ol (Kâbe kavseyn)’in (ev ednâ)’sıyız” Harabî bu dörtlükte, Yasin ve Necm suresindeki ayetlerden iktibaslar yapmakta ve Miraç hadisesine telmihte bulunmaktadır. Allah, henüz varlığı inkişaf ettirmeden, ol demeden önce nûr-ı Muhammedî bir öz olarak zaten vardır ve sevgilisinin yanındadır. Henüz hiçbir varlık vücut bulmadan, kavuşmak istenilen gerçek sevgilinin yani Allah’ın varlığı kavranmadan önceki zaman kastedilmiştir. Aynı Hz. Peygamber’in Allah’a olan mesafesi iki yay arası oluncaya kadar ve hatta daha da yakın noktaya gelindiği hâl ile hem-hâl olunduğu ifade edilmiştir. Bu yolda Allah, Hz. Muhammed ve Hz. Ali sacayağıdır, belkemiğidir, bütün algıları birleştiren ana caddedir. Ehl-i Beyt ve on iki imam sevgisi mezkûr caddenin en mühim ve ilk durağıdır. Kırklar meclisi, dört kapı kırk makam yolun esrarlı ve hakikatli fenerleridir (Fığlalı, 1996: 217-276). Ahıskalı Ğâmizî Ali Baba bahsi geçen yolun bütün hassasiyetlerini yansıtan bir karakter olarak önümüze çıkmıştır. Ğâmizî Ali Baba’nın mensur bir şathiye olarak kaleme aldığı eseri Ğâmizi’l-‘Acâib, arayışın doğasına uygun olarak, farklı açıları kullanarak kendi perspektifinden süzülen evreni bize yansıtıyor (Kurnaz ve Tatçı, 2001: 19). Bu evrende bahsini ettiğimiz ana caddenin, mühim durakların, esrarın ve hakikatin izlerini takip etmek mümkündür. 2. Hırmen-dâr Ğâmizî Ali Baba’nın Hayatı ve Eserleri Hakkında Ğâmizî Ali Baba’nın yazı dili ve tekniği göz önünde bulundurularak, çağımıza yakın dönemde yaşadığı bir kanaat olarak ifade edilmiştir (Tatçı, 2007: 149). Esasen bu kanaati kesinleştirmek mümkündür. Ğâmizi’l-‘Acâib’in beşinci faslında, birinci TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 182 anahtar denilen on sekiz harf verilmiştir. Bu harflerin ebced hesabında karşılığı 1271 rakamına denk gelmektedir ki hicri takvime göre verilen bu tarihi miladi takvime çevirdiğimizde 1854/55 senesini elde ederiz. Bu da Ğâmizî Ali Baba’nın yaşadığı zamanı gösteren önemli bir delildir. Mektuplarının sonundaki “Tarîk-ı Bektâşiyye’den Gâmizî Hırmen-dâr Ğâmizî Ali Baba” yahut “Ahıshavî Hırmen-dâr Ğâmizî Ali Baba” kayıtlarından hareketle, tarikatı ve inanç tarzı hakkında da kesin bir bilgiye sahibiz. Bektaşi tarikatına müntesip, Ahıska Türklerinden bir mutasavvıfla, baba sıfatını kullanmasından ve Müderris Kemal Bey’e yazdığı mektuplarındaki usulünden de anlaşıldığı veçhile, bir şeyhle karşı karşıyayız. Baba zaten şeyh, mürşit anlamında kullanılmaktadır ve birçok şeyh bu şekilde –Baba Tahir Uryanî, Baba Arslan v.d.- anılmaktadır. İki tür babalık vardır ki bunlardan ilki soy-nesep babalığı yani cismani babalıktır; diğeri ise ruhanî/manevî babalıktır. Tasavvufta şeyh müridin hakiki babası sayılır. Ğâmizî Ali Baba da Tercüman-nâme’de defalarca, mürşidi Müderris Kemal Bey’e “oğlum” diye hitap etmektedir (Uludağ, 2012: 62). Bektaşîliğin iki büyük kolundan biri kabul edilen Babagân kolunda mürşitlik aşamasına gelmiş, tekkede, dergâhın iç işlerini yöneten dervişlere baba sıfatı verilmektedir. Ayrıca bu mühim şahsiyetler, postnişin icâzetnâmelerini aldıktan sonra, bazen uzak bölgelere halife olarak gönderilmişlerdir (Korkmaz, 2005: 119-120). Ğâmizî Ali Baba’nın yaşadığı yer olan Ahıska, Türkiye sınırına 15 km. uzaklıktadır. Ahıska ilk İslâm fetihleri sırasında ele geçirilmiş fakat ardından defalarca el de- ğiştirmiş bir yerdir. Selçuklular döneminde Alparslan tarafından ele geçirilen Ahıska, ardından Moğol idaresi altına girmiştir. 1578’e gelindiğinde Lala Mustafa Paşa’nın Çıldır Savaşı’yla Osmanlı devleti idaresine geçmiştir. 93 Rus Harbi (1877-1878) sonunda imzalanan Edirne Antlaşması’yla Rusya’ya terk edilmiştir. Bu hadise Ahıska Türklerini üzüntüye boğmuş ve pek çok ağıtın yakılmasına neden olmuştur. “Önemli stratejik bir mevkide bulunan Ahıska’da Evliya Çelebî’ye göre 17. yüzyılda taş bir kale, kale içinde bin yüz kadar toprak ev, pek çok cami, hamam, medrese ve han bulunmaktaydı” (Bostan, 1988:526-527). Eserlerinde bu topraklardaki kavganın izlerine, acıların etkilerine rastlanmaz; çünkü esas gündem tarihsel ve tabiat olaylarının ötesinde duran, daha kadim bir meseleyle, ruhla ve onun düşmanı nefisle ilgilidir. Ğâmizî Ali Baba, tuğrasında hırmen-dâr sıfatını kullanmıştır. Mahrum, nasipsiz anlamındaki bu terkip, bir tevazu ifadesi olarak anlaşılmalıdır. Ğâmizi’l- ‘Acâib eserinden hareketle hayatı hakkında şunları söylemek mümkündür: Bulûğ çağından itibaren yüce bir yol olan tasavvufun hizmetkârı olduğunu ifaden eden Ahıskalı Ğâmizî Ali Baba; gurbet ellerde otuz üç sene boyunca ilim-hikmet yolunda seyahat ettiğini ve yirmi beş senede sekiz tarikatın şöhretli ve övgüye mazhar olmuş şeyhlerine ikrâr verip, günahlarından tövbe ederek uzun bir zaman riyazet ve daimi zikirle hem meşgul hem de bunları yapmaya mecbur olmuştur. Fakat son kertede, bu daimî zikir ve riyazetin ardından, ilâhî tecellileri yalnızca kendi zannıyla ve sübjek- TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 183 tif yargısıyla yorumladığını, onun şu sözlerinden çıkarmak mümkündür: “…Ħayli müddet riyāżet ile devām-ı źikr ile meşġūl ve mecbūr oldı isem de artık kendi ġalebe-i evhāmımdan başķa bir eŝer-i tecelliyāt-ı İlāhiyyeye muvāfıķ düşemedim” (Ğâmizî Ali Baba, 147). Ğâmizî Ali Baba ilim ve irfan seyahatini otuz üç senelik bir zamana ve sekiz tarikatın has bilgisine odaklamakla birlikte, özel olarak iki hocasında bahseder: Şeyh Ahmed-i Kudsî ve Sennârî nâmındaki diğer bir zât. Sennârî nâmındaki hocasını şu sözleriyle tarif ve taltif eder: “… Ĥadd-i źātlarında şeyħu’l-ĥarem olan insān-ı kāmile mülāķāt olınaraķ ĥadden tecāvüz ĥavāriķ-ı ‘āde ve ma‘rifetu’llāha dāir pek çoķ eŝer-i kerāmetlerini müşāhededen mā-‘adā bir müddet ĥalvet-nişĮn olup efkār-ı ġarĮbe ile eźkār-ı ‘acĮbelerinden mā-‘adā kemāl-i źevķ u küĥl-i safā-yı envār ile gözlerimin bāŧınan ĥicāb u ġubārın sildi süpürdi” (Ğâmizî Ali Baba, 147). Ğâmizî Ali Baba’nın hayatı ve bahsi geçen iki hocası hakkında daha fazla bilgi edinebilmek için, bütün ihtimalleri göz önünde bulundurarak, 18. ve 19. yüzyılın bütün tezkirelerini, Sicill-i Osmânî, Şakâik-i Nu‘mâniye ve Zeyilleri, Sefîne-i Evliyâ, Osmanlı Müellifleri, Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü gibi biyografik kaynakları taramamıza rağmen bunlarla alakalı herhangi bir kayda rastlamadık.1 Ğâmizî Ali Baba’nın bilinen eserleri üç tanedir. Bu eserler, üzerinde çalışmış olduğumuz Ğâmizi’l-‘Acâib, ardından başlayan Cerîde-i Ğavâmiz, 2 son olarak ise mü- ridi ve öğrencisi Müderris Kemal Bey’e cevap yahut vaaz u nasihat noktasında yazı- lan edebî-tasavvufî mektuplardan oluşan Tercümân-nâmelerdir. Biz bu listeye, kaynakça noktasında Ğâmizi’l-‘Acâib’in kenar notları olmayan/haşiyesiz bir nüshasını; eser noktasında ise, Münşeât başlığı altında toplanan ve yine oğlum dediği, öğrencisi Müderris Kemal Bey’e yazdığı mektupları ekleyeceğiz. Makalemizde, en kapsamlı ve haşiyesiyle de önem kazanan Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ndeki mezkûr nüsha üzerinden gideceğiz. Nihayetinde, Ğâmizî Ali Baba’ya ait eserlerin nüshalarını şu şekilde sıralayabiliriz: a) Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yazmalar Bölümü, Yazma No: 1138, vr. 147-201 ve aynı yazmanın hâşiyesinde yazılmış Tercümân-nâme s. 161-208.3 b) Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi, Uşşâkî Tekkesi Bölümü, Sınıflama: 297.7, demirbaş: 00270-003, s. 97-151. c) Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi, Uşşâkî Tekkesi Bölümü, Sınıflama: T816.21, 00305-003, demirbaş: 00270-003, s. 20-77. d) Kutbü’l-‘Arifîn Şeyh Gâmizî, (Müstensihi: İsmail Rûşenî), Millî Ktp. Yz. A. 7590/2, s. 1-181. TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 184 3. Ğâmizi’l-‘Acâib’in Fasılları/Bölümleri Ğâmizi’l-‘Acâib on iki fasıldan/bölümden oluşmaktadır. Buradaki on iki sayısı Alevî-Bektaşî yolunun temel dayanaklarından olan on iki imama bağlı bir seçim olarak düşünebiliriz. Ğâmizî Ali Baba eserinde sırasıyla şu konuları işlemiştir. Birinci fasılda, şeyhinin yardımıyla bir istihareye yatan Ğâmizî Ali Baba, hayretlere gark olacağı şeyler görür. Sûfînin eğitimi açısından çok mühim olan bu tecrübe aynı fasılda detaylandırılır. İkinci fasılda, Alevî-Bektaşî geleneğinde mühim bir yeri olan Kırklar meclisinden bahsedilir. Üçüncü fasılda, nefs ve ruh karşılaştırması, bunların kendine has özellikleri, salt bir maddî varlığın nasıl da ağır bir yük olduğundan dem vurulur. Dördüncü fasılda, riyakârca davranan ve ne taatinin ne de ibadetinin aslı olmayan sahte sûfîden bahsedilir. Beşinci fasılda, nefsin eğitimi ve nüsha-i mevcûdât/mikro kozmos olan insanın özellikleri anlatılır. Altıncı fasıl, yedi basamaklı ve ayrıca renklerle de ilişkilendirilen bir kevn/ oluş haritası hakkındadır. Basamaklar nefis mertebelerinden bahseder. Dıştan içe, yüzeyden merkeze doğru bir seyrin hakikati gösterilmek istenir. Yedinci fasılda, oğlu gibi gördüğü Müderris Kemal Efendi’ye verilen bazı nasihatler söz konusudur. Sekizinci fasıl bir manzûme parçayla başlar ve ardından vahdet meselesi gündeme gelir. Dokuzuncu fasılda, akıl, ruh, nefs ve bunların nasıl ıslâh olunacağından bahsedilir. Onuncu fasılda, nefsin mahiyeti, tabakaları ve seyr-i sülûk meselesi konu edilir. Ayrı- ca ilmin yahut bilmenin mertebeleri de gündemdedir. On birinci fasılda, kıyametin iç ve dış yüzü, keramet sahibi veli kulların ahvâli; on ikinci fasılda ise, halvet içre bir ibadet geçirerek devşirilen güzelliklerden dem vurulur. 3.1. Fasl-ı Evvel/Birinci Bölüm İlk fasılda şeyhinin destur vermesiyle ve ondaki hâlleri şeyhi anlayabilsin diye istihareye yatan Ğâmizî Ali Baba, gördükleri karşısında hayretlere gark olmuş; âdeta kendisini o yeni âlemde kaybetmiştir. Alnını şeyhinin göğsüne koyan Ğâmizî Ali Baba, göğsüne çekilen bir azîm tuğra ile kendisinden geçmiştir. Bu detayın ardından rüyasını anlatan Ğâmizî Ali Baba, artık yalnızca sembollerle, sayılarla hakikati ifadelendirir: “Miŝāl-i rü’yāda ellerime bir büyük ħalķa geçirüb üzerinde ŧoķuz altun zencĮr ve đoķuzar ķulaç olaraķ ŧakub büyük ħalķa merkez oldı. Āndan bir ‘ažĮm śaĥrāda bulunub dört yataķ ve beş yorġan ve altı çār-şeb ve yedi yaśtıķ ve üç boy kilimde yatub mükerrem muŧalsam şeb-i žılāmda on iki sā‘at gözümi yumdım” (G. A., 148). Buradaki âlem elbette sembolik bir âlemdir. Dokuz sayısı burada “Tanrı’nın, dokuz sudur (oluşum, varoluş ya da varlığa geliş) kademesindeki dokuz varoluş biçimini simgeleyen kutsal sayı” olarak düşünülebilir (Korkmaz, 2005: 195) Diğer edebî yahut tasavvufî metinlerde nüh felek tamlamasıyla birçok defalar önümüze çıkan bu TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 185 terkip galaktik sistemde dünyanın ve bu dünyada insanın durduğu yeri göstermek bakımından önemli bir kalıptır. Ayrıca eski Türk inanışını derinden etkileyen Şamanist ögeler dikkate alınırsa, dokuz sayısı kadim bir hafızanın ürünü olarak nitelendirilebilir: “Dokuz ağaç, dokuz dallı ağaç, dokuz boy, dokuz Oğuz, dokuz felek, dokuz dev gibi” (Demirel, 1995: 106). Dört yataktan kasıt Ahmed-i Yesevî ve onun feyiz sofralarından beslenen Hacı Bektâş-ı Velî’de çokça görülen dört unsur meselesiyle yakından ilgilidir. Bu unsurlar ayrıca kadîm Yunan felsefesi açısından da önem arz eder. Anâsır-ı erbaa olarak bilinen bu algıda, hava, su, ateş ve toprak elementleri ve bu elementlerin terkibinden meydana gelen makro kozmos olarak evren, nihayet onun özeti olan insan/nüsha-i mevcûdât kast olunur. Örneğin Hacı Bektaş-ı Velî Arapça kaleme aldığı eserinde, dört kapı ve bu kapıların arasını dolduran, insanı bir sonraki merhaleye ulaştıran kırk basamaktan söz eder. Âbidler şeriat ehlidir ve asılları havadan/yeldendir. Zahitler tarikat ehli olup asılları ateştendir. Marifet ehli olan ariflerin aslı sudan ve muhabbet ehli olanların aslı ise topraktandır (Hacı Bektâş-ı Velî, 2007: 44-59). Beş yorgan diyerek kast olunan ise, kuvvetli ihtimalle hazarât-ı hamsedir. Varlığın beş temel kategorisi bu isimle anılır. Allah’tan zuhur eden varlıkların geçirdiği aşamalardır. Göksel olandan, yere doğru bir iniş vardır ki insanın indiği âleme misâl; ve bütün varlıkların künhünü gösteren âlem ise insanın kendi âlemidir (Cebecioğlu, 2004: 260-261; Uludağ, 2012: 163). Buradaki beş aşama şöyle sıralanabilir: “Mutlak gayb hazreti, a‘yân-ı sâbite âlemi, mutlak şehâdet hazreti, mülk âlemi, izafî gayb hazreti… Beş hazrete tenezzülât-ı hams denir” (Uludağ, 2012: 163). Ğâmizî Ali Baba’nın altı çarşaf dediği muhtemeldir ki, Allah ve Hz. Peygamber’in ailesi yani Ehl-i Beyt’tir. Allah, Hz. Muhammed (sav), Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin şeklinde bu altıyı sayabiliriz. Ayrıca yalnızca erkekler tarafından dönülen bir semah türü vardır ki buna da altıya girmek semahı denmektedir. Yedi yastıktan kast olunan şeyler çeşitlendirilebilir. Buradan hareketle, yedi âlem, yediler/yedi abdal, yedi gök, yedi ata, Hz. Muhammed’in, Hz. Ali’de gördü- ğüne inanılan yedi üstün sıfat –ki bunlar kemâlet, cemâlet, fazîlet, adâlet, merhamet, marifet ve hakikattir- Fatma Ana kuşağının yedi rengi, yedi erkân, yedi farz, yedi tamu, yedi çizgi ve yedi delik bu şeyler içinde ilk akla gelenlerdir (Korkmaz, 2005: 170). Buradaki yastığın seçilmesi insanın başını dayadığı ve ona bir manada güven ve huzur sunan bir eşyadır. Ayrıca Ğâmizî Ali Baba’nın zihinsel dünyasını ve ahlâkî düsturlarını kuşatan bir âlemin sembollerindendir. Bize göre burada öne çıkan ihtimal, Gayb erenleri hiyerarşisinde Üçler’den sonra gelen ve kendilerinde keramet nevinden olağanüstü hâller olan âriflerdir. Ğâmizi’l-‘Acâib’in altıncı faslında yedi renk üzerinden yedi âlem okuması yapan Ğâmizî Ali Baba yine aynı merkeze doğru zihin oklarını göndermiştir. Bu TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 186 katmanlar, âlem-i şehâdet, âlem-i misâl, âlem-i ervâh, âlem-i ceberût, âlem-i lâhût, âlem-i nâsût, âlem-i hakîkattir (Uludağ, 2012: 53). Böylece görüngü dünyasından yukarıya doğru yani hakikat merkezine bir yükseliş hedeflenir. Bu çerçevede yedi tavır yani etvâr-ı sebanın katmanları da zikredilmelidir. Tab‘, nefs, kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ skalası, aynı zamanda nefsin yedi derecesine göre değişen hâletleri temsil eder (Cebecioğlu, 2004: 198). Yedi nefs meselesi yani nefsin mertebeleri, yatağını yorganını, yastığını yanında taşıyan bir anlamda ilmî ve ahlâkî bir seyahat/hicret hâlinde olan yolcunun/salikin kendi içindeki konaklarını gösterir. Yükseliş ve düşüş (urûc ve nüzul) hem zâhirde hem de bâtında önümüze çıkan tasavvufî bir gerçekliktir. Zaten Ğâmizî Ali Baba da eserinin sayfa kenarlarında yani hâşiyesinde övülen yedi nefsten bazılarının kendilerine has özelliklerini zikretmiştir: “Nefs-i Emmāre: Buħl ve ħırś ve cehl ve kibr ve ĥased ve ħıyānet ve yalan vaśf-ı menħûslardan ‘ibāretdir. Nefs-i Levvāme: Heves ve mekerr ve ‘ucub ve ‘ışret ve temennâ ve ruĥśat ve ibāĥat bu vaśf-ı mekrūhlardandır (Gâmizi’l-‘Acâib Hâşiyesinde, 149). Nefs-i Mülheme: Seħāvet ve ķanā‘at ve ‘ilm ve tevāżu‘ ve tevbe ve śabr ve ‘amel bu śıfat-ı memdūĥadan ‘ibāretdir. Nefs-i Muŧmainne: Cūd, tevekkül, tereddüd, ĥilm, ‘ibādet, şükr, rıżā bu śıfat-ı meşkūreden ‘ibāretdir. Nefs-i Rāżiyye: Kerāmet, zühd, iħlāś, taķvâ, riyāżet, vera‘, ħulķ-ı ĥasen. Nefs-i Marżiyye: Luŧf, ķurb, ħilāfet, śafā, źevķ, şerāfet, tecellî” (G. A. H., 149). Sembolleri okuma çabamızda bu sefer de üç boy kilimde yatmak ibaresine rast geliyoruz. Bundan kasıt insanın kendi makamına seyrini ifade eden mevâlid-i selâse/ maden-bitki-hayvan olabilirse de, kuvvetle muhtemeldir ki bir Bektâşî şeyhiyle karşı karşıya olduğumuzdan kast olunanın Gayb erenleri/Üçler olma ihtimalini ve herkes- çe malum Hakk-Muhammed-Ali üçlüsünü de göz önünde bulundurmalıyız. “Üçler, Hakk’tan istimdâd eder, halka imdât eder, insanlara şiddet ve kahırla değil; mülayemet ve merhametle muamele eder. Üçlerden biri aralıksız ve kesintisiz Hakk’tan aldığı feyzi halka akıtır. Üçler bir kutup, iki imamdan oluşur. Kutbun, Allah katındaki ismi