AŞIKLI SULTAN (AYAĞI YANIK EVLİYA) -KASTAMONU
Aşıklı Sultan diğer bir adıyla Ayağı Yanık evliyanın söylenceleri, Kastamonu’nun en önemli kentsel efsanelerinden birini oluşturmaktadır. Bu türbeye ait birbirine benzer birkaç söylence bulunmaktadır. Türbe içerisinde yer alan 5 sandukadan içindeki ikisinin sahibi bilinmesi ve bu isimler üzerinden yürütülen söylenceler şu şekildedir:
Aşıklı Sultan’ın kendisi Bizans’ın elinde bulunan Kastamonu’yu ve kalesini ele geçirmek için gelen Türk birliklerinin komutanıdır. Savaş sırasında şu anda şu anda Türbesinin bulunduğu yerin yakınlarında şehit düştüğü için buraya gömülmüştür. Cumhuriyetin ilk yıllarında türbe ve civarında çıkan bir yangın sırasında, kendisi dönem valisinin uykusuna girerek “Ben yanıyorum, kalk yangını söndür” der. Bunun üzerine vali hemen uyanarak bölgedeki yangının söndürülmesini sağlar.
Bir başka söylence, 1919 yılında Abdurrahman Paşa Lisesi’nde öğrenci iken türbeyi çocuksu bir merakla ziyaret eden, Dr. E. Sağlar’ın 1974 yılında Kastamonu Gazetesi’nde yayınladığı bir yazısından öğreniyoruz. Söylencenin kaynağı ve anlatımını ise türbeye bir gelenek şekilde bakıcılık yapan bir aileden gelen yaşlı türbedar bir kadından gelmektedir. “….. çok seneler evvel bir yangın olmuş ki bu çevrede çok büyük, insanlar yangını söndüremeyince evliyadan yardım istemişler – sen ki evliyaullahtan olasında bizim derdimizle alakadar olmazsın – diye. Bunun üzerine evliya mezar şeklindeki kabrinden ayaklarını çıkarmış ve yangın sönmüş. Halk şükran borcunu ödemek için kendisine bu türbeyi yapmışlar. Ve o zamandan bu yana da ismi Aşıklı Sultan olarak anılmış”
Aşıklı Sultan’ın bir diğer söylencesi ise yine oldukça eskilerden gelmekte, ve yukarıda anlatılanlardan oldukça farklı bir boyuta temas etmektedir. Çok önceleri yatırın sadece belden yukarısı kapalı imiş. Açık olan tarafta ise elleri de görünmekte imiş. Ellerinden birinde yatırın yüzüğü bulunmaktaymış. Yatırın bulunduğu türbede o zaman yeterli koruma olmadığından, yabancı birisi tarafından bu yüzük alınmak istenir. Bu kişi tam yüzüğü cesedin elinden çıkarmak üzereyken Aşıklı Sultan ellerini kapatıp yumruk şekline getirmiş. Bu olay şahit olan yabancı kısa bir süre sonra ruhsal dengesini kaybederek ölmüş. Bu olaydan hemen sonra ise güvenlik nedeni ve yatırın rahatsız edilmemesi için sanduka ayak seviyesine kadar kapatılmış.
1919 yılı anılarını anlatan Dr. E. Sağlar, türbeye iki arkadaşıyla birlikte gittiğinde 3 sanduka gördüklerini belirtir. Ayakları dışarıda olan sandukayı meraktan açtıklarında, 1.70 m boyunda bir insan cesedi ile karşılaşırlar. Karnı iman tahtasına kadar açılmış ve 2 cm. eninde şerit bezlerle doldurulmuş ve sarılmış olduğunu görünce bunun tahnitli yani mumyalanmış bir ceset olduğunu anlarlar. Cesedin başının üzerinde yer alan bir deri üzerinde çini mürekkebi ile “Mağribli Mehmed Ağa” yazmakta, ve hemen altında ise ölüm tarihi hicri olarak 7 yüz ile başlayan bir rakam yazmaktadır. (yazısında tarihin diğer kısmını hatırlayamadığını belirtmektedir) Dr. Sağlar diğer iki sandukanın boş olduğunu belirtir.
Şimdi, 1950’lerden bu yana bu türbe içinde 5 sanduka olduğu bilinmektedir. 1952 yılı basımlı A. Gökoğlu’nun eserinde buradaki 2. sandukanın Mağribli Mehmed Ağa’ya, ki fetih zamanında ölmüştür, 3. sandukanın ise Aşıklı Sultan’a ait olup 1116 senesinde vefat ettiğini belirtir. Eğer her iki ifade kabul edilecek olursa; ilk olarak 1920’lerden sonra türbeye başka iki sanduka mı eklenmiştir? İkinci olarak buraya sonradan getirilen sandukalarda da mı mumyalanmış cesetler bulunmaktadır? Ayrıca günümüzde Aşıklı Sultan olarak anılan yatıra 1919 senesinde ise Mağribli Mehmet Ağa olarak belirteç eklendiğini görmekteyiz. Ayrıca ceset üzerinde hicri 7 yüz’lü ölüm tarihinin bulunuyor olması ki, bu tarih her durumda 1300’lü miladi yıllara tekabül etmektedir. Bu noktada 1116 ya da fetih zamanında ölmüştür ibaresinin bir geçerliliği kalmayacaktır. Ama bunun yanında 1116 yılında ölmüş olabileceği bir gerçekliğe de sahip olabilir. Çünkü 1107 tarihinde Danişment Emir Gazi, Selçuklu Hükümdarı I. Kılıçarslan’ın ölümünden sonra Kastamonu’da dahil olmak üzere birçok yeri ele geçirmiştir. Bu noktada Bizans ile savaşın Kastamonu’da bu tarihlerde yapılmış olabilmesi muhtemeldir. Bu arada Mağribli Mehmed Ağa’nın kullanmış olduğu lakabından “Mağrib” dolayı Kuzey Afrika kökenli bir Arap olabileceği de düşünülebilir.
Söylencelerdeki ortak nokta ise önemli bir yangının olduğudur. Ancak bir araştırmacının belirttiği gibi, cesedin açıkta olan ayakları üzerinde görülen karartıların yangın nedeniyle değil, mumyalanmış cesette zamanla karbon eksilmesinden kaynaklandığını belirtmek gerekir.
Türbe ve Kastamonu açısından belki de en önemli noktalardan birisi mumyalanmış bir cesedin varlığıdır. Klasik Türk mimarisinde yer alan anıtsal mezarların açılımında; mezarın yer aldığı bir alt kat (oturtmalık), simgesel nitelikteki sandukanın bulunduğu ziyarete açık üst kat (gövde), ve bir perdeden oluşmaktadır. Toprak altında kalan oturtmalık bölümüne yaygın olarak mumyalık da denmektedir. Bu adın yaygınlaşmasının nedeni, ölülülerin mumyalanma geleneğinin Orta Asya’dan bu yana Anadolu’da da uzun bir süre kullanılmış olmasıdır.
Türk geleneklerinde varolan mumyalamanın en erken örnekleri Hun Türklerine kadar geri gitmektedir. Anadolu’da Selçuklular, Danişmentliler, Mengücekler, İlhanlılar, Beylikler ve ayrıca Osmanlı döneminde bu tekniğin hükümdar, komutan ve önemli kişilerde kullanıldığı bilinmektedir. İslamiyet öncesi bir gelenek olan bu teknik, Türk inançlarında devlet büyüğüne olan saygıyı göstermektedir. Devlet ve gelenek sahibi olan bu önemli kişilere bir bağlılığın göstergesi olarak açıklama getirilmektedir.
Aşıklı Sultan’ın kendisi Bizans’ın elinde bulunan Kastamonu’yu ve kalesini ele geçirmek için gelen Türk birliklerinin komutanıdır. Savaş sırasında şu anda şu anda Türbesinin bulunduğu yerin yakınlarında şehit düştüğü için buraya gömülmüştür. Cumhuriyetin ilk yıllarında türbe ve civarında çıkan bir yangın sırasında, kendisi dönem valisinin uykusuna girerek “Ben yanıyorum, kalk yangını söndür” der. Bunun üzerine vali hemen uyanarak bölgedeki yangının söndürülmesini sağlar.
Bir başka söylence, 1919 yılında Abdurrahman Paşa Lisesi’nde öğrenci iken türbeyi çocuksu bir merakla ziyaret eden, Dr. E. Sağlar’ın 1974 yılında Kastamonu Gazetesi’nde yayınladığı bir yazısından öğreniyoruz. Söylencenin kaynağı ve anlatımını ise türbeye bir gelenek şekilde bakıcılık yapan bir aileden gelen yaşlı türbedar bir kadından gelmektedir. “….. çok seneler evvel bir yangın olmuş ki bu çevrede çok büyük, insanlar yangını söndüremeyince evliyadan yardım istemişler – sen ki evliyaullahtan olasında bizim derdimizle alakadar olmazsın – diye. Bunun üzerine evliya mezar şeklindeki kabrinden ayaklarını çıkarmış ve yangın sönmüş. Halk şükran borcunu ödemek için kendisine bu türbeyi yapmışlar. Ve o zamandan bu yana da ismi Aşıklı Sultan olarak anılmış”
Aşıklı Sultan’ın bir diğer söylencesi ise yine oldukça eskilerden gelmekte, ve yukarıda anlatılanlardan oldukça farklı bir boyuta temas etmektedir. Çok önceleri yatırın sadece belden yukarısı kapalı imiş. Açık olan tarafta ise elleri de görünmekte imiş. Ellerinden birinde yatırın yüzüğü bulunmaktaymış. Yatırın bulunduğu türbede o zaman yeterli koruma olmadığından, yabancı birisi tarafından bu yüzük alınmak istenir. Bu kişi tam yüzüğü cesedin elinden çıkarmak üzereyken Aşıklı Sultan ellerini kapatıp yumruk şekline getirmiş. Bu olay şahit olan yabancı kısa bir süre sonra ruhsal dengesini kaybederek ölmüş. Bu olaydan hemen sonra ise güvenlik nedeni ve yatırın rahatsız edilmemesi için sanduka ayak seviyesine kadar kapatılmış.
1919 yılı anılarını anlatan Dr. E. Sağlar, türbeye iki arkadaşıyla birlikte gittiğinde 3 sanduka gördüklerini belirtir. Ayakları dışarıda olan sandukayı meraktan açtıklarında, 1.70 m boyunda bir insan cesedi ile karşılaşırlar. Karnı iman tahtasına kadar açılmış ve 2 cm. eninde şerit bezlerle doldurulmuş ve sarılmış olduğunu görünce bunun tahnitli yani mumyalanmış bir ceset olduğunu anlarlar. Cesedin başının üzerinde yer alan bir deri üzerinde çini mürekkebi ile “Mağribli Mehmed Ağa” yazmakta, ve hemen altında ise ölüm tarihi hicri olarak 7 yüz ile başlayan bir rakam yazmaktadır. (yazısında tarihin diğer kısmını hatırlayamadığını belirtmektedir) Dr. Sağlar diğer iki sandukanın boş olduğunu belirtir.
Şimdi, 1950’lerden bu yana bu türbe içinde 5 sanduka olduğu bilinmektedir. 1952 yılı basımlı A. Gökoğlu’nun eserinde buradaki 2. sandukanın Mağribli Mehmed Ağa’ya, ki fetih zamanında ölmüştür, 3. sandukanın ise Aşıklı Sultan’a ait olup 1116 senesinde vefat ettiğini belirtir. Eğer her iki ifade kabul edilecek olursa; ilk olarak 1920’lerden sonra türbeye başka iki sanduka mı eklenmiştir? İkinci olarak buraya sonradan getirilen sandukalarda da mı mumyalanmış cesetler bulunmaktadır? Ayrıca günümüzde Aşıklı Sultan olarak anılan yatıra 1919 senesinde ise Mağribli Mehmet Ağa olarak belirteç eklendiğini görmekteyiz. Ayrıca ceset üzerinde hicri 7 yüz’lü ölüm tarihinin bulunuyor olması ki, bu tarih her durumda 1300’lü miladi yıllara tekabül etmektedir. Bu noktada 1116 ya da fetih zamanında ölmüştür ibaresinin bir geçerliliği kalmayacaktır. Ama bunun yanında 1116 yılında ölmüş olabileceği bir gerçekliğe de sahip olabilir. Çünkü 1107 tarihinde Danişment Emir Gazi, Selçuklu Hükümdarı I. Kılıçarslan’ın ölümünden sonra Kastamonu’da dahil olmak üzere birçok yeri ele geçirmiştir. Bu noktada Bizans ile savaşın Kastamonu’da bu tarihlerde yapılmış olabilmesi muhtemeldir. Bu arada Mağribli Mehmed Ağa’nın kullanmış olduğu lakabından “Mağrib” dolayı Kuzey Afrika kökenli bir Arap olabileceği de düşünülebilir.
Söylencelerdeki ortak nokta ise önemli bir yangının olduğudur. Ancak bir araştırmacının belirttiği gibi, cesedin açıkta olan ayakları üzerinde görülen karartıların yangın nedeniyle değil, mumyalanmış cesette zamanla karbon eksilmesinden kaynaklandığını belirtmek gerekir.
Türbe ve Kastamonu açısından belki de en önemli noktalardan birisi mumyalanmış bir cesedin varlığıdır. Klasik Türk mimarisinde yer alan anıtsal mezarların açılımında; mezarın yer aldığı bir alt kat (oturtmalık), simgesel nitelikteki sandukanın bulunduğu ziyarete açık üst kat (gövde), ve bir perdeden oluşmaktadır. Toprak altında kalan oturtmalık bölümüne yaygın olarak mumyalık da denmektedir. Bu adın yaygınlaşmasının nedeni, ölülülerin mumyalanma geleneğinin Orta Asya’dan bu yana Anadolu’da da uzun bir süre kullanılmış olmasıdır.
Türk geleneklerinde varolan mumyalamanın en erken örnekleri Hun Türklerine kadar geri gitmektedir. Anadolu’da Selçuklular, Danişmentliler, Mengücekler, İlhanlılar, Beylikler ve ayrıca Osmanlı döneminde bu tekniğin hükümdar, komutan ve önemli kişilerde kullanıldığı bilinmektedir. İslamiyet öncesi bir gelenek olan bu teknik, Türk inançlarında devlet büyüğüne olan saygıyı göstermektedir. Devlet ve gelenek sahibi olan bu önemli kişilere bir bağlılığın göstergesi olarak açıklama getirilmektedir.