KARIŞIK

24 Şubat 2016 Çarşamba

Satuk Buğra Han

Satuk Buğra Han ..dogu türkistan




Babası; bugün Doğu Türkistan sınırları dahilinde bulunan Kaşgar şehri civarında hükümran olan Karahanlı Devleti hükümdar ailesinden Bezir Arslan Han; onun da babası, Bilge Mangur Kadir Han idi. Soyları, Afrasiyab bin Besen vasıtasıyla Türk bin Yafes bin Nuh aleyhisselama ulaşmaktadır. 829 (H. 245) yılında bir Karahanlı şehzadesi olarak doğan Satuk Buğra Han, babası Bezir Han’ın ölümü üzerine, amcası Oğulcak Kadir Hanla evlenen annesinin himayesinde büyüdü. 12 yaşlarında iken müslüman olmakla şereflenip Abdülkerim ismini aldı. 25 yaşında iken islâm nimetine kavuştuğunu herkese ilan etti. 26 yaşında iken, putperest olan amcasını öldürüp Karahanlı tahtını ele geçirdi. İlk, Müslüman-Türk hükümdarı oldu. 70 yıl hakanlık yaptı. Güzel idaresi, kavminden binlerce kimsenin müslüman olmasına sebeb oldu. 955-956 (H. 344) senesinde, Kaşgar civarında bulunan Artuc kasabasında vefat edip oraya defnedildi.
Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın müslüman olması hususunda, tarihçiler çeşitli bilgiler vermektedir. Bunlardan Müneccimbaşı, “Cami-ud-duvel” adlı eserinde; “Karahanlılardan ilk müslüman olan, Satuk Buğra Kara Han’dır. Onun müslüman olmasının sebebi şöyledir: O, rüyasında bir zat gördü. Bu zat ona; “Müslüman ol, dünyada ve ahırette selamete erersin” dedi. Bunun üzerine rüyasında müslüman oldu. Sabahleyin uyanınca, İslâmiyet’i kabul edip müslüman olduğunu açıkladı. Satuk Buğra Han, vefat edince, yerine oğlu Mûsâ bin Satuk geçti. Bundan sonra onun oğlu Ali bin Mûsâ, sonra bunun oğlu Nasr Arslan hükümdar oldu…” demektedir.
İbn-ul-Esir de, “El-Kamil fit-tarih” adlı eserinde; “Satuk Buğra Han, rüyasında yanına, gökten bir adamın inip geldiğini gördü. Ona Türkçe; “Müslüman ol, dünyada ve ahırette selamet bul” dedi. Bunun üzerine rüyasında müslüman olan Satuk Buğra Han, uyanınca da müslüman oldu” diyerek ondan bahsetmektedir.
Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın müslüman olması hususu, onun adına yazılmış olan “Tezkire-i Satuk Buğra Han” adlı eserde de yer almıştır. Bu eserin muellifinin Ahmed ibni Sa’d-ul-Erganî olduğu rivayet edilir. Farsça ve Türkçe pek çok nüshası bulunan bu esere, sonradan sıhhatli olmayan bilgiler ve efsaneler karıştırılmıştır. Bu bakımdan bu eserde verilen malumat, muteber kabul edilmemektedir.
Abdülkerim Satuk Buğra Han hakkında bilgi veren en önemli kaynak Cemal Karsî’nin yazmış olduğu “Mulhakat-us-surah” adlı eserdir. Cemal Karsî de, Ebu’l-Fütuh Abdu’l-Gafîr ibni Şeyh Ebu Abdullah Hüseyn Fadlî’den rivayet etmektedir. Rivayete göre, Horasan ve Maveraünnehr’de hükümran olan Samanoğulları Devleti hükümdarlarından İsmail bin Ahmed, Nuh bin Esed’in vefatından sonra idareyi ele alınca, Türklerle olan önceki iyi münasebetlerine sadık kaldı. Bu sırada Türklerin başına Satuk Buğra Han’ın amcası Oğulcak Kadir Han geçmişti. Oğulcak Kadir Han’a, İslâm elçileri gelip gidiyordu. Fakat o, elçilerin söylediklerini ve İslâm’a davetlerini kabul etmiyordu. Samanîlerden Nasir bin Ahmed, kardeşleriyle giriştiği taht kavgasında mağlub olunca, Kaşgar’a gelerek Oğulcak Han’a sığındı. Oğulcak Kadir Han, onu hoş karşılayıp himayesine aldı. Yardım ve ikramda bulunup; “Sen evine geldin, ailene kavuştun” dedi. Sonra da Artuc nahiyesinin idaresini Nasir bin Ahmed’e verdi. Semerkand ve Buhara’dan gelen kafileler, Artuc’da yiyecek ve çeşitli mallar satıyorlardı. Nasir bin Ahmed, Artuc’da bulunduğu sırada, kendisini himaye eden Türk hakanı Oğulcak Kadir Han’a kıymetli hediyeler vererek, onun gönlünü kazanmaya çalıştı. O zaman müslüman olmayanlar, yiyecekleri ve giyecekleri memleketin bir yerinde topluyorlardı. Bunlardan istifade edebilmek, ancak onlarla yakınlık kurduktan sonra mümkün oluyordu. Nasir bin Ahmed, bir ara Oğulcak Kadir Han’a müracat edip, ondan, cami yapmak için öküz derisi genişliğinde bir yer istedi. Oğulcak Kadir Han bu isteğini kabul etti. Nasir bin Ahmed de, bir öküz kesti. Bu öküzün derisini ince ince dildi. Metrelerce uzunlukta sırım yaptı. Sırımın çevrelediği yer kadar toprağa sahib oldu. Sonra da kendisine verilen bu küçük yere bir cami yaptı. Bu yer Artuc Camii’nin bulunduğu yerdir. Onun bu zekasına, insanlar hayret ettiler.
Bu sırada Oğulcak Kadir Han’ın yeğeni Satuk Buğra Han, güzel simalı, zeki, akıllı ve fasih bir lisan ile güzel konuşan on iki yaşlarında bir genç idi. Artuc’a gelip giderken Nasir bin Ahmed’le tanıştı. Zaman zaman onunla gizlice görüşüp, İslâmiyet hakkında bilgi aldı. Kalbinde İslâmiyet’e karşı sevgi ve muhabbet hasıl oldu. Arasıra Buhara’dan gelen kafileleri görmek için Artuc’a giderdi. Yine bir defasında Artuc’a gitmişti. Nasir bin Ahmed, Artuc’a gelen ticaret kafilesine gayet hoş muamele ve ikramda bulundu. Öğle vakti olunca, müslümanlar öğle namazını kılmak için abdest alıp namaza gittiler. Satuk Buğra Han, bu sırada henüz müslüman olmamıştı. Fakat, müslümanların namaz kılması hoşuna gitti. Niçin namaz kıldıklarını merak edip, sebebini Nasir bin Ahmed’den sordu. O da; “Bizim üzerimize her gün beş vakit namaz kılmak farzdır” dedi. “Bunu sizin üzerinize kim farz kıldı” deyince, Nasir bin, Ahmed; “Allahü teâlâ farz kıldı” deyip, Satuk Buğra Han’a îmanı, İslâm’ı anlatmaya başladı. Sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselamm, Eshab-ı kiramın ve müslümanların üstün hallerinden bahsetti. Sonra da; “Allah’dan başka ilah yoktur. İbadet ancak O’na yapılır. Muhammed aleyhisselam emin ve sadık bir peygamberdir. İnsanların her bakımdan en üstünüdür. O’ndan başka tabi olunacak bir kimse yoktur. O’nun getirdiği din olan İslâmiyet’ten de güzel bir din yoktur” dedi. Satuk Buğra Han’ın kalbinde îman nuru parladı. İslâmiyet’i kabul ederek müslüman oldu ve Abdülkerim isrnini aldı. Bu hadiseye Oğulcak Kadir Han’dan gizlediler. Bu arada, Satuk Buğra Han, Kur’ân-ı kerirni ve İslâmiyet’i öğrendi. Amcası Oğulcak Kadir Han’ın, bu durumun farkına varmasından çekiniyordu. Bundan sonra, yakın akrabasından elli kişinin müslüman olmasına vesile oldu. İslamiyet’i kabul eden bu elli kişilik grup, genç Türk şehzadesi Satuk Buğra Han’a tabi oldu. Oğulcak Kadir Han ise Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın müslüman olduğundan şüphelenerek, durumu incelemeye başladı ve peşine adam taktı. Bunlar, Satuk Buğra Han’ı gizliden gizliye takib edip, durumu araştırıyor, ne yaptığını anlamaya çalışıyorlardı. Bir defasında onun abdest alıp namaz kıldığını gördüler. Durumu Oğulcak Kadir Han’a bildirdiler. Oğulcak da onun müslüman olduğunu çevresine ve annesine bildirdi. Oğulcak Kadir Han bu hadiseden sonra, Abdülkerim Satuk Buğra Han’ı bizzat kendisi de denemek istedi. Bg maksadla ona, puthaneyi tamir etme vazifesini vermeye karar verdi. Bu durumu annesi haber alınca, oğlu Abdülkerim Satuk Buğra Han’ı haberdar etti. Amcasının kendisini denemek istediğini ve herkesten çok çalışrnasını söyledi. Nihayet Oğulcak Kadir Han bu hususta emir verince, Abdülkerim Satuk Buğra Han derhal çalışmaya başladı. Zaten Nasir bin Ahmed ona bu hususta gerekli telkinlerde bulunmuş; “Şimdi puthane olarak yapılır, sen sonra orayı camiye çevirirsin” demişti. Abdülkerim Satuk Buğra Han, puthanenin tamir işinde gayretle çalıştı. Herkes birer birer kerpiç taşırken, o ikişer ikişer taşıyordu. Bu çalışması sırasında bir taraftan da dua ediyor; “Ey yüce Allah’ım! Eğer bana, din düşmanlarına ve sana iman etmeyenlere karşı yardım edersen, beni, İslâmiyet’in yayılmasına, senin isminin yüceltilmesine vasıta kılarsan; ben elbette bu puthaneyi mescid yaparım. Senin kulların, orada sana ibadet etmek için toplanırlar. Sana ibadet etmek için orada bir mihrab ve seni sena (yüce ismini anmak) için bir de minber yaparım. Bundan sonra sadece senin rızan için ezan okur ve kendim imam olurum” diyordu.
Abdülkerim Satuk Buğra Han yirmi beş yaşına geldiği sırada, İslâm ilimlerini iyice öğrenmişti. Müslüman olduğunu açıkça etrafına îlan etti. Bundan sonra da, hâlâ müslüman olmak şerefine erişemeyen ve Karahanlı Devleti’nin başında bulunan amcası Oğulcak Kadir Han ile mücadeleye karar verdi. Bir gün, yanına inananlardan elli kişilik bir süvari grubu alarak ava gitmek maksadıyla yola çıktı. Yegag Balık adlı beldeye varınca, şehrin kalesini kuşattı. Bu kuşatma üç ay sürdü. Bunu haber alan Oğulcak Kadir Han, ona karşı derhal harekete geçti. Bu sırada, Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın etrafında üç yüz kadar Kaşgarlı süvari toplanmıştı. Oğulcak Kadir Han ile Fergana savaşını yaptı. Bunu takib eden günlerde, taraftarları bin kişiye yükseldi. İlk fethettikleri yer de Atbaşı oldu. Sahib olduğu üç bin kişilik atlı bir orduyla Kaşgar üzerine yürüyüp, orayı da fethetti. Amcası Oğulcak Kadir Han’ı öldürdü. Kaşgar’da kendisine karşı çıkan asîleri ağır bir yenilgiye uğrattı. Kaşgar halkını İslâm’a davet etti. Onlar da müslüman oldular. Kaşgar’dan sonra Bormekik şehrini de aldı. Memleketin idaresini ele geçirip, ülkesinde İslâmiyet’i sür’atle yaydı.
Abdülkerim Satuk Buğra Han, müslüman olduktan sonra, Allahü teâlânın rızası için cihada başladı. Türk ülkelerinde İslâm’ı yaydı. Zaferler kazandı. Büyük bir mücahid ve cihangir oldu ve her tarafta tanındı. Doğru olarak öğrendiği İslâm dinini hiç saptırmadan Ehl-i sünnet alimlerinin bildirdiği gibi yaydı. Bu, onun en büyük meziyeti ve hizmeti oldu. Onun vesîlesiyle Türklere İslâmiyet saf bir şekilde; Peygamber efendimizin bildirdiği, Eshab-ı kiramın ve Tabiînin aynen naklettiği Ehl-i sünnet itikadına uygun olarak ulaştı.
Abdülkerim Satuk Buğra Han, Türklere İslâmiyet’i anlatıp yaymakta fazla zorluk çekmedi. Türklerin bazı örf ve adetleri İslâmiyefe uygunluk gösteriyordu. Zaten Türkler, Nuh aleyhisselamın oğullarından müslüman olan Yafes’in neslinden geliyordu. Yafes, mü’min idi. Evladı çoğalınca, onlara reis oldu. Hepsi, dedelerinin gösterdiği gibi, Allahü teâlâya ibadet ederdi. Yafes nehirden geçerken boğulunca, Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerini tuttu. Bunun evladı çoğaldı. Nesline Türk denildi. Bu Türkler, ecdadı gibi müslüman, sabırlı, çalışkan insanlardı. Bunlar, zamanla çoğalarak Asya’ya yayıldı. Başlarına geçen bazı zalim hükümdarlar, semavî dini bozarak, puta taptırmaya başladılar. Bunlardan, bugün Sibirya’da yaşayan Yakutlar, hâlâ puta tapmaktadır. Dinden uzaklaştıkça, eski medeniyet ve ahlâklarını da kaybetmişlerdi. Hele Hunlar ve onların reislerinden Atilla, dinsizliği ve zulmü ile Allah’ın gadabı ismini almıştı. İslâm güneşi, Mekke-i mukerremeden doğarak, ilim, ahlâk ve her türlü fazilet ışıklarını dünyaya saçınca, Romalıların, Asya’ya kadar yayılan sefahat ve ahlâksızlıkları ve Asya’yı, Afrika’yı kaplamış olan dinsizlik, cahillik ve vahşet altında yetişmiş diktatörler, sömürdükleri insanların İslâmiyet’i işitmelerine, anlamalarına mani oldular. Bu engeller kılıc gücü ile ortadan kaldırıldı. Türk hakanları, asaletleri ve uyanık olmaları sebebi ile islamiyet’in işitilmesine mani olmadılar. Türk’ün asaleti ile İslâmiyet’in şerefi bir araya gelmeden önce, Asurîler Türkistan’a girerek, Türkleri, güneşe, yıldızlara tapınmaya alıştırmıştı. Tan yeri ağarınca, güneşe tapınırlardı. Bu sebepten, güneşin ismi, tanyeri ve nihayet tanrı oldu. Türkler sonradan tekrar iman ile şereflenip, büyük gruplar halinde müslüman oldular. Sapıklık zamanında uydurdukları tanrı ismini kullanmaz oldular. Kur’ân-ı kerîmde bildirilen; “Benim ismim Allah’dır. Beni Allah diye çağırınız. Allah diye ibadet ediniz. Allah diye yalvarınız!” meâlindeki muteaddid ayet-i kerîmelere uydular. Bu bakımdan Allahü teâlâya, kendi istediği ismi söylemeyip de, inanmıyanların, O’nun en sevmediği mabudlarına koydukları tanrı ismi ile O’nu çağırmanın yanlış ve uygunsuz olduğunun şuuruna vardılar.
Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın müslüman olmakla şereflenmesi ve ülkesinde İslâmiyet’i yayması, Türk Tarihi’nin en büyük ve en güzel hadiselerinden biridir. Daha önceden, Oğuz ve Kalag Türkleri arasında müslüman olan gruplar olmuşsa da, devlet olarak İslâmiyet’i kabul eden ilk Türk boyları Karahanlılar ve İdil Türkleri olmuştur. Türkler devlet olarak müslüman olduktan sonra, İslâmiyet’in bayrakdarlığını yapıp dünyanın dört bir tarafına yaydılar. Eshab-ı kiramdan sonra tarihte nadir görülen hizmetler yapıp, din uğrunda cihad ettiler. Sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın bildirdiği İslâmiyet’i, Ehl-i sünnet îtikadını; Karahanlı Türkleri, Türkistan’da; Gazneli Türkleri, Hindistan’da; Oğuz, Selçuklu Türkleri, Anadolu’da ve tarihin en muhteşem müslüman Türk devleti olan Osmanlılar da üç kıtaya yaydılar. Böylece müslüman Türkler, İslâmiyet’e bin yıldan fazla bir zaman hizmet ettiler. Abdülkerim Satuk Buğra Han, Karahanlıların başına geçip hükümdar olduktan sonra, kendisinin müslüman olmasına vesile olan Samanîlere de yardımda bulunmuştur. İbn-i Haldun’un “El-iber” add eserinde ve Cemal Karsî’nin, “Mulhakat-us-Surşh” adlı eserindeki rivayete göre 915 (H. 303) senesinde Hasan ibni Kasım Ed-Daî tarafından Cürcan’a vali tayin edilen Leyla bin Nu’man, Samanîlere karşı isyan etmişti. Etrafına da şiîleri toplamıştı. Samanîler, Abdülkerim Satuk Buğra Han’dan yardım istediler. Samanîlerin kendi orduları Horasan’da başlayan isyanı bastıramamış, asilere yenilmişti. Şiîler, büyük bir ordu ile Horasan’ın merkezi olan Nişabur’u işgal etmişlerdi. Samanîlere yardım etmek üzere hareket eden Abdülkerim Satuk Buğra Han, 921 (H. 309) yılında Leyla bin Nu’man’ın karşısına çıktı. Bu sırada Amid şehrinde bulunan Leyla bin Nu’man’ı mağlub edip yakaladı ve idam ettirip başını Buhara’ya gönderdi.
Abdülkerim Satuk Buğra Han, daha sonra yaptığı savaşlarda; Yagma, Çiğil, Oğuz kabilelerinin yerleşmiş bulunduğu Türkistan şehirlerini birer birer ele geçirdi. İslamiyet’i yayma hususunda, meşhûr alimlerden olan Ebu’l-Hasen Muhammed bin Süfyan Kalamati Horasanî’den çok istifade etti. Ayrıca Karahanlılar Devleti’nin doşu kısmına hakim olan Büyük Kağan, Çinlilerden yardım alarak 942 (H. 332) yılında Abdülkerim Satuk Buğra Han’a karşı savaş açtı. Abdülkerim Satuk Buğra Han müslümanların yardım ve desteğiyle, onunla Balasagun savaşını yaptı ve galib geldi.
Abdülkerim Satuk Buğra Han’dan sonra, oğulları devrinde de ülkesine pek çok İslâm alimi gelip, İslâmiyet’i doğru olarak anlattılar ve yayılmasına çalıştılar. Kendisinden sonra Mûsâ Tunga adında bir oğlu yerine geçti. Bundan sonra da bunun oğlu Beytar Süleyman Arslan hükümdarlık yaptı. Başka oğulları ve kızları olduğu da rivayet edilmiştir.
1) Mülhakat-üs-Surah (Cemal Karsî), (nşr. V. Bartold, st. Petersburg) sh. 130, 135
2) Câmi-üd-düvel; sh. 240, 1030
3) El-Kamil fit-tarih
4) El-İber (İbn-i Haldun); cild-4, sh. 339
5) Rehber Ansiklopedisi; cild-17, sh. 147 cild-9, sh. 249
6) Kaşgar Tarihi (Mehmed Atıf), İstanbul 1300, sh. 52

Sultan Sarı Baba

Sultan Sarı Baba – Denizli





Sarayköy ilçesine bağlı Tekke Mahallesi’nde bulunan Sultan Sarı Baba Türbesi’nin 18. veya 19. yüzyılda yapıldığı düşünülmektedir. İslâmiyeti yaymak için Horasan’dan Anadolu’ya gelen velîlerden. Doğum ve vefât târihleri kesin bilinmemekte olup 13. yüzyılda yaşadığı tahmin edilmektedir.
Türbe yapısı, orijinalinde birbirine bitişik iki sekizgen planlı odadan meydana gelmektedir. Ancak bilinmeyen bir tarihte yapılan tadilatla giriş kısmı değiştirilmiştir. Duvarları karkas tekniği üzerine taş malzeme ve harçla yapılmıştır. Yapının çatısı kiremitle kaplıdır. Çatı saçağı kademeli yapısıyla dikkat çekmektedir. Türbenin giriş kısmı üç ahşap sütun üzerine oturtulmuş 2 adet Bursa kemerine benzer kemere sahiptir. Giriş kapısı oldukça alçak bir noktada olup ahşaptır. Giriş kapısının iki yanında 1’er adet yekpare taş söve vardır. Kapının üzeri kilitli taşlardan yapılmış basık kemerle çevrilidir. Sanduka odasına, türbedar odasının içinde bulunan oldukça alçak bir kapıdan girilmektedir. Sanduka odasının tavanı; ortasında iç içe yerleştirilmiş yıldız motifleri bulunan işlenmiş ahşap plakayla süslenmiştir.
Her yıl çok sayıda kişinin ziyaret ettiği Sultan Sarı Baba Türbesi, 2012 yılında aslına uygun şekilde restore edilmiştir.
Fotoğraf ve Metin için Kaynak ;
Denizli Kültür Envanteri , Denizli Belediyesi , 2014 , sy 90
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2

Toprak Baba


Toprak Baba..çankırı


Toprak Babanın kim olduğu, doğum ve vefat tarihleri hakkında bilgi yoktur. Anlatılanlara göre Çankırı Fatihi Emir Karatekin’in damadıdır. Çankırı’nın fethi sırasında kumandanlık yapmıstır. 4.29×2.21 boyutunda ve 1.99 m yüksekliğinde olan türbe üç bölümden oluşan
basit bir yapıdır.
Rivayete göre ; Tekke ve zaviyelerin kapatıldığı yıllarda, belediye türbenin olduğu yerde yol geçirme çalışmasına başlamis, yol yapımı sırasında işçilerin başına türlü
kazalar gelince yol yapımı durdurulmuş. Başka bir anlatıda da türbe yıkılmış ve bir hayırsever tarafından onarılmış. İşin sonuna doğru gelindiğinde hayır sahibi maddi sıkıntıya girmiş. Bütün parasını harcamış inşaat malzemesi alamayacak duruma düşmüş. Türbeyi yapan usta alçıya ihtiyacı olduğunu söylemiş. Bunun üzerine ne yapacağım şaşıran hayırsever türbenin başına giderek ”Ya mübarek alçıyı da mı bulamıyorsun, ben bu kadar yapabildim” diyerek serzenişte bulunmuş ve türbeden ayrılmış. Yolda alçı taşıyan bir araba île karşılaşmış. Arabacı ” Sana alçı gönderdiler, gel yardım ette beraber indirelim” demiş. Hayırsever merakla alçıyı kimin gönderdiğini sormuş. Arabacının verdiği isimi bütün aramaları rağmen bulamamis.

Seyid Ali Sultan Dergahı

                 Seyid Ali Sultan Dergahı..yunanistan


Gel Bu kapı erler kapısıdır Çiğ isen pişersin Aşk deryasından taşarsın 
Ya Hû Seyyid Ali Sultan
 ( Kızıldeli) Dergahı
Seyid Ali Sultan ya da bir başka söyleyişle Kızıldeli Sultan dergahı Yunanistan’ın Evros (Meriç) iline bağlı Ruşenler köyüne 3 km uzakta. Seyid Ali Sultan’ın şimdiki postnişini Mehmet Koç dede. Seyid Ali Sultan dergahı 12 kişilik koruma heyeti ile yönetiliyor. Heyetin başkanı Ruşenler köyünden Ahmet Karahüseyin. Dergaha bağlı 25 köy ve 23 ocak var. Yunanistan’da cem yapılan yere ocak deniliyor.
Seyid Ali Sultan Dergahı Balkanlardaki en önemli Alevi Bektaşi dergahı. Eskiden beri Balkanlardaki dedeler buradan icazet alıyorlarmış. Osmanlı imparatorluğu dağılıp sınırlar değişince bu gelenek kesintiye uğramış. Ama son yıllarda yeniden canlılık kazanmış. Seyid Ali Sultan’da her yıl kışın başlangıcında Kasım (bu yıl 11 kasım) kurbanı, 6 Mayıs’ta da yazın başlangıcı için kurbanlar kesiliyor.
Balım Sultan’ın babası Seyid Ali Sultan Gelibolu üzerinden gelerek 1385’te bu dergahı kuruyor. Osmanlı daha buralara gelmemiş. Ardından Osmanlı’ya haber gönderiyor. Buralar ikna oldu gelin diye. Seyid Ali Sultan Hacı Bektaş’ın ölümü üzerine 1387’de postnişin olarak Hacı Bektaş’a gidiyor. Yerine Resul Bali geçiyor. Seyid Ali Sultan’dan sonra oğlu Balım Sultan da Hacı Bektaş’ta postnişin olarak görev alıyor. O dönemde Rumeli Kazaskeri olan Şeyh Bedrettin Seyid Ali Sultan Dergahına vergiden muaf olduğuna dair belge veriyor. Seyid Ali Sultan 1402’de Hakk’a yürüyor.
Seyid Ali Sultan’ın oğlu Balım Sultan ayrıca Bektaşilik ve mücerretlik erkanını yazılı hale getirmesiyle de önemli.
&
Dergahın Bakımı Elif Ana’ya emanet.
Seyid Ali Sultan dergahının bakımından sorumlu ailenin en büyüğü Elif Çolak 84 yaşında.  Elif Ana Kamberler köyünde doğmuş. Alemdarlar diye bilinen aileden geliyor. Daha 11 yaşındayken o günlerde dergahtan sorumlu olan babasına yardım etmek üzere Ruşenler köyüne gelmiş. Elif Ana bir kaç yıl sonra Ruşenler’den Kamberler’e  gelin olarak geri dönmüş. Babası ölünce önce kardeşi dergaha taşınmış. Kardeşi Almanya’ya çalışmaya gidince de Elif Çolak eşiyle birlikte dergaha taşınmış. Elif Ananın 5 çocuğu var. Dergahın bakımı nöbeti şimdi Elif Ana’nın oğlu Müslüm ve çocuklarında.
Elif ana 1940’larda Dergah’ı Bulgarların işgal ettiğini hatırlıyor. Bulgarlar 3 sene kalmışlar. Daha sonra Yunanlılara geçmiş. Dergah son yıllarda köylülerin ve Gümülcine Konsolosluğunun yardımlarıyla tamir edilmiş ve canlanmış.

BACIM SULTAN TÜRBESİ


BACIM SULTAN TÜRBESİ..nallıhan





Tapduk Emre’nin kızı olan Bacım Sultan’ı, Ankara'nın Nallıhan / Tekke köyünde yaşayan Hamza Sultan’ın oğlu Hulbiye Sultan ister. Kız verilir ve düğün başlar. Bacım Sultan’ı alıp yola çıkan gelin alayı Tekke Köyünün yakınlarında Erenler mevkiine gelir. Burada, öğle namazlarını kılmak için atlarından inerler. Namaz bittiğinde, gelini bıraktıkları yerde bulamazlar. Tekke’ye haber saldıklarında, gelinin gitmediğini öğrenince, Emrem Sultan’ a “Gelin döndü mü?”diye sorarlar. O da” Gelin yerini buldu orada arayın” der.
            Bacım Sultan’ı şimdi yattığı tepede bir ardıç ağacına yaslanmış bulurlar. Köye götürmek istediklerinde,”Ben buraya kadar geldim, oğlunuz da buraya gelsin” der. Gelinle damat oraya yerleşirler ve orada bir köy oluşur. Bacım Sultan’ın evi herkese açık olduğu ve Gelen herkese yardım ettiği için köye Tekke adı verilir. Bacım Sultan’ın türbesi, ilçeye 14 km. uzaklıktaki Tekke köyünde bir tepenin üzerindedir. Köylerin duruş vaziyetine göre, Emremsultan Köyü ortada, Yunus’un mezarının bulunduğu Sarı Köy sağda, Bacım Sultan’ın yattığı Tekke Köyü soldadır. Türbenin 200 m. aşağısında bir kuyu bulunmaktadır. Kuyunun suyu tuzludur.
            Bazı rivayetlere göre, düğünden sonra, Tapduk Emre ve yakınları, hem dünürlerini hem de kızlarını ziyaret etmek için giderler. Babasının geldiği haber verildiğinde, Bacım Sultan hamur yoğurmaktadır. Haberi alınca, elleri hamurlu babasını karşılamaya koşar.Yolda ellerinin hamurlu olduğunu fark edince, ellerini yerdeki otlara sürer ve elini sürdüğü yerde su çıkar. Bu suyla ellerini yıkar. Su hamur koktuğundan adına hamurlu su denilmektedir.