Abdullâh’tır, kutbu’l-aktâb ve gavs-i azam olarak da bilinir…. Hatm-i evliya da üçtür: Hz. İsa, Muhammed Mehdi, İbn Arabî” (Uludağ, 2012: 367). Ayrıca Alevî- Bektâşî terbiyesinin temelini oluşturan eline-diline-beline sahip ol ilkesini de aklı- mızda tutmak durumundayız. Sembollerin ve sayıların dünyası daha birçok düşünce etkinliğine açık olduğundan, tasavvuf ehli bu geniş araziyi kullanagelmiştir. Bu tarz anlatımı, alışıldık bir evren yerine; birçok renk ve hassasiyet taşıyan sembolik çengellerle soyutun dünyasına tırmanmak, bir bakıma ormandaki daha az kullanılmış yolu TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 187 kullanmak gayreti olarak da düşünebiliriz. Bahsi geçen üç boy kilimde yatan Ğâmizî Ali Baba, kutlu ve esrarengiz gecede on iki saat boyunca gözlerini yumar. On iki saat denilerek kastedilen şey muhtemeldir ki, Hz. Ali’yle, onun soyundan gelen on iki imama denk düşmektedir. Aynı zamanda Hz. Ali soyundan gelenlere bağlanan ve cemde yürütülen on iki hizmet, on iki buyruk, “bir bütün olarak yola bağlanma olarak algılanan secdede yerine getirilmesi gereken on iki hizmet”, Alevî- Bektâşî yolundaki on iki alâmet de akla gelebilecek kavram ve olgulardır (Korkmaz, 2005: 524). Lafız merkezli düşündüğümüzde acayip bir âlemle karşı karşıyayızdır. Kast olunan elbette anlamdır ve anlam, Ğâmizî Ali Baba’nın da altını çizdiği gibi “gizlü şeye dirler” (G. A., 148). Ğâmizî Ali Baba gözünü yumduğu anda kendisini bir büyük dağın yanında görür ve orada bir müddet dinlenir. Ansızın orada bir çobana rast gelir ki o çoban kendisini o dağın başına çıkarır. Daha sonra çoban, Ğâmizî Ali Baba’ya orada gösterdiği bir kuyuya girmesini teklif eder. Ğâmizî Ali Baba ürker ve çobanın elinden tutar. Çünkü o kuyunun içinde karanlıktan, dehşetli şeyler ve vahşi hayvanlardan başka bir şey yoktur. Çoban, bu korkunç manzarayı seyreden Ğâmizî Ali Baba’yı arkasından itekler. Kendisi de bir nara atarak kuyuya kendisini atar. İşte tam bu anda o derin kuyunun karanlığı aydınlanır. Çoban kuyunun içindeki dokuz ayak merdiveni ve yedi gözlü ayakkabılığı gösterince Ğâmizî Ali Baba’nın içi rahatlar, selâmette olduğunu kavrar ve el-hamdüli’llâh deyip çobanın boynuna sarılır. Çoban da onu sever ve Hakk’ın tecelli ettiği aydınlık yüzüyle Ğâmizî Ali Baba’nın içini ferahlatır. Nihayet çoban şöyle der: Sana vaadettiğim emanet şimdi yerine geldi. Bu cümleyi duyunca Ğâmizî Ali Baba’nın gözleri açılır, kendine gelir. Şeyhi bu hikâyedeki hâletleri hoş görerek “Âferîn” der (G. A., 148-149). Sûfi eğitiminde rüya önemli bir bilgi kanalı olarak kabul edilmiştir. Değişen hâllere binaen görülen rüyalar ve o rüyaların yorumu, seyr-i sülûk için mühim bir yol göstericidir. Rehber/Mürşid bu minvalde müridânının ellerinden tutarak henüz yürümekte zorlanacağı vadilere götürür, orada beraberce zihinsel ve duygusal bir deneyimlemeye girilir. Hafızanın ve şuurun kör noktaları kurcalanır. Âlemler arası bir geçiş duygusu içerisinde ser-hoş olunur. Ğâmizî Ali Baba’nın tecrübesi de hem garip hem de olağandışıdır. Ayrıca hem kutsallığı ilham eden dağ hem de derinliği ve karanlığı sembolize eden kuyu beraber zikredilerek hakikatin zıtların ahengiyle harmanlandığı da ifade edilmiştir diye düşünüyoruz. 3.2. Fasl-ı Sânî İkinci fasıl genel anlamıyla tasavvufun, hususî mahiyette ise Alevî-Bektaşî geleneği ve inancının temel kabullerinden biri olan Kırklar meselesine ayrılmıştır. Dünya düzenini çekip çevirmede başat bir rolü olan Kırklar, manevî dinamik olduk- TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 188 ları nispette, maddî bir varlığa da sahiptirler. Kırklar, bir kavram yahut metaforik bir algının/mecazî bir düşünüşün izdüşümü olarak değil; bizzat bir gerçeklik ve inanç/ kabul meselesi olarak anlaşılmalıdır. Ayrıca kadîm toplulukların inanışlarında oldu- ğu üzere, eski Türk inanışlarında da kırk sayısı önem arz eder: “Alpların her zaman yanlarında kırk yiğitleri vardır. Kırk bin kişilik ordu, kırk köşeli ev, kırk boynuzlu boğa, kırk elçi, kırk gece ve gündüz destanlarda çok geçen motiflerdir. Oğuz Kağan kırk günlükken yürür. Dede Korkut destanında Boğaç Han’ın yarası kırk günde iyileşir” (Demirel, 1995: 105). Nefs ve ruh karşılaştırmasıyla meseleye girizgâh yapan Ğâmizî Ali Baba, ezelden aşinalığımız olan nefsi, çeşit çeşit renklerinde/hâllerinde uçan bir kargaya; ruhu ise gülistanda yetişmiş, oraların güzelliğiyle ahenklenmiş bir şahine benzetir ve bu iki varlığı birbirine eş kılar, birbiriyle evlendirir. Bu birleşmenin neticesinde, dönüşümsel/metamorfik bir açılımla kaknus yani Ankâ kuşu meydana gelir ki bu efsanevî kuş bin yıl ömür sürer. Bu kuş ismi olup cismi olmayan bir kuştur ve istiğnanın sembolüdür. İki âlemde de makamına erişmek mümkün olmayan bir efsane varlıktır.4 Ardından nefs odununu ruh ateşinde yakar ve bu yangının küllerinden efsanevî Hümâ kuşu doğar. Kudret sütüyle saadet kafesinde beslenen kuş, dokuz kanatlı ve yedi başlı bir ejderha hâline gelir. Yedi kat altın zincir ile yedi başı bağlanan ejderha büyüdükçe büyür, ağzından ateşler saçar, yedi bin batman yağ olur. Nefsin bu kudurmuş portesinin ardından, onun nasıl ehlîleştirildiği meselesi gündeme gelir. Saadet çevgeniyle ejderhanın başlarını ezen Ğâmizî Ali Baba, yağını alıp derisinden kendisine sürme yapar. Bu sürmeyi gözüne çekince daha evvel karanlık olan bazı hakikatler görünür hâle gelir.5 Böylece, örneğin nübüvvet nuru ve velâyetin hakikati kavranır hâle gelir. Meselenin devamında Ğâmizî Ali Baba, Kırklar meselesini mübalağalı ve sembolik bir dille ifade eder: “… Ve özim saĥrāsında yedi ķubbelü, on iki köşelü, ŧoķuz ŧavanlu, üç direklü bir sarāy içinde kendim bulub, her bir ķubbenin altında birer deryā mevc urur gördüm. Ve her bir deryāya üç yüz altmışaltı ırmaķ aķar. Bir ħavż-ı girdāb olup aña vāśıl olup maĥvolurlar. Ve bu ĥavużdan gülzār-ı rūĥu śulayub elvān-ı şükūfe ve gün-ā-gün eŝmâr-ı laŧĮfeyi senesinde ķırķ def‘a meyve kemāl bulur idi. Ve bunların baġbānı Ķırķlar idi ”(G. A., 149). 3.3. Fasl-ı Sâlis Ğâmizî Ali Baba, nefs-ruh meselesini bu fasılda da işlemeye devam eder. Ruhunun kovanına nefis arılarını salan Ğâmizî Ali Baba, bu arıların o kovanlığa bol bol bal yaptığını belirtir. Ardından arıların bir humma neticesinde telef olduklarını, balın ise zayi olduğunu dile getirir. Hummalı arılar yüzünden çürüyen ve kokuşan balın içinden, adeta çürüyen bir tohumun patlaması gibi bir sarı yılan hâsıl olur. Bu yılanın kırk endâze boyu, kıldan ince bir eni vardır. Kırk günde bir nefeslenen bu sarı yılandan her bir nefeslenmede bir akrep zuhur eder. Bir an gelir bu garip ve değişmeceli TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 189 yılan toprağa kafasını sokar ve kuyruğunu havaya dikip öylece kalır. Ardından bir abanoz ağacına dönüşür. Bu ağaçtan yirmi dört budak çıkar ve her budağın başında bin bir türlü acayip meyve zuhur eder. Ağaç çürür, çıra olur ve şems-i kudretle yanmaya başlar. Her saatte/ânda bin derece parlak ve safalı bir siluete dönüşür. Böylece insan nazarından gizlenerek bir sarayın kubbeli kâgir binasının altında karar kılar. Bu yapının altı ne kuru ne de yaş; ne soğuk ne de sıcaktır. Üstelik buraya giren birisinin buradan çıkmak ihtimali yoktur. Burası kudretin nurunun girdaplar yaptığı, bir manada bütün oluşların ve yaratışların eritme potası gibidir. Ağaç hem Asya mitolojileri ve inançları içinde –ağaçtanrıça, ağaçana, ağaçata v.b.- hem de Alevi-Bektaşî yolunda ehemmiyeti olan bir semboldür. Örneğin ağacı, ana yahut baba olarak tanımlama, ilk insanın yani onun soy atasının ağaçtan doğması ve insanlığın ağaçtan türeme miti ilk etapta akla gelenlerdir. Bu listeye ek olarak, Dedem Korkut hikâyelerinde geçen Basat’ın babasının Kaba Ağaç olması, şamanların/ kamların davullarında güneş, ay, yıldız gibi resimlerin yanı sıra kayın ağacı resminin olması, Türk efsaneleri bağlamında yeryüzündeki dokuz insan cinsini dokuz dallı bir ağacın gölgelemesi sayılabilir (Dedem Korkudun Kitabı, 2000: CCXCIVCCXCVIII; Demirel, 1995: 93-97). Dolayısıyla Ğâmizî Ali Baba bu mühim sembolü içinde yetiştiği topluluğun kadîm hafızasıyla buraya yerleştirmiş gibidir. “Burayı görenler Ādem-i ma‘nā, insān-ı kāmil ve Ķur’ān ve İsm-i A‘žam ve Kitāb-ı mübĮn ve mü’min ve ‘Anķā ve Ĥızr-ı ma‘nevĮ ve nūr ve ħalĮfetu’llāh ve mürşid ve kibrĮt-i aĥmer ve rāhib ve mir’āt ismiyle müsemmā ve mütecellā olur. Daha da neler olur? Ve dört kitāba žarf olur. Ve bu yollar gāyet inceden ince bir yoldur. Ķadem ve ‘aķl buraya śıġmaz. Ve ķulaġuzı kūh-i Ķāf’dadır; bulınmaz ve bulımaz. Sekiz źavallı Ādem oġlanı dört ayaķlı ‘anāśır merkebi olmuşsun. Beş çuval burçaķ yüklenüb öġütüb gezersin”(G. A., 150) diyerek serzenişte bulunan Ğâmizî Ali Baba, mezkûr hakikatleri keşfedemeyen insanın ancak maddî varlığını bir yük olarak taşıdığını ifade eder. Ğâmizî Ali Baba, hakikatlere, sembollere, deruni anlama uzak olan insana, faslın sonunda şöyle seslenir: Yazıklar şânına olsun! 3.4. Fasl-ı Râbi‘ Bu fasılda eleştirel ve tan edici bir açıyla riyakâr sûfînin hatalarını ve gerçek dışı tavrını ifade eden bir Ğâmizî Ali Baba’yla karşılaşırız. Her şeyden evvel ehlullâh taifesinin özü sözü birdir, hakikatsiz kelâm ondan vürûd etmez. Kaldı ki onun her bir kelâmında bin bir türlü mana vardır. Bu taife için Mesnevî’de şöyle bir tanım getirilir: “Ey sıfatları ilâhî bilginin güneşi olan ârif! Göklerdeki güneşin bir sıfatı var; ısıtır, aydınlatır ama sen öyle değilsin. Sen bazen güneş, bazen deniz, bazen Kaf dağı, bazen de Zümrüd-i Ankâ olursun. Ey vehimlerden uzak, ey ileriden ileri olan insân-ı kâmil! Sen kendi zâtında ne ‘o’sun, ne de ‘bu’sun; yani söylediklerimden hiçbiri değil, onlardan da çok yüksek bir varlıksın” (Mevlana Celâleddîn-i Rûmî, 2005: 261). TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 190 Hâlbuki ârifim diyen bir kısım sahtekâr vardır ki, sözüyle özü bir değildir. Başında külah, belinde kemer, üstünde hırka, belinde teber ile kendini ehlullâha benzetse bile bu onun gerçek yüzü değildir. Dışı başka içi başkadır. Kaldı ki erenler denilen zümrede tarikat, ekol, cemiyet davası yoktur; bu şeylerle kimlik kazanmazlar. Çünkü âşıkın nişanı yoktur. Fakat bu bî-nişân olmak nedir, içi dışı bir olmayan ne bilsin? Onların ne olduğuna burhan kendi zatlarıdır. Hâlbuki basireti olmayan kişi nişansız olmayı kavrayacak tıynette değildir. Ğâmizî Ali Baba bu basiretsizliğe yani zaafa sahip kimseye, kendisine doğru bir rehber bulması yönünde salık verir. Ardından akıl verdiği kişilerin kendi aynalarındaki kir yüzünden kendi hakikatlerini kavrayamadıklarını; ol sebepten bu arayışın boşuna olduğunu da ekler: “Ancaķ sen kendi hevā vü hevesinde ġark olmuşśıñ. Hiç kimseye bahāne bühtān itme. Kendi ķaderine ve meyline ve sa‘yine ve ġayretsizliġine havāle ķıl”(G. A., 151). Bu noktadan itibaren Ğâmizî Ali Baba, daha keskin bir hatla, kendilerini sülâle-i tâhire diye tanımlayıp gururlanan cemaatin kendini haklı görüşünü şu ifadeleriyle eleştirir: “Bu ise aŝıl sülâle aŝlâb-ı peder ve erĥâm-ı mâder değildir. Böyle bir emr-i i‘tibārĮdir. Bunlara güvenilmez, zira bunlarla kurtulınmaz. Asıl sülāle nūr-ı MuhammedĮ’dir. ‘AzĮz bu maķāmlar ādemi ķurtarır, eyvallah” (G. A., 151). Nûr-ı Muhammedî, cevher-i hadrâ, ve nûru’l-envâr ile kastolunan yaratılışın sebebi ve kemâlât yolunun sonunda bulunabilecek tek hakikat olarak yorumlanabilir. Kâşânî, nûru’l-envâr terkibini şöyle izah eder: “Hz. Muhammed. Çünkü onun nuru –ki bu nûr ilk tecellidir- bütün nûrların aslıdır” (Abdurrezzâk Kâşânî, 2004: 151). Hakîkat-ı Muhammediyye bu ilk nur demektir. Tasavvufî çerçeveden bakılarak, Allah insanları bu özden halk etmiştir denilebilir. Ğâmizî Ali Baba, Muhammedî derken, hem Hz. Peygamber’in ailesinin Hz. Fatıma ve doğal olarak Hz. Ali üzerinden on dört masumu; diğer taraftan özü sözü bir olan, samimi Allah kullarını kastetmektedir. 3.5. Fasl-ı Hâmis Beşinci fasılda nefsin eğitimi hususunda bir giriş yapıldıktan sonra, hem mecazî bir dille insan denen âlemin zenginliğinin hikâyesi hem de tam izah edilmeyen bazı hakikatler için cifr ve ebcede dair bir anahtar verilmektedir. Fakat esas meselenin cifr ya da ebcedle anlaşılacak bir şey olmadığı; yapılan eylemin bir hoş- luk, güzel bir sada bırakmak için yazıldığı ifade edilmiştir: “Bir ŧutam sineġi nefsim ķovanlıġına ķapadım. Yedi yılda yetmiş biñ sıġır ŧulumı yaġ çıķardı. Ve her ŧulumı yedi devlete göndersem yetmiş biñ yıl idāre olırlar idi. ‘Ammā şimdi zamānı deġildir. Ĥisābı mümkin birinci miftāĥıdır. buraları on sekiz ĥarfe śarf-ı efkār ķılındı. Ancaķ ķangı seneye teśādüf iderse nihāyetine mevķūfdır. Onlar armaġanı olarak ķaydolundı. Vāķı‘a cüz’ ü küll ceng ü cidāle delĮl bulunur ise de māni‘ deġil. NetĮce ĥoş ola. Her ne ķadar maġz-ı cifriyye ise de ħaber başķacadır. Cifre müte‘alliķ deġildir. Bundan bir iki senelerde pek ĥoşluķ bulınır, pekiyi vaķitleri göricek ādem bulunur yā Hū” (G. A., 151-152). TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 191 Birinci anahtar dediği on sekiz harfin ebced karşılığı 1271 rakamına denk gelmektedir. Bu hicrî tarihi miladi takvime çevirdiğimizde 1854/55 senesini elde ederiz. Bu da Ğâmizî Ali Baba’nın yaşadığı zamana dair önemli bir delil olarak kabul edilebilir. Bir sonraki aşamada şunu sormak icap ediyor. Bu verilen tarihin Ğâmizî Ali Baba’nın hayatındaki rolü ve önemi nedir? Bunu tam olarak izah edemiyoruz. Zaten kendisi esas meselenin cifr ve ebcedle ilgili olmadığını söylediği için, mana merkezli yürümeye devam edeceğiz. 3.6. Fasl-ı Sâdis Altıncı fasılda, kevn/oluş âleminin hâllerini, birinci ve ikinci haberini yedi basamakta ifade eden Ğâmizî Ali Baba bir skala oluşturur. Esasen yedi derece üzerinden bu tarz bir okuma yapmak eski bir geleneğin ürünüdür. Oluş-renk münasebeti için Mevlânâ, Mesnevî’sinde şöyle der: “Yalancı sabahı sahici sabahtan, yani dünya nimetlerini, âhiret nimetlerinden ayırt et. Şarabın rengini kadehin renginden, mânâ kokusunu ve rengini suret kâsesinden bilme. Böylece sabırla ve sebatla, yani ayak direyişi ve dayanışı ile cisimlerin yedi rengini gören baş gözünden başka, bir gönül gözü elde edesin. İbadet ederek, iyilikler yaparak, halka hizmet ederek elde edeceğin bu gönül gözü ile bu gördüğün çeşitli renklerden başka renkler görürsün. Adi taşlar yerine inciler, mücevherler seyredersin” (Mevlana Celâleddîn-i Rûmî, 2005: 314). Buradaki renk meselesi mütercim tarafından şöyle izah edilmiştir: “Beyitte geçen yedi rengi baş gözü ile görüyoruz. Gönül gözü, o yedi rengin ötesindeki renkleri gö- rür. Ârifler, o yedi rengin ötesindeki yedi rengi şöyle değerlendirmişlerdir. 1. Beyaz: İslâm 2. Sarı: İman 3. Koyu mavi: İhsan 4. Yeşil: Huzur ve itmi’nân 5. Açık mavi: İbkan 6. Kırmızı: İrfân 7. Siyah: Hayranlık” (M. C. Rûmî, 2005: 314). Zaten semboller, mana âleminin girift ve kıvrımlı yapısını az da olsa göstermek ve adeta esrarı açığa çıkarabilmek içindir. Ğâmizî Ali Baba da bu âlemin ikliminde dolaşmayı seven bir müelliftir. Yazmada dereceler kırmızı mürekkeple yazılmış, bu derecelere karşılık gelen renkler alt tarafına kaydedilmiştir. Âlemdeki oluş ile renkler arasındaki ilişki dairesel ve dıştan içe doğru seviyesini yükselten katmanlarla ifade edilmiştir. Birinci derecede yani bir anlamda kabukta zıllî/gölgesel; Platon’un ay-altı/ay- üstü âlem anlayışına kadar götürebileceğimiz bir algı söz konusudur. Son aşamada yani merkezdeki dairede ise cevher-i hadrâ olarak da ifade edilen, kendisine ruh üflenen yaratılmış ilk özü yani Nûr-ı Muhammedî’yi fark ederiz. Aşamalardan geçmek, tahavvül etmek meselesi bizzat oluşun-olmanın yani ol emri boyunca devam eden yaratma eyleminin doğal bir izdüşümüdür. En dış daireden en iç daireye faziletin rütbesi artar. 1. Derece-i Evvel: Zıllî/Gölgesel; 2. Derece-i Sânî: Gök; 3. Derece-i Sâlis: Beyaz; 4. Derece-i Râbi‘: Safravî/Kirli sarı; 5. Derece-i Hâmis: Ahmer/Kızıl; 6. Derece-i Sâdis: Al/Kırmızı; 7. Derece-i Sâbi‘: Yeşil. Ğâmizî Ali Baba bu cetveli öğrenmenin esas mesele olmadığını, sûfî olmanın bir ezber yahut mistik bilgi birikti- TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 192 riciliğinden çok; bir gönül işi olduğunu şu sözleriyle ifade eder: “… Bu yazılan renkleri oķuyub öġrendiñ ve lākin bal ve şeker dimekle dimāġına bir leźźet yapıştı mı? ĤālĮ deġil ĥayālĮ bir ‘ilm aldıñ. Bunuñla bir fāide gelmez, beyhūde zihnini yorarsıñ. Bu suâllerde seniñ hıśśañ yoķ imiş yā Hū” (G. A., 152). 3.7. Fasl-ı Sâbi‘ Yedinci fasıl, hitapta kullanılan tarza ve şahsına yazılmış onlarca mektuba binaen, Ğâmizî Ali Baba’nın en sadık müridi Müderris Kemal Efendi’ye bir nasihat, zihindeki problemlere bir cevap mahiyetinde kaleme alınmıştır. Ğâmizî Ali Baba, benim oğlum diyerek söze başladığı mektubunda babadan evlada kalan mirasın dünyevî olduğunu; fakat bunun kişiye gerçek manada bir fayda vermeyeceğini salık verir. Ğâmizî Ali Baba, öyleyse miras nedir, gizli sorusuna salih ameldir diyerek cevap verir. İnsan, şeriat-i Muhammediyye’yi baş tacı edinmeli ve helâl kazancına kanaat etmelidir. İnsan şeyhinin yahut bir dervişin kelâmını ağzına alacaksa abdestli olmalı- dır. Tabi ki her derviş görünen öyle olmayabilir. Dışı başka içi başka olabilir. Ğâmizî Ali Baba’nın kastettiği esas dervişler, ehlullâh-ı ‘ızâm hazarâtıdır ki onlara kurbî derler. “Kurb, tarikat yolunda, yolda Tanrı yolcusunun, gönlünü Tanrı dışındaki her şeyden arındırarak tanrısal nitelikler kazanması ve bu yolda Tanrı’ya yaklaşması” yahut “Allah’ın emirlerine uygun davranmak, bütün vakitlerde Allah’a ibadet etmek” olarak tanımlanabilir (Abdürrezzak Kâşânî, 2004: 452; Korkmaz, 2005: 425). Ğâmizî Ali Baba’ya göre kurbiyyet makamında olanlar, Allah’ın dostu ve O’nda kendilerini yok etmiş şahsiyetlerdir. Onların tavırları ve kıyafetleri beklendiği gibi değildir; değişiktir. Onları sana anlatmak pek mümkün değildir diyen müellif, manevî oğluna onları bilebildiysen işi bitirdin say, der. Çünkü biyolojik anlamda annen ve baban, kıyamet günü seni tanımazlar. Ğâmizî Ali Baba, işte tam bu sebepten diyerek çıkış yolunu şöyle gösterir: “Vaĥdet tācını giy ve tecrĮd kemerini ķuşan. Vaĥdet zülfi teli ile terāzĮ-yı ‘adālet ĥükmünde ĥākim ol. Ve kār-ħˇāne-i ‘ālem-i ‘ulvĮde bāzār ķurub semāvĮ śurāĥĮlerinden bāde-nūş ol. Ve ferāset cevgāniyle nefsine süvār olup yedi biñ ādem-i maĥalden ŧopuñ alabildiñse işiñ bitdi” (G. A., 152-153). Ğâmizî Ali Baba, bu noktadan sonra oğlum diyerek hitap ettiği Kemal Efendi’yi etrafındaki insanlardan zarar görmemesi hususunda uyarılarda bulunur. Sana yazık olur oğlum, dikkat et ve kemâlât yolunda kazandıklarını gizli tut, der. Ardından kemâl denilen şeyin, marifetullâh olduğunu hatırlatır. Bir dahaki görüşmelerinde bu konuları talim edeceklerini haber verir ve müridiyle vedalaşır. 3.8. Fasl-ı Sâmin Bu fasıl manzum bir parçayla başlamaktadır. Ğâmizî Ali Baba ilk iki dörtlükte, anâsır-ı erbaa üzerinden insan karakterinin özüne ve hakikati görebilmenin/sezebilmenin zorluğuna dair göndermeler yapar. Bu iki dörtlüğün ardından sekiz adet TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 193 beyit verilir. Bu beyitlerde ise, Alevî-Bektaşî yolunun canlarına, daha evvel detaylandırılmış olan ruh-nefs ilişkisi çerçevesinde nasihatler verilir. Ruh ve nefs ilişkisi çerçevesinde bu yolda çiğ iken nasıl pişileceğine dair işaretler gösterilir: “… Ve lākin rūhun ŧıfl-ı ħāķānĮsi nefsin duħter-i pākĮzesine nikāĥ-ı ma‘neví ile tervĮç-i ŧariķat ve nefħat demiyle ĥāmile-i feyz u ma‘rifet oldıķda bir Cemāl-i şems-i ĥaķĮķat miŝāl bir şeyħ-i ekmel doġar. Ve buna müsemmâ şeyħ-i ħāķān ve āmir-i selātĮn-i zamān ve fātiĥ-i iķlĮm-i ŧāķ-ı eyvān ve nūr-ı ‘aynu’l-‘ayn ve sırr-ı ķalb-i ķulūbü’l-beyān ve nūr-ı şems-i ħāverān olırlar” (G. A. H., 153). Bu ilişki biçiminde birbirini yok eden çelişkiler değil; birbirini tamamlayan ve kemâlât yolunda destekleyen zıtlıklar vardır. Yine şiirde velayet için, insanın bir hüner olması gerektiği, kerameti ise kendinden menkul değil; eserlerinden bilinmelidir mesajı verilir: “Türbemiz ħarābdan Ŧopraķdan kandíli ŦūŧĮsi bülbüli ġurābdan Şu‘le virir semm-i kātili İçinde śuyı serābdan Zaķķūm aġacı fitili Ķafesi yemişi nebātdan Şevķine bakmaġa insān gerek *** Nefsim maŧba‘ında pişiririm aşımı Ķomuşım dost yolına başımı Rūĥum ķanadı altındadır yapuları Yedi iklime açılur ŧapuları Hüner gerek velāyete Eŝer gerek kerāmete Sulŧān gerek taĥta Ŧāli‘i Ĥakk-ı baħta” (G. A., 153). Ğâmizî Ali Baba bu manzumelerin ardından, meramını yine sembolik tarzda anlatır. Bir satranç tahtası üzerinde, nefis piyonunu haşr u fenâ etmek için bir oyun yapar. Vezir, at ve fil taşlarını yani onların potansiyel değerlerini farklı yollarda bekleterek, nefis piyadesini zapt u rapt altına alır. Böylece gönül şahı, vahdet Kaf ’ının ota- ğına kurulur. Kaf dağında Ankâ-yı lâ-mekân olan Allah vardır. Bu ibareleri kendisine yazdıran da O’ndan başkası değildir. Vahdet güneşiyle yakın teması neticesinde, oradan yansıyan ışığın/nurun gözlerini aldığını söyleyen Ğâmizî Ali Baba, önce dem- TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 194 sâz olduğu bir hazreti/makamı, ardından kendiyle kalışını ve son olarak pîr-i fâniyle olan ruhanî eğitimini aktarır. Son karşılaştığı pîr-i fâninin kendine has hâllerinden dem vurur. O pir ki vahşi hayvanlarla, yırtıcı kuşlarla konuşabilmektedir. Deyim yerindeyse kuşdilini okumuş şahsiyetlerdendir: “Temkin ehli sûfîler, cem‘de yaşadıkları hâlleri sembollerle ifade ederler. Şehâdet âlemine ait unsurları gerçeküstü bir tabloya dönüştüren bu sözler, misâl âleminde kanat vuran rûhânîlere yazılmış birer şifreli mektup gibidir. Maddesine bağımlı olmayan ve lahutî âlemin âdeta ruhânî kuşları konumunda olan bu insanlar, yine kendi âlemlerinde kanat vuran kişilerin anlayaca- ğı bir tür dil geliştirmişlerdir ki, mantıku’t-tayr (kuş dili) diye adlandırılan dil budur. Şathiyyeler, bu sembolik anlatım özelliğinden dolayı, ‘işâret dili’, ‘agrebu’l-garâib’; ‘mânâ dili’ veya ‘kuşdili’ olarak nitelenirler” (Kurnaz ve Tatçı, 2001: 24). Bu dili bilen âdemin hâl-i pür melâlini, Ğâmizî Ali Baba şöyle ifade eder: “Ĥażret-i ĥażrıñ ĥāl-i ‘aŧşānına mülāķĮ olub çoķ vaķit dem-sāz oldum. Öyle bir maĥall-i žulmet ve vaĥşĮ ĥayvānāt ile memlū-yı sahrā ve daġ olub ġāyetle cā-yı ‘ažĮm olaraķ kendime bir enĮs ve ādem bulamadım. Oradan daħĮ ‘avdet ve seyr-i seyāĥat birle yoluma Eren Dağı gelüb cevānib-i erba‘ası baĥr-ı muĥĮŧ olmaķla orada bir pĮr-i fānĮye bir müddet mihmān oldum. Ve kendisi dilsiz olub vuĥūş-ı ŧuyūr-ı ĥayvānāt ile dāimā muśāĥabet ider idi. Biz daħĮ işāretle muĥabbet-i kāmile eyledik. Orada daħí pek çoķ ferāset ve ķābiliyyetime sebeb oldı” (G. A., 154). Dağ kültü, Alevî-Bektâşî yolunda önemli bir semboldür: “Mesela Menâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli’de devamlı olarak bir Arafat Dağı’ndan bahsedilir. (…) Vilâyetnâme-i Hacım Sultan’da, Hacım’ın daima yüksek tepeler üzerinde ibadet ve riyazatta bulunduğu belirtilir. Seyyid Rüstem Gazi’nin ise, Silistre yakınlarında bir dağın tepesinde ibadet etme itiyadında olduğunu Vilâyetnâme-i Seyyid Ali Sultan’dan öğreniyoruz. Veli Baba Menâkıbnâmesi’nde, vefat eden velilerin tepeler üzerine –zirve-i cebel- defnolunduklarını görüyoruz. Mesela on sekiz büyük kadın evliyadan ve Veli Baba’nın yakını olan Gelincik Ana, böyle bir tepe zirvesine gömülmüş ve o tepeye Gelincik adı verilmiştir” (Ocak, 2012: 114-115). Eren Dağı’ndaki pîr-i fâninin himmetiyle, feraset ve kabiliyet noktasında tatmine ulaşan Ğâmizî Ali Baba, sembolik bir dille âdeta kendi dönüşümünü ifade eden bir şiirle fasla devam eder. Şathiye mantığı içerisinde nazmedilen şiir, zıtlıklarla düellonun, karanlıktan aydınlık çıkarmanın, ağudan bal devşirmenin hikâyesini bir şatahatla anlatır6 ve ardından meseleyi noktalar: “Ne hācet ost bizim dost bizim sürelim zevk idelim yā Hū”(154). 3.9. Fasl-ı Tâsi‘ Dokuzuncu fasıl diğer fasılların dem vurduğu ve hassasiyet gösterdiği akıl, ruh, nefs ve bunların ıslâhı beyanındadır. Nefs ejderhasının haset odunuyla aşk TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 195 ocağında yakılması gerektiğini salık veren Ğâmizî Ali Baba, elde kalan özün evham eleğinden geçirilerek, ardından istiğfar ve peygamber yolunun ruhuyla tatlandırılıp, kudret eli ve şehadet parmağıyla yoğrularak bir forma ulaşacağını ifade eder. İşte bu form, bu öz Tûr sırrının tecellisiyle mahvolacaktır. Çünkü Allah’a ulaşan O’nda fenâ bulacaktır. Yine bir O kalacaktır. İşte bu sırrı anlamak bu yolu bilmek, deyim yerindeyse fazilet ülkesinin anahtarıdır: “…Ve sürme-i ħāķānĮ ve Dārū-yı SüleymānĮ olur. Ve iktiĥāl iden ādem-i ħāś olur ve sırr-ı sulŧānĮ ve ‘ādil-i Dārā-yı cihān olur ‘azĮzim ve bir de şu ‘ālem-i miŝālde herkes eġer bāy eġer gedā der ki ben müstaġnĮ-i ķalb oldum deyu söylerler. ‘Ammā bütün bütün yalan söylerler. ZĮrā müstaġnĮ-i ķalb dĮnār ile deġildir. Bu dĮnārıñ beķāsı yoķdır. Ancaķ dār-ı velāyet temġāsıyla meskūk-i dĮnār olabildiñ ise bāķĮ sermāye bulduñ. Ve aśıl maślaĥat da budur” (G. A., 155). Has bir âdem olmanın yolunu, hakiki bir istiğnâda gören Ğâmizî Ali Baba, bu istiğnânın da ancak Allah’ın erlerinin harcı olduğunun altını çizer. Has âdem olmak dileyenler için bir dizi öğütü ve formülü haşiyeden almak mümkündür. Önce bu has bahçeye insanı sokacak ehlullâhın özelliklerini; Aristo tarafından İskender için yapılmış, rivayete göre bütün âlemi gösteren hatta yalancıların yüzünü göstermeyen bir ayna ve bu aynanın binlerce kat üstünü nuranî bir levha üzerinden anlatır (Pala, 2003: 58). “… Bu ħˇānenin śāhibleri ehlu’llāhdır. Ve bu mülk anlara Ĥaķķ’dan hidāyetle virilmişdir ve bu ķalb diye vaśfeylediğim mā-i İlāhĮ ve dem-i rūĥānĮ öyle bir özli bir şeydir ki içerūsine el yapışub bir hilāl ucıyla ŧoķunub çekecek olsañ bir ādem boyı iki ķadem enlū lĮk levĥa şeklinde olub uzar ve bu levĥanıñ pertev-i şu‘ā‘ı yanında güneş bĮ-hūş u bĮ-fer kalur ve Arisŧoŧalis’in āyine-i cihānnümāsı bunuñ içerūsinde bir źerre daħĮ olımaz. Bu levħayı bilmiş ve görmiş olsa hiçbir bilinecek ve bilinmemiş bir şey ķalmaz idi ” (G. A., 154). Ehlullâhın bu hususiyetleri zikredildikten sonra, hakikat yolcusuna özel anlamıyla Alevî-Bektaşî yolunda yürüyen canlara şiir hâlinde bir seyir rotası verilir: “İde seyri İde ħayrı Gide ġayrı Göre deyri Öpe desti Göre pĮri Ola dostı Ala dürri Sırra sırrı Yaķa bir nār Bula şehri Yana zünnār Bula dĮnār Gele ĥünkār…” (G. A. H., 155). TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 196 3.10. Fasl-ı ‘Âşir Ğâmizî Ali Baba onuncu fasılda, nefsin makamları, makamların mahiyeti, nihayet bu makamlar doğrultusunda değişen hâletler, duygusal ve zihinsel değişimlerden bahseder. Elbette ki seyr-i sülûk merkezinde bir anlam örgüsü vardır. Basamak basamak makamların merdivenlerini çıkan mürid, öncelikle salt bilgi hâlinin kuru yapısından arınmalıdır. Daha sonra tecrübî olarak/ayne’l-yakînle yükselişini sürdürmeli ve hakka’l-yakîn olarak Allah’ın varlığını içinde hissetmelidir. Mürid olan, talib olan kişi, rehberinin izlerini takip etmeyi bilmelidir. Telkinleri ve işaret edişleri gözden kaçırmamalı ve bu zorlu eğitim neticesinde hakikatin bilgisine ulaşmalıdır. Daha evvel bahsi geçen yedi makamın dar sokaklarından geçilmeden hakikate ermek pek mümkün değildir. Ayrıca bu iş sırf aklın hizmetine sokulacak bir iş de- ğildir; bu iş ruhun, gönlün iştiyaklı çalışmasıyla halledilebilecek bir iştir. Ğâmizî Ali Baba ilk üç basamağı yani nefsin emmâre, levvâme ve mülhime makamlarından geçi- şini şöyle ifade eder: “Emmāre-i žulmet rūĥuñ eyvānıdır. Ve altı ‘aded per ü bālĮdir ve maķām-ı rāĥatĮdir. Levvāme-i nežāfet nesĮm-i nefħa-i irşād ile ġubār-ı ħāk-i siyeh-i ķalb maĥv ile beķā bulması mülhime-i selāmet nūr-ı müsemmāya tedrĮcĮ ‘ayne’lyaķĮn ve ĥaķķa’l-yaķĮne irmek…” (G. A., 155). Seyr-i sülûka giren taliplerin ilk durağı ve sığınağı, karanlık bir tabiatı olan emredici nefistir. Bu nefsi ayaklandırmak, bir nefha ile yukarılara tırmandırmak kolay olmasa da, diğer makamlardaki gayret ve hizmet ona birer kanat olacak ve onu eyvanından yükseklere taşıyacaktır. Bu nefisle beraber levvâme ve mülhime nefsin temizlenmesi, gönül aynasındaki tozların silinip süpürülmesiyle hakikate erileceği müjdelenir. Bu noktadan itibaren, engin gönüllülerin, yücelere gönül verenlerin, gözü ötelerde olanların makamları, bazı yan açıklamalarla birlikte zikredilmiştir: “Muŧmainne-i ferāset ve ādemiyyet her ‘ilmin aślın ve fer‘in ŝemeresin bilmek ve sır eylemek. Rāżiyye-i şerāfet, maķām-ı ĥaźāķat olub her bir fenn-i esrārın źevķine irmek. Marżiyye-i ķurb-ı kerāmet ilhām-ı ilāhiyye ile kār-ı ġayba rıżā olarak ķudret ü kerāmet eder. Śāfiyye-i velāyet her işin Ĥaķķ emriyle işleyen źāt-ı mükerremdir. Aśl-ı ŧarĮķ-ı müstaķĮme ef‘âl-i maħśūś olan bu yedi maķāmın ħızmetiyle irişilür” (G. A., 155). İnsan kendi varlığını mutlak varlıkta yok ettiğinde, kalbinin safasını, gönlünün huzurunu bulacaktır. 3.11. Faslu’l-Hâdî ve ‘Aşer On birinci fasılda kıyametin dış ve iç yüzü beraber zikredilir. Kıyamet alametlerinin zahirî ve batınî yönleri birbirine mezcedilerek, keramet sahibi veli kulların ne kıymette ve ne istidâtta oldukları belirtilir. Buradan hareketle müride, sırât-ı müstakîm/doğru yol gösterilir. Tufana yakalanmamak, herc ü merc olmamak için ne yapılması gerektiğinin altı çizilir. Ehlullâh taifesi, işte bu tufanın alâmetlerini gören, TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 197 fark eden ve her devrin kendi içindeki çöküşünü/yozlaşmasını okuyabilen insanlardır. Onların rehberliği felakete dûçâr olmamak için elzemdir. Hele ki tufan, fırtına bir kopmayagörsün, insan ne edeceğini, nereye gideceğini, kimden yardım dileyeceğini bilemez olur, şaşar da kalır. Ğâmizî Ali Baba ehlullâhın duruşunu ve tufan vaktinde insanların hâllerini şöyle tasvir eder: “Ehlu’llāhın her biri zamān-ı sa‘ādetlerinde sırr-ı ķıyāmet ve MehdĮ ve Dābbetü’l-Arż kendilerine vāķi‘ olmışdır. Bir kerresinde daħĮ o ķıyāmet gözi ve ķulaġı olsaydı görürdüñ ‘ammā olmadıġına şükreyle ki onlar Dābbetü’l-Arż’a binüb nefsi ķamçısıyla sürüb pek inceden ince görünmez yollardan fenā dizginiyle beķāya irmişlerdir. Ānıñçûn şarķ ile ġarbdan birer ‘ažm ŧūfān sırr-ı Nūĥ žuhūr idüb ānda kendüleri haŧŧ-ı istivāda bulınaraķ iki elli ķabżasıyla ķarşılayub ber-ŧarāf iderler. Ve az zamānda ‘ufūnetden çoķ küçük dişli canavarlar ve boyunsuz śıġırlar ve ķulaķları küçük eşekler helāk olurlar. Bu furtına ve ‘ufūnetden kendin ķurtaran cāna ‘ışķ olsun” (G. A., 155-156). Kıyametin ürküten ve sarsılmaz hakikati karşısında7 dirayet gösterenler8 elbette ki inananlar ve salih amel işleyenler olacaktır. Ehlullâh nefsini eğitip onu dizginleyen olduğu için, herkesin korktuğu canavar onun yalnızca bineğini hızlandırdı- ğı kamçısıdır. İtaat eden bilek yahut kalp değil; kamçıdır. Bu taife Allah’ın yarattığı bütün coğrafyalarda, doğuda ve batıda mevcuttur ve etrafını nurlandırmaya devam etmektedir. Hayatın hileleri ve oyun kısmında kalanlar ise, adeta bir maymun yahut bir eşek gibi kendi yok oluşu için bilinçsizce çabalamaktadır. Zaten Allah’ın Selâm ismi tecelli edince bu fırtınadan korkacak ne vardır? Kemâl sahibi olan Allah’ı hakkıyla bilmek yani marifetullâha malik olmak, insanı bütün belalardan emin kılar. Bu emniyet içindeki kişi ehl-i kemâldir. Zaten böyle zatların korkacağı bir şey yoktur. Ayet de buna işaret etmektedir: “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de” (Kur’ân-ı Kerîm, 10/62). Bir insanda yetenek, fikir, hayâ ve nur kemaldendir; ne var ki bazı insanlar noksan akıllı olduklarından kemâlât yolunu göremezler. Mezkûr yolu idrak edecek akılları, yanlışlarından utanacak yüzleri yoktur. Nefs aygırına binmişlerdir binmesine de, sırattan atlamaları olası değildir. Onların uğraşı kızgın saç levhasına tükürük ile senet yazmak hükmündedir. Özellikle kıyamet, ahiret ve hesap sacayağında bir dâî olarak önümüze çıkan Ğâmizî Ali Baba, elbette gerçeğin farkındadır: “…ĤaķĮķat köprisi ki ķıldan ince ķılıcdan keskindir. Nice geçebilürler kendi öz ‘aķıllarınca bir külâh ile bir kemer ve ĥırķa ve tesbĮĥ ve teberlerine güvenerek ağız paŧırtılarıyla necāt bulurum deyū güvendikleri ķara daġlara ķar yaġdıġını bilmezler ve kendülerinden mā-‘adā ādemi irşād idüb dünyā ve āħiret ķurtarıcaķ vadilerinde iķrār ve temessük ederler. Maĥżā ki bu ‘ameller ile ‘inda’llāh maķbūl olmıyacağı her ne ķadar Ĥaķķ’a ma‘lūm ise de ĠāmizĮ dā‘Įniz bunu farķ ider” (G. A., 156). TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 198 Eğer alçak, berbat bir insan, tarik-ı Muhammediye iktizasınca yol tutacak olsa, akl-ı küll delaletiyle kurtuluşa erer. Hele bir de bu yolu tutan, yolda nasıl gidileceği konusunda malumat ve usûl sahibiyse Allah indinde makbul ve mükerrem olur. Ahmak kişiler bu hakikati yahut bu esrarı göremez. Çünkü onlar bizim veled-i eneden doğunca ağzımıza aldığımız ve sinelerden boşalarak tekrar bize dönen gücü ve coş- kuyu kavrayamazlar. Ğâmizî Ali Baba bu sırrı kavrayamayana hayıflanır. Zaten ona göre eşyanın bütününde bir esrâr-ı İlâhiyye vardır. Beş on günlük dünya hayatında bu sırları görememek hakikaten üzücü bir hadisedir. Bunları uzun uzadıya anlatmanın bu noktada bir anlamı kalmamıştır diyerek faslı sona erdirir. 3.12. Fasl-ı İsnâ ‘Aşer On ikinci ve son fasıl bütün bir hakikat arayışını hulâsa eden bir rüya ve o rü- yadan uyanış merkezinde işlenmiştir:“Deryâ-yı ġam ĥâlinde iken nâ-gâh uyħu ġalebe edip ĥâl-i vaĥdetde bulam bir daġa rast gelüb ânda bir maġara gördim. İki ŧaş direk üzre durur. İçine girdim. Her nevâlesi ānda ĥāżır gördüm ki öğünmüş unı ve açılmış yufķası ve odunı mevcûd görünce didim ki: ‘Bundan yaħşĮ maĥal daha nerede olur?’ Bu eśnâda iken pek ziyâde canavar ve yırtıcı hayvānāt eŧrâf-ı maġarayı alub beklerler. Ānda beni gördüklerinde bize ‘acāib şikār gelmiş deyû ĥažž u ĥamle itmek isterler. ‘Ammā maġaraya ādemden başķa ĥayvânât cebrĮ eŝeri bulunmadıàından girmeye ķudret yoķdır” (G. A., 157). Ğâmizî Ali Baba sembolik bir dille, bu halvet mekânında çok vakitler geçirdi- ğini, sâlih ibadetler yaptığını, kalabalıktan kaçtığını, ardından ibadet ateşiyle mezarlığın gül bahçesine döndüğünü ifade eder. Bu dönüşüm kara taşın, ak toprağa dönmesi gibidir. Oradaki vahşi hayvanlar bu dönüşüm neticesinde ber-taraf olmuşlardır. Ğâmizî Ali Baba yolunun açıldığını fark edince oradan çıkarak büyük bir sahraya iner. Heybetli bir zenci çobana rast gelir ve Ğâmizî Ali Baba’yı durdurur. Bu heybetli zenci hemen iki rekât namaz kılar. Ardından olağanüstü bir hâl meydana gelir. O heybetli kişi elindeki asasını arslan edip üstüne biner, Ğâmizî Ali Baba’yı alıp pek uzak yerleri temaşa ettirir. Bu asadan bir deve peyda olur. Bu devenin dokuz ayağı, kırk dişi ve yedi başı vardır. Devenin dört memesinden birlikte, dört saplı altın kabın içine süt sağılır. Ğâmizî Ali Baba bu sütten içince tadının zehir gibi olduğunu fark ettiği anda aklı başından gider. Kendine gelince anlar ki içtiği bu ağulu süt onu gençleştirmiştir. Bir yudum daha alır ve bu sefer süt ona tatlı ve yağlı gelir. Ne var ki yine aklı zail olur. Kendine geldiğinde görür ki heyet-i asliyesine kavuşmuş, öz benliğine ulaşmıştır. Elhamdülillâh deyip karar kılar. O, âdeta birinci fasıldaki hâlete geri döner. Ardından doğudan bir bulut gözükür. Çoban, Ğâmizî Ali Baba’ya içine düştüğü mağaranın bir kilise olduğunu ve kilisenin arkasındaki muazzam deyre/manastıra gitmesini emir buyurur. Ğâmizî Ali Baba oraya gider ve bir nara atar. Naranın sesine, manastırın TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 199 içinden azametli, belinde kuşağıyla bir ruhban gelir. Ruhbanla selamlaşıp, büyük bir ağacın gölgesinde otururlar, dört çeşit yemeği kemâl-i âfiyetle yerler. O yemeklerden sonsuz faydalar edinirler. Hâl böyleyken aniden bir yağmur başlar: “… Ve bize destur ver diye al şu anaħtārı deyriň içine gir ve ne kadar oŧa ve maġara var ise onları ziyāret eyle deyu emreyledi. Ben daħĮ bir anaħtār ile her bir maĥalliñ ŧapularını açdım ve vasfı mümkin olmıyan źĮ-ķıymet seyr u temāşā itdim. Ve bu anaĥtārı aġzımda ŧutarken yutdum. Ve çoķ ķıĥ eyledim ki çıķarayım. ‘Ammâ ĥālā çıķarılmaz buña daħĮ çoķ tefekkür ve ta‘accübdeyim. Bu ĥālde iken gülerek ruhbân yanıma geldi. Destinde bir büyük ŧoķmaķ ve otuz iki ‘alāmet ile ŧoķuz ķazıķ ve on iki etek ve on sekiz ip ve altı direk ve dört bacalı bir çadır içinde cümle ni‘meti ĥāżır bulub ānda ķaldım. Ve uyanıp kendime bir ‘ažĮm lerźe gelüb ba‘de feriĥ u ābād oldum. el-ĥamdüli’llâh. Temmeti’lfuśūl” (G. A., 158-159). 4. Sonuç Ğâmizî Ali Baba, 19. yüzyılın ikinci yarısında Ahıska bölgesinde yaşamış bir Bektaşî şeyhidir. Kendisi mahrum, nasipsiz anlamlarına gelen hırmen-dâr sıfatını kullanmıştır. Ğâmizî Ali Baba, gurbet ellerde otuz üç sene boyunca ilim-hikmet yolunda seyahat ettiğini ve yirmi beş sene içinde sekiz tarikatın şöhretli ve övgüye mazhar olmuş şeyhlerine ikrâr verdiğini ifade etmiştir. Ğâmizî Ali Baba, hocaları bağlamında Şeyh Ahmed-i Kudsî ve Sennârî nâmındaki iki isimden bahseder. Özellikle Sennârî nâmındaki hocasının gözlerindeki perdeyi kaldırdığını, nazarının önündeki tozu silip süpürdüğünü ve hocasının birçok garip-acayip hâllerine tanık olduğunu ifade etmiştir. Eser, risale başlığı altında sunulmakla birlikte, tür bakımından mensur şathiye olarak değerlendirilebilir. Ğâmizî Ali Baba’nın dili kullanma biçimi, alegorik üslûbu, girift tasvirleri ve sembolik âlem figürleri bu yargıyı destekler niteliktedir. Eser, on iki bölümden oluşmaktadır. On iki imam yolunu takip eden Şeyh Ğâmizî Ali Baba, bu yolun canlarına tasavvufî meseleler çerçevesinde vaaz ve nasihat vermiştir. Eser, zahir ve batın arasındaki hattı belirginleştirmek adına; sahte-hakikî, nefs-ruh, ehlullâhkaba sofu, dünya-ahiret, dağ-kuyu, rüya-gerçek, fani-baki karşıtlıklarından yararlanmıştır. Eserin mesajını aktarma biçimine nüfuz eden eski Türk inanışları ve Alevî- Bektaşî yolunun başat se mbolleri defalarca kullanılmıştır. Bölümler doğal olarak belli merkezler etrafında şekillenmiştir. Kırklar, nefs-ruh karşılaştırması, maddî varlığın insana külfeti, riyakâr sûfînin durumu, nefsin ıslâh edilme yöntemi, hakikate doğru giden seyrin durakları ilk altı bölümün merkezleridir. Diğer bölümlerde ise oğlu gibi gördüğü talebesine verdiği nasihatler, şathiye mantığı içerisinde yazılmış manzum parçalar, bilginin-nefsin tabakaları, kıyametin gerçek yüzü, gerçek erenlerin hâlleri ve nihayet yalnızlaşarak geçirilen ibadet ve taatın insana katacağı güzelliklerden dem vurulur. Ğâmizî Ali Baba, seyr-i sülûk sürecinde ve ontolojik tecrübesi neti- TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 200 cesinde biriktirdiği tecrübeyi, kendini eğitmek isteyen talebesine ve onun nezdinde Alevî-Bektaşî yolunun canlarına ve bu sırra kulak kabartan herkese, bazen vaaz u nasihatle bazen de şathiye mantığı içerisinde yazdığı şiirlerle ifade etmiştir. Sonnotlar 1 Bkz. Mecdî Mehmed Efendi, İstanbul: 1989; Osmân-zâde Hüseyin Vassaf, İstanbul: 2006; Bursalı Mehmed Tâhir Efendi, İstanbul: 1972; İpekten v.d., Ankara:1988; İpekten v.d., Ankara: 2002 2 Bu makalemizin devamı niteliğinde olan Ğâmizî Ali Baba’ya ait Cerîde-i Ğavâmiz eseri de tarafımızdan hazırlanmış olup henüz yayımlanmamıştır. 3 Biz bu ikinci yazma eserin bir anlamda mecmuatü’r-resâilin varlığına 2004 senesinde bitirdiğimiz yüksek lisans tezinde değinmiştik ki mezkûr tezimiz 2010 senesinde kitaplaştırıldı. Bu yazmada birçok eserin varlığının yanı sıra sayfa kenarlarındaki zenginlik de dikkatimizi çekmişti. Biz kendi yüksek lisans tezimize konu edindiğimiz şahsın divânını bahsi geçen sayfa kenarlarında bulmuştuk. Bizim daha önce bulduğumuz divân rik‘a bir yazıydı buradaki ise nesih yazı ile yazılmıştı. Nüshalar arasında bazı farklar da mevcuttu. O vakit eser kayıt dışıydı. Aynı eserin daha sonra Mustafa Tatçı tarafından kayıt dışı eser olarak gösterildiğini ancak Ğâmizî Ali Baba’nın eseri üzerindeki çalışmamız sürecinde gördük (Mermer, 2011). 4 “İsmi olup da cismi olmayan bir büyük kuştur. Simurg, Zümrüdüankâ da derler. Yüzü insan yüzüne benzermiş. Boynu çok uzunmuş, vücudunda otuz kuşun renk ve alameti varmış. … Edebiyatımızda istiğnâ temsilidir.” (Onay, 2000: 90); “… Kuşların padişahı odur. O bize yakındır da biz ondan uzakız. (…) İki âlemde de onun makamına erişmek kimsenin haddi değildir. Feridüddin-i Attar, 2001: 56)”. 5 Ejderhayla mücadelenin eski Türk inanışları ve tasavvufla ilgisi için bkz. (Ocak, 2012: 226-235). 6 “Şeyĥiñ oŧurdım ķucaġına Deprem geldi ŧaşaġına Ŧaşları ŧopladım ķoydım ŧavaya Dibini çevirüb sürdüm havāya Deliġine śokdım ķalını Kimsesi yoķ göstere ħālini Śuśam śıķdım çıķarayım yaġını Ķaynadub görünce caġını Bal yapmış sinek ķovanda Zaķķum aġacı bitmiş havanda TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 AHISKALI BEKTAŞÎ ŞEYHİ HIRMEN-DÂR ĞAMİZÎ ALİ BABA’NIN ĞÂMİZİ’L-‘ACÂİB’İ 201 Āteş-i ‘ışķla ķarışdı Meyvesi kemāle erişdi Zaķķumdan çıkardım şekeri Śaġlam ider ħasta ciġeri Bir ‘acāyib heyūlā buldım Kendi kendime ĥasb-i ĥāl ķıldım (G. A., 154)”. 7 Kur’ân-ı Kerîm’de geçen bazı kıyamet tasvirleri için bkz. “Sûr’a bir tek üfleme üflendiği, Arz ve dağlar yerlerinden kaldırılıp şiddetle birbirine çarpılarak darmadağın olduğu zaman, İşte o gün olacak olur. O gün gök yarılmış, sarkmıştır” (Kur’ân-ı Kerîm, Hâkka Suresi:69/13-16); “O gün gök erimiş bir maden gibi olur. Dağlar da atılmış renkli yün gibi olur (Me‘âric Suresi: 70/8-9) ; “Sûr’a üfürüldüğü gün Allah’ın diledikleri müstesna göklerde ve yerde bulunanlar hep dehşete kapılır. Hepsi boyunları bükük olarak O’na gelirler.” (Neml Suresi: 27/87)”; “Doğrusu bu azap onlara ansızın gelecek de kendilerini şaşırtacaktır. Artık ne geri çevrilmesine güçleri yetecek, ne de kendilerine mühlet verilecektir (Enbiya suresi: 21/40)”. 8 Kur’ân-ı Kerîm’de Kıyamet günü yüzü ağaranlar hakkında bkz. “O gün inanan erkekleri ve inanan kadınları görürsün ki nurları, önlerinde ve sağlarında koşuyor. (Kendilerine): “Bugün müjdeniz altlarından ırmaklar akan, içlerinde ebedi kalacağınız cennetlerdir.” (denilir) İşte büyük kurtuluş budur! O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar o iman edenlere şöyle diyeceklerdir: “Bize bakın da sizin nurunuzdan alalım?” Onlara: “Arkanıza dönün de nur arayın!” denilir. Aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun içinde rahmet, dışında da azap vardır. (Hadîd Suresi: 57/12-13)”; “Yüzler var ki, o gün parıl parıl… Güler, sevinir (‘Abese Suresi: 80/38-39)”. Kaynakça ABDÜRREZZÂK KÂŞÂNÎ. (2004). Letâifu’l-A‘lâm fî İşârâtı Ehli’l- İlhâm. çev. Ekrem Demirli. İstanbul: İz Yayınları. ARBERRY, A. J. (1990). Sufism an Account of the Mystics of Islam. London: Mandalar Unwin Paperbacks. BOSTAN, İ. (1988). “Ahıska” mad. İslam Ansiklopedisi. C. I/526-527. İstanbul: T.D.V. Yayınları. BURSALI MEHMED TÂHİR EFENDİ. (1972). Osmanlı Müellifleri 1299-1915, haz. A. Fikri Yavuz ve İsmail Özen. İstanbul: Meral Yayınları. CEBECİOĞLU, E. (2004). Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü. İstanbul: Anka Yayınları. DEDEM KORKUDUN KİTABI. (2000). haz. Orhan Şaik Gökyay. İstanbul: M.E.B. Yayınları. DEMİREL, H. (1995). Türk Destanlarında Güzellik, Destan, Masal ve Din Unsurları. İstanbul: Ötüken Yayınları. ÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 70 Kenan MERMER 202 FERÎDÜDDÎN-İ ATTÂR. (2001). Mantık al-Tayr. çev. Abdülbaki Gölpınarlı. Ankara: M.E.B. İslam Klasikleri. FIĞLALI, E. R. (1996). Türkiye’de Alevîlik Bektâşîlik. Ankara: Selçuk Yayınları. ĞÂMİZÎ ALİ BABA. (?). Gâmizi’l- ‘Acâib-Cerîde-i Gavâmiz ve Tercümân-nâme. Müstensih: ?. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yazmalar Bölümü. No: 1138. ĞÂMİZÎ ALİ BABA. (1326/1908). Gâmizi’l- ‘Acâib, Cerîde-i Gavâmiz ve Tercümân-nâme. Müstensih: ?. Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi: Uşşâkî Tekkesi Bölümü. Demirbaş: 00270-003. ĞÂMİZÎ ALİ BABA. (?). Münşeât, Müstensih: ?. Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi: Uşşâkî Tekkesi Bölümü. Demirbaş: 00270-003. GÖLPINARLI, A. (2004). Tasavvuf. İstanbul: Turan Kitabevi. HACI BEKTÂŞ-I VELÎ. (2007). Makâlât Alevî-Bektâşî Klasikleri. haz. A. Yılmaz v.d. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. HAKÎKÎ, K. (2012). Âşıkların İbadeti. çev. Nizar Kara. İstanbul: İnsan Yayınları. HARABİ, A. E. (2003). Ahmed Edîb Harabî Divânı. haz. Dursun Gümüşoğlu. İstanbul: Can Yayınları. İPEKTEN, Haluk v.d. (1988). Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. İPEKTEN, Haluk v.d. (2002). Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü. Ankara: Grafiker Yayınları. KILIÇ, E. (2012). Tasavvufa Giriş. 2. Baskı. İstanbul: Sufî Kitap. KORKMAZ, E. (2005). Alevilik ve Bektaşilik Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Anahtar Kitaplar. KURNAZ, Cemal ve TATÇI, M. (2001). Türk Edebiyatı’nda Şathiyye. Ankara: Akçağ Yayınları. KÖPRÜLÜ, M. Fuad. (2003). Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. Ankara: Akçağ Yayınları. MEHMED MECDÎ EFENDİ. (1989). Şakaik-ı Nu‘mâniye ve Zeyilleri Hadâiku’ş-Şakaik I-V. Haz. Abdülkadir Özcan. İstanbul: Çağrı Yayınları. MERMER, Kenan. (2011). Karabâş-ı Velî Oğlu Şeyh Mustafa Ma‘nevî’nin Hayatı ve Divânı. Bursa: Emin Yayınları. MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ. (2005). Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercüme si. haz. Şefik Can. İstanbul: Ötüken Yayınları. OCAK, A. Y. (1984). Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkıbeleri. Ankara: Turkuaz Sahaf. OCAK, A.Y. (1992). “Bektaşîlik”. C.5/373-379. İstanbul: T.D.V. Yayınları. OCAK, A. Y. (2012). Alevî-Bektaşî İnançlarının İslâm Öncesi Temelleri. İstanbul: İletişim yayınları. ONAY, A. T. (2001). Eski Türk Edebiyatı’nda Mazmûnlar ve İzahı. Ankara: Akçağ Yayınları. OSMÂN-ZÂDE HÜSEYİN VASSÂF. (2006). Sefîne-i Evliyâ I-V. haz. Mehmet Akkuş ve AlYılmaz. İstanbul: Akçağ Yayınları

PRİZREN SEYYİD ŞEYH ALİ BABA TEKKESİ

PRİZREN SEYYİD ŞEYH ALİ BABA TEKKESİ

