KARIŞIK

5 Ocak 2017 Perşembe

 Sarı Saltuk Türbesi.. Kruja..arnavutluk






Sarı Saltuk, Balkanlar ve özellikle de Arnavutluk halkı için önemli bir şahsiyet. Sarı Saltuk Dede kültü etrafında odaklanan bir Bektaşî tarikat merkezi olarak da Kruja yolundaki Sarı Saltuk Türbesine uğradım. Balkanlarda İslamiyetin yayılmasında bu coğrafyadaki bu gibi türbelerin önemli bir payı var.

Yüzyıllar önce bu topraklara barış ve hoşgörü dilini getirdiği söylenen Sarı Saltuk’a ait olduğu rivayet edilen, Müslümanların yanı sıra Hristiyanların da ziyaretgâhı olmuş bir türbe. Anadolu’da da birçok yerde Sarı Saltuk’a ait olduğu söylenen türbeler var.
Pek çok kişinin Sarı Saltuk’un orda olduğuna inanarak ziyaret ettiği türbenin duvarında Hz. Ali’nin temsili resimleri yer alıyor. Herhangi bit sanduka veya kabrin bulunmadığı türbenin tam ortasında Sarı Saltuk’a ait olduğuna inanılan bir ayak izi bulunuyor. Sarı Saltuk bir efsane gibi Arnavutluk’ta nesilden nesle aktarılıyor.

Hacı Bektaş-ı Veli’nin müritlerinden olan Sarı Saltuk, efsanevi kimliğini henüz yaşarken edinen, Anadolu ile Balkanlarda pek çok türbesi yapılan ve Müslümanların yanı sıra Hristiyanların da saygı duyarak ziyaret ettiği türbeleri bulunan bir ermiş.
Balkanların Osman tarafından fethedilmesinden önce Balkanlar başta olmak üzere, civar bölgelerde seyahat ederek insanlara İslam’ı tebliğ eden derviş olarak biliniyor. Rumeli’nin fethi sırasında önemli rol oynadığı rivayet edilen Sarı Saltuk Baba, Sultan Sarı Saltık Muhammed Buhâri, Saltık Bay Sultan, Sarı Saltuk Dede isimleriyle de anılıyor.

Sarı Saltuk’un hayatını anlatan Saltukname ise, Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Cem Sultan’ın şehzadeliği esnasında verdiği talimat üzerine, Ebu’l Hayrer Rumi tarafından yedi senelik bir çalışma sonucunda yazılmış. Saltukname’de on iki mezarı olduğu belirtilen Sarı Saltuk’un, asıl mezarının Romanya’nın kuzeyinde Dobruca bölgesindeki Babadağ Kasabasında olduğu düşünülüyor.
Eflaki Ahmet Dede Türbesi


Eflâkinin hayatı hakkında fazlaca bilgi yoktur. Kendisi Mevlevi Büyüklerinin hayat hikâyelerine yardımcı olacak maddeleri yazmış, pekçok şeylerden bahsetmiş, tarihî olayları bildirmiş, ancak eserinde kendisinden bahsetmemiştir.

Kendisinden bahseden yazarda yoktur. Kendisinden bahseden Sâkıb Dede'de gerçek dışı şeyler yazar. Yine de bu bilgilerin arasından, Ahi Natur'un oğlu olduğuna, Bedreddİn-i Tebrizi'nin öğrencisi olduğunu, heyet bilgisinin ileri olması nedeniyle Eflâkî mahlasını aldığını öğreniyoruz. Yine babası hakkındaki rivayetlerden, Eflâkînin babasının Özbek Han'ın sarayından olduğunu da anlıyoruz.

Eflâki Ulu Arif Çelebi'ye candan bağlıdır. Onun her sözünü bir hikmet, her işini bîr keramet sayar. Ulu Arif Çelebi de kendisine "Şeyh" diye hitab etmektedir. Bu hitaptan Eflâkînîn yalnızca Mesnevî-hân değil, aynı zamanda Çelebiden hilâfet aldığı da anlaşılıyor.

Eflâkinin, Mevlânâ ile arasında pek uzun yılları yoktur. Sağlığında Mevlânâ'yı görenlere ulaşmıştır Meselâ Mevlâna'yı sağlığında görenlerden, Sultan Veled'e, kızı Mutahhara Hatun'a, Ulu Arif Çelebinin annesi Fâtıma Hatun'a yetişmiştir. Bu nedenle onun kitabında naklettiği hikayelerin değeri bir kat daha artmaktadır.

Eflâkinin Menakibu'l-Ârifin adlı kitabında dili sade ve özlüdür. Kitabını 1353 yılında bitirmiştir.

Eflâkî 761 yılı Recebinin sonuncu Pazartesi günü (15. VI 1360) yılında vefat etmiş ve türbe civanına defnedilmiştir. Dergâhın doğu yönünde iç ihata duvarının bitişiğindeki Topbaş Hoca'nın evi diye bilinen yerin 1929 yılında yıkılması üzerine, burada bulunan mezar taşı, müzeye nakledilmiştir.

Mezar taşı halen "Mehmet Bey Türbesi"nin altındadır. Taştaki kitabenin tiirkçesi şöyledir;
"Allah'dır kalan. Büyük bilgin, herseyi gereğince bitip haber veren, zamanın eşsiz, asrın tek âlimi, rahmete mazhar olmuş ve suçtan örtülüp yarlığanmış olan, Arife mensup bulunan Eflâkî, yediyüz altmış bir yılı recebinin sonuncu Pazartesi günü yokluk evinden varlık yurduna göçtü. Allah onu rahmetine ulaştırsın, suçlarını yarlıgasın."
Seyyid Alevî..yemen


Yemen'de yaşamış evliyânın büyüklerinden. İsmi, Alevî bin Muhammed bin Ali bin Muhammed bin Ahmed olup, soyu Peygamber efendimize ulaşır. Yemen'de Terîm şehrinde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Baba ve dedeleri gibi fazîlet sâhibi bir zât idi. Çok kerâmetleri görüldü. 1270 (H.669) senesi Terîm'de vefât etti. Zenbil Kabristânlığına defnedildi. Kabri ziyâret mahalli olup, gelenler rûhâniyetinden istifâde ile murâdlarına kavuşmaktadır.

Seyyid Alevî ilk önce Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Kâmil bir zât olan babasının terbiyesinde yetişti. Zamânının fen bilgilerinde ve dînî ilimlerde üstün bir dereceye yükseldi. Tasavvuf adı verilen kalb ilimlerinde zamânın ileri gelen velîleri arasına girdi. Bu sebeple evliyâ bir zât olan babası onu medheder, velîlikte daha yüksek derecelere kavuşacağını işâret ederdi.

Seyyid Alevî tasavvuf yoluna girdiği günlerden birinde babası ona koyunlar için yeşil otlardan toplamasını söyledi. O da bahçelere gitti lâkin bir tutam ot toplamadan geri döndü. Hiçbir şey koparmamıştı. Babası sebebini sorduğunda, o;

"Babacığım! Her şey Allahü teâlâyı tesbih ediyor, anıyor. Allahü teâlâyı zikreden yeşillikleri koparmak cesâretinde bulunamadım. Hayâ ettim." dedi.

Babası, oğlunun mânevî derecelerdeki bu üstünlüğü sebebiyle;

"Benim şu oğlum, Allahü teâlânın izniyle insanların hâllerini bilir, hâlleri ona mâlûm olur." buyurdu.

Seyyid Alevî birgün yolda giderken çocuklar oynuyordu. Onlara bakıp;

"Şu ikisi hayırlı, diğer ikisi de hayırsız olur." buyurdu. Hakîkaten hayırlı dedikleri dinde âlim ve sâlih kimselerden oldu. Büyük fıkıh âlimi İbrâhim bin Ebî Süleyb hayırlı iki kişiden birisi idi. Diğer ikisi ise, insanlara zulümde birbirleriyle yarıştılar.

Seyyid Alevî, babasının vefâtından sonra yüksek mânevî ilimlere ve hâllere kavuşmak için Mekke-i mükerremeye doğru yola çıktı. Evliyânın büyüklerinden Abdullah bin Muhammed Îsâ Abbâd ile tanıştı. Sonra onun ilim meclisine devâm etmeye başladı. Bir zaman sonra oğlunun ayrılığına dayanamayan annesi, hocası Abdullah bin Muhammed hazretlerine bir mektup yazarak oğlunu geri göndermesini istedi ve evin geçimi ve kardeşlerinin bakımı için ona ihtiyaçları olduğunu bildirdi.

Seyyid Abdullah hazretleri bu haber üzerine Seyyid Alevî'yi yanına çağırıp memleketine dönmesinin iyi olacağını bildirdi. Seyyid Alevî, hocasının bu sözleri üzerine kalmakta ısrâr etti ve;

"Biz Allah için neye karar vermiş isek ondan geri dönmeyiz." dedi ve sohbetlere devâm edeceğini bildirdi. Şeyh Abdullah hazretleri onu dönmeye iknâ edemeyince, annesine bir mektup gönderdi. Mektupta;

"Döndürmek için ileri sürdüğümüz şeyler bir fayda vermedi. Hâlimiz, makâmımız onu geri döndüremedi." diye yazdı.

Seyyid Alevî daha sonraları Şeyh Ahmed Ebi'l-Cu'd hazretlerine geldi. Ondan istifâde etmek istedi. Şeyh Ahmed hazretleri onu tanıyıp;

"Söylendiği üzere sen ilim ve fazîlet sâhibi Alevî değil misin?" dedi. O da;

"Evet ismim Alevî, lâkin söylenenlerden Allahü teâlâya sığınırım." dedi.

Şeyh Ahmed hazretleri bu defâ ona; "Sen babanın derecesinde değil misin?" dedi. Bunun üzerine SeyyidAlevî;

"Onun derecesini biliyorum lâkin ben ondan çok aşağılardayım." diye cevap verdi. Sonra onun sohbetlerine katılıp icâzet aldı.

Seyyid Alevî hazretleri Mekke-i mükerremede kaldığı sırada çok umre yaptı. Gece gündüz çok tavâf etti. Çok namaz kıldı. Pekçok kimse ilminden edebinden istifâde ettiler. Seyyid Alevî hazretleri, ceddiResûlullah efendimizi ziyâret için Medîne-i münevvereye gitti. Kabr-i şerîfi ziyâretten sonra Eshâb-ı kirâmın kabirlerini ziyâret etti. 

Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret esnâsında Hücre-i seâdetin önünde bir müddet başını eğip durdu. Bir zaman bekledikten sonra hürmetle ayrıldı. 

