KARIŞIK

2 Mayıs 2016 Pazartesi

Yakup Aleyhisselam

Yakup Aleyhisselam

Bismillahirrahmanirrahim
Ken’an diyârında, yâni Fenike denilen sayda, Sûr ve Beyrut ile Filistin ve Sûriye’nin bir kısmından ibâret olan bölgede yaşayan insanlara gönderilen peygamber. İsmi Yâkûb olup İbrânicede Saffetullah, yâni ”Allahü teâlânın sâf ve temiz kıldığı kul” mânâsına gelmektedir. Diğer adı İsrâil olup ”Allah’ın kulu” mânâsına gelmektedir. İbrâhim aleyhisselâmın küçük oğlu olan İshâk aleyhisselâmın oğludur. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlu vardır. Bu yüzden, onun on iki oğlunun torunlarına Beni İsrâil, yâni İsrâiloğulları denilmiştir. Oğullarından her birinin sülâlesine ”Sıbt”, hepsine birden torunlara mânâsına gelen ”Esbât” denir. Sonradan Yahûdi adı verilmiştir. Yâkûb aleyhisselâmın neslinden birçok peygamber geldi: Mûsâ, Hârûn, Dâvûd, Süleyman, Zekeriyyâ, Yahyâ ve İsâ aleyhimüsselâm bunlardandır. Yâkûb aleyhisselâm Şam’da yeya Medyen’de doğdu. Onun Iys isminde bir kardeşi vardı. Çocokluğu babasının yanında geçti. Babası İshâk aleyhisselâm, Yâkûb aleyhisselâm için; ”Yâ Rabbi! Neslimden peygamber geleceğini buyurmuştun. O vâdini bu oğlumdan zuhûr ettir.” diye duâ etti. Onun soyundan nice peygamberler göndermesi için Allahü teâlâya niyâzda bulundu. Yâkûb aleyhisselâm babasının vefâtından sonra annesinin tavsiyesi üzerine Harran’da bulunan dayısının yanına gitti. Orada uzun müddet kaldı. Dayısının büyük kızı Leyla ile evlendi. Bu evlilikten Rabil, Şem’ûn, Lâvi, Yehûda, İsâhar ve Zablûn adlı oğulları ile Dinâr isimli kızı doğdu. İbrâhim aleyhisselâmın bildirdiği dinde iki kız kardeşle evlenmek câiz olduğundan ilk evliliğinden yedi sene sonra dayısının küçük kızı Râhil ile de evlendi. Bu hanımından da Bünyamin ve Yûsuf adlı iki oğlu oldu. Belhe ve Zülfâ adlı iki câriyesi vardı. Belhe adlı câriyeden Dân ve Neftâle, Zülfâ adlı câriyesinden de Câd ve Âşir adlı oğulları doğdu. Böylece on iki oğlu oldu. Kırk sene kadar dayısının yanında kalan ve ona hizmet eden Yâkûb aleyhisselâma Allahü teâlâdan vahy gelip Ken’an diyârı ahâlisinine peygamber olarak vâzifelendirildiği bildirildi. Dayısından izin alarak hanımları, oğulları ve kendisine tâbi olanlarla birlikte Harran’dan ayrılıp Ken’an diyârına geldi ve oraya yerleşti. Kendisi ve oğulları için evler yapğtırdı. Bu sırada Yûsuf ve Bünyamin adlı oğullarının annesi olan Râhil vefât etti. Yâkûb aleyhisselâm insanları Hak dine ve tek olan Allahü teâlâya inanmaya ve o’na ibâdet etmeye dâvet etti. Ken’an diyârı ahâlisinden çok kimse ona imân etti. Ken’an diyârını idâre eden Şüceym bin Dâran isimli kral, Yâkûb aleyhisselâma karşı çıktıysa da başarılı olamadı. Yâkûb aleyhisselâm anneleri vefât etmiş olan oğulları Bünyamin ve hazret-i Yûsuf’u diğer oğullarından çok seviyordu. Çünkü bu ikisi anne şefkâtinden mahrûm kalmışlardı. Yâkûb aleyhisselâmın özellikle hazret-i Yûsuf’a karşı aşırı muhabbeti olduğu için onu bütün oğullarından üstün tutuyor ve yanından ayırmıyordu. Hazret-i Yûsuf yedi yaşındayken rüyâsında on bir yıldız, ay ve güneşin kendisine secde ettiklerini gördü. Bu rüyâsını babasına anlattı. Rüyâ tâbirini iyi bilen Yâkûb aleyhisselâm oğluna ileride büyük nimetlere kavuşacağını ve kendisine peygamberlik verileceğini söyleyerek rüyâsını kardeşlerine anlatmamasını tavsiye etti.
Yâkûb aleyhisselâmın oğlu Yûsuf’a karşı aşırı muhabbet göstermesini kıskanan diğer oğulları ona hased ettiler. Hazret-i Yûsuf’u berâberce tuzak kurup onu öldürmek istediler. Babalarından korktukları için de ne şekilde kötülük yapacklarını tesbit edemediler. Daha sonra kendi aralarında konuşup Yûsuf aleyhisselâmı yol üzerindeki bir kuyuya atmayı kararlaştırdılar. Yûsuf aleyhisselâmı babalarından alıp, berâberlerinde götürebilmek için hileye başvurdular. Yûsuf aleyhisselâmı alıp kıra götürdüler ve kervanların geçtiği yolun kenârındaki bir kuyuya attılar. Sırtındaki gömleğini çıkarıp kestikleri bir hayvanın kanıyla boyadılar. Akşam olunca da kanlı gömleği babalarına getirip; ”Biz kırda yarış ederken, Yûsuf’u eşyâlarımızın yanında bırakmıştık. Onu kurt yemiş.” dediler. Yâkûb aleyhisselâm kana bulanmış fakat hiç yırtık ve çizgi bile olmayan gömleğe bakıp oğlu Yûsuf’u kurt yemediğini ve onun hayatta olduğunu anladı. Diğer oğullarına o kurdun Yûsufuma karşı şefkâti sizden fazlaymış. Vallahi bugüne kadar bu kurt gibi yumuşak huylu bir kurt görmedim. Oğlumu yemiş de sırtından gömleğini bile yırtmamış. Bu söyledikleriniz yalandır. Yûsuf’a ne ettinizse siz ettiniz. Fakat elimden ne gelir. Benim için sabr etmekten güzel bir şey yoktur.” dedi. İçli içli ağlayıp, kalbini Allahü teâlâya bağladı ve oturdu. Yûsuf aleyhisselâmın ayrılığından dolayı üzülüyor, fakat bu üzüntüsünü kimseye bildirmiyor, hâlinden de kimseye şikâyette bulunmuyor, oğluna kavuşacağı günü hasretle bekliyordu. Hasret ve üzüntüsü sebebiyle ağlamasından dolayı gözlerine ak inmiş göremez olmuştu. Atıldığı kuyudan bir kervancı tarafından çıkarılan ve Mısır’a götürülerek bir köle diye satılan Yûsuf aleyhisselâm, Mısır Mâliye Nâzırı tarafından satın alındı.Mâliye Nâzırının sarayında özel olarak büyütülen Yûsuf aleyhisselâm, Nâzırın ölümünden sonra Mâliye Nâzırı oldu.Aldığı ekonomik tedbirler sâyesinde, yedi sene müddetle devâm eden kıtlık esnâsında Mısır halkının rahat va refâh içinde yaşamasını sağladı. Yâkûb aleyhisselâm Bünyamin dışındaki oğullarını buğday ve erzak almak üzere Mısır’a gönderdi. Yûsuf aleyhiselâm onları tanıdı ve ikrâmlarda bulunarak erzak verdirdi. İkinci defâ gelişlerinde kardeşleri Bünyamin’i de getirmelerini söyledi. Onlar da ikinci gelişlerinde Bünyamin’i getirdiler. Kendi anne-baba bir kardeşi olan Bünyamin’i bür tedbirle yanında alıkoydu. Yâkûb aleyhisselâmın oğulları üçüncü defâ Mısır’a gidince Yûsuf aleyhisselâmın kendini onlara tanıttı. Gömleğini babası Yâkûb aleyhisselâma gönderdi. Babasına ve bütün akrâbalarını da Mısır’a dâvet etti. Yâkûb aleyhisselâm gömleği yüzüne gözüne sürünce gözleri açıldı. Yâkûb aleyhisselâm oğlunun dâveti üzerine bütün akrâbasını alarak Mısır’a gidip oğlu Yûsuf aleyhisselâma kavuştu. Yûsuf aleyhisselâm babasına ve yanındakilere büyük ikrâmlarda bulundu. Kardeşlerini affettiğini bildirdi. Yâkûb aleyhisselâm oğlu hazret-i Yûsuf’a kavuştuktan sonra oğullarıyla birlikte on seneden fazla Mısır’da yaşadı.İyice ihtiyarlayınca oğullarını başına toplayıp, vasiyette bulundu. Oğullarından, tek olan Allahü teâlâya ibâdet edeceklerine dâir söz aldıktan sonra vefât etti.Oğulları cenâze namazını kıldılar. Vasiyeti üzerine Kudüs yakınlarındaki Halil-zr- Rahmân’da bulunan babsı İshak aleyhisselâmın yanına defnedildi. Rivâyete göre burada dört kabir vardır. Bunlar İbrâhim aleyhisselâma, İshâk aleyhisselâma, Sâre validemize ve Yâkûb aleyhisselâma âittir.
Yâkûb aleyhisselâm Allahü teâlânın seçtiği, kendi zamânında yaşayan insanların sûret (görünüş) ve siret (huy ve yaşayış) yönünden en üstünüydü. Buğday benizli, uzun boylu, nâzik yapılı bir bedene sâhipti. Babası, İshâk aleyhisselâm gibi halim selim, yumuşak huylu, doğru sözlü, kerim ve cömertti. Kur’ân-ı kerimde Yâkûb aleyhisselâmın, dinde kuvvetli olduğu, ihlâs sâhibi olduğu, sâlihlerden olduğu, seçkin ve hayırlıkimselerden olduğu ve rüyâ tâbirini iyi bildiği açıklanmıştır. Yâkûb aleyhisselâmın beş çeşit mûcizesi vardı:
Mucizeleri:1-Duâsı bereketiyle bir koyunun karnından dört kuzu doğmuştu. Bir kavim gelip, Ey Allah’ın peygamberi, geçen sene koyunlarımız hiç doğurmadı. Cenâb-ı Hakka duâ ediniz, hem bu seneki, hem degeçen sene kikuzuları birden versim, diye ricâ ettiler. Yâkûb aleyhisselâm duâ edince, her bir koyundan dörder tâne doğmak sûretiyle koyunları çoğaldı. 2- Sesi sürekli olup, üç konaklık yerden bile duyulurdu. Düşman askerine bağırdığı zaman korkularından hep kaçarlardı. 3-Hazret-i Yâkûb’un attığı şey, pek uzaklara giderdi.Oğullarını Amâlika kavmiyle muhârebeye gönderince, muhâbere esnâsında Yehûda adlıoğlunun, süngü ve mızrakla silâhı parçalanmıştı. Yehûda, silâhım kırıldı babacığım, bir silâh gönderiniz, diye seslendiği anda, hazret-i Yâkûb işitip, bir dağ başındanönceki gibi bir silâh attı ve seslendi. Yehûda sesini işitip, silâhı aldı ve hemen düşmana saldırdı ve gâlip geldi.Halbuki aralarında 360km’lik mesâfe vardı. 4-Yâkûb aleyhisselâmın duâsı bereketiyle büyük ve küçük dağlar yerlerinden kalkmışlardır. Ken’an ahâlisini dine dâvet ettiği vakit, orada bulunup, yörenin iki tarafını darlaştıran dağların başka yere naklolunmasıyla, yerlerinin geniş bir saha olmasını istemişlerdi. Yâkûb aleyhisselâm duâ edince, murâdları hâsıl olup, yerleri geniş ve düzlük olup havası da gâyet güzel olarak Hicaz’da en güzel yer olarak tanınmıştır. 5-Ken’an ahâlisini imâna davet ettiği vakit, oturdukları yerlerde bulunan dağlık ve taşlık yerlerin, bütün tepe vetaşların toprak olmasını teklif etmişlerdi. Yâkûb aleyhisselâm duâ edince, diledilkeri gibi olmuştur.
Yâkûb aleyhisselâmın en büyüğü Rabil olmak üzere Şem’un, Lâvi, Yehûda, Zablun (Yâlun), İsâhar,Dân, Neftâli, Âşir, Cad, Yûsuf ve Bünyamin adlı on iki oğlu vardı. İsrâiloğulları bu on iki oğlunun neslinden çoğalmışlardır. Yûsuf aleyhisselâmdan sonra akılca en üstün olan Yehû danın neslinden Dâvûd aleyhisselâm ve Beni İsrâil (İsrâiloğulları) hükümdarları gelmiştir. Bu sebeble İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerin çoğu da Yûsuf aleyhisselâmın neslindendir. Kur’ân-ı kerimde zikr edilen Tâlût da Bünyamin’in neslindendir. Kur’ân-ı kerimde Yûsuf sûresinde ve Bakara sûresi 132, 133, 140; Âli imrân sûresi 84, 93; Nisâ sûresi 163; En’âm sûresi 84; Hûd sûresi 71; Meryem sûresi6, 49, 58’inci âyetlerinde Yâkûb aleyhisselâmdan ve faziletlerinden bahsedilmektedir.

İlyas Aleyhisselam

İlyas Aleyhisselam


Bismillahirrahmanirrahim

 

İlyas Aleyhisselâmın Soyu: 

İlyas b. Yasin, b. Finhas, b. Ayzar, b. Hârûn, b. İmran (A.S)’dır.

İlyas Aleyhisselâmın Şekil Ve Şemaili: 

İlyas Aleyhisselâm: uzun boylu, zayıf bedenli, kıvırcık saçlı, büyük başlı, çekik ve yapışık karınlı, ince bacaklı idi.
Kendisinin başında da, kırmızı bir ben vardı.

