Nehcü'l-Belağa'da İmam Ali İrfanının
özellikleri
Özet
Bu makale, İmam Ali'nin (a.s) irfanının Nehcü'l-Belağa'daki en önemli özelliklerinin araştırmasıdır. İmam Ali (a.s) açısından irfanın amacını beyan edip yine onun açısından irfanın özelliklerini araştırmanın önemine işaret edecek ve daha sonra Nehcü'l-Belağa'da İmam Ali'nin (a.s) irfanının en önemli unsurlarını sayacağız.
Giriş
Bugünlerde birçok ülkede irfan ve tasavvuf pazarı bir hayli revaçtadır. Hakikat peşinde koşan birçok genç, bu konudaki bilgilerinin az olmasından dolayı menfaat peşinde koşan kimselerin tuzağına düşmektedir. Bu insanlar, kötü hedeflerine ulaşmak için gençlerin temiz duygularıyla oynuyorlar. Birçok sapkın fırka, irfan ve tasavvufunu, İmam Ali'nin (a.s) zühtüne atfettiği için Alevî irfan ve tasavvufun özelliklerini açıklamak zaruri hale gelmiştir. Acaba ariflerin ve zahitlerin İmam'ı sadece ibadet ve nefis tezkiyesi mi yapıyordu? Acaba toplum içinde faal değil miydi? Yoksa o, ilim ve hilimi, cihat ve zühtü, ahiret ve dünyayı, taakkul ve izzet-i nefsi ve fakirlik ve zenginliği bir yerde toplamış, en kamil insanî boyutlara sahip bir şahsiyet miydi? Easında, İslam'ın insanı tüm boyutlarıyla eylem aşamasına geçirmekten başka bir amacı yoktur ve Ali (a.s) Hz. Peygamber'den (s.a.a) sonra, ilahî boyutlarını tam anlamıyla kullanabilen tarihin tek insanıdır. Hak vadisi yolcularının, İmam'larına uymaları ve sülûku, beşer için en güzel rehber ve örnek olan Ali'den (a.s) öğrenmeleri gerekir.
Lügat ve Istılahta İrfan'ın Tanımı
İrfan lügatte tanımak, bilmek, anlamak olarak beyan edilmiştir ve daha çok Hak Teala'yı tanımak ve marifet sahibi olmak anlamında kullanılmaktadır.[1]
Ragıb İsfahanî[2] Mufredatu Elfaz-ı Kur'an-ı Kerim adlı eserinde irfanı, bir şeyin düşünülerek idrakı ve onun eseri hakkında tedebbür olarak tanımlar.
Istılahta ise irfan, nefis tezkiyesi ve tasfiyesi sonucu elde edilen özel bir ilim ve idraktır. Yani seyr-i sülûk neticesinde salik bir takım mükaşefelere ulaşacak ve bunun sonucunda varlık âleminin hakikatlerine erişecektir.[3]
Elbette irfan bazen de genel olarak, bir şeyin sırrına ermek (yüzeysel bilginin zıddı) anlamında kullanılmıştır.
İrfanın Taksimi
İrfan ilmi, teorik ve pratik irfan olmak üzere ikiye ayrılır.
Teorik irfan, arifin varlık âlemine dair müşahedelerinin, huzurî ve vasıtasız edinimlerinin açıklamasıdır. Kelimeler ve mefhumlar kalıbında beyan edilir. Bazen felsefî deliller şeklinde ilmî konularda dile getirilir. Bazen de keşif ve şühudun kaydına da teorik irfan denmektedir.
Pratik irfan ise, neticesi varlık âlemini kalbî şühud ile keşif olan seyr-i sülûkun merhalelerine denir.
İrfanın yapıcı ve olumlu olması da, yıkıcı ve olumsuz olması da mümkündür. Yapıcı ve olumlu irfan, gelişim ve insanî erdemler yönüne doğru bir harekettir ve beşerî tüm boyutları, zarfiyetleri ve istidatları kemale ulaştırır. Yıkıcı ve olumsuz irfan ise, hak yoldan uzaklaştıran, insanlık merdiveninden aşağı yuvarlayan ve ifrat haddinde münzevi yapan sapkın bir harekettir.
Olumsuz irfanda, bireylerin züht eylemleri ve nefis tezkiyeleri daha çok itibar elde etmek ve dünyalık makama ulaşmak içindir; ilahî seyr-i sülûk amacıyla yapılmamaktadır.
Bu arif kılıklı kimseler, siyasal ve toplumsal sahnelerde görünmezler ve iktisadi çalışmalardan ve toplumun islahından daha çok inzivaya çekilmekle meşguldürler.
İmam Ali (a.s) Açısından İrfanın Hedefi
Emirülmüminin İmam Ali (a.s) açısından irfanın hedefi, bireyin tevhid ruhunun yücelmesinden başka bir şey değildir.
İmam Ali (a.s), dinin temelinin Allah'ı tanımak ve Hazreti Hakk'ı tanımanın kemalinin de O'nu tasdik ve birleme olduğunu buyurmaktadır. Bunun neticesinde de insan, yaşamının tüm boyutlarında ve yaptığı her işte ihlaslı olabilecektir: “Dinin evveli onu tanımaktır. Tanıyışın kemali, onu tasdik etmektir. Tasdik edişin kemali, onu bir bilmektir. Bir bilişin kemali, ona karşı öz doğruluğuna (ihlasa) ermektir.”[4]
O halde inançlı bir birey ihlasa erişebilmek için, tevhid bakışına sahip olabilmelidir, bunun için de ilk önce inancını kemale erdirmeli ve Allah'la birlikte hiç kimseye veya hiçbir şeye değer vermemelidir; sadece gerçek mabud ve maşukuna doğru hareket etmelidir.