Bu makalede, öncelikle halkını düşünen devletin nasıl olması gerektiği ve genel olarak tekkeler ve tekkelerin fonksiyonları ele alınmıştır. Daha sonra ise, Osmanlı Devletinin tekkelere bakışı vurgulandıktan sonra, yine genel hatlarıyla Balkan tekkeleri ve bu tekkelerdeki değişme ele alınmıştır. Üçüncü adım olarak bu ana kadar hiçbir yerde yayınlanmamış ve henüz bilinmeyen Kosova-Prizren’deki Seyyid şeyh Ali Baba tekkesi incelenmiştir. Kadiri tarikatının Rezzaki alt koluna mensup olan Seyyid Şeyh Ali Baba tekkesi, bütün yönleriyle tanıtılmaya çalışılmıştır. Balkan Tekkelerindeki değişmeden Prizren Seyyid Şeyh Ali Baba tekkesi ne kadar etkilendiği ya da etkilenmediği incelenmiştir. Bu çerçevede konuyla ilgili kaynaklardan yararlanılmıştır. Bu kaynakların yanı sıra makaleye konu olan tekke hakkında araştırma için Kosova-Prizren’e gidilmiş, tekkenin postnişininde bulunan Şeyh İlyas Efendi ile görüşme yapılmış ve tekke hakkındaki bilgilere mülakat yoluyla ilk elden ulaşılmıştır. Çalışmanın sonunda Balkanlardaki tekkelerdeki değişme ve tekkelere olan uluslararası ilgi izlenmiş, Seyyid Şeyh Ali Baba tekkesinin Balkan tekkelerindeki değişmelerden etkilenmediği, saflığını koruduğu gözlemlenmiştir. Anahtar Kelimeler: Tekkeler, Balkanlar, Kadiriler, Rezzaki, Prizren, Seyyid Şeyh Ali Baba, Bektaşiler SAYYID SHEIKH ALI BABA TEKKE IN PRIZREN Abstract This essay states how a state which considers its citizens should be and what dervish loges and their functions are in general. Then, emphasizing Ottomans’ point of view to the dervish lodge, it is concentrated on dervish lodges of Balkan and changes in these dervish lodges. As the third step, dervish lodge of Seyyid Sheikh of Ali Baba in Prizren, which has never surveyed and published, and not very known till this time, was studied. The features of Seyyid Sheikh Ali Baba, which is linked to the Kadiri Dervish Order of Rezzaki’s subbranch, were tried to be given with all aspects. Sheikh Ali Baba lodge of Prizren was examined whether it was affected or not from changes of Balkan Dervish Lodges. Resources about this topic were examined. On the other hand, a field trip was made to Kosava-Prizen for the investigation of Dervish Lodge which is the matter of essay. Negotiations had been made with Sheikh * Prof. Dr., Sakarya Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Sakarya/Türkiye, sofuoglu@sakarya.edu.tr ** Sosyolog, Halk Bilimi Uzmanı, Kocaeli İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Kocaeli/Türkiye, aliaktas6679@hotmail.comDOI:10.12973/hbvd.72.133 TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 Ebubekir SOFUOĞLU – Ali AKTAŞ 70 Ilyas Efendi who is Postnişin -head of a dervish lodge, sheikh- in dervish lodges and first had sources had been gathered from this interview about dervish lodges. At the end of the study, changes of Dervish Lodges and international attention to Dervish Lodges in Balkan was observed. It has been observed that, Seyyid Sheikh Ali Baba was not affected by changes in Dervish Lodges of Balkan and it still preserves its purity. Key Words: Tekkes, Balkans, Qadiris, Rezzaki, Prizren, Sheikh Sayyid Ali Baba, Bektashis Giriş Tekkelerin toplumsal rolünü tanımlarken, işlevsel olarak “anahtara” benzetmek, yerinde bir tarif olacaktır. Hem içinde yer aldığı devletin kural ve kaidelerini halka aktarma, topluluklara yaymadaki yalınlığı ile başarısı, hem de yeni fethedilen yerlerdeki toplulukların yaşayacağı tedirginlik ve soru işaretlerinin giderilmesi, devlete alıştırılarak bağlanmasındaki başarıları, tekkelerin işlemiş olduğu “anahtar rolün en önemli sonuçları olarak değerlendirilebilir. Tarihi ve toplumsal açıdan tekkeler devletin/yönetimin uygulamaya koyduğu kural ve kaideleri halka anlatma ve bu prensipleri topluluklara benimsetme rolünü yerine getirmektedir. Eğer bu durum gerçekleşmezse bir hoşnutsuzluk, belki de bir isyan hareketi devletin karşılaşacağı başlıca sorun olacaktır. Kısaca yeni fethedilen yerlerde devlet/yönetim kendisini, topluluklara benimsetememesi sonucunda toplulukların gözünde işgalci devlet konumu, savaş meydanlarında yenerek egemen olduğu bir ülkenin topraklarında yine belki de kendisine karşı içten içe gelişecek bir başkaldırı, bir isyan hareketinin doğ- masını neden olabilecektir. Bu çerçevede, İslamiyet’i kabul etmelerinden ve 13. yüzyıldan itibaren önce Anadolu’da gelişmeye başlayan ve Türklerin en önemli egemenlik unsurlarından biri haline gelen tekkeler, sürekli ön planda kalmıştır (Hacı Bektaş Veli, 2007: 15). Tekkeleri ön planda tutan şey ise onların icra ettikleri fonksiyonlarıdır. Burada tekkelerin dini boyutlarından ziyade, onları birer halk eğitim merkezleri gibi çalıştıran fonksiyonlarına dikkat çekilmektedir. Tekkelerin bu fonksiyonlarını icra edebilmesi için de devletin halkına daha yakın durma mecburiyetine inanması gerekmektedir. Toplum-devlet kucaklaşmasının en önemli şartlarından biri olarak yukarıda da ifade edildiği gibi devletin toplumunu layıkıyla tanımasıdır. Toplumunu layıkıyla tanıyan devletler ancak nasıl adım atacağına karar verebilme imkânlarına sahiptirler (Kınalızade Ali Efendi, ty: 230-231). Devletin toplumunu tanıyabilmesi için de ona yardımcı olacak en önemli dayanak noktaları ise; o devletin gelişmesini tamamlamış ve çok iyi işleyen resmi ve gayri resmi kurumlarıdır. Bu kurumlar arasında bazen resmi bazen gayri resmi hüviyetlerde ortaya çıkan kurum olarak tekkeler görülmektedir. Bu çalışmada, Kosova’nın ikinci büyük şehri Prizren şehrinde bulunan ve şimdiye kadar da Raif Vırmiça’nın “Kosova Tekkeleri” adlı eserinde yazılan kısa bil- TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 PRİZREN SEYYİD ŞEYH ALİ BABA TEKKESİ 71 gilerden başka literatüre geçtiğine dair izine rastlanamayan Prizren Şeyh Ali Baba Tekkesinden bahsedilecektir. Burada yapılacak bahis daha çok, tekkenin şu anki Şeyhi, Şeyh İlyas Baba ile yüz yüze yapılan mülakat neticesi elde edilen veriler üzerinden olacaktır. Bunlara ilaveten tabiatıyla tekkelerden, onların fonksiyonlarından, Türklerin İslamlaşması ve tasavvufla tanıştıktan sonra Anadolu ve Balkanların Türkleşmesinden ve bu İslamlaşmanın Balkanlara getirdiklerinden de bahsedilecektir. Bu bağlamda Türklerin eliyle İslamlaşan ve Türkleşen Balkanlarda, Osmanlılardan sonra ortaya çıkan yeni tartışmalar da ele alınacaktır. Osmanlı’nın Balkanları zorla Müslümanlaştırdığı, geri bıraktığı, Balkan halklarına yüzyıllarca eziyet ettiği şeklinde tartışmalar mevcuttur. Bunlar, neredeyse tüm Osmanlı toprakları için az ya da çok olacak şekilde, yapılagelen tartışmalar olarak iddia edilegelmiştir. Özellikle Hristiyan camia tarafından, Osmanlı’nın Balkanları zorla Müslü- manlaştırdığı şeklinde ortaya atılan iddia, zorla din değiştirme olamayacağına göre misyonerlerce, Balkan halklarına hâlâ Osmanlı öncesi dinlerinde oldukları ilhamını vermeyi amaçlamaktadır. Bunun sonucunda Balkan halkları Hristiyanlaştırılmaya ve böylece İslâm kültüründen beslenen Türk kültüründen de uzaklaştırılmaya çalışılmaktadır. Böylece de Türkiye hakkında karalamalar yürütülmeye gayret edilmektedir. Öte yandan Hristiyan propagandasına kanmayan Müslüman Balkan halkları da bu kez, Türklerin İslamiyet’le yollarını ayırdıklarını iddia eden Vahhabi propagandası ile Türk kültüründen uzaklaştırılmaya çalışılmaktadır. İşte tekkeler, varlığı, müteselsilen devam eden müntesipleri ile bu propagandalara cevap veren yapılar olarak durmaktadır. Osmanlı’nın Balkanları geri bıraktığına ilişkin iddialar ise yine bulundukları yerleri imar eden fonksiyonlar da icra eden tekkelerden cevabını almaktadır. Bir makale boyutuyla ele alınan bu çalışmada bu iddialardan yoğunlukla bahsedilmeyecek, ancak Balkanların nasıl zorlama olmadan İslamlaştığı ve Türkleştiği genel olarak ele alınacak ve bu çerçevede de bu tür fonksiyonları icra eden Prizren Şeyh Ali Baba Tekkesi hakkında izlenimler paylaşılacaktır. Bu anlamda Prizren Şeyh Ali Baba Tekkesinin icra ettiği fonksiyonları ortaya konulmaya çalışılacaktır. Osmanlı’nın, Balkanları zorla Müslümanlaştırdığı, geri bıraktığı, yüzyıllarca eziyet ettiği şekilde tartışmalar üzerinden devam eden karalamalara verilebilecek en güzel cevabın da aslında, yüzyıllar boyunca hâlen ayakta olan Tekkeleri olduğu görülecektir. I. Tekkeler Söğüt-Domaniç dolaylarına yerleşen ve küçük bir beylik konumunda olan bir aşiretten 600 yıl sürecek bir imparatorluk çıkması, belki de kayı boyunun bile inanabileceği türden bir öngörü olamazdı herhalde. Osmanoğulları denen bu kayı boyu yöneticilerinin aklına bir gün dünyada söz sahibi olmuş bir devlet ideali geldiğinde, bu kadar geniş topraklara ulaşmak ve uzun süre hayat sürme arzusu, olsa olsa bir TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 Ebubekir SOFUOĞLU – Ali AKTAŞ 72 temenniden öteye gidemezdi belki de. Aslında yirmi dört milyon kilometrekareye ulaşmak, çok uluslu, çok dinli asırlar boyu dünyanın en güçlü devleti haline gelip dünya politikalarında son sözü söyleyebilmek, Kayı boyu aşiretinin hedeflerinin ötesinde bir ideal olmalıydı. Bu idealde, en fazla öne çıkan bir olgu olarak fethedilen yerlerde adaleti (Aslan, 1999: 222) tesis etme düşüncesi ve askerince bilinmeyen hedeflere bile “kızıl elmaya” diyerek askerini sefere çıkaran Osmanlı için, çok da düşünülmemiş değildi (Pakalın, 1993: 278). Öte yandan burada dikkat edilmesi gereken, Osmanlı’nın küçük bir beylikten muazzam bir imparatorluğu hayal edip etmediğinin yanı sıra, bu büyüklüğe nasıl ulaştığıydı. Nasıl olmuştu da Osmanlı, kendisinden daha büyük beylikler varken onların arasından sıyrılıp Anadolu Türk birliğini sağlayarak oradan da bir cihan imparatorluğuna yükselmişti. İşte bu sorunun cevabını, devleti bu boyutlara getiren sisteminde aramak daha doğru olacaktır. İncelendiği zaman devleti bu denli güçlü ve istikrarlı yapıya kavuşturan dü- zen, Osmanlı’ya başarıyı nasıl yakalattığının cevabını verecek, üç kıtaya yayılmasında kendisine yapısal destek veren sisteminde olduğu görülecek, 11.yüzyılda Orta Asya’da Ahmet Yesevi ile (Melikoff, 1998: 35) başlayıp gelişen mistik karakterli popüler Türk Müslümanlığının temelindeki (Ocak, 2012:161) en önemli kurum olarak da tekkeleri öne çıkaracaktır (Türer, 1999: 375). Tekkeler, Osmanlı’nın gerek yeni fethettiği yerlerde gerek daha önceden beri (Kara, 1999: 387) elinde tuttuğu yerlerde halkı devlete ısındırma fonksiyonları icra ediyorlardı. Bu, onların tek fonksiyonu değildi ancak bu özellikleriyle halkla devlet kaynaşmasının en önemli merkezlerinden biri haline gelmişlerdi. Devlet, sorun gördüğü bölgelerinde tekkeleri kullanıyor, tekkeler vasıtasıyla oranın sosyalleşmesini sağlıyordu. Yeni fethedilecek yerlerde de Alperen anlayışıyla hareket eden tekkeler öne çıkıyor, bu tür bölgelerin fethini kolaylaştırıyordu (Köprülü, 2009: 241). Sarayın tekke ve zaviyedekilere gösterdiği yoğun ilgiden de istifade ederek Alperenlerin kendi istedikleri yerlerde kurdukları tekkelerden başka, devletin gösterdiği yerlerde de kurulan tekkeler vardı (Savaş, 1999: 72). Bunlar, yeni fethedilen yerleri şenlendirmek, askeri ve idareyi kolaylaştırmak, modern anlamda iç ve dış turizmin ve ticaretin engellerini ortadan kaldırmak, fikir ve mal naklini sağlamak, ahlaksızlıklara doğru yolu göstermek, ümitsizlere kurtarıcı eli uzatmak, dolayısıyla siyasi ve sosyal hayatı kuvvetlendirmek gibi gayelerle, mühim noktalarda, tenha, korkunç, hatta yağmurlu ve karlı havalarda tehlikeli olabilecek bölge ve geçitlerde vazifelerini sürdürmüşlerdi. Mesela Bursa Orhan Gazi Zaviyesinin, yapıldığı yıllarda, ikindiden sonra yanına varılamayacak kadar ıssız olduğu bilinmekteydi. Orta Avrupa’dan Malezya’ya, Kuzey Afrika’dan Kafkasya’ya, Hazar’dan Varna’ya kadar uzanan topraklarda bu tip tekke ve hangâhlar kanalıyla, sosyal hayatın önündeki engeller ortadan kaldırılmıştı (Kara, 1990: 174; Köprülü, 2009: 44-8). TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 PRİZREN SEYYİD ŞEYH ALİ BABA TEKKESİ 73 Bu halleriyle, Tasavvuf olgusuna sahip “pir” adı verilen kurucu şeyhlerin çevresinde tekke-zaviyelerde ortaya çıkan tarikatlar, sivil karakter taşıyan birer sosyal ünite durumunda idiler. Şeyhlerin ve dervişlerin, dini lider olmalarından dolayı, halk üzerinde ayrı bir nüfuzları vardı. Kutbul Aktab/İnsanı Kamil felsefesinin yeryüzündeki temsilcisi olarak kabul edilen abdallar, özellikle Yörükler/Türkmenler arasında büyük itibar sahibiydiler (Oğuzoğlu, 1999: 17; Melikoff, 2011: 197-8). Türkmenler arasında nüfuz ve itibar sahibi olan tekkeler, aynı zamanda Osmanlı’nın diğer yerlerinde de etkindiler. Osmanlı sistemini yeni fethedilen yerlerde halka benimsetmedeki başarıları, devletin girdiği bölgelerde daha uzun kalmasını sağlıyordu (Barkan, 1941: 280, 283). Hiç ortak bağları olmadığı farklı milletlerden, farklı dinlerden olu- şan yeni fethedilmiş Osmanlı Avrupa’sında bile tekkeler fonksiyonlarını icra ediyor, çalışmalarıyla, çekingen, ürkek yeni Osmanlı vatandaşlarını istimâlet (İnalcık, 1999: 42) denilen bir propaganda yöntemiyle devlete kazandırıyor, onları eski yöneticilerinden kopararak Osmanlı’yı sevmelerini sağlıyorlardı (Kara, 1990: 171-172). Sosyal bir devlet olarak tanımlanabilecek olan Osmanlı, halkının taleplerine önem verir, onları yerine getirmeye çalışırdı. Halkının taleplerini iaşe (Genç, 1991: 100), adalet prensipleri çerçevesinde dikkate alır, gerçekleştirilmesi için imkânlarını seferber ederdi. Halkının taleplerini yerine getirmekte titiz davranan Osmanlı, tarikatların taleplerinde daha fazla titiz davranmaktaydı. Çünkü Osmanlı’ya göre tarikatlar ve tekkeler halkına ulaşmakta kendisine çok büyük destek veren birer kitle iletişim araçları konumundaydı. Bu şekilde, devlet-toplum arasındaki ilişkiler körlersağırlar diyalogundan kurtuluyor, bir etkileşim köprüsü kurulmuş oluyordu (Melikoff, 1999: 384-385). Böylece tekkeler, devletin mesajını vatandaşına bir emanetçi gibi sadece ulaştırmakla kalmıyor, o mesajının ruhunu da vatandaşın zihnine, gönlüne yerleştirmeye çalışıyordu (Öngören, 1999: 486-487). Devletin önceliklerini kavrayan tekkeler tıpkı bir eğitmen gibi halkı bir süreç içinde eğitiyorlar ve devletin istediği ortalama bir vatandaş tipinin ortaya çıkmasını sağlıyorlardı (Melikoff, 2011: 198-9; Kara, 1990: 175-176). Devlet- Tekke arasında var olan bu yakın iliş- kilerin yanı sıra, devletin her köşesinde Devlet-Tekke arasındaki ilişkilerin sorunsuz yürümeyen örnekleri de olmuyor değildi. II. Balkan Tekkeleri Öte yandan Anadolu’nun tekkeler eliyle Türkleştirilmesinden başka, Osmanlı’nın toprakları arasında olan Balkanlar da büyük oranda tekkeler eliyle Türkleştirilmişti (Ocak, 2012: 38). Osmanlı’nın gerilemesi ve ortadan kalkmasıyla, onun çok önemli kurumlarından biri olan bazı tekkeler de bu gerilemeden nasibini almışlardı. Devletin tarih sahnesinden çekilmesiyle, tekkeler de tarih sahnesinden çekilmemişler ancak asıl fonksiyonlarından uzaklaşmaya başlamışlardı. Osmanlı’nın bölgelerde egemenliğini kurmada ona son derece önemli katkıları olan TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 Ebubekir SOFUOĞLU – Ali AKTAŞ 74 Tekkeler, onun bütün topraklarında olduğu gibi, Balkanlarda da örgütlenmişlerdi ve Osmanlı’nın genel gerilemesinden bazıları da nasibini almışlardı. Bu anlamda Balkanlardaki bazı tekkeler, belki de Osmanlı’daki genel gerilemeye paralel olarak asıl fonksiyonlarından uzaklaşmaya başlamışlardı. Hatta zamanla bu gerileme, en önemli fonksiyonları sayılan bazı dini ibadetlerden bile uzaklaşmalarına yol açmıştı. Buna karşılık Balkanlarda da halka ulaşan kanallardan biri olan tekkelerin bu fonksiyonlarının, bugünlerde Almanya ve İsveç ciddi bir şekilde farkındadır. Almanya, bizzat Büyükelçisi vasıtasıyla Prizren Tekkeleri ile ilgilenmekte, hatta Prizren Halveti Tekkesini de ziyaret ederek onları Almanya’ya davet etmek suretiyle Tekkelerle irtibatını artırmaya çalışmaktadır. İsveç ise Üniversitesi ve İsveç Dışişleri bakanlığı ile ortaklaşa yürütülen bir proje çerçevesinde sadece Kosova değil bütün Balkan Tekkeleri ile Arnavutça veya Sırpça yerine mükemmel Türkçe bilen akademisyenlerini de bu konuda görevlendirerek dinamik bir süreçte ilgilenmektedir. İsveç ve Almanya’nın Kosova’da, misyonerlik çalışmalarına destek veren en önemli ülkeler olduğu da akıllarda tutulursa, Almanya ve İsveç’in Balkan Tekkelerine olan ilgileri daha iyi anlaşılabilecektir. Öte yandan aslında, temelde Tasavvufa karşı olmakla beraber Suudi Arabistan destekli Vahhabilerin ve İran’ın Tekkelerle irtibata geçmeye çalışmaları da Balkan Tekkelerine başka devletlerin ne kadar önem verdiklerinin di- ğer örnekleridir. Yukarıda da belirtildiği gibi, Balkanları da Türkleştiren tek bir tarikattan ziyade tekkeler de çok çeşitli tarikatlara, çok çeşitli silsilelere mensup tekkelerdi. Bu çerçevede, Bektaşiler, Halvetiler, Sadiler, Nakşîler, Mevleviler, Rıfailer, Balkanlarda bu tür hizmetleri yerine getiren tarikatlardan bazıları idi. Bu tür tekkelerin yanı sıra başta Sarı Saltık olmak üzere Alperenler de Anadolu ve Balkanların Türkleşmesi ve İslamlaşması sürecinde çok önemli fonksiyonlar icra etmişti (Şahin, 2011: 131; İbrahimaj, 2011: 54). Bu tür hizmetleri ifa eden bir diğer tarikat gurubu da Kadirilerdi. III. Kadiriler Ebu Salih b. Abdullah-ül Ceyli’nin oğlu olan Abdülkadir Geylani Hazretlerine (d. 470/1077, ö 561/1165-66) nispetle kurulmuş olan Kadiri Tarikatı’nın, İslam dünyasının ilk ve en yaygın tarikatı olduğu ifade edilir (Azamat, 2001; 131). Kuzey İran’da, Hazar denizinin Güneyinde, Hanbeliliğin çok kuvvetli olduğu Tabaristana bağlı, (Kilan, Cilan, Geylan) Ceylan bölgesi, Neyf Kasabasının Büştir köyünde (Gü- rer, 2007: 11; Arıkan, 1985: 15) dünyaya gelen Abdülkadir Geylani Hazretleri, İmam Ali’nin oğlu Hz. Hasan’ın soyundan olduğu için bu tarikat da İmam Ali’ye bağlanır (Nurhan, 2005: 90; Şapolyo, 2006: 185) Kadiriyye icazetnamelerinde Hz. Ali’ye iki şekilde ulaşıldığı görülür. Abdülkadir Geylani ve Ebu Said el-Muharrimi’den başlayıp Ma’ruf-i Kerhi’ye kadar her iki silsiledeki isimler ortaktır. Ma’ruf-i Kerhi’den ge- TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 PRİZREN SEYYİD ŞEYH ALİ BABA TEKKESİ 75 riye doğru İmam Ali er-Rıza ve diğer ehli beyt imamlarıyla veya Davud et-Tai, Habib el-Acemi, Hasan-ı Basri yoluyla Hz. Ali’ye ulaşılır (Azamat, 2001: 133). 18 yaşına kadar doğduğu şehirde kalan ve Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahaddin Hazretlerinin onun hakkında iki âlemin sultanı tanımlamasını yaptığı (Mektubât-ı Geylâni, 2005: 4) Abdülkadir Geylani Hazretleri 488/1095’te Bağdat’a gitti. Fakat Gazali’nin kardeşi Ebu Hamid’in dersler verdiği Nizamiye Medresesine dâhil olmadı. Ebu Sa’d Ali el- Mukarrimi’den Hanbeli fıkhı dersleri aldı, Ebül’l Hayr Muhammed b. Müslim el-Debbas’tan tasavvuf eğitimi aldı. Uzun süre Irak çöllerinde elli yaşına gelinceye kadar münzevi bir derviş gibi dolaştı. Bağdat’a döndükten sonra dersler, vaazlar vermeye başladı. Onu dinleyen birçok Hristiyan Musevi, Müslüman oldu. Cemaat halkası, gittikçe büyümeye başladı. Önceleri Şafii mezhebinde olduğu halde, daha sonra dâhil olduğu Hanbelilerin önderi haline geldi (Bardakçı, 2005: 236). Bir vaazından sonra hakkın tecelli etmesi üzerine kurbiyyetini ilan etti. Bu ilan üzerine, sadece orada olanlar değil, İslam Dünyasından birçok veli ona tabi oldu (Nurhan, 2005: 90) Kadiriyye silsilesi Abdülkadir Geylani Hazretleri’den sonra genellikle Cemal-ül Irak diye tanınan oğlu Abdürrezzak veya Abdülcebbar ile devam eder (Azamat, 2001: 133). XII. yüzyıl’da Orta Asya’da ve Türkler arasında Yeseviye, Orta Doğu ve Araplar arasında Rıfaiyye tarikatı yaygınlaşırken Kadiriyye de Irak başta olmak üzere İslam Dünyasının her tarafına yayılmaya başladı (Azamat, 2001: 131). Daha Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin sağlığında da geniş bölgelere ulaşan Kadiriyye tarikatının yaygın bir tarikat olmasının başka nedeni olarak Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin çok sayıda çocuğu olması ve çocuklarının ve İslam âleminin birçok bölgesine mensup müritlerinin, onun yolunu devam ettirmek suretiyle katkıda bulunmalarıydı (Azamat, 2001: 131). Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin ölümünden Moğolların Bağdat’ı işgal ettiği 1258 yılına kadar geçen dönem, Kadiriyye tarikatının kuruluş dönemi olarak tanımlanır (Azamat, 2001: 134). Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin çocukları ve torunları hem Moğol istilası nedeniyle hem de tarikatı yayma amacıyla İslam Dünyasının birçok bölgesine giderek tarikatın etki alanını genişletmişlerdi (Azamat, 2001: 132). Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin Moğollar tarafından yıkılan medrese ve tekkesinin Kanuni Sultan Süleyman tarafından H. 942, M. 1534’yılında Mimar Sinan’a yeniden yaptırılması ve Bağdat’a Nakibuleşraf olarak Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin soyundan gelen birinin tayini, Osmanlıların Abdülkadir Geylani Hazretleri’ne ve onun tarikatına olan hürmetlerinin bir işaretiydi. Kadiriyye tarikatını Anadolu’ya, XV. Yüzyılda Hacı Bayram Veli’nin müridi iken onun emri üzerine Hama’ya gidip, Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin soyundan Hüseyin el-Hamevi’den hilafet alan ve ikinci Pir olarak kabul edilen Eşrefoğlu Rumi getirmiştir (Muslu, 2004: 376; Şapolyo, 2006: 188; TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 Ebubekir SOFUOĞLU – Ali AKTAŞ 76 Yılmaz, 2007: 397). Tarikatın Anadolu’dan önce İznik çevresinde, İznik’in Tirse köyünden Abdurrahman Tırsi vasıtasıyla yayıldığı belirtilir (Öngören,2003: 224). Güneydoğu Anadolu’dan olup tarikatın Halisiyye kolunu kuran Abdurrahman Halis et-Talabani’nin Sivas’a gönderdiği halifesi, Mur-i Ali Baba ve diğer halifeleri vasıtasıyla Halisiyye İstanbul ve Anadolu’da yayılmıştır (Azamat, 2001: 133). XVII. Yüzyılda, Rumiyye kolunun piri İsmail Rumi’nin faaliyetleri sonucunda da tarikat, başta İstanbul olmak üzere Anadolu ve Balkanlarda yaygınlık kazanmıştır. İsmail Rumi’nin İstanbul-Tophane’de kurduğu tekke, diğer bölgelerde açılan Kadiri Tekkelerinin merkezi haline gelmiştir (Azamat, 2001: 132). Osmanlı Döneminde Bitlis, Siirt, Van ve Beytüşşebap bölgelerinde asayişi sağlamak için Iraktan getirilen Kadiriler de vardır (Bardakçı, 2005: 237). Kadirilerin İslâm Dünyasının adeta her köşesinde kurulmuş şubeleri hakkında değişik rivayetler vardır. Kaynaklar Kadiriliğin İslam Dünyasına, yayılmış şubelerinin başlıcalarının Esediyye, İseviye, Ekberiyye, Yafeiyye, Eşrefiyye, Hilaliyye, Rumiyye, Garibiyye, Halisiyye (Yücer, 2004: 371), Semadiyye, Mukaddesiyye olmak üzere 11’den (Şapolyo, 2006: 190) 45’e kadar sayılarını ulaştığını belirtir (Azamat, 2001: 135). Abdülkadir-i Geylani Hazretleri arkasından, bugüne kadar, ancak yarısından fazlasına ulaşabilen 50’den fazla eser bırakmıştır ( Nablusi, 2006: 32; Gürer, 2007: 13). Bu şekilde dünyanın birçok bölgesinde şubeleri olan Kadiriler, ilk olarak Eşrefoğlu Rumi tarafından ulaşılan Balkanlarda da birçok yerde tekkelere sahiptiler(Muslu, 2004: 376). Bu Tekkelerden biri de Balkanların bir köşesi KosovaPrizren’de olan Seyyid Şeyh Ali Baba tekkesi idi. IV. Prizren-Kadiri Seyyid Şeyh Ali Baba Tekkesi Prizren’de Kadiri tarikatına ait iki tane tekke vardır. Bunlardan biri Şeyh Hasan Efendi Kuruli Tekkesi, diğeri ise Seyyid Şeyh Ali Baba Tekkesidir (İzeti, 2003: 201). Seyyid Şeyh Ali Baba tekkesi bugün, Yugoslavya döneminde ayakkabı imalatında bulunulan “Komuna Ayakkabı Fabrikasının” karşısında yer almaktadır. Fabrika, bugün metruk haldedir ve tekke de tam olarak bu fabrikanın karşısına denk düşmektedir. XIX. Yüzyılın sonlarında Arap olduğu iddia edilen Şeyh Mehmet Ali (1880-1890) tarafından kurulmuş olan tekke, Halk arasında “ Gözcü Mahmut Efendi Tekkesi” olarak da bilinmektedir (İzeti, 2003: 202). Tekkenin bu adla anılmasının nedeni olarak da, tekkenin, Gözcü Mahmut Efendi türbesi yanında inşa edilmesi olarak gösterilmektedir. Gözcü Mahmut Efendi için de, Bursalı olduğu ve bir Osmanlı askeri olarak, Prizren’in fethi esnasında bu yerde şehit düştüğü rivayetlerinde de bulunulmaktadır. Buna ilaveten halk arasında Gözcü Mehmet Efendi ile ilgili çeşitli rivayetler vardır. Bunlardan biri çok ilginçtir: Gözcü Mehmet Efendi, o zamanlar bataklık olan bugünkü tekkenin olduğu yerde, küçük ve basit bir evde, mütevazı bir şekilde haya- TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 PRİZREN SEYYİD ŞEYH ALİ BABA TEKKESİ 77 tını sürdürürken muhtemelen Prizren Valisi olan o zamanki paşalardan birinin kızı hastalanır. Kimse de kızın hastalığına çare bulamaz. Bir gün yakınları Paşa’ya, Gözcü Mehmet Efendi’den bahsederek kızın hastalığı ile onun ilgilenmesini tavsiye ederler ve kızı, Gözcü Mehmet Efendiye getirirler. Gözcü Mehmet Efendi de kızın halini gördükten sonra, kız için dualar yapar. Kız da Gözcü Mehmet Efendinin yaptığı dualardan sonra iyileşir (Vırmiça, 2010: 78). Kızın iyileşmesi üzerine de Paşa, Gözcü Mehmet Efendiye dile benden ne dilersen diyerek isteğini sorar. Mehmet Efendi de hiçbir şey talep etmez. Ancak Paşa, Şeyh Efendinin kendisinden hiçbir şey istememesi üzerine, Mehmet Efendinin ya- şadığı evin etrafındaki bataklığı temizletilmesi talimatını verir ve bataklık temizlendikten sonra burayı Mehmet Efendinin hizmetine sunar (Vırmiça, 2010: 78). Bu da tekkelerin, bulunduğu yerleri mamur hale getirdiği örneklerden biridir. Bu örnekte bataklığı tekke mensupları kurutmuyor ancak, icra ettiği bir fonksiyonu ile bataklığın kurutulmasını ve dolayısıyla oranın mamur ve yaşanabilir hale gelmesini sağlamış oluyordu. Bu haliyle de Osmanlının fethiyle gelen tekkelerin Balkanları geri bırakmak bir yana, bulundukları bölgelerin imarına katkıda bulunmuş oldukları bu örnekle de bir kez daha görülmüş oluyordu. Tekkenin şuandaki postnişini Şeyh İlyas Baba ise, Raif Vırmiça’nın bu şekilde Gözcü Mehmet Efendi diye bahsettiği kişinin aslında, Seyyid Şeyh Ali Baba olduğunu söyler. Ayrıca Gözcü Mehmet Efendi diye tanıttığı kişinin de Fatih Sultan Mehmet’in kumandanlarından olduğunu, adının da Gözcü Mehmet değil, Mahmut olduğunu söyler. Rivayetlere göre, Paşa tarafından tekkeye verilen bu arazi, ilk halde, çok geniş ve halen bugün bile tekkenin yakınında ayakta bulunan namazgâh tekkenin müştemilatına dâhil imiş. Fakat zamanla bu arazinin çoğu, devlet ya da kimi şahıslarca mülk edinilerek arazi son derece küçültülmüş. Bugün o araziden, sadece tekkenin bulunduğu yer kadar küçük bir yerin kaldığı söylenir (Vırmiça, 2010: 78). Tekkenin kurucusu Seyyid Şeyh Ali Baba’dan sonra gelen şeyhlerden Şeyh Ali Efendi, Osmanlıların kendilerine verdiği bu arazide tekkeyi inşa eder ve bu tekkede, inşasından yıkıldığı 1912 yılına kadar dervişleri ile birlikte etkinlikler devam eder. Tekkenin yıkılmasından sonra da, dervişler gizli olarak zikirleri bırakmamışlar, zikirleri müridanın evlerinde devam ettirmişlerdir. O dönemin idaresi, tekkenin yı- kılmasına rağmen zikirlerin devam ettiğini fark eder ve 1948 yılında Şeyh Ali Babayı tutuklar. Fakat her ne kadar Şeyh Ali Baba tutuklanmışsa da kısa bir süre sonra Şeyh Efendi serbest bırakılır. Şeyh Efendinin serbest bırakılmasının yanı sıra Yugoslavya idaresi tekkede zikirlerin aleni olarak yapılmasına izin verir. Bu da tekkelerin bir fonksiyonu olarak görülmelidir. Her ne kadar yasaklansa bile halk içinde sosyal buluşmayı sağlayarak barışçıl amaçlara hizmet eden tekkelerin böyle fonksiyonlar icra ettikleri anlaşıldığında bu yasakların kalktığına da bu şekilde şahit olunmaktadır. ÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 Ebubekir SOFUOĞLU – Ali AKTAŞ 78 Tekkede bundan sonra zikirler aleni yapılmaya başlanır ve Şeyh Ali Efendi 1948 yılında tekkeyi yeniden inşa eder. Daha sonra da Şeyh Ali Efendinin ölümünü takiben Postnişin Şeyh Mehmet Ali olur. Ondan sonra postnişin olan Şeyh Mehmet Ali’nin ölümüyle ise tekke bir süre Şeyhsiz kalır. Daha sonra ise Şeyh Hızır Tamnik postnişin olur. 1903 yılında Prizren’de doğan Şeyh Hızır da, 1990 yılında da yine Prizren’de ölür. Derviş Baba Nurettin’in oğlu olan Şeyh Hızır’ın, Hilafet namesini Yakova’lı Hacı Şeyh Hakkı Dana’dan aldığı ifade edilir (Vırmiça, 2010: 79). Yaşlı olduğundan dolayı Şeyh Hızır da, hayatta iken şeyhlik görevini oğlu İlyasa el vererek devreder. Bugün, Şeyh Ali Efendi tekkesinin şeyhi de Şeyh İlyas Efendidir. Seyyid Şeyh Ali Baba tekkesi de Kadiri Tarikatının Rezzaki koluna aittir (Vırmiça, 2010: 80). Kadirilerin kaynaklarda belirtilen kolları arasında Rezzaki kolu olmamasına karşın, Seyyid Şeyh Ali Baba tekkesinin Rezzaki koluna bağlı olduğunun belirtilmesi, tarikatın diğer kollarından başka Abdülkadir-i Geylâni Hazretlerinin oğluna atfen kurulmuş olan bir Rezzaki kolunun varlığını gösterir. Hâlen, yenilenmek üzere inşaat halinde olan tekke, bugüne kadar birçok tamirden geçmiştir. Kısa süre öncesine kadar tek katlı olan tekke bugün, 1 katı yol seviyesinin altında olmak üzere, 3 katlı olacak şekilde inşa edilmektedir. Tekkedeki İnşa faaliyetinden dolayı çevreden şikâyetler de olduğu Şeyh İlyas Baba tarafından şahsıma ifade edilmişti. Ancak Şeyh İlyas Baba, şikâyet edenlerin haklı olmadığı- nı, burada asıl mağdurun tekke olduğunu söylemektedir. Çünkü tekkeyi içine alan namazgâh bölgesi dahil, tekkeye verilmiş arazi olduğunu, buraya yerleşenlerin tekkenin arazisine yerleştiklerini dolayısı ile asıl mağdurun kendileri olduğunu belirtmektedir. Esas cephe olan tekke avlusu, beton ve demir parmaklıklı duvarla çevrilidir. Semahanesinde duvara asıl levha ve çok sayıda zikir âlemleri bulunmaktadır. Tekkenin diğer iç duvarlarında, başta Hz. Ali, Kadiri Tarikatının kurucusu Abdülkadir Geylani’ye ait olduğu belirtilen resimler, postnişin olmuş daha önceki Şeyh Efendilere, mevcut Şeyh Efendi İlyas Efendiye ait resimler, zikir anını gösteren resimler, şiş kullanırken yapılan zikirlere ait görüntüler vardır. Yine tekkenin iç duvarlarında başta Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin Hz. Muhammet (S.A.V)’e ulaşan nesebi ve ona ait sözler olmak üzere İslâm ve tarikat büyüklerinden sözler içeren levhalar yer alır. Yine tekkenin bir duvarında o zamana kadar güzeran eden silsile vardır. Semahanenin mihrabı da çok süslüdür. Tekke duvarında bulunan resimler, aşağıda tek tek açıklanacaktır. Tekke bugün aktif olarak faaliyettedir. Dervişleri genellikle yöre halkındandır. Tekkede sazlar eşliğinde ilahi gurubu da etkindir. Zikirler, devamlı olarak her hafta Cuma namazından sonra yapılmaktadır (Vırmiça, 2010: 80). Zikirlerin ve toplantıların bu şekilde devam etmesiyle tekke, bulunduğu yerdeki halkın birbirine kaynaşması yoluyla Türk-İslâm kültürünü devam ettirmektedir. Balkanlarda her ne kadar Türkiye aleyhinde karalamalar olsa da tekkeler, bu şekilde yapmış oldukları periyodik toplantı ve zikirlerle, mensuplarını bu karalamalardan korumaktadır. TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 PRİZREN SEYYİD ŞEYH ALİ BABA TEKKESİ 79 Çünkü burada zikirler ve ilahiler çoğunlukla Türkçe olmakta ve tekke adabı Osmanlı dönemindeki kuruluşunda olduğu gibi Türk tekke geleneği usullerine göre yürütülmektedir. Tekke duvarında bulunan ve aşağıya yazılan tabloda belirtildiğine göre Abdülkadir Geylani Hazretlerinin nesebi hem anne hem de baba tarafından Hz. Muhammet (S.A.V)’e ulaşır. Yine aynı tabloda belirtildiğine göre Hz. Abdülkadir Geylani hazretlerinin menakıb ve silsilesi, torunu Ebu Salih Nasr tarafından yazılmış olup anne ve baba tarafından Hz. Muhammet (S.A.V)’in soyuna bağlandığı; anne tarafından Hz. Hüseyin Ra.’a, baba tarafından Hz. Hasan Ra.’nın torunu olduğu anlaşılmaktadır (Şapolyo, 2006: 185). Buna göre Hz. Abdülkadir Geylani hazretlerinin menakıb ve silsilesi aşağıdaki gibi belirtilir. a. Anne Tarafından: b. Baba Tarafından Seyyid Mahmud Tahir Ebu Salih Musa Zengi Dost Ebu Ata Seyyid Abdullah Abdullah Seyyid Kemaleddin İsa Yahya ez-Zahid İmam Alâudin Muhammed Muhammed el-Cevad Davud İmam Ali Rıza Mûsa es-Sani İmam Musa el-Kâzım Abdullah es-Sani İmam Cafer es-Sadık Mûsa el-Cevn (cun) İmam Muhammed el-Bakır Abdullah Mahiz İmam Zeynel-Abidin Hasan el-Musenna Hz. Hüseyin Ra. Hz. Hüseyin Ra. Valideleri Fatımat’üz Zehra Hz. Muhammed (S.A.V) Tekkeye güney cepheden bitişik olan türbe, tekke ile aynı çatı altında bulunmaktadır ve tek kartlıdır. Tekke türbesinde sanduka biçiminde 5 kabir bulunmaktadır. Kabirler Gözcü Mehmet Efendi, Şeyh Ali Efendi, Şeyh Mehmet Ali, orada metfun şeyhlerden bir şeyhin hanımı ve Şeyh Hızır Efendi’ye aittir. Tüm sandukalar yeşil örtü ile örtülüdür. Onların üstlerinde de beyaz havlular vardır. Türbe içinde çok sayıda levha bulunmaktadır (Vırmiça, 2010: 80). Halk arasında ve kaynaklarda yukarıda belirtildiği gibi bahsedilen Seyyid Şeyh Ali Baba tekkesine ait daha başka bilgilere ulaşabilmek için halen Postnişin olan Şeyh İlyas Baba ile görüşmek istedik. Tekkeye giderek kendisinden telefonla randevu aldık ve sözleştiğimiz vakitte Şeyh İlyas Baba ile Tekkede bir araya geldik. Kendisine, tekke ile ilgili öğrenmek istediklerimizi sorduk. Ayrıca, bir anlamda daha TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 Ebubekir SOFUOĞLU – Ali AKTAŞ 80 önce öğrendiğimiz bilgilerin sıhhatini görebilmek anlamında tekke hakkında daha önce öğrendiğimiz bilgileri de sorduk. Şeyh İlyas Baba’ya göre Tekke, Fatih Sultan Mehmet tarafından tesis edilen ve halen Prizren’de o adla bilinen Namazgâh’ın yanında, Namazgâh komutanlarından Tezgir Baba, Dalgın Baba ve Cafer Baba diye tanımlanan büyük zatların kabirleri ile çevrili üçgen alana kurulmuştur. Cafer Baba Yenimahalle camiinin köşesinde metfundur. Dalgın Baba, yine bu üçgende Evliyadan şehitlerin olduğu, bir evde metfundur. Tezgir Baba da, kendi adıyla anılan ve Namazgâhın kıble tarafında, hâlen de ziyaret edilebilen Devlet Hastanesi bahçesi ile yan yana bulunan ziyaretgâhında metfundur. Şeyh İlyas Baba, tekkenin Prizren’e gelişini anlatırken rüyadan bahseder. Bu rüyaya göre Seyyid Şeyh Ali Baba, Lahor’dan Gözcü Mahmut Efendi tarafından çağrılmıştır. Gözcü Mahmut Efendi, Seyyid Şeyh Ali Baba’nın rüyasına girerek onu, metfun bulunduğu yere, yani Prizren’e davet eder. Gözcü Mahmut Efendi de yukarı- da da bahsedildiği gibi, şehiden burada metfun olan, İslâmı Prizren’e ilk getiren Fatih Sultan Mehmet’in kumandanlarından biridir. Şeyh İlyas Baba’nın ifadesine göre de bu tekke Kadiri Tarikatının Rezzaki koluna mensuptur. Şeyh İlyas Baba Tekkesinin Kurucusu Seyyid Şeyh Ali Baba’nın, 12 İmamdan İmam Ali Rıza’nın neslinden geldiğini ifade etmektedir. Şeyh İlyas Baba’nın anlattıklarına göre, Seyyid Şeyh Ali Baba, ikamet ettiği Lahor’dan Gözcü Mahmut Efendinin daveti üzerine geldiğinde kimseyle tanışmadığından dolayı, Tekkenin olduğu yere gelince ilk faaliyet olarak halkla irtibata geçer. Bu süreç içinde de o sırada orada meskûn Acemliler, Seyyid Şeyh Ali Baba’nın, sen burada yerleşemezsin diye oraya yerleşmesine karşı çıkarlar. Bunun üzerine de Seyyid Şeyh Ali Baba da ben buraya davet üzerine geldim, diyerek Gözcü Mahmut Efendi’den aldığı daveti kendisine itiraz edenlere bildirir. Buna rağmen onu bir türlü kabullenemeyen Acemler, o sırada bekâr Seyyid Şeyh Ali Baba’ya, sana burada kız vermezler deyince, Seyyid Şeyh Ali Baba da onlara “buraya geldim. Hem buraya yerleşeceğim hem de 1 kızım ve 3 tane de oğlum olacak” der. Devamla da “3 oğlunun birinden de silsilenin yürüyeceğini” itiraz edenlere söyler. Şeyh İlyas Baba’nın anlattığına göre de gerçekten de öyle olur. Seyyid Şeyh Ali Baba’nın dediği gibi çocukları olur. Üç çocuğundan ikisi ölür, oğullarından sadece Mehmet Ali sağ kalır. Kendisi vefat edince daha önce de söylediği gibi Mehmet Ali, Şeyh olarak posta geçer. Böylece de Seyyid Şeyh Ali Baba’nın bir kerameti tezahür etmiş olur. Seyyid Şeyh Ali Baba’nın bu kerametini anlatan Şeyh İlyas Baba, Seyyid Şeyh Ali Baba’nın başka bir kerametini daha aktarır. Bu keramet de yukarıda anlatılan keramete büyük oranda benzer ancak ondan farklı bazı detaylar içerir. Şeyh İlyas Baba’ya TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 PRİZREN SEYYİD ŞEYH ALİ BABA TEKKESİ 81 göre, o sırada muhtemelen Vali olan Osmanlı Paşası’nın bir derdi varmış. Vali’nin derdini bilen yardımcıları Vali’ye, derdini, Seyyid Şeyh Ali Babaya açmasını söyleyerek Şeyhten muska almasını salık verirler. Bu tavsiye üzerine Vali, Seyyid Şeyh Ali Babanın yanına gelir. Vali Paşa Şeyh efendinin yanına gelince Şeyh Efendiye, insanlar sizden “ yabancı “ diye bahsediyorlar der. Şeyh Efendi, Vali Paşa’nın bu cümlesine bir şey demez. Daha sonra Vali Paşa Şeyh efendiyi, makamına davet eder. Valinin makamına gelen Şeyh efendiye Vali Paşa, çocuğum olmuyor diyerek derdini açar. Seyyid Şeyh Ali Baba da hazırladığı duaları Vali Paşa’ya, İnşallah oğlun olur diyerek verir. Aradan aylar geçtikten sonra bir gün Vali Paşa, Seyyid Şeyh Ali Babayı çağırtır. Dileğimiz yerine geldi, dile benden ne dilersen der. Ayrıca ona nerede kaldığını soran Vali Paşa’ya, Seyyid Şeyh Ali Baba da Gözcü Mahmut Efendiye türbedarlık yapıyorum cevabını verir. Bunun üzerine Vali Paşa, ona bir şey isteyip istemediğini sorar, o da bugünlük yiyeceğim var diyerek bir şey istemediği karşılığını verir. Seyyid Şeyh Ali Baba’nın istememesine rağmen, bu cevap üzerine Vali de Şeyh Efendiye, kaldığı yerleri verir. O zamanlar bataklık olan tekkenin bulunduğu bölge, mahkûmlar çalıştırılarak kurutulur ve tekke buraya inşa edilir. Böylece buralar Vali Paşa tarafından, Seyyid Şeyh Ali Babaya verilmek suretiyle tekkenin mülkü haline ve böylece de bataklık olan bir arazi mamur hâle getirilmiş olur. Tekkenin kurulduğu mahallenin, o zamanlar bataklık olduğundan dolayı son derece rutubetli olduğunu söyleyen Şeyh İlyas Baba, bu kez bataklıktan kaynaklanan bir sorunla ilgili, Seyyid Şeyh Ali Baba’nın bir başka kerametini anlatır. Bataklık sebebiyle oluşan rutubetten muzdarip olan halk, bu rutubet nedeniyle ayrıca yılan ve akrep sokmasından da çok sıkıntıda imiş. Yapmış olduğu dua ile Vali Paşa’nın derdine çare bulan Şeyh Efendi, yılan ve akrep sokmalarını da tedavi edebildiği için yöre halkınca da sevilir olmuş. Bu da onun bir başka kerameti olarak gösterilir olmuş. Seyyid Şeyh Ali Baba, vefat edince yukarıda da belirtildiği gibi, Postnişine halifesi ve aynı zamanda oğlu Mehmet Ali Şeyh olarak geçmiş. Seyyid Şeyh Ali Baba’nın oğlu Şeyh Mehmet Ali çok zeki biriymiş. Seyyid Şeyh Ali Baba oğlu, Şeyh Mehmet Ali’ye bir gün, filan zaman ay tutulacak demiş. Babası rahmetli olduktan uzun zaman sonra yeni Şeyh Mehmet Ali Bir gün abdest alırken gün ortasında hava kararmaya ve yağmur yağmaya başlamış. Bunun üzerine babası Seyyid Şeyh Ali Baba’nın sözü aklına gelmiş. Babasının sözünü hatırlar hatırlamaz da kayıtlarına bakmış. Yağmurun yağdığı o vaktin, tam da babasının ona yıllar önce söylemiş olduğu vakit olduğunu görmüş. Bu da Seyyid Şeyh Ali Baba’nın bir başka kerameti olarak anlatılır olmuş. Seyyid Şeyh Ali Baba, oğlu Şeyh Mehmet Ali’ye yılan sokması üzerine, yılanın soktuğu yerin emilmesini, emilen yerin de dışarı tükürülmesini tavsiye etmiş. Ondan sonra o da öyle yaparak yılanın soktuğu yeri mesh edermiş ve yaranın iyileşmesini sağlarmış. Seyyid Şeyh Ali Baba’nın kerameti olarak gösterilen bu olaydan sonra TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 Ebubekir SOFUOĞLU – Ali AKTAŞ 82 Şeyh İlyas Baba, Şeyh Mehmet Ali’nin de Arnavutluk’ta vuku bulan bir kerametini aktarır. Arnavutluk’ta Komünizm dönemi, dini olan her şeyin yasak olduğu bir vakitte, Şeyh Mehmet Ali’nin de Arnavutluk’ta fukara bir müridi varmış. Mürit, Şeyh Mehmet Ali’ye, “Baba şeyh, bir parça ekmeğe muhtacım, himmetinize muhtacım” diyerek Şeyh Efendiden yardım istemiş. Şeyh Mehmet Ali de adı Raif olan müridine, yılan soktuğunda ne yapılacağını anlatarak ona, yılan sokmuş hastaları iyileştirme yeteneği kazandırmış. Raif ’in bunu şeyhinden öğrenmesinden sonra bir gün bir yılan Raife yaklaşmış, Raif ’in koynuna girmiş. Vücuduna bu şekilde yılan giren Raif, bundan hiç etkilenmemiş. Yılan da Raif ’e hiçbir şey yapmamış. Günlerden bir gün, bu hasleti kazanan Raif bir akşamüstü, çayhaneye gitmiş. Üzerinde doğru düzgün bir kıyafeti bile olmayan Raif, don gömlek kahveye gelmiş. Çayhanede bulunanlardan para istemiş, fakat kimse ona para vermemiş. Bunun üzerine yılanı o da koynundan çıkararak onlara göstermiş, “ para vermezseniz yılan size yaklaşır ” demiş, onlar da bunun üzerine ona para vermiş. Böylece de Şeyhinin ona kazandırdığı haslet üzerine Raif, ihtiyacını giderecek bir nitelik kazanmış. Şeyh Mehmet Ali’nin bu kerametini anlatan Şeyh İlyas Baba, Şeyh Mehmet Ali’nin bu defa başka bir kerametini açıklar. Şeyh İlyas Baba’nın anlattığına göre Şeyh Mehmet Ali Baba’nın bu kerameti, hastaların şifa bulması ile ilgili imiş. Bir gün orada yaşayan halktan birinin çocukları hasta olmuş. Çocuklardan birinin adı Kurtiş, di- ğerinin adı Vedat’mış. Çocuk evlenme yaşına gelince çok kötü hasta olmuş. Nereye gitmişlerse de çocuk şifa bulamamış. Bunun üzerine bu aileye de çevreleri tarafından Şeyh Mehmet Ali’ye gitmeleri tavsiye edilmiş. Onlar da çocuklarını Şeyh Mehmet Ali’ye götürmüşler. Çocuğu gören Şeyh Mehmet Ali de çocuğa nuska vermiş. Daha sonra da Şeyh Efendiden aldıkları muskalarla çocuk şifa bulmuş. Çocuğun ismini de değiştirmişler. Kendisinden önceki Şeyh Efendilerin kerametlerini bu şekilde anlatan Şeyh İlyas Baba, tekkenin olduğu yerin kazıldığı ve buradan kemiklerin çıktığını da söyler. Bu şekilde dört tarafı kabristan olan tekkenin yanındaki, türbe önünün de Gülistan olduğunu ifade eder. Bu açıklamalardan sonra Şeyh İlyas Efendi tekkeye ait bazı prensiplerden bahseder. Buna göre Silsile, Nübüvvetten Velayete çıkmazsa, o silsilenin karanlığa gideceğini söyler. Halifelere de inançları olduğunu söyleyen Şeyh İlyas Baba, Hatemeden ilk Şahi Velayetin de İmam Ali’ye ait olduğunu belirtir. Bu açıklamasından sonra da bir Hadis-i Kutsi ile bunu destekleyeceğini belirtir: “Ben ilmin şehri, Hz. Ali de onun kapısıdır” TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 PRİZREN SEYYİD ŞEYH ALİ BABA TEKKESİ 83 Daha sonra Şeyh İlyas Baba, İslam’a hizmetin sözle değil, hal ile olacağını söyler, böyle yapamayanların tam Müslüman da olamayacaklarını, İslâm’ın, Zahir ve Batın birlikte olursa tam olacağını belirtir. Bu kanaatini de Niyazı Mısri’nin bir dizesi ile destekler; Savm salât ile sanma biter Derdime derman arardım Derdim bana derman imiş Şeyh İlyas Efendi, tekkenin arka tarafındaki türbede yatanların kim olduklarını da şu şekilde açıklar. Gözcü Mahmut Efendi İran Mollalarına göre Seyyid Şeyh Ali Baba Şeyh Ali Baba’nın oğlu, Seyyid Şeyh Mehmet Ali Baba Seyyid Şeyh Mehmet Ali Baba’nın Oğlu, Seyyid Şeyh Hızır Baba Şeyhlerden birinin hanımı. IV. a – Tekkenin Duvarlarındaki Bazı Fotoğraflar Hakkında Açıklamalar Tekkenin duvarlarındaki fotoğraflar hakkında burada açıklamalar yapılmış, fotoğraflar ise makalenin “Ek” Kısmına ilave edilmiştir. Tekke 1ve 2’deki fotoğraflarda: Tekkenin içindeki kitaplık incelendiğinde, kitaplığın içinde sol üst köşede yer alan ve Hacı Bektaş Müzesi Pirevi Kırklar meydanında bulunduğu belirtilen bir levha vardır. Levhanın altına iliştirilmiş açıklamada: “iki taraf sütunlu bir kapının kemeri üzerinde, ben ilmin şehriyim, Ali, onun kapısıdır” hadisi yer almaktadır. Levhada ise “Aman Ya Ali” ve Hüseyni, 12 dilimli Bektaşi tacına benzer bir taç üzerinde ise Hz. Muhammet (S.A.V) adı yer almaktadır. Ayrıca levhanın içinde en üstte Allah, onun altında ortada Hz. Muhammet (S.A.V), onun sağında Hz. Ali (Ra.), Muhammet isminin solunda ise Fatıma isimleri yazılıdır. Bektaşi inancına göre, iki taraf sütunlu olan kapıdan geçildiğinde bu kapıdan her kim geçerse, artık o geçen kişinin kâmil insan mertebesine ulaştığına inanılır. Tarikat/Dini ritüellerde kapıdan girilirken eşiğe basılmaması, bu bilincin o inanca mensup tarikat ehli tarafından bilindiğini gösterir. Yine Tekke 1 adlı fotoğrafta: Kütüphanenin içinde yine üstte ortada yer alan fotoğrafın içinde tekke şeyhine, bir dervişe ve bir çocuğa ait fotoğraf vardır. Üstten ikinci rafta solda tarikat şeyhinin mihrap önünde, zikir aletleri ile birlikte çekilmiş fotoğrafı vardır. İkinci rafın sağında yer alan resimde, Hz.Ali ve önünde bir aslan, ön TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 Ebubekir SOFUOĞLU – Ali AKTAŞ 84 cepheden bakışa göre sağında Hz.Hüseyin, solunda Hz.HasanHz.Ali’nin arkasında Selman-ı Farisi vardır. Selman-ı Farisi Alevilik inancına göre Kırklar meclisinde yer alır. Resimde yer alan her şahsiyetin başında ışık halesi vardır. Hemen resmin altındaki yazıda Hz. Muhammet (S.AV)’in hadisi “Zikru Ali İbadetun, Ali’yi Zikretmek İbadettir” yazılı olmakla Ehli Beyt sevgisinin en üst nişanesi görülmektedir. Yine aynı fotoğrafta, bu kez, 3.ncü rafta, (02.10.1971) fotoğraftan da anlaşıldığına göre, farklı tarikatlardan şeyh ve dervişlerin bir arada olduğu bir meclis gö- rüntüsü yer almaktadır. Fotoğraflardaki değişik tarikatların varlığı, serpuşların farklılığından da anlaşılmaktadır. Hemen yanında yer alan resimde de “Allahın aslanı Ali ifadesi ve La feta İlla Ali, La Seyfe İlla Zülfikâr” Yazısıyla birlikte Hz Ali’nin kılıcı ve onun önünde aslanın çizildiği bir resim vardır. Yine aynı rafta Alevilik ve Bektaşiliğe ait bir kitap vardır. Tekke 3 ve 4 Numaralı fotoğraflarda Hindi Seyit Şeyhül Ali Baba’dan müteselsilen gelen silsile vardır. Fotoğrafın en üstünde Hindi Seyit Şeyhül Ali Baba’nın evlatlarının isimleri vardır. Daha sonra da Bercah Der Medine Prizren’de Mahale, Yeni Mahale Caddesi alt açıklaması ile verilen Hindi Seyit Şeyhül Ali Baba’nın evlatları ve muhtemelen halifelerinin adları yazılıdır. Tekke 5 ve 6 numaralı fotoğraflarda: Kadiriliğin kurucusu Abdülkadir-i Geylâni hazretlerinin resmi vardır. Abdülkadir-i Geylâni hazretlerinin resminin sağında ise “Varıp gökten yere kurdum binayı, Ali ile Muhammed’in aşkına, Hasan ile Hüseyin’in şefkatine” yazılı levha vardır. Tekke 7 numaralı fotoğraftaki, Anadolu’da yaşayan Müslümanların tamamında görülen kabir ve türbelere su koyma geleneği ile eren ve evliyalara yönelik yeşil örtülerin, üzerinde havlu, 99’luk zikir tespihlerinin yer alması tüm tarikatlarla benzerlik açısından önemlidir. Seyyid Şey Ali Baba Tekkesi’ndeki kabirlerde de aynılarını görmek mümkündür. Tekke 8 numaralı fotoğrafta, üzeri kırmızı örtüyle kaplı olan mezar, şeyhlerden birinin hanımının mezarı olarak ifade edilmiştir. Tekke 9 numaralı fotoğrafta da, Bayan kabrinin önünde Osmanlı Padişahı Fatih’in şehre girdiği yer olan Namazgâh bölgesine ait bir fotoğraf yer almaktadır. Tekke 10 numaralı fotoğrafta, Resmin solunda bez üzerine basılmış 12 İmam resmi. Onun sağında Hz. Hüseyin, onun yanında altlı üstlü levhalar, onun sağında Türk bayrağı ve 12 İmam’ı sembolize eden bez baskılı resim vardır. En arkada yüzü belli olmayan fotoğraf, İmam Mehdi’yi temsil etmektedir. Tekke 11 ve 12 nolu fotoğraflarda da Hz. Hüseyin ve 12 İmam’a ait resimler daha belirgin olarak görülmektedir. TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 PRİZREN SEYYİD ŞEYH ALİ BABA TEKKESİ 85 Tekke 13 ve 14 nolu fotoğraflarda, peş peşe Hz.Muhammed (S.A.V), Hz.Ali (Ra.), Selman-ı Farisi ve onların ayaklarında ördekler, Onun altındaki levhada Hz.Fatıma’ya ait olduğu düşünülen bereket duası, yanında iki adet levha, hemen yanında Hz.Ali (Ra.), sandukalı başka resim vardır. Tekke 15, 16 ve 17 nolu fotoğraflarda, 12 mumluklu şamdan ve yer sofraları, faraş görülmektedir. Mumları yakarak “delil, çerağ uyandırma” töreni, yine AleviBektaşilerde de olan törenlerdendir. Tekke 17 nolu fotoğrafta, tekkede yatan üç mübareğe ait sandukalar vardır. Tekke 18, 19, 20 ve 21 nolu fotoğraflarda, 12 İmamların ve 14 masumların (Hz. Muhammet ve Fatma ve 12 İmamlar) resimleri ve onlara ait bilgiler vardır. Tekke 22 ve 23 nolu fotoğraflarda, Bektaşilerde Penç-i Âli, Aba(Ehl-i Beyt)’yı temsil eden bir selamlama usulü olarak da tanımlanır. Tekke 24 nolu fotoğrafta, üzerinde Besmele, Yasin-i Şerif, lafza-i Celal yazan levhalar ve Abdülkadir-i Geylâni hakkında yazı olan levha vardır. Tekke 26, 27, 28 ve 29 nolu fotoğraflarda, zikir aletleri ve Zülfikar sembolü vardır. Tekke 30, 31, 32, 33 ve 34 nolu fotoğraflarda, 12 İmamlara ait levhalar ve de- ğişik tarikat şeyhlerinin serpuşları ve adlarını içeren resimler vardır. Tekke 35 nolu fotoğrafta, daha çok Bektaşilerde olan sazların var olduğu gö- rülmektedir. Tekke 37, 38 ve 40 nolu fotoğraflarda Tekkeye ait Silsile vardır. Tekke 37 nolu fotoğrafta, tekkenin restorasyondan önceki hali sırasında önünde dervişlerle birlikte çekilmiş fotoğrafta görülen Kadiri başlığını temsil eden resim vardır. Kosova’da yaşayan tarikat ve tekkeler uzmanı ve aynı zamanda Halveti tekkesi dervişi Taceddin Bütüçi, kendisi ile yaptığımız görüşmemizde, tekkeler ve Seyyid Şeyh Ali Baba tekkesi ile ilgili bazı değerlendirmelerde bulunmuştur. Derviş Bütüçi, Kadiri tarikatının Prizren’deki bu Rezzaki kolunun, Halisi alt kolu kurucusunun Abdurrahman Halis Talabani’den gelen bir kol olabilme ihtimalini söylemiştir. Abdurrahman Halis Talabani’nin de 1850’li yıllarda vefat ettiğini ve Kerkük’te metfun olduğunu söyleyen Derviş Bütüçi, onun 5 oğlu ve 5 halifesi oldu- ğuna hatırlatır. Abdurrahman Halis Talabani’nin küçük oğlu Ali’nin nereye gittiğinin bilinmediğine de dikkat çeken Derviş Bütüçi, Prizren Kadiri Tekkesinin kurucusu Şeyh Ali Baba’nın da, Abdurrahman Halis Talabani Efendi’nin en küçük oğlu, Seyyid TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 Ebubekir SOFUOĞLU – Ali AKTAŞ 86 Şeyh Ali Baba ile aynı kişi olup olamayacağının düşünülmesi gereğine işaret eder. Derviş Bütüçi ayrıca, Abdurrahman Halis Talabani’nin soyundan gelenAbdülkadir Efendi’nin Türkiye Televizyonlarında birkaç yıldır yayınlana bir dizide rol alan erkek bir sanatçının babası olduğunu da ilave eder. Derviş Bütüçi, Kadirilerle ilgili açıklamalarında, namazlardan sonra verilen dua okunduğunu belirttikten sonra, Kadirilerin şişle zikir yapmalarının izne tabi olduğunu, izin alındıktan sonra da şiş kullanılarak zikir yapılabileceğini söyler. Zikirlerde şişlerin çoğunlukla Sadiler ve Rıfailer tarafından kullanıldığını söyleyen Derviş Bütüçi, şiş kullanabilmek için, zikir esnasında ya şiş kullanmaya ehliyetli ya da şiş kullanmaya ehliyetli bir Şeyhten el alınması gerektiğine dikkat çeker. Bu şekilde, halen postnişin olan Şeyh İlyas Baba’nın Türkçe konuştuğu, hutbelerin Abdülkadir Geylân-i Hazretlerinin Mektubat’ından olmak üzere Türkçe okunduğu, Cuma namazlarından sonraki geleneksel zikirlerinin Türkçe yapıldığı Seyyid Şeyh Ali Baba tekkesi, yukarıda da belirtildiği gibi faaliyetlerini yıllardır devam ettiren bir tekkedir. Bu haliyle de Türkiye’nin ve Türkçe’nin önemi ve önceliği ilk bakışta kendisini göstermektedir. Kendisi ile yaptığımız görüşmemizde Şeyh İlyas Baba, Türkiye’ye olan muhabbetini ve yakınlığını ifade etmesi, Prizren’deki bu kadiri tekkesinin Türkiye ile olan bağlarının hala zayıflamadığının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. IV. b – Tekkeye Ait Silsile Ve 12 Masum İmam Aşağıya yazılmış olan Silsile ve 12 Masum İmam, tekkenin duvarına asılmış olan tablolardan çıkarılmıştır. Silsile, Tekke 37, 38 ve 40 numaralı fotoğraflarda, 12 Masum İmam da Tekke 19 numaralı fotoğrafta yer almaktadır. O ALLAH DAİMA YARDIMCIDIR HİLAFET NAME EUZUBİLLAHİMİNEŞŞEYTANİRRACİM BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM ALEMLERİN RABBİ OLAN ALLAHA HAMD OLSUN VE SALAT-U SELAM’DA ALİMUHAMMEDE VE ONUN ALİNE VE EHL-İ BEYTİ’NİN TÜMÜNE OLSUN. NİTEKİM BUNDAN SONRA BU İCAZETİ VE HİLAFETİ KADİRİ TARIKATI’NIN EHL-İ TASAVVUF ŞAHIBİ KADİRİ (PEYGAMBER SOYUNDAN) SEYYİD’LERİN EFENDİSİNDEN ALMIŞ OLAN EŞŞEYH ELHAC MUHAMMEDİN OĞLU EŞŞEYH ŞAHI NASİRADDİN VE O DA BU İCAZETİ SEYYİD ABDULLAHIN OĞLU EŞŞEYH SEYYİD ALİ BABA’YA HİBE EDİP LAHOR KASABASINDAKİ DERGAHINDA VERMİŞTİR. ALLAH’IM TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 PRİZREN SEYYİD ŞEYH ALİ BABA TEKKESİ 87 ONU YUKARIDA ANDIĞIMIZ (İCAZET VERDİĞİMİZ KİŞİYİ) CÖMERT SAHIBİ RESULUNUN CÖMERTLİĞİNDE VE ONUN GÜVENİLİR ASHABI’NIN GÜVENİNDE VE YÜCE EVLATLARI‘NIN YÜCELİĞİNDE VE SALIH DİNDAR EVLİYA’NIN DİNİNDE VE İLMİNE ÂMİL OLAN ALİMLERİN, ULEMA’NIN İLMİNDE SABİT KIL. SENİN KUDRET VE ŞEREF ŞAHIBİ RABBİN ONLARIN İSNÂD ETMEKTE OLDUKLARI VASIFLARDAN MÜNEZZEHTİR. SELAM OLSUN TÜM HAK ELÇİLERİNE VE HAMD OLSUN ALEMLERİN RABBİ ALLAHA. ALLAHIM SALAT MUHAMMEDİN ÜZERİNE VE MUHAMMEDİN EHL-İ BEYTİ ÜZERİNE OLSUN. ALLAHIM BU EHUDDİNİN ADIMINI (KADEMİNİ) SABİT KIL EN DOĞRU YOL (SIRATİ MÜS TAKİM) ÜZERE HAKTIR YA ALLAH YA ALLAH YA ALLAH. HİNDİSTANLI EŞŞEYH SEYYİD ALİ BABA DERGAHI RİZREN ŞEHRİNİN YENİ MAHALLESİNDEDİR. EVLADI HACI ALİ BİLAL EFENDİ ŞEYH CAFER BABA TOPOYAN’LI ŞEYH ZADE ABDULLAZİZ RAHMETULLAH ŞEYH ABDULLATİF RAHMETULLAH ŞEYH MUHAMMED ALİ BABA VE O BU SİLSİLEYİ YOLU DEVAM EDENDİR POST NİŞİNDİR. LAHOR KASABASINDA GÖMÜLÜ OLAN ESSEYH EL-HAC MUHAMMED’İN OĞLU ESSEYH ŞAHİ NASİRADDİN BU HİLAFETİ VE İCAZETİ HAZRETİ ŞAHİ PİR KADDESALLAHU SIRRU HUUDAN ALDI VE O EŞŞEYH ŞAHİ GAVSEDDEHRİ KUDRETULLAH K.S.HU DAN VE EŞŞYH ŞAHİ YESİN K.S.HU DAN VE EŞŞEYH ŞAHİ ALEMİN DİREĞİ OLARAK TANINMIŞ ŞAHI VE TEHLİ K.S. HU DAN VE O EŞŞEYH ŞAHI TACMUİNEDDİN K.S.HU DAN VE O EŞŞEYH ŞAHI ABDULLAH HADİ K.S. HU DAN VE O EŞŞEYH BİŞAHİ ABULLAH-İ BUHTEVİ K.S HU DAN VE EŞŞEEYH HASAN ŞAHABEDDİN K.S. HU DAN VE O KADİRİ ŞAH CEMALİ’NİN OĞLU EŞŞEYH ŞAHI BEYAZİD K.S. HU DAN VE O KADİRİ ŞAHI MUHAMMEDİN OĞLU EŞŞEYH İSLAM TANINMIŞ ŞAHI MUZAFFER K.S HU DAN VE O KADİRİ ATARULLAHIN OĞLU İBRAHİM’İN OĞLU EŞŞEYH SALİKLER SEYYİDİ ŞEYH ŞEMSEDDİN ŞAHİ MUHAMMED K.S. HU DAN VE O KADİRİ HASAN YEMNANİ’NİN OĞLU EŞŞEYH SEYYİD AHMET K.S HU DAN VE O EŞŞEYH KADİRİ SEYYİD HASAN K.S HU DAN VE O EŞŞEYH KADİRİ SEYYİD MUSA K.S HU DAN VE O EŞŞEYH PİR SEYYİD ALİ KADİRİ K.S.HU DAN VE O EŞŞEYH KADİRİ SEYYİD MUHAMMED TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 Ebubekir SOFUOĞLU – Ali AKTAŞ 88 K.S. HU DAN VE O EŞŞEYH SEYYİD HASAN BAĞDADİ K.S HU DAN VE O EŞŞEYH KADİRİ SEYYİD MUHAMMED AHMED K.S HU DAN VE EŞŞEYH EBİ EHACİB MUCEDDİN K.S. HU DAN VE O EŞŞEYH KADİRİ İMADEDDİN K.S. HU DAN VE O EŞŞEYH KADİRİ SEYYİD TACEDDİN K.S. HU DAN VE O EŞŞEYH NUREDDİN K.S. HU DAN VE O (KABRİ BAĞDATTA) EŞŞEYH HAZRETİ ŞAHI MUHİDDİN SEYYİD ABDULKADİRİ KEYLANİ K.S. HU DAN VE O EŞŞEYH MUSLİHUDDİN’İN BABASI SAİD NAHZUNİ K.S. HU DAN VE O EŞŞEYH ŞERAFEDDİN EBUL HASAN ALİ’NİN OĞLU MUHAMMED KUDSİ HÜNKARİ K.S. HU DAN VE O EŞŞEYH EBUL FERAC YUSUF TARTUSİ K.S. HU DAN VE O HÂCE EBUL FAZİL SAHIBİ ABDULVAHİD TEMİMİ K.S. HU DAN VE O EŞŞEYH ABDULLAH-İ ŞİBLİ K.S HU DAN VE O EŞŞEYH HÂCE EBUL KASIM CÜNEYDİ BAĞDADİ K.S. HU DAN VE O EŞŞEYH SIRRİ SEKATİ K.S. HU DAN VE O EŞŞEYH MARUFİ KERHİ K.S HU DAN VE O EŞŞEYH SEYYİD İMAM ALİ RİZA RADİYELLAHU ANHU DAN VE O İMAM MUSA-İ KÂZİM R.A.HU DAN VE O İMAM CAFER-İ SADIK R.A. HU DAN VE O İMAM MUHAMMED BAKIR R.A. HU DAN VE O İMAM ZEYNEL ABİDİN R.A. HU DAN VE O İMAM HÜSEYİN-İ ŞAHİ ŞEHİDİ DESTEGİRİ KERBELA R.A. HU DAN VE DENİLDİ İMAM HASAN R.A. HU DAN VE O İMAM ALİ RADİYELLAHU ANHU VE KERREMELLAHU VECHE HU DAN VE O HAZRETİ MUHAMMED MUSTAFA SALALLAHU TEALA ALEYHİ VE SELLEM DEN VE O CEBRAİL ALEYHISSELAM DAN VE O DA ALLAH’HU TEALA DAN. EUZUBİLLAHİMİNEŞŞEYTANİRRACİM BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM HAMD ÂLEMLERİN RABBİ OLAN ALLAHA VE SALAT-U SELAM DA RESULU MUHAMMEDE VE ONUN ÂLİNE VE ESHABININ ÜZERİNE OLSUN. BİZDEN SONRA BURADA HAZIR BULUNANLAR BU İCAZETİ VE HİLAFETİ İCAZET VEREN SALİKLERE SADIK MUHABBETİYLE TASAVVUF SUFİ ŞERİATINA KÂDİRİ TARİKATI’NIN KADİRİ ÜZERİNDE HİZMET EDENE SONRA BU İCAZETLE İZİN VERİLDİ SEYYİD ABDULLAHIN OĞLU SEYYİD ALİ BABA’YA ALLAHU TEALANIN İSİMLERİYLE ONUN HALİFESİ OLARAK VE ODA BU İCAZETİ VE ESMALARI BİZ KADİRİ TARİKATI TASSAVVUF SÛFİLERİNDEN ALDI VE BEN FAKİR SECDE SAHIBİ EL-HAC MUHAMMEDİN OĞLU EŞŞEYH NASİRADDİN LAHOR DERGAHINDAN ORANIN DERVİŞİ OLARAK BUNU RİVAYET EDER ANLATIRIM; ALLAH SALİM ETSİN BÜTÜN HALİFELERİ VE İHVANLARI EY RAHMEDENLERİN EN RAHİMLİSİ. TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 PRİZREN SEYYİD ŞEYH ALİ BABA TEKKESİ 89 BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM BÜTÜN HAMDLAR ALLAH İÇİN ONU ZİKRETMEKLE KİLİTLİ KALPLER AÇILIR, GİZLİ SIRLARI İYLİĞİYLE KEŞFEDEN, ŞÜKRÜ İLE BAYRAKLARI YÜCELTEN DALGALANDIRAN. HAMD EDİYORUM ONA BİZİ EHL-İ TEVHİDDEN SAYDI VE ŞÜKREDİYORUM ONUN İÇİN Kİ BİZİ ÜSTÜN YANİ FAZİLETLERİ İSTEYENLERDEN KILDI. SALAT VE SELAM OLSUN BİZİM YÜCEMİZ MUHAMMEDE VE SALAT OLSUN ONUN NEBİLERİNE VE KULUNA VE AİLESİNE VE GÜVENİLİR, FAZİLETLİ ESHABINA. SONRA DİYOR FAKİR KUL ÖYLE FAKİR KUL Kİ ACZİYET VE İHMALKÂRLIĞI İLE TANINMIŞ VE BAĞIŞLANMIŞ OLSUN O VELİ SEYYİD ALİ BABA KADİRİ. HİCRİ SENE……II98. RECEB AYI’NIN 4.GÜNÜ. ALLAHA MUHTAC OLANIM HİNDİSTANIN LAHOR ŞEHRİNDEN ŞEYH NASİRUDDİN YA RABBİ BEDENLERİMİZİ SENİN RESULUNUN AŞKI İLE YAK, VE SENİN RESULUNUN NURU İLE KALBLERİMİZİ ŞEVKLENDİR NURLANDIR. YA RABBİ HAZRETİ MUHAMMED ÜMMETİ’NİN KALBLERİNİ AÇ. YA RABBİ HAZRETİ MUHAMMED ÜMMETİNİN. YA RABBİ YA RABBİ BÜTÜN MUHAMMED ÜMMETNİ BAĞIŞLA SALAT VE SELAM BÜTÜN ENBİYA VE MÜRSELİNE VE EVLİYA’YA VE SALİHLERE ALEMLERİN RABBİ OLAN ALLAHA HAMD MÜRSELİNE VE EVLİYA’YA VE SALİHLERE ALEMLERİN RABBİ OLAN ALLAHA HAMD OLSUN. DİKKAT: KIRMIZI RENKLE ÇİZİLMİŞ OLAN CÜMLELER ASIL METİNDE KIRMIZI RENKLE YAZILIDIR. BU METİN SEYYİD HİNDİSTANLI EŞŞEYH ALİ BABA HİLAFET NAMESİNİN ARAPÇA’DAN TÜRKÇE’YE ÇEVRİLMİŞ TERCÜMESİDİR.EŞŞEYH HIZIR BABA’NIN OĞLU OLAN EŞŞEYH İLYAS EFENDİ’NİN ACİZ VE İHMALKÂR OĞLU TARAFINDAN TERCÜME EDİLMİŞTİR…. TARİH/:Miladi.01/VI/2000,Hicri.28/II/421.PERŞEMBE GÜNÜ “HU DOST İLLA HU” Mühür yer Mühür yer TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 Ebubekir SOFUOĞLU – Ali AKTAŞ 90 IV.c – Ondört Masumların (A.S) İsimleri Not: Doğum ve ölüm tarihleri hicri yılı üzerinden yazılmış ve (H) harfi ile gösterilmiştir. TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 PRİZREN SEYYİD ŞEYH ALİ BABA TEKKESİ 91 Sonuç Yukarıda da belirtildiği gibi Osmanlı’nın gerilemesi ve ortadan kalkmasıyla, onun çok önemli kurumlarından biri olan bazı Balkanlardaki tekkeler de bu gerilemeden nasibini almışlar, bu gerilmeye paralel olarak asıl fonksiyonlarından uzaklaşmaya başlamışlardı. Hatta zamanla bu gerileme, en önemli fonksiyonları sayılan bazı dini ibadetlerden bile uzaklaşmalarına yol açmıştı. Zamanla Balkanlardaki bu tekkelerle Almanya, İsveç, Arabistan, İran gibi devletler de ilgilenmeye başlamışlar, böylece de bu tekkeler üzerindeki Türkiye’nin prestijini zayıflatmaya çalışmışlardı. Hâlbuki bu Tekkeler Osmanlı mirasıdırlar ve bunlara yakın olması gereken ilk devlet de Türkiye olmalıdır ve ayrıca Türkiye’nin bu Tekkelere yakınlaşması di- ğer devletlerden daha kolay olacaktır. Arnavutça konuşulan Kosova’da Türkçe bilmedikleri halde bazı Tekkelerde hala Türkçe ilahilerin okunması, Türkiye’nin tekkelerle olan tarihi bağlarından sadece birinin sonucudur. Çünkü Kosova’da sadece Prizren’de bir camide Türkçe hutbe okunurken ayrıca Arnavutların devam ettiği bazı Tekkelerde hala Türkçe hutbe okunmaktadır. Balkanlardaki birçok tekkeler gibi Prizren’deki Kadiri Seyyid Şeyh Ali Baba tekkesi de köken itibariyle Anadolu kaynaklı bir tekkedir. Tekkenin mevcut şeyhi Şeyh İlyas Baba’nın da ifadesine göre, tekkenin Prizren’deki kurucusu Seyyid Şeyh Ali Baba’nın, Fatih Sultan Mehmet’in komutanlarından Gözcü Mahmut Efendi tarafından rüyasına girilmek suretiyle çağrılarak Prizren’de kurulmasının sağlanması, bu tekkenin de Osmanlı kaynaklı tekkelerden biri olduğunu göstermektedir. Osmanlı döneminde kurulmuş birçok tekke gibi Osmanlı mirası sayılabilecek Kadiri koluna mensup olan bu tekke, Balkanlardaki birçok tekkenin dışında asıl fonksiyonlarından uzaklaşmamıştır. İbadetler ve zikirler periyodik olarak devam ettirilmektedir ve hutbeler hala Türkçe olarak irad edilmektedir. Bu da yukarıda da sayıldığı gibi birçok yabancı ülkeler kaynaklı dış müdahalelere rağmen bu tekkedeki Türk-İslâm kültürü- nün hâlâ canlı kaldığının göstergesidir. Tekkenin şu anki şeyhi, Şeyh İlyas Baba’nın ve Raif Vırmiça’nın tekkeyi Kadiri tekkesi olarak tanımlamasının yanı sıra, tekkedeki fotoğraflardan anlaşıldığına göre, tekkede ciddi Alevi-Bektaşi izleri görülmektedir. Bu izlerin dikkatle incelenerek tekkede Alevi-Bektaşi izinin, etkisinin olup olmadığı gözden geçirilmelidir. Balkanları geri bırakmak, zorla Müslümanlaştırmak, Balkan halklarına eziyetler etmek gibi karalamalarla suçlanan Balkanlarda, genel olarak diğer tekkelerde olduğu gibi Seyyid Şeyh Ali Baba Tekkesi, Türk-İslâm kültürünün izlerini taşımaya devam etmektedir. Mensuplarını da yapmış oldukları Türkçe zikirler, ilahiler, sohbetlerle irşad etmektedir. Başta Vahhabi anlayış tarafından yapılanlar olmak üzere, aleyhte iddialarla Osmanlı-Türk kültürünün karalandığı Balkanlarda, Seyyid Şeyh Ali Baba Tekkesi ve bunun gibi tekkelerin varlığı, Türk-İslâm kültürü açısından ÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 Ebubekir SOFUOĞLU – Ali AKTAŞ 92 çok önemlidir. Bu nedenlerle başta Seyyid Şeyh Ali Baba Tekkesi olmak üzere bu tekkelerle irtibata geçilmeli ve karşılıklı diyaloglar sürecine girilerek Türk-İslâm kültürünün yaşatıldığı ve dış müdahalelere maruz kalan bu kurumların asıl minvalinde kalmasına yardımcı olunmalı ve böylelikle de Seyyid Şeyh Ali Baba Tekkesi gibi tekkeler Türkiye’ye tanıtılmalıdır. Kaynakça Abdülkadir Geylâninin Sohbetleri. (1985). Yayına Hazırlayan: Yaman Arıkan. İstanbul: Uyanış Yayınevi. Abdülkadir-i Geylâni. (2007). Risaleler. Hazırlayan: Dilaver Gürer. İstanbul: İnsan Yayınları. Abdülkadir-i Geylâni. (2005). Mektûbat-ı Geylâni (Onun Mektupları). Çeviren: Abdülkadir Akçiçek. 2. Baskı. İstanbul: Alperen Yayınları. ATASOY, N. (2005). Derviş Çeyizi: Türkiye’de Tarikat Giyim Kuşam Tarihi. Ankara: T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı. ASLAN, H. Ç. (1999). “Erken Osmanlı Dönemi (1299-1453)’nde Akıncılar ve Akıncı Beyleri “ Osmanlı Ansiklopedisi. c.1. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları. Evrenos Bey’e ait mektup için bkz: Hanhan, II. “Murat Hüdavendigârın Gazi Evrenos Beye Hak ve Adalet öğüdü”. Tarih Konuşuyor Dergisi, 7/37, 1967. AZAMAT, N. (2001). “Kadiriyye” Diyanet İslâm Ansiklopedisi, c. 24. İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, s.131-136. BARDAKÇI, N. (2005). Sosyo-Kültürel Hayatta Tasavvuf. 2. Baskı. İstanbul: Rağbet Yayınları. BARKAN, Ö. L. (1941). “İstila Devrinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler” Vakıflar Dergisi, S.1, Ankara. s. 280-283. GENÇ, M. (1991). “Dünü ve Bugünüyle 18.YY’da Osmanlı Sanayii”, Toplum ve Ekonomi Mecmuası, İstanbul: Bağlam Yayınları. s.100-101. Hacı Bektaş Veli (2007). Velâyetnâme. Haz. Hamiye Duran. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. İBRAHİMAJ, BABA E. (2011). “Arnavut Topraklarında Bektaşiliğin Doğuşu ve Gelişimi”. I. Uluslar Arası Hacı Bektaş Veli Sempozyumu. 07-09 Mayıs Çorum. Sempozyum Bildirileri: Ankara. İNALCIK, H. (1999). “Osmanlı Tarihine Toplu Bir Bakış” Osmanlı Ansiklopedisi, c.1.. Ankara. Yeni Türkiye Yayınları. s.37-117. İZETİ, M. (2003). XVIII ve XIX. Yüzyıllarda Balkanlarda Tasavvuf Akımları. Basılmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İlahiyat Ana Bilim Dalı, Tasavvuf Bilim Dalı, İstanbul 2003, YÖK Tasnif No: T 124 762. KARA, M. (1990). Tekkeler ve Zaviyeler. 3.b. İstanbul: Dergah Yayınları. KARA, M. (1999), Osmanlı Döneminde Dervişler Ne Yaptı?, Osmanlı Ansiklopedisi. c: 4. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları. s.387-392. Kınalızade Ali Efendi (ty). Devlet ve Aile Ahlakı. Hazırlayan: Ahmet Kahraman. İstanbul: Tercüman 1001 Temel Eser. ÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2014 / 72 PRİZREN SEYYİD ŞEYH ALİ BABA TEKKESİ 93 MELİKOFF, İ. (1998). Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe. Çeviren Turan Alptekin, İstanbul:Cumhuriyet Kitapları. ————-, Irene (1999). İlk Osmanlı Sultanları ve Bektaşiler, Osmanlı Ansiklopedisi. c: 4. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları. s.384-386. ————, Irene (2011). Uyur İdik Uyardılar Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları. Çev. Turan Alptekin. 3.b. İstanbul: Demos Yayınları. MUSLU, R. (2004). Osmanlı Toplumunda Tasavvuf(18. Yüzyıl). İstanbul: İhsan Yayınevi NABLÛSİ, İmam A. (2006). Salavat-ı Geylâni Şerhi, Delâil-i Kadiriyye. Hazırlayan: Mustafa Utku. İstanbul: Sır Yayıncılık. ŞAPOLYO, E. B. (2006). Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi. İstanbul: Elif Kitabevi Yayınları. KÖPRÜLÜ, M. F. (2009). Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. Ankara: Akçağ Yayınevi. OCAK, A. Y. (2012). Türk Sufiliğine Bakışlar. İstanbul: İletişim Yayınları. OĞUZOĞLU, Y. (1999). Kuruluş Dönemi Müesseselerindeki Sivil Karakter ve Devletin Gelişmesi Üzerindeki Etkileri (1299-1402), Osmanlı Ansiklopedisi. c: 7. Ankara:Yeni Türkiye Yayınları. s.17-27. ÖNGÖREN, R. (1999). “ Osmanlı Padişahları ve Tasavvuf ”. Osmanlı Ansiklopedisi. c: 4. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları. s.486-494. ÖNGÖREN, R. (2003). Osmanlılarda Tasavvuf, Anadolu’da Sufiler, Devlet ve Ulema XV. Yüzyıl. 2. Baskı. İstanbul: İz yayıncılık. PAKALIN, M. Z. (1993). Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü. c.II. İstanbul: M.E.B. Yayınları. Savaş, Saim (1999). “ Zaviyelerin Türk Kültürünün Gelişmesindeki Rolü”. Osmanlı Ansiklopedisi. c: 9. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları. s.72-78. ŞAHİN, H. (2011). “Arnavutluk Bektaşiliğinde Sarı Saltık Kültürü”. I. Uluslar Arası Hacı Bektaş Veli Sempozyumu. 07-09 Mayıs Çorum. Sempozyum Bildirileri: Ankara. TÜRER, O. (1999). “Osmanlı’nın Temelindeki Manevi Harç, Kuruluş Döneminde Anadolu’da Tasavvuf ” Osmanlı Ansiklopedisi, c: 4, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları. s.375- 383. VIRMİÇA, R. (2010). Kosova Tekkeleri, Türbeleri ve Kitabeli Mezar Taşları. İstanbul: Sufi Kitap Yayınları. YÜCER, M. (2004). Osmanlı Toplumunda Tasavvuf 19. Yüzyıl. 2. Baskı. İstanbul: İnsan Yayınları. YILMAZ, N. (2007). Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, Sufiler, Devlet ve Ulema, XVII. Yüzyıl. İstanbul: Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yayınları.