EBE ANA SULTAN TÜRBESİ

EBE ANA SULTAN TÜRBESİ..domaniç



Bizans  döneminde  Saruhanlar  Köyü’nün  yukarısında  kalan  Orinas  Kalesi’nden  gelen  bir  grup  atlı,  tekfurun  akrabalarından  bir  kadının  doğum  sancılarının  başladığını,    Ebe  Ana’nın  doğuma  gelmesini  söyler.  Babası  Nalbant  Hüseyin  Dede  kızına  hazırlanmasını  söyledi. Bizans  askerlerinin  eşliğiyle  kaleye  çıkan  Ebe  Ana,  tekfurun  eşine  doğumu yaptırır. Güneş  batmış,  akşamın  alaca  karanlığı  gökyüzünü  kaplamıştı.  Ebe  Ana,  evine  gitmek  için  üzere  kalktı.  Oba  karşı  tepedeydi.  Yanına  bir  grup  atlı  verdiler.  Kaleden  dereye  doğru  inmeye  başlarken  atlıların  kalbine  kötülük  düştü.  Atlarından  indiler.  Ebe  Ana  ne  olduğuna  anlam  veremedi.  Aşağıya  doğru  kaçmaya  başladı.  Ebe  Ana  kaçarken  karşısına  kocaman  bir  kaya  çıkar.  Kayanın  yarılmasıyla  Ebe  Ana  kayanın  içine  girer  ve  kaya  tekrar  kapanır.  Kaya  kapanırken  Ebe  Ana’nın  bir  göğsü  dışarıda  kalır.  Belirli  dönemlerde  göğsünden  süt  gibi  bir  sıvının  aktığı  söylenir. Saruhanlar  Köyü’nde  yılda  iki  kez  Ebe  Ana  Sultan’ı  anma törenleri  düzenlenir.  Saruhanlar’dan  YALÇIN  ailesi  türbedarlık  yapmakta,  törenlerle  ilgili  tertip ve  düzeni  sağlamaktadır.

KADINCIK ANA

KADINCIK ANA..afyon


Afyon Mevlevihanesinin batı tarafında bulunana Kadınana türbesinde Melek Peyker ile Naime Gevher Hanım2lar medfundur. Binası taş duvarlı, ahşap tavanlı olup çatısı kiremitle örtülüdür. Türbe içersinde beş kişiye ait mezarlardan büyük olanı Melek Peyker, yanındaki sanduka ise Naime Gevher hanıma aittir. Arka bölümde bulunan üç küçük sandukanın ise kimlere ait olduğu bilinmemektedir.
Selçuklu hükümdarlarından III. Alaaddin Keykubat’ın kızları olan Kadınanalar, anlatılanlara göre Anadolu Valisi Emir Çobanoğlu Demirtaş (Timurtaş) Beyin zulmünden kaçarak Afyonkarahisar’da Sahipataoğullarına sığınırlar.
Tüm mal varlıklarını şehrin gelişmesinde ve hayır işlerinde kullanan kardeşlerden Melek Peyker, Orta Kalacık’taki kaynaktan açıkta gelen suyu, kapalı ark haline getirir. Naime Gevher Hatun, şehrin ortasından geçen dere üzerine köprüler inşa ettirir. Asiye Sultan ise (Kadınana İlköğretim okulu yanında Türbesi var) bu günkü Saraçlar içi, Kadınana türbesi, Müftülük, Afyon Lisesi ve Ordu Bulvarı başlangıcına kadar olan bölgede yaklaşık bin kişilik mezar yaptırır. Bu üç kız kardeşe Afyonkarahisarlılar tarafından kadirşinaslık eseri olarak ‘Kadınana’ lakabı verilir. 1330’da Nusreddin Ahmed tarafından yaptırılan ve şehrin en eski mahallesine isim veren Kubbeli Mescid, tek kanatlı kapısıyla Selçuklu mimari tarzında olup, yıldızlı, geometrik ve bitki motifli oymalı bir sanat eseridir.

Sarı Ana Türbesi

Sarı Ana Türbesi..marmaris

Bir adı da Yörük Fatma olan Sarı Ana'nın hikayesi Marmaris Müftülüğü'nce şöyle anlatılıyor: "1522 yılında Rodos'u fethetmek için Marmaris'e gelen Kanuni Sultan Süleyman onu ziyaret ederek, fetih hakkında tavsiyelerini sorar. O da 'Armutalan semtinde konaklayan askerlerden, halkın meyvesini izinsiz olarak alan askerleri bu sefere götürmediğin takdirde başarılı olacaksın' der. Buna uyan Kanuni Rodos'u fethetmiştir. Rodos'tan dönen Kanuni teşekkür etmek için uğradığı Sarı Ana'nın vefatını öğrenir ve üzülür. Kabri üzerine bir türbe yapılmasını ve önündeki dereye de halkın ziyareti için köprü inşaedilmesini emreder. 16. yüzyılda yaşayan Sarı Ana'nın türbesi kendi adını taşıyan semtte Marmaris merkezine ve koyuna bakan yamaçta bulunmaktadır."
Sarıana'nın günümüzde olduğu gibi yaşadığı devirde de manevi kimliği ve kerametlerinin ünü memleketin her tarafına yayılmıştır. Sarı Ana'nın bir inekten Kanuni'nin birliklerine yetecek kadar süt sağması, hayırlı işlerde halka yol göstermesi ve çeşitli kerametleri hala anlatılmaktadır

KARA YUSUF PAŞA TÜRBESİ

KARA YUSUF PAŞA TÜRBESİ

[Resim: erci%C5%9F.kara-yusuf-pa%C5%9Fa-t%C3%BCrbesi.1.jpg]


Yazı: Bünyamin KARA Sanat Tarihi Bilim Uzmanı
                                                                                            
Kültürün tarihi; insanlık tarihi kadar eskidir. İlk insanla birlikte kültürde doğmuştur. İnsanlar hayatın çeşitli evrelerinde kültürü değişik şekillerde yaşantılarına katmışlar ve onu yaşamışlar.  Bir yaşam tarzı olan kültürün de en önemli bir bölümünü o milletin geçmişte yaptığı eserler oluşturur. Bu eserler kültüre farklı değerler katarak bulunduğu coğrafyanın tapusu niteliğini kazandırır.
        Anadolu coğrafi konumu nedeniyle ilkçağdan itibaren çeşitli toplulukların kültür merkezi olmuştur. Bu kültür merkezlerinden biri olan Erciş’in tarihsel gelişim sürecinde yeri oldukça önemlidir. Bizde kümbetlerden başlayarak Erciş’in tarihsel gelişim sürecindeki yerini anlatmaya devam edeceğiz.

Erciş-Patnos karayolu üzerinde Zortul Köyü yakınlarında bulunan türbe üzerinde herhangi bir kitabe yer almamaktadır. Ancak yapı üzerinde bulunan figüratif bezemelerin Anadolu Türk sanatında hükümdarlık sembolünü ifade etmesi ve ayrıca yapının mimarı ve teknik özelliklerini de göz önüne alınarak, birlikte değerlendirecek olursak; yapı muhtemelen XV. Yüzyıl Karakoyunlu hükümdarı Kara Yusuf Paşaya ait olabileceği düşünülmektedir.
Türbe; iki katlı olarak inşa edilmiştir.  Alt kat (kripta) kare planlı beşik tonoz örtülüdür. Buraya doğu cepheden iki basamaklı taş merdivenle inilmektedir. İç kısmı basit nitelikli kapıdan başka batı yönde açılmış mazgal pencere ile aydınlatılmaya çalışılmıştır. Bu pencere kapı ikilisi aynı zamanda hava dolaşımını sağlayarak içerisinin serin olmasını sağlanmıştır.
Türbenin gövdesi içten silindirik dıştan ise onikigen gövdeye sahiptir. Gövde dıştan çerçevelerle hareketlendirilen bu gövdenin kuzeyinde kapı, diğer yönlerde pencere aralarda ise istiridye yivli nişler yer almakta olup silme ve yuvarlak kavallarla bezenmiştir.
Kuzeyde bulunan üst kat giriş kapısı basık kemer açıklıklı ve sivri kemer alınlıklıdır. Kapının etrafı ters U biçiminde üçlü silmelerle hareketlendirilmiştir. Düz atkı taşlı pencerelerin etrafı ise kaval silmelerle çevrelenmiştir. Tamamen kesme taş malzemeden inşa edilen yapının üst örtüsü piramidal külah şeklinde düzenlenmiştir.
Yapıda süsleme olarak figüratif yoğunluk kazanmıştır. Bununla birlikte yer yer geometrik. Bitkisel ve yazı ya da yer verilmiştir.
                                                   
Kuzey cephede en üste simetrik olarak yerleştirilmiş ve sırt sırta vermiş iki aslan figürü yer almaktadır. Bunların gövdeleri yandan, başları profilden resim edilmiş ve kuyrukları ejder başı şeklindedir. Yine bu cephede kapı kuşatma kemeri içerisine pal met ve Rumi motifler arasına iki avcı kuşu işlenmiştir.

 

Batı pencerede kaval silmelerden oluşan dış çerçeveyi içten daha geniş bitkisel motiflerle bezeli ikinci bir bezeme kuşatmaktadır. Düz atkı taşlı açıklığın etrafı sivri kuşatma kemeri ile çevrilmiş olup tablasında bitkisel kompozisyonlu süsleme yer almaktadır. Kemerin üzerindeki boşlukta ise çift başlı kartal motifi işlenmiştir.

Yapının tek geometrik süslemesi güney pencere alınlığında sonsuzluk hissi veren sekizgenlerdir.
Bitkisel süsleme ise; kuzey cephedeki taç kapı etrafında kıvrık dallar ve bunların çizdiği yarım dairelerden oluşmaktadır. Bununla birlikte gövdenin üst kısmında yapıyı çepe çevre dolaşan ayet-i kursi yapının tek yazı bezemesidir.
                                                
Anonim türbe, Kadem Paşa Hatun Türbesi ile plan ve teknik özellikleri bakımından benzerlik göstermektedir. Buradaki figüratif bezemenin Anadolu Türk sanatında ikonokrif olarak hükümdarlık, güç, kuvveti sembolize etmektedir. Bu özellikleri açısından türbe önem arz etmektedir.  

DAMAT ALİ PAŞA TÜRBESİ

  
DAMAT ALİ PAŞA TÜRBESİ: belgrad
1716 yılında Petrovaradin’de şehit edilen Damad Ali Paşa’nın türbesi Belgrad İç Kalesi’nde (Kalemeydan) yeralmaktadır. Türbe’de 1708’de vezir, 1709’da Paşa, 1713-1716 yılları arasında Büyük-Vezir  olan 1668 İznik doğumlu Damat Ali Paşa’nın naaşının yanısıra Tepedelenli Selim Paşa ve  Çeşmeli Hasan Paşa’nın naaşları bulunmaktadır.
Damat Ali Paşa 1715 yılında Peleponnes Yarım Adası’nda birçok yeri Venedikli’lerden alarak “Mora Fatihi” ünvanına nail olmuştur. 1716 yılında, Avusturya ile yapılan Petrovaradin Muharebesinde ağır yaralanarak Belgrad’a yetiştirilmeye çalışıldıysa da, yolda şehit düşmüştür. Türbe 1741 yılında Defterdar Kapıcıbaşı Mustafa Paşa tafından inşa ettirilmiş olup, türbe kesme taştan ve altıgen planlı yapılmış. Dört pencere, bir kapı ve bir mihrab hücresi vardır. I.Dünya Savaşı’nda kubbesi bombalanan türbe Avusturya’lılar tarafından onarılmıştır.
“1716 sene-i miladiyesinde Petervaradin Muharebesinde şehiden vefat eden Mora 2. fatihi Damad Ali Paşa’nın ve türbesinde medfun Tepedelenli Selim ve Hasan Paşaların ruhuna fatiha 1938” ibaresi kayıtlıdır.

Ebü’l-Hasan-ı Harkânî

 Ebü’l-Hasan-ı Harkânî





Allahü teâlâya ve âhirete âit ilimler yâni mârifetler sâhibi büyük âlim ve velî. Künyesi Ebü’l-Hasan, ismi Ali bin Câfer’dir. Bistâm’ın bir kasabası olan Harkân’da dünyâya geldi. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî, uzun boylu, güzel yüzlü, geniş alınlı, iri gözlü ve kumral idi. . İnsanları Hakk’a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin altıncısıdır. Büyük İslâm âlimi Bâyezîd-i Bistâmî’nin rûhâniyetinden istifâde ederek kemâle gelmiş, yükselmişti. Zamânının kutbu idi. 1034 (H.425) senesinde Harkân’da vefât etti. Kabri Harkân’dadır.
Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri, on iki sene Harkân’dan Bistâm’a, hocasının kabrini ziyâret için gitti. Bu ziyârete giderken, yolda Kur’ân-ı kerîmi hatm ederdi. Her gittiğinde ziyâret ile ilgili vazîfelerini yaptıktan sonra; “Yâ Rabbî! Bâyezîd’e ihsân ettiğin sana âit ilimlerden, büyüklüğünün hakkı için, Ebü’l-Hasan kuluna da ihsân eyle!” diye yalvarırdı. Geri dönerken, hiçbir zaman Bâyezîd’in türbesine arkasını dönmezdi. On iki sene sonra, Allahü teâlânın lütfu ile Bâyezîd’in rûhâniyetinden istifâde edip olgunlaştı. Allahü teâlâyı tanıtan kalb ilimlerinde ve diğer ilimlerde talebe yetiştirmeye başladı. Pekçok talebesi vardı. Kerâmetleri pekçokdur. Böyle büyük zâtların halleri, sözleri, yaşayışları hep kerâmetlerle doludur. Sevenleri onlarda her an kerâmetler görmekte, bağlılıkları artmaktadır. Onlar Allahü teâlânın sevgilisidir. Sevgiliye her ikrâm yapılır. Kör, güneşi göremiyorsa güneşin kabahati olmaz.
Bir gün İbn-i Sînâ, Harkân’a Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini evinde ziyârete geldi. Hanımı, azarlayarak, ormana gittiğini söyledi. Hanımı, Ebü’l-Hasan hazretlerinin büyüklüğüne inanmadığı için, ona uygunsuz şeyler söyledi. İbn-i Sînâ ormana doğru giderken, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin, bir arslana odun yüklemiş gelmekte olduğunu gördü.”Bu ne hâldir?” diye sorunca, “Evimdekinin sıkıntı ve belâ yükünü taşıdığım için, bu arslan da bizim yükümüzü taşıyor.” buyurdu.
Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri, her sene bir defâ, Dıhistan’da şehidlerin kabirlerinin bulunduğu kum tepeyi ziyârete giderdi. Harkân’dan geçerken durur ve havayı koklardı. Talebeleri kendisine; “Efendim, sizin bu şekilde havayı koklamanızdaki hikmet nedir? Biz herhangi bir şeyin kokusunu duymuyoruz.” diye sorduklarında, buyurdu ki; “Evet öyledir. Fakat bu kasabadan öyle birisinin kokusu geliyor ki, onun adı Ali, künyesi Ebû Hasan’dır. O, zamânın kutbu olacaktır.”
Vaktiyle Bistâm şehrine bir çekirge sürüsü hücûm etti. Bütün ekinleri ve sebzeleri yediler. Halk, çekirgelerden ve bu musîbetten kurtulmaları için feryâd ederek, duâ ediyordu. Fakat bu musîbetten bir türlü kurtulamadılar. Halkın telâşını ve üzüntüsünü gören Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri; “Ne oldu, bu halkın feryâdı nedir böyle?” diye sordu. Çekirge istilâsı bütün ekinlerin perişanlığını ve halkın bundan üzüntülü olduğunu söylediler. Bunun üzerine, ayağa kalkarak dama çıktı. Ve etrafa bir nazar etti. Çekirgeler toplanıp şehirden derhal uzaklaştılar. İkindi namazı vaktine kadar bir tek çekirge kalmadığı gibi, bütün ekinlerin yaprakları da eski hâline gelip, hiç ziyân olmadı.
Sultan Mahmûd Gaznevî, bütün Asya’ya hâkim olduğu zamanda, Harkân şehrine yakın gelmişti. Adamlarından bir kaçını, Harkân’a Şeyh Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin huzûruna göndermiş ve Şeyh hazretlerini yanına çağırmıştı. Şeyh hazretleri buna karşılık, bir özür beyân ederek gitmek istemediler. Durum, Mahmûd Gaznevî’ye bildirilince, “Haydi kalkınız! Zîrâ o, bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona gidelim.” dedi. Sonra kendi elbisesini Kâdı İyâd’a giydirdi ve kendisi de silâhtar olarak, Kâdı İyâd’ın yanında Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’nin evine girdi. Mahmûd Gaznevî selâm verince, Ebü’l-Hasan hazretleri selâmını aldı. Fakat ayağa kalkmadı. Mahmûd Gaznevî, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’ye; “Sultan için neden ayağa kalkmadınız?” diye sorunca, Ebü’l-Hasan, Sultan Mahmûd’a; “Mâdem ki seni öne geçirmişler, yanıma gel bakalım.” dedi. Soruya o ânda cevap vermediler.
Sultan Mahmûd Gaznevî, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’ye; “Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zât idi?” diye sordu. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî: “Bâyezîd, öyle kâmil bir velî idi ki, onu görenler hidâyete kavuşurdu. Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden olurdu.” diye cevap verdi. Sultan Mahmûd bu cevâbı beğenmedi ve; “Ebû Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi nice kere gördüler. Fakat hidâyete gelmediler. Hâl böyle olunca, Bâyezîd’i görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun?” dedi. O, Resûlullah efendimizden daha yüksek mi ki, iki cihânın efendisini, üstünlerin üstünü olan Allahü teâlânın sevgili Peygamberini gören, küfürden kurtulamadı da, Bâyezîd’i görenler mi kurtulur demek istedi. Ebü’l-Hasan; “Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini, insanların en üstünü olan hazret-i Muhammed olarak görmediler. Ebû Tâlib’in yetimi, Abdullah’ın oğlu olarak gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyâlıktan, küfürden kurtulur, onun gibi kemâle gelirlerdi.” buyurdu.
Sultan Mahmûd Han bu cevâbı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı. Sultan Mahmûd; “Bana nasîhat ediniz.” deyince Ebü’l-Hasan-ı Harkânî; “Şu dört şeye dikkat et: Günahlardan sakın, namazını cemâatle kıl, cömert ol, Allahü teâlânın yarattıklarına şefkat göster.” dedi. Sultan Mahmûd; “Bana duâ buyurun.” deyince, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî; “Ey Mahmûd, âkıbetin makbûl olsun.” dedi. Bunun üzerine Sultan Mahmûd, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’nin önüne bir kese altın koydu. Buna karşılık Ebü’l-Hasan, sultânın önüne arpa unundan yapılmış bir yufka ekmeği koydu. Sultan ekmekten bir lokma aldı. Fakat lokmayı yutamadı. Bunun üzerine Ebü’l-Hasan hazretleri; “Bir lokma ekmeği yutamıyorsun. İster misin, şu bir kese altın bizim de boğazımızda dursun? Biz paralarla olan alâkamızı kestik. Şu altınları önümden alınız.” dedi. Sultan, Ebü’l-Hasan’ın paraları almasını çok istedi ise de, kabûl etmeyince, ondan bir hâtıra istedi. Ebü’l-Hasan hazretleri ona hırkasını verdi.
Sultan Mahmûd giderken, Ebü’l-Hasan ayağa kalktı. Bunun üzerine Sultan Mahmûd; “Geldiğim zaman hiç iltifat etmemiştin, fakat şimdi ayağa kalkıyorsun. O hâl niye idi? Bu ikrâm nedir?” diye sordu. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri; “Buraya pâdişâhlık gururu ile beni imtihan için geldin. Şimdi ise dervişlik hâliyle gidiyorsun ve dervişlik devletinin güneşi üzerinde ışıldamaya başladı. Önce gurur içinde olduğundan dolayı ayağa kalkmadım. Fakat şimdi derviş olduğun için ayağa kalkıyorum.” dedi.
Sultan, sonra gazâya gitmek üzere Harkân’dan ayrıldı. Sevmenât’a geldi. İçine mağlûb olma korkusu düştü. Birden atından inip, bir köşede Ebü’l-Hasan hazretlerinin hırkasını eline alıp; “Yâ İlâhî! Şu hırkanın sâhibinin yüzü suyu hürmetine, şu kafirlere karşı bizi muzaffer kıl. Ganimet olarak ele geçireceğim her şeyi dervişlere vereceğim.” diye duâ eder etmez, düşman tarafında bir toz-duman ortaya çıktı. Düşmanlar, bu toz-duman içinde birşey görmiyerek, kılıçlarını birbirlerine vurdular ve kendi kendilerini öldürdüler. Sağ kalanları dağılıp gitti. O akşam Sultan Mahmûd, rüyâsında Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini gördü. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî, Sultan Mahmûd’a; “Allahü teâlânın dergâhında, hırkamızın yüzü suyu hürmetine zafer kazandın. Eğer o anda isteseydin, kâfirlerin hepsinin müslüman olmasını sağlayabilirdin.” buyurdu.
Bir gün, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin bir talebesi çok hastalandı. Buna hiç bir tabîb çâre bulamadı. Talebe, hastalığın ağrısına dayanamaz hâle gelmişti. Sonunda durumu Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’ye bildirdiler. Bunun üzerine Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri terliklerini vererek; “Bunları ağrıyan yere sürün.” buyurdu. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin dediği gibi yaptıklarında, Allahü teâlânın yardımıyla talebe iyileşti ve hiçbir rahatsızlığı kalmadı.
Talebelerinden biri, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinden; “Lübnan Dağına gidip Kutb-i âlemi görmek için bana izin ver.” diye ricâda bulundu. Ebü’l-Hasan hazretleri izin verince, o talebe Lübnan Dağına vardı. Orada, yüzleri kıbleye dönmüş hâlde oturan bir cemâat gördü. Önlerinde bir cenâze duruyordu. Fakat cenâze namazını kılmıyorlardı. Talebe dayanamıyarak; “Niçin cenâzenin namazını kılmıyorsunuz?” diye sordu. Oradakiler; “Kutb-i âlemin gelmesi lâzımdır. Kutb-i âlem buraya her gün beş kere gelir ve imâmlık yapar.” diye cevap verdiler. Talebe bunu duyunca çok sevindi ve beklemeye başladı. Bir süre sonra herkes ayağa kalktı. Kendi hocası Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’nin Kutb-i âlem olduğunu gördü. Bu durum onu dehşete düşürdü ve kendinden geçti. Tekrar kendine geldiğinde, namaz kılınmış ve cenâze defnedilmişti. Kutb-i âlem de gitmişti. Talebe orada bulunanlara; “Kutb-i âlem tekrar ne zaman gelir?” diye sorunca; “Önümüzdeki namaz vakti.” diye cevap verdiler. Talebe onlara; “Ben onun talebesiyim. Ona karşı şöyle şöyle demiştim. Uzun süreden beri yollardayım. Ona durumumu arzedin de, beni berâberinde Harkân’a geri götürsün.” diye yalvardı. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri, tekrar namaz kıldırmak için oraya geldiklerinde, talebe elini ona doğru uzattı ve tekrar bayıldı. Ayıldığı vakit, Rey şehrinin çarşısındaydı. Harkân’a hocasının yanına gidince, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri ona; “Gördüklerini kimseye anlatma. Çünkü, Allahü teâlâdan bu dünyâda beni halktan gizlemesini ve bir tâne ârif ve büyük zât hariç, hiçbir kimsenin görmemesini istedim. Öyle de oldu. O zât da Bâyezîd-i Bistâmî’dir.” buyurdu.
Bir gün Ebû Saîd, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin yanına büyük bir kalabalıkla ziyâret için gelmişti. Hizmetçi kadın, arpadan yapılmış birkaç adet ekmeği, bir sepet içinde Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’nin yanına getirdi. Ebü’l-Hasan hazretleri o kadına; “Şu ekmeklerin üzerine bir örtü ört ve oradan istediğin kadar ekmek çıkar.” diye tenbih etti. Kadın denileni yaptı ve kalabalık bir halk topluluğuna, durmadan örtünün altından ekmek çıkardı. Fakat ekmekler bitmiyordu. Bir süre sonra kadın örtüyü kaldırınca, sepetin içinde hiçbir şey kalmadığı görüldü. Bunun üzerine Ebü’l-Hasan hazretleri; “Şâyet örtüyü kaldırmasaydın, kıyâmete kadar bunun altından ekmek çıkarıp duracaklardı.” buyurdu.”
Bir gece Ebü’l-Hasan-ı Harkânî; “Bu gece falan sahrada savaş yapılıyor. Şu kadar kişi de yaralandı.” buyurdu. Durumu araştırdıklarında, Ebü’l-Hasan hazretlerinin dediği gibi olduğu anlaşıldı. Aynı gece, Ebü’l-Hasan hazretlerinin oğlunun kafasını kesip, kapısının eşiğine attılar. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’nin hiç haberi olmadı. Kendisini inkâr eden hanımı; “O kimseye ne demeli, şu kadar mesâfe uzaklıktaki cereyân eden bir olayı haber veriyor, ama oğlunun kafasını kesip kapısına attıkları hâlde, bundan haberi olmuyor?” deyince, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî; “Evet, dediğin doğrudur. Ama biz onu gördüğümüz vakit, aradaki perde kaldırılmıştı. Oğlanı katlettikleri zaman ise, perde çekmişlerdi.” dedi.

Ebü’l-Hasan Harkânî’nin asıl türbesi Harkân’dadır.

Piremir Sultan

Piremir Sultan






Asıl Adı Mehmed olup evlad-ı Resüldendir. Babası Seyyid Ali’dir. Emir Sultan hz‘ne yakınlığından dolayı kendisine Emir denmiştir. Doğum tarihi belli değildir.
Piremir Sultan hz’i , 1495 yılında Buhara’dan geldi. Emir Sultan camiine geldi ve Halka ; ” Ben Emir Buhari’nin kız kardeşinin oğluyum, bu sebeple Emir Buhari dergahında bulunmak benim hakkımdır ” dedi. Daha sonra kürsüye geçip birkaç defa vaaz etti ancak türkçesi çok iyi olmadığı için farsça vaaz etti ama halk pek bir şey anlamadı.
O zamanda emir Sultan dergahında Postnişin olan Abdurrahman efendi bu durumdan çok rahatsız oldu. Bu surede halk ikiye ayrıldı. Bir kısmı Abdurrahman efendiyi, bir kısmı da Piremir Sultanı destekledi. Daha sonra Abdurrahman efendi ; Darus Sultani’ye gidip kendisinin burada görevli olduğuna dair bir emri şerif getirdi. Taraflar arasında bir mahkeme kuruldu ve sorun çözülmeye çalışıldı . Ancak bir türlü sulh sağlanamadı. Hatta camii şerifde kubbe altında Abdurrahman Efendi meclisi toplanır , aynı anda mihrab yanında Piremir sultan meclisi toplanırdı. Çok zaman kavgalar yapıp dövüştüler. İki tarafta çok yıprandı.
O sırada Rumeli Yenişehirinde irşadla meşgul olan Emir Sultan hz’nin halifelerinden Şeyh Hacı Halife Bursa’ya gelip duruma müdahale etti ve halkı Abdurrahman efendi etrafında birleşmeye çağırdı. Halkın çoğuda Abdurrahman efendi’nin meclisine dahil oldular . Piremir Sultan’ın dostlarından Hoca Ali zade meseleye müdahil oldu ve Musa Baba camiinin üst tarafında Piremir Sultan‘a bir camii ve zaviye inşa ettirdi ve sorun çözüldü. Piremir Sultan hazretleribu dergahta irşad hizmetlerini sürdürdü ve vefatında da aynı dergahın bahçesinde defnedildi. Günümüzde Dergahtan eser kalmamıştır.