Sevdikleri onun bu ziyâreti ile ilgili sorunca, o da şöyle anlattı:

"Kabr-i seâdette Resûlullah efendimizi ve yanında iki azîz sahâbisi hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömer'i gördüm. Efendimize hürmetle arzedip yanlarındaki kadrimi sordum;

"Evlâdım sen bizim gözümüzdesin." buyurdular. Sonra bana hitâben;

"Peki senin yanında yerimiz nedir?" sorusunu sordular. Ben de;

"Yâ Resûlallah başımın üzerindesiniz." diye cevap verdim. Daha sonra hazret-i Ebû Bekr ile konuştum. Bana;

"Ey SeyyidAlevî! Cedd-i âliniz olanPeygamber efendimize insaflı cevap vermediniz. Zîrâ efendimiz sizi gözde kıldı. Siz ise efendimizi başta kıldınız. Hâlbuki gözde olmak daha üstün bir nîmettir." dedi. Ben de;

"Peki buna şükür olarak ne yapmamı tavsiye edersiniz?" dedim. O da;

"Şimdi yanındaki bir mikdâr parayı mücâvirlerin fakirlerine dağıt!" buyurdu. Ben de hürmetle ayrılıp öyle yaptım."

Seyyid Alevî hazretleri bir müddet daha Medîne-i münevverede kaldıktan sonra memleketi olan Terîm'e döndü. Yolda bir gemiye binmişti. Giderken bir kısım korsan, deniz eşkıyâsı baskın için gemilerine yaklaşmaya başladı. Gemidekiler Seyyid Alevî hazretlerine gelip duâ etmesini istediler. Seyyid hazretleri duâ edince şiddetli bir rüzgâr, korsan gemisini alıp götürdü. Zarar veremiyecekleri tarafa sürükledi. Böylece gemidekiler selâmet buldu. Seyyid Alevî hazretleri Bender Sahar'a vardı. Gemiden inip memleketi tarafına yola çıkacaktı. Bu esnâda vâli bir adamını gönderip dâvet etti. Seyyid hazretleri gitmek istemedi. Bunun üzerine vâli, maiyyetiyle birlikte Seyyid hazretlerini karşılamaya çıktı. Seyyid Alevî hazretleri şu beyitleri okudu:

Devlet adamlarının, Allah adamlarının

Kapısında beklemesi ne kadar güzelse,

Allah adamlarının, devlet adamlarının

Kapısına gitmesi ve beklemesi o kadar çirkindir.

Vâli elinden gelen hürmeti gösterdi.Seyyid hazretlerinin duâsını aldı.

Seyyid hazretleri memleketine dönünce, talebe yetiştirmekle meşgûl oldu. Çok kerâmetleri görüldü.

Terîm'de vesvesesi çok bir adam vardı. Abdestini vesveseyle aldığından çok uzun zaman sürerdi. Seyyid Alevî hazretlerinin ve talebelerinin çabuk çabuk abdest almaları hoşuna gitmez, onlar iyi abdest almıyorlar der, beğenmezdi. Birgün Seyyid Alevî hazretleri abdest almak için su istedi. Kendisine vesveseli adamın kuyu başında abdest aldığı haber verildi. Seyyid hazretleri kendilerini ve talebelerini beğenmeyen bu zâtı hatırladı. Abdest işini gittikçe uzatan o kimse, bulunduğu yerde şiddetli bir susuzluk hissetmeye başladı. Hemen bir kova su içti. Daha sonra bir kova daha içti. Hâlâ susuzluğu gitmiyordu. Daha sonra kendisini oradaki çamurlu bir su birikintisinin içine attı. Bunun sebebini düşündüğünde, Seyyid hazretleri hakkındaki kötü düşünceleri olduğunu anladı. Hemen gidip özür diledi. Duâ istedi. Sonra vesveseleri gitti.

Bir zaman, Ali bin Abdullah isminde üç aylık bir çocuk hastalanmıştı. Annesi onu alıp Seyyid Alevî hazretlerinin huzûruna getirdi ve şifâ bulması için duâ istedi. Seyyid hazretleri ona;

"Üzülmeyiniz. İnşâallah ömrü yüz sene olur." buyurdu. Daha sonra çocuk iyileşti. Sonradan o çocuğun yüz sene ömür sürdüğü görüldü.

Seyyid hazretleri Terîm'de âilesinin ismini taşıyan Benî Aleviyye mescidinde gece-gündüz çok defâ îtikâf ve ibâdetle meşgûl oldu. Îtikâf ettiği günleri oruçlu geçirirdi. Çok namaz kılar, civardaki kabirleri ziyâret ederdi. Bunlar içinde, Hûd aleyhisselâmın kabri de vardı. İlk ziyâretinde kendinden geçmiş bir hâlde kaldı. Daha sonra kendine geldiğinde;

"Evet burası Hûd aleyhisselâmın kabridir." buyurdu. Sonra da;

"Hûd aleyhisselâm, Peygamber efendimize salâtü selâm okuduktan sonra kendilerine de okumasını benden istedi ve;

"Mahlûkâtın en şereflisi, en hayırlısı olan Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm olsun. Hûd nebî üzerine de salât ve selâm olsun." de! buyurdu.

Seyyid Alevî hazretleri ikinci defâ evlenmek istememişti. O zaman;

"Senin belinde sâlih bir zürriyet var, evlen!" diyen bir ses duydu. Bunun üzerine evliyâ bir hanım olan Fâtıma binti Ahmed Alevî ile evlendi. Ondan Abdullah ve Ali isminde iki oğlu oldu. Bunlardan da sâlih evlâtlar meydana geldi.

YİYECEKLERİ GÖTÜR

Seyyid Alevî hazretleri, Kâbe-i muazzamayı ziyâret ve hac için Mekke-i mükerremeye gitti. Tavâf esnâsında birisi yanına sokulup;

"Biz Sidre denilen yerdeki sınır karakolunda altı mücâhid gâziyiz ve açız. Bizden gâfil olma!" deyip kayboldu. Seyyid Alevî bunun üzerine talebelerinden Ahmed bin Muhammed Bâ-Muhtâr'a altı kişilik yiyecek hazırlamasını emretti. Bu durumu talebesi şöyle anlatır:

"Hocam Seyyid Alevî hazretlerinin emrettiği yiyecekleri hazırladım. Sonra târif ettiği yerdeki sınır karakoluna gittim. Orada yalnız bir kişi vardı. Yiyecekleri verdim. O kişi berâber yemek yememiz için beni de çağırdı. Ben yemek istemedim. İçimden de keşke onunla birlikte birkaç lokma alsaydım, berekete kavuşurdum diye geçirdim. O kişi yemeğe devâm etti. Tâ ki birkaç lokmacık kalmıştı. Bana; "Bereket için bari ye!" dedi. Sonra da:

"Altı aydır böyle bir yiyecek ağzıma koymadım." dedi. Sonra oradan ayrıldım ve hocamın yanına gelerek olan bitenleri anlattım. Bana;

"Arkadaşları yanında idi. Lâkin o onları senden gizledi. Sen onları göremedin. Sonra yemeği de onlardan gizledi. Onlar da yiyecekleri göremediler. Şimdi tekrar oraya git. Yiyecekleri götür!" buyurdu. Ben de bu emir üzerine oraya vardım. Yiyeceklerle içeri girdim. İçeride altı mücâhid gâziyi gördüm. Getirdiğim şeylerin hepsini yiyip duâ ettiler."
Sultan Divani  türbesi.. afyon





Afyon'da yaşayan büyük velîlerden. İsmi Mehmed Çelebi olup, babası büyük velî Abapûş-i Velî'dir. On altıncı yüzyılda yaşamıştır. Afyon'da doğdu. Doğum târihi belli değildir. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Sultan Dîvânî, babasının yanında yetişti. Abapûş-i Velî zamânında Afyon'da şiddetli bir vebâ salgını hüküm sürdü ve yakınlarını birer birer kaybetti. Abapûş-i Velî'ye bir gün en çok sevdiği küçük oğlu MehmedÇelebi'nin vefât haberi geldi. O zaman, Abapûş-i Velî; "Hakk'ın rahmetine mi kavuştu? Hayır yanlışınız var, uyuyor o. Bu sefer yanıldınız." dedikten sonra, hemen küçük oğlunun yattığı odaya sessizce girdi. Üzerindeki örtüyü kaldırarak; "Uyuyor musun Mehmed'im? Bu ne uykusu? Senin bu dünyâda hizmetin var. Uyan Mehmed'im uyan!" dedi. Mehmed Çelebi, uykudan uyanırcasına, tatlı bir mahmurlukla gözlerini açtı ve babasına uzun uzun baktı.

Abapûş-i Velî hemen oğlunu dergâha götürerek, kırk günlük riyâzet ve uzlete soktu. Bu müddet içinde SultanDîvânî tasavvufta büyük dereceler elde etti. Babasının sağlığında, yerine geçerek talebe yetiştirmeye başladı.

Sultan Dîvânî, babasının yerine geçtikten sonra, Konya'ya Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin kabrini ziyâret için yola çıktığında şehrin ileri gelenleri tarafından uğurlandı. Yolun yarısında Beşâre denilen yere geldiğindeKonya'dan karşılamaya gelenler oldu. Sultan Dîvânî burada nice tesirli sohbetler yaptıktan sonra yoluna devâm etti. Konya'da Celâleddîn-i Rûmî'nin kabr-i şerîflerini ziyâreti esnâsında, Sultan Dîvânî'yi bir hal kapladı. Bu durumu garipsiyenlerin halleri SultanDîvânî'ye mâlûm olunca, dergâh hamamının yanmakta olan ocağına girdi.Allahü teâlânın izni ile ocaktaki ateş ona hiç tesir etmedi. Bu durumu gören sû-i zan sâhiplerinin kalplerindeki bozuk düşünceler kayboldu ve o büyük zâta samîmî olarak bağlandı.

Tîmûr Han zamânında, devlet hazînesinin süsü olmak üzere bir fermanla Celâleddîn-i Rûmî'nin Dîvân-ı Kebîr'i türbeden alınarak Mâverâünnehr'e götürüldü. Daha sonra bölgede çıkan karışıklıklar sırasında Dîvân-ı Kebîr bozuk bâtınî fırkasından olan Şah İsmâil'in eline geçti. Bu yüzden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, SultanDîvânî'ye mânevî işâretle Dîvân-ı Kebîr'i o bid'at ehlinin elinden kurtarması, eski yerine koyması emredildi. Bu sebeple Afyon'dan yola çıkan SultanDîvânî, önce Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin kabrini ziyâret etti. Sonra İran'a doğru yola çıkan Dîvânî, her uğradığı yerde insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. İran sınırında Şah İsmâil'in muhâfızları ile karşılaştı. Onlar, gelip geçenlere nereden gelip, nereye gittiklerini sorarlardı. Bu sorgulamada muhâfızların başındaki çavuş, SultanDîvânî'ye edepsizlik etti. Bu yüzden dili tutulup, bu halde reislerinin yanına gittiğinde, oradakiler, çavuşun hâlini görünce, içlerinden biri Sultan Dîvânî'nin üzerine doğru yürürken eli felç oldu. Onlardan Sultan Dîvânî'ye zarar vermek isteyenlerden herbirinin başına bir iş geldi.