İlyas Aleyhisselâmın Peygamber Oluşu: 

İlyas Aleyhisselâm; Yüce Allah tarafından gönderilen Peygamberlerdendi. (1)
Kendisi, dağlar ve çöller sahibi olup Rabb’ine, tenhâlarda ibâdetle meşgul olurdu.
Hezekiel Aleyhisselâmdan sonra, İsrail oğulları içinde bir çok bid’atlar ihdas edilmiş onlar, Yüce Allah’ın, kendilerinden aldığı Ahd ve Mîsâkı, unutmakla kalmamışlar, putlar dikip onlara tapmaya da, başlamışlardı
Bunun üzerine, Yüce Allah, onlara, İlyas Aleyhisselâm’ı, Peygamber olarak gönderdi.
Mûsâ Aleyhisselâm’dan sonra İsrail oğullarına gönderilen Peygamberler, ancak, kendilerinin, Tevrat’tan unuttuklarını, onların hatırlarına getirmekte, yenilemekte idiler.
İsrail oğulları, o zaman, Şam ülkesinde dağınık bir halde ve başlarında da, bir çok krallar bulunuyordu.
Çünkü, Yûşa’ b. Nün Aleyhisselâm; Şam ülkesini fetettiği zaman, oraya, İsrail oğullarını hâkim kılmış ve Şam topraklarını, onlar arasında bölüştürmüştü.
İsrail oğullarının on iki Sıbtından biri olan İlyas Aleyhisselâmın Sıbtı da, Bâlebek ve nahiyelerini almış ve oralara yerleşmiş bulunuyordu.
Yüce Allah, onlara, İlyas Aleyhisselâm’ı Peygamber olarak göndermişti. Şam krallarından her bir kral, hükmü altına aldığı nahiyeyi sömürmekte idi. Şam krallarından Bâlebek kralı, diğer krallar arasında, doğru yolda idi. Bunun için, İlyas Aleyhisselâm, onun yanında bulunur, işlerini, yoluna koyardı. Gerek kral ve gerekse kralın zevcesi, İlyas Aleyhisselâm’ı dinler ve doğrulardı. Öteki İsrail oğulları ve kralları ise, edinmiş oldukları Ba’l putuna taparlardı.
Ba’l: altından yapılmış bir kadın heykeli olup göz bebekleri Yakuttan yapılmış, başına da, inci ve cevherlerle süslü tac konulmuştu.
İlyas Aleyhisselâm, kavmine: “Siz (Allah’tan) korkmaz mısınız?!
O, en güzel Yaratanı, sizin de, önceki atalarınızın da, Rabbi olan Allah’ı, bırakıp ta, Ba’l’e mi tapıyorsunuz?!” dedi. (2)
Onları, Yüce Allah’a iman ve ibadete davet etti. Fakat, onlar, İlyas Aleyhisselâmı, yalanladılar. (3)
Bâlebek kralından başka hiç birisi, onu, dinlemediler ve söylediklerini, kabul etmediler.
Bâlebek kralının sarayının yanında, İsrail oğullarından sâlih bir zatın, güzel bir bahçesi bulunuyor, kendisi, oradan, geçimini sağlıyordu.
Kral ve karısı, orada, gezinirler, yerler, içerler, istirahat ederlerdi. Halk, orayı, krala lâyık görürler, sahibinin elinden almadığına şaşarlardı. Kral; bahçe sahibine karşı, komşuluk hakkını, gözetir, çok iyi davranırdı.
Kralın karısı ise, bahçeyi, ele geçirmeyi, düşünür, kralı, bu hususta kandıramazdı.
Kralın, uzun bir sefere çıkışından yararlanarak, bahçe sahibini, krala sövme iddiası ve yalancı şahitler ikamesiyle öldürtüp bahçesini gasbetti.
Kral, seferden dönünce, karısına;
“Sen, hükmünde, hiç de, hayra isabet etmemişsin.
Ben, bundan sonra, hiç bir zaman, felah bulacağımızı sanmıyorum!..
Senin, ona karşı, bir cür’etin, ancak, cahilliğinden, kötü görüşlülüğünden, sonucu, nereye varacağını, düşünememenden ileri gelmiştir!” diyerek itabetti, çıkıştı. Kralın karısı:
“Ben, ona, ancak, senin için kızdım ve senden dolayı, o hükmü verdim.” dedi. Kral:
“Bir kraliçe olarak, senin, bir tek adamı ve onun komşuluk hakkını korumak üzere göstereceğin geniş usluluğun, büyük hoşgörülüğün ve affediciliğin nerede kaldı?” dedi.
Kraliçe:
“Olmayacak şey, oldu!” dedi.
Yüce Allah, İlyas Aleyhisselâma, bu hâdiseyi vahy ile bildirdi.
Yaptıkları şeyden dolayı, tevbe etmedikleri ve gasbettikleri bahçeyi, öldürülen zatın varislerine geri vermedikleri takdirde, o bahçe içinde her ikisinin de, öldürülüp bırakılacaklarını ve etlerinin, kemiklerinden ayrılacağını, haber verdi.
Bunun üzerine, kral, İlyas Aleyhisselâma kızdı.
Kralın yanına, putlara tapanlardan bir topluluk gelmişti. Ona:
“Sen, dalâlet ve boş şeyden başkasına davet olunmuyorsun!
Sen de, kralların taptığı şu putlara tap!
Üzerinde bulunduğun dini, bırak!” dediler.
Bunun üzerine, kral, bir gün:
“Ey İlyas! Vallahi, ben, senin davet ettiğin şeyin, boş olmaktan başka bir şey olmadığını görüyorum!” dedi ve İsrail oğulları krallarından, Allah’ı, bırakıp puta tapanları birer birer sayarak:
“Onlar da, bizim gibi yiyor, içiyor ve nimetler içinde hüküm sürüyor!
Senin, bâtıl ve boş dediğin din ve inanışları, onların dünyasından hiç bir şey eksiltmiyor.
Kendimizde ise, onlara nazaran, bir üstünlük görmüyoruz!” deyince İlyas Aleyhisselâmın, başının saçı ve vücudunun tüyleri ürperdi, dikenleşti.
“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn = Bizler, Allah’ın kullarıyız ve Ona, dönücüleriz!” diyerek kralın yanından ayrıldı.
Kral da, putlara tapan öteki arkadaşlarının yaptıklarını, yaptı, Allah’ı, bırakıp putlara taptı.
Sonra da, ilyas Aleyhisselâmı öldürmeye kalkıştı.
Bunun üzerine, İlyas Aleyhisselâm, dağlarda ve mağaralarda yedi yıl gizlendi.
Yerdeki bitkilerden ve ağaçlardaki meyvalardan yiyerek yaşadı.
Kral, onu, yakalatmak için, adamlar saldı ise de, ele geçirmeye muvaffak olamadı.
İlyas Aleyhisselâm, kral tarafından arattırıldığı sıralarda, bir gece, İsrail oğullarından bir kadının evine sığınmış, saklanmıştı.
Kadının, Elyesa b. Ahtub adındaki oğlu çok hasta idi. İlyas Aleyhisselâmın duasıyla iyileşince, Elyesa Aleyhisselâm, İlyas Aleyhisselâma iman ve onun peygamberliğini tasdik edip artık, onun yanından hiç ayrılmadı.
İlyas Aleyhisselâm, nereye giderse, o da, oraya giderdi. İlyas Aleyhisselâm, yaşlanmış ve yaşı da, bir hayli ilerlemişti. Elyesa Aleyhisselâm ise, yetişmiş bir gençti. İlyas Aleyhisselâm, İsrail oğullarının azdıklarını görünce:
“Ey Allâhı’m! İsrail oğulları, Seni, tanımamaya, Senden başkasına tapınmağa başladılar.
Nimetlerinden, onlara verdiklerini, değiştir!
Ey Allah’ım! Onlardan, yağmuru, tut!” diyerek dua etti.
Üç yıl, yağmur yağmadı.
Büyük küçük baş hayvanlar, böcekler, ağaçlar, kuraklıktan, mahvoldu.
İnsanlar, çok şiddetli bir kuraklık ve darlık içine düştüler.
İlyas Aleyhisselâm, İsrail oğullarının yanına varıp, onlara:
“Siz, kuraklıktan, darlıktan, mahvoldunuz.
Ehlî, vahşî hayvanlar, kurtlar, kuşlar, böcekler, ağaçlar da, sizin hatalarınız yüzünden, mahvoldular.
Siz, boş şey üzerinde aldanıp duruyorsunuz.
Eğer, bu filinizden dolayı, Allah’ın, size gazap ettiğini; kendisine yalvardığınız ve hak ve hayırlı olduğunu söylediğiniz putların, öyle olup olmadığını, öğrenmek istiyorsanız, onları çıkarınız ve kendilerine yalvarınız.
Eğer, onlar, sizin duanızı kabul ederlerse, dediğiniz gibi, onlar, haktır. Şayet, onlar, bunu, yapamazsa, biliniz ki: Siz, boş bir şey üzerindesinizdir. Ondan, hemen ayrılınız.
Ben de, üzerinizdeki belânın kaldırılması için, Allah’a dua edeyim.”‘dedi. “Sen, insaflı davrandın!” dediler. Hemen putlarını çıkarıp onlara yalvardılar. Kendilerinin ne duaları kabul olundu, ne de, üzerlerindeki belâ kaldırıldı. Dalâlette ve boş bir şey üzerinde bulunduklarını, anladılar. “Ey İlyas! Biz, mahvolduk. Allah’a, bizim için, dua et!” dediler.
İlyas Aleyhisselâm da, onların üzerlerindeki belânın kaldırılması ve yağmura kavuşmaları için, Allah’a dua etti.
Allah’ın izniyle, denizin arkasından kalkan gibi bir bulut çıkarıldı.
Ona, bakıp durdukları sırada, buluttan, iri damlalı yağmur atıştırmaya ve sonra da, çoğalmaya başladı ve en sonunda, Allah, yağdırdığı yağmurla, onları kuraklıktan kurtardı.
Kuraklıktan yanıp kavrulmuş olan yurtları, canlandırıldı, içinde kıvrandıkları belâ, üzerlerinden kaldırıldı.
Fakat, onlar, ne putperestlikten ayrıldılar, ne de, hakka döndüler. Üzerinde bulundukları hali, daha kötü olarak devam ettirdiler.
İlyas Aleyhisselâm; onların, böyle küfürlerinde direndiklerini gördüğü zaman, artık, ruhunu kabzetmesini, onlardan kurtarıp rahata kavuşturmasını, Rabb’inden, diledi. Kendisine:
“Filan günü, bekle! Filan yere, git!
Orada, sana gelecek şeyi, ateş gibi renkli hayvanı, gördüğün zaman, ona, bin! Ondan, korkma!” buyruldu.
Gidilecek gün, geldiği zaman, İlyas Aleyhisselâm, yanında, Elyesa Aleyhisselâm olduğu halde, kendisine anılan ve gitmesi emrolunan yere gitti.
At suretinde, ateş renginde, ateşten bir at gelip İlyas Aleyhisselâmın önünde durdu.
İlyas Aleyhisselâm, hemen, onun üzerine sıçrayıp bindi ve gitti. Elyesa Aleyhisselâm, arkasından:
“Ey İlyas! Ey İlyas! Bana, ne emrediyorsun?” diyerek seslendi. Yüce Allah, İlyas Aleyhisselâmı, Şam’a kaldırdı, semâya değil.
İlyas Aleyhisselâm, kilimini, gökten, Elyesa’ Aleyhisselâma, bıraktı ki, bu, kendisinin, onu, İsrail oğullarının üzerine Halîfe yaptığına bir alâmetti. Zâten, ayrılırken, onu, yerine bırakmış bulunuyordu.
İlyas Aleyhisselâmın, hâlâ sağ olup her yıl Hac Mevsiminde Hızır Aleyhisselâmla buluştukları da, rivayet edilir.
İlyas Aleyhisselâm, gittikten sonra, Yüce Allah, Bâlebek kralı, kraliçesi ve İsrail oğulları üzerine, düşmanlarını, musallat ve muzaffer kıldı. Akılları, başlarından, gitti. Nereye, gideceklerini, kaçacaklarını, bilemediler.
Kral da, kraliçe de, sahibini öldürüp gasbettikleri bostanda öldürülerek bırakıldılar.
Etleri, dökülünceye, kemikleri çürüyünceye kadar cesetleri orada ortada kaldı!
Yüce Allah, İlyas Aleyhisselâm hakkında şöyle buyurur:
“Biz, ona, sonra gelen (Peygamberler ve ümmet)ler içinde (iyi bir nam) bıraktık.
(Bizden) selâm İlyas’a
Şüphe yok ki: Biz, iyi hareket edenleri, böyle mükâfatlandırırız.
Gerçekten, o, Mü’min kullarımdandı!” (4)
Ona ve gönderilen bütün Peygamberlere selâm olsun
(1)Sâffât: 123
(2)Sâffât: 124-126
(3)Sâffât: 127
(4)Sâffât: 129-132

Adem Aleyhisselam

Adem Aleyhisselam


Bismillahirrahmanirrahim
Yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk peygamber,bütün insanların babası. Allahü teâlânın emri ile melekler çeşitli memleketlerden topraklar getirdiler. Çeşitli memleketlerden getirilen toprakları melekler su ile çamur yapıp insan şekline koydular. Bu şekilde Mekke ile Tâif arasında kırk yıl yatıp “salsâl” oldu yâni pişmiş gibi kurudu. Önce Muhammed aleyhisselâmın nûru alnına kondu. Sonra Muharremin onuncu Cumâ günü rûh verildi. Her şeyin ismi ve faydası kendisine bildirildi. Boyu ve yaşı kesin olarak bildirilmedi. Allahü teâlânın emri ile bütün melekler Âdem aleyhisselâma karşı secde ettiler. Uzun zaman meleklerin hocalığını yapmış olan İblis, kibirlenip bu emre karşı geldi ve Âdem aleyhisselâma karşı secde etmedi. “O çamurdan yaratıldı, ben ise ateşten yaratıldım. Ondan üstünüm.” iddiâsında bulundu. İblis (şeytan) kendini üstün görüp, kibirlenerek Allahü teâlânın emrine uymayınca gadab-ı ilâhiyyeye uğradı ve Cennet’ten kovuldu. Âdem aleyhisselâm kırk yaşındayken Firdevs adındaki Cennet’e götürüldü. Cennet’te bulunduğu sırada veya daha önce Mekke dışında uyurken sol kaburga kemiğinden hazret-i Havvâ yaratıldı. Allahü teâlâ onları birbirine nikâh etti. Cennet’te yerleşmelerini ve Cennet’in meyvelerinden dilediklerini yemelerini bildirdi. Fakat, Cennet’te bulunan bir ağaç için, “Bu ağaca yaklaşmayın, bu ağaçtan yemeyin.” buyurdu.Âdem aleyhisselâm ve Havvâ vâlidemiz, Cennet’te bin yıl kadar yaşayıp, İblisin yalan yeminine inanarak yasak edilen ağacın meyvesinden unutarak önce hazret-i Havvâ, sonra Âdem aleyhisselâm yedikleri için Cennet’ten çıkarıldılar. Âdem aleyhisselâm Hindistan’da Seylan (Serendib) Adasına, Havvâ ise Cidde’ye indirildi. Birbirlerinden ikiyüz sene müddetle ayrı kalan Âdem aleyhisselâm ve hazret-i Havvâ bu müddet içinde ağlayıp yalvardıktan sonra tövbe ve duâları kabûl oldu. Hacca gelmeleri emrolundu.
Arafât Ovasında hazret-i Havvâ ile buluştu. Kâbe’yi inşâ etti. Her sene hac yaptı. Arafât Meydanında veya başka meydanda kıyâmete kadar gelecek çocukları belinden zerreler hâlinde çıkarıldı. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye soruldu. Hepsi; “Belâ=Evet!” dediler. Sonra hepsi zerreler hâline gelip beline girdiler. Buna “Ahd-ü-Misâk” ve “Kâlû Belâ” denildi. Âdem aleyhisselâm ve hazret-i Havvâ daha sonra şam’a geldiler. Burada yirmi defâ ikiz evlâdı oldu. Bir defâ da yalnız Şît aleyhisselâm oldu. Neslinden kırkbin kişiyi gördü. Oğullarına ve torunlarına peygamber olarak gönderildi. Cebrâil aleyhisselâm kendisine oniki defâ geldi. Kendisine on suhuf (forma) kitap verildi. Bu kitapta; îmân edilecek hususlar, çeşitli diller ve lügatler, her gün bir vakit namaz kılmak, gusül boy abdesti almak, oruç tutmak, leş, kan, domuz eti yememek, tıb, ilaçlar, hesab, geometri gibi şeyler bildirildi. Ayrıca fizik, kimya,tıb,eczâcılık, matematik bigileri öğretildi. İbrânî, Süryânî ve Arab dillerinde kerpiç üstüne çok yazı yazıldı.
İlk insanlar,bazı târihçilerin zannettiği gibi ilimsiz,fensiz,görgüsüz,çıplak ve vahşî kimseler değildi.Bugün Asya,Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında tunç devrindekilere benziyen vahşîler yaşadığı gibi,ilk insanlarda da bilgisiz basit yaşayanlar vardı.Bundan dolayı ne bugünkü,ne de ilk insanların hepsi için vahşîdir denilemez.Hazret-i Âdem ve ona inananlar şehirlerde yaşarlardı.Okuma-yazma bilirlerdi.Demircilik,dokumacılık,çiftçilik,ekmek yapmak gibi san’atları vardı.Altın üzerine para dahi basılmış,mâden ocakları işletilip,çeşitli aletler yapılmıştı.
Âdem aleyhisselâmın hiç sakalı yoktu.İlk sakalı çıkan şit aleyhisselâmdır.Hazret-i Âdem çok güzeldi.Siyah saçlı ve buğday tenliydi.Onbir gün hasta yatıp,bir Cumâ günü vefât etti.Âdem aleyhisselâm vefât edince,Cebraîl aleyhisselâm bir gömlek giydirdi.,şit aleyhisselâma yıkamayı öğretti.Yıkayıp kefenlediler.Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Âdem aleyhisselâm vefât edince,melekler üç defâ su ile yıkadılar.Onu defnettiler.” Sonra çocuklarına dönerek; “Ey âdemoğulları! Ölülerinize böyle yapınız dediler.” şit aleyhisselâm imâm olup cenâze namazını kıldırdı.Âdem aleyhisselâmın kabri; Kudüs’te,Minâ’da,Mescid-i Hîf’te veyâ Arafât’tadır.Hayatını bildiren rivâyetler birbirinden farklıdır.
Hazret-i Âdem,Allah’a ilk hamd ve ilk tövbe edendir.Seçilmişlerin ilki,yeryüzünde Allahü teâlânın ilk halîfesidir.Birçok mûcizeleri vardır.Bunlardan birkaçı şöyledir:
Yırtıcı,vahşi hayvanlarla konuşurdu.
Susuz dağ ve taşlara elini vurunca,pınarlar fışkırır,temiz sular akardı.
Eline aldığı ufak taşlar,yüksek sesle Allahü teâlâyı zikrederdi.
Âdem aleyhisselâmın yaratılması,Cennet’te kalması,Cennet’ten çıkarılarak yeryüzüne indirilmesi,Kur’ân-ı kerîmde çeşitli âyet-i kerîmelerde bildirilmiştir.

Hızır Aleyhisselam

Hızır Aleyhisselam

Bismillahirrahmanirrahim
İbrâhim aleyhisselâmdan sonra yaşamış bir peygamber veya veli. Avrupa ve Asya kıtalarına hâkim olan Zülkarneyn aleyhisselâmın askerinin kumandanı ve teyzesinin oğludur. İsminin, Belkâ bin Melkan, künyesinin Ebü’l-Abbâs olduğu ve soyunun Nûh aleyhisselâmın Sam isimli oğluna dayandığı bildirilmiştir. Bâzıları da Hızır aleyhisselâmın İsrâiloğullarından olduğunu söylemiştir. Hızır lakabıyla meşhur olmasının sebebi, kuru bir yere oturup kalktığı zaman, oranın yeşerip yemyeşil olmasından dolayıdır. Sahih-i Buhâri’de bildirilen bir hadis-i şerifte peygamber efendimiz; ”Hızır (aleyhisselâm), otsuz kuru bir yerde oturduğunda, o yer birdenbire yemyeşil olur, peşi sıra dalgalanırdı.” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâmla görüşüp yolculuk yaptı. Fakat vefâtından sonra rûhu insan şeklinde gözüküp, gariblere yardım etmektedir.
Hızır aleyhisselâm, Allahü teâlânın sevgili kullarındandı. Doğdu, büyüdü ve vefât etti. Ancak Allahü teâlâ onun rûhuna insan şeklinde görünmek ve kıyâmete kadar yardım isteyen Müslümanların imdâdına yetişmek, yardım etmek, konuşmak, ilim öğrenmek ve öğretmek özellikleri verdi. Bâzı âlimler ”nebi” (peygamber), bâzı âlimler de”veli” dir dediler. Hızır aleyhisselâmda, yaşayan insanlarda görülen hâller bulunduğu için yaşıyor zannedilmektedir.
Hızır aleyhisselâm, güzel ahlâk sahibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatliydi. Allahü teâlânın izni ile kerâmet ehli olup, kimyâ ilmini bildirdi. Hak teâlânın bildirmesiyle ledünni ilme sâhipti. Hızır aleyhisselâm Mûsâ aleyhisselâm ile buluşması, görüşmesi ve yolculuk yapması Kur’ân-ı kerim’de Kehf sûresi 60 ve 80. âyetlerinde ve hadis-i şeriflerde bildirilmiştir.
Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâm ile Tebük Harbindeyken ikindi namazını kıldıktan sonra iki beyit işittiler. Fakat şiiri söyleyeni göremediler. Resûlullah efendimiz; ”Bu iki beytin söyleyicisi kardeşim Hızır’dır. Sizi övüyor.” buyurdu. Hızır aleyhisselâm bir çok zâtın tasavvufta yetişmesinde rehberlik etmiş, feyz vermiştir. Hızır aleyhisselâmın tasavvufta yetiştirdiği en meşhûr âlim ve velilerden biri Abdülhâlık Goncdüvâni hazretleridir.
Hızır aleyhisselâm, İlyâs aleyhisselâmla birlikte peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtında hâne-i saâdetlerine gelip Ehl-i beyt için sabır ve tavsiyesinde bulundu. Onların geldiklerini ve sabır tavsiye ettiklerini hazret-i Ebû Bekr, Ehl-i beyte bildirdi.

Eyyub Aleyhisselam

Eyyub Aleyhisselam


Bismillahirrahmanirrahim
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden.Hazret-i İshâk’ın oğlu Iys’ın neslindendir.Kendisine yedi kişi îmân etti.Yüzkırk sene yaşadı.Sabrı ile insanlık tarihinde darbımeselle anılan Eyyûb aleyhisselâm,Kur’ân-ı kerîmde zikredilmiştir.
Eyyûb aleyhisselâmın çok mal ve serveti ile oğlu vardı.Sürü sürü hayvanları,bağları ve bahçeleri bulunuyordu.Şam civarında Beseniyye mevkiindeki çiftliklerinde binlerce insan çalışırdı.Fakat servetinin çokluğu onu Allah yolundan alıkoymadı.Eyyûb aleyhisselâm Şam civarında yaşayan insanlara peygamber olarak gönderildi.Onları Allahü teâlâya îmân ve ibadet etmeye çağırdı.Bu uğurda pek çok zahmet çekti.Sonra malı,evladı ve bedeni ile imtihanedildi.Eyyûb aleyhisselâm çok büyük sıkıntılara göğüs gerdi.Sabrı,kullukta kusur etmeyip şikâyette bulunmayışı ve başka güzel vasıfları ile ibadet ehline ve akıl sahiplerine örnek oldu.
Allahü teâlâ hazret-i Eyyûb’u imtihan etmeyi murâd etti.Onun malarını çeşitli vesilelerle elinden aldı.Koyunları sel,ekinleri ise rüzgar ile telef oldu.Şeytan çoban suretinde ağlayarak Eyyûb aleyhisselâmın yanına geldi.O sırada insanlara vaaz nasihatte bulunan Eyyûb aleyhisselâma mallarının ve servetinin telef olduğunu söyledi.Hezret-i Eyyûb bu heber kerşısında hiç şikayette bulunmayarak Allahü teâlâya hamd ve şükürde bulundu ve “Üzülme! Omalı mülkü bana Rabbim vermişti.Şimdi de aldı.Çünkü sahibi O’dur.” dedi.Bu sözleri ve hareketi karşısında şeytan perişan olup,geri gitti.
Sonra Allahü teâlâ Eyyûb aleyhisselâmın,hocaları ile ders okuyan çocuklarının da zelzeleyle ruhlarını aldı.Bu defa hoca şekline giren şeytan feryâd ve figân ederek Eyyûb aleyhisselâmın yanına geldi;”Ey Eyyûb!Allahü teâlâ evini zelzele ile yıktı.Çocukların öldü.Her biri parça parça oldular.” dedi.Çocuklarına olan şefkatından dolayı gözlerinden yaşlar gelen Eyyûb aleyhisselâm sabır ve tevekkül ederek,Allahü teâlâya teslimiyetini bildirdi.Şeytana da:”Ey mel’ûn!Sen İblissin.Beni Rabbime isyana teşvik etmek istiyorsun.Şunu bil ki,evladım bir emanet idi.Rabbime niçin inciniyim.Rabbime hamd ederim.” buyurdu.Bundan sonra Allahü teâlâ Eyyûb aleyhisselâmın vücuduna hastalık verdi.Hazret-i Eyyûb’un hastalığı gün geçtikçe şiddetlendi.Akrabaları,komşuları ve başkaları yanına uğramaz oldu.Yalnız hanımı Rahîme Hatûn onu terk etmedi.Ona hizmetine devam edip,ihtiyaç için neyi varsa sarf etti.Hazret-i Eyyûb bu halinde de şikâyet ve feryâdda bulunmayıp,hamd etti ve sabır gösterdi.Bu defa şeytan Eyyûb aleyhisselâmın bulunduğu şehir halkına vesvese vererek;” Onun hastalığı size geçer,onu şehrinizden çıkarın.” dedi.Şehir halkı Eyyûb aleyhisselâmı ve hanımı Rahîme’yi şehirden dışarı çıkardılar.Rahîme Hâtun şehrin dışında bir yerde hazret-i Eyyûb’a hizmete devam etti.Hazret-i Eyyûb,yedi yıl dert ve bela içinde kaldı.Hâlinden hiç şikâyet etmedi.Şeytan,bu defa insan suretinde Rahîme Hâtunun karşısına çıkıp onu Eyyûb aleyhisselâmın hizmetinden alıkoymaya çalıştı.Ona;” Kendine yazık ediyorsun.Hastalığı sana geçer.” dedi.Rahîme Hâtun ise,şeytana;” Onun üzerimdeki hakkı çoktur,ödeyemem.Nîmet ve rahat vaktinde onunla yaşadım.Bu hastalık hâlinde onu bırakamam.” dedi.Dönüşte,onları hazret-i Eyyûb’a anlattı.Eyyûb aleyhisselâm da onun iblîs yani şeytan olduğunu ve onun vesvesesinden sakınmasını söyledi.Şeytan daha sonra da Rahîme Hâtunun karşısına çıkarak,vesvese vermeye çalıştıysa da aldırış etmedi.
Hazret-i Eyyûb’un hastalığı gittikçe şiddetlendi.Onun bu hâli beden,kalp ve lisanıyla yaptığı kulluk ve peygamberlik vazifelerini iyice zorlaştırdı.O zaman Allahü teâlâya duâ ve niyazda bulundu:” Bana gerçekten hastalık isabet etti.Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.”dedi.Allahü teâlâ onun duâ ve niyâzını kabûl etti.Birgün Eyyûb aleyhisselâmın hanımı Rahîme Hâtun yiyecek aramaya çıkmıştı.İkindi vakti Allahü teâlânın lütuf ve müjdesi ulaştı.Cebrâil aleyhisselâm gelerek Allahü teâlâdan;Ey Eyyûb!Belâ verdim sabrettin.Şimdi ben sihhat ve nîmet vereceğim.” haberini getirdi.Allahü teâlâ;”(Ey Eyyûb!) Ayağını yere vur.Çıkan sudan gusleyle ve soğuğundan iç.” (Sâd sûresi:42) buyurdu.Bu emr-i ilâhî üzerine Eyyûb aleyhisselâm ayağını yere vurdu.Biri sıcak,biri soğuk,iki pınar fışkırdı.Sıcak sudan gusl edince bedenindeki,soğuk sudan içince içindeki hastalıklardan kurtuldu ve sıhhate kavuştu.Kuvveti geri geldi.Taze bir genç oldu.Elinden alınmış olan mallarını Allahü teâlâ geri iâde etti.Çok sayıda evlâd ihsân etti veya bir rivâyette ölmüş olan oğullarını diriltti.Yüz çeviren dostları kendisine muhabbetle yöneldiler.
Eyyûb aleyhisselâmın hastalığı afiyet haline dönüşünce,o gece seher vaktinde bir âh eyledi.Sebebini sorduklarında;” Her gece seher vaktinde <Ey bizim hastamız nasılsın?> diye ses duyardım.Şimdi o vakit geldi; <Ey sihhatli kulumuz nasılsın?> sesini duyamadım.Onun için ağlıyorum.” buyurdu.
Eyyûb aleyhisselâm ömrünün sonunda en olgun evladı olan Havmel’i vâsi tâyin etti.Tehiz ve tekfin işlerini ona ısmarladı.Yüzkırk sene ömür sürdükten sonra vefât etti.Bişr isimli bir oğlunun peygamberliğinde ihtilâf olunmuştur.Onun yaşıyla ilgili başka rivâyetler de vardır.Hazret-i Eyyûb’un kabri Şam’da Beseniyye denilen yerdedir.
Mucizeleri:Eyyûb aleyhisselâm Allahü teâlânın emirlerini tebliğ ederken biçok mûcizeler gösterdi.Bunlardan bazıları şöyledir.
1.Eyyûb aleyhisselâmın duâsı bereketi ile koyunların yünleri ibrişim olurdu.
2.Eyyûb aleyhisselâm kavminin hâkimini îmâna dâvet ettiği vakit o da;” Evimdeki direklerin kalkarak havada durmasını senden mûcize olarak isterim.” demişti.Hazret-i Eyyûb duâ etti.Nihayet evin direkleri düştü ve ev havada kaldı.Hâkim bu mûcizeyi gördüğü hâlde îmân etmedi.
3. Eyyûb aleyhisselâmın duâsıyla çöldeki seraplar ve dumanlar su olurdu.
Eyyûb aleyhisselâm güzel huylu,cömerd ve çok merhametliydi.Fakirlere,misafirlere,yetimlere çok yerdım ederdi.Bedenine,
malına ve evlâdına gelen musibetlere sabredip ilahî takdire rızâ gösterirdi.Bundan dolayı insanlık tarihinde, “Eyyûb aleyhisselâmın
sabrı gibi” darbımeseliyle anıldı.Allahü teâlâ onu bu güzel vasıfları sebebiyle Kur’ân-ı kerîmde şöyle mehd ü senâ buyurdu:” Biz onu (belâlara) hakikaten sabırlı bulduk.O ne güzel kuldu.Şüphe yok ki o tamamen Allah’a dönen (bir zât) idi.” (Sâd sûresi:44) Eyyûb aleyhisselâmla ilgili olarak Kur’ân-ı kerîmin En’âm,Nısâ,Sâd ve Enbiyâ sûrelerinde bilgi verilmiştir.

Hz Musa’nın Kabri Şerifleri..kudüs

Hz Musa’nın Kabri Şerifleri..kudüs









Hazreti Musa’nın kabri Küdüs’ün yaklaşık 40 kilometre doğusunda Yahuda Çölünde Nebi Musa Külliyesinde olduğu rivayet edilmiştir. Hazreti Musa’nın kabri  Selahaddin-i Eyübi’nin Küdüs muhasarası sırasında tespit edilir. Savaşta Selahaddin’in karargahı buralarda bir yerde bulunduğundan, yapılan savaşta şehit düşen Müslüman askerleri buraya defnedilir.

EMİR SULTAN TÜRBESİ

EMİR SULTAN TÜRBESİ..bursa





Osmanlıların kuruluş devrinde Bursa’da yaşayan büyük velî. İsmi Muhammed, lakabı Şemsüddîn’dir. Babasının adı Ali’dir. 1368 (H.770) senesinde Buhârâ’da doğdu. Soyu, Peygamber efendimize dayanır. Ona, Buhârâ’da doğduğu için Muhammed Buhârî, Seyyid olduğu için Emîr Buhârî, Yıldırım Bâyezîd Hanın dâmâdı olduktan sonra da Emîr Sultan denilmiştir. Emîr Külâl ismiyle tanınan babası geçimini çömlekçilikle sağlayan bir velî idi. Buhârâ’da sevilir ve duâsını almak için kendisine sık sık başvurulurdu. Nakşibendiyye tarîkatının Nurbahşiye koluna mensuptu. Emîr Külâl oğlunu yetiştirmek için büyük gayret gösterdi. Onu sağlam bilgi ve ahlâk temelleri üzerinde yetiştirmeye çalışan Emîr Külâl, oğluna, bir mesleğe sâhib olması için, çömlekçiliği de öğretti. Emîr Sultan küçük yaşta annesini kaybetti ve öksüz kaldı. Babası onun annesizliğini aratmayacak ölçüde ona yaklaştı ve sevgi bağı kurdu. Babasının ona sık sık verdiği nasîhatlardan biri şöyle idi: “Ey oğlum! Peygamber efendimizi, babandan, anandan daha fazla sevmelisin. Soyunla öğünmemelisin, ağzından hiç yalan çıkmamalı. Her günü ömrünün son günüymüş gibi tamamlamaya çalışmalısın. İlim öğrenmekte aslâ erinip üşenmemelisin. Ak sakallı da olsan, düşmanla cihâdı bırakmamalısın. Selâm vermeden hiç bir topluluğa girmemelisin. Nikâhsız bir kadınla oturmamalısın. Kur’ân-ı kerîm rehberin, hadîs-i şerîfler ise yol göstericin olacaktır. Ey oğlum! Hayat her yönü ile senin için bir mekteptir. Hayıra koş, kötülükten kaç. En büyük silâhın, Allahü teâlâya ettiğin duândır. Bunu aslâ unutma!” Babasının bu şekildeki nasîhatları ile yetişen Emîr Sultan ayrıca, birçok tasavvuf ehlinin sohbetlerine de devâm etti.
Muhterem pederleri ile bir gün tenhâ bir yerde sohbet ediyor ve bir âyet-i kerîmenin tefsîri hakkında konuşuyorlardı. O sırada kalbi mahzûn, çok çocuk sâhibi, borçlu, sıkıntılar içinde bir kişi gelip, perişân hâlini; “Buhârâ’da bir bahçem vardı. Onun mahsûlü, her sene çoluk çocuğumun nafakasını karşılıyor ve ben de helâlinden geçiniyordum. Takdîr-i ilâhî, birgün bir fırtına esti. Bahçemde bulunan tâze ağaçları ve yeni bitmiş sebzelerin çoğunu kuruttu. Bu durumda geçinmeğe gücüm olmadığı için, çoluk çocuğumu terk ettim. Ey Resûlullah’ın evlâdı! Allahü teâlânın zayıf ve bîçâre kulu olan bana, inâyet gözüyle bak. Ayağına düştüm, bana yardımcı ol.” diye anlattıktan sonra, yüzünü Emîr Sultân’ın babası Ali’nin ellerine sürdü. Emîr Sultân’ın mübârek pederi de; “Cenâb-ı Hak inşâallah seni arzuna kavuşturacaktır.” diyerek onu tesellî etti. O ânda Emîr Sultan hazretleri, o ihtiyara merhamet etmeyi ve şefkatli davranmayı aklından geçirdi. O gece Emîr Sultan, bu muhtâç ihtiyarın bahçesine gizlice varıp, gönülden Allahü teâlâya duâ ederek yalvardı ve; “Ey nîmetler veren ve rızıkları taksim eden Allah’ım! Bu fakîrin ağaçlarını ve ekip diktiği sebze ve meyvelerini eski canlılığına kavuştur.” deyip, mübârek ellerini yüzlerine sürdü. Daha sonra Allahü teâlânın izni ile o fakîrin bahçesinde bulunan ağaçlar ve ekili sebzeler yeşerip canlandı. Sabah olunca, ihtiyarın kalbine, ilhâm-ı ilâhî geldi ve hemen bahçesine gitti. Bahçesine girince ağaçların çiçeklenmiş, tâze yaprakları çıkmış ve sebzelerin de canlanmış olduğunu gördü. İhtiyar adam bu durum karşısında hayrete düştü. Bahçenin bir köşesinden bostana baktı ve; “Ey rızkı veren ve mahlûkâtı yaratan Allah’ım! Yalvarmam ve niyâzım sanadır. Bana bu garip sırrı bildir. Yoksa bostanıma hazret-i Hızır mı geldi de, bahçemin ağaçları ölü iken hayat suyunu içip yeşerdi?” dedi. O esnâda Emîr Sultan, bahçenin bir köşesinden göründü. İhtiyar durumun hakîkatini anlayıp, hemen Emîr Sultan’ın ellerine sarılmak istediğinde, o gözden kayboldu. Emîr Sultan’ın duâsı bereketiyle, bahçedeki ağaçlar ile sebzelerin yeşerip, evvelki gibi meyveli olduğuna şükretti. İhtiyâr, Allahü teâlânın kudretine hayran kalıp, başından geçenleri Buhârâ halkına anlattı. Halk gelip, bahçenin hâlini görünce, hayret etti. Bu kerâmeti görünce insanlar, Emîr Sultan hazretlerinden duâ talebinde bulundular.
Emîr Sultan 17-18 yaşlarına geldiğinde babası vefât etti. Babasının vefâtından sonra bir müddet Buhârâ’da kaldı. Sonra aldığı ilâhî emîr üzerine Mekke’ye gitti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra Medîne’ye geçti. Niyeti, ceddi Resûlullah efendimizin mübârek kabirlerine yakın bir yere yerleşmek ve ömrünün sonuna kadar orada kalmaktı.
Medîne’ye geldiği zaman, kalacak bir yer bulamadı. Seyyidler için ayrılmış bir oda olduğunu duydu ve oraya gitti. Orada bulunanlar, seyyid olduklarını ve odanın kendilerine tahsis edildiğini söyleyerek, Emîr Sultan’ı yanlarına almak istemediler. Emîr Sultan onlara; “Ben de seyyidim.” dedi ise de dinlemediler. Hattâ; “Senin seyyid olduğunu burada kim bilir? Seyyid olsaydın hâlinden belli olurdu.” dediler. Emîr Sultan onlara; “Ben de burada, Allah’ın garib bir kuluyum. Bizim yolumuzda gurûr ve kibir yoktur. Gelin berâber kâinâtın efendisi Resûlullah efendimizin türbesine gidelim. Selâm verelim. Hangimizin selâmına cevap verirse, onun nesebinin sahîh olduğu belli olsun.” dedi. Bu teklif üzerine, onlar türbeye dahî gitmeden, yüzlerini Resûlullah efendimizin türbesine dönerek; “Esselâmü aleyke yâ ceddî!” dediler. Fakat hiçbirine cevap gelmedi. Emîr Sultan, ihlâs ve şevkle; “Esselâmü aleyke, yâ ceddî!” dedi. Resûl-i ekrem mübârek sesiyle; “Ve aleyküm selâm, yâ veledî!” diye cevap verdi. Bunun üzerine orada bulunanlar, görünüşte fakîr ve hakîr gibi olan Emîr Sultan karşısında büyük bir mahcûbiyet duydular ve af dilediler.
Emîr Sultan hazretleri, Medîne-i münevvereye yerleşmek ve ömürlerinin sonuna kadar orada kalmak niyetinde iken, bir rüyâ gördü. Rüyâsında Peygamber efendimiz ve hazret-i Ali yanyana oturmuş hâlde idiler. O da gidip edeble yanlarına diz çöküp oturdu. Hazret-i Ali ona; “Ey Oğlum! Sana cenâb-ı Hak tarafından ceddin Muhammed’in sünnetini, takvâ yoluyla öğretmen için Rum iline gitmen işâret olundu. Senin önünde, ilerliyen nûrdan üç kandil belirecek, o kandiller nerede gözünden kaybolursa orada kalacaksın. Mezarın da orada olacak.” dedi. Emîr Sultan uykudan uyanınca; “Demek ki takdîr-i ilâhî böyle.” diyerek yola çıktı. Hazret-i Ali’nin dediği gibi, üç kandil ona kılavuzluk etti.
Emîr Sultan, Medîne’den yola çıkıp Bursa’ya doğru gelirken, yolda bir beyin oğlu, Emîr Sultan’ı gördü ve kalbi ona talebe olmaya meyletti. Hemen silâhlarını bırakıp, Emîr Sultan’ın yanına gitti. Ondan kendisini talebeliğe kabûl etmesini istirhâm etti. Emîr Sultan onu talebeliğe kabûl etti. Bir süre sonra bir yol kavşağına vardılar. Oranın yerlisi olan bir kişi, yolun birinde, geçit vermeyen bir ejderhâ, büyük bir azman yılanın olduğunu söyledi ve o yoldan gitmemelerini tenbih etti. Emîr Sultan’ın önünde giden kandil o yolu gösterdiği için, o yoldan ilerlediler. Bir süre sonra yol kenarında bir ejderhânın uzandığını gördüler. Ejderhâ, sanki avını bekler gibi değil de, şerefli bir misâfiri bekler bir hâldeydi. Emîr Sultan hâriç, herkes ürkek bir hâlde ve endişe içinde yürüyordu ve; “Acabâ ejderhâ ne yapacak? Kâfileden kimlere saldıracak?” soruları zihinlerini kurcalıyordu. Kâfilenin önünde bulunan Emîr Sultan, ejderhâya yaklaşınca, ejderhâ derhâl Emîr Sultan’ın devesinin ayaklarına kapanarak; “Hoş geldiniz Şeyhim! Emrinizdeyim!” dedi. Kâfiledekiler bu durumu hayretler içinde seyrettiler. Fakat onlara yolda katılan bey oğlu, bu duruma pek inanmadı. O sırada ejderhâ, derhâl onun üstüne atladı. Beyzâde; “Aman Allah’ım! Yâ Emîr bana yardım et!” deyince, Emîr Sultan ejderhâya onu bırakması için işâret etti. Bunun üzerine ejderhâ, derhâl geri dönerek oradan uzaklaştı. Böylece, gencin kalbindeki şüphe gitmiş oldu.
Emîr Sultan’ın kâfilesi, Sakarya Nehri kenarında bulunan bir bahçede konaklamıştı. Bahçede her çeşit meyve vardı. Fakat talebelerden birinin canı hurma istedi. O sırada talebenin önünde bir hurma ağacı yükseldi. Üzerinde olgun meyveleri vardı. Ama talebe, olup biteni bir türlü anlamadı. “Acabâ eskiden burada mıydı? Yoksa ben bunu görmedim mi?” soruları zihnini kurcaladı. Bunu fark eden Emîr Sultan; “Canın hurma yemek istiyordu, işte hurma, al ye!” buyurdu. Bunun üzerine talebe, bu durumun hocasının kerâmeti olduğunu anladı.
Emîr Sultan hazretleri Bursa’ya geldiği zaman, önündeki nûrdan üç kandil, pınar başında Üç servi civârında fakirler için tahsis edilmiş eski bir kilisenin yanında durdu. Böylece Emîr Sultan Bursa’ya yerleşti.
Bu sırada Yıldırım Bâyezîd Han Macarlarla savaşıyordu. Düşman kuvvetleri, Osmanlı ordusuna büyük zâyiât verdiriyordu. Bu esnâda bir genç, yaralıların yaralarını sarıyor, bâzan da ellerini açıp duâ ediyordu. Kolundan yaralanan Yıldırım Bâyezîd, bu genç askerin gayret ve mahâretle yaraları sardığını görünce, o gence karşı kalbinde bir yakınlık hâsıl oldu. Yanına kadar giderek; “Benim de kolumda yara var, yaramı sar!” deyince, Emîr Sultan cebinden bir mendil çıkarıp; “Buyurun Pâdişâhım, sizin yaranızı da bu mendil ile sarayım.” dedi. Sabah olunca, sarılan bütün yaraların iyi olduğunu, askerlerin ayağa kalktıklarını Yıldırım Bâyezîd Hana haber verdiler. Yıldırım Bâyezîd de merak edip kendi yarasını açarken, kolundaki mendilin, hanımının nişanlı iken kendisine hediye ettiği mendilin yarısı olduğunu farketti. Akşam yaraları saran askerin, yanına getirilmesini emretti. Fakat o kimseyi bulamadılar.
Osmanlı ordusu daha sonra Niğbolu Kalesi önlerine geçti. Niğbolu Kalesinin fethi için günlerce kanlı çarpışmalar oldu. Kale bir türlü feth edilemedi. Hücûmların en şiddetli ânında, daha önceki muhârebede askerlerin yaralarını saran genç, kale kapısını ardına kadar açtı. Yıldırım Bâyezîd ve askerleri kaleye girdiler. Kaledekiler, bu durum karşısında teslim olmak mecburiyetinde kaldılar. Zaferden sonra bu genci aradılar, bir türlü bulamadılar. Yıldırım Bâyezîd Han, Rumeli fethinden sonra Bursa’ya gelmeyip Edirne’de konakladı.
Bu sırada Yıldırım Bâyezîd’in kerîmesi (kızı), rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Resûl-i ekrem ona; “Oğlum Muhammed Buhârî ile evlen, sakın beni kırma ve sözümü dinle!” buyurdu. Temiz rûhlu, edeb ve hayâ sâhibi Hundî Fâtıma Sultan, rüyâsını kimseye söyleyemedi. Ertesi gün yine Resûl-i ekremi rüyâda gördü. Server-i âlem, ona; “Eğer âhirette benden şefâat etmemi istiyorsan, Muhammed Buhârî ile evlen.” buyurdu. Hâlbuki Hundî Fâtıma Sultanın, Rumeli Beylerbeyi Süleymân Paşa ile evleneceği söylenmekte idi. Emîr Sultan, zâhiren fakîr ve garîb bir kimse idi. Hundî Sultan, bu çâresizlikler içinde bunalıp, duâ etti. “Acabâ Emîr Buhârî’nin bundan haberi var mı?” dedi. Kiminle ve nasıl haber gönderebileceğini düşünüyordu. Sonra kendisi gibi edeb ve hayâ sâhibi hizmetçisine rüyâsını anlattı ve durumu Emîr Sultan’a bildirmesini söyledi. Hizmetçisi gidip durumu Emîr Sultan’a anlatınca, o; “Bizim de mâlûmumuzdur. Nikâhımız, Allahü teâlâ tarafından kıyıldı. Dînimiz üzere burada da kıyılması gerekir. Durumu Hundî Fâtıma Sultan’a iletin.” dedi. Bunun üzerine Emîr Sultan, dünürler gönderip sultânın kızını istedi. Fakat Vâlide Sultan kızını vermek istemeyip, işi zora sürerek, dünürlere; “Emîr Sultan’a söyleyin, kırk deve yükü altın getirirse kızımı veririm.” dedi. Emîr Sultan hazretleri de; “Sultan vâlidemiz develeri göndersinler, isteklerini yerine getirelim. İstediği altınları gönderelim.” deyince, sarayı bir telâş aldı. Bu işe kimsenin aklı ermedi. Böyle fakir bir dervişin kırk deve yükü altını nasıl vereceğini, şaşkınlıkla karşıladılar. Saraydan kırk deveyi Emîr Sultan’a götürdüler. Emîr Sultan, develerle birlikte Nilüfer Çayının kenarına gitti. Develeri getirenlere; “Heybeleri bu kumlarla doldurun, sizler de istediğiniz kadar alın. Aldığınız altın olsun.” buyurdu. Kimisi şüphe ederek bir şey almadı. Kimisi de heybeleri ve keselerini doldurdular. Kırk deveden meydana gelen kervan saraya girince, Emîr Sultan; “Boşaltın, istediğiniz altın olsun.” dedi. Heybeler boşaltılınca, hepsi altın oldu. Kimi kendisi için de almadığı, kimisi de yolda aldıklarını döktüğü için çok pişmân oldu.
Emîr Sultan ile Hundî Fâtıma Sultan’ın evlenmelerine karar verilince, Fâtıma Sultan, kendi el işlemesi gömlek ve çamaşırları Harem ağası ile Emîr Sultan’a gönderdi. Emîr Sultan, bohça geldiği zaman bir odada mangal yakmış, talebeleri ile sohbet etmekte idi. Harem Ağası içeri girip; “Vâlide Sultan’dan.” diyerek, bohçayı Emîr Sultan’a verdi. Bohçayı bir kenara bırakan Emîr Sultan, onların sıhhat ve âfiyetleri için duâ etti. Sonra bohçayı açıp, içinden bir mendil aldı. Mendilin içine birkaç köz parçası koyup, mendili kapadı. Tebessüm ederek Harem Ağası’na; “Vâlide Sultan’a selâm söyleyiniz. Biz fakir dervişlerin, sultânlara hediyesi ancak böyle köz parçaları olur. Kabûl etmelerini arz ederim.” dedi. Harem Ağası, herkesin şaşkın bakışları arasında oradan ayrıldı. Yolda giderken mendilin yanıp yanmadığını merak etti; fakat mendilden duman bile çıkmıyordu. Saraya kadar kendisini zor tuttu. Hediyeyi Vâlide Sultân’a teslim etti. Mendil sarayda olanların merakları arasında açıldı. Mendilin içinden ateş tâneleri değil, gözleri kamaştıran elmas parçaları çıktı. Bu durumun, Emîr Sultan hazretlerinin kerâmeti olduğu anlaşıldı.
Nikâh haberi Edirne’ye ulaşınca, Yıldırım Bâyezîd, Kapıkulu askerlerinden kırk askeri Süleymân Paşanın emrine vererek, Emîr Sultan’ın ve Hundî Hâtun’un başlarını getirmesi için Bursa’ya gönderdi. Süleymân Paşa Bursa’ya gelince, Vâlide Sultandan onları istedi. Vâlide Sultan vermeyince, kırk asker, Vâlide Sultan’ın sarayına saldırdı. Vâlide Sultan, onların bu saldırısından korktu. Emîr Sultan onun bu hâlini görünce, ona; “Bu dehşet ve korkunuz nedir? Allah aşkına söyleyin.” dedi. Sonra Vâlide Sultan’a “Şu yayı alın ve oku gerin. Ben bakayım siz atın.” dedi. Vâlide Sultan; “Ben ok atamam.” deyince, Emîr Sultan; “Siz oku takın, o kendiliğinden gider.” dedi. Bunun üzerine Vâlide Sultan, pencereden askerlere karşı oku kirişe koyup, bıraktı. Yeşil ok, parlayarak gidip kırkına saplandı. Askerler derhâl kaçtılar. Vâlide Sultan; “Yâ Emîr Sultan! Niye oku sen atmadın da bize attırdın?” diye sorunca, Emîr Sultan; “Eğer oku biz atmış olsaydık, hem o askerlerin, hem de Osmanoğullarının nesilleri helâk olurdu. Onun için bu işi size yaptırdık.” dedi.
Pâdişâhın, Emîr Sultan’ın ve kızı Hundî Sultân’ın öldürülmesi için Bursa’ya asker gönderdiğini duyan Molla Fenârî, Yıldırım Bâyezîd’e şu mektubu yazdı: “Mektubuma, dâimâ kullarına acıyıcı olan Allahü teâlânın adıyla başlarım. İnsanların en âcizi olan ben, Türk ve İslâm memleketlerinin koruyucusu, Osmanoğullarının övündüğü ve Hak uğruna savaş edenlerin başkanı, İslâm dîninin ve müslümanların yardımcısı olan, Pâdişâhımın ömrünün uzun olmasını ve evlâdının çoğalıp kıyâmete kadar şan ve şerefle yaşamasını Rabbimden niyâz ederim.
Sultânımızın şunu bilmesi gerekir. Bizim Peygamberimiz Muhammed Mustafâ’dan önce, Îsâ aleyhisselâm, kendine inananlardan üç kişiyi Hak dîne dâvet için bir beldeye göndermişti. Fakat oranın halkı, onları yalanlayıp ödürdüler. Bu cinâyeti işledikten sonra, sevinerek evlerine gittiler. Cenâb-ı Hak onların bu davranışlarından râzı olmadı ve Cebrâil aleyhisselâma, o belde üzerinde yürekleri parçalayıcı, korkunç ve keskin bir sesle haykırmasını emretti. Cebrâil aleyhisselâm haykırınca, oradakilerin hepsi bir anda öldü. Böyle büyük bir felâkete düşmekten Allahü teâlâya sığınırız.
Şimdi bizim de Sultânımızdan bir ricâmız vardır. Dün öldürülmesini emrettiğiniz Emîr Sultan, Resûl-i ekremin neslinden hürmete değer bir insandır. Bu zât gibi temiz kalbli, Peygamber neslinden bir kişi, zamânımıza kadar Anadolu’ya ayak basmamıştır. Buna benzer aslı temiz bir kimseyi elleri hediyeler dolu davetçiler göndererek Buhârâ’dan Anadolu’ya getirmeye çalışsaydınız, sizin için ebedî bir şeref olurdu. Böyle yapmadığınız hâlde, mânevî irâde üzerine yurdumuza gelen bu zât dolayısıyla Peygamber efendimize yakınlık kazandığınız takdirde, dünyâ ve âhiret saâdetiniz artacaktır.
Şunu da bildireyim ki, bu dâmâdınız, Peygamber efendimizin; “Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir.” buyurduğu kimselerdendir. Bizim böyle seyyidlerden gördüğümüz feyz eserlerini, hazret-i Muhammed’den sonra kimse göstermemiştir. Eğer bir daha onun başını kestirmek için asker gönderirseniz, bütün yurdumuzun felâketi olacağından şüphemiz yoktur. Son ferman sultânımızındır.”
Aradan günler geçtikten sonra Bursa’ya dönen Osmanlı ordusunu ve sultânı karşılayanlar arasında Emîr Sultan da vardı. Yıldırım Bâyezîd, onunla selâmlaşınca, harb meydanında askerlerle kendi yarasını saranın bu genç olduğunu anladı. Sultan, ona şifreli olarak; “O el çabukluğu ne idi?” diye sordu. Emîr Sultan;“Allah’ın kuvvet ve yardımı, o bîat edenlerin vefâ ve sadâkatlerinin üzerindedir.” (Feth sûresi: 10) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. Yıldırım Bâyezîd; “Ya o mendilin yarısı ne oldu?” diye sorunca, Emîr Sultan; “Babacığım, o mendilin yarısı cebimdedir. Bendeniz dâmâdınız Muhammed Şemseddîn.” dedi. Yıldırım Bâyezîd Han atından inerek onunla kucaklaştı ve gözyaşlarını tutamıyarak ikisi de ağladılar.
Sultan Yıldırım Bâyezîd Han, Niğbolu zaferinden sonra kazanılan ganîmetler ile müslümanların ibâdet etmeleri için, Bursa’nın güzide bir yerinde câmi yaptırmak istedi. Bu durumdan vezîrini de haberdar etti. Bugünkü Ulu Câminin yeri uygun görüldü ve arsa sâhiplerine mülklerinin bedelleri verildi. Herkes gönül rızâsıyla arsalarını verdiler. Fakat câminin inşâ edileceği yerde bir ihtiyar kadıncağızın evi vardı. Bu hanım; “Ben evimi satmam.” diye inâd etti. Ona; “Bize bu ev mutlaka lâzım.” denildi ise de, hiçbir kimsenin, sözünü dinlemedi. Sultan Yıldırım Bâyezîd Han da o kadının yanına gidip, durumu anlattı. Fakat, kadını fikrinden döndüremedi. Sonra Sultan, dîvânı toplayarak bu husûsu görüştü. Dîvânda, Emîr Sultan hazretlerine durumun bildirilmesi ve ona göre hareket edilmesi kararına varıldı. Sultan Bâyezîd, Emîr Sultan’ın huzûruna giderek durumu anlattı ve; “Sizin hizmetinize muhtâcız, yoksa câmi-i şerîf yapılamaz.” dedi. Emîr Sultan; “Her işin gerçekleşeceği bir vakit vardır.” diyerek Sultânı teselli ve teskin etti. O gece ihtiyar kadın rüyâsında, mahşer günündeki hâlini gördü. Herkes Muhammed Mustafâ’dan şefâat umup, Cennet tarafına gidiyordu. İhtiyar kadın da onlar gibi Cennet’e gitmek istedi. Fakat yürümeye gücü olmadığı için, Arasat meydanında yapayalnız kaldı. Bunun üzerine ihtiyar kadın feryâd etmeye başlayınca, zebâniler ona; “Niye ağlıyorsun?” diye sordular. İhtiyar kadın; “Müslüman tâife Cennet’e gitti. Ben kaldım, onun için ağlarım.” dedi. O sırada gâibden bir ses; “Eğer sen de Cennet’e gitmek istersen, Yıldırım Bâyezîd Hana evini sat, inâd etme, yoksa inatçılardan olup, ehl-i nâr, cehennemlik olursun.” dediği ânda, ihtiyar kadın hemen uyandı. Uyandığı zaman, evinin bir nûr ile kaplanmış olduğunu gördü. “Elhamdülillah ben de Cennet ehli oldum.” diyerek sabaha kadar ibâdetle meşgûl oldu. Sonra gönül rızâsı ile evini sattı ve câminin yapılmasına vesîle oldu.
Emîr Sultan çok gayret göstermesine rağmen, Tîmûr-Yıldırım çarpışmasının önüne geçemedi. İki müslüman-Türk ordusunun birbirleri ile savaşmasını istemeyen Emîr Sultan, sonucun ne olacağını da çok iyi biliyordu. Ankara Savaşının başlamasına çok az bir zaman varken, hanımı Hundî Hâtun; “Niçin babamı yalnız bırakıyorsunuz yâ Emîr?” diye sordu. Emîr Sultan; “Telâşın boşunadır yâ Hundî! Bu savaş bizim aleyhimizedir. Bunu muhteşem pederinize daha önce arzettim.” deyince, hanımı; “Ne olursa olsun. Şu anda babamın yanında olmanızı arzu ediyorum.” dedi. Hanımının isteği üzerine Allahü teâlânın izniyle bir anda cepheye vardı. Orada Sultan Bâyezîd Han ile görüşmesine rağmen, kararından dönmeye niyetli olmayan Pâdişâhı, savaştan vazgeçiremedi. Emîr Sultan’ın îkâz ettiği şekilde, savaş Yıldırım Bâyezîd’in aleyhine sonuçlandı.
