KARIŞIK

7 Şubat 2016 Pazar

Zincirkıran Mehmet Bey Türbesi, Muratpaşa, Antalya


Zincirkıran Mehmet Bey Türbesi

Muratpaşa, Antalya


 Yivli Minare ve Camii, Muratpaşa, Antalya
Antalya'nın Muratpaşa İlçesinde Yivli Minare’nin avlusunda yer alan Zincirkıran Mehmet Bey Türbesi'nin hemen yanında yer almaktadır.
1377 yılında yapılmıştır.
Aynı zamanda Mevlevihane’nin doğusundaki küçük bir terasta bulunan bu türbe, sekizgen planlı olup, kesme taştan yapılmıştır.
Türbenin içerisi giriş kapısı dışındaki yedi duvarda birer dikdörtgen pencere ile aydınlatılmıştır.
Türbenin üzeri Selçuklu kümbetleri üslubunda sekizgen, piramidal taç bir külahla örtülmüştür.
Güneybatı kenarındaki türbe giriş kapısı beden duvarlarından dışarıya doğru hafif bir çıkıntı meydana getiri ve çevresi profillerle kuşatılmıştır.
Dikdörtgen girişin içerisinde, yay biçiminde kapısı bulunmaktadır.
Bu kapının kemer taşları üzerinde iki satırlı kitabesi ve üç de rozeti vardır.
Kitabede:
“Allah’tan başka her şey helâk olucudur.
Devlet, dini ve dünyanın savaşçısı, âlim ve fikirlerin terbiyecisi büyük emir Mehmet Yunus Bey oğlu Mehmet’e
779 h. (1377) senesi Şaban ayının sonlarında merhum ve mâfur.
Emirzade Ali için-Allah kabrini nurlandırsın, şu şerife kubbenin inşasını emir etti.
Mülkü halkı, ebedi olsun”.
Giriş kapısındaki taştan halka Mehmet Bey’e unvanından ötürü kopardığı zincirler için sembolik olarak konulmuştur.
Türbenin içerisi sıva ile kaplıdır.
Köşelerdeki küçük trompcuklarla kubbeye geçilir.
Böylece türbenin içerisi kubbe, dışarısı da piramidal taş külahlıdır.
Türbenin içerisinde Zincirkıran Mehmet Bey’in sandukası ile birlikte iki sanduka daha bulunmaktadır. Kaynaklarda çinili olduğu yazılı olan bu sandukalar bugün çinisizdir.

Ebu Derda Türbesi, Bartın




Ebu Derda Türbesi, Bartın





 Ebu Derda Türbesi, Bartın
Hz. Peygamberimizin Sancaktarı Ebu Derda Hazretlerine ait olduğu söylenir. Ancak; tarihi kaynaklara göre, Hicretin 50. yılında İstanbul’un kuşatılması sırasında bu bölgeden geçerken buralarda bir süre kaldığı tahmin edilen Ebu Derda Hazretleri hatırasına sonradan bir türbe yapıldığı ve burasının manevi bir makam olarak kabul edildiği olasıdır.

 Türbenin belgelenemeyen bir rivayete göre Bartın Müftülerinden Toscuoğlu Hacı Rıfat Efendi tarafından yaptırıldığı söylenmekte, yılı bilinmemektedir. Eldeki kaynaklardan, takriben yüz yıl kadar önce tamamen yandıktan sonra onarıldığı anlaşılmaktadır.
 Günümüze sadece bir taş lahidi ulaşan ve yanında küçük bir cami ile kavşak suyu çekmesi ve bir kuyu bulunan türbe, manevi makam olarak hayli ziyaretçi çekmektedir. 

Mızraklı Dede türbesi

                       Mızraklı Dede türbesi





Bozyaka semtinde, Türbe Caddesindedir. Şu an İZSU su deposunun altında kaldığını duydum. Bu yatırla ilgili bir hikaye aşağıya çıkarılmıştır.

En önemli romancı-larımızdan, `Çalıkuşu `nun yazarı Reşat Nuri Güntekin`in yurt izlenimlerini anlattığı `Anadolu Notları `nı uzun yıllar sonra tekrar okudum. İki cilt halinde yayınlanan `Anadolu Notları ` 1930`lu yıllarda kaleme alınmıştır. Güntekin bu kitapta köylünün parayla ilişkisinden, gönül çelen tuluat tiyatrolarına, otel manzaralarından rakı muhabbetlerine, Anadolu insanına ilişkin keskin gözlemlerde bulunur. İnsan her çağda farklı noktalara odaklandığından aşağıdaki anekdotu çoktan unutmuştum. Tekrar okuduğumda şaşırarak hatırladım. Paylaşmak isterim: Reşat Nuri `nin çocukluk günleri. 1889 doğumlu olduğuna göre 19`uncu asrın son yıllarındayız. Küçük Reşat Nuri , sütninesinin İzmir Dübekbaşı`ndaki evinde yaşamaktadır. Mahalle sakinlerinin arasında Şehnaze Hanım ve gümrük katibi kocası da vardır. Aptesinde namazında, melek gibi bir adam olan katip, günün birinde bayramlık kıyafetlerini giyip evden ayrılır. Bir daha da dönmez! `Eyvah herif evlendi` diye bir yaygara kopar. Gerçekten de gümrük katibi Damlacık taraflarında yaşayan genç bir dulla evlenmiştir. Olacak iş değildir. Mahallenin kadınları, adama büyü yapıldığına karar verir. Bir yandan büyüyü bozmak için hazırlıklara girişilirken, işini sağlama almak isteyen Şehnaze Hanım Mızraklı Dede `ye bir tavuk adar. Ve şimdi dikkat: Bu arada... Yani tavuğu adarken... Bir yandan dualar okur... Ama aynı anda da, en hafifi `edepsiz` olmak üzere, `evliya ` sayılan Mızraklı Dede `ye olmadık hakaretler eder. Sadece o mu? Şehnaze`ye eşlik eden diğer kadınlar da Mızraklı Dede `ye küfür müfür, dümdüz gitmektedir. Daha önce birçok camiye, türbeye giden, dualar eden Reşat Nuri `nin tüyleri, bu manzara karşısında diken diken olur. Olacak iş midir? Bir evliyaya nasıl hakaret edilir? Hem hakaret edip, hem de nasıl yardım istenir? Neler olup bittiğini sütninesine sorar. O da... Mızraklı Dede `nin bir boş anında başka bir evliyaya küfrettiğini... Bu yüzden bütün ömrü boyunca vicdan azabı çektiğini... Ölürken de, `Benim adımı ananlar, bana da öyle küfretsinler ki istediklerini yapayım` dediğini, anlatır... Hem İslami, hem de rasyonel açıdan yaklaşıldığında gerçekten de saçma, abuk sabuk bir hurafe, bir batıl itikat bu. Ama olayın `dini` değil de, `folklorik` boyutuna bakıldığında ne kadar müthiş, ne kadar renkli, ne kadar tuhaf bir olay değil mi? `Ancak kendisine küfredildiğinde, bir adağı yerine getiren evliya `! İnsan zihninin olağanüstü yaratıcılığı! Şaşırtıcı bir tersine çevirme.

İmamı Caferi Sadık Tayyar Türbesi İZMİR

İmamı Caferi Sadık Tayyar Türbesi İZMİR

İzmir Konak Kubilay Mah. 1021 Sk.da İmam Cafer-i Sadık isimli türbedir.

İmam Cafer-i Sadık,Hicri 83 yılında Medine'de doğdu, 148 (m. 765)'de orada vefat etdi. "Sadık" lakabıyla meşhur olan İmam Cafer b. Muhammed, Ali'nin torununun torunudur. Muhammed Bâkır'ın oğlu ve Mûsâ Kâzım'ın babasıdır. Oniki imamın altıncısıdır.Cafer-i Sadık'ın şii öğretisine göre en büyük özelliği tam bir öğretmen rehber olmasıdır. Şiilik öğretisine göre, 148. yılında Abbasi halifesi Mansur'un emriyle zehirletilerek şehid edilmiştir. İzmirle aslında hiç bir ilgi ve alakası yoktur. Fakat bu ismi nasıl aldı ve burada yatan kişi gerçekte kimdir bilemiyoruz. Ama kesinlikle bu isimle alakası yoktur.



Örneğin “12 İmamın Başı İmam Caferi Sadık Tayyar Hazretlerinin Türbesi’’ levhasının asılı olduğu tarihi binada gördüklerim çok ilginçti. Türbeye bir aile yerleşmiş.


Mahalleliden duyduklarıma göre, Bir Japon turist fotoğraf çekerken, orayı işgal edenlerce dövülmüş.

Güzel Baba..KARAKOÇAN

Güzel Baba:
Tüm Anadolu abdallarında olduğu gibi Güzel Baba`nın hayatı hakkında da kesin bilgiler mevcut değildir. Yöre halkının sevgisini kazanmış saygın bir kişiliğe sahip olduğu anlaşılmaktadır. Rivayetlere göre Pir Cemal Abdal`ın kardeşidir. Halk arasında kendisine duyulan saygıdan dolayı ölümünden sonra mezarı ve çevre ormanı korunmuştur.(Meşe ormanından ağaç kesilmesi halk arasında günah olarak nitelendirilmektedir.) Bazı düzenlemelerle hem bir ziyaret yeri, hem de bir mesire yeri olarak kullanılmaktadır

Pir Cemal Abdal..karakoçan

PİR CEMAL ABDAL HAZRETLERİ



Selçuklu döneminde 1160-1230 yılları arasında yaşadığı tahmin edilmektedir. Pir Cemal Abdal Orta Asya’ dan Anadolu’ya gelen Yesevi şeyhlerinden biridir. Anlatılan rivayetlere göre Mevlana Celalettin Rumi’nin babası Bahaeddin Veled ’le birlikte Belh yöresinden kalkarak önce Erzincan’a daha sonra, Pir Cemal Abdal’la aynı oymaktan olan Okçu Yusuf ve kardeşleri olan Hamza, Bahadır, Çakbey, Kızıl ve Şevti ile birlikte bugünkü Okçular Köyüne geldiği ve buraya yerleşmelerine ise Sultan Alaaddin Keykubat’ın aracılık ettiği söylenir. Pir Cemal Abdal’ın Üçbudak Köyü’ndeki ev kalıntısından kalan izlere halen rastlamak mümkündür.
İlçemizin kuzey batısında bulunan Üçbudak Köyü’nde medfundur. Mezarı son yıllarda mermer bir sanduka içine alınmıştır. Bu mermer sandukanın etrafı demir bir kafesle çevrilidir.

KIRKLAR SULTAN HZ. TÜRBESİ




         Bir hadiste peygamber efendimiz Hz Muhammed Mustafa (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır. ‘ benim kabrimi ziyaret eden beni ziyaret etmiş gibidir’ buradan yola çıkarak onu ve onun velilerini ziyaret etme onu ziyaret etmek gibidir çünkü Resulullah velilerin, evliyaların, bu gibi insanların gönüllerinde gezer. Bende bundan dolayı türbe ziyaretlerine önem vermekteyim ve sizlerle gittiğim, duyduğum ama gidemediğim, bunun gibi bir çok türbeyi paylaşmak istiyorum!

         Kabir ziyaretine gittiğimizde öncelikle kabir ehline selam vermek gerekir. Kabrin yanına gelerek ‘اَلسَّلامُ عَلَيْكُمْ دَارَ قَوْمٍ مُؤْمِنينَ وَاِنَّا اِنْ شَاءَ اللّهُ بِكُمْ لاَ حِقُونَ   (Esselamü aleyküm ya Ehle-daril kavmilmüminin! İnna inşaallahü an karibin biküm lahikun)  bu şekilde selam vermek sünnettir.

          Kırklar sultan Hz. Peygamber efendimizin soyundan gelen seyyid bir zat olup kabri Kanuni Sultan Süleyman zamanında keşfedilmiştir. O dönemim şeyhlerinden Kemal Efendi tarafından keşfedilmiş olup, üstün keramet sahibi bir kimse olduğu rivayet edilmektedir. İnsanların düşüncelerini okuyabildiği ‘Ledun’ ilmine sahip olduğu ve Hızır As’ın talebelerinden olduğu rivayet edilmektedir. İmam-ı Azam Hz. Peygamberlerin kerametlerinin hak olduğu gibi velilerin kerametlerinin de hak olduğunu bildirmişlerdir.

           Kırklar Sultan Kabri bir çok kimse tarafından bilinmemektedir ancak Beykoz için ayrı bir öneme sahiptir. Kabrin temizliği her gün nöbetleşerek gönüllü insanlar tarafından yapılmaktadır. Beykoz’un Dereseki köyünde bulunan kabir, Yüşa Peygamber Hz. Türbesine yaklaşık 15 dakikalık mesafede bulunmaktadır. Kırklar sultan Hz ile ilgili çok fazla bilgiye sahip olamamakla beraber, hemen yol kenarında bulunan bu kabri samimi niyetlerinizle, edep ve saygıyla ziyaret etmenizi ve oranın manevi havasından feyiz almanızı tavsiye eder, Dualarınızın kabul olmasını niyaz ederim… ( Arkadaşlar world'de yazdığım ve oradan kopyaladığım için bu şekilde çıkıyor kusura bakmayın)



AŞIKLI SULTAN TÜRBESİ...

AŞIKLI SULTAN TÜRBESİ...
 Diğer bilinen adı ilede AYAĞI YANIK TÜRBE.... Kastamonuda bulunan yüzlerce türbe arasında en dikkat çekenidir.. Bizzat kendimde gittim gördüm... Sandukanın ayak kısmı açık 
[​IMG]


[​IMG]

Honsalar Mahallesi, Kale kapısı Mevkiinde, Kümbet Sokağında yer almaktadır. Ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı bilinmeyen bu türbe Kastamonu’nun en önemli kentsel efsanelerinden birini oluşturmaktadır. Mimari uslüb açısından Selçuklu dönemi eseridir. Türbenin içinde beş adet sanduka vardır. İskeletler sandukaların içindedir.2. Sandukada Mağripli Mehmet ağa, 3. sandukada Âşıklı Sultan metfundur. Diğer sandukalardaki zatlar bilinmemektedir. Türbeye de ismini veren Âşıklı Sultan’ın çürümemiş bedeninin ayak tarafı camekân içersinde gösterilmektedir.
Bu türbeye ait birbirine benzer birkaç söyleşi bulunmaktadır. Âşıklı Sultan’ın kendisi Bizans’ın elinde bulunan Kastamonu’yu ve kalesini ele geçirmek için gelen Türk birliklerinin komutanıdır. Savaş sırasında şu anda Türbesinin bulunduğu yerin yakınlarında şehit düştüğü için buraya gömülmüştür. Cumhuriyetin ilk yıllarında türbe ve civarında çıkan bir yangın sırasında, kendisi dönem valisinin uykusuna girerek “Ben yanıyorum, kalk yangını söndür” der. Bunun üzerine vali hemen uyanarak bölgedeki yangının söndürülmesini sağlar.
Söylencenin kaynağı ve anlatımını ise türbeye bir gelenek şekilde bakıcılık yapan bir aileden gelen yaşlı türbedar bir kadından gelmektedir. “Çok seneler evvel bir yangın olmuş ki bu çevrede çok büyük, insanlar yangını söndüremeyince evliyadan yardım istemişler. Bunun üzerine evliya mezar şeklindeki kabrinden ayaklarını çıkarmış ve yangın sönmüş. Halk şükran borcunu ödemek için kendisine bu türbeyi yapmışlar. Ve o zamandan bu yana da ismi Âşıklı Sultan olarak anılmış”
Âşıklı Sultan’ın bir diğer söylencesi ise yine oldukça eskilerden gelmekte ve yukarıda anlatılanlardan oldukça farklıdır. Çok önceleri yatırın sadece belden yukarısı kapalı imiş. Açık olan tarafta ise elleri de görünmekte imiş. Ellerinden birinde yatırın yüzüğü bulunmaktaymış. Yatırın bulunduğu türbede o zaman yeterli koruma olmadığından, yabancı birisi tarafından bu yüzük alınmak istenir. Bu kişi tam yüzüğü cesedin elinden çıkarmak üzereyken Âşıklı Sultan ellerini kapatıp yumruk şekline getirmiş. Bu olaya şahit olan yabancı kısa bir süre sonra ruhsal dengesini kaybederek ölmüş. Bu olaydan hemen sonra ise güvenlik nedeni ve yatırın rahatsız edilmemesi için sanduka ayak seviyesine kadar kapatılmış. 1919 yılı anılarını anlatan Dr. Emin Sağlar, türbeye iki arkadaşıyla birlikte gittiğinde 3 sanduka gördüklerini belirtir. Ayakları dışarıda olan sandukayı meraktan açtıklarında, 1.70 m boyunda bir insan cesedi ile karşılaşırlar. Karnı iman tahtasına kadar açılmış ve 2 cm. eninde şerit bezlerle doldurulmuş ve sarılmış olduğunu görünce bunun tahnitli yani mumyalanmış bir ceset olduğunu anlarlar. Cesedin başının üzerinde yer alan bir deri üzerinde çini mürekkebi ile “Mağripli Mehmet Ağa” yazmakta ve hemen altında ise ölüm tarihi hicri olarak 7 yüz ile başlayan bir rakam yazmaktadır. Dr. Sağlar diğer iki sandukanın boş olduğunu belirtir.
Mağripli Mehmet Ağa’nın kullanmış olduğu lakabından “Mağrip” dolayı Kuzey Afrika kökenli bir Arap olabileceği de düşünülebilir.
Bir diğer söyleşide, Âşıklı Sultan Türbesini milyonlarca kişi ziyaret etmiş ama ziyaretçilerden birisi farklıdır. Çok sık gelir Âşıklı Sultan Türbesi’ ne... Saatlerce dua eder... Ve bir gün... Sayısız ziyaretine, onca duaya rağmen bir türlü isteği yerine gelmediği için âşıklı Sultan’ ı suçlar. Vakit gece yarısını geçtiğinde, Âşıklı Sultan Türbesi önüne gelir ve 
---Sen evliya olsan, dualarım karşılık bulurdu. Eğer ermişsen kurtar bakalım kendini...
diyerek türbeyi ateşe verir.
Zamanın valisi yatağında uyumaktadır. Bir müddet sonra, kan ter içinde yatağından fırlar vali. Rüyasında, Âşıklı Sultan kendisine; “ Ben yanıyorum! Kalk, beni kurtar!” der. Ancak vali bu manevi işareti anlamaz ve sıradan bir rüya olarak değerlendirir. Tekrar uykuya dalar. Fakat Âşıklı Sultan yine karşısındadır ve yangını söndürüp kendisini kurtarmasını istemektedir validen… Vali ikinci ikazı da dikkate almaz. Hayırdır İnşallah, diyerek tekrar uykuya dalar. Bu sefer Âşıklı Sultan daha sert bir ifadeyle seslenir valiye, rüyasında; Kalk beni kurtar dedim sana! Yanıyorum! Bu sefer aklı başına gelir valinin! Yaptırdığı tetkikte gerçektende türbenin yanmakta olduğunu öğrenir. Derhal müdahale edilir ve kısa sürede yangın söndürülür. Fakat Âşıklı Sultan’ın ayak kısmı yanmıştır. Bu olaya izafeten halk tarafından, türbe “Yanık Evliya” olarak anılmaya başlar. Yangının izleri hem Âşıklı Sultan’ın ayaklarında hem de türbenin duvarlarında hala bellidir.
Söylencelerdeki ortak nokta ise önemli bir yangının olduğudur. Ancak bir araştırmacının belirttiği gibi, cesedin açıkta olan ayakları üzerinde görülen karartıların yangın nedeniyle değil, mumyalanmış cesette zamanla karbon eksilmesinden kaynaklandığını belirtmek gerekir.
Türbe ve Kastamonu açısından belki de en önemli noktalardan birisi mumyalanmış bir cesedin varlığıdır. Klasik Türk mimarisinde yer alan anıtsal mezarların açılımında; mezarın yer aldığı bir alt kat (oturtmalık), simgesel nitelikteki sandukanın bulunduğu ziyarete açık üst kat (gövde), ve bir perdeden oluşmaktadır. Toprak altında kalan oturtmalık bölümüne yaygın olarak mumyalık da denmektedir. Bu adın yaygınlaşmasının nedeni, ölülülerin mumyalanma geleneğinin Orta Asya’dan bu yana Anadolu’da da uzun bir süre kullanılmış olmasıdır. ​

tevekkül sultan.. silifke

tevekkül sultan.. silifke


























Taş köprünün hemen yanındaki türbe hakkında yazılı herhangi bir kaynak bulunmamaktadır. Selçuklu hanedanlarından birine ait olduğu rivayet edilen mezarın üzerindeki çatı daha sonradan ilave edilmiştir.

Çeçe Sultan Türbesi..gerze

Çeçe Sultan Türbesi..gerze


İlimiz Gerze ilçesi Çeçe Sultan köyünde bulunan türbe Selçuklular döneminden kalma bir yapıdır. Türbe dikdörtgen planlı, tek katlı ve tek mekanlı bir yapıdır. Kesme taştan yapılmış kemerli bir kapısı vardır. Kapı üzerinde Selçuklu Dönem yazı sitilinde yazılmış bir kitabesi vardır.

Türbe içinde Çeçe Sultan ve akrabalarına ait olduğu sanılan sekiz adet mezar bulunmaktadır. Türbe binası aynı zamanda camii olarak kullanılmaktadır. Hıdrellez kutlamaları her yıl burada yapılmakta, türbe ziyaret edilerek adaklarda bulunulmaktadır. Türbenin Çepni Türkleri Beyi Tayboğa ‘nın kardeşi Mehmet Çeçe Bey ‘e ait olduğu düşünülmektedir.

Horasan’dan gelen Mehmed Çece Bey’in babası Seyyid Abdullahu Ekber Hazretleri, Dedesi 12 imamdan biri olan Seyyid İmam Musa Kazım(RA) Hazretleridir.

Araştırmalara göre MS.. 1071 yılında Büyük Selçukluların Malazgirt Savaşı'ndan sonra İslam Dini'ni yaymak amacıyla Çeçe Sultan'ın bir grup mücahitle birlikte Anadolu 'ya akınlar düzenlediği anlaşılmaktadır. Öyle ki, türbesinde bulunan kılıç ve sancak da (çalındığı beyan edimektedir) bunu kanıtlamaktadır. Çeçe Sultan Türbesi'nin nasıl ve ne zaman yapıldığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Yalnız türbe içinde Çeçe Sultan'ın kendi ve çocuklarının tabutu ile eşyaları korunmaktadır. Mimari yapısı yontma ve yığma taşlardan yapılmış ve harcı kurudukça sertleşen bir çeşit kum ve kireç karışımı olan Çeçe Sultan Türbesi'nin kapısında tarihi bir geyik boynuzu ile anlamı henüz çözülememiş dekoratif yazılar bulunmaktadır. Türbenin önünde yıllar öncesinden günümüze kadar gelmiş silindir şeklinde bir ''Dilek Taşı'' da ziyaretçilerin ilgisini çekmektedir. 

Çece Sultan’ın Soy ağacı;



Seyyid Muhammed Hz.nin künyesel Soy şeceresi Peygamberimizin soyundan olup, aşağıda ad ve künyeleri bulunan aslı neslinden künyeler ile gelmiştir:



Halife İmam Hz. Ali bin Ebu Talip ve Hz. Fatıma-tüz-Zehra R.A (Cennet kokusu ve meyvesi)

Kerbela şehidi İmam Hüseyin Cennet efendisi,

İmam Şehid Zeynel Abidin (Ali Asgar) Hz,

Bini İmam Şianın imamlarından Seyyid Mehmed Baki Hz.

Bini İmam Seyyid Hüseyin Hz.

Seyyîd İmam Musa Kazım Hz.

Seyyid Abdullah (Abdullah Ekber Hz.)

Seyit Muhammed Cece Sultan El Mehmedi Meşuru Mehmet Cecebey Hazretleri.



Peygamberimizin soyundan gelen torunları Hz. Hasan ve Hüseyin’in soylarından erkeklere Seyyid, bayanlara Seyyide, Hz. Hasanın soylarından erkeklere Şerif, bayanlara Şerife denilir.



Çeçe Sultan Türbesinde görev yapanlara 1259 senesinde verilen berat fermanı


Yedi senesi zilhicenin onyedinci günü üzere olup vahi umumi olunarak kaideri meriye saltanati seniyeden olduğun tecrid bent biraren, Kastamonu - Sinop - Gerze nahiyesindeki vaki Çeçe sultan vakfının zaviyesi vazifesi ile zaviyeden zaviye ciheti mutasarrylar olduğundan iş bu seyyid Hüseyin banisi ve Mustafa ve Muhammed hasan olan berat hittahıdar olunmakta rica naşi tahriri olunmaktadır, olunmakta ciheti merbure birraen 1259 senesi üçüncü günü mucibince beratı şerif taat olunarak baabinde satr olan ferman alisanı vechle bu beratı tahrirle yummuna hurra ve mieteyin sebine ve tira liseneti saniye receb şehri. 