Böylece Sultan Dîvânî'ye zarar veremeyeceklerini anlayıp, ona iyi muâmelede bulunmak zorunda kaldılar. Sultan Dîvânî rahat bir şekilde Şah İsmâil'in başkentine vardı.Şah İsmâil, SultanDîvânî'nin geldiğini duyunca, görünüşte, gelişini tebrik etmek hakikâtte ise, onun ahvâlini araştırmak maksadıyla adamlarını yanına gönderdi. Adamlarından herbirisi kendilerine göre Şah İsmâil'e rapor verdi. Şah İsmâil adamları ile görüştükten sonra ikrâm görünüşünde, onun için bir dergâh yaptırıp, her bakımdan onu kayıt altına almak ve onun tekrar memleketine dönmesine mâni olmak istedi. Bunun üzerine Sultan Dîvânî; "Dervişlere ikrâm, Dîvân-ı Kebîr'in teslimi iledir." buyurarak, maksadını ifâde etti. Şah ve vezîri aralarında anlaşarak bir ziyâfet esnâsında Sultan Dîvânî'nin zehirlenmesine karar verildi. Bu durum Allahü teâlânın izni ile Sultan Dîvânî'ye mâlûm oldu. Yemek sırasında verilen zehirli şerbet kâsesini alıp, Şah İsmâil'e hitâben; "Bu can eriten kâseyi Şah mı yoksa, vezir ile mi içeyim?" dedikten sonra vezire yüzünü çevirdi. Bir yudumda içti. Allahü teâlânın ihsânı olarak, zehrin tesiri kalmadı. Şâh İsmâil onun bu kerâmeti karşısında istemeyerek de olsa, Dîvân-ı Kebîr'in kendisine verilmesini emretti. Sultan Dîvânî'nin bu kerâmetini gören devlet ricâli arasında onu sevip, Eshâb-ı kirâm düşmanlığı inancından vazgeçerek Ehl-i sünnet îtikâdına dönenler oldu.

Sultan Dîvânî, Dîvân-ı Kebîr'i teslim alacağı yere talebeleri ile birlikte büyük bir şevk ve heyecanla vardı. Halk onları büyük bir merakla tâkib ediyordu. Sultan Dîvânî orada insanlara nasîhat dolu güzel bir vâz verdi.Teslim işleri bitip ayrılacakları sırada, birçok kimse Ehl-i sünnet îtikâdına dönerek, SultanDîvânî'nin elini öpmek için sıraya girdiler. Bunlar arasındaŞah İsmâil'in oğlu da vardı. Şah İsmâil bunu duyunca çok kızdı ve Sultan Dîvânî'nin arkasından askerler gönderdi. Askerler Sultan Dîvânî'nin bulunduğu kervana yaklaşınca, başındaki külahı kılıç gibi onlara doğru tuttuğunda, askerler perişan oldu. Kurtulanlardan bâzısı kaçtı, bâzısı da tövbe ederek Ehl-i sünnet îtikâdına girdi.

Sultan Dîvânî dönüşünde Bağdât, Halep üzerinden Konya'ya geldi. Dîvân-ı Kebîr'i yerine koydu. Bu sırada kırk kişi ona halîfe olmakla şereflendi.

İbrâhim Gülşenî, Mısır'da Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yaymak için çalışıyordu. Herkes kâbiliyeti nisbetinde ondan istifâde ediyordu. Onun ismini zamânın sultanı Kansu Gavri de duydu. Zâhirî ve bâtınî himmetlerine kavuşmak için çeşitli ikrâmda bulundu ise de İbrâhim Gülşenî onun bu ihsânlarını kabûl etmedi. Ayrıca, adâlet ve iyilik üzere olması, bozuk îtikâdından ve taşkınlıklardan vazgeçmesi husûsunda tehdîdkâr nasîhatlarda da bulunup, kendisine Allah için buğzettiği intibâını verdi. Bu sırada Kansu Gavri'nin kâtibi Tomanbay, İbrâhim Gülşenî hakkında koğuculukta bulundu ve İbrâhim Gülşenî aleyhine ona eziyet ve sıkıntı vermek için tahrik etti. Bununla da kalmayıp onu zindana attırdı. Bu sırada Yavuz Sultan Selîm Han, Eshâb-ı kirâm düşmanı Şâh İsmâil üzerine sefere karar verince, Kansu Gavri, Şah İsmâil ile anlaşarak Osmanlı ordusunun İran tarafına geçmesine mâni olmak istedi. Sonra Mısır'a yapılan seferde iki ordu Mercidabık'da karşılaştı. Yapılan savaşta Kansu Gavri öldü. Mısır ordusu büyük bir mağlubiyetle geri döndü. Tomanbay, Mısır sultanı oldu. Tomanbay, İbrâhim Gülşenî ve talebelerine daha fazla eziyet etmeye başladı. Bu sırada SultanDîvânî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin mânevî işâreti ile, İbrâhim Gülşenî'yi kurtarmak için Mısır'a gitti.

Sultan Dîvânî, Mısır'da Bulak denilen yerde kendisi için hazırlanan yerde ikâmet etti. Bu sırada bir köşede unutulmuş olan İbrâhim Gülşenî'yi bulunduğu hapishâneye gidip, ziyâret etti. Mânevî bir himâye altında olduğunu müjdeledi. Buradaki sohbet sırasında hapishânenin içi ve dışı insanla doldu. Bunun üzerine Sultan Tomanbay ve devlet ricâli yapılan toplantı netîcesinde, topluluğun dağıtılmasına karar verdi. Görevli askerler Sultan Dîvânî'nin bulunduğu yere gelip, halkı dağıtmaya başladıkları sırada Sultan Dîvânî başındaki külahını eline alıp onlara doğru tuttu. Gelen askerlerin hepsine bir hal gelip, kaçmaya başladılar. Külahın karşısına rastlayanların vücudunda vurulmuş gibi izler bulunduğu görüldü. Tomanbay'ın vücûdunun bâzı kısımlarına felç geldi. Bu durum karşısında çâresiz kalan Tomanbay ve devlet erkânı, özürler dileyerek, İbrâhim Gülşenî'yi serbest bırakmak mecburiyetinde kaldı.

Sultan Dîvânî, Mısır'daki vazîfesini tamamladıktan sonra, geri dönmek üzere yola çıktı. Şam'ın bağ ve bahçelerine yaklaştıklarında henüz bahçelerde çiçekler daha yeni açmaya başlamıştı. SultanDîvânî'nin gelmekte olduğunu duyanlar, onu karşılamaya çıktılar. Bunlar arasında bağ ve bahçelerin sâhipleri de vardı. Bahçe sâhiplerinden SultanDîvânî, kavun karpuz istedi. Onların; "Henüz daha çiçekte ve bir kısmı da daha olmadı." demeleri üzerine; "Belli olanı, bilineni beyâna ne hâcet. Siz gidiniz getiriniz." buyurdu. Bunun üzerine bahçe sâhiplerinden üç kişi koşup, bahçelerinde olgunlaştığını tahmin ettikleri bir karpuz ile kavunu alıp, Sultan Dîvânî'ye hediye ettiler. İlk önce getireninki, olgun çıktı. Ondan sonra getireninki, biraz olmuş, en son getireninki ise henüz olgunlaşmamıştı. Sultan Dîvânî olgunlaşmış olanı kesip, orada bulunanlara ikrâm etti. Kavundan yiyenler, o zamâna kadar o tatta bir kavun yemediklerini söylediler.

Sultan Dîvânî bir müddet Şam'da kaldı. Bu sırada Şam'da bir kâdı vardı. Tasavvuf ehlinin aleyhine çalışırdı. Onlara eziyet ve sıkıntı verirdi. Hattâ Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin eserlerini satın alıp yakması, tasavvuf ehlini çok üzdü. Onun bu hareketlerinin gayret-i ilâhiyyeye dokunup cezâsını bulmasını bekliyorlardı. Sultan Dîvânî, Şam'ı teşrif edince, kâdının bu durumu arzedildi. "Onun hakkında hüküm verildi." buyurdu. Afyon'a dönerken yolda, Mısır üzerine sefere çıkmış olan Yavuz Sultan Selîm Han ile karşılaşan Sultan Dîvânî, sultana bâzı nasîhatlerde bulundu. Muhyiddîn-i Arabî'nin kabrinin ortaya çıkarılmasını, temizlenip, tâmir ettirilmesi husûsunda Yavuz SultanSelîm'e teşvik ve kâdının terbiye edilmesi husûsunda nasîhatte bulundu. Sultan Dîvânî, Afyon'a döndükten sonra bir gün âniden; "O kâdı kendi ateşi ile yandı. Onun işi halledildi. Muhyiddîn-i Arabî'nin türbesi temizlenip, tâmir edildi. Mısır, Yavuz Sultan Selîm'e teslim oldu." buyurdu.

Babası Abapûş-i Velî ile Sultan İkinci Bâyezîd-i Velî arasında nasıl yakınlık ve samimiyet var idiyse, SultanDîvânî ile Yavuz SultanSelîm arasında da o derece yakınlık vardı. Yavuz ekseriyetle mühim ve müşkil zor meselelerde SultanDîvânî ile istişâre için mektuplaşırdı. Aldığı cevâba göre hareket etmesiyle o sıkıntısı gider, işleri hayırla netîcelenirdi.

Sultan Dîvânî, ömrünün sonuna doğru ansızın vefât edeceğine dâir bâzı alâmetler gördü. Bir Cumâ günü sohbetten sonra baş ağrıları başladı.Ağrılar günden güne arttı. Ziyâretine gelen sevenleri ilaç almasını söylediklerinde; "Bu baş ağrısı, ölüm habercisidir. Ölümden başkası ile geçmez." buyurdu. Hastalığının ikinci Cumâsında ateşlendi. Rahatsızlığı sebebiyle, sevenlerinin üzülmesini görüp; "YarınCumartesidir. O gün biz rahata kavuşuruz." arkasından; "Yarın derd ve ilaç gâilesi düşüncesinden kurtulacağız." buyurdu. Cumartesi günü rûhunu teslim etti. Çok kalabalık bir cemâatle kılınan namazdan sonra Abapûş-i Velî'nin yanına defnedildi.

Sadrâzam KaraMustafa Paşa, Sultan Dîvânî'nin kerâmetlerini ve yüksek hallerini duyup, onun dergâhına hizmet etmek istedi. Türbesini ve dergâhının baştan başa tâmir ve yenilenmesi için çok miktarda para ve usta gönderdi. Tâmir sırasında âni bir yangın çıktı. Bunun üzerine gerekli hazırlıklar tamamlanıp tekrar tâmir işine başlandı. Bu sırada dergâhın hizmetçilerinden Gülüm Dede, SultanDîvânî'yi rüyâsında gördü. Ona; "Ayak ucumda gömülü olan hazîneyi aç. Türbenin tâmiri için lâzım gelen masraflara oradan sarfet. Hiçbir kimseden maddî yardım kabûl etme." diye tenbihte bulundu. Gülüm Dede söylenilen yeri kazınca bir küp altın çıktı. Sadrâzamın memurları bu duruma çok hayret ettiler. Durumu sadrâzama bildirecekleri sırada paşanın ölüm haberi geldi ve dolayısıyla tâmir için gerekli yardımın yapılamayacağı bildirildi. Çıkan altınlar ile Gülüm Dede türbeyi tâmir ettirdi ve kalanını da fakirlere ve Sultan Dîvânî'nin çocuklarına verdi.

Sultan Dîvânî'nin şiirlerinden birisi şöyledir:

Şem-i rûyına cismimi pervâne düşürdüm
Evrâk-ı dili âteş-i sûzâne düşürdüm

Bir katre iken kendimi ummâna düşürdüm
Eyvah yolumu vadi-i hüsrâna düşürdüm.

Takrîr edemem, derd-i derûnum elemim var
Mevlâ'yı seversen beni söyletme gamım var!

MESNEVÎ OKUTABİLİRSİN

Sultan Dîvânî, Burdur'a gitmişti. Burada Mehmed Efendi isminde bir dokumacının evinde misâfir kaldı. Mehmed Efendi tam bir bağlılık, ihlâs ve samîmiyetle Sultan Dîvânî'ye yardım etti. Sultan Dîvânî onun bu derece misâfirperverlik göstermesinden çok memnun oldu ve; "Gel bizim fedâimiz ol ve mükâfatını gör." buyurdu. O da bu dâveti nîmet bilip, kabûl edip, Sultan Dîvânî'ye talebe oldu. Sultan Dîvânî onu oturtup, Mesnevî'nin ilk on sekiz beytini îzâh ederek okuttu. Sonra; "Artık Mesnevî'yi okutabilirsin." buyurdu. Dokumacılıktan başka bir şey bilmeyen Mehmed Efendi, Sultan Dîvânî'nin teveccüh ve nazarları bereketiyle zâhirî ve bâtınî ilimlerle dolu hâle geldi. Burdur Mevlevî Dergâhı şeyhi oldu.

1) Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân; s.15
SEYYİD VELAYET TÜRBESİ ..CİBALİ..İSTANBUL



Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. Sevgili Peygamberimizin mübârek soyundan olup, ismi, Seyyid Velâyet bin Seyyid İshak’tır. Silsile-i nesebi, Seyyid Muhammed Bâkır bin Zeynel’âbidîn’e kadar ulaşmaktadır. 1451 (H.855) senesinde Bursa’ya bağlı Kırmasti kasabasında doğdu. 1522 (H.929) senesinde İstanbul’da vefât etti. Evinin yakınında bulunan mescidin bahçesine defnedildi.

Zamânının âlimlerinden, aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti. Hadîs ilmini Molla Gürânî’den okudu. Âşıkpaşa evlâdından Şeyh Ahmed hazretlerine talebe oldu. Onun hizmetinde bulunup feyz aldı ve yüksek mânevî derecelere kavuştu. Hocası Şeyh Ahmed’in kızıyla evlendi. Tasavvuf yolunda kemâle erdikten sonra, Allahü teâlânın dînini ve Peygamber efendimizin güzel ahlâkını insanlara anlatmak husûsunda icâzet alıp, bu işle vazifelendirildi. 1475 senesinde hacca gitmek için yola çıkınca, Mısır’a uğradı. Orada Şeyh Seyyid Vefâ bin Seyyid Ebû Bekr hazretlerinin de sohbetlerinde bulundu. İrşâd, insanlara hak ve hakikatı anlatmak için icâzet aldı. Mekke-i mükerremede Şeyh Abdülmu’tî ile karşılaşıp, âlimlerin ve tasavvuf ehli zâtların bulunduğu bir mecliste, Esmâ-i hüsnâ okumağa icâzet aldı. Bu yolculuğu esnâsında, annesi İstanbul’da vefât etti. Babası da 1481 senesinde İstanbul’da vefât edip, oturduğu evin bir köşesinde defnedildi. Babasının vefâtından kırk iki gün sonra, Fâtih Sultan Muhammed Hân vefât etti.

Seyyid Velâyet, ilk hacca gidişinden başka, iki defâ daha hac ibâdetini yerine getirdi. Üçüncü gidişi, Yavuz Sultan Selim Hânın pâdişâh oluşunun ikinci yılında idi. 73 yaşına vardığı sırada, İstanbul’da vefât etti. Cenâze namazında, âlim ve sâlih birçok kimse bulundu. Şeyhülislâm Zenbilli Ali Cemâlî Efendi cenâze namazını kıldırdı. Vasiyeti gereği, evinin yakınında bulunan mescidin bahçesine defnedildi. Derviş Muhammed adındaki oğlu, vefâtından sonra onun yerine irşâd vazifesiyle vazifelendirildi. O da 1535 (H.942) senesinde vefât etti ve babasının yanına defnedildi.

Seyyid Velâyet, zâhirî ve mânevî ilimlerde yüksek derece sâhibi, âlim, fazîletli bir zât idi. Derin ilmi ve tasavvuftaki yüksek derecesiyle etrâfına yıllarca feyz verdi. Sultanlar ve vezîrler onu ziyârete giderlerdi. Bereketli ve feyzli sohbetleriyle, binlerce insanın Allahü teâlânın rızâsına kavuşmalarına ve kemâle ermelerine vesîle oldu.

Yüksek hâller ve kerâmetler sahibi olan Seyyid Velâyet hazretleri, herkese iyi davranır, güler yüzlü ve hoşsohbet idi.

Nakledilir ki: Seyyid Velâyet, hac ibâdeti için Arafat'ta bulunduğu sırada, Şeyh Ahmed Mahmûd da yanında idi. Bir ara Şeyh Ahmed Mahmûd ona; "Bugün imâmın sağında kim bulunuyorsa, zamânın kutbu odur" dedi. Seyyid Velâyet namazı kıldıktan sonra, imâmın sağ yanında bulunan zâta dikkatlice baktığında, Bursalı Mevlânâ Ayas hazretleri olduğunu gördü.

Hicâz'dan döndüğünde, Bursalı sâlihlerden biri onu ziyârete gelip, bu sene Arafat'ta imâmın sağında kimin bulunduğunu tesbit edip, edemediğini sordu. Seyyid Velâyet de; Şeyh Ahmed Mahmûd hazretlerinin hatırlatması üzerine tesbit ettiğini ve Bursalı Mevlânâ Ayas hazretlerinin olduğunu söyledi. O akşam çok hastalandı, hayattan ümîdini keser gibi oldu. İyileşip, sabahleyin kendini toparlayınca, o sâlih kişiyle berâber Mevlânâ Ayas hazretlerini ziyârete gitti. Duâsını almak istiyordu. Huzûruna varıp elini öptükten sonra oturdu. Mevlânâ Ayas ona sert bir şekilde bakıp; "Neden benim gizli hâlimi başkalarına yaydın. Dilini ve gözünü bu işten korumadın. Ben, bu gece senin vefâtın için üç kere Allahü teâlâya duâ edip yöneldim, her seferinde Resûlullah efendimizin azîz rûhu benimle duâmın arasına perde oldu. Bu sebepten senin nesebinin temizliğini kesin olarak bilmiş oldum" dedi. Seyyid Velâyet, Mevlânâ Ayas'tan özür dileyip, özürü kabûl edildi ve bunun üzerine ellerini öpüp hayır duâsını aldı.

Seyyid Velâyet hazretleri, vefâtından iki yıl kadar önce ağır bir hastalığa tutulmuştu. Dostları ve talebeleri ondan ümidlerini kesmişlerdi. O sırada gözlerini açıp onlara; "Üzülmeyin dostlarım. Bugün, sabah güneş doğduktan sonra, ölüm meleği Azrâil aleyhisselâm, Müftî Ali Çelebi'nin sûretinde bana geldi. Rûhumu teslim alacağını zannettim ve teslimiyet içinde ölüme hazırlandım. Azrâil aleyhisselâm bana; "Hayır, rûhunu almağa değil, seni ziyârete geldim" diye tesellî ettikten sonra gitti" dedi. İki yıl daha yaşayıp, sonra bu fânî âlemden ayrıldı.

Seyyid Velâyet'in sohbet meclisinde bir gün, SünbülSinân Efendinin hastalanıp, birkaç gün sonra da vefât ettiği haberi söylendi. SeyyidVelâyet bu sözü kabûl etmeyip; "Hayır, Sünbül Efendi benden sonra vefât edip, benim namazımı kılacaktır." buyurdu. Buyurduğu gibi,Sünbül Efendi vefât etmemişti. Ondan sonra vefât edip, cenâze namazında bulundu.

Pîrî Mehmed Paşa, İstanbul'da büyükçe bir dergâh yaptırmış ve içinde de Şeyh Cemâl Efendiyi oturtmuştu. Rebî'ul-Evvel ayı olunca, mevlid okutmak üzere geniş hazırlık yaptı ve yaptırdığı dergâhta, o geceyi tes'îd için âlim ve sâlih kişileri dâvet etti. Sohbet esnâsında Seyyid Velâyet başını kaldırıp, bir müddet düşünüp, murâkabe ettikten sonra; "Bu dergâh, Cemâl Efendinin vefâtından sonra medrese olup, aslâ dergâh olmayacaktır." buyurdu. Sağ kalanlar, bu kerâmetini gördüler. Şeyh Cemâl Efendi vefât edince, dergâhı medreseye çevrildi.

PEK UZUN SÜRMEYECEK

Nakledilir ki: Sultan İkinci Bâyezîd Hân, ömrünün sonuna yakın; "Yerime, en lâyık olan Yavuz Sultan Selim’dir. Sağlığımdayken saltanat vazifesini ona vereyim" diye, onu İstanbul’a dâvet etti. Ancak Şehzâde Sultan Ahmed’in sevenlerinin ısrâr etmesi üzerine, İkinci Bâyezîd tereddüde düştü. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim, sâlih ve âlim zâtlardan yardım ve duâ istedi. Bu sırada Seyyid Velâyet ile de görüşmek istedi. Fakat Seyyid Velâyet onunla görüşmeyi kabûl etmedi. Şehzâde Yavuz Sultan Selim’in ısrârı üzerine görüştü. Yavuz Sultan Selim, Seyyid Velâyet hazretlerinden duâ istedi ve pâdişâh olup, olamıyacağını sordu. Seyyid Velâyet bir müddet cevap vermedi. Sonra; "Üzülmene lüzûm yok. Saltanat yakında sana nasîb olacaktır. Ancak, pek uzun sürmeyecektir" buyurdu. Dediği gibi olup, Yavuz Sultan Selim’in pâdişâhlığı sekiz yıl sürdü.

1) Şakâyik-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.352
2) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.281
3) Sicilli Osmânî; c.4, s.609
4) Tâc-üt-Tevârih; c.2, s.578
5) Sefînet-ül-Evliyâ; c.5, s.248
6) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.14, s.310
Muhammed Çelebi Sultan türbesi ...eğridir




Anadolu'yu aydınlatan meşhûr velilerden. Eğridir'de doğdu ve 1494 (H.900) de orada vefat etti.

Babası, Pîrî Halîfe Sultandır. Seyyid olup nesebi yirmi üçüncü batında hazret-i Hüseyin'e ulaşır. Babası Pîrî Halîfe Sultan, mânevî bir işâret üzerine genç yaştayken İran'ın Hoy şehrinden, hocası Şeyhülislâm Berdeî hazretleriyle birlikte Anadolu'ya göçmüştür. Anadolu'ya gelince, büyük bir mürşid-i kâmil olan hocası Şeyhülislâm Berdeî'nin kızıyla evlenmiş ve bu evlilikten Muhammed Çelebi Sultan doğmuştur. (Bkz. Berdeî Sultan, Pîrî Halîfe Sultan)

Daha küçük yaşta iken, babasının ziyâretine gelenler içerde iken, ıslahı mümkün olmayan kimselerin ayakkabılarını ters çevirir; iyi kimselerinkini ise düzgünce koyardı. Küçük yaşında günahkar ve sâlih insanı ayırır ve söylerdi. Melekleri görür ve gördüğü şeyleri söylerdi. Babası çarşıdan alınan çörekten yedirince bu hali kırk gün kaybolur kırk gün sonra yine görürdü. Niçin gördüklerini söylüyorsun? dediklerinde, bana; "Gördüklerini söyle sana zararı yoktur diyorlar." derdi. On yaşına kadar bu hali devâm etti.Sonra gizledi.

İlim ve feyz ocağında gözlerini açıp küçük yaştan îtibâren ilim ve edep öğrenmeye başladı. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Babasından ve babasının hocası Şeyhülislâm Berdeî'den ilim öğrendi, onların bereketli sohbetlerinde ve derslerinde yetişti. Tasavvufta kemâle erdi. İcâzet aldı. Şeyhülislâm Berdeî hazretlerinin vefâtından sonra dâmâdı ve Muhammed Çelebi Sultan'ın babası Pîrî Halîfe, Muhammed Çelebi Sultan'ın halîfesi olarak dergâhta senelerce halka rehberlik yapıp insanlara, Eshâb-ı kirâmınPeygamber efendimizden naklen bildirdiği ve asırlar boyunca kıymetli İslâm âlimleri tarafından büyük bir dikkatle nakledilegelen Ehl-i sünnet îtikâdını ve doğru din bilgilerini anlattı, öğretti. Bunlara uygun yaşamalarını sağladı. Ömrünü bu mübârek hizmetlerle geçirdi. Vefâtından sonra ilim ve feyz menbaı olan dergâhda oğlu MuhammedÇelebi Sultan, yolunu şaşırmış olanlara rehberlik vazîfesi yaptı. O da aynen babası gibi ilim ve feyz saçtı, nice sâlih ve velî zâtlar yetiştirdi. Pekçok insanın saâdete kavuşmasına vesîle oldu.Vefâtından sonra yerine torunu Şeyh Burhâneddîn hazretleri geçti.

Muhammed Çelebi Sultan hazretlerinin pekçok kerâmeti ve menkıbeleri olup bir kısmı şöyledir:

Daha yedi yaşındayken rüyâsında bütün âlem bir deryâ, büyük bir deniz olmuş, doğudan batıya bütün insanlar şaşkın bir vaziyettedir. Muhammed ÇelebiSultan deryâ üzerinde uzanıp köprü olur. Bütün mahlûkat üzerinden geçer... Bu rüyâsını babasına anlattığında, babası; "Şeyhimiz Abdüllatîf Kudsî hazretleri birazdan geliyor. Ona soralım." der. O gelince, oğlunu huzûruna çıkarıp rüyâsını anlattırdığında, Şeyh Abdüllatîf Kudsî hazretleri, Muhammed Sultan Çelebi'yi kasdederek; "Bu benim oğlum zamânın kutbudur." dedi. Bu sözü söyleyip üç defâ sayha yaptı, haykırdı. Bu sayhası sırasında sarığı başından yere düştü. Muhammed Çelebi Sultan, Abdüllatîf Kudsî'nin huzûrundan ayrılınca, babasına; "Şeyh hazretlerinin kutb-ı zaman dediği nedir?" diye sordu. Babası; "Oğul! Şeyh hazretleri senin kutup olacağını müjdelediler." dedi.

Eğridir'in Kışlıcak köyü imâmı Nâsuh Fakîh şöyle anlatmıştır:

Babam anlattı: "Bir gece evimde yatıyordum. Kapı çalındı. Çıkıp baktığımda, Muhammed Çelebi Sultan hazretleri olduğunu gördüm. Elinde içi dolu ve çıkınlanmış bir sofra ve bir de nacak vardı. Sofrayı bana verip; "Peşimden gel." buyurdu. Giderken önümüze bir deryâ (deniz) çıktı. Bana; "Yürü korkma!" dedi ve önümden deniz üzerinde yürüdü. Ben de tâkib ettim. Deniz üzerinde yürümeye başladım. Tahtaya basar gibi su üzerinde yürüyordum. Kısa bir zaman sonra bir hisara vardık. İslâm ordusu hisarın etrâfını sarmış beklemekteydi. Muhammed Çelebi Sultan elindeki nacakla hisarın kapısına vurunca, bir râhip kapıyı açtı. Önümüze düşüp evine götürdü. Evine varınca bir dehlize girdik. Merdivenle aşağı indik. Orada bir mescid gördük. Mescidde rahleler, Kur'ân-ı kerîmler vardı ve mumlar yanıyordu. Bizi oraya götüren râhip, papaz kıyâfetini çıkarıp, müslüman kıyâfeti giydi ve yanımıza oturdu. Şeyh Muhammed Çelebi Sultan bana taşıdığım sofrayı açmamı söyledi.Sofradaki yiyecekleri çıkardım. Yedikten sonra duâ ettiler. Sonra râhibe; "Artık hisarı verin!" deyince, "Emir sizindir!" karşılığını verdi. Sonra oradan çıkıp gittik. Bir müddet sonra şafak söktü. Sabah namazının vakti girmişti. Benim abdestim yoktu.Bana bir yer târif edip; "Falan ağacın altında arı ve tatlı bir su vardır. Var orada abdest al." dedi. Gidip abdest aldım. Kendisi imâm oldu sabah namazını kıldık. Sonra tekrar yürüdük. Daha önce üzerinden geçtiğimiz denize geldik. Yine deniz üzerinden yürüyerek geçtik. Henüz güneş doğmadan Mezar-ı Şerîf denilen yerdeki dergâha ulaştık. Ben; "Sultanım bu garib haller, gezip gördüğümüz yerler nedir?" dedim. "Gittiğimiz hisar Kefe Hisarıdır. İslâm askerleri onu almaya varmışlardı. Bugün hisar kapısını açarlar." buyurdu. Târih koydum. İşâret ettiği gün o saatte Kefe Hisarı fethedildi."

Muhammed Çelebi Sultan'ın meşhur hallerinden biri de, Hızır aleyhisselâmla çok görüşüp, sohbet etmesidir. Bâzan evinde otururken karşıda bulunan Eğridir Gölüne dikkatle bakar ve birini bekler gibi dururdu. Hızır aleyhisselâm göl üzerinden yürüyerek yanına gelirdi. Görüşüp sohbet ederler, sonra yine geldiği gibi su üzerinden giderdi. Bu hâli çok görülmüştür. Halîfelerinden Âlimi Rabbânî Dâvûd Efendi; "Hızır aleyhisselâmla böyle görüştüklerine defâlarca şâhid oldum." diye anlatmıştır.

Şeyh hazretlerinin çiftliğinde değirmeni olan bir ortağı vardı. Köyünde bu değirmeni çalıştırarak geçimini temin ederdi. Köyün ileri gelenlerinden birinin de değirmeni vardı. Bu kimse sâdece benim değirmenim çalışsın diye o kimsenin değirmeninin oluğuna taş bırakır çalışmasına mâni olurdu. Bu durumu Muhammed Çelebi Sultan hazretlerine birkaç defâ açıp zulme uğradığını söyledi. Adam da bu işinden bir türlü vaz geçmedi. Bir gün gene şikâyet etti. Muhammed Çelebi Sultan hazretleri; "Ayruk (gayrı) etmesün." buyurdu ve başka söz söylemedi. Şikâyette bulunan kimse bu sözden pek bir şey anlayamadı. Hattâ talebelere şeyh hazretleri fazla bir şey söylemedi ve kâdıya (hâkime) göndermedi diye yakındı. Talebeler şeyh hazretleri sana ne buyurdu diye sordular. O da; "Ayruk etmesün." dediğini söyledi.Talebeler bu sözü duyunca; "Öyleyse söz tamam oldu. Artık kurtuldun. Var git sen artık işin sonunu gözle." diye teselli etti. O kimse değirmenine gidip baktığında, değirmenin suyunun taştığını ve dışarı aktığını gördü. Yine taş bırakıldı zannederek oluğu yokladı. Değirmenin çalışmasına mâni olan kimse yine bir taş bıraktırmak için bir adam göndermiş, bu adam da taş bırakırken oluğa kendi düşüp ölmüştü. Bu hâdiseye çok şaşıp köye döndü. Köye gidince de, değirmenin oluğuna taş bıraktıran kimsenin de âniden öldüğünü öğrendi. Zâlimin elinden kurtulduğu içinAllahü teâlâya şükretti. Muhammed Çelebi Sultan'a muhabbeti ve bağlılığı arttı.

Muhammed Çelebi Sultan zamânında Isparta'nın Barla kazâsından iki tüccar ticâret için Bursa'ya gitmişler. Bunlardan birinin eceli gelip paralarını kesesine koyarken vefât etmiş. Hacı İvaz adındaki diğer arkadaşı onun böyle dünyâ sevgisi içinde öldüğünü ibretle görüp ağlayarak o zaman Bursa'da bulunan evliyânın meşhurlarından Şeyh Tâceddîn hazretlerinin huzûruna gitti. Dünyâ malına ve dünyâya düşkünlüğünden dolayı gafletine tövbe edip, Şeyh Tâceddîn hazretlerinin dergâhında kalbini toparlamak için halvete girdi. Şeyh Tâceddîn hazretleri onun bu hâline bakıp, talebelerine; "Hacı İvaz'a siz de yardım edin. Kelime-i tevhîd okurken ona da niyet edin. Onun çok oturmaya gücü yoktur. Kendisi bir tüccardır." dedi. O gece Hacı İvaz şöyle bir rüyâ gördü. Bir dere içinde kendini kanalizasyon pisliği, çöpler ve süprüntüler arasında buldu. Pislikler dağ gibi yığılmış. Çöpler ve pislik arasında boğazına kadar gömülmüş, boğulmasına az kalmış! Bu haldeyken Şeyh Tâceddîn hazretleri bir dağ üzerinden kendisini seyretmektedir. Talebelerinin de pislikleri ve çöpleri kendi üzerinden alıp attıklarını gördü. Böyle perişan haldeyken Şeyh Tâceddîn hazretleri bulunduğu dağ üzerinden elini uzatıp Hacı İvaz'ın elinden tutarak dağ üzerine çekip kurtardı. Hacı İvaz sabahleyin uyanıp rüyâsını Şeyh Tâceddîn hazretlerine anlattı. Ona; "Üzerinde olan o pislik kalbindeki dünyâ sevgileridir. Allahü teâlânın inâyetiyle bunlar kalbinden gitti. Artık bütün dünyâ senin olsa, ona hiç sevgin olmasın. Asıl sevgi ve muhabbet, Allahü teâlânın sevgisidir. Sevgi, muhabbet, Allahü teâlâya ve Allah dostlarına olmalıdır. Allah adamları olan evliyâ ile birlikte bulunmaktan gâfil olma!" diye ona nasîhat etti. Sonra da memleketine dönmesi için müsâde etti. Hacıİvaz ayrılıp giderken; "Sultanım! Bizim memlekette bir Allah adamı yoktur. Kiminle berâber olayım!" dedi. Şeyh Tâceddîn hazretleri,Pîrî Halîfe Sultanın kıymetli oğulları Şeyh Muhammed Çelebi Sultan ne oldu?" deyince,Hacıİvaz; "Efendim! Ona îtikâdım yoktur. İyi yünden elbise giyer. İyi cins atlara biner. Kılıç kuşanır. Onda öyle dervişlik görmedim." dedi. Şeyh Tâceddîn hazretleri, Hacı İvaz'ın bu sözleri karşısında; "Bre öyle deme şimdi o sultan kutb-ı âlemdir. İnkâr etme yoksa belâya düşersin!" dedi. Hacı İvaz bu tavsiye üzerine memleketi Barla'ya varır varmaz hemen Eğridir'e gidip Mezâr-ı Şerîf denilen yerdeMuhammedÇelebiSultanın ziyâretine gitti. Oraya yaklaştığında Muhammed Çelebi Sultan'ı Eğridir Gölü kenarında oturur halde gördü. Hızır aleyhisselâmı bekliyormuş. Yanına yaklaşınca; "Bize îtikâdın ve inancın olmadı. Bu evlâmıdır?" dedi. Hacı İvaz ağlamaya başlayıp ayaklarına kapandı. Yaptıklarına pişman olup, tövbe etti.Sonra Muhammed Çelebi Sultan hazretlerine talebe oldu. Tasavvufta yetişmek üzere sohbetlerini can kulağıyla dinleyip, emirlerini severek yerine getirdi. Bir müddet dergâhında kalıp, nefsini ıslah ile meşgûl oldu. Büyük bir azim ile cânu gönülden bu işe sarıldı. O mübârek zâtın himmetiyle tasavvufta ilerleyip yüksek derecelere kavuştu. Kendisine halîfelik de verildi. Hacı İvaz'ın bir hizmetçisi vardı. Yanında kalıp tasavvufta yetişmek için çalıştı. Muhammed Çelebi Sultanın himmetiyle o da velîlerden oldu. Bu hizmetçi öyle hallere kavuşmuştu ki, bâzan yemek pişirir, uzun mesafelere kısa zamanda giderek yemek götürürdü. Bayram günlerinde bir çömlek yemek pişirir bu az yemeği dört yüz kişi yiyip doyardı. Bu kerâmetleri o diyarda meşhurdu.

Bursa'da Şeker Hoca denilen bir kimse şöyle anlatmıştır: "Biz üç arkadaş, Şeyh Muhammed Çelebi Sultan için kutup diyorlar. Eğer gerçekten böyle büyük biri ise bir tecrübe edelim dedik. Ziyâretine gittik. Birimiz; "Eğer kutupsa biz huzûruna varınca, önce duâ etsin." dedi. Bir arkadaş; "Bursa'da Ulu Câmide ricâl-i gayb (Allahü teâlânın sevdiği ve gizli olan velî kulları) hangi safta namaz kılarlar bunu biz sormadan cevap versin." dedi. Bir diğerimiz de; "Ricâl-i gayb Ulu Câmiye hangi kapıdan girerler. Bunu da bize söylesin." dedi. Nihâyet huzûruna vardık. Biz vardığımızda kapısının önünde duruyordu. Elini öpüp karşısında durduk. Önce duâ etsin diye niyet eden arkadaşımızı göstererek; "Evvelâ şu mollanın niyeti üzereEl-Fâtiha." dedi. Sonra; "Ricâl-i gayb, Ulu Câmiye doğu kapısından girerler ve üçüncü safta namaz kılarlar." dedi.

Onun zamânında Osmanlı paşalarından Mesih Paşa, Hamid ilinin (Isparta'nın) beyiydi. Muhammed Çelebi Sultanın ziyâretine gider, hürmet gösterirdi. Vezir olması için duâ ve himmet etmesi için yalvarıp yakarırdı. "Eğer vezir olursam, sizi ve talebelerinizi gazâya götürürüm." diye söz vermişti. Hayreddîn Halîfe adında bir halîfesi, talebesi vardı. Ona; "Var rüyâya yatıp istihâre eyle. Bakalım Mesih Paşa vezir olur mu?" dedi. Hayreddîn Halîfe istihâreye yatıp gördü ki: Hocası Şeyh Muhammed Çelebi Sultan bir kuşak getirdi. Onu Mesih Paşanın başına sarması için kendisine verdi. Fakat Hayreddîn Halîfe onu bir türlü saramadı. Bunun üzerine şeyh hazretleri kendisi alıp sardı.Sabahleyin Hayreddîn Halîfe gördüğü rüyâyı anlatmak üzere huzûruna gitti. Huzûruna varınca daha anlatmadan; "Hayreddîn! MesihPaşa kuşağı sardı. İnşâallah vezir olur." dedi. Kısa bir müddet sonra Mesih Paşa vezir oldu. Rodos seferine çıktı. Fakat Muhammed Çelebi Sultan hazretlerine verdiği sözü yerine getirmedi. Sefere çıkarken onlardan hiç bahsetmedi. Bunun üzerine halîfesi Hayreddîn'e dedi ki: "O Mesih Paşa bizim sakalımıza güldü. Murâdı hâsıl olup, vezirliğe kavuştu. Bizi ihmâl edip, ismimizi bile anmadı. Yine istihâre eyle bakalım kal'ayı alıyor mu?" dedi. Hayreddîn Halîfe istihâre edip gördü ki: Rodos kalesini asker kuşatmış. Rodos'un kalesinin içinde Şeyh Muhammed Çelebi Sultan oturmuş. Bir yanında dedesi Şeyhülislâm Berdeî bir yanında da Bursa'daki Emir Sultan hazretleri bulunmakta. Hızır aleyhisselâm da oradaydı.Bunlar ona; "Oğul kerem eyle hisarı ver!" diyorlardı. Muhammed Çelebi Sultan ise; "Bu sefer olmaz! Vezir bizi maskaralığa aldı." dedi. Hızır aleyhisselâma; "Merdiveni komayın." dedi. Hızır aleyhisselâm Mesih Paşanın hisara kurduğu merdivene bir kamçı vurup parçaladı. Rodoslular çiftlerini sürmek için sahraya dağıldılar. Hayreddîn Halîfe bu istihâresinde gördüğü rüyâyı anlatmak üzere Muhammed Çelebi Sultan'ın huzûruna gitti.Varır varmaz daha o anlatmadan; "Kâfirler kurtuldu gibi. Birkaç gün daha yürüsünler. Ahde muhâlefet, sözünde durmamak nasıl olur! Mesih Paşa da görsün." dedi. Gerçekten Mesih Paşa bu seferinde Rodos Kalesini fethedemedi. Kaleyi fethetmek için kurulan merdiven kırıldı.

Muhammed Çelebi Sultan bir defâsında Kûnân yakınında Gökse köyüne gitmişti. Orada halka sohbet ve nasîhat etti. Orada bulundukları sırada talebeleri söz arasında; "Efendim! Bize bir halîfe bulup, reis yapsanız." dediler. Bunun üzerine halleriyle çevresinde sevilmeyen birisi olan Alâeddîn adındaki kimseyi kasdederek; "Size Alâeddîn'i reis edelim." dedi. Talebeler; "Efendim! O şahıs tarîkat ehline kâfir der. Tarîkat ehline çok karşıdır. Ondan başka ilim ehli bir kimse vardır. Âlim ve ilmiyle amel eden birisidir. Onu bize reis yapsanız." dediler. Talebelerine; "Allahü teâlâ inâyet eyleye!" diye cevap verir. Başka bir şey söylemez. O gece Alâeddîn rüyâsında kendini gayr-i müslim kıyâfeti içinde, belinde de kâfirlere mahsus bir kuşak olan zünnâr görür. Bunları üzerinden çıkarıp atmak için çok uğraşır, fakat bir türlü atamaz. Huzursuz bir halde uğraşırken karşısına Muhammed Çelebi Sultan'ın babası Pîrî Halîfe Sultan çıkar. "Ey Alâeddîn! Senden bu elbiseyi oğlum Şeyh Muhammed'den başkasının çıkarmaya gücü yetmez." der. Bu sözleri işitince uyanır. Bu rüyânın tesiriyle gece yarısı kalkıp Muhammed Çelebi Sultan'ın evine koşar ağlayıp yalvararak kapıyı çalar. Şeyh hazretleri kapıyı açıp içeri almalarını söyler. Alâeddîn huzûruna girer girmez daha o bir şey söylemeden; "Ey Alâeddîn! Ben sana babam gibi bir şâhidi her zaman nasıl bulayım!" der. Alâeddîn daha rüyâsını anlatmadan haber verdiğini görerek şaşar. Bu kerâmetini de görünce artık tasavvuf ehline düşmanlık yapmaktan vazgeçer. Büyük bir muhabbetle Muhammed Çelebi Sultan'ın hizmetine girer, talebesi olur.

Şeyh hazretleri târifi mümkün olmayacak derecede ihtiyaç hâli üzere geçinirdi. Çok az yer ve yaptığı riyâzetlerini ev halkına aslâ duyurmaz, belli etmezdi. Yemek vakti gelince evinden dışarı çıkar, dergâha giderdi. Dergâhdakiler yemeği evde yedi zannederdi. Dergâhda ve dışardan yiyecek getirseler eve giderdi. Evdekiler de dergâhda yedi zannederlerdi.

Mânevî âleme öyle dalmıştı ki, meleklerle cinler dediklerini yaparlardı. Hızır aleyhisselâmla da çok görüşürdü. Ne kadar altın ve akçe lâzım olsa seccâdesinin altında bulunurdu. Masraflara ve harcama işlerine bakan talebesi onun seccâdesi altında altınlar görür, emri üzere lâzım olduğu kadar alıp harcardı. Fakat altınlar hiç eksilmez aynen dururdu.

Şeyh hazretleri Uluborlu'da Hacı Sinan adında birine misâfir olup, on beş gün kadar kalmıştı. Ayrılıp gideceğine yakın; "Hacı Sinan! Hastalık salgını gelmek üzere. Senin ev halkına bir şey olmaz. Ben buradan ayrıldıktan sonra Allahü teâlânın emrini görürsün." dedi. O sırada Uluborlu'da tâûn hastalığından epey hasta vardı. Muhammed Çelebi Sultan'ı, sevenleri Ahurlu denilen yere kadar uğurlamışlardı. Uluborlu'ya döndüklerinde, her taraftan feryad sesleri duyuluyordu. Kimi oğlum, kimi kızım, anam, babam, kardeşim... diye ağlıyordu. Tâûn hastalığından pekçok kimse ölmüştü. Şeyh hazretlerini misâfir eden Hacı Sinan'ın evinden hiç kimse tâûndan ölmedi. Korkunç salgından kurtuldular.

Acem diyârında, İran taraflarında bir beldede Turâbî adında ilim ehli ve müderris bir kimseye rüyâsında Muhammed Çelebi Sultan gösterilir ve senin şeyhin bu zâttır denir. Bu rüyâ üzerinde müderrisliği ve medreseyi bırakıp kendisine rüyâsında gösterilen mübârek zâtı bulup ona talebe olmak için yollara düşer. Yemeden içmeden kesilir, sâde kuru ekmek gibi bâzı şeyler yer. Kâbe'ye varır orada arar. Rüyâsında; "Senin mürşidin Rum diyârında (Anadolu'da) sen oraya git." diye işâret olunur. Günlerce yolculuk yaparak ulaştığı Mekke'den ayrılıp Medîne'ye doğru yola çıkar. Medîne'de bir müddet kalır. Orada da; "Rum diyarına git!" diye işâret olunur. Oradan da ayrılıp yollara düşer. Kudüs yakınlarında Halîlürrahmân denilen beldeye ulaşır. Orada da Rum diyârına gitmesi işâret olunur. Senelerce bir diyardan bir diyara gezer durur. Kalbi yanık ve mahzun bir halde hep kendisine işâret edilen zâtı arar. Bu hal üzere otuz sene dolaşır. Nihâyet Anadolu'ya ulaşıpBurdur yakınlarında bir köye gelir. Bu sırada Muhammed Çelebi Sultan da o köyde dâvetlidir. Artık aradığına kavuşmuş ve işâret edilen mürşidini bulmuş olmanın sevinciyle huzûruna gidip elini öper. Hâlini anlatır ve talebeliğe kabûl edilir. Şeyh hazretleri Eğridir'e dergâhına dönerken, o da peşlerinden gelir. Dergâha varınca talebeler hocalarını karşılarlar. Sonra da sofra hazırlayıp yemeğe otururlar. Turâbî de sofraya dâvet edilir. Muhammed Çelebi Sultan ona iltifat edip kendi sofrasına alır. Fakat Turâbî yemeklerden yemez. Şeyh hazretleri niçin yemediğini sorunca; "Efendim! Sizi rü-

yâmda göreliden beri otuz senedir hayvânî gıdâ yemedim. Bu perhizimi bozmamak için yemiyorum." der. Bunun üzerine Şeyh hazretleri: "Şimdi kalbinde bu kadar zaman riyâzet çektim diye düşünürsün. Nefsini put edinmişsin. Allahü teâlâ katında makbul olmaz." dedi. Bunun üzerine Turâbî tövbe istiğfâr edip, karnı doyuncaya kadar yemeklerden yedi. Gece vakti olunca, Muhammed ÇelebiSultan, seccâdesini Turâbî'ye gönderdi. "Bu gece seccâdemiz üzerinde otursun! Allahü teâlânın kudretini görsün." buyurdu. Turâbî o gece Şeyh hazretlerinin seccâdesi üzerinde oturdu. Bir ara uyudu ve rüyâsında Peygamber efendimizi ve Ricâl-i gayb denilen evliyâyı gördü. Pekçok kerâmete şâhid olup mânevî ikramlara kavuştu.

Barla'dan HacıDede anlatır: "Bir gün MuhammedÇelebi Sultana yalvarıp, bana hazret-i Hızır'ı göster." dedim. Bu konuşmamızdan sonra bir gün dağdan çıra kesip merkebime yükledim. Hayrât sâhibi merhum RüstemPaşanın tâmir ettirdiği sarp bir yol vardı.Bu yoldan Barla'ya gidiyordum. Sarp bir yerden geçerken merkebim yüküyle birlikte yardan aşağıya uçtu. Ben merkebimden ümidi kestim. Yaşlı idim. Yürümeye de tâkatim yoktu. Ne yapacağım diye düşünürken, karşıma atlı biri çıka geldi. Merkebimi düştüğü yardan tutup yüküyle birlikte çıkardı ve yola bıraktı. Beni de yükün arasına bindirdi.Merkebim hayret edilecek derecede kuvvetlendi ve hızlı yürüdü. Bu hâdiseden sonra bir gün yine Şeyh hazretlerinin ziyâretine gitmiştim. Bu sefer de; "Sultanım! Hazret-i Hızır'ı bana göster." dedim. Bana; "Merkebini kurtarıp, seni ona bindiren Hızır'dı. Ben sana onu gösterdim. Fakat sen tanımadın." dedi.Ben bu sözleri işitince hayret ve şaşkınlık içinde ağlamaya başladım ve ayaklarına kapandım. Sonra bir müddet daha berâber oturduk. Bir de baktım ki birisi bize doğru geliyordu. Bu gelenin hazret-i Hızır olduğunu anladım. Hemen çıkıp karşıladım ve onun da ayaklarına kapanıp himmet istedim. Bana bakıp buyurdu ki: "Bizi istersen tuttuğun elden gâfil olma! Beni Şeyh Muhammed Çelebi'de bulasın." deyip gözden kayboldu.

Yine Barlalı Hacı Dede anlatmıştır: "Merkebimin uçuruma düştüğü o sarp yola büyük bir kaya yuvarlanıp yolu kapatmıştı.Geçmek mümkün değildi.Kayanın büyüklüğü âdetâ bir ev kadardı. Muhammed Çelebi SultanBarla'ya bir düğüne dâvetli olarak gelmişti. Huzûruna varıp yolu kapatan o kayadan bahsedip; "Sultanım, cemâate emir buyursanız da o taşı hep birlikte yoldan kaldırsak." dedim. Bana; "Sen gidedur." dedi. Ben de yanıma halktan bâzılarını aldım. Kayanın yanına vardık. Kayanın yoldan atılabilmesi için etrâfını kazmaya başladım. Bu sırada Şeyh hazretleri yalnız başına oraya geliverdi. Kocaman kayaya dayanıp dağdan tarafa bıraktı. Bana; "Gördün mü?" dedikten sonra, gözden kayboldu. Ben çok şaşkın bir halde oradan ayrılıp Barla'ya döndüm. Baktım Şeyh hazretleri kalabalık bir cemâatle sohbet ediyordu. Halka; "Şeyh hazretleri buradan hiç dışarı çıktı mı?" dedim. Sen görüşüp gittikten sonra yerinden hiç kalkmadı." dediler. O hayatta oldukça bu sırrı kimseye açmadım."

Emir Ali Çelebi, Radmos köyünden bir dervişten naklen şöyle anlatmıştır: "Bir gece hocam Muhammed Çelebi Sultan hacca gitmek üzere yola çıktı. Yanında Hızır aleyhisselâm da vardı. Hazret-i Hızır'ın önünde bir lamba asılıydı. Bana; "Bir balta al." dediler, aldım. Beni de yanlarına aldı ve virâne bir yere gittik. Virânede bir yeri kazmamı emrettiklerinde, kazdım. Bir altın hazînesi çıktı. Bana da verseler diye düşünürken hocam bana bir akik taşı verdi ve; "Derviş! Bunu İstanbul'da sat! Başka yerde satma." dedi.Sonra benden ayrılıp, hacca gittiler. Bu hâdiseden sonra bir işim sebebiyle İstanbul'a gittim. İstanbul'dayken param kalmadı. Aklıma Şeyh hazretlerinin verdiği akik taşı geldi.Bunu beş-on akçeye satabilsem diye düşündüm. Bir yahûdînin dükkanına girip; "Satılık bir şeyim var." dedim. Beni yalnız bir köşeye çekip; "Ne satıyorsun? Çıkar göreyim." deyince, çıkarıp gösterdim. Akik taşını görünce; "Ne vereyim?" diye sordu. Beş akçe mi, on akçe mi desem diye düşünmeye başladım. Bir türlü fiyat söyleyemedim. Hocamın himmetiyle; "Sen söyle." deyiverdim. Önce elli bin akçe verdi. Alay ediyor zannederek akik taşını geri istedim. Hemen yüz elli bine çıktı ve satmam için ısrar etti. Ben de kabûl ettim. Beni evine götürüp parayı keseler içinde verdi. Bu taşın çok kıymetli olduğunu söyleyip; "Şimdi ben bunu iki yüz elli bin akçeye bile satmam." dedi. Muhammed Çelebi Sultan'ın bu talebesi, aldığı paralarla köyünde bir hamam yaptırdı ve zengin oldu."

Muhammed Çelebi Sultan'ın vefâtından sonra talebelerinden biri onu rüyâsında çok görür, rûhâniyetiyle irtibât kurardı.Bu talebesi bir defâsında üç meselede tereddüde düşer. Bunlardan biri o sene Ramazanın başlangıcı ile ilgiliydi. Şehrin kâdısı Pazar günü diyor, onlarsa Cumartesi olduğunu söylüyorlardı.İkinci mesele, câmilerinin kıblesinin doğru olup olmadığı husûsunda bir ihtilaf çıkmıştı. Bir husus da kendisine düşmanlık yapan huzursuz eden bir kimseye bedduâ etmesi istendiği halde o etmiyordu. Bu hususlarda tereddüdü vardı. Bir gece rüyâsında kendisini hocası Muhammed Çelebi Sultan'ın türbesinde gördü. Buraya nasıl geldim diye şaşarken hocası kabrinden çıkıp; "Allahü teâlânın izniyle biz getirdik." buyurdu. Bunun üzerine; "Efendim size birkaç suâlim var." deyince, soruları sormadan suâlinin birisi mescidin kıblesi meselesi değil mi? Kıblesi doğrudur. Kâbe'ye karşıdır. Şüphe etme." dedi. "Bir suâlim daha var." deyince; "Ramazanın başlangıcı değil mi? Cumartesi günüdür. Kâdı ilim sâhibi fakat keşif sâhibi olmadığından kalp gözü açık değil." dedi. "Efendim o kâdı sizin tarîkatınızı seviyor, muhabbeti var." deyince; "Evet muhabbeti var. Fakat riyâ ve gösterişten geçip meydana gelmeye kâdir değildir." buyurdu. "Sultanım bir suâlim daha kaldı." deyince, daha o anlatmadan; "Evet o bize mensub olan şahıs değil mi? Bizim hatırımızı gözeterek ona bedduâ etmediğin için memnun kaldık. Allahü teâlânın izniyle onu bir terbiye edelim. Islah olmazsa hakkından geliriz." buyurdu.

BEKLEYEMEDİN Mİ?

Talebelerinden Hayreddîn Halîfe'nin oğlu Hacı Halîfe şöyle anlatmıştır: "Hacca gitmeye niyet etmiştim. Kutb-ı âlem Muhammed Çelebi Sultan'dan müsâde ve duâ almak için huzûruna gittim. Mesciddeydi. Mescide girdiğimde mihrabda kıbleye doğru oturmuş kendi kendilerine şöyle diyorlardı: "Hey HacıHalîfe! Bir sene daha sabredemedin mi ki bizimle berâber gidesin!" Sonra geldiğimi farkedip bana döndü ve; "Hacı Halîfe! Şimdi seni anıyordum. Şeyhülislâm Berdeî Sultanın rûhâniyeti senin hacca gideceğini haber verdi ve; "Bizim Hayreddîn Halîfe'nin oğlu HacıHalîfe Mekke'ye gider. Ona himmet ve duâ eyle." buyurdu. Ondan bildim ki hacca gidersin." dedi. Beni hoş görüp uğurlarken de şöyle dedi: "HacıHalîfe! Kutbu görmek ister misin?" Ben de; "İsterim Sultanım. Bunun için himmet buyurun." dedim. Bana; "Arafat'a vardığın zaman sağ tarafında falan yerde bir çadırda Ricâl-i gaybı (Allahü teâlânın gizlediği sevgili kulları) toplansalar gerektir. Baş tarafta yüzü örtülü oturan kutb-ı âlemdir. Onu ziyâret edersin." buyurdu. Arafat'a vardığımda târif ettiği gibi bir çadır buldum. Çadıra girip Allah adamlarının ayaklarının bastığı topraklara yüzümü sürdüm. İçerisi büyük zâtlarla doluydu. Baş tarafta yüzü örtülü biri oturuyordu.Târife göre yüzü örtülü olan kutb-ı zamandı.Yanına yaklaşıp; "Seni yaratan Rabbimin aşkına! Sultanım lutfeyle, mübârek yüzünüzden örtüyü kaldırıver de yüzünüzü göreyim. Ben size şeyhimin yüksek himmetiyle eriştim." diyerek hem ağladım hem yalvardım. Benim ağladığımı ve yalvardığımı görünce yüzünden örtüyü kaldırdı. Mübârek yüzüne baktım bir de gördüm ki o zât şeyhim Muhammed Çelebi Sultanın kendisidir. Bu hâli görür görmez bir nâra attım. Aklım başımdan gitmiş. Bir müddet sonra kendime gelip toparlandım. Kalkıp etrafıma baktım orada kimse yok. Hacdan döndükten sonra hocamın huzûruna vardığımda; "HacıHalîfe! Kutbu gördün mü? Sakın ben hayattayken bu sırrı kimseye açma, söyleme." buyurdu.

DOLAŞIP NEYLERSİN?

Muhammed Çelebi Sultan bir gün Eğridir Gölünün kenarında otururken bir ulak gelip Afşar yolunu sordu. Şeyh ona; "Afşar, gölün öte yakasındadır. Dolaşıp neylersin. Hemen göl üzerinden yürüyüver." dedi. Ulak böyle bir zâtın sözünü severek ve inanarak kabûl edip yürüdü. Suyun üzerinde batmadan gidiyordu.Afşar halkı onun gölün suyu üzerinde yürüyerek geldiğini görerek; "Hızır mısın?" diye etrâfına toplandılar. Ulak; "Bende bir şey yoktur. Karşı yakada bir sultan var onun nefesine uğradım (kavuştum) ve su üstünden yürüyüp geldim!" dedi. Bu hâdiseye şâhid olan, ulağın sözlerini duyan Afşar halkı, Muhammed Çelebi Sultan hazretlerinin büyük bir velî olduğunu anlayıp muhabbetle sevdiler.

DÜNYÂDA HAKKINI ALSIN

Muhammed Çelebi Sultan hazretleri, bir defâsında Uluborlu'ya dâvet edilince, halkı irşâd, doğru yolu göstermek için bu dâveti kabûl edip gider. Uzun sohbetler ve vâzlarla halka öğüt verir ve vâzı son derece istifâdeli olur. Dönecekleri sırada birisi evine yemeğe dâvet eder. Dâveti kabul edip o gece orada kalır.Ertesi gün vedâlaşıp ayrılır. Bîlköy denilen yere varınca atını durdurup bir talebesini yanına çağırır; "Git şu evinde kaldığımız kimsenin kapısını çal!Bir kap iste! Kabın ağzını aç o zaman Allahü teâlânın kudretini göresin. Ev sâhibine de, şeyh harcadıklarına pişman olmasın. Dünyâda hakkını alsın âhirete kalmasın dedi, diyesin." der. Talebesi emir üzere, kendilerini dâvet eden kimsenin evine varıp bir kap ister. Kabı eline alınca dâvet eden kimse dâvet için ne kadar akçe, para harcadıysa, o kadar akçe kabın içine gaybden dökülür. Ev sâhibi çok şaşırır. Meğer şeyh hazretleri evinden ayrılınca, ona ziyâfet vermek için harcadığı parayı hesaplayıp ziyâfet verdiğine pişman olmuş.

OMUZ VURUP KALDIRDIM

Muhammed Çelebi Sultan hazretleri Uluborlu Ovasında bulunan Yassıviran köyüne zaman zaman gidip halka vâz ve nasîhat ederdi. O köyden Bedevî Dede denilen bir zât şöyle anlatmıştır: Köyümüzün bir değirmeni vardı. Bu değirmeni çalıştıran akarsu ve içecek sularımız kesildi. Dağdaki menbaı kurudu, akmaz oldu. Halk içecek suya muhtaç hâle geldi. Şeyh Sultan köyümüze gelmişti. Toplanıp susuz kaldığımızı, perişan hâlimizi arzedip; "Sultanım siz kutb-i âlemsiniz. Resûlullah efendimizin hürmetine yaptığınız duâ makbuldür." dedik. Bunun üzerine başını eğip sessizce oturdu, murâkabeye daldı. O hâle geldi ki teri sakalı üzerine damla damla aktı. Bir müddet âdetâ kendinden geçmiş bir halde kaldı. Mânâ âlemine dalıp gitti. Sonra başını kaldırdı. Gözleri iyice kızarmıştı. Merakla bekliyorduk. Bize bakıp; "Sizin suyunuz Ağras Suyu ile birmiş. Zelzele olunca bir taş sizin suyun önünü kapatmış. O taşa omuz vurup kaldırdım. Suyunuz yine sizden tarafa döndü. Varın görün." dedi. Köy halkı gidip baktıklarında suyun yine dağdan aşağıya doğru çağlayarak akıp geldiğini gördüler. Böylece o zâtın himmetiyle susuzluktan ve sıkıntıdan kurtuldular.

SAKALINDAN BİR KIL ALAYIM

Uluborlu'dan Emir Halîfe anlatır: "Muhammed Çelebi Sultanın vefâtından kırk sene sonra kabrinin bir tarafı çökmüştü. Tâmir etmek için kabrini açmamız îcâb etti. Kabrini açınca nûra gark olmuş bir halde yattığını gördük. Mübârek yüzü hiç solmamış, aynen hayattaki gibiydi. Yanımda sevenlerinden biri vardı. Bu kişi; "Benim bir oğlum var, bir seneden beri sıtma tutuyor, hastadır. Bu zâtın sakalından bir kıl alayım, şifâ olarak götüreyim." dedi. Biz şimdi durum başka, gâfil olma, alınca bir belâya düşebilirsin." dedik. Fakat adam dinlemedi yanaşıp sakalından bir kılı tutarak çekti. Koparamadı. Şeyh hazretleri sanki canlanmış gibi başını öbür tarafa çevirdi. O kişi yine aldırmayıp sakalından bir kıl koparmak için tutup çekti. Bu sırada Şeyh hazretleri o kişiye öyle bir tokat vurdu ki, adam düşüp öldü. Ben de korkumdan kaçıp bir kenara çekildim ve şaşkın bir halde yığılıp kaldım. Sonra başkaları gelip Şeyh hazretlerinin kabrini kapattı. Bu hâdisenin tesiriyle altı ay hasta yattım.

1) Menâkıb-ı Burhâneddîn Eğridirî (Şerifzâde Muhammed Efendi, Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Kısmı, No: 4552)
2) Mecmûaü't-Terâcîm; s.98
3) İstanbul Târih Coğrafya Kataloğu; s.507