Ankara Savaşından sonra Tîmûr Hanın ordusu Bursa önlerine gelip konakladı. Ordu uzun süre burada kaldığı için, Bursa’da yiyecek tükendi ve halk sıkıntı içine düştü. Bunun üzerine halk Emîr Sultan’a gidip yardım istedi. Emîr Sultan onlardan birisine; “Tîmûr’un ordusuna git, orada kumral sakallı, kırmızı yüzlü, kimsenin yüzüne bakmayan, bizi yürekten sevenlerden bir eskici var. Ona selâm söyle ve bir aydan beri müslümanlar yiyeceksiz kaldı. Göçmezler mi acabâ? de!” buyurdu. Bu emri alan kişi, Tîmûr’un ordusundaki eskiciyi buldu ve Emîr Sultan’ın sözlerini nakletti. Eskici Baba; “Evet, buraya geleli epey oldu. Artık göç vakti geldi.” diyerek elindeki iğne ipliği bir kutuya yerleştirdi. O anda orduda toplanma hazırlıkları başladı. Kısa süre sonra Tîmûr’un ordusu şehri terk etti.
Yıldırım Bâyezîd’in Ankara Savaşı mağlubiyetinden sonra, Amasya’da bulunan Şehzâde Çelebi Mehmed, bir gün Molla Ali’yi huzûruna dâvet edip dedi ki: “Yâ Molla Ali! Meydana gelen hâdiseden ibret aldın mı? Babam Yıldırım Bâyezîd’in başına gelen musîbet ve belâların sebeplerini düşünebiliyor musun? Görüyorsun ki, herbirimiz bir yere ayrıldık. Kardeşim Mûsâ Çelebi, Îsâ Çelebi’nin üzerine yürüdü ve Bursa’da tahta oturdu. Kardeşim Süleymân Çelebi ise Edirne’de tahta oturdu. Düşman bizden korkarken, şimdi biz âleme maskara olduk. Özellikle Edirne’de oturan kardeşim Süleymân Çelebi’nin fitne ve fesâdından korkulur. Din ve devlete taşıdığım iyi niyet ve gayret, bu olaylar karşısında beni daha da hassas kıldı. Gel seninle tac ve taht düşüncesini terk ederek hacca gidelim!” Çelebi Mehmed hem söylüyor, hem ağlıyordu. Akşam ikisi de istihâreye yattı. Çelebi Mehmed rüyâsında dedesi Murâd-ı Hüdâvendigâr’ı gördü. Yanında Emîr Sultan vardı. Ona bir kılıç, bir de eğerlenmiş at vererek; “Haydi yiğidim! Din esâslarını ikâme eyle!” dediler. Çelebi, ata binmek istemediği hâlde, çâresizlik içinde binmek zorunda kaldığını ve Gelibolu istikâmetine hareket ettiğini gördü. Molla, aynı gece rüyâsında Bursa’da olduğu ve Çelebi Mehmed’i tahtın üstünde, Mûsâ Çelebi’yi ise tahtın altında gördü. Bunun üzerine Mehmed Çelebi, Bursa’ya hareket etti ve Osmanlı tahtına geçti. Rüyâda gördüğü gibi Osmanlı tahtına sâhib oldu.
Bir gün sohbet esnâsında bir zât, Emîr Sultan’a, Peygamber efendimizin mîrâca çıkmasının cismânî mi, yoksa rûhânî mi olduğunu sordu.Emîr Sultan hazretleri buyurdu ki: “Ceddim Resûl-i ekrem, mîrâca bedeniyle çıktı. Mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı gördü. Gözsüz, kulaksız, vâsıtasız, ortamsız olarak Rabbi ile konuştu. Bu hususta kimsenin şek ve şüphesi olmasın. Bunun doğruluğu, Necm sûresinde bildirilmiştir. Resûl-i ekrem için cümle melâike ve bütün mahlûkât salevât getirirler. Böyle yüksek bir zâtın mîrâcında, bedenen veya rûhen olmasında şüpheye gerek yok. Bu beden, göz ve kulaklar, günde bir defâ değil, dört yüz kere mîrâc yapabilir. Buna şüphe etmemek gerekir. Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsîde; “Ey Habîbim, sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım.”buyuruyor. Bu hadîs-i kudsî, bunun doğru olduğunu gösterir.”
Emîr Sultan hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlânın yolunda olan bir kimsenin kalbinde, Allahü teâlâya kavuşmaktan başka bir arzu bulunmaz.”
Talebelerinden birisi anlatır: Bir gece rüyâmda şöyle gördüm: Bursa’nın uzak kasabalarından birkaç kişi: “Bursa’da bir evliyâ var. Allahü teâlânın izniyle ne hâcetin varsa verirmiş.” diye yola çıktılar. Ben de yatakta yatıyordum. Onların dediklerini duyunca, aralarına katılarak, biz de duâsını alalım diye birlikte Bursa’ya gittik. Dergâha girip Emîr Sultan’ı görünce bayılmışım. Aklım başıma gelince, ayağa kalkacak tâkati bulamadım. Emekliye emekliye Sultan hazretlerinin yanına vardım. “Sultânım, beni talebeliğe kabûl edin!” dedim. “Kâbûl eyledik!” diyerek mübârek elleri ile sırtımı sığadılar. Heyecanla uyandım. Rüyâmı anneme anlattım ve tâbir etmesini istedim. Annem; “Sen hemen o büyük velînin yanına koş, himmetine kavuşarak duâsını al.” dedi. Hemen yola çıktım. Bir grup insanın, rüyâmdaki gibi; “Gidip Emîr Sultan’ı ziyâret edelim. Onun duâsını alalım.” diye yürüdüklerini gördüm. Aralarına katılarak, rüyâmdaki gibi, sırayla dergâha girip huzûrlarına çıktık. Emîr Sultan’ın mübârek nazarlarına kavuşunca, aklım başımdan gitti. Düşüp bayıldım. Aklım başıma gelince, ayağa kalkamayıp, emekliyerek ayak uçlarına kadar gittim. “Bizi talebeliğe kabûl buyurun Sultânım.” deyince; “Biz seni talebeliğe kabûl edeli kırk yıl oldu.” buyurdular.
Emîr Sultan’ın büyük sevgi ve saygı gördüğü, adının yediden yetmişe herkesin dilinde dolaştığını duyan iki kişi, ziyâretine gitti. Yolda giderken biri; “Benim gönlümdeki tâze ekmek ile kaymak olsun.” diğeri de; “Benimkisi de hayır duâ olsun.” dedi. Dergâha vardıklarında Emîr Sultan talebeleri ile bahçede sohbet ediyordu. Emîr Sultan; “Şu gelenlerden filâna ekmek ve kaymak verin, ötekisi için de hayır duâ edelim. Nefsinin hevâ ve hevesinden uzak ve Allah korkusunda müdâvim olsun!” buyurdu. Kalbinden hayır duâ isteyen zât, Emîr Sultan’ın talebesi olarak uzun yıllar hizmetinde bulundu.
Hacı Bayrâm-ı Velî, Emîr Sultan ile sohbet etmek için talebelerinden bir kısmı ile Bursa’ya gitti. O sırada Emîr Sultan’ın Bursa kalesi kenarındaki evleri harâbeye döndüğü için, ustalar tarafından tâmir ediliyordu. O esnâda marangozlar ellerinden büyük bir ağacı düşürdüler. Emîr Sultan’ın mübârek bakışları düşen ağaca ilişince, ağaç boşlukta kaldı. Hacı Bayrâm-ı Velî bu olaya şâhid oldu ve içinden; “Herhâlde Emîr Sultan, bana kerâmetlerinden birini göstermek istedi.” diye geçirdi. Emîr Buhârî ona; “Biz, bununla size kerâmet göstererek evliyâdan biri olduğumuzu isbatlamak istemedik. Kale kenarında çocuklar oynuyorlardı. Ağaç onların başına düşüp ezilmesinler diye böyle yaptık. Gâyemiz, çocukları büyük felâketten kurtarmaktı.” dedi. Çocuklar oradan kaçtıktan sonra ağaç yere düştü.
Bursa tüccarlarından Hoca Kâsım, Emîr Sultan’a bir sarık hediye etti. O da, tüccâra bir mikdâr para verdi. Hoca Kâsım, o parayı alarak kesesine koydu ve çarşıda gezerken, otuz bin dirheme satılan büyük bir elmas gördü. Onu almak istedi, fakat kesesinde o kadar çok para olmadığını bildiği için üzüldü. Sonra aklına, kesesindeki paraları saymak geldi. Paraları sayınca, otuz bin dirhemden fazla olduğunu hayretle gördü. Hemen o elması aldı. Aynı gün elmastan anlayan bir yahûdî, o elmasa yüz otuz bin dirhem verince, Hoca Kâsım yahûdîye elması sattı. Bunun Emîr Sultan’ın bir kerâmeti olduğunu anlayan Hoca Kâsım, Emîr Sultan için bir dergâh yaptırdı.
Sarı Yûsuf şöyle anlatır: “Bir gün Bursa’da, Emîr Sultan’ın huzûrunda oturuyorduk. Emîr Sultan sohbet ediyordu. O ânda hiç başıma gelmeyen bir şey oldu. Âniden uykum geldi. Öyle ki, göz kapaklarımı kaldıramıyordum. Durumu fark eden Emîr Sultan; “Biraz uyu!” diyerek bana izin verdi. Ben de uyudum. Bir süre sonra korkulu bir rüyâ görerek uyandım. Emîr Sultan’ın elinde bir kalkan vardı. Tekrar uyuya kaldım. Yine korkulu bir rüyâ görerek uyandım. Emîr Sultan’ın elinde aynı kalkan duruyordu. Uykum kaçtı ve merakla Emîr Sultan’a kalkanı neden tuttuklarını sordum. Emîr Sultan şöyle cevap verdi: “Kırım’da bizi seven bir zât var. Şu ânda gönlümüze yönelmişti. Bu meclisde uyumandan hâtırı incindi. Sana doğru ok attı. Ben de kalkanla engel oldum. Yine attı, tekrar oka mâni oldum. Sonra o, senin bizim müsâdemizle uyuduğunu anlayınca, pişman olup, okun sana değmediğine şükretti.”
Emîr Sultan, bir gün öğle namazını kılmak için evinden dışarı çıktı. Talebeleri de onu tâkib etti. İçlerinden Mûsâ Baba; “Sultânım! Ne olaydı, şurada bir su aksaydı da müslümanlar namaz için abdest alsaydı.” dedi. Bu sıra Emîr Sultan, asâsına dayanmış tefekkür ediyordu. Eûzü Besmele çekerek, asâsını yerinden oynattı. Oradan bir su kaynayıp coştu. Bunun üzerine talebeler, Allahü teâlâya hamd ü senâ ettiler.
Emîr Sultan bir gün abdest alırken, yanına bir talebesi geldi. Talebesine nereden geldiğini sorunca, şehirden geldiğini söyledi. Emîr Sultan; “Bizim için ne diyorlar?” deyince de; “Kimyâya mâliktir, diyorlar.” cevâbını verdi, bunun üzerine Emîr Sultan; “Kimyâ odur ki, akan su saf altın olur.” dedi. Daha sözlerini bitirmeden, kollarından akan sular altın oldu.
Şeyh Sinân şöyle anlatır: Henüz küçük idim. Babamla bahçemize kavun, karpuz ektik. Ne kadar çabaladık ise, ektiğimiz kavun ve karpuzlar bir türlü istediğimiz gibi yetişmedi. Bir gün bostanda, üzüntülü bir şekilde oturuyordum. Babam ise köye dönmüştü. O sıra âniden, at üstünde, yeşil kaftanlı bir zât peyda oldu. Benden çekirdek istedi. Ben de verdim. Çekirdeği alıp tarlaya saçtı. Bir ânda tarla çimlendi ve kavun, karpuz yetişti. Benden bir karpuz istedi. Ben de koparıp verdim. Karpuzu ikiye böldü. Yarısını kendisi aldı, diğer yarısını da babama vermemi tenbih etti ve; “Bana Emîr Sultan derler. Söyle babana, seni Bursa’ya, benim yanıma getirsin.” dedi. Ben de; “Bâşüstüne, emrinizi yerine getiririm.” dedim. Yeşil kaftanlı zât, bir ânda kayboldu. Bir müddet sonra babam geldi. Kavun, karpuzları yetişmiş görünce şaşırdı ve; “Ey oğul! Tarlaya Hızır mı geldi? Yoksa Allahü teâlânın sonsuz kudretinden bir hikmet ve sırrın tecellisi mi oldu? Çünkü, mevsim henüz ekilenlerin büyüme zamânıdır ama ne hikmetse, bostan yetişmiş durumdadır.” dedi. Sonra Allahü teâlâya duâ etti. Ben babama, Emîr Sultan’ın dileklerini ve tenbihini aktardım. Babam da; “Başım, gözüm üstüne!” diyerek, beni Bursa’ya Emîr Sultan hazretlerinin huzûruna götürdü. Huzûra vardığımızda, çok yorulmuş ve karnımız acıkmıştı. Emîr Sultan, hanımına yemek hazırlamasını söyledi. Önümüze bulamaç yemeği geldi. Yemek çok lezzetli idi. Hayâtımda öyle yemek yediğimi hatırlamıyorum. Uzun müddet Emîr Sultan’ın hizmetinde bulundum. Sonunda; “Fesâd ehlini ıslâh eyle. Himmet ve inâyetle müslümanlara nasîhat et. Tâ ki, senin Kur’ân-ı kerîme dayalı doğru yolunu duyanlar da, yaptıkları hatâlarından dönsünler.” diyerek bana hilâfet verdi.”
Emîr Sultan hazretleri, bir gün Ali Efendi isimli talebesini Balıkesir’e göndermek istediler. O talebe kalbinden şöyle geçirdi: “Acaba Balıkesir’e varıp gelinceye kadar vaktimi nasıl geçireyim?” Hemen kalkıp tesbihlerini getirip eline verdiler ve; “Gidip gelinceye kadar bu tesbihle meşgul ol.” buyurdular. Talebe tesbihi alıp yola düştü. Balıkesir’e Cumâ vakti vardı. Emîr Sultan’ın îkâz için gönderdiği hoca efendinin hutbesine yetişti. Sonra ona bozuk düşüncelerini ve doğrusunu anlattı. Fakat o, Emîr Sultan’ın talebesini dinlemedi ve kendi düşüncesinde ısrâr etti. Talebe geri dönerken, akşam karanlığında bir köye girdi. Köye girdiği sırada, dere kenarındaki kumluk bir yere bastı ve kayarak düştü. O esnâda tesbih elinden kayboldu. Ne kadar aradı ise bulamadı. Yolculuk bittiğinde, ağlayarak Emîr Sultan hazretlerinin huzûruna girdi. “Yâ oğlum! Yolculuğun nasıl geçti, hâlin nasıldır?” buyurdular. O da; “Sultânım içim yanıyor. Karanlıkta ayağım kaydı, tesbihi suya düşürdüm.” dedi. Bunun üzerine Emîr Sultan; “Yâ oğlum! Onun için niye üzülürsün? Biz onu suya düşürmedik.” dedi ve cebinden tesbihi çıkarıp verdi.
Bir gün bir köylü, Emîr Sultan’ın huzûruna gelip; “Sultânım, bir sıkıntım var. Başım dertte, bana bir duâ yazın ve himmet edin.” dedi. Ali Hoca isimli talebesine işâret edip; “Yazıyoruz.” dedi. O da duâyı yazdı. Emîr Sultan ve yanında bulunan talebeleri kime duâ yazsa, Allahü teâlânın izni ile şifâ bulurdu. Hattâ öyle olurdu ki, sar’a hastaları gelse, şifâ bulup giderler ve ömürlerinin sonuna kadar, bir daha hasta olmazlardı.
Emîr Sultan hazretleri, devamlı olarak sazdan örülmüş hasır üzerinde oturur ve mübârek dudakları devamlı hareket ederdi. Şu şiiri sık sık söylerdi:
Eğer gönlün benimle olursa,
Yemen’de olsan bile yanımdasın.
Eğer gönlün benimle değilse,
Yanımda olsan bile uzaktasın.
Dinle bak Hak ne hoş söyledi.
Zebur’unda Dâvûd’a buyurdu.
Düşman ol önce nefs belâsına,
Ondan, bana uymakla kurtulasın.
Gel şimdi sen de düşman ol nefsine,
Zâyi eyle onu her ne dilerse,
Eğer bu işte atarsan riyâyı,
Kendine rehber kıl evliyâyı.
Eğer anlarsan budur sana ol,
Nefsinin şerrinden halâs ol,
Nefsinin murâdından uzak dur.
Düşersen eğer şeytana uzak dur.
Emîr Sultan hazretlerinin yayı ve bir de oku vardı. Bunlar, gazâda kullanılmak üzere asılı dururdu. O yaya ok koydukları zaman, kırk ok çıkar, kırk kişiye isâbet ederdi. Her nereye atmak isterse, bir talebesinin eline verir, o tarafa atmasını emr ederdi. Şeyh-ul-İslâmın da hazır bulunduğu bir gün, Emîr Sultan okunun ve yayının getirilmesini istedi. Getirilen ok ve yayın, Şeyhülislâma verilmesini emr buyurdu. Yay ile ok, Şeyh-ul-İslâma verildi. Emîr Sultan ona; “Oku doğuya doğru at. Ok nereye düşerse, mezarımız orası olsun.” buyurdu. Şeyh-ul-İslâm, emîrleri üzerine oku attı. Ok, şimdiki türbenin olduğu yere düştü. Orası, o zaman ağaçlık ve yeşillik idi. Hâlbuki ok atılan yer ile, düştüğü yer arası çok uzak idi. Atmak ile oraya gitmesi mümkün değildi. Zîrâ okun atıldığı yer ile düştüğü yer arasındaki mesâfe, üç ok atımlık idi. Orada bulunanlar, bu işin Emîr Sultan’ın kerâmeti olduğunu anladılar.
Emîr Sultan 1430 (H.833) senesinde Bursa’da vebâ hastalığından vefât etti. Vefât ettiğinde 63 yaşındaydı. Emîr Sultan vefât ederken, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin yıkayıp, cenâze namazını kıldırmasını vasiyet etti. Vefât ettiği gün Hacı Bayrâm-ı Velî mânevî bir işâret ile Bursa’ya geldi. Gasil ve tekfin işlerini yaptı ve cenâze namazını kıldırdı. Okun düştüğü yer olan Bursa’nın doğu kısmında yüksekçe bir yere günümüzde kendi ismiyle anılan semte defnedildi.
Emîr Sultan hazretlerinin türbesi yapılırken türbeyi yapan zât, rüyâsında Emîr Sultan’ı gördü. O zâta; şurayı şöyle yap, burayı böyle yap diye, türbesi bitinceye kadar, her gece rüyâda emîr verdiler. O zât, türbe yapımını bitirdikten sonra, bir daha Emîr Sultan’ı rüyâsında görmedi.
İznikli âlim bir zâtın oğlu, bir gün uzun bir süre kalmak için Emîr Sultan hazretlerinin türbesine geldi. Altı gün sonra, oradan ayrılmaya karar verdi. Emîr Sultan’ın talebeleri ona; “Efendim, siz uzun zaman kalacaktınız. Niye şimdi gidiyorsunuz?” diye sordular. O da; “Benim bir ihtiyâcım vardı. Kırk yıl çile çeksem o murâdıma kavuşamazdım. Emîr Sultan hazretlerinin rûh-ı şerîflerini vesîle edip, uzun süre îtikâfta kalmak için buraya gelmiştim. Fakat Emîr Sultan’ın himmeti yetişip feyzi nehirler gibi aktı. O murâdıma altı günde kavuştum. Bunun için şimdi gidiyorum.” dedi.
Yavuz Sultan Selîm, Mısır seferine çıktığında Yenişehir’de bulunduğu sırada Bursa’ya gelerek, atalarının kabirlerini ziyâret etti. Emîr Sultan hazretlerinin türbesine gelip, onun rûhâniyetinden yardım dilerken, Emîr Sultan hazretlerinin kabrinden; “Yâ Selîm! Üdhulû Mısra İnşâallahü âminîn! (Ey Selîm! İnşâallah Mısır’a emniyet içinde giresiniz!)” diye bir nidâ işitildi. Duyanlar; “Müjdeler olsun pâdişâhım! Size Mısır’ın fethi müjdelendi!” dediler.
Emîr Sultan’ın vefâtından yaklaşık iki asır sonra, yanında arslan ile dolaşan bir zât Bursa’ya geldi. Emîr Sultan’ın türbesini ziyâret etti. Bu sırada arslanını bir ağaca zincir ile bağladı. Biraz sonra zincirini koparan arslan, âşık gibi türbenin kapısına geldi ve gözlerinden yaş aka aka Emîr Sultan’ı ziyâret etti. Sonra olduğu yere dönerek sâhibini bekledi.
Dûyi Halîfe adıyla meşhûr bir zât vardı. Ona; “İlmi kimden tahsîl ettin?” diye sorulduğunda; “Üstâdım Emîr Sultan hazretleridir. Bir gün, babam ve birçok kişi ile Emîr Sultan hazretlerini ziyârete gitmiştik. Mübârek nazarlarına kavuşup, elini öptük. Babama bakıp; “Oku.” buyurdular. Babam Kur’ân-ı kerîm okumaya başladığında, oradakilerin birçoğu kendinden geçip ağladı. Ondan sonra babamın bütün çocukları çok güzel Kur’ân-ı kerîm okurlardı. Hatta kız kardeşlerim bile bizim gibi okurdu.” dedi.
Yahyâ Halîfe diye tanınan bir vâiz vardı. Bu zât şöyle anlatır: “Ben, nerede bir velî kulun olduğunu duysam, derhâl oraya gidip hizmetle şereflenirdim. Nihâyet Emîr Sultan’ın talebelerinden Sinân Halîfe’nin yanına gittim. Kendisine; “Sizden murâdım, elinizde tövbeye erişip nefs-i emmâreden kurtulup nefs-i mutmainneye kavuşmak ve kalbimi temizlemektir.” dedim. O da bana; “Bursa’da Emîr Sultan’ın kabrine gideceksin, orada tövbe eli sana nasîb olacak.” dedi. Oradan ayrılarak, hiç dinlenmeden Bursa’ya gittim. Emîr Sultan hazretlerinin kabrine vardım. Emîr Sultan’ı kabrinin üzerinde oturur gördüm. Hürmetle selâm verip, elini öptüm ve tövbe ettim. Sonra gözümden kayboldu. Böylece, murâdıma erişip, dünyâ ve âhiret saâdetine kavuştum.”
İznik’te medfun bulunan velîlerden Eşrefoğlu Abdullah, sağlığında bir iş için Bursa’ya gitmişti. Fakat fırsatı olmadığı için, Emîr Sultan’ın kabrini ziyâret edememişti. İznik’e geri dönerken, yolda Halîl Paşanın oğlu İbrâhim Paşayı gördü ve ona; “Siz her hâlde Bursa’ya gidiyorsunuz. Emîr Sultan hazretlerinin kabrini ziyâret ettiğinizde, selâmımı iletmenizi sizden ricâ ediyorum.” dedi. İbrâhim Paşa, Bursa’ya girer girmez Emîr Sultan’ın türbesinin bulunduğu yere gitti. İki rekat namaz kılıp, Kur’ân-ı kerîm okuduktan sonra Emîr Sultan’ın türbesine girdi ve; “Sultânım! Eşrefoğlu Abdullah, size selâm söyledi.” dedi. O ânda türbeden; “Ve aleykesselâm.” sesi geldi. Orada bulunanlar bu duruma çok şaşırdılar. İbrâhim Paşa diyor ki: “Bu heybetli sesten dolayı bir süre kendime gelemedim.”
Mücâhid Bahâdır şöyle anlatır: “Fâtih Sultan Mehmed Han zamânında bir sefere katılmıştım. Bir kale muhâsara edilmişti. İslâm askerleri düşman kalesine tırmanıyorlardı. Ben de bir yerden burçlara doğru tırmanmaya başladım. Kale burcuna yaklaştığım sırada, önüme bir kaya parçası çıktı. Bu kaya parçası yüzünden yerimden oynıyamıyordum. O sırada aklıma Emîr Sultan geldi ve cânu gönülden; “Ey Emîr Sultan! Bana yardım eyle! Beni bu belâdan kurtar!” diye yalvardım. Birdenbire karşımda bir nûr şelâlesi gördüm. İçinden yeşil elbiseler giyinmiş bir zât belirdi. Bana engel olan taşın üstüne geldi. Üstündeki elbisesini sarkıtıp; “Ey Gâzî! Elbiseye tutun! Sakın korkma!” dedi. Ben de; “Yâ Allah!” deyip, tutundum ve engeli aşmış olarak kendimi kalenin içinde buldum. Emîr Sultan hazretlerinin elini öpüp, ayağının tozuna yüzümü sürmek istediğimde, gözümden kayboldu. Nereye gittiğini de anlayamadım.”
Penç kalesi, Süleymân Şah zamânında mücâhid gâzîler tarafından alınmak istendi. Kaleyi top ve tüfekle günlerce muhâsara altında tuttular. Bu sırada yirmiden fazla gâzî, orduya azık getirmek için, Penç Kalesinin ilerisindeki Lince vilâyeti taraflarına giderlerken, yolda bol miktârda ganîmet ele geçirdiler. Gazîler bu ganîmetin verdiği sevinç içinde yollarına devam ederlerken, karşılarına yedi yüz kadar düşman askeri çıktı. Gâzilerin sayısı az olduğu için onlara teslim oldular. Düşman askerleri bunları alıp, Lince’ye yedi gün mesâfe uzaklıkta ve deniz kenarında bulunan Papa Suntüres Kalesine hapsettiler. Bu kalenin tâmire ihtiyâcı vardı. Bu yüzden esir müslümanları tâmir için gündüz çalıştırırlar, gece hapsederlerdi. Bu esirlerin içinde, Ahmed Zâza isminde bir zât vardı. Bu zât şöyle anlatır: “Beni ve altı arkadaşımı bir papaza hizmet için verdiler. Papaz her gün bize; “Gelin bizim dînimize girin. Sizi evlendirelim. Elinize para verip, sizi rahat ettirelim.” diye teklifte bulunurdu. Sonunda papaz bizi, hıristiyan yapamayacağını anlayınca, bizim yanımıza gelmez oldu. “Canın Cehennem’e ey papaz!” diyerek, yedi yıl papaza hizmet ettik. Günlerden, düşmanlarımızın yortu dedikleri bir gün idi. Hizmetinde bulunduğumuz rahip ile birkaç papaz aralarında konuşup, içki içtiler. Bir süre sonra sarhoş olup akılları başlarından gitti ve yere yıkılıp kaldılar. Ben, boğazımda ve ayağımda zincirlere bağlı halkalar olduğu hâlde hapishanede yatıyordum. Gece yarısı rüyâmda; “Emîr Sultan geliyor!” dediler. O ânda yeşil elbise giymiş nûrânî yüzlü bir zâtın bana doğru yöneldiğini gördüm. O zât yanıma geldi, elini boğazımdaki zincire uzatıp, çıkardı. Bana; “Ey mahpûs! Şimdi kâfirlerden sen ve arkadaşların kurtuldu. Hemen vatanınıza gidiniz.” dedi. Hemen uyandım. Boğazımdaki zincirin çıktığını gördüm.ÊAllahü teâlâya hamd edip, yanımda yatan arkadaşlarımı uyandırdım ve onların ayaklarındaki ve boynundaki zincirleri çıkardım. Sonra gördüğüm rüyâyı anlattım ve; “İnşâallah, şimdi serbestsiniz. İsterseniz bana tâbi olunuz.” dedim. Onlar da; “Sana itâat ettik ve uyduk.” dediler. Onlara; “Gelin şimdi papazlar ne haldedir onları görelim.” dedim. Onlar da râzı oldular ve yukarıya çıktık.