Mabud karşısında teslim olmak ve hüzû göstermek olan ibadet, kulun mabuduna bağımlılık duygusundan kaynaklanmaktadır ki bunun kaynağı da irfan, yani marifettir.[5]
İmam Ali (a.s) İrfanının çzelliklerini Araştırma Zorunluluğu ve çnemi
Birçok arif, irfanlarını Muttakilerin İmam'ı Ali'den (a.s) aldıklarını iddia etmekte ve silsilelerinin başı olarak onun zühtünü göstermektedir. Diğer taraftan bunların bidatleri, zahirî adabları ve aşırı zühd tezahürleri İmam Ali'nin (a.s) hakkı temel alan ruhuyla, şeriat odaklı yaşantısıyla ve toplumsal dengeleri koruyuşuyla uyumlu değildir. O halde hak yolcularının aşinalığı ve seyr-i sülûkun doğru şeklini öğrenebilme, olumlu irfanı olumsuz ve yıkıcı olandan ayırabilmek için İmam Ali'nin (a.s) irfanının özelliklerini araştırmak bir zorunluluktur. İmam Ali (a.s) bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Dikkat edin! Herkesin bağlı olduğu bir rehberi vardır ve onun ilminin nuruyla aydınlanmayı umar.”[6]
O halde pak irfanın desturlarını ve programlarını ariflerin İmam'ından almalıyız ve uygulamalıyız.
Diğer taraftan, kendi insanlığımızın kemaline ulaşmak istiyorsak, kamil insanın manevi suretinin nasıl olduğunu ve özelliklerini bilmemiz gereklidir. Zira yaşadığımız toplumu o surette şekillendirmek istemekteyiz. Eğer biz kamil insanı tanımazsak, kamil bir müslüman olmamız mümkün değildir.[7]
Nehcü'l-Belağa'da İmam Ali (a.s) İrfanının Odakları
1- Tevhid Odaklı Olması
İmam'ın tevhid odaklı irfanı tüm sözlerinde gayet açıktır. Ele alınan her konu ve delilde ve kalbinden diline dökülen her ilahî talimde odak nokta “La İlahe İllallah”tır.
Muttakilerin İmam'ı Ali (a.s), Allah'a doğru yola çıkacak salike daha en başka tevhid dersi vermektedir:“Yaratılmışlara benzemekten yüce olana hamd ve övgüler olsun.”[8]
Allah'ın benzersizliği hiçbir şart olmadan beyan edilmiştir. O halde beden, yaratılış, uzuv, şekil, hayat ve ölüm gibi tüm benzerlikleri nehyetmiştir. Benzerliğin olmadığını söylemekse, Allah'ın varlık âlemine kudret ve tasallutunun hakim olduğunu beyan etmektir.
Salikin kalbine tevhidin hakikati yerleştiğinde şirk ortadan kalkar. O zaman salik her yerde O'nu görür. çyleyse, ilahî hukuka riayet onun için çok önemlidir. İmam şöyle buyurmaktadır: “İlahî haklara riayet eden kimseye ne mutlu.”[9]
İlahî haklara riayet eden kimse, Allah'ın her ameline nazır olduğunu biliş merhalesine yükselir. Dolayısıyla haddi aşma ve asilik kapısını kapatır ve “Dikkat edin! Kalpler ancak Allah'ı zikretmekle mutamin olur”[10] ayetindeki kalp sükunu için gerekli olan her an Allah'ı zikir tevfikine nail olur: “Her zaman Allah'ı zikredin ki bu zikirlerin en güzelidir.”[11]
Emirülmüminin Ali'nin (a.s) açısından, mümin insanın Rabb'e derin bir bakışı ve O'nun hakkında yeterli bir marifeti vardır. Onun tevhidî tefekkürü, cihanın tüm işlerini O'nun hikmetli elinde görmektedir. Bundan dolayı hiçbir zaman itiraz etmez. Halbuki marifet zaafından dolayı müsibete uğradığında şikayet edenler çoktur ve bunların her zaman her şeye karşı itirazları vardır. İmam Ali'nin (a.s) şu derin sözü bu yöndedir: “Tevhid, Allah'a karşı vehimde bulunmaman ve adalet, O'nu itham etmemendir.”[12]
Buna ilave olarak muvahhid birey, Allah'ı itham etmez ve şikayette bulunmaz. Tüm malını ve nimetleri Allah'ın bir hediyesi olarak görür, onların gerçek sahibinin Allah olduğunu bilir ve kainatta hiçbir kudret ve etkeni Allah'ın şeriki addetmez. Hatta kendisini bile kendisinin sahibi görmez. Böylelikle ilahî emirlere itaat etmek ve humus, zekat gibi vacip emirleri yerine getirmek onun için kolaylaşır ve bunlardan kaçmak için bahane ve özür üretmesine gerek kalmaz. Zira kul, her daim Mevlasının emirlerini yerine getirme uğraşındadır. Eğer ondan herhangi bir nimet veya makam alınırsa, bunu kendi üzerinden alınmış ilahi bir sorumluluk olarak görür; rahatsız olmamakla birlikte hatta şükür dahi eder. Muvahhitlerin İmam'ı Ali (a.s) şöyle buyuruyor: “Biz Allah'a karşı hiçbir şeyin sahibi değiliz ve bir şeye sahip olmayız. O'nun bize verdikleri müstesna. Allah bize bir şey bağışladığında, bazı sorumlulukları da bize vermiştir. Bizden aldığında da sorumluluğu kaldırmıştır.”[13]
çnemli nokta şudur; böyle bir tevhidin gerektirdiği şey bireyin tüm yaşamını etkisi altına almış olmasıdır, bir tür derin tanıyış ve bakıştır. O halde şahıs Yaradan'a karşı derin bir tanıyışa sahip olduğunda sözleri ve davranışları da tevhid odaklı olur. İmam Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır: “Her kim Allah'ı tanırsa, O'nu birler.”[14]
İmam Ali (a.s) açısından dindarlık, Allah'ı tanımakla ve O'nun marifetiyle gerçekleşir. Bu tanıyışın kemali, imanın mümin kimsenin kalbine girmesiyle gerçekleşir. Zira kalp, tüm temayül ve isteklerin çıkış noktasıdır. Tevhidin kemalinin nişanesi de eylem, söylem ve niyette sadece Allah'ın göz önünde bulundurulması ve her zaman ihlaslı olmaktır. Allah'ın azamet ve kudreti tanındığında ve kişi kendi acizliğini bildiğinde, yüce ilahî makam karşısında boyun eğilir ve hüzû ve hüşû görülmeye başlar. Birey bu merhaleye ulaştığında, sorgusuz sualsiz ilahî emirleri yerine getirecek ve O'nun sakındırdıklarından sakınacaktır. Bu tanıyış, sadece söze ve eyleme değil hatta bireyin kalbinin tüm hallerine nüfuz edecektir.
Marifetin hasıl oluşu yaratılmışın acziyetini itirafla birlikte gerçekleşir ve onda kendinden daha yüce olan kudrete karşı bir tür muhabbet ve hüşû oluşur.[15]
Eğer marifet ehliysen neye nasıl baksan güzeldir
Dostun her yaptığı, dostun kendisi gibi güzeldir
Ayetullah Behcet'in (r.a) bu konuda güzel bir sözü vardır: “Allah'ı tanıyan, Allah'a itaat eder ve tüm işi O'nunladır. O'nun rızasına göre hareket eder ve razı olup olmadığını bilmediğinde, bilinceye kadar o işi yapmaz. Her an öğrenmek için uğraşır. Yaptığı amel delil üzeredir; yapmadığı amel de delilsizlikten dolayıdır.”[16]
O Allah'ın emirlerine itaat eder ve tevhid odaklılığı tüm yaşamına yön verir. Eğer böyle olmasa, şirke ve sapkınlığa duçar olur. O halde muvahhid, ilahî emirlerin önüne geçmez ve geri de kalmaz. Yaradan'ın karşısında boyun eğer. İmam Humeynî (r.a) şöyle buyurmaktadır: “Kalbi Allah'tan başka bir ilahın olmadığına iman etmiş biri, Allah'tan başkasına yönelmemeli, başkalarını övmemeli ve Allah'tan başkasından korkmamalıdır.”[17]
Oğlu Ahmed'e yazdığı mektupta da ona şöyle tavsiyede bulunmaktadır: “Başkaları her ilim adamına, zengin ve güçlü kimselere saygı duymaktadır ve hatta bazen mabutlarına yaptıklarından daha fazla övgüler dizerler. Herkesten yardım ve medet umar ancak Hakk'ın kudretinden gaflet ederler. Sen kalbini Allah'a bırak ve ondan başka etken kabul etme.”[18]
Tevhidin hakikati arifin kalbine yerleştiğinde, şirk oraya yol bulamaz.
2- Velayet Odaklılık
Velayet lügatte yakınlık ve ıstılahta da tedbir ve veli anlamındadır. Tekvinî ve teşriî olmak üzere iki şekilde icra edilir. Tekvinî velayet, varlık âlemlerini tedbir etmek ve kainata doğrudan tasarruf etmektir. Teşriî velayet ise, kanunların verdiği haklarla veli olmaktır ve bu da Allah'ın teşriî iradesinden kaynaklanır.[19]
Allah'a yakınlık, dini önderlerin velayetine tevella ile gerçekleşir. Tevella, kendini bırakma anlamındadır. Salik, yakınlık sağlayan veliyle irtibatta oldukça, ondan çokça ricada bulunmasıyla ve yakınlık velisine tevellanın halis olmasıyla, kulluğa yakınlaşır. Zira veli, insanlık tarihinin tümünün hidayet sorumluluğunu üstlenmiştir, tüm insanları tüm zaaflarıyla ve zarfiyetleriyle tanımaktadır ve üzerlerinde doğrudan tasarrufta bulunabilmektedir. Başka bir deyişle, sadece adresi göstermekle kalmayıp, onların elinden tutup hakiki hedefe götürmektedir. O halde ismet sıfatı ayrılmaz parçası olmalıdır. O, diğer insanları hidayet etmek için seçilmiş insan-ı kamildir. Hakikatte veli, dünya ve ahiretin bağlantı halkasıdır. “Nerededir, o yer ve göğü birbirine bağlayan vesile?”[20] Allah'ın halifesi ve İsm-i Azam'dır. İlahî kelimelerin madenidir. “Biz herşeyi apaçık bir İmam'da saymışızdır.”[21]
İlahî velinin ölçüleri, Nehcü'l-Belağa açısından şunlardır:
a- Allah'ın velisi, imkan âleminin kutbudur: “Benim konumum, değirmen taşının milinin konumu gibidir.”[22]
b- İnsan-ı kamil, tüm ilimleri toplamış olandır: “Ey Kumeyl! Burada (göğsüne işaretle) birçok ilim vardır. Keşke layık insanları bulabilseydim ve onlara öğretebilseydim.”[23]
c- Allah'ın halifesidir: “Onlar (Ehlibeyt), Allah'ın yeryüzündeki halifeleridir ve O'nun dinine davet edicilerdir.”[24]
d- Ruhu'l-Kudüs ile desteklenmiştir: “Ben risalet ve vahiy nurunu görmekteydim ve nübüvvet kokusunu almaktaydım.”[25]
e- Allah'ın kullarına hüccetidir: “Evet, yeryüzü Allah'ın hüccetinden boş değildir; ya aşikar ve tanınmıştır veya takiyye halinde ve gizlidir.”[26]
f- Varlık âleminin kemalidir: “Biz Rabbimizin yarattıklarıyız ve diğer insanlar bizlerden sonra yaratılmışlardır.”[27]
Hak vadisi yolcusunun böyle bir velayete bağlanması lazımdır. Ancak bu şekilde Allah'ın yakınlığına nail olabilir. Yakınlık velisinin ayak izlerine basarak yürümelidir ve kemale doğru hareket ederken onun nurundan faydalanmalıdır.