ÜMMÜ SULTAN TÜRBESİ..ödemiş



ÜMMÜ SULTAN TÜRBESİ..ödemiş

Türbe, Birgi’yi fetheden ve Aydınoğulları Beyliği’nin kurucusu olan Fatih Mehmet Bey’in kız kardeşi Hanzade Hatun’a aittir. Genel dolarak Sultan Şah denildiği gibi, Hatuniye Türbesi veya Hanzade Hatun Türbesi de denilmektedir.
Türbe Ulu Camii’nin güneyinde, bugün Birgi içinden geçmekte olan Gölcük ve Bozdağ köy yolu üzerinde yer almaktadır. Taş ve tuğla ile yapılmış, altıgen prizmal gövdeli türbeler grubuna dahil olan türbe, bu plan uygulaması ile Aydınoğulları devri türbe yapıları içersinde özel bir yere sahiptir. Çünkü bu beyliğin diğer türbelerinde kare ve sekizgen gövde yaygındır. Altıgen gövde yalnız bu yapıda karşımıza çıkmaktadır.Türbe içinde taşla örülmüş bir mezar ve başında parçalanmış mermer kitabesi bulunmaktadır.
89001946
Ümmü Sultan Türbesi (5)



Abdullah Haşimî el Mekki Hazretleri(Arap Şeyhi)


Abdullah Haşimî el Mekki Hazretleri(Arap Şeyhi)


Abdullah Haşimî el Mekki Hazretlerine Sivas-Yıldızeli civarındaki Mumcu Köyü’nün bir kısmı ve İsmail Bey Çiftliği dergâhının ve kendi ihtiyaçlarını karşılaması için mülk olarak verilmiştir. 

Kurduğu Rifâi tekkesi için Paşabey mahallesinde bir konak satın alarak gerekli tadilat ve semahaneyi yaptırdıktan sonra burayı dergâh haline getirerek h.27 Zilhicce 1331 (m. 27 Kasım 1913) de vakıf haline getirmiştir. İki katlı büyükçe olan konağın üst katın­da semahane, misafirhane, mutfak, meydan odası, alt katında ise, odunluk, so­fa, ahır ve diğer müştemilat bulunmaktadır. 

Bir vakıf senedine göre Paşabey mahallesinde kurmuş olduğu tekkesinde inşa ettiği mescitte hatiplik yapacak zatlara verilmek üzere 1311 (1893) yılında beş yüz kuruşluk bir vakıf tesis etmiştir. 

26 Muharrem 1332 (24 Aralık 1913) tarihini taşıyan vakıf senedine göre, vakfın idaresi ile dergahın şeyhliğini büyük oğlu Seyyid Mehmed Ragıb’a, bunun vefatından sonra da küçük oğlu Seyyid Ahmed Siraceddin’e bırakmıştır. 

Efendi Hazretleri, Tokatlı Pir’den önce yedi sene kadar Seyyid Abdullah Haşimî el-Mekki Rifâi’ye intisablı bulunmuş ve Hakk’a yürüdükten sonrada daima kabirlerini ziyaret etmiştir. [2] 

[1]— Demirel, Ömer, Osmanlı Dönemi Sivas Şehri, Sivas 2006, s.55 

[2]—Arab Şeyh kuddise sırruhu Hazretlerin torunlarından Seyyid Nizamettin Gürer Efendiden işittiğimize göre, Efendi kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri, Arab Şeyhi hayatı boyunca devamlı olarak kabr-i seadetlerini ziyaret eder ve türbe odasında bir zaman baş başa otururmuş.

Rifaî tarîkâti şeyhlerindendir. [2]

Hazreti Pîr-i Sânî es-Seyyid eş-Şeyh Ahmed İzzeddîn es-Sayyâdî er-Rıfâî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin (h.y.t: m.1271) sülâle-i tâhiresinden gelen es-Seyyid eş-Şeyh Muhammed Azîm el-Hâşimî el Mekkî es-Sayyâdî er-Rıfâî Efendi Hazretlerinin oğlu es-Seyyid eş-Şeyh Abdullah el-Hâşimî el Mekkî es-Sayyâdî er-Rıfâî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz hazretleri (r.1245–m.1829) senesinde Mekke-i Mükerreme’de dünyayı teşrif etmişlerdir. Annesi Havva Mehri Hanım’dır.

Hz. Seyyid Abdullah el-Hâşimî el Mekkî , babası Seyyid Muhammed Azîm el-Hâşimî kaddese’llâhü sırrahu’l azîze intisab etmiş, babasından seyr-i sülûk görüp Rıfâî-Sayyâdî, Kâdirî, Bedevî, Şâzelî, Sâdî, Nakşibendî, Mevlevî tarîklerinden hilâfet icazet almıştır.. Daha sonra Medine-i Münevvere’ye gidip es-Seyyid eş-Şeyh Hasan er-Rıfâî Hazretlerinden ve es-Seyyid eşŞeyh Sâlim er-Rıfâî hazretlerinden Rıfâî-Sayyâdî üzre birer hilafet daha almışlardır. Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’de pek meşhur olan Hâşimî-Sayyâdî ailesi bu civarda Tarîkat-ı Âliyye-i Rıfâiyye’nin intişarına pek büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Hazreti Pîr-i Sânî es-Seyyid eş-Şeyh Ahmed İzzeddîn es-Sayyâdî er-Rıfâî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin bu ailesi Hicaz ve civarı haricinde, Suriye, Irak ve civarında da Rıfâiyye-i Sayyâdiyye’nin merkez dergâhı olmuşlardır. Seyyid Abdullah el-Hâşimî el Mekkî Hicaz’dan Afganistan’a gitmişler orada 20 sene kalarak Tarîkat-ı Rıfâiyye’yi neşr etmişlerdir. Daha sonra İstanbul’a gelen Hazreti Seyyid Abdullah el-Hâşimî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın pek çok iltifatlarına mazhar olmuşlardır. Bizzat pâdişah tarafından kendilerine Şeyhü’l-Ekber ünvanı verilmiştir.
Sivas’a gelmeden önce İtalya’da bulunduğu rivayetleri de vardır. Abdullah Hâşimî el Mekkî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Anadolu’nun pek çok yerinde irşad faaliyetlerinde bulunmuştur. Bu arada İç Anadolu Bölgesindeki bütün Seyyid’lerin başına “Nakibü’l-Eşraf” olarak atanmışlardır. II. Abdulhamid Han Sivas vilayetindeki Sünnî ve alevi cemaatin arasında başlamış olan karışıklık ve fitne had safhaya vardığından Seyyid Abdullah Haşimî el Mekki Rifâ-i kuddise sırruhu’l-azîzi İstanbul’a çağırmış bu durumun düzeltilmesi için rica etmiştir. 1876’da Sivas’a gelip yerleşmiş ve dergâhını açmıştır.[3]

29 Nisan 1896 de İzmir Paye-i Mücerredesi,[4] 23 Ocak 1900 de birinci dereceden terfii, [5] 15 Şubat 1900 de ikinci rütbelerden Mecidi Nişanı itası [6] verilmiştir.

Siyasî hayatı çok canlı geçen Sivas’ın idarî amirleriyle ve özellikle dönemin Sivas valisi Reşit Akif Paşa ile (valiliği 1901–1908) iyi münasebetler içerisinde olmuştur. 1903 yılında alamadığı terfi, maaş artırımı ve 1908’de Osmanlı nişanını 25 Şubat 1908 de Bilâd-ı Hamse’den Bursa payesi ile bir nişan verilmiştir. Ancak İttihat ve Terakkî Hükümetinin zulmünden kurtulamamıştır. Mekke-i Mükerreme’ye sürgün gitmiştir.

[1]—bkn. YILDIZ, Âlim, “Arab Şeyh’in Bir Mektubu Makalesi” Hayat Ağacı Dergisi, Bahar 2005, s. 46–47

[2]—Seyyid Ahmed b. Alî el-Mekkî b. Yahya er-Rifâî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz (ö. 578/1182) Rifaiyye tarikatının kurucusu. 512'de (1118). Bağdat'la Basra arasında kalan Batâih bölgesinde Ümmüabide köyünde doğdu. Atalarından Rifâa el-Hasan el-Mekkî'den (ö. 331/943) dolayı Rifâi nisbesini aldı. Şa'rânî ise et-Tabakâtü''l--kübra'sında (s 1401, bu nisbenin aynı ismi taşıyan bir Arap kabilesine mensup olmasından ileri geldiğini yazar. Ancak onun hayatından bahseden ilk kaynaklarda böyle bir bilgi yoktur, son devir kaynakları da bu görüşü kabul etmezler. Doğum tarihi bazı müelliflerce 500 (1107) olarak verilmekle birlikte ilk kaynaklar 512 (1118) tarihi üzerinde ittifak etmişlerdir.

Ahmed er-Rifâi'nin Hz. Hüseyin soyundan gelen bir seyyid olduğunda bütün kaynaklar birleşirler. Babası Hakk’a yürüdüğünde yedi yaşında olan Ahmed er-Rifâfi'yi, devrin büyük sûfîlerinden dayısı Mansûr el-Batâihî, annesi ve kardeşleriyle birlikte himayesine aldı. Kur'an öğrenimini ve hıfzını tamamladıktan sonra, devrin âlim ve mutasavvıflarından Ali Ebü'l-Fazl el-Vâsıtî ve diğer bazı âlimlerden İslâmî ilimleri öğrendi. Ebu İshak eş-Sîrâzi'nin Şafiî fıkhı ile ilgili Kitâbü't-Tenbih'ini okudu. Bu kitaba yazdığı şerh Moğol istilâsı sırasında kaybolmuştur. Vâsıti ona icazet verdi ve hırkasını giydirdi. "Herkes üs-tadıyla ben ise talebem Rifâî ile iftihar ederim" diyen Vâsıtî, zahir ve bâtın ilimlerine sahip bir âlim ve sûfî olduğunu belirtmek üzere ona "ebü'l-alemeyn" unvanını verdi. Ahmed er-Rifâi, Vâsıti'nın ölümünden sonra dayısı Mansûr el-Batâihî'nin terbiye ve irşad halkasına girdi. Rifaî'ye hilâfet ve "şeyhü'ş-şüyûh" unvanını vererek kendisine bağlı bütün tekkelerin şeyhliğini de tevdi eden Batâihi, Ümmüabîde'deki tekkeye yerleşip müridlerin irsad ve terbiyesiyle meşgul olmasını istedi. Birkaç sene sonra bölgesindeki şeyhlerin bazı ciddi tenkitlerine mâruz kalmış, hatta erkek ve kadın müridlerini aynı zikir meclisinde bir arada bulundurmak gibi sünnet dışı uygulamalarda bulunduğu iddiasıyla Halife Müktefi'ye şikâyet edilmişse de bu durum onun çalışmalarına ve tesirlerinin yayılmasına engel teşkil etmemiştir. Müridlerinin sayısının artması, o bölgedeki şeyhlerin haset ve kıskançlığına sebep oldu. Ancak o birçok iftira, itham ve hakaretlerle karşılaşmasına rağmen, büyük bir sabır ve tevazu göstererek irşad vazifesine devam etti. Kendisini çekemeyenler Halife Müktefî'ye, erkek ve kadın müridlerini aynı zikir meclisinde bir arada bulundurduğu iddiasıyla şikâyet ettiler.(1155) Durumu yerinde araştırmakla görevlendirilen memur, kanaatlerini halifeye, "Bu seyyid ve müridleri sünnet yolunda değillerse yeryüzünde sünnet üzere hareket eden hiç kimse kalmamış demektir" şeklinde açıkladı. Bunun üzerine Halife, Ahmed er-Rifâi'ye, yaptırdığı tahkikattan dolayı özür dileyen bir mektup gönderdi.

1160'ta bazı yakınları ve müridleriyle birlikte hacca gitti. Dönüşte Medine'yi ziyaret etti. Medine uzaktan görününce devesinden inip yürüyerek Ravza-ı Mutahhara'ya girdi. Rifâi'nin bu ziyaret sırasında zuhur ettiği ileri sürülen bir kerametiyle ilgili menkıbe oldukça meşhurdur.

Rivayete göre. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kabri önüne gelince "es-Selâmü aleyke yâ ceddî!" diyerek selâm vermiş, orada bulunanlar Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin "Aleyke's-selâm yâ veledî" sözüyle selâma karşılık verdiğini duymuşlar; cezbeye gelen Rifâî diz çöküp,

"Uzakta iken benim yerime varıp toprağını öpsün diye sana ruhumu gönderiyordum; simdi bu devlet bedenime de nasip oldu; uzat elini de dudaklarımla öpeyim" mânasına gelen meşhur şiirini okumuş; bunun üzerine Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kabrinden dışarıya nürâni bir el uzanmış ve Rifâî bu eli öpmüş; aralarında Hayyât b. Kays el-Harrânî ve Adî b. Müsâfir gibi zatların da bulunduğu büyük bir topluluk hadiseye şahit olmuşlardır. Ahmed er-Rifâî'nin biyografisini yazan müellifler pek çok şahit ismi sayarak bu menkıbeyi mütevâtir bir haber şeklinde değerlendirirler. (Gâyetû't-tahrir müellifi Abdülazîz ed-Dîrînî, Hz. Peygamber'in selâma karşılık vermesinin ve kabrinden dışarıya nürâni bir elin uzanmasının mümkün olduğu hakkında devrin kadısına ait bir fetvayı da zikreder. Celaleddin es-Süyütî bu haberi incelediği eş-Şerefü'l-muhtem adlı risalesinde hadisenin tevatür derecesine ulaştığını söyler. Rifâî şeyhlerinden Ebü'l-Hüdâ es-Sayyâdî de bu menkıbe hakkında kaleme aldığı el-Kenzü'l-mutalsem fi meddi yedi'n-Nebi li-veledihi'-l ğavs er-Rifâ'î adlı eserinde bu menkıbeye yer veren pek çok kitap ve müelliften iktibaslar yapmıştır. Rifâi'ye saygısı ve bağlılığı olanların bu menkıbeyi mütevâtir haber olarak gösterme gayretlerine rağmen, bizzat Rifâî, prensip olarak keramete önem vermemiştir.

Abbasî Halifesi Müstencid, Ahmed er-Rifâi'ye bir mektup göndererek kendisine nasihat ve tavsiyelerde bulunmasını istedi. Rifâî'nin cevabî mektubunu beğenen halife ona ve dervişlerine birçok hediye gönderdi, bir sene sonra da sarayına davet etti. Halife, maiyetindekiler ve Bağdat şeyhleri ona büyük bir saygı ve ilgi gösterdiler. İrşâdü'l müslimîn müellifi Fârûsî, halifenin onu ikinci ve üçüncü gün yalnız başına saraya davet ettiğini, babasının kabri civarında icra ettiği zikir meclisine kendisinin de katıldığını anlatır. Bu ve benzeri kayıtlardan onun Abbasî halifelerinden hürmet gören, devrinin tanınmış ve itibarlı bir sûfisi olduğu anlaşılmaktadır, ikinci defa hacca gittiği kaynaklarda ifade edilmekle birlikte tarih verilmemektedir.

Ahmed er-Rifâî, şiddetli bir ishal hastalığı sonunda 22 Cemâziyelevvel 578'de (23 Eylül 1182) vefat etti. Türbesi Bağdat'ın güneyinde Vâsıt yakınlarındadır, ilk eşi Hatîce binti Ebû Bekir el-Vasıtî en-Neccâri'den Fâtıma ve Zeyneb adlarında iki kızı, onun vefatından sonra evlendiği Râbia'dan Salih adlı bir oğlu olmuş, ancak Salih evlenmeden vefat ettiği için nesli kızları ile devam etmiştir. Fâtırna'dan İbrahim el-A'zeb (ö. 609/ 1212) ve Ahmed el-Ahdar (ö. 645/1247) adlarında devirlerinde meşhur iki süfî, Zeyneb'den ise ikisi kız altısı erkek olmak üzere on torunu olmuştur. Bunlardan İzzeddin Ahmed es-Sayyad (ö 670/ 1271) Rifâiyye'nin Sayyâdiyye kolunun kurucusu olup tarikatın Irak, Hicaz, Yemen, Mısır ve Suriye'de yayılmasında tesiri olmuştur. Ahmed er-Rifâi'nin nesli günümüze kadar devam etmiştir. Rifâî aileler Suudi Arabistan, Irak, Suriye, Mısır, Lübnan gibi ülkelerde bulunmaktadır.

Ahmet Turan Gazi..sivas

Ahmet Turan Gazi..sivas



Sivas’taki en önemli adak yerlerinden birisi de Soğuk Ilıca kayalıklarındaki Ahmet Turan Gazi yatırıdır. Abdülvehhab Gazi’nin ve Battal Gazi’nin silah arkadaşıdır.

 Ahmet Turan Gazi’nin mezarı yakın yıllarda onarılmıştır. Yine bu civarda  Ahmet Turan Gazi ile birlikte savaşa girip şehit düşen  iki yatır daha vardır. Bunlardan biri Kızılcaköy girişindeki Çevgan Dede, diğeri köy karşısındaki Çavuş Dede’dir.
Asıl adı Ahmer Tarran olan Ahmet Turan Gazi bir  Rum asılzadesidir. Battal Gazi’nin gücü karşısında Müslümanlığı kabul etmiş ve Battal Gazi’nin en yakın silah arkadaşlarından biri olmuştur .
Efsane:  Sivas halkı, onun Soğuk Ilıca yakınlarındaki bir savaş sırasında  şehit düştüğüne inanmaktadır. Bu savaşta Abdülvehhab Gazi de bulunmaktadır. Her ikisi de  diğer gazilerle birlikte akşama kadar savaşırlar. Rum kuvvetleri üstün geldiği için arkadaşlarını teker teker yitirirler. Sonra kendileri de şehit düşerler. Savaştan sonra şiddetli bir yağmur başlar. Ahmet Turan Gazi’nin cesedini bulup tanırlar. Bugünkü yerine defnederler.  Abdülvehhab Gazi’nin vücudunu sel suları sürükleyip götürdüğü için bulamazlar.
Efsane: Ahmet Turan Gazi, Beypınar köyü yakınlarında yaralanır. Kelle koltuğunda, atıyla beraber, Soğuk Ilıca kayalıklarına atlar. Atının ayakları kayalıklara gömülür. Mezarının ilerisinde  ayak izlerine benzeyen çukurlar vardır. Bunlar inanışa göre Ahmet Turan’ın atının ayak izleridir. Aynı izler, karşı kayalıklarda da bulunmaktadır. Çukurbelen Köyü  kayalıklarındaki izler iki tanedir.  At şaha kalktığı sırada oluşmuştur.
Efsane: (...) O yüce yiğit koca Bizans ordusuyla vuruşmaya başlamıştır. Döğüşe döğüşe ; vuruşa vuruşa  bugünkü Soğuk Çermik mevkiine varmıştır. Yanındaki askerleri hep şehit düştüğünden, atını  tek başına Kelime-i Şehadet getirerek Bizans ordusunun üstüne sürmüştür. O anda Allah, onun atını kanatlandırıp bir tepeden öbürüne uçurmuştur. Bizans askerleri şaşırmış, korkudan onu takip edememişlerdir. Müslüman olmak için Ahmet Turan Gazi’ye yaklaşanlar, atın ön ayaklarının yere saplanmış olduğunu görmüşlerdir. Yerdeki kan izlerini takip etmişler ve izlerin bittiği yerde Ahmet Turan’ı bulamamışlardır. Bu gördüklerini Sivas kalesine gelip, Bizans komutanına anlatmışlardır.
Halk inanışı: İnanışa göre Ahmet Turan Gazi, sabahleyin erken saatlerde Çermik havuzunda abdest alırmış. Abdest alırken ya kolu veya bütün vücudu görünürmüş. Ahmet Turan Gazi’nin abdest aldığını  gören kişi, daha sonraki zamanlarda bir günah işlerse veya olmayacak bir şey yaparsa, Ahmet Turan Gazi tarafından ikaz edilirmiş.
Ahmet Turan Gazi yatırı daha çocuk sahibi olmak isteyen kadınlar tarafından ziyaret edilir. Doğan çocuğa yatırın ismi verilir.
Tanyu, Soğuk Çermik kaplıcasında bir tepenin üstünde bulunan Ahmed Turan Gazi’nin ziyaretgahının rağbet gördüğünden söz eder . Sivas yakınlarında Soğuk Çermik civarında çok şiddetli bir savaş olur. Bu savaşta Hz. Cafer, Ahmed isimli bir kafirle cenge tutuşur ve onu yener. Hz. Cafer'in yiğitliği ve mertliği karşısında Ahmed şehadet kelimesini getirerek müslüman olur. Bunun üzerine Ahmed, Hz. Cafer'e ‘Battal’ ismini verir. Hz. Cafer bundan sonra Battal Gazi ismiyle şöhret bulur. Battal Gazi de, Müslüman olan Ahmed'e Turan ismini verir. Ahmet Turan müslüman olduktan sonra Battal Gazi ve Abdulvehhab Gazinin yanında, müslümanların safında savaşa girer. Savaş şiddetlenir. Gazilerin çoğu şehit düşer. Bu arada Ahmet Turan da şehit olur. Ahmet Turan'ın mübarek cesedini bulurlar ve Soğuk Çermik’teki yüksek yere, kayanın üstüne defnederler
Bir çarpışma sırasında atı, karşıki tepeden yaklaşık 350-400 metrelik mesafeye sıçrar ve nal izleri hâlâ durmaktadır, denilir. Şehit düşerken kayalardan sular fışkırır ve bugünkü ılıca suyu ortaya çıkar. Ilıca suyunun şifalı oluşunun sebebi bundandır. Yukarıdaki tepeden aşağıdaki çermiğe (ılıcaya) kolunu uzatarak abdest aldığı anlatılır. Burası özellikle çocuk sahibi olmak isteyen ve her türlü dileği olanlar tarafından ziyaret edilir. Çocuk dileği olan kadınlar, ufak ölçüde" "ılmeak = salıncak" yapıyorlar ve bu salıncağa taş koyarak sallıyorlar. Çocuk olursa adanan kurban bu ziyaretgahta kesilir, adı Ahmet Turan / Ahmet Duran konulur. Bu şekilde çocuklarına Ahmet Turan ismini koyan aileler bir hayli çok olup Sivas ve havalisinde çok sayıda Ahmet Turan ismi vardır.
Danimendname’de sözü edilen Abdülvehhap Gazi ve aynı tarihte şehit düştükleri nakledilen Ahmet Turan’ın da Hakkı Önkal’ın düşüncesine göre, 1080’de vefat etmiş olduğu ileri sürülebilir.

Kadı Burhaneddin..sivas

Kadı Burhaneddin..sivas


Burhaneddin 1345’te dünyaya gelir; asıl adı Ahmed olup dönemin Kayseri kadısı Şemseddin Muhammed'in oğludur (1) . Muhtemelen XIII. yüzyılın başlarında Hârizm'den göç ederek önce Kastamonu'ya, sonra Kayseri'ye yerleşen Oğuzlar'ın Salur boyuna mensup bir aileden gelmektedir; adı bilinen bütün cedlerinin kadı olduğu belirtilmektedir. Sultan II. Gıyâseddin Keyhusrev'in akrabası olan annesi, Anadolu Selçukluları'nın nüfuzlu simalarından Celâleddin Mahmud Müstevfî'nin oğlu Abdullah Çelebi'nin kızıdır. On iki yaşındayken sarf, nahiv, lügat, mantık, hesap, aruz ve hat dersleri almış, bu alanlarda önemli mesafeler katetmiştir. Bunların dışında ok atma, kılıç kullanma ve ata binmede hünerini sergilemiştir. On dokuz yaşında Hacc’a gitmiş, yirmi bir yaşında kadı olmuştur.
Aslı Kaya Kadı Burhaneddin türbesini, orijinali günümüze ulaşmayan türbeler arasında sayar (2). 1965-66 yıllarında baldaken tarzında kesme taştan olup, dört sütunun taşıdığı bir kubbe ile tamamen yenilenen türbe şehrin güneybatısında, Kadı Burhaneddin Mahallesi, İstasyon Caddesi, Kadı Burhaneddin İlköğretim okulunun arkasında yer almaktadır. Kadı Burhaneddin türbesine ait beş mezar taşı 1927 yılında müzeye getirilirek koruma altına alınır.
Bu türbe 1398’de öldürülen Kadı Burhaneddin’in ölümünden sonra yapılmış olmalıdır (3). Mustafa Demir, türbenin 1950 yıllarında üstü ahşap, harap ve etrafı adi duvarla çevrili olduğunu kaydeder. Buradaki beş kabirden ikisi kitabesizdir. Kitabesiz büyük sanduka Kadı Burhaneddin’e aittir. Diğer sandukalarda Mehmed Çelebi b. Kadı Burhaneddin, Habibe binti Kadı Burhaneddin, Selçuk Hatun binti Kadı Burhaneddin olduğu kitabelerden anlaşılmıştır. Türbe adi taşla örülmüş dörtgen planlı ve üstü çatılıdır. Bu türbenin korunması için laderladeyan adlı mevkide iki kıta arazinin geliri vakfedilmiştir.
Tamamen yenilenmeden önce Tanyu türbe hakkında şunları yazar (4). “..evvelce üstü kapalı bir türbe iken sonra yıktırılıyor. Türbeyi yıkanlar taşlarını parçalayanlar sıkıntı çekiyorlar, buna halk böyle inanıyor. Bu defa tekrar aynı yerde, fakat üstü açık olarak mezarı bırakıyorlar. Hemen yanında bir ilkokul ve bahçesi var. Parmaklıkları mezara zarar vermemek için geriye almışlar. Bu ilkokulun adı da bu ziyaretgâhtan geliyor: Kadı Burhaneddin İlkokulu. Yüksekçe bir tepe üzerinde bulunan ziyaretgâha gelenler mezar üzerine ufak murad taşları koymuşlar: Gene burada mum, yağlar ve bol isten, ziyaretgahın rağbet gördüğü anlaşılıyor. Ayrıca mezarın ayak ucunda mum yakmak için, yıkılmış mezar taşlarından bir yer yapılmış, çok zaman mumlar burada yakılıyor. Çocuklar da dilekte, daha ziyade sınıf geçmek için buraya gelerek mezarın yanına niyet taşlarından yapıştırmaya çalışıyorlar. Taşlardan tutanlar görülüyor.”

Kadı Burhaneddin’in adalet ve hoşgörüsünü anlatan bir anekdot şöyledir: “Adamın birisi seyahat dönüşünde ödünç verdiği altınlarını alamadığı adamı Kadı Burhaneddin’e şikayet eder. Kadı Burhaneddin altınlarını vermeyen adamı çağırarak ona şöyle der: “Duydum ki bu şehrin en dürüst adamı senmişsin. Bu bir kese altın sende dursun”. Bu sözler üzerine adam, kendisine bırakılan altınları sahibine geri verir ve doğruluktan ayrılmaz”.

-----
(1) ÖZAYDIN Abdülkerim, Kadı Burhaneddin Devleti, TDV İslam Ansiklopedisi
(2) KAYA Aslı, Sivas’ta İl Merkezinde Türk Devri Türbe Mimarisi, Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üni., Ankara, 2007
(3) DEMİR Mustafa, Türkiye Selçukluları ve Beylikler Devrinde Sivas Şehri, Doktora Tezi, Ege Üni., İzmir, 1996
(4) TANYU Hikmet, Ankara ve Çevresinde Adak ve Adak Yerleri, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1967

İsmail Sivasi

İsmail Sivasi


Fatih Çınar, İsmail Sivâsî’nin 1521’den sonra doğmuş ve 1591’den sonraki bir tarihte vefat etmiş olabileceğinden söz eder (1). Onun “Şemseddin Sivâsî’den her yönü ile faydalandığı” anlatılır. Şemseddin Sivâsî, kardeşinin ilim sahibi ve maneviyat ehli birisi olması için elinden geleni yapmaya gayret etmiştir. Ayrıca İsmail Efendi’nin üzerinde babası Mehmet Arif Efendi’nin, ağabeyleri Muharrem ve İbrahim Efendilerin de etkilerini inkâr etmemek gerekir
İsmail Efendi’nin babası “Ebü’l-Berekât” lakabıyla anılan Mehmet Arif Efendi’dir. Hakkında kaynaklarda ariflere ve âlimlere olan sevgi ve saygısı konusunda rastlanılan bilgilerin dışında fazla bir bilgi yoktur. Annesi hakkında ise isminin Sultan Hanım olduğu ve kendisinin ibadet ehli, peygamber âşığı bir kadın olduğu anlatılmaktadır. İsmail Sivâsî’nin en büyük ağabeyi Muharrem Efendi (ö.1591)’dir (2). Muharrem Efendi, Abdurrahmân Câmî’nin Kâfiye’sini “Hâşiye ale’l-Fevâidü’z-Ziyâiyye ale’l-Kâfiye” ismi ile şerh etmiş ve bu eseri uzun yıllar Osmanlı medreselerinde başucu kitabı olarak okutulmuştur. 1591 yılında Zile’de vefat eden Muharrem Efendi ve babası Mehmet Arif Efendi’nin kabirleri Zile Devlet Hastanesi’nin bahçesindedir. İsmail Sivâsî’nin Muharrem Efendi’den küçük olan ağabeyinin ismi İbrahim Sivâsî’dir. (ö.1591) Kaynaklarda, İbrahim Sivâsî’nin muttaki, mütevazı, hâfız-ı Kur’ân, ilmi ile âmil, gece-gündüz kıraatle meşgul olan seçkin birisi olduğu ve Recep Efendi’nin babası olduğu bilgilerine rastlanmaktadır. Sivas’a Şemsi Sivâsî ile birlikte hicret eden İbrahim Sivâsî Meydan Camii İmam-Hatipliğini devam ettirirken 1591 yılında vefat etmiştir. Halvetîyye tarikatının Şemsiyye yolunu tesis eden Şemseddin Ahmed Sivâsî (ö.1597) ise İsmail Sivâsî’nin üçüncü ağabeyidir. Sivas’ta Vali Koca Hasan Paşa tarafından yaptırılan Meydan Camii’ne davet edilince ailesi ile birlikte Sivas’a hicret etmiş ve vefatına kadar burada insanları irşâd ile meşgul olmuştur. Yarısı manzum olmak üzere ondan fazla esere imza atan Şems, birçok halife yetiştirip hayatının son döneminde III. Mehmet Han ile Eğri Seferi’ne katılmış bu seferden kısa bir süre sonra Sivas’ta vefat etmiş ve yıllarca hizmet ettiği Meydan Camii avlusuna defnedilmiştir.
Sivas müftülüğü görevini ölünceye kadar sürdüren İsmail Sivâsî’nin eşi ve çocuklarına dair kaynaklarda sınırlı bilgiler bulunmaktadır. Torunlarından Abdülehad Nûrî-i es-Sivâsî’ye âit bilgilerden hareketle Muslihuddin Mustafa Safâyî (ö.?) isimli bir oğlu olduğu, bu çocuğunun, abisi Muharrem Efendi’nin kızı Safâ Hatun ile evlendiği ve bu evliliklerinden Abdülehad Nûrî Efendi’nin dünyaya geldiği anlaşılmaktadır. Recep Sivâsî’nin “Necmü’l-Hüdâ” isimli eserinde İsmail Sivâsî ve oğulları hakkındaki şu tespitleri yapar.
“İsmail Sivâsî, sâlih, temiz, haktan ayrılmaz, kâiru’l-Kur’ân bir zattı. Şemseddin Sivâsî ile birlikte Hicaz’a gitmişti. Tahdîs-i nimet olarak; ‘Benden asla günah-ı kebâir sâdır olmamıştır’ derdi. İsmail Efendi’nin iki oğlundan birisi olan Feyzullah Efendi Hasan Paşa Meydan Camii’nin hatibi idi. Âlim, muttaki, sâlih ve halim bir zattı. Sivas’taki eşkıyaların fitnesinde öldü. Diğeri yukarda bahsettiğimiz Avnullâh Efendi’dir. Saf, temiz, âlim, halîm ve selîm bir zattı. Şems-i Sivâsî ile birlikte Dâru’s-Saltana’ya girmiş, Sultan Murâd’ın muallimi Mevlâna Sâdeddin’den okumuş, ondan mülâzim olduktan sonra medreselerde müderris olmuştur.”
------
(1) Fatih Çınar, İsmail Sivasi ve sufilerin raks deveranı hakkında verdiği fetvası
(2) Abdulhalim Durma, Evliyalar Şehri Tokat

İncili Hanım türbesi

İncili Hanım türbesi


 İncili Hanım’ın türbesinin (eski) Atatürk Sağlık Meslek Lisesi içinde bulunduğunu kaydeder . Söylentiye göre Sokullu Mehmet Paşa’nın kızı olup Sivas’a Sarıhatipler (Sarısözen)’e gelin gelirken, cehizinde inci ile işlenmiş yorgan da getirdiği için İncili Hanım olarak anılmıştır. Hanımın kim olduğu, hakkında bazı rivayetler vardır. Rivayetlerden ilki, “Keçecizade İzzet Molla (1785-1829) Sivas’ta kadı olarak görevini yaparken burada vefat edip, İncili Hanım Türbesine defnedildiği doğrultusundadır. Daha sonra oğlu Keçecizade Mehmet Fuat sadrazam olduğu zaman babasının kemiklerini İstanbul’a (1861) naklettirmiştir”. Ancak burada görüldüğü üzere türbe, Keçecizade İzzet Molla icin inşa edilmemiş yalnızca buraya gecici olarak defnedilmiştir. Bir rivayete göre; “İncili Hanımın Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamı Sokulu Mehmet Paşa’nın kızı olduğu ve Sarıhatipler ailesine gelin geldiğinde çeyizindeki incili yorganından dolayı halk arasında bu adını aldığı ve vefatından sonra bu türbeye defnedildiği söylenmektedir”.
Diğer bir rivayet ise türbede yatan şahısın, “Köprülü sülalesinden gelen Numan Sabit’in (1692-1764) eşi olduğu doğrultusundadır”.
Halbuki 1579’da vefat eden Sokullu Mehmet Paşa’nın kızının kronolojik olarak Numan Sabit’in eşi olması mümkün görünmüyor .
İçinde yatan şahıs veya şahıslara ait sanduka bulunmayan İncili Hanım türbesinin kitabesi de olmadığından mimari özelliklerine dayanarak XVII. yüzyılın başlarına tarihlendirildiği görülür. Türbe, kare kesitli, baldaken tarzında inşa edilmiş olup 2007’de cephelerinin oldukça fazla yıpranmış olduğu gözlenmiştir . 2010’daki yerinin hastane bahçesi içinde olduğu görülür. Eserin, kubbe ve pandantiflerinde moloz taş, ayaklarında tek parca kesme taş, sivri kemerlerinde düzgün kesme taş, gergilerinde ise ahşap malzeme kullanılmıştır. Dış tarafının yeşil sırlı tuğla ile kaplı olduğu anlatılan eserde günümüze ulaşan her hangi bir süsleme mevcut değildir.

Pir Sultan Abdal

Pir Sultan Abdal









Anlatılanlara göre, çocukluğunda koyun çobanlığı yaparken rüyasında bir elinde bade, bir elinde elma olan nur yüzlü bir ihtiyar görür . Kendisine uzattığı badeyi saygıyla içer. Elmaya uzandığı sırada ihtiyarın elinin içinde bir ben olduğunu fark eder ve onun Hacı Bektaş Veli olduğunu anlar. Hacı Bektaş ona, ‘Pir Sultan’ mahlasını verir. Şöhretinin her tarafa yayılmasını, sazının üstüne saz, sözünün üstüne söz gelmemesini dileyip gözden kaybolur.
Osmanlı Devletinin Kızılbaş-Rafızi zümrelerine karşı sert önlemler aldığı dönemde, Pir Sultan Abdal düşünce ve inançlarını savunmaya ve yaymaya devam eder. Sonunda Sivas Valisi Deli Hızır Paşa’nın emriyle Banaz’dan Sivas’a götürülüp Paşa Kalesine hapsedilir. Hızır Paşa, sorgulama sırasında tavizsiz bir tutum takınan Pir Sultan’ı Toprakkale’ye nakleder ve durumu Osmanlı sarayına bildirir. Saraydan gelen emir üzerine idam edilir.
“Kimi söylentilere göre mezarı Sivas’la Banaz arasındaki Karaçayır bucağında, bir kısmı da Zile’nin bir köyünde, bir menkıbeye göre Erdebil'de, Bektaşî geleneğine göre de Merzifon'da olduğu ileri sürülür . Gerçeğe en yakın görüneni, asıldığı yere gömüldüğü, yakınlarının, tarikat erlerinin, hükümet baskısı yüzünden ölüsünü alıp köyüne bile götüremedikleridir. Pir Sultan Abdal’ın asıldığı yer Sivas'da eskiden Keçibulan adını taşıyan, sonra uzun süre Darağacı diye anılan, şimdi ise Kepçeli denilen yerdir. “Darağacı şimdiki mezbahanın bulunduğu yere kurulmuş. Ölümünden sonra da biraz ötesine gömülmüş. Yaklaşık olarak burası mezbahanın cümle kapısının biraz ilerisi. Burası geçen yüzyıllarda sur gibi olup adına “Siyaset Meydanı” denirdi. “ Bugün Sanayi Çarşısı'nın karşısında Mal Pazarı olarak kullanılan bu alanın Gazhane bitişiğinde, sıra söğütlerin bitiminde bulunan, boyu beş metre, eni bir metreden fazla, bakımsız toprak yığını onun mezarıdır. Üstündeki moloz taşlar, asılması sırasında Hızır Paşa'nın emriyle halkın attığı taşlardır.
Pir Sultan Abdal’la ilgili yapılan araştırmalarda Pir Sultan veya Pir Sultan mahlasını kullanan altı şair olduğu bilinmektedir . 16. yüzyılda yaşayan Pir Sultan Abdal, aynı adla bilinen Pir Sultan Abdallara ve çağdaşlarına olduğu kadar kendinden sonra gelen birçok şaire de ilham kaynağı olmuş, sazı, sözü ve tavrıyla Alevi Bektaşi Edebiyatına damgasını vurmayı başarmış bir kişidir. Tasavvufun önemle üzerinde durduğu pek çok konuda pek çok deyişe sahip görünen Pir Sultan, İslam tasavvufunu hayatına yansıtmış bir halk ozanı vasfına sahip birisi olarak şiirleriyle hala insanların gönül dünyasında yaşamaktadır.
Halbuki Figen Çakır Güneş çalışmasında, Pir Sultan Abdal için önemli olanın başka olduğuna dikkat çeker . “..Pir Sultan Abdal bazılarının sandığı gibi, din uğruna mücadele veren “din mücahidi” değildir. O sıradan bir Alevi “din öncüsü” de değildir. O zamanında kırsal kesimde örgütlenen muhalefete sazıyla, sözüyle öncülük eden bir lider-ozandır. Dinsel bir cila ile de süslenmiş olsa..”
Değerlendirmesinde, “..şiirleri belli zümreler tarafından ideolojik bir takım maksatlarla kullanılan şairin bu kimliğinden ziyade düşünce ve inanç insanı kimliğinin dillendirilmesi gerektiği kanaatini..” ortaya koyan Mehmet Ali Çetinkaya, çalışmasında, tasavvuf alanında Pir Sultan’ın, Hacı Bektaş-ı Veli’nin ortaya attığı dört kapı kırk makam prensibini şiirlerinde sıklıkla kullandığını, şairin Yol kavramı ile ifade ettiği tasavvufu çok iyi bildiğini ve bu bilgiyi şiirlerinde ahenkli bir şekilde kullandığını öne sürer .
Şiirleri gibi hayatı da dilden dile nesilden nesile aktarılıp efsaneleşen Pir Sultan Abdal hakkında birkaç menkıbe şöyledir. Pir Sultan Abdal’ı astıran Hızır Paşa Hafik ilçesinin Sofular Köyü’nden bir Alevî olup Pir Sultan Abdal taliplerindendir. Mürşidinden okuyup, büyük adam olmak için izin (himmet) ister. Pir Sultan ona, “Hızır sen büyük mevkilere geçer vezir olursun ama sonra da gelir beni asarsın”, diye karşılık verir.
Pir Sultan’ın himmetiyle Hızır İstanbul’a gider. Orada terakki eder, nihayet paşa olur ve Sivas’a Vali olarak gelir. İlk işi Pir Sultan’ı huzuruna çağırmak olur. Hızır Paşa eski şeyhine hürmette kusur etmez. Şeyhine nefis yemekler ikram eder. Pir Sultan bunları yemeyince Paşa sebebini sorar. Pir Sultan, “Sen zina ettin, haram yedin, yetimlerin ahını aldın. Haram para ile yapılmış yemeklerini ben değil köpeklerim bile yemez”, der. Paşa hiddetlenir. Pir Sultan Sivas’tan, Paşa’nın Konağı’ndan Banaz’daki iki köpeğine seslenir. Köpekler gelir. Pir Sultan önlerine yemek tepsisini sürer. Köpekler dokunmazlar bile.