Papazlar kendilerinden geçmiş bir hâlde yatıyorlardı. Kılıçları duvarda asılı idi. Hemen arkadaşlarımla o kılıçları alıp, papazları öldürdük. Kale kapısına varınca, nöbetçiyi de öldürerek dışarıya çıktık. Kıyıda, gemiye bağlı bir sandal duruyordu. Sandalın içinde sarhoş birinin uyuduğunu gördük. Onu da öldürdük ve sandalla oradan uzaklaşmaya başladık. Allahü teâlâya şükrederek, yedi gün yedi gece kürek çekip bir kıyıya ulaştık. Sandalın içinde bir kap sirke ile altı ekmek vardı. Kıyıya varıncaya kadar onunla idâre ettik. Karaya çıktıktan sonra, topladığımız otları yemeğe başladık. Su bulamadığımız için, iki arkadaşımız susuzluktan öldü. Bir gölün kıyısına vardığımızda, su içmeyeli üç gün olmuştu. Gölden su içeriz zannettik, fakat gölün etrâfı yırtıcı hayvanlarla dolu idi. Korkumuzdan su içmeden yolumuza devâm ettik.
Hâlsiz, çâresiz bir hâlde, birbirimize dayanak olarak bir akarsu kıyısına vardık. Su içtik ve biraz istirahat ettik. Orada açlıktan bir arkadaşımızı daha kaybettik. Dört kişi kalmıştık. Yolumuza devâm ettik. Ben, Emîr Sultan’ın yardımı ile bir yere ulaşıp kurtulacağımıza inanıyordum. Bir süre sonra Düzân kalesine vardık. Orada kimse bize, siz kaçak mısınız demedi ve bizi tutuklamaya kalkmadı.
Görenler bize acıyarak, ekmek ve yiyecek verdiler. Kaleye varıp, kale komutanına hâlimizi bildirdik. O da bizi yedirip içirdikten sonra, Semendere iskelesine gönderdi. Herbirimiz oradan vatanlarımıza gittik. Çocuklarımızı sağ bulduk. Bir süre çocuklarımızla kaldıktan sonra, Emîr Sultan hazretlerinin kabrini ziyârete gitmek için bir yerde buluştuk ve Bursa’ya gittik. Orada Emîr Sultan’ın türbesini ziyâret ederek, nezrimizi yerine getirdik.”
İHTİYAÇLARI KADAR ALIRLARDI
Emîr Sultan hazretlerinin çok talebesi vardı. Bunlardan bâzıları gündüzleri oruç tutar, geceleri de sabaha kadar namaz kılarlardı. Haftada bir gün Emîr Sultan hazretlerine gelip, ihtiyâçlarını alıp giderlerdi. Aldıkları ile bir hafta boyunca idâre ederlerdi. İhtiyaçları bitince, yine gelir alırlardı. Bir gün bu talebelerin biri, Emîr Sultan’ın huzûruna gelerek, elini öptü.
Emîr Sultan talebesine; “Bulunduğunuz yerdeki müslümanlar iyiler mi? Hâlleri nasıldır?” diye sordu.
Talebe; “Sizin himmetinizle, sıhhat ve selâmetteler, hepsi duâcınızdır.” deyince,
Emîr Sultan elini cebine soktu ve bir akçe çıkardı. O talebesine verdi ve; “Bizden onlara selâm söyle, biz hayatta olduğumuz müddetçe bu akçe ile yetinsinler. Bize duâ etsinler. Başkalarına muhtâc olmasınlar.” dedi. O talebe, o bir akçeyi alıp, arkadaşlarının yanına geldi ve onlara; “Emîr Sultan hazretlerinin size selâmı var.” dedi. Hepsi selâmı ayakta alarak; “Sultan hazretleri ne buyurdular?” diye sordular.
Bunun üzerine o talebe; “Emîr Sultan hazretleri bir akçe verdi ve; “Ben ölünceye kadar bununla iktifâ etsinler, kimseye muhtâc olmasınlar.” buyurdu.” dedi.
Bu söz üzerine hepsi dünyâ malından soğudular. Kimseden bir şey almaz oldular. Pencerelerinde bir kutu vardı. Kimin ihtiyâcı olursa, o kutunun içinden bir akçeyi alır, iftar için herkese bir mikdâr ekmek ve üzüm alıp, onunla oruçlarını açarlardı. Ertesi gün o akçe yine yerinde dururdu. Emîr Sultan vefât edinceye kadar ihtiyaçlarını böyle karşıladılar. O akçe yerinden hiç eksilmedi.
BAŞKASINA NİÇİN GİDİLMEZ?
Şeyhülislâm Molla Fenârî, Emîr Sultan’dan icâzet, diploma aldıktan sonra, Ulu Câmide vâz verirdi. Bir gün vâz vermek için yine kürsüye çıkmıştı. Emîr Sultan hazretleri bir talebesini, bir şeyler almak için çarşıya göndermişti. Bu talebe, Şeyhülislâmın vâz vereceğini duyunca, kendi kendine; “Gidip vâzı dinliyeyim, Şeyhülislâmın hayır duâsını alayım.” diye düşünerek Ulu Câmiye gitti. O ânda câmide zelzele olmaya başladı. Cemâatin bir kısmı dışarıya kaçtı. Fakat, dışarıda zelzele olmadığı görüldü. Bu durumdan haberi olan Şeyhülislâm, murâkabeye daldı. Sonra cemâate dönüp;”İçinizde Emîr Sultan’ın hizmeti ile emr olunan kim ise, çabuk câmiden dışarı çıksın. Yoksa bizi helâk ettirecek.” dedi.
Talebe hemen dışarı çıktı. Câminin sallanması durdu. Bu talebe işini görüp dergâha gitti. Emîr Sultan’ın huzûruna girdi. Talebe selâm verdi. Emîr Sultan başını kaldırıp, sâdece talebeye baktı. Talebe, hocasının heybetinden düşüp bayıldı. Ayılınca, Emîr Sultan ona;
“Ey oğlum! Dünyevî ve uhrevî ihtiyaçlarınız karşılanmadı mı ki, başkalarından yardım beklersiniz. Bir kimse hocasından çeşit çeşit nîmetlere kavuşurken, gidip başkasından yardım istemesi, ona suâl sorması, ilim öğrenmesi, hem ayıp, hem gevşekliktir.” buyurdu.
O SÂHİBİNE TESLİM OLDU
Sultan İkinci Murâd Hanın otuz bin akçe değerinde bir atı vardı. At, yanına kimseyi yaklaştırmıyordu. Birgün Sultan Murâd, Emîr Sultan’ı ziyâret için gittiğinde; “Biz sizin için bir at almıştık. Siz nasıl isterseniz öyle yapalım. Atı getirecek birisini verin de atı size gönderelim.” dedi. Bu arada Emîr Sultan’ın yanında bulunan talebelerinden, Hacı Baba denilen bir zât vardı. Sultânın sözü üzerine; “Ah! Hocam bu hizmeti bize verse de, atı alıp gelsem, atın timar ve bakım işlerini yapsam.” diye kalbinden geçirdi.
Emîr Sultan hazretleri ona dönerek; “Ey Hacı Babam! Gidin o ata, “Senin şimdiki sâhibin, Allahü teâlânın emrine mutî olup, fermânına mahkûm olmuştur. Sen dahî sâhibine tâbi olup, Allahü teâlânın emrine itâat edip, kötü huylardan vazgeçer misin?” deyin. Bakalım ne işâret eder?” dedi.
O da hemen atın yanına gidip, hocası Emîr Sultan’ın dediklerini söyleyince, at üç defâ başını önüne eğip kaldırdı. O, hemen hocasının yanına gidip durumu arz etti.
Bunun üzerine Emîr Sultan; “Hacı Baba, o kötü huylarını terk etti. Siz ondan kaçmayın, onu tımar edin.” dedi.
Bunun üzerine, Hacı Baba, hiç korkmadan atı alıp, eve getirdi. Emîr Sultan hazretleri o ata binip, Cumâ günleri câmiye giderdi. Hacı Baba da, her gün o ata binerek pazar işlerini görürdü. O atı bir kenara bağlar, çarşıya giderdi. At, yanına yaklaşmak isteyen bâzı kimselere saldırır, onları öldürmek isterdi. Onlar, o attan canlarını zor kurtarırlardı. Daha sonra bu saldırdığı kimselerin bid’at, kötü îtikâd sâhipleri olduğu anlaşıldı. Atın yanından Ehl-i sünnet itikâdında olan biri geçse, ona başını eğip, sâkin sâkin dururdu. Bu hâli o kadar meşhûr olmuştu ki, çarşı halkı o atı görünce, bid’at sâhiplerine yanına yaklaşmamaları için tenbihte bulunurlardı.
ESARETTEN KURTULUŞ
Talebelerinden Yahyâ isimli bir zât düşman ile yapılan savaşlardan birine katılmak istedi. Bunun için hocası Emîr Sultan’dan izin aldı. Emîr Sultan; “Bu gittiğin gazâdan başka gazâya gitmeyesin.” diye tenbihde bulundu ve onun için hayır duâ etti.
Düşmana karşı yapılan savaşa katıldı. Düşman yenildi ve çok mikdârda ganîmet elde edildi.
Aradan zaman geçti. Arkadaşları o talebeye; “Bir gazâya daha gidelim, sen hayırlı bir kişisin, aramızda bulun.” dediler.
Onlara; “Hocam ikinci defâ savaşa katılmama izin vermedi.” demesine rağmen, arkadaşları ısrar etti. Onların ısrârına dayanamayarak yola çıktı. Yolda kalabalık bir düşman topluluğu ile karşılaşınca savaşa başladılar. Bu savaşta kimisi şehîd oldu, kimisi esir düştü. O talebe de esirler arasında idi. Onları bir kaleye götürüp, zindana attılar.
Yahyâ Efendi, hocasını vesîle ederek Allahü teâlâya yalvarıyordu. Bir gün kale kapıcısının bir yakını, onu yanına getirtti. Yanındaki adamları çıkardı. Başbaşa kaldılar. Ondan hocası Emîr Sultan’ı sordu. Kendisinin îmân ettiğini söyledi. Sonra ona; “Bundan sonra sana düşman elbisesi versinler, çekinmeden giy.
Ben de onlara; “Bu esir, bizim dînimize girdi, buna zahmet vermeyin diyeyim. Sen, hiç olmazsa tenhâ yerlerde Allahü teâlâya ibâdetle meşgûl olursun.” dedi.
O da onun dediklerini kabûl etti. Tenhâ yerlerde Allahü teâlâya yalvarıp, hocasını düşünüyordu. Bir gün oturduğu yerde, kulağına çeşitli gürültüler geldi. Bir alay askerin yaklaştığını sandı. Kalbinden de; “İnşâallah, kurtuluş zamânı gelmiştir.” diye geçiriyordu. O sırada kendisini bir elin tuttuğunu gördü. Fakat elin kime âid olduğunu tahmin edememişti. Birden kendisini Bursa’da buldu. Düşman diyârında iken günlerden Cumâ idi. Bursa’daki müslümanların Cumâ namazı için câmiye gittiklerini gördü. Bulunduğu yer, hocasının dergâhına yakın bir yer idi. Karşı tarafta birkaç kişi; “Bu filân değil midir?” diye söyleşiyorlardı.
Onu ismiyle hatırladılar, fakat üzerindeki düşman kıyâfeti onları şaşırtmıştı. Gidip durumu Emîr Sultan’a anlattıklarında, “O, bizim dostlarımızdan olup, yedi yıldır düşman elinde esir idi. Kurtulması için Allahü teâlâya yalvarıyordu. Elimizi uzatıp, Allahü teâlânın yardımı ile kurtardık. Gidip onu yanıma getirin.”
Onlar Yahyâ Efendiyi Emîr Sultan’ın huzûruna götürdüler. Emîr Sultan hazretlerinin eşiğine yüz sürdü ve teşekkür etti. Ondan sonra uzun yıllar hocasının hizmetinde bulundu.
Kaynaklar
1. Kitâbü Cevâhirnâme
2. Menâkıb-ı Emîr Sultan; Üniversite Kütüphânesi No: 6412
3. Hulâsat-ül-Vefeyât; v-8
4. Şakâyık-ı Nu’mâniyye; c.1, s.59
5. Kâmûs-ul-A’lâm; c.2, s.1041
6. Tuhfet-ül-Ahbâb; c.1, s.33
7. Yâdigâr-ı Şems; s.4
8. Menâkıb-ı Emîr Sultan; Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd kısmı No: 4564
9. Zübdet-ül-Menâkıb; Üniversite Kütüphânesi No: 2370
10. Menâkıb-ı Emîr Sultan; Bâyezîd Umûmî Kütüphânesi No: 3832
11. Tam İlmihâl Seâdeti Ebediyye; (49. Baskı) s.1074
12. Güldeste-i Riyâz-ı İrfân; s.70
13. Sicilli Osmânî; c.3, s.159
14. Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi; s.76
15. Vefeyâtnâme (Baldırzâde); v-3
16. Rehber Ansiklopedisi; c.5, s.109
17. İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.356
18. Tâc-üt-Tevârih; c.5, s.44