İmam Ali (a.s) açısından salik, ilahî velinin yol göstericiliği ve yardımı olmadan irfan doruğuna, insanî kemallere ve hakiki marifete ulaşamaz: “İmamlarınıza itaat edin. Zira onlar amelleriniz üzerindeki şahitlerdir, kıyamet gününde Rabbinizin indinde size şefaat edici onlardır.”[28] “Hakikaten İmamlar, Allah'ın, kullarına hüccetidirler. O'nu kullarına tanıtacaklar. Onları tanımayan kimse cennete giremeyecektir. Onları inkar edenler ve onların inkar ettiği kimseler de cehenneme girecektir.”[29]
İmam Ali'nin (a.s) Allah saliklerine tavsiyesi şudur; sülûk yolunun velayet olmaksızın katedilmesi imkansızdır. Bu yoldan sapanlar ve hatalı gidenler helak olacaklardır. O halde velayet odaklılık, irfanın en belirgin özelliklerindendir ve onsuz, arifin seyr-i sülûku sapkınlık üzeredir.
“Oysa ki biziz Rasulullah'ın libası, eşi dostu. Biziz hazinesinin hazinedarları ve kapıları. Evlere kapılardan girin, kapılarından girmeyenlere hırsız denir.”[30]
“Peygamberinizin Ehl-i Beytine dikkat edin; onların yolundan ayrılmayın; onlara uyun. Onlar, sizi asla doğru yoldan çıkarmazlar; sapıklığa sevk etmezler. Onlar oturdular mı siz de oturun; onlar kalktılar mı siz de kalkın; onların önüne geçmeyin. Böyle hareket etmezseniz yollarınızı yitirirsiniz; sersemleşir, sapıtır gidersiniz. Onlardan geride kalmayın, yoksa helak olur bitersiniz.”[31]
“Onlardadır (Ehl-i Beyt) Kur'an'ın yücelikleri; onlardır Rahman'ın defineleri, hazineleri. Söylerlerse doğru söylerler, gerçeklenirler, susarlarsa kimse onları geçmemelidir.”[32]
Acaba menzile ulaştıracak, tehlikeleri gösterecek ve zorlukları açıklayacak ilahî ilimlerin hazinesinden daha sağlam bir şey var mıdır? Acaba hakiki ilim ve gerçek sülûk, Resul'ün evinden olan ledunni ismete sahip bir Allah velisinden başka birisinin eliyle gerçekleşebilir mi? İmam Ali'nin (a.s) neden şöyle buyurduğu şimdi anlaşılmaktadır: “Ey insanlar! Bana sorun, zira ben göklerin yollarını yeryüzünün yollarından daha iyi bilirim.” O gaybet mertebesine, şühûd mertebesinden daha bilgilidir. Varlık âleminin hakikatlerini vasıtasız derk etmiştir; o vadilerinden dalga dalga marifetler dökülen bir yüce bir dağdır. Velayet yolundan çıkanlar, kulluk yolunda da hataya düşmüşlerdir. Mevlanın sözünün önemi burada aşikar olmaktadır: “İlimsiz amel eden, yoldan ayrılıp menzile ulaşmaya çalışan gibidir.”[33]
3- Kullukta İhlas Odaklılık
Bazı arif kılıklılar, saliğin kutub mertebesine ulaşıp iyiler arasına girdiğinde ilahî emir ve nehiylere muhatap olmadığına ve şeriatın emirlerini yerine getirmeyebileceğine inanmaktadırlar. Bunlar şeriatı zahirî ve yüzeysel olarak görmekte, bu yüzden bir noktadan sonra şeriatı bırakıp hakikat ve tarikata ulaştıklarını iddia etmektediler. şeriat ahkamını bu yola girmiş yeniler için gerekli olan bir emirler silsilesi olarak kabul etmektediler.[34] Aynı şekilde şeriatın maneviyata ulaşmak için kullanılan bir merdiven olduğuna ve maneviyata ulaştıktan sonra ona ihtiyacın olmadığına inanmaktadırlar. Bundan dolayı namaz kılmayı veya oruç tutmayı gerekli görmemektedirler.[35] Bazen de ibadetlere bir takım adab ve şartlar eklemekte, dinde bidatler çıkarmakta ve ilahî ahkamın sınırlarını aşmaktadırlar.
İmam Ali (a.s) melekut tepesinde durduğu halde, dünyalık ömrünün son anlarına kadar kulluk vazifelerinden zerre miktar geri kalmadı ve ibadet mihrabında şahadete nail oldu. Onun ibadeti, ne tüccarların ibadetiydi, ne korkanların; hürlerin ibadetiydi o.
Münacat-ı şabaniye, Kufe hurmalıklarındaki münacatları, Allah'a yakarışlarında hadsiz gözyaşı dökmesi ve son nefesine kadar şerî ahkama bağlılığı, onun cihanın tek ve seçkin insanı olmasına sebep olmuştur.
İman, aman ve mezhebi namazdı
Miraç vaktinde merkebi namazdı
O işin olma vakti yetiştiğinde
İki dudak arası buse gibi namazdı[36]
İbn Ebi'l-Hadid Nehcü'l-Belağa'nın şerhinde şöyle yazmakta: “Ali insanların en abidiydi ve herkesten daha fazla namaz kılar, oruç tutardı. İnsanlar namazı, nafileleri ve duaları ondan öğrenirlerdi.”[37]
İmam Ali (a.s) açısından ilahî hakları eda etmek ve ahkam ve şeriata bağlı olmak, menfaat elde etmek veya (ahirette görülecek) acılardan kaçmak için değil, nimet verene şükredebilmek ve insanî fıtrat gereği hakikat peşinde olmaktan dolayıdır. O şöyle buyurmaktadır: “Halis ibadet, Rabbinden başkasına ümit beslememek ve günahından başka bir şeyden korkmamaktır.”[38]
Bundan anlaşılıyor ki, ibadet insanı ihlas olursa ve sadece Allah'ın rızasını gözeterek yapılırsa kulluk hedefine ulaştırmaktadır. Bu durumda mümin kimsenin sadece günahlarından korkusu olur; zira günahlar onu Allah yolundan uzaklaştırmaktadır. Mümin bundan başka bir şeyden korkmaz. İmam farzlara dikkat ve ihtimam etme konusunda şöyle buyurmaktadır: “Farzları eda etmek gibi bir ibadet yoktur.”[39]
Kulluğun amacını da Allah'a itaat ve onun emirlerine boyun eğmek olarak beyan etmiştir: “İbadetin amacı, itaattir.”[40]
4- İktisadi Uğraşla Birlikte Züht ve Ahireti Kazanma
Emirülmüminin Ali (a.s), züht ve ruhbanlık nedeniyle toplumdan ayrılan arif kılıklılar gibi değildir. O, ibadet, namaz, zikir ve dünyadan yüz çevirmenin yanı sıra tarlalarda toprağın gelişmesi için kuyular kazar ve ağaçlar dikerdi. çok zengin olmasına karşın bunlara hiçbir bağlılığı yoktu. Hatta hepsini Allah yolunda bağışlardı.[41]
O, “Ey insanlar, dünyaya zahitlerin baktığı gibi bakın.”[42] derken, aynı zamanda “Ey oğlum, ben senin için fakirlikten korkarım. O halde ondan Allah'a sığın.”[43] da derdi.
Ali'nin (a.s) zühtü, onun nefsinin zenginliğinden kaynaklanmaktaydı. O, bir günde fakirlere dört bin dinar altın bağışlar ve aynı gün açlıktan karnına taş bağlardı.[44] O halde onun zühtü, gösteriş için ve fakir olduğunu göstermek için değil; insaniyeti yüceltmek içindi.
Ali'nin (a.s) zühtü, sorumluluk kabul etmektir. Helal rızık kazanmak için çaba sarfetmektir, insanlara hizmet etmek, muhtaçların ihtiyaçlarını gidermek içindir ve hepsinden daha önemlisi ilahî rızayı kazanma amaçlıdır. Bunları yaparken asla ilahî emirlerin dışına çıkmamaktır.
Böyle bir ruh yapısını oluşturmak için çabalamak, insan yaşamındaki bir çok problemi çözecektir. Bu emir, yaşamında dinginlik isteyen ve depresyon, yas, korku gibi ruhsal hastalıklardan şikayet eden bütün insanlar için geçerlidir. Bu emir, geçmiş için üzülmemek ve henüz daha gelmemiş günlere kalbi bağlamamaktır.
Bu konuda İmam şöyle buyurmaktadır: “Her kim dünyada zahit olursa, belaları küçük görür.”[45]
İnzivaya çekilip ilahî nimetlerden istifade etmeyen zahit değildir. Zahit, nimetlerden istifade edip şükreden, haramlardan kaçınan, ulaşılamayacak arzuların onda vehim ve hayaller oluşturmadığı kimsedir; zahit gerçekçidir.
İmam Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır: “şu üç durum dışında akil kimsenin ortaya çıkması doğru değildir: yaşama çeki düzen vermek, ahiret yolunda adım atmak ve günaha bulaşmaksızın lezzet almak.”[46]
5- Cihad ve Toplumda Faal Olmak
İslam, beşerin tüm boyutlarına dikkat etmiş ve insanın tüm boyutlarda gelişmesini istemiştir. Hakkın yücelmesi için müstekbirler ile cihat, mahrum kalmışlara yardım ve iman hakikatini savunmak, İslam açısından çok değerlidir.
İmam sadece cihada teşvik etmez, aynı zamanda kendisi de hakkın batıl aleyhine yaptığı cihad meydanlarında en önde giderdi. Hiç kimse İmam Ali (a.s) kadar sapkınlıklarla, yoldan çıkmışlıklarla ve diktatörlüklerle savaşmamıştır. Onun açısından mücahid, diliyle, malıyla ve canıyla; tüm gücüyle mücadele eden ve tüm varlığıyla Allah ile anlaşma yapandır. Micahid tüm bunları, İslam'ın yücelmesi için yapmaktadır: “Allah'ı aklınızdan çıkarmayın! Mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle Allah yolunda cihad edin.”[47]
Gerçek arif, zühtü toplumdan ayrılmak olarak görmez. Bilakis toplumun tam içinde yer almak, Allah yolunda batıl ile cihad etmek ve bu şekilde Hazreti Hakk'a aşkını ispat etmek olarak görür.
6- Akletmeye ve İzzet-i Nefse Değer Vermek
Sadî Gülistan'ında[48] şöyle demektedir: “Saygısız öğrenci, altınsız aşığa ve marifetsiz yolcu, kanatsız kuşa benzer.”
şehit Mutahharî'nin bu konuda çok güzel bir sözü vardır: “Ali (a.s) hiçbir zaman aklı aşağılamamıştır.”[49]
Bu cümlenin çok derin bir anlamı vardır. Ali'nin (a.s) mantığında aklın özel bir yeri vardır. Zira insanı kemale ulaştıran ve hak ve batılı ayırt edebilme mizanı akıldır. Hazreti Ali (a.s) şöyle buyuruyor.“Rabbinin, Rasulünün, onun Ehlibeytinin hakkını tanımak suretiyle içinizden, yatağında ölen de şehittir, ecri de Allah'a aittir.”[50]
Aynı şekilde İmam Ali'nin (a.s) irfanının belirgin özelliklerinden birisi de izzet-i nefse ve insanî erdemlere değer vermektir. Ali'nin (a.s) metoduna göre izzet-i nefis ve insanî erdemler, kemale erme yoludur ve ondan sapmak, insanı bedbahtlık uçurumuna yuvarlar: “Nefsini bütün aşağılıklardan üstün tut, seni dileklere çekse bile; çünkü nefsini aşağılatmana karşılık üstün ve yüce bir şey bulamazsın, kendini zelil etmekle kalırsın; hiçbir izzetse, o zillete değmez.”[51]
O halde İmam Ali'nin (a.s) bakışına göre, müminin onuru ve şahsiyeti onun izzet-i nefsi vesilesiyle yücelir. Ve insan için ondan daha değerli bir şey yoktur.
7- Nefis Tezkiyesi
Cihad-ı Ekber yani nefisle mücadele, Cihad-ı Asgar'la yani düşmanla mücadele ile birlikte arifi kemale erdirir. Zira İslam mektebinin kabul ettiği olumlu irfan, bir insanın Allah vergisi tüm potansiyelini kullanabilmesi ve her iki iç ve dış düşmanıyla mücadele etmesidir. O halde, hem sadece kan dökme derdinde olup nefisle cihattan gafil olanlar ve hem de düşmanla cihad meydanında savaşma sorumluluğundan kaçan arif kılıklılar insan hakikatinden uzaklaşmışlardır. İmam Ali Nehcü'l-Belağa'da şöyle buyurmaktadır: “Cihad, imanın temellerindendir. Dört kısımdır: iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, savaş esnasında doğruluk ve fasıklara kin ve düşmanlık. İyiliği emreden müminleri arkadan desteklemiştir. Kötülükten sakındıran kafirlerin burnunu yere sürtmüştür. Savaş meydanında doğrulukla mücadele eden görevini yerine getirmiştir. Fasıkları düşman bilen ve Allah için sinirlenen kimse de, Allah onun sinirlendiğine gazap eder ve kıyamet gününde onu hoşnut eder.”[52]
Ariflerin İmamı'nın saliğe tavsiyesi şudur: “Dünyayı bırak. Zira dünyaya bağlılık insanı kör, sağır, dilsiz ve zelil eder.”[53]
İmam saliğe, her zaman nefsinin Allah katındaki kıymetinden daha fazlasıyla anlaşma yapması ve nefsini değerinden azına yani dünyaya satmaması için bilgi vermektedir. Dünyaya satarsa zarar edecektir ve varlık sermayesini çok az bir değere kaybetmiş olacaktır.
şimdi İmam Ali (a.s) açısından nefis tezkiyesinin en önemli merhalelerini beyan edelim.
7-1 Tövbe
Arifler şöyle demektedirler: “Nefis tezkiyesinin ilk merhalesi tövbedir.” İmam Ali (a.s) nasihat isteyen birisine şöyle buyurmaktadır: “Ameli olmadan ahiret saadeti beklentisinde olanlardan ve uzun arzularla tövbesinin kabul edilmesini isteyenlerden olma. Eğer şehvet onu reddederse asi olur, günaha girer ve tövbeyi arkasına atar.”[54]
çyleyse tövbede ve Allah'a geri dönüşte önemli olan, gerçek tövbe ile tövbe etmektir. çyle bir tövbe ki, günah ve şehvet karşısında ayağı kaymayacak, tövbesinin kabul edileceği düşüncesiyle mutlu olmayacak ve gafillerden olmayacaktır.
7-2 Takva
Nefis tezkiyesinde tövbeden sonraki ikinci adım takvadır: “Takva, ahlakın başıdır.”[55]
7-3 Sabır
Hazreti Ali (a.s) sabrı beyan ederken şöyle buyurmaktadır: “Sabır iki şekildir: Sevmediğin bir şeye sabretmen ve sevdiğin bir şeye sabretmen.”[56]
İnsanlar genellikle iki durumda sabırlarını kaybederler. İlki, musibet veya bela ya da sevmedikleri bir şey olduğunda; bu durumlarda şikayet etmeye başlarlar. İkincisi, onları bekleyen güzel bir şey olduğunda; bazen ona çabuk ulaşmak için günah veya hataya bile duçar olmayı göze almakta ve hatta bazen de ona ulaşmak için herşeyi yapmaktadırlar. Bu yüzden İmam Ali (a.s) sabrı, sevdiğin ve sevmediğin olmak üzere ikiye ayırmışlardır.
İmam Ali (a.s) açısından sabrın temelleri şunlardır: “Dört şeye karşı sabredilir: İstek, korku, züht ve bekleyiş. Her kim cenneti istiyorsa, nefsi taleplerden uzaktır. Her kim cehennemden korkuyorsa, haramlardan sakınmalıdır. Her kim dünyada zahit olursa, musibetleri küçük görür. Her kim de ölüm bekleyişi içindeyse, iyiliklere doğru koşmalıdır.”[57]
Sonuç
İrfanın, bir ilim ve idrak olduğunu kabul etmek, nefis tezkiyesi ve tasfiyesiyle mümkündür. Arif, seyr-i sülûk yoluyla varlık âleminin hakikatlerini müşahede eder ki bunlar bir takım mükaşefeler sonucu gerçekleşmektedir.
Nehcü'l-Belağa'da Hazreti Ali'nin (a.s) irfanının belirgin özelliklerini araştırmak, gerekli ve beğenilen bir şeydir. Bu vesileyle yapıcı ve olumlu irfanın ölçüsü, yıkıcı ve olumsuz irfandan rahatlıkla ayrılabilir. İmam Ali'nin (a.s) irfanının en belirgin ve en önemli özellikleri, tevhid odaklı olması, her işte ihlası esas alması, Ehlibeyt (a.s) çerçevesinde velayete dayanması, ahiret işlerinin yanında iktisadi faaliyete önem vermesi, toplum içinde faaliyet göstermesi, batıl aleyhine cihad etmesi, akla ve izzet-i nefse değer vermesi ve nefis tehzibi ve tezkiyeyi merkeze almasıdır.
Kaynaklar
1- Kur'an-ı Kerim.
2- Nehcu'l-Belağa (Farsça tercümesi Muhammed Deşti, Türkçe tercümesi Gölpınarlı ve mütercim)
3- İbn Ebi'l-Hadid, Abdulhamid b. Hibe, 1379, şerhu Nehci'l-Belağa, Muhammed Mehdevî Dameğanî tercümesi, Tahran, Neşrani Yayınları.
4- Esedullahî, Yedullah, 1384, Tecelliyi Ubudiyyet Der Makam-ı Marifet, Kum, Sahifeyi Hıred.
5- Amedî Temimî, Abdulvahid, 1407 h.k. Gureru'l-Hikem ve Dureru'l-Kelim, Lübnan, Muessesetu el-A'lemî li'l-Matbuat.
6- Ensariyan, Ali, 1357, ed-Delilu Ala Mevzuati Nehci'l-Belağa, Tahran, İntişarat-ı Mufid.
7- Behdarvend, Muhammed Mehdi, 1357, Revak-ı Seher, Merkez-i Mutalaat ve Tahkikat-ı Ceng-i Nezsa.
8- Beyat, Muhammed Hüseyin, 1474, Mebaniyi İrfan ve Tasavvuf, Tahran, İntişarat-ı Allame Tabatabaî.
9- İsimsiz, 1363, Mucemu'l-Elfazi'l-Kur'ani'l-Kerim, Tahran, İntişarat-ı Nasır Husrev.
10- Caferî, Muhammed Taki, 1358, şerh-i Nehcu'l-Belağa, Tahran, Defter-i Neşr-i Ferheng-i İslamî.
11-Cevadî Amulî, Abdullah, 1372, Tahriru Temhidi'l-Kavaid, Sainuddin Ali b. Muhammed et-Turke, Hamid Parsa, Kum, İntişarat-ı ez-Zehra.
12- Deşti, Muhammed, Ferheng-i Mevzuat-i Kulliyi Nehcu'l-Belağa, Kum, Muesseseyi Tahkikatiyi Emirulmuminin.
13- Ragıb İsfahanî, Ebul Kâsım el-Hüseyin b. Muhammed, 1416 h.k. Mufredatu Elfazi'l-Kur'an, Beyrut, Daru'l-Kalem.
14- Sadî şirazî, şeyh Muslihuddin, Gulistan, Muhammed Ali Furuğî nüshası, İntişarat-ı Cavidan.
15- şeyhu'r-Reis Kirmanî, Abbas, 1385, Tur-i Tecelli, Kum, İntişarat-ı Asr-ı Zuhur.
16- Sadıkî Erzekanî, Muhammed Emin, 1384, Amuzehayi İrfanî Ez Menzer-i İmam Ali (a.s), Kum, Muesseseyi Bustan-ı Kitab, İntişarat-ı Defter-i Tebliğat-ı İslamiyi Havzayi İlmiyyeyi Kum.
17- Attar Nişaburî, Muhammed b. İbrahim, 1370, Tezkiretu'l-Evliya, Nicholson Nüshası, Tahran, İntişarat-ı Safi Alişah.
18- Kaşifî, Muhammed Rıza, 1384, İrfan ve Tasavvuf, Kum, Defter-i Neşr-i Ferheng Maarif.
19- Muhammed Reyşehrî, Muhammed, 1379, Mizanu'l-Hikme, Hamid Rıza şeyhî Tercümesi, Kum, Daru'l-Hadis.
20- Mutahharî, Murtaza, 1362, İnsan-ı Kamil, Kum, Defter-i İntişarat-ı İslamî.
21- Nazımzade Kumî, Seyyid Asgar, 1374, Ali Aineyi İrfan, Kum, İntişarat-ı Defter-i Tebliğat-ı İslamiyi Havzayi İlmiyyeyi Kum.
22- 1375, Cilvehayi Hikmet, Gozideyi Mevzuiyi Kelimat-ı Emirulmuminin, Kum, İntişarat-ı Defter-i Tebliğat-ı İslamiyi Havzayi İlmiyyeyi Kum.
[1]- Amuzehayi İrfanî Ez Menzer-i İmam Ali (a.s), Sadıkî Erzekanî, s. 21-22.
[2]- Mufredatu Elfazi'l-Kur'an, İsfahanî, s. 560.
[3]- Amuzehayi İrfanî Ez Menzer-i İmam Ali (a.s), Sadıkî Erzekanî, s. 22.
[4]- Nehcü'l-Belağa, 1. Hutbe.
[5]- şerh-i Nehcu'l-Belağa, Allame Taki Caferî, c. 2, s. 53.
[6]- Nehcü'l-Belağa, 45. Mektup.
[7]- İnsan-ı Kamil, Mutahharî, s. 6.
[8]- Nehcü'l-Belağa, 213. Hutbe.
[9]- a.g.e, 45. Mektup.
[10]- Kur'an-ı Kerim, Rad, 28.
[11]- Gureru'l-Hikem ve Dureru'l-Kelim, Amedî Temimî, c. 1, s. 147.
[12]- Nehcü'l-Belağa, 470. Kısa söz.
[13]- a.g.e, 404. Kısa söz.
[14]- Gureru'l-Hikem ve Dureru'l-Kelim, Amedî Temimî, c. 2, s. 158.
[15]- Cevadî Amulî, 1372, s. 19-20.
[16]- Revak-ı Seher, Behdarvend, s. 106.
[17]- a.g.e, s. 53.
[18]- a.g.e, s. 53-54.
[19]- Tur-i Tecelli, şeyhu'r-Reis Kirmanî, s. 208.
[20]- Mefatihu'l-Cinan, Nudbe Duası.
[21]- Kur'an-ı Kerim, Yasin, 12.
[22]- Nehcü'l-Belağa, 3. Hutbe.
[23]- a.g.e, 147. Kısa söz.
[24]- a.g.e.
[25]- Nehcü'l-Belağa, 192. Hutbe.
[26]- a.g.e, 147. Kısa söz.
[27]- a.g.e, 28. Mektup.
[28]- Gureru'l-Hikem ve Dureru'l-Kelim, Amedî Temimî, c. 2, s. 26.
[29]- a.g.e, c. 1, s. 270.
[30]- Nehcü'l-Belağa, 154. Hutbe.
[31]- a.g.e, 97. Hutbe.
[32]- a.g.e, 154. Hutbe.
[33]- a.g.e.
[34]- İrfan ve Tasavvuf, Kaşifî, s. 44-46.
[35]- Ali Aineyi İrfan, Nazımzade Kumî, s. 95.
[36]- a.g.e, s. 356.
[37]- Mizanu'l-Hikme, Reyşehrî, c. 1, s. 22.
[38]- a.g.e. s. 116.
[39]- Ali Aineyi İrfan, Nazımzade Kumî, 1375, s. 384.
[40]- a.g.e. s. 386
[41]- a.g.e. s. 135.
[42]- a.g.e. s. 135.
[43]- Nehcü'l-Belağa, 319. Kısa söz.
[44]- Ali Aineyi İrfan, Nazımzade Kumî, 1374, s. 318.
[45]- Nehcü'l-Belağa, 31. Kısa söz.
[46]- a.g.e, 390. Kısa söz.
[47]- a.g.e, 47. Mektup.
[48]- Gülistan, Sadî, s. 229.
[49]- İnsan-ı Kamil, Mutahharî, s. 160.
[50]- Nehcu'l-Belağa, 190. Hutbe.
[51]- a.g.e. 31. Mektup.
[52]- a.g.e. 31. Kısa söz.
[53]- Muhammed Reyşehrî, 1379, s. 1704.
[54]- Nehcu'l-Belağa, 150. Kısa söz.
[55]- a.g.e. 410. Kısa söz.
[56]- a.g.e. 55. Kısa söz.
[57]- a.g.e. 31. Kısa söz.