KARIŞIK

9 Ocak 2016 Cumartesi

Yuşa Peygamber






Beykoz’da , Yuşa Peygamber Tepesinde
Hz. Yuşa (a.s.) , Yusuf (a.s.) neslinden olup, Nun’un oğludur. Annesi Hz. Musa (a.s.) ‘ın kız kardeşidir. Mısır’da doğmuştur.  Musa (a.s.)’dan sonra İsrailoğullarına Peygamberlik yaptığı ve İsrailoğullarına büyük fetihler yaptığı rivayet edilir. Bazı kaynaklarda , Hristiyanların ve Yahudilerin ona Yeşu dedikleri nakledilir. Yeşu (Yuşa (a.s.)) Beni İsrail’e gönderilen dört büyük peygamberden biridir.
Hz. Musa (a.s.) ‘ın Yuşa (a.s.) ile ” iki denizin birleştiği yere” kadar yaptıkları tarihi ve gizemli yolculukları ve burada Hz. Hızır (a.s.) ile buluşmaları Kur’an’ı Kerim’de Kehf suresinin 60-65 . ayetlerinde anlatılır. Burada Hz. Musa (a.s.) ‘ın yanındaki genç adamın Hz. Yuşa (a.s.) olduğu rivayetlerden anlaşılmaktadır.
Hz . Yuşa(a.s.) ‘ın 127 yaşında şehit olarak vefat ettiği ve Dev Dağına Defnedildiği rivayet edilir.  Yuşa (a.s.) ‘ın Kabrinin bulunduğu rivayet edilen yerler şunlardır ;
1- İstanbul – Beykoz – Yuşa Tepesi
2- Halep veya Nablus yakınlarında Maara Şehri
3- Ürdün – Salt
4- Gaziantep de Hz. Yuşa (a.s.) – makamı vardır.
Beykoz Yuşa Teesi hakkındaki rivayet şöyledir ;
Yuşa (a.s.)’ın kabrinin Beşiktaşlı Yahya efendi (k.s.) tarafından tespit edildiği rivayet edilir.
YavuzSultan Selim, Trabzon’da Vali iken, oğlu Sultan Süleyman dünyaya gelir. Fakat kendisine sütanne tutulur. Aradan 40 küsur sene geçer, Sultan Süleyman Padişah olur. Yahya Efendi de büyük bir alim ve tasavvuf ehli olur. Nihayet bir gün padişah olan süt kardeşini ziyaret için İstanbul’a gelir. Kanuni kendisi için Beşikteş’ta kışlık bir dergah bir de Anadolu Kavağı- Sütlüce’de yazılık bir dergah hazırlatır.
Yahya Efendi, yazlık dergahında iken bir gece rüyasında
bir zat karşısına çıkıyor ve diyor ki: ” Ben Yuşa Peygamberim ve şu tepede yatıryorum. gel yerimi tesbit et ve beni ziyaret et ”
Yahya Efendi sabah uyanıyor. “Hayırdır İnşaallah bu nasıl rüya” diyor.
” Yuşa Peygamber Filistin de değil mi?..” Bu nasıl rüya diyor. Fakat
ikinci akşam aynı zat, karşısına çıkıp: ” Neden Gelmedin , bu defa yarın gel ziyaret et” diyor
Sabahleyin Yahya Efendi uyandığında bu defa rüyanın etkisi büsbütün kendisini sarıyor ve akşama kadar,
-”Hayırlar ola, acaba bu neyin nesi deyip, düşünüyor“.
Fakat her halükarda hala Yuşa Peygamberin kabrinin Filistin civarlarında olduğuna kilitlendiği için gitmeye lüzum görmüyor. Lakin gece olup uyuyunca, yine aynı zat karşısına çıkıp bu defa azarlayarak, tekrar aynı şeyleri söylüyor.
Sabah, gün açar açmaz bu defa Yahya Efendi müritleri ile birlikte bunca yolu aştıktan sonra rüyada belirtilen tepeye çıkıyor. Çıkar çıkmaz  tepeyi inceleyip, kabrin yerini bulmaya çalışıyor. Bir taraftan da oranın yerli ahalisini gözetleyip, onları durdurup bilgi almak istiyor. Nihayet koyunların otlatan bir çoban görüyor ve kendisini “ne zamandır buralarda çobanlık yaptığını” soruyor.
Çoban…
“10 seneye yakın buralara gelirim” deyince, kendisine bu
ahalide kendisine olağanüstü gelen şeyler olup olmadığını soruyor.
Çoban
bu soru üzerine Yahya Efendi’ yi bir yere götürerek:
‘’ Efendim ; şu yeri görüyor musun? üzeri yemyeşil ot olduğu halde, koyunlarımı bu oyu yedirmek için her seferinde buraya getiriyorum fakat koyunlarım nedense bu yeşil otun olduğu kısıma hiç uğramayıp ikiye ayrılarak bir kısmı bu yerin sağından bir kısmı da solunda geçip gidiyorlar, Aha şu ileride yine birleşiyorlar . Yani Buraya basmıyor otundan yemiyorlar.’’ diyor
Bunun üzerine Yahya Efendi o yeri tesbit ediyor ve yeri işaretliyor. Padişaha naklediyor. Oraya bir türbe inşa ediyorlar. O zamanda bu zamana ziyaret ediliyor.
Osmanlı döneminde bu tepe Sadrazam 28 Çelebizade Mehmet Sait PAşa tarafında 1755 tarihindebir mescid yaptırmıştır. III. Osman’ın sadrazamlarında olan bu zat aynı zamanda, burada türbenin etrafını çevirmiş , bir türbedar ile türbenin bakımını ifa etmek için görevliler tayin ettirmiş ve onlar için odalar yaptırmıştır. (Allah ondan razı olsun) .
Tarih boyunca ziyaretcileriyle bütünleşen ve hep insanların ilgi odağı olmayı sürdüren bu tepede, III. Selim Han döneminin bazı yıllarında , izdihamdan dolayı fitneye mahal olmasın düşüncesiyle mevlid okunması bile yasaklanmıştır.
Yuşa Peygamber’e izafe edilen kabrin 17 metre uzunlukta olması konusunda ise şöyle yorumlar yapılmıştır.
1- O bir peygamberdir, ona duyulan saygı ve sevgiden dolayı böyle uzun ve büyük bir mezar yapılmış olabilir.
2- Yeri Manevi bir keşifle bulunduğu için, isabet eder düşüncesiyle geniş ve uzun tutulmuş olabilir

Hazreti Mevlana'nın babası

( Hazreti Mevlana'nın babası ve Alimler Sultanı)





Nasıl Gidilir ; Konya - Hazretleri Mevlana Türbesinde. Hazreti Mevlana'nın hemen yanında.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin babasıdır ve hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'in soyundandır. Belh şehrinde Hatîboğulları sülâlesindendir. İsmi Muhammed Bahâeddîn'dir. Babası Hüseyin Hatîbî, dedesinin ismi de Ahmed Hatîbî'dir. 1151 (H.545)de doğdu. 1228 (H.625) veya 1231 (H.628) de Konya'da vefât etti. Annesi, Harezmşah sultanlarından Alâüddîn Muhammed Harezmşah'ın kızı Emetullah Hâtundur.
Muhammed Bahâeddîn iki yaşında iken, babası Hüseyin Hatîbî otuz üç yaşlarında olduğu hâlde vefât etti. Emetullah Hâtun, oğlu Bahâeddîn'in büyümesi ve iyi bir tahsîl ile yetişmesi için büyük bir titizlik ve îtinâ gösterdi. Efendisi Hüseyin Hatîbî'den kalan kitapların bulunduğu odaya oğlunu sık sık götürür; "Evlâdım, Bahâeddîn'im! Bu kitaplar, rahmetlik babandan kaldı. Muhterem baban bu kitapları dâimâ okur, hiç elinden bırakmazdı. Bu kitaplara çok değer verir, her şeyden üstün tutardı. Onun vefâtından sonra pekçok âlim bu kitapları almak için bize geldiler. Fakat hiçbirine vermedim, bunları senin için muhâfaza ediyorum. Sen de ilim öğrenerek babanın kitaplarını anlamaya muvaffak ol ve babanın yerini tut!" derdi. Bu sözler Bahâeddîn'e çok tesir eder, büyüyünce okuyup âlim olacağını söylerdi. Emetullah Hâtun, oğlunu, okuma çağına gelince ilim tahsîline verdi. Bahâeddîn, derslerine çok çalışır, devamlı kitapları ile meşgûl olurdu. Keskin zekâsı, hâdiselere karşı sürat-i intikâlinin çok fazla olması ve Allahü teâlânın yardımıyla kısa zamanda hocalarının takdîrini kazandı. Pekçok zâhirî ilimleri öğrendi. Dolayısıyla, halk arasında da tanındı, onların muhabbetlerini kazandı. Büyük Velî Necmeddîn-i Kübrâ'dan tasavvufu öğrenerek, onun dertlere devâ olan feyz ve bereketlerine kavuştu. Bâtınî ilimlerde ilerleyerek, Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin en önde gelen talebeleri arasına girdi. Muhammed Bahâeddîn, hocasının teveccühleri ile iyice olgunlaşarak, zamânının en büyük âlimlerinden ve velîlerinden oldu.
Muhammed Bahâeddîn evlenme çağına gelince annesi, Harezm Sultânı Rükneddîn'in kerîmesi olan Mümine Hâtun ile evlendirdi. Onların bu evliliklerinden de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri doğdu.
Muhammed Bahâeddîn hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde öyle yüksek derecelere vâsıl oldu ki, iki cihânın güneşi, hürmetine yaratıldığımız Server-i âlem Sevgili Peygamberimiz ona rüyâsında "Sultân-ül-ulemâ= Âlimlerin sultânı" lakabını verdi. Rivâyete göre, bu hâdise şöyle anlatılır: Zamânının büyük âlimlerinden üç yüz kadar müftî ve müderris, bir gece Peygamber efendimizi rüyâlarında gördüler. Resûlullah efendimiz büyük bir kürsî üzerine oturmuşlardı. Etraflarında da binlerce velî ve âlim bulunuyor, Resûlullah efendimizi huşû içinde dinliyorlardı. Orada Muhammed Bahâeddîn, güzel elbiseler giyinmiş bir hâlde, Peygamber efendimizin hemen yanıbaşlarında ve sağ taraflarında oturmuştu. Peygamberimiz, orada bulunanlara Muhammed Bahâeddîn Veled'i göstererek; "Ey insanlar! Bugünden sonra Muhammed Bahâeddîn'e "Sultân-ül-ulemâ" denilecek ve imzasına "Sultân-ül-ulemâ" yazılacaktır." buyurdu. Sabah olunca rüyâlarını anlatmaya gelenlere, daha onlar bu müjdeyi vermeden o; "Ey kardeşlerim! Bu gece Sevgili Peygamberimizin bize ihsân buyurduğu lakabı bana müjde için geldiniz değil mi?" diyerek, onların rüyâlarını keşfettiğini belirtince, cümlesi hayran kalarak; "Allahü teâlâ ve Resûlü şâhiddir ve biz de şâhidiz ki, sen Sultân-ül-ulemâ'sın. Bundan böyle bu isimle tanınacaksın." dediler. Muhammed Bahâeddîn'e karşı muhabbetleri ziyâde olup, ona talebe olmak istediklerini bildirdiler. O da, gelen bu âlimleri talebeliğe kabûl etti. İmzâ olarak da Sultân-ül-ulemâ lakabını kullanmaya başladı.
Âlimler, rüyâlarını yakınlarına söyleyince, hâdise herkes tarafından işitildi. Her taraftan ziyâretçiler gelmeye başladı. Şânı her yerde duyuldu. Halkın yanında îtibârı pek ziyâde yükseldi. Herkes huzûruna koşar, hizmetiyle şereflenmek için çalışır ve hasta kalblere şifâ olan mübârek sözlerini dinlemek için can atardı. O civarda olanlar, Sultân-ül-ulemâ'ya sabırsızlıkla koşarak, talebesi olmakla şereflenmek istediler ve murâdlarına kavuştular. Birçok müşkili olanlar Belh'e kadar gelip, aldıkları cevaplarla dertlerine derman buldular.
Bahâeddîn Veled hazretlerinin zâhirî ve bâtınî mertebeleri yükselince, başta annesi, talebeleri ve akrabâları kendisine; "Başımıza pâdişâh ol. Seni korumak, emirlerini yerine getirmek için hazırız" dedilerse de, onlara; "Peygamber efendimiz; "Ben fakirlikle iftihâr ederim" buyurdu. Zâhirî saltanat tâcını giymek bize yakışmaz. Bizim yolumuz, Peygamberimize tâbi olmak ve sünnet-i şerîflerine uymaktır." buyurdu.
Bahâeddîn Veled, bundan sonra riyâzet ve mücâhede, nefsin isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmak ile uğraştı. Bu şekilde mânevî bakımdan pek yüksek derecelere kavuştu. Ne zaman vâz ü nasîhat etmeye başlasa, etrâfında binlerce insan toplanır, feyiz ve bereketlerinden istifâde ederlerdi.
Bahâeddîn Veled, sabah namazından sonra ikindi vaktine kadar talebelerine ilim öğretir, ikindiden sonra medresesine gelenlere mârifetullahtan, Allahü teâlâyı tanımakdan bahsederek insanları aydınlatırdı. Nasîhatlerinde Ehl-i sünnet îtikâdını anlatır, bozuk fırkaların inanışlarını îzâh ederdi. İnsanların, dalâlet ve sapıklık yollarına düşmemeleri, Cehennem'de yanmamaları için çok gayret sarfederdi.
Bid'at fırkasına mensup bâzı âlimler, aralarında ittifak ederek, Bahâeddîn Veled'i, sultâna şikâyet ettiler. Sonra; "Sultânımız! Muhammed Bahâeddîn Veled, size zâlimdir, âlimlerinize de câhildir diyor. Halkın büyük bir kısmı onun etrâfında toplandı. Vakitlerinin çoğunu onunla geçiriyorlar. Bir gün sizi tamâmiyle bırakıp, ona tâbi olacakları muhakkaktır. Eğer böyle bir şey olursa, sizin saltanatınıza ziyân gelir. Bu bizim için yüz karasıdır. Biz, size gördüğümüzü söylüyoruz. Vazifemiz sizi uyarmaktır, gerisini siz bilirsiniz." dediler. Bunları işiten sultan çok üzüldü. Çünkü Sultân-ül-ulemâ'ya ziyâdesiyle muhabbeti vardı. Fakat bu âlimlerin söyledikleri de yabana atılır şeyler değildi. Bu işin tahkîki için yakınlarından bir kimseyi Sultân-ül-ulemâ'ya göndererek; "Bütün beldelerde olan hâdiseler sizce keşfolunmakta, bütün memleketlerdekiler de tasarruflarınız altındadır. Ülkemizde bir pâdişâh var iken, ikincisinin de hükümet kurması uygun değildir. Neticede, bendenizi bir memlekete tâyin buyurursanız memnun oluruz" gibi sitemli ve uygun olmayan sözler sarfetti. Bunları Sultân-ül-ulemâ'ya söylediklerinde, buyurdu ki: "Hasedcilerin zulümlerinden hicret etmek dedelerimizin sünnetleridir. İş böyle olunca, biz de sefer eder, başka ülkelere gideriz. Buradan ayrılınca, bu memleketin başına felâketler gelir, bu ülkeyi dinsiz Tatarlar (Hülâgü'nün ordusu) istilâ ederler." buyurdu. Akrabâ ve talebelerine sefer hazırlıklarına başlamalarını söyledikten sonra, sultânın adamlarına dönerek; "Sultâna gidip bizden selâm söyleyiniz. Ona; "Biz fânî dünyânın şöhretlerine tâlip değiliz. Dünyâ sultanlığında, tâcında da gözümüz yoktur. O, bu dünyâdaki saltanatına devâm etsin." deyiniz." buyurdu.
Haber etrâfa çabucak yayıldı. Bahâeddîn Veled hazretlerinin hicretini işiten herkes, malını mülkünü toplayıp, bu memleketten ayrılmaya, Bahâeddîn Veled ile berâber gitmeye karar verdi. Bütün olup bitenleri yakından takib eden sultan, çok üzüldü. Sultân-ül-ulemâ'ya şefâatçılar göndererek af diledi. Kararından vazgeçmesini istirhâm etti. Sultân-ül-ulemâ hazretleri, pâdişâhın teklifini reddetti. Fitne çıkarmadan, halkı galeyâna getirmeden şehirden ayrılmak istiyordu. Bunun için de, Cuma günü Belhlilerin bir câmide toplanmalarını arzu etti. Herkes o gün câmide toplanıp, mahşerî bir kalabalık hâlini aldı. Bahâeddîn Veled, onlara nasîhat etti, tesellide bulundu ve onlarla vedâlaştı, helâlleşti. Orada bulunanlar çok ağladılar. Sultân-ül-ulemâ, oradan yakın akrabâları ve talebeleriyle birlikte ayrıldı.
Nişâbûr'a geldiklerinde onları Ferîdüddîn-iAttâr hazretleri karşıladı. İzzet ve ikrâmlarda bulundu. O sırada beş yaşlarında bulunan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Nişâbûr'da bir rüyâ gördü. Rüyâsında nur yüzlü bir ihtiyâr, kendisine, altı dallı bir gül verdi. Rüyâsını babasına anlattığında, Sultân-ül-ulemâ şöyle tâbir etti: "Altı tâne dalı olan gül, senin altı cildlik bir kitap yazacağına işârettir." Orada bulunan Ferîdüddîn-i Attâr da; "Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile meşgûl olursunuz." diyerek, Mantık-ut-Tayr isimli kitabı Mevlânâ'ya hediye etti. Meğer rüyâda görülen ve kendisine gül veren kimse Ferîdüddîn hazretleri imiş.
Nişâbûr'dan ayrılıp Bağdât'a doğru yola çıktılar. Bağdât'a giderken, yol üzerindeki bütün şehirlerin sâkinleri onları çok iyi karşılayıp, evlerine götürerek çok ikrâm ve tâzimde bulundular. Bağdat'a yaklaştıkları zaman, kendilerine rastlayan bir cemâat; "Sizler kimlersiniz?Nereden gelip, nereye gidiyorsunuz?" diye suâl edince, Bahâeddîn Veled; "Allah'dan geliyoruz, Allah'a gidiyoruz, Lâ havle velâ kuvvete illâ billah." cevâbını verdi. O cemâat, bu cevâbın muhabbeti ile hayretler içinde kaldılar. Bu haber, Şeyh Şihâbeddîn Sühreverdî hazretlerine bildirildi. O da; "Böyle bir zât, Bahâeddîn Veled'den başkası olamaz." buyurdu. Bunun üzerine Sühreverdî hazretleri de, talebeleri ile birlikte onu karşılamaya çıktılar. Buluştukları zaman, Sühreverdî atından inip, Bahâeddîn Veled'in ellerini öptü ve onları kendi hânesine dâvet etti. Bahâeddîn Veled, maiyetinin kalabalık olduğunu söyleyerek, özür diledi ve Müstensıriyye Medresesine yerleşti.
Bağdât'tan kâfilesiyle ayrılan Sultân-ül-ulemâ, Kûfe yoluyla Kâbe-i muazzamaya geldi. Zilhicce ayının ortalarına kadar orada ibâdet ile meşgûl oldu. Haccını îfâ ettikten sonra, Medîne-i münevvereye gelip, hasretiyle yandığı Sevgili Peygamberimize misâfir oldu. Orada günlerce gözyaşları içinde ibâdet eyleyip, Resûlullah efendimizin feyiz ve bereketleriyle şereflendi. Bir müddet orada Cennet hayâtı yaşadıktan sonra, mânevî bir işâret üzerine Peygamber efendimize vedâ edip, gözlerinden yaşlar dökerek Medîne-i münevvereden ayrıldı. Günlerce yol aldıktan sonra, Şam'a geldi. Oradaki âlimler Şam'da kalması için çok ısrâr ettilerse de, onlara nâzik bir cevâb ile Rum diyârına gitmek istediğini bildirdi. Sonra Konya'nın bugünkü Karaman ilçesinin yerinde bulunan Lârende kasabasına geldi.
Konya'da bulunan Sultan Alâüddîn, Emîr Mûsâ'yı Lârende'ye bey tâyin etmişti. Emîr Mûsâ, Muhammed Bahâeddîn Veled hazretlerine çok saygı gösterdi. Onun talebesi olmakla şereflendi. Hocası Sultân-ül-ulemâ'ya bir medrese yaptırarak, yedi sene hizmetiyle şereflendi. Bahâeddîn Veled, oğlu Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi, Seyyid Şerâfeddîn Semerkandî hazretlerinin kerîmesi Gevher Hanımla evlendirdi. Vefât eden hanımı Mü'mine Hâtun ile oğlu Alâüddîn'i Lârende'ye defnetti.
Emîr Mûsâ'yı çekemeyenler, Konya Sultânı Alâeddîn-i Keykûbâd'a; "Lârende Beyi Emîr Mûsâ, Sultân-ül-ulemâ'yı çok sevip, onun talebesi oldu. Ona olan aşırı muhabbetinden sizi unuttu. İsminizi bile ağzına almaz oldu." gibi iftirâlarda bulundular. Alâeddîn Keykûbâd, Emîr Mûsâ'ya mektup yazarak huzuruna çağırdı. Emîr Mûsâ durumu hocasına bildirdiğinde, Sultân-ül-ulemâ; "Sultan Alâeddîn'e gidiniz, selâmımı söyleyiniz. Sorduklarına doğru cevab veriniz." buyurdu. Emîr Mûsâ derhal yola çıkıp, Konya'da Alâeddîn Keykûbâd'ın huzuruna çıktı. Sultânın; "Ey Mûsâ! İşittiğime göre Sultân-ül-ulemâ'nın emrinden dışarı çıkmaz imişsin. Bizi ziyârete hiç gelmiyorsun. Yoksa bizi unuttun mu?" diye sitem edince, Emîr Mûsâ, Sultân-ül-ulemâ Muhammed Bahâeddîn Veled hazretlerinin üstünlüğünü, keşif ve kerâmetlerini, ilimdeki yüksekliğini uzun uzun anlattı. Âlimlere karşı aşırı sevgisi ve hürmeti olan Alâeddîn Keykûbâd bu sözleri hayranlıkla dinledi ve; "Ey Mûsâ! Sultân-ül-ulemâ böyle büyük bir âlim ve velî bir zât idi de, bize daha önce niçin bildirmedin? Onu Konya'ya dâvet ediyorum. Bizler de feyiz ve bereketlerine kavuşup, mübârek elini öpmekle şereflenelim. Lütfen gidiniz, bana vekâleten kusûrumuzun affını isteyip, muhabbetimizin çokluğunu kendilerine arzediniz. Lütfedip Konya'yı da şereflendirmelerini istirhâm ettiğimi zât-ı alîlerine bildiriniz" emrini verdi. Emîr Mûsâ Lârende'ye gelip, hocasına durumu bildirdi. Sultân-ül-ulemâ; "Müslümanın dâvetine icâbet lâzımdır." emri gereğince, bu dâveti kabûl edip hazırlandı. Konya'ya doğru yola çıktı. Sultan Alâeddîn de, yanında vezîrleri, kâdıları, âlimleri ve ileri gelen devlet erkânıyla, Bahâeddîn Veled'i karşılamaya çıktılar. Bahâeddîn Veled hazretlerine yaklaştıklarında, atlarından inip yaya olarak huzûrlarına vardılar. Büyük bir sevgiyle onu karşıladılar. El öpüp, hürmetle hâl hatır sordular. Büyük bir tevâzu ile Bahâeddîn Veled'den af dilediler. Hep birlikte Konya'ya dönmeye başladılar. Bugünkü Mevlânâ hazretlerinin türbesinin olduğu yere geldiklerinde, Sultân-ül-ulemâ; "Buradan nesebimizin güzel kokuları geliyor." buyurarak, oradaki bir bahçeyi işâret etti. Bunu işiten Alâeddîn Keykûbâd, Sultân-ül-ulemâ'ya o bahçeyi hediye etti. Bahâeddîn Veled, Konya'da bir medreseye yerleşti. Orada vâz ve nasîhat ederek, insanların kurtulması, iki cihân saâdetine kavuşması için çok çalıştı.
Bir kimse bir günah işleyip, tövbe etmeden Sultân-ül-ulemâ'nın huzûruna çıksa, gelenin durumunu hemen keşfederek; "Allahü teâlânın velî kullarının huzûruna temiz olmayan kalb ile gelmeyiniz. Bu kötü hâlleri bırakın, güzel bir tövbe ederek göz yaşları akıtın ki, günah kirleri yıkansın. Evliyânın huzûruna, günahlarınıza tövbe ve istigfâr etmiş olarak girip, onların yüzlerine Allahü teâlânın rızâsı için muhabbetle bakınız ki, onların feyz ve bereketlerinden istifâde edesiniz" buyururdu. Böylece, onların işlediği günahları söylemeden, yüzlerine vurmadan nasîhat ederdi.
Sultân-ül-ulemâ Muhammed Bahâeddîn Veled hazretleri, bir gün hasta olup, yattı. Alâeddîn-i Keykûbâd ziyâretine gelip; "Efendim! İnşâallah tez zamanda sıhhate kavuşur da devletimizin başına geçip tahta oturursunuz. O zaman zât-ı âlinizin hizmetiyle şereflenip, her ne murâd ederseniz, bütün gücümüzle size yardımcı olmaya çalışırız. Böylece Rabbimizin ihsân edeceği nice ikrâmlara ve gizli sırların keşfine nâil oluruz inşâallah." deyince, Sultân-ül-ulemâ; "Biz artık bu hastalık sebebiyle bu fânî dünyâdan hakîkî âleme göç ederiz. Fakat arkamızdan kısa zaman sonra, siz de bize kavuşursunuz. İşte orada sizinle berâber oluruz." dedi. Bundan sonra helâlleştiler. Bundan üç gün sonra bir Cuma günü, öğleye doğru Kelime-i şehâdet getirerek çok sevdiği hakîkî âleme kavuştu.
Muhammed Bahâeddîn Veled hazretlerinin vefâtından sonra, Alâeddîn-i Keykûbâd günlerce ata binmedi, sarayında tahtına oturmadı. Kuru hasır üzerine oturarak tâziye için gelenleri karşıladı. Câmilerde pekçok Kur'ân-ı kerîm hatimleri yaptırıp, öksüz ve fakirleri doyurdu, üstlerini giydirdi. Hepsinden meydana gelen sevâbı, hocası Sultân-ül-ulemâ hazretlerine gönderdi.
Sultân-ül-ulemâ'nın ileri gelen talebelerinden Seyyid Burhâneddîn anlatır: "Rüyâmda hocam Sultân-ül-ulemâ'nın türbesinden yeşil bir nur yükselmeye başladı. Genişledi, genişledi, bulunduğum yere kadar geldi. O nûrun önüne bir engel çıkmadan bütün Konya'yı kuşattı. Bu hâdise karşısında bayılıp düştüm. Sabahleyin rüyâyı tâbir ettirdim. Sultân-ül-ulemâ'nın neslinden çok muhterem kimselerin meydana geleceğini müjdelediler."
Bahâeddîn Veled'in çok sevdiği talebelerinden biri anlattı: Rüyâmda, Sultân-ül-ulemâ'nın mübârek başını, Arş'a kadar yükselmiş gördüm. Ona; "Efendim! Hâliniz nasıldır?" dedim; "Oğlum Celâleddîn-i Rûmî'nin ilim ve amel nûruyla bu derece yükseklere ulaştım. Oğlumun mertebesine, bütün velîler ve melekler gıbta ediyorlar. Ondan çok memnunum." dedi.
Baha Veled’in vefatından sonra Selçuklu Sultanı Alâeddin’in mühim bir sıkıntısı olsa şeyhinin Türbesine koşar mutlaka ferah bularak dönerdi.
1) Nefehât-ül-Üns; s.513, 514
2) Kâmûs-ul-A'lâm; c.2, s.1412
3) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.9, s.223
4) Risâle-i Sipahsalar

KEÇECİ BABA

KEÇECİ BABA KİMDİR




 Araştırmacı  A. YAMAN a göre keçeci baba 
Çevrede önemli evliyalardan biri olarak bilinen keçeci babayı araştırmacı A.YAMANşöyle anlatmaktadır: Halk söylencelerine göre Horasandan Anadoluya gelen keçeci babanın türbesi Tokat ili Erbaa ilçesi keçeci köyündedir kendisi sancaklı evliyalarındandır
 13.yy da yaşadığı ,hacı bektaş velinin amcası olduğu rivayet edilmektedir.
 keçeci baba ahi mahmut veli , gül ahi baba şah , mahmut veli gibi isimlerledeanılmaktadır. Selçuklu döneminin son ahi babası olarak bilinir zamanının önemli sanatlarından olan keçeciliğin en büyük ustasıdır türbesi bulunan köyün ismi buna dayanmaktadır. Keçeci baba bilim ruh sağlığı,veterinerlik,sanat ve eğitimle uğraşmış zamanın en yetkin bilgin ulema kişisi ve velisi olarak Anadolu erenleri içerisinde derin iz bırakmış horasan pirlerindendir.   Kendi türbesi içinde yatan ailesi ile birlikte   altın bıyık, seyit mehmet, ali haydar   adında üç oğlu ve Turhal’ın Karkın köyünde mezarı bulunan Aziz baba adlı torunu olduğu bilinmektedir.
 Türbesini her yıl her etnik yapıdan ,inançtan, kültürden binlerce kişi ziyaret eder kurbanlar keserler adaklar adarlar ,türbesine özellikle ruh sağlığı bozulmuş kişiler ,felçliler,askere gidenler ve çeşitli dilekler dileyenler gelirler. Her yıl ağustos ayının son Pazar günü Keçeci köyünde keçeci baba kültür festivali düzenlenir,keçeci köyünde ayrıca 
 Deruni, Fedai, Arifoğlu, Nihani, kurban ali, sükuti gibi ozanlarda keçeci baba tekkesinden feyz alarak yetişen tanınmış hak aşıklarıdır.

 KEÇECİ BABA BİR AHİDİR(ahilik :Osmanlıda ve Selçukluda sanat sahibine verilen isimdir vede ocaktır) ve ahilik ocağına mensuptur ahilik sanatkarlık demektir ocağıda sanatkarlar ocağıdır.Keçeci köyünün en büyük özelliği bütün evler tek katlıdır bu iki nedene dayandırılmaktadır;
 birinci neden köylüler keçeci babaya çok saygılıdırlar türbeden yüksek bina yapmamaktadırlar,
ikinci neden köylülerin ifadelerine göre türbeden yüksek bina yapıldığı zaman ya yanmakta ya yıkılmaktadır mutlaka başına bir şey gelmektedir.
KEÇECİ BABA İSMİ
 keçeci babanın asıl adı mahmut’tur anlatıldığına göre ününü duyan devrin Selçuklu sultanı kendini saraya çağırır ve bir keramet göstermesini ister oda cebinden keçe çıkarmaya başlar o kadar çok keçe çıkarırki bir oda keçe ile dolar o olaydan sonra sultan senin adın keçeci baba olsun der ve lakap olarak keçeci baba kalır
 Keçeci babanın horasan erenlerinden olduğu hicri 750,miladi 1349 yılında burada şehit düştüğü ayrıca oğullarından birinin kendi yanında diğerinin ise Rusyada şehit olduğu rivayet edilmektedir.

KEÇECİ BABA ZAVİYESİNDE YETİŞEN ÜNLÜLER (bu bölüm Ahi Mahmut vakfı sitesinden alınmıştır) 
  1) aziz baba Turhalın Karkın köyünde yatar
  2) kasım pehlivan Tokatın Erbaa ilçesi Keçeci köyünde yatar
  3) haydar pehlivan
  4) kurban ali Keçeci de yatar
  5) fedai Amasya Ebemi Köyünde yatar
  6) mevali
  7) ruhani
  8) ligari
  9) suzi Zilenin Kuru pınar köyünde yatar
10) sükuti
11) arifoğlu Tokat merkez Kızıl köyde yatar
12) sefil ali
13) deruni
14) engüni
15) aşık haydar şahin
şahzade abdülaziz döneminde baş pehlivan olan kasım pehlivan(şeyh kasım) ve alnında zöhre yıldızı parlayan haydar pehlivan köyümüzün önde gelen büyüklerindendir.

 keçeci köyü’nde ayrıca deruni, fedai, arifoğlu nihani, kurban ali, suzi, sükuti gibi ozanlar da keçeci baba tekkesinden feyz alarak yetişen tanınmış hak aşıklarıdır...


Ayhan Aydın’ın  Kazım Kaya ile bir söyleşisinden
KEÇECİ BABA 
(İmam Rıza geçsede kayıtlarda) Musayı Kazım torunu Musayı Sani Evladı,
 Zeynep Ana’dan doğma,  bir erendir.
 Ahı Mahmut Veli olarak, günümüzde ise Keçeci Baba olarak anılan bir Anadolu erenidir.
Kendisi Keçeci’ye gelince ilk önce mekanı ve evini yapıyor. Bir mescit de yapıyor. Hz. Peygamber deliyi ayıktıran, kuduzun şifasını veren, uğursuzlara murat veren, nice daha dertlere derman olan aynen sırrı Şah Mahmut’u Veli verilmiş.
Ahi Mahmut Veli dediğin zaman Ahir Zaman Nebisi’nin (Muhammet Mustafa)’nın yolunun bir yolcusu, onun yolunu devam ettiren bir veli.
 Mucizeler göstermiştir.
 Şekeri şeb etmiş.
 Onun yaşadığı dönem, Selçuklular  dönemidir
 Ama o İstanbul’a gidiyor. İstanbul’da kral varmış. İslamiyet’i Anadolu’da yayan en başta Horasan piri olan Keçeçi Baba’dır. Esas gelişi Şah Mahmudi Veli’dir. Şah demek İmam Ali’den geliyor. On İki İmam’dan da Veliliği gelir. İmam Rıza’dandır, Horasan’ın piri İmam Rıza’dır.

ZAMANIN PADİŞAHI ONA DİYOR Kİ; 
ekmeği bildin kaldırdın (çiğnemedin), Kuran’ı bildin çiğnemedin, zehiri içtin bal ettin, fırına atıldı, gül bahçesi, cennet sarayına çevirdi. Amma da Gül Ahi Baba’ymışsın, diyor. 
Ya derviş bu kadar mucizat gösterdin tadına doyamadım, son olarak, senden bir isteğim daha var. Koca bir sarayım var. Buraya senden bir işaret isterim. Bir avuç tüy alır (yün), okur, eliyle saçtığı gibi saray bin bir renkten keçe halı saraya donanır. Amma da Keçeci Baba Sultan’ımışın der, o zaman beratı eline alır. Padişah (Kral) seçeresini mühürledir, evlatlarını belgeler, kendisi geri gelir, İstanbul’dan. Daha buna benzer çok kerametleri, mucizeleri, ocakları var. 
Hala günümüzde yüksek bir ocak olarak Ahi Keçici Baba sayılır, hürmet gösterilir. Hacı Bektaş Evlatlarına bağlı olarak biz de bu hizmetleri sürdürürüz. Pirlerimiz ulusoylardır. Ersaslanlar (Keçici Köyü’nde) bizim rehber halifemizdir, onlar da yetkisi ulusoylardan alırlar. Yıllık olarak görgüyü onlardan alırlar. Bizler de Eraslanlar’dan (Deruni Sultan Evlatları) alırız.
Şimdi geldi evladım Deruni
İbni Rıza Şah Mahmut’u Veli’nin Özce Torunu
Arayan bulur, muhip pirini
Her zaman ikrara bağlıdır başımız.
Yani kış yaz delisi, kuduzu hiç durmaz, devam ederler. Kuduz hastasına biz Keçeçi Baba’nın toprağı ve (cevheri) suyunun götürürüz, septiğimiz gibi şifa bulunur. O hastalık gider. Ben deliyi elime gelince ayıktırıyorum, bu bizim bir mucizesidir. Bizim yöreye bir niyetle, dilekle gelip de, boş giden olmaz. 
Yani bizim ocak başta akıl hasları, ruh bozuklukları, kuduz hastası olanların şifa bulmak için geldikleri ana yerlerden, inanç mekânlarından birisidir.
Tokat mıntıkasında da hiçbir ocak onun üstüne gelip oturmaz, İmam Rıza diyerek, bizden öne çıkmıyor, bütün ocaklar bize saygı duyuyorlar. Bizler üst görevinde dedeler arasında dedelik yapıyoruz.
Derunu büyük bir ozan. Yanında yetişen ozanlarımız ve ocaklar
 Arifoğlu, (Tokat Kızılköy’de yatar), 
Fedai Baba (Amasya Ebemi Köyü’nde yatar), 
Kurban Ali (Keçeci’de yatar) 
Nihani Derviş (Amasya’nın bir köyünde), 
Hümmet Dede, Müradi (esas ismi Himmet) Dede (muradımı aldım, 
şükürler olsun, Deruni Sultan’dan Müradi bir himmet alıyor, (zamanın aşığı ve Kutubi olacak, Keçeci Köyü’nde) bunun sonunda Aşık Haydar dediğimiz büyük aşık, doğuyor. 
Elli yıldır köyün dedeliğini ve aşıklığını yapan kişi oldu.)
 Sukiti (Kuytu köyünde yatıyor.  Feyz alan bir yetişmiş ozan da odur.)
 Zile’nin Kuru pınar köyünde Ali Özkan ozanlık ismi Suzi Baba.  (Bu da benim annemin öz dayısıdır ve kökü de Keçeci’den oraya gitmiştir.  Yani o da Kayalardan ayrılmadır.) O da Zile’ye yerleşmiştir. 
Orada on şekiz yıl köy imamlığı yapmıştır. Halen de evlatları o köydedir. Çevre köylere dedeliği onlar yaparlar.  Deruni’nin yanında yetişen yedi ozan bunlardır.


Dedeler kimlerdir? Dede dediğin zaman aynen o ocaktan gelmesi, ocak zatlarından gelmesi, makam sahibi olması gerekir. Seyidi Saadet olman için On İki İmam’dan gelmen lazım. Bunlar Horasan erleri. Rum erleri dediğin zaman bu bölgede Anadolu’da yetişenlerdir. Horasan erleri İmam Rıza’nın nutkundan, soyundan gelenlere denir.  Pirleri İmam Rıza yetiştirmiştir. Soyundan gelenlerdir.
Evvala insanlık babında kendisini yetiştirmesi lazımdır. Kendisini yetiştirecek, topluma kendisini sevdirmesi lazım. Sadece bu bilgiyle olmaz. Kişilik, onur, şeref, haysiyet lazım. İlmini üstazlarından almış olacak. Motif olacak, her tarafla bağlantılı olacak, ilimden, her taraftan haberdar olacak. Eski yazısı olur, âşıklık olur, insanlara yardımcı olur, dede yeri gelince iş verir, yardımcı olur. İnsana yardımcı olmadan dede olmaz.
Dedeler işin özüne inecek. Araştırıcı olacak. Haki pay, turap olacak.
 İmam Ali’ydi ben turabım, diyen. Dedeler de öyle olacak. İnsanların da dede özüne girecek. Dedelik kolay değil. Büyüklerin sözüne uyacaksın. Toplum olmadan, insan olmadan, dedelik olamaz.
 Düzgün olacaksın, Müsahip kavline girmen lazım. Dört kapıyı, kırk makamı bir dede bilmezse nasıl dede olur? Gerçek seyyidler geride kaldı, her önüne gelen seyyid, dede oldu.
 Şu anda aynı şekilde hizmetlerinizi sürdürüyorsunuz? Bizim kendi geleneğimiz neyse onu sürdürüyoruz. Cemlerimiz atalarımızdan aldığımız şekliyle devam etmektedir. Keçiçi Baba’nın erkânlarını, cemlerini hep birlikte sürdürüyoruz.
Şimdi 9. ayın birinde Keçeci Baba Anma Törenleri olur. Ondan önce köy birlik görgüsünü yapar, hazırlanır. Törenden sonra, İstanbul’da, başka vilayetlerde köy toplumu tekrar birlik görgü cemlerini yapar. Şahıs görgülere geçerler. Herkes ocak dedesinden himmet alır, ondan sonra da kendi görgü taliplerine geçerler. Dar, yol erkân, müsahiplik başlar. Ama ilk önce dedesinden himmet alır. Köy birlik görgüsüne girmeyeni düşkün ilan ederler. Biz Keçeci baba birlik cemini yaptıktan sonra bizden bağlı ocaklar görgüden geçer, sonradan onlar hikmeti kendi ocaklarına götürürler.
 Söyleşi:Ayhan Aydın,  5 Aralık 2008, İstanbul
Derleme  Gazi Polat 






HZ.HIZIR İLE HZ.MUSANIN BULUŞTUĞU YER

HZ.HIZIR İLE HZ.MUSANIN BULUŞTUĞU YER



Hatay ilinde yer alan çok sayıda Hızır türbesi içinden ünlüsü Samandağı’nda yer alan türbedir. Hz. Hızır ile Hz. Musa’nın buluştuğu yer olarak kabul edilen kayanın üzerine kurulu.
H.Z Hızırın Türbesini sanki oradaymış gibi 360 derece panoromik ziyaret etmek için TIKLAYINIZ
Hz. Mûsâ döneminde yaşamış ve peygamber olması kuvvetle muhtemel, hikmet ve ilim sahibi bir şahsiyet.
Kur'ânı Kerîm'de, Hızır (a.s.)'in isminden açıkça bahsedilmez. Ancak Kehf Sûresi'nin 60-82. âyetlerinde yer alan Hz. Mûsâ ile ilgili kıssadan "Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul..." (18/65) diye sözü edilen şahsın Hızır (a.s.) olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bizzat Peygamber Efendimizden gelen sahîh hadislerde bu şahsın Hızır olduğu açıkça belirtilmiştir (bk. Buhârî, ilm 16, 44, Tefsîru'l-Kur'ân, Tefsîru Sûrati'l-Kehf 2-4; Müslim, Fedâil 170-174).
Bu rivayetlere göre bir gün Hz. Mûsâ isrâil oğulları arasında vaaz ederken ona kendisinden daha hikmet ve ilim sahibi kimsenin olup olmadığı sorulmuştu. Hz. Musâ: "Hayır, yoktur!" diye cevap verince Cenâb-ı Hak bir vahiyle Hz. Mûsâ'yâ Mecme'u'l-Bahreyn'de (iki denizin kavuşum yerinde) kullarından salih bir kul olan el-Hadir (Hızır)'in kendisinden daha âlim olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Hz. Mûsâ hizmetinde bulunan genç bir delikanlı ile Hızır'i bulmak üzere uzun bir yolculuğa çıktı. ikisi, iki denizin birleştiği yere ulaşınca, yolculukta yemek üzere azık olarak yanlarına aldıkları balıklarını unutmuşlardı ve Balık bir delikten kayıp denizi boylamıştı. Hz. Mûsâ oradan bir süre uzaklaştıktan sonra yemek için delikanlıdan balığı çıkarmasını istediği zaman balığın denize dalıp kaybolduğunu fârk ettiler. Hz. Mûsâ'nın Hızır'ı bulmasının alâmeti, bu balığın kaybolması olduğundan derhal oraya geri döndüler ve orada Hızır (a.s.)'i buldular. Bundan sonra Hz. Musa'nın Hızır ile, Kehf Sûresi 66-82. âyetlerinde anlatılan yolculuğu başladı.
Hz. Musa'nın yolculuğunda azık olarak taşıdığı balığın Mecme'u'l-Bahreyn'de denize dalıp kaybolması, bazı rivayetlerde ve çeşitli İslâm milletlerinin folklorunda, bu arada Türk folklorunda da bu suyun âb-i hayat olduğu, ölüleri bile canlandıran, içenleri ölümsüzleştiren bir hayat iksiri olduğu seklinde izah olunmuş, burada balığın canlanıp denize dalması meselesinde bir peygamberin hayatının ve Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin söz konusu olduğu unutulmuştur. Buna bağlı olarak, Mecme'u'l-Bahreyn bölgesinde yaşayan birisi olarak Hızır (a.s.)'a da ölümsüzlük isnâd edilmiş ve kendisine beser üstü güçler ve yetkiler verilmiştir.
Hızır aleyhisselâma verilen ilmin mahiyetini anlayabilmek için Musa (a.s.) ile olan yolculuğunu Kur'ân-ı Kerîm kısaca şöyle anlatır: Hızır (a.s.), yolculukta karşılaşacakları olaylara Musa peygamberin sabredemeyeceğini kendisine hatırlatmış ve O'ndan sabır için söz almıştır (el-Kehf,18/66-70). Önce deniz sahilinde, yolculuk için bir gemiye binmişlerdi. Hızır (a.s.) bir balta ile gemiyi delince kaptan tamir için geri dönmek zorunda kalmıştır. Musa (a.s.) sabredemeyip söyle demiştir: "Gemiyi, yolcularını boğmak için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın" (el-Kehf; 18/71). Yolculuğun sonunda, ilk bakışta görünmeyen ve perde arkası bilgi niteliğindeki sebebi Hızır (a.s.) şöyle belirtir: "O, deldiğim gemi, denizde çalışan birkaç yoksulundu. Onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü gemi yolculuğa devam ederse, ileride her sağlam gemiye el koyan bir kral (deniz korsanları) vardır" (el-Kehf, 18/79). Yolculuk sırasında, diğer çocuklarla oynamakta olan bir çocuğu öldürdü. Musa (a.s.): "Kısas olmadan, masum bir cana nasıl kıyarsın? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın, dedi" (el-Kehf,18/74). Küçük çocuğun bu erken yaşta vefat ettirilme sebebi Hızır (a.s.) tarafından şöyle açıklandı: "Öldürdüğüm erkek çocuğa gelince; onun anne ve babası mü'min kimselerdi. ileride onları isyan ve inkâra sürüklemesinden korktuk istedik ki, Rableri bu ölen çocuk yerine kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametli birini versin" (el-Kehf, 18/80,81). Burada Cenâbı Hak'kın, anne-babanın hayırlı kimseler olması sebebiyle, ileride kendilerini üzecek, büyük sıkıntılara sokacak bir çocuğu erken yasta vefat ettirip, onun yerine daha hayırlı bir evlâdın verilmesinin, gerçekte o aile için " hayır" olduğuna işaret ediliyor.
Yolculuğun üçüncü merhalesi Kur'an'da söyle anlatılır: "Musa ve salih kul yollarına devam ettiler. Sonunda bir köye varıp, halkından yiyecek istediler. Halk ise onları misafir etmek istemedi. Musa ve salih kul, orada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler, Salih kul hemen onu doğrultuverdi. Bunun üzerine Musa: "isteseydin buna karşılık bir ücret alırdın, dedi. Salih kul şöyle dedi: işte bu seninle benim aramızın ayrılması demektir. Sabredemediğin şeylerin içyüzünü sana anlatacağım" (el-Kehf, 18/77,78). Evi, ücretsiz tamir etmesini salih kul (Hızır) söyle açıklar: "Bu ev, şehirde iki yetim çocuğun idi. Duvarın altında kendilerine ait bir hazine vardı. Bunların babaları salih bir kimseydi. Rabbin, onların rüştlerine erip, hazinelerini bizzat kendilerinin çıkarmalarını istedi. Bu Rabbinden bir rahmettir. Ben bunları kendiliğimden değil, Allâh'ın emriyle yaptım. işte, sabredemediğin şeylerin içyüzü budur" (Kehf 18/82).
Bu hikmetlerle dolu yolculuktan, insanların günlük hayatta karşılaştıkları bir takım olayların, bazan büyük felaketlerin bir görünen yüzünün bir de asıl perde arkasının bulunduğu anlaşılmaktadır. Bazen şer olarak görülen olayların arkasından büyük hayırların ortaya çıktığı görülmektedir. Âyet-i Kerîmelerde söyle buyurulur: "Hoşumuza gitmediği halde, savaşmak size farz kılındı. Belki de hoşumuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır. belki hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür. Allah bilir siz ise bilmezsiniz (el Bakara, 2/216). "... Eğer karılarınızdan hoşlanmıyorsanız. olabilir ki, hoşunuza gitmeyen bir şeyde Allah, sizin için çok hayır takdir etmiştir. " (en-Nîsâ, 4/19). Rasûlullah (s.a.s.), Hızır(a.s.)'in ilmiyle ilgili olarak, gemi yolculuğu sırasındaki bir konuşmayı söyle nakleder: "Bir serçe, denizden gagasıyla su alıp, gemiye konmuştu. Hızır (a.s.) bunu Hz. Musa'ya göstererek şöyle dedi: Allah'ın ilmi yanında, benim ve senin ilmin, su serçenin denizden eksilttiği su kadar bir şeydir" 
Buhârî, ilm, 44, (el-Enbiyâ, 27, Tefsîru Sûre 18/2; Müslim, Fezâil, 180; Ahmet b. Hanbel, Müsned, II, 311, V, 118; bilgi için bk. Ibn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, İstanbul 1985, V,172-185).

Mansur Dede Türbesi / ADANA

Mansur Dede Türbesi / ADANA –Ceyhan –Akdam Köyü

Türbenin Yeri: Adana İli Ceyhan İlçesi Akdam Köyünde türbesi vardır.

Mansur Dede Kimdir: Kozan İlçesinde bulunan Tılan Ocağının kurucusu Mansur Dede olarak bilinmektedir.

Türbenin Durumu: Türbenin durumu hakkında elimizde herhangi bir bilgi yoktur.

Ziyaret Nedeni: Yöre halkı tarafından değişik dilekler için ziyaret edilmektedir.

HZ. MASUME (A.S) KUM ŞEHRİ

KUM ŞEHİRİNE DEĞER VEREN HZ. MASUME (A.S)

hz. masume (a.s)
Hz. Masume aleyha selam'ın doğumu:
Hz. Masume aleyhaselam'ın, babası Hz. İmam Musa b. Cafer aleyhisselam'dır ve annesi de bazı rivayetlerden anlaşıldığı üzere İmam Rıza aleyhisselam'ın annesi olan Necme Hanımdır. Yani Hz. Masume, anne ve baba yönünden İmam Rıza aleyhisselam'la kardeştirler.
Hz. Masume aleyhaselam, Medine-i Münevvere Şehrinde, hicretin 173. Yılının Zika'de ayının birinci günü dünyaya gelmiştir.
Hz. Ma’sume’nin Babası
Hz. Masume’nin babası on iki Masum İmamlardan Yedincisi İmam Musa Kazım (a.s)’dır. İmam Musa Kazım (a.s) kendi zamanında ilahi ilimlerin taşıyıcısı, yer yüzünde insanlara ilahi hüccet; ilim, takva ve züht ve diğer yüce erdemler yönünden eşsiz idi.  Pek az uyur gecelerini ibadetle geçirir secde halinde saatlerce Allah Teala  ile münacat ederdi. Bir çok geceler tanınmayacak bir şekilde fakirlerin evlerine başvurarak şefkatli bir baba gibi onların evine gerekli olan ihtiyaç maddelerini taşırdı. Gündüzleri ise halkı hakka hidayet etmekle meşgul olur ve zalimler vasıtasıyla tahrife uğramış olan dinin gerçeklerini açıklardı.
İmam Musa Kazım (a.s)’ın halk arasındaki manevi nüfuz ve mevkisine tahammül edemeyen ve onu kendi zalim yönetimlerinin istikrarı için bir tehlike gören zalim Abbasi hükümdarı Harun er-Reşit yıllar boyunca İmam’ı zindanlara tıkamış çeşitli işkence ve zulümlere tabi tutmuştur ve sonunda da İmam'ı zehirle şehit ettirmiştir.
Allah’ın salatı ona ve hidayet meşaleleri olan diğer Ehl-i Beyt İmamları'na olsun.    
Hz. Masume’nin Annesi
Hz. Masume’nin annesi iffet, iman ve takvasıyla tanınan ve İslami ilimlere vakıf Necme isminde muhterem bir hanımdır. O İslami ilimleri Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)’ın hanımı Humeyde’den öğrenmiştir.
Humeyde şöyle diyor: Necme bizim eve geldiği gün, Peygamber (s.a.a)’ı rüyamda gördüm bana şöyle buyurdu:
“Ey Humeyde Necme’yi oğlun Musa’yla evlendir. Zira yer yüzünün en iyi insanı ondan dünyaya gelecektir.”
Humeyde diyor ki ben Resulullah (s.a.a)’in emriyle Necme’yi oğlum Musa’ya aldım ve ondan İmam Rıza dünyaya geldi.
Horasan'a yolculuk
Abbasi halifelerinin yedincisi olan Me'mun, Şia’nın kıyamını önlemek için; Hz. İmam Rıza (a.s)'ı, Medineden Horasan'a davet etti. Bu hususta, İmam (a.s)'a çok mektuplar gönderdi ve nihayet zorla İmam’ı Horasan'a getirtti. İlk önce (siyaset icabı) hilafeti İmam'a teklif etti ama; İmam (a.s) kabul etmedi. Daha sonra veliahtlığı söz konusu eti. İmam (a.s), Me'mun'un hilelerinden haberdar olduğu için yine, ilk önce kabul etmedi, ama daha sonra Me'mun'un ısrar ve tehdidiyle, veliahtlığı, memleketin siyasi işlerine karışmamak şartıyla, zâhirde kabul etti. İmam (a.s) koyduğu bu şartla,  Me'mun'un hükümetinden razı olmadığını Müslümanlara anlatmak istedi.
Kum'un büyüklerinden nakledildiğine göre, Memun’un, İmam Rıza aleyhisselam'ı Medine'den Merv Şehrine götürmesinden bir yıl geçtikten sonra, Hz. Masume aleyhaselam kardeşini görmek için, bir kaç kardeşinin eşliğinde Hicretin 201. yılında Medine'den Horasan'a doğru hareket etti.
Bu yolculukta Hz. Masume'yle Birlikte Olanlar
Bu yolculukta Hz. Masume aleyhaselam; Fazl, Cafer, Hadi ve Kasım isminde dört kardeşi ve bir kaç yeğeni ve bir kaç hizmetçi ile birlikte idi.
Hz. Masume aleyhaselam'ın Hastalanması
Hz. Masume aleyhaselam, İran'ın Save şehrine ulaştığında, Ehl-i Beyt düşmanları haberdar olup onların kafilesine saldırdılar; bu saldırıda Hz. Masume aleyhaselam'ın kardeş ve yeğenlerinden 23 kişi, vuku bulan çatışma sonucu şehit oldular.
Kum şehrinin halkı bu haberi duyunca yardıma koştularsa da, olay yerine ulaştıklarında artık Hz. Masume aleyhaselam'ın yakınlarından bazıları şehit olmuştu; Hz. Masume aleyhaselam da bu olaydan duyduğu hüzün ve üzüntü neticesinde şiddetli bir şekilde hastalanmıştı.
O zaman, Save şehrinin halkı çok mutaassıp idiler; hatta Hz. Ali aleyhisselam'ın evlatlarına karşı kin besliyorlardı. Hz. Masume aleyhaselam, ''burayla Kum Şehri arasındaki mesafe ne kadardır?'' diye sordular. On fersah diye cevap verdiler. Bunun üzerine ''Beni Kum'a götürün '' dediler. Ve sözlerine şunu eklediler ki: Ben babalarımdan duydum ki ''Kum şehri bizim Şialarımızın yeridir.''
Hz. Masume aleyhaselam, 201 hicri kameri yılının Rebiulevvel ayının 23'de Kum şehrine ulaştılar.
Hz. Masume aleyhaselam'ı Karşılama
 Nakledilen sahih hadisler göre, Hz. Masume aleyhaselam'ın Kum'a girişlerinde, Kum'un büyükleri, onların önünde Musa b. Hazrec ve Kum halkından kalabalık bir grup, Hz. Masume aleyhaselam'ı karşıladılar. Ve bir çok kurban keserek onu ağırladılar.
Hz. Masume aleyhiselam'ın Kum'da, bu şehrin büyüklerinden olan Musa b. Hazrec b. Sa'd Eş'ari'nin ricası üzerine onun evine yerleşerek orayı şereflendirdiler.
Musa b. Hazrec'in evinde olduğu müddetçe, daima kardeşi Hz. Rıza (a.s)'ı hatırlayıp bu ayrılıktan dolayı göz yaşı döküyordu. Hz. Masume'nin bulunduğu ev şimdi Meydan-ı Emir mahallesinde Sittiye medresesinde bulunmaktadır.
Hz. Masume’nin vefat ve defni
Hz Masume, Musa b. Hazrec’in evinde on yedi gün kaldı, ta ki Rebiussani ayının onunda, 201 hicri kameri yılında Kum Şehri'nde vefat etti.
Bu nakle göre Hz. Masume, vefat ederken doğumundan 27 yıl 4 ay ve on gün geçmekteydi.
Hz. Fatime Masume aleyhaselam, vefat ettiğinde onu güsl edip, kefenlediler ve sonra Kum’da bulunan Babilan adlı mezarlığa götürüp defnettiler.
Nakle göre, kimin Hz. Masume’nin pak na’şını mezara indireceği hususunda, Saad ailesi arasında ihtilaf meydana gelmiş ve sonunda hepsi, Kadir isimli salih bir yaşlının bu görevi üstlenmesi hususunda ittifak etmişlerdir.
Bu şahsın gelip cenazeyi defnetmesi için ardısıra adam gönderdiklerinde, aniden çölün kumluk tarafından yüzü örtülü iki süvarinin süratle geldiği görülmüştür. Bu iki süvari, Hz. Masume'nin cenazesinin yanına gelip atlarından indiler; cenaze namazını kıldılar, sonra Hz. Masume'nin cenazesini toprağa verdiler ve daha sonra çıkıp gittiler. Ve bunların kim olduğunu kimse anlayamadı.
Musa b. Hazrec, kabrin üzerine hasırdan bir gölgelik dikti, daha sonraları 9. İmam Hz. Muhammed Takî (a.s)’ın kızı Hz. Zeyneb, Kum'a geldi ve o mutahhar mezarın üzerine bir kubbe yaptırdı.
Tarihten anlaşıldığına göre, bugün var olan muhteşem binalardan önce, orada iki kubbe varmış; bir kubbenin altında Hz. Masume ve Musa Mübarka'nın kızı Ümmü Muhammed'in kabirleri; ikinci kubbenin altında ise (Musa Mübarka'nın diğer kızı Meymune'nin ve Muhammed b. Ahmed b. Musa Mübarka'nın cariyesi Ümmü Habiben'in mezarları varmış.
Muhterem ziyaretçilerin, Hz. Masume'nin kabrini ziyaret ederken, onun kabrinin yanına defnedilen kadınları da şu cümleyle anmaları yerinde olur:
Selam olsun size ey Resulullah'ın kızları. Allah'ın rahmet ve bereketi sizin üzerinize olsun.

hz. masume (a.s)

HZ. FATIMA-İ MASUME (A.S)’IN ŞAHSİYET VE FAZİLETİ


İmam Musa  Kazım aleyhisselam’ın, âlime, âbibe, ârife, zâhide, mestûre, muttakiye kızı Hz. Fatıma-i Masume, Allah'ın kendisine bağışladığı yüce bir makam ve mevkiye sahipti. Kutsal mezarı, Dar'ül müminin olan Kum kentinde yer almıştır. Mukaddes türbesi müminlerin ziyaretgahı, dua ve zikirlerin icabet yeridir. Ziyaretinin sevabı cennettir.
Ebu’l- Kasım-i Sehab, Hz. Musa Kazım (a.s)’ın on dokuz kızı olduğunu ve kızlarından sadece Masume lakabıyla meşhur olan Hz. Fatıma'nın Kum şehrinde defnedilmiş olduğunu yazıyor.
Merhum Hacı şeyh Abbas Kummi (r.a) de şöyle yazıyor: Hz. Musa b. Cafer (a.s)’ın en çok tanınan kızı Hz. Fatıma'dır. Mukaddes mezarı Kum kentindedir. Güzel bir türbesi vardır. Bu mekân Kum halkının göz nurudur. Aynı zamanda Müslümanların zorluklarda Allah’ın rahmetine nail olmak için sığındığı bir yerdir. Sürekli olarak uzak yakın bir çok bölgelerden müminler, Fatıma-i Masume (a.s)’ın ziyaret feyzine erişmek için, sefer zahmetine katlanıp Kum şehrine giderler.
Hz. Masume, henüz dünyaya gelmeden önce, İmam Sadık (a.s), Kum şehrini övmüş ve Hz. Masume'nin şahsiyet ve makamını ve orada defnedileceğini bildirmiştir:
1-Hz. İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
Allah'ın bir haremi vardır ki, o Mekke'dir; Resulullah'ın (s.a.a) bir haremi vardır ki, o da Medine'dir; Emir-ül Müminin Hz. Ali'nin (a.s) de bir haremi vardır ki, O da Kufe'dir; bizim de bir haremimiz vardır, o da Kum beldesidir. Benim evlad (torun)larımdan bir hanım orada defnedilecektir ki ismi Fatıma'dır. Kim onu ziyaret ederse, cennet ona farz olur.
Ravi diyor: İmam Sadık (a.s) bu sözü, henüz İmam Kazım (a.s) dünyaya gelmeden buyurdular.
3- Sa'd b. Sa'd şöyle diyor: İmam Rıza (a.s)’dan, İmam Musa b. Cafer (a.s)’ın kızı Fatıma hakkında sorduğumda, İmam (a.s) şöyle buyurdu:
Kim onu ziyaret ederse, cenneti hakkeder.

4- Hz. İmam Muhammed Taki'nin (a.s) de şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
Kim halam (Masume'nin) kabrini Kum'da ziyaret ederse, cenneti hakkeder

5-Yine Sa'd, İmam Rıza (a.s)’ın ona hitaben şöyle buyurduğunu nakleder:
Ey Sa'd! Sizin yanınızda bize ait bir mezar vardır. Canım sana Feda olsun. İmam Musa Kazım'ın (a.s) kızı Fatıma'yı mı söylüyorsunuz? dedim. İmam, (a.s) Evet buyurdular. Kim onu, hakkını tanıyarak ziyaret ederse, cenneti hakketmiştir.

Üç Kuzular

Zamanın büyük evliyalarından olan Üç Kuzuların hikayeleri aşağıdaki gibidir.
Emir Sultan Hazretleri Medine’ye vardıklarında, Seyyitler için ayrılan odalardan birine yerleşir.Az bir  zaman sonra bu odanın sahipleri gelir ve aralarında kısa bir münakaşadan sonra anlaşırlar.Emir Sultan Hazretleri Beytullah’a selam verir ve cevap alarak Seyyitliğini ispat etmiştir.Odada kalanlar da selam verirler ama cevap alamazlar, bunun üzerine Emir Sultan Hazretlerinden özür dileyerek odada kalırlar.Emir Sultan Hazretleri bu odada kalırken gördüğü bir rüya üzerine Peygamber Efendimizin (sav) emri üzere Bursa’ya hareket eder.Bu olay gece olduğu için kendilerinin Seyyit olduklarını söyleyen bu üç kardeşler sabah yatağında Emir Sultan Hazretleri göremezler ve bunun üzerine onu aramaya koyulurlar.
Aradan 2 ay geçer ve birisi, aradığınız zat’ı Kudüs yolunda gördüm diyerek, Üç Kardeşler, Kudüse giderler ve ordan Bursa’ya kadar gelirler.Bursa’da Emir Sultan Hazretlerini bularak ellerine yüz sürerler.Emir Sultan Hazretlerine aylardan beri onu aradıklarını beyan ederler, Emir Sultan Hazretleride sakalını sıvazlayarak, Haydi ben Emr-i Peygamber ile geldim, siz Medine’de kalaydınız, ordan neden ayrıldınız A Kuzularım der ve bundan sonra bu Üç Kardeşin ismi Üç Kuzular olarak kalır.
Herkes bu Üç KardeşiÜç Kuzular olarak çağırır.Bu Üç Kuzular ömürlerini Bursa’da tamamlarlar veÜç Kuzular Mahallesi adıyla anılan yerde Üç Kuzular Türbesi ve Üç Kuzular Cami olarak yatmaktadırlar.
Üç Kuzular Türbesi, fotoğraflarda görüleceği üzere mermer bir kabristandır, Üç Kuzuların bulunduğu yerde Yediler adıyla bir Türbe daha vardır ve burada Üç Kuzular‘ın soyundan gelenler yatmaktadır.Halk arasında Üç Kuzular Türbesi yada Üç Kozlar Türbesi ve Yediler Türbesi diye geçmektedir.






Şehabeddin Sivasi Türbesi – ( Selçuk )





Şehabeddin Sivasi Türbesi – ( Selçuk )


Selçuk ilçe merkezindeki türbe, Zeyniyye tarikatı şeyhlerinden Şehabeddin Sivasi daha çok Uyunu’t-Tefasir isimli eseriyle tanınır. Gençlik yıllarını Sivas’ta geçirdiğinden Sivasi nisbesiyle anılır. Daha sonra İzmir’in Ayasuluk ilçesinde yaşadığı için Ayasulugi diye de bilinir. Küçük yaşlarda köle olarak Sivas’a getirildiği, tahsile burada başladığı, Zeyniyye tarikatının kurucusu Zeynüddin el Hafi’nin (v.1434) halifesi Ayasuluklu Şeyh Mehmed Efendi vasıtasıyla tasavvufa yöneldiği ve onunla birlikte Aydınoğullarına bağlı bir merkez olan Ayasuluk’a giderek hayatının sonuna kadar burada yaşadığı bilinmektedir. Sîvâsî’nin Ayasuluğ’daki hayatı, tamamen tedris ve irşatla geçmiş ve böylece şöhreti çevreye yayılmıştır. Aydın Sancak Beyi olan Halil Yahşi Bey’den gördüğü yakın ilgi
Ayasuluğ’a yerleşmiş ve burada Zeyniye tarikatının gelişmesi için çaba sarf etmiş olan Şehabeddin Sivasi, 1456 yılında vefat etmiştir. Tabibzade, Şeyh Mehmed Efendi’nin yegane halifesi olarak Şehabeddin Sivasi’yi gösterir. Silsilesi devam etmediğine göre Sivasi’nin bir mürşid sıfatıyla faaliyet göstermediği veya etkili olamadığı söylenebilir.
Şehabeddin Sivasi, genelde Zemahşeri ve Beyzavi tefsirlerinin özetlendiği, bunların üzerine talik, şerh, haşiye yazıldığı bir dönemde Kuran’ı Kerim’in tamamını tefsir eden nadir müfessirlerden biridir.
Şemseddin Sivasi tefsir, hadis ve tasavvuf alanlarında müstakil eserler vermiştir. Tefsiri dışında Sure-i Kehf Tefsiri, Risaletü’n Necat min şerr’i-sıfat, Cezzabü’l kulüb ila tarikı’l-mahbub, Riyazü’l ezhar fi cila’il ebsar, Şerh ale’l feraizi’s-Siraciyye, Şerhu’l Misbah isimli eserleri vardır. Halen medfun olduğu Selçuk ilçesinde halk arasında, “Şihâbuddîn Dede” diye anılmaktadır.
Moloz taş ve tuğla malzemenin karışık düzende kullanımıyla inşa edilmiş bir yapı olan Şehabeddin Dede türbesi, iki bölümden ibarettir. Türbe, dışarıdan yüksek bir kasnak olarak görülen basık bir kubbe ile örtülmüş asıl mekan ve daha sonra eklenmiş olduğu izlenimi veren, girişin sağlandığı daha alçak, düz örtülü bir mekandan meydana gelmiştir. Günümüz seviyesinden daha alçakta bulunan türbede, girişin solunda yenilenmiş mermer mezar, sağda ise mihrap nişi de bulunan kubbeli mekan yer alır. Ana mekan örtüsü, dört sütunun tuğla örgü kemerlerle birbirine bağlanmasıyla ve üç tarafı perde duvarla örülen gövde üzerine oturmuş, köşeler pahlanarak sekizgen bir kasnak görünümü verilmiştir. İki mekanın arasındaki yükseklik farkının oluştuğu yerde ise kemer içi boş bırakılarak yapılan pencere, diğer pencerelerle beraber mekanın daha da aydınlatılmasını sağlamıştır.