KARIŞIK

31 Ocak 2016 Pazar

SULTAN BABA

SULTAN BABA



Değirmendere Örçün Köyü’nde bir tepe üzerinde bulunur. Sultan Baba Türbesi’nin Osmanlı dönemine ait olduğu sanılmaktadır. Sultan Baba Halveti Tarikatı’nın Şemsi kolunun bir üyesidir. Türbe içerisindeki sandukada 1787 yılına ait bir berat bulunmaktadır. Türbenin girişinde bir de haziresi bulunmakta olup, buradaki en eski mezar taşı 1879 tarihlidir. Moloz taştan yapılan türbenin mimari bir özelliği bulunmamaktadır. Dikdörtgen planlı türbenin iki uzun kenarında dikdörtgen söveli ikişer penceresi vardır. Üzeri ahşap bir çatı ile örtülüdür. Değişik dönemlerde yapılan onarımlar nedeniyle özelliğinden uzaklaşmıştır.

DÂRENDELİ MUHAMMED HİLMİ EFENDİ

DÂRENDELİ MUHAMMED HİLMİ EFENDİ



Son devir velîlerinden. Malatya'nın Dârende kazâsının Yenice nâhiyesinde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1916 (H.1334) yılında Maraş'ta vefât etti. Babasının ismi Hacı Yûsuf Ağa, annesinin ismi Emine Hanımdır. İlk tahsîlini Dârende'de tamamlayan Muhammed Hilmi Efendi, ihtisas için İstanbul'a gitti. Abdülazîz Han zamânında Fâtih Medresesinde tahsil gördü. Bu esnâda bilhassa Müderris Sâdık Efendinin husûsî himâyesine kavuştu. Bu arada İstanbul'da Gümüşhâneli Ziyâeddîn Efendinin ders ve sohbetlerine devâm etti. Bu zâttan halîfelik icâzeti, yetkisi alıp, Dârende'ye döndü. Tevâzuundan kendisini irşâd, insanları yetiştirme makâmına lâyık görmeyen Muhammed Hilmi Efendi, Sivas'ta Nalçacızâde Hacı Ahmed Efendiden feyz aldı. Bu zâttan da icâzet aldı. Hâcı Ahmed Efendi, Küçük Âşık Efendi denilen Âşık Muhammed Mısrî'nin bu da Hâlid-i Bağdâdî'nin halîfesidir. Bölgede büyük bir şöhreti olan Ahmed Efendi, zâten yetişmiş bulunan Muhammed Hilmi'ye kısa süre sonra icâzet verdi.
O esnâda Dârende halkı arasında büyük bir haksızlık ve zulüm görülüyor, kuvvetliler zayıfları eziyor, kâtiller gittikçe çoğalıyordu. Bunu gören Muhammed Hilmi Efendi, babası Hacı Yûsuf Ağaya; "Buradan asıl vatanımız olan Medîne tarafına doğru hicret edelim." dedi. Babası; "Niçin?" diye sorduğunda; "Burada biz şimdilik rahatız. Kimse bize dokunamıyor. Kimse bize zulüm etmez. Biz de kimseye zulüm etmeyiz. Fakat bizden sonra gelen çocuklarımız belki zâlim olup, zulmeder. O zaman biz mesul oluruz. Yâhud evlâdımız mazlum durumunda olur, zâlimden zulüm görüp ve yine biz mesul oluruz." cevâbını verdi. Bunun üzerine mallarını satılığa çıkardılar. Hiç kimse müşteri olmadı. Halk mallarını almazsak hicret etmezler diye düşünüyordu. Bunun üzerine mallarını orada bırakıp hayvanlarla yola çıktılar. Halk peşlerinden gelerek dönmeleri için çok ricâ ettilerse de muvaffak olamadılar. 1858 senesinde Maraş'a vardılar.
Muhammed Hilmi Efendi ve âilesi, Maraş'ta iki yıl kadar kaldı. Bu müddet içerisinde bugün Duraklı Câmi adı ile anılan Seyyid Ali Bey Câmiini tâmir ettirdiler ve bu câminin hücrelerinde kaldılar. Muhammed Hilmi Efendinin ilmî kıymetini takdir eden Maraşlılar bu sırada kendisine her türlü yardımı gösterdiler.
Muhammed Hilmi Efendi Duraklı Câmi yeniden ibâdete açılırken, şu şiirinin bulunduğu tâmir kitâbesini de kapısına astırdı:

Hamdülillah avn-i Hakla buldu bu mescid tamâm
Ehl-i hayrât sarf-ı himmet eyledi oldu tamâm

Hak teâlâ rahmet etsin kim buna bir taş kodu
Cennet-i âlâda versin onlara âlî makâm

Hem dahi bulsun selâmet beş vakit namaz
Kıl namazı bul rızâyı gel niyâz et subh u şâm

Bâ-husus bu âcize kılsın terahhum lutfile
Çün delâlet ettiği için vüs'i mikdârı müdâm

Yazdı Hilmi şevk-ıla umrânını târih hitâm
Bârekallah-ül-kadîr tâ-ilâyevmi'l-kıyâm.

(Bu mescid Allahü teâlânın yardımı ile ve hayır sâhiplerinin himmetlerini harcamaları neticesinde tamamlandı. Buna bir taş koyana Hak teâlâ rahmet etsin ve Cennet'te yüce makam versin, ayrıca her beş vakit namazda selâmet bulup kurtuluşa ersin. Gel sen de namaz kıl akşam sabah niyaz edip yalvar ve rızâya kavuş. Ayrıca hususiyle bu âcize; böyle bir hayra önderlik ettiği için lutf ile acısın. Hilmi arzu ederek, bu yapının bitiş târihini yazdı. Allahü teâlâ Kıyâmet'e kadar bunu ayakta tutsun.)
Bundan sonra Antep'e giden Muhammed Hilmi Efendi, orada on yıl kadar kaldı. Bu zamanda pekçok talebe yetiştirip halkın karşılaştığı güçlükleri çözdü ve herkese nasîhatta bulundu. Muhammed Hilmi Efendi on yıl sonra tekrâr Maraş'a döndü. Ancak bu sırada Antepliler ısrarla kendisini tekrar geri götürmeye çalıştılar. Maraşlılar da aynı ısrar içinde bu büyük velîyi bir türlü bırakmak istemiyorlardı. Hilmi Efendi hazretleri büyük bir sıkıntı içinde kaldı ve ne yapması gerektiğini Sivas'ta bulunan hocası Nalçacızâde Hacı Ahmed Efendiye sordu. Ahmed Efendi: "Şu anda nerede bulunuyorsan orada kal!" dedi. Muhammed Hilmi Efendi hocasının bu sözü üzerine vâz ü nasîhat işlerine, bundan sonra, Maraş'ta devâm etti. Yeniden Duraklı Câmiine yerleşti, hem namazları kıldırıp talebe yetiştirmeye, hem de vâzlara ve sorusu olanların suâllerine cevap vermeye başladı.
Bir vâzında insanlara şöyle nasîhat etti:
"Allahü teâlâyı, farzlarİ, haramlarİ, namazla alâkalİ meseleleri bilmeyen, gerçek mümin olamaz. Demek ki mümin câhil olmaz. Bildi?i ile amel etmeyen câhil demektir. Bildi?iyle amel edene cenâb-İ Allah bilmedi?ini ö?retir. Nitekim hadîs-i Şerîfte de; "Bildi?iyle amel eden kimseye Allahü teâlâ bilmedi?ini ö?retir." buyruldu. İlmi ile amel etmeyen ve ilmini dünyâ kazancİna vâsİta kİlan âlimden kendi hâlinde bir câhil çok hayİrlİdİr. Akİllİ olana bu kadar söz yetişir".
Muhammed Hilmi Efendi, malın faydalı mı zararlı mı olduğu yolunda soru soran bir kimseye: "Mal yılana benzer. Hem zehiri hem de panzehiri vardır. Eğer insan fayda ve zararını bilirse o yılanın şerrinden kurtulur. Malın faydası; şahsına, çocuklarına, hanımına isrâf etmeden sarf etmek, geri kalanı da hac, cihâd, dîn-i İslâmı yayma, câmi yaptırma ve fakirlere vermekle olur."
Muhammed Hilmi Efendi 1900 senesinde Duraklı Câmiinin bugünkü son şekli ile yapılması esnâsında inşâat çatısından aşağı düşerek yürüyemez hâle geldi. Bundan sonra vefâtına kadar geçen on altı sene zarfında câmiye çıkamadı. Bu zamanlarda oğullarının en âlimi ve en müttakîsi olan Mahmûd Nedim Efendiyi câmide namazları kıldırma ve sohbet meclislerini idâre etmekle görevlendirdi. Ömrünün bu son yıllarını Allahü teâlâyı zikir ve ibâdetle geçiren Muhammed Hilmi Efendi, 1916 (H.1334) yılında vefât etti. Kabr-i şerîfi, Maraş'ta Şeyh Âdil mezarlığındadır.
Muhammed Hilmi Efendi fİkİh ilmine çok önem verirdi. İhyâu'l-Ulûm, Hadîka, Berîka veMültekâ kitaplarİnİ huzurlarİnda okutturur, açİklamalar yapardİ. Ayrİca ilâhî aŞkİ artİrİr diye tegannîsiz olarak, Niyâzi-i Mİsrî dîvânİndan okuttururdu. Hâllerini gizlemeye çok gayret eder ve Şöhretten kaçardİ. "Şöhrette âfet var." derdi. Bununla berâber zaman zaman o devrin Maraş ulemâsı, beyleri, paşaları çeşitli suâller sormak için huzûruna gelirler, çoğu kez henüz sorularını sormadan cevâbını alarak geri dönerlerdi.
Çok cömert olan Muhammed Hilmi Efendi, evine gelen hediyelerin tamâmını fakirlere dağıtırdı. Bir gün yeğeni; "Amca gelenin hepsini dağıtıyorsun." dediğinde; "Oğlum dağıtmazsan gelmez." demiştir.
Az konuşurdu. Halleri ve hareketleri ile İslâmiyet'in hükümlerini gösterirdi. Bir gün huzûrunda bir tânesi; "Falan kişi sigara içiyor, haram işliyor." diye konuştu. Hilmi Efendi sigara içmek âdeti olmadığı hâlde bu sözü işitince yanındaki birisine; "Evlâdım bana bir sigara sarıver." dedi. Sonra o sigarayı yaktırıp içti. Böylece sigaranın harâm olmadığını fiilen herkese göstermiş oldu. Ayrıca böyle yerli yersiz konuşanlara, herhangi bir mesele hakkında kafasından hüküm verenlere; "İslâmiyet ilimsiz olmaz. Biz kırk sene şer'î ve tasavvufî ilimlere çalıştık." derdi.
Duraklı Câmiinin bitişiğinde Muhammed Hilmi Efendinin bir talebesinin evi vardı. Bir defâsında o talebeyi kış gününde nefsini temizlemesi için çilehâneye koydu. Bu sırada talebe henüz kışlık odununu alamamıştı. Çilehânede tefekküre dalmışken, bir adamın, odun yüklü bir merkebi evine götürdüğünü gördü. Gerçek mi değil mi diye çilehânenin kendi evi gözüken hücresinden baktığında gördüklerinin gerçek olduğunu anladı. "Tamam, ben artık eriştim." diye düşünerek hocasının huzûruna varıp başından geçenleri anlattı. Muhammed Hilmi Efendi ise; "Git oğlum halvete çekil. Çile esnâsında görünenlerin dokuzu şeytânî birisi rahmânîdir. Şeytan seni aldatmış. Halvetten ve tasavvuftan maksad hâl sâhibi olmak değil, nefse hâkim olmak ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaktır." diyerek onu halvete devâm ettirdi.
Muhammed Hilmi Efendi, Duraklı Câmiinin inşâatı sırasında ücret ve masraf için gelenlere şiltesinin altından hiç eksilmeyen paradan ustalara, işçilere dağıtırdı. Bir gün Fakı Mehmed adındaki yeğeni, abdest almak için gittiğinde, şiltesini kaldırarak bu paralara bakmak istedi. Ancak şilteyi kaldırınca altında koca bir yılan gördü. Hemen şilteyi kapatırken korkudan bayılmamak için de kendini zor tuttu. Bu sırada odaya giren Muhammed Hilmi Efendi tatlı bir tebessümle ona şöyle dedi: "Yâ evlat her deliğe elini sokma, ya akrep çıkar veya yılan."
Bir defâsında Maraş ulemâsı ileri gelenlerinden Tekerekzâde Mutîullah Efendi, Muhammed Hilmi Efendiyi imtihân etmek istedi. İçinde çeşitli sorular yazılı bir mektubu oğlu ile Muhammed Hilmi Efendiye gönderdi. Çocuk kapıyı çaldığında daha mektubu veremeden kendisine içeriden başka bir mektup uzatıldı. Şeyh Efendi çocuğa; "Evlâdım mektubu bize vermene gerek yok, al bunu babana götür. İstediği şey içerisindedir." buyurdu. Mutîullah Efendi çocuğunu dinledikten sonra büyük bir hayretle mektubu açtı. İçinden şu şiir çıktı:

Hakikat ilminden aldım dersimi
Okudum özümden illallah dedim.

Urundum tâcımı, geydim postumu
Destûr aldım pîrden illallah dedim.

El içinde elpendidir elpendi
Açtı bahar yazı, bülbül uyandı,

Benden nutk istemiş Mutîullah Efendi
Her varımdan geçtim illallah dedim.

Şiiri okuyan Mutîullah Efendi hatâsını anlayıp Muhammed Hilmi Efendinin yanına gelerek özür diledi ve talebelerinden oldu.
Bir gün talebelerinden biri çok hastalandı. Hiç bir tedâvî fayda vermedi. Doktorlar ümidi kesdiler. Başında bekleşen akrabâları hastanın küçük çocuğuna; "Dârendeli hoca efendiye git. Babam çok hasta, onun ilacı sendeymiş, diyerek ilaç iste, yalvar, ağla..." dediler. Çocuk Muhammed Hilmi Efendinin yanına gelip, babam hasta, babamın ilâcı sendeymiş deyip boynunu bükünce, şeyh hazretleri onun başını okşayıp; "Haydi oğlum sen evine git. İnşâallah baban şifâ bulmuştur." deyip gönderdi. Gerçekten de çocuk eve gelmeden ağır hasta olan babası iyileşerek ayağa kalktı.
Dârendeli Muhammed Hilmi Efendinin kalplere şifâ olan sözlerinden bâzıları şunlardır:
"Cehennem yoluna düŞüp de Cennet arzu eden kimsenin hâli, kuzeye gidip hacc-İ Şerîfe gidiyorum diyenin hâline benzer."
"Hırs sâhibi her zengin fakirdir. Kanâat eden herkes zengindir."
"Hiç bir velî ben evliyâyım yanıma geliniz, sizi irşâd edeyim, demez. Çünkü onlar kendilerini ve kerâmetlerini gizlemekle görevlidirler. Bize lâzım olan, evliyâ olduğu söylenen şahsa bakarız. Eğer yaşayışı İslâmiyet'e tam uyuyor ve elinde silsile-i aliyyeden gelen ve bu yolda yetişmiş büyük bir zâttan tasdikli icâzeti, yetki belgesi varsa o zâta büyük zât diye hürmet ederiz."
"Fen ilimleri, sâlih ile fâsık arasında müşterektir. Müslüman, kâfir herkes öğrenebilir ve hem öğretmiş olduğu ilmi geri almak lâzım gelse alamaz. Nitekim sanatkârın hâli böyledir. Fakat İslâmiyetin emir ve yasaklarından birine muhâlefette ısrar edici olsa dînî ilimlerden bir şey kazanamaz. Tasavvuf yolunda edindiği dereceler ise talebenin hocasına ters düşmesi ile elinden alınır ve sanki hiç görmemiş, okumamış gibi olur. İşte dînî ilimler ile fen ilimlerinin farkı budur."
"Tasavvuf ehliyim diyenlere bakarız. Eğer sözlerinde ve amellerinde İslâmiyete muhâlif hâller görülmezse onlara muhabbet ederiz. Eğer İslâmiyet'e aykırı hâlleri görülürse kendilerine tenbih ederiz. Dînin doğru olan hükümlerini bildiririz. Bozuk yollarını terk ederlerse iyi olur. Terk etmezlerse kendilerini sevmeyiz."
"Herkes hâlinin ne oldu?unu Şu hadîs-i Şerîf ile görsün: "Kalbin hayâtİ îmân iledir. Ölümü küfürledir. Sİhhati ibâdet ve tâat iledir. Hastalİ?İ günâhla meŞgûl olma iledir. Uyanİklİ?İ Allahü teâlâyİ zikretme iledir. Uyumasİ Allahü teâlâdan gâfil olma iledir."
"Üç kimse şeytanın ve askerinin şerrinden korunmuştur. Onlar da, gece gündüz çok zikir edenler, seherlerde kalkıp istiğfâr edenler ve Allahü teâlânın korkusundan ağlayanlardır."
"Gözden yaş çıkmamak kalp katılığından ileri gelir. O dahi günah çokluğundan gelir. Günah çokluğu ölümü unutmadan ileri gelir. O dahi uzun emel sâhibi olmasından ileri gelir. O dahi dünyâyı sevmeden ileri gelir. Dünyâyı sevmek ise bütün günahların başıdır."
"Bir günah ne kadar küçük olsa bile onu bir Şey sanmayİp, ne olur bundan dense, o ufacİk günah da?lar kadar büyür. En büyük günah da, bir daha iŞlememek üzere nâdim ve piŞmân olarak tövbe edilirse ve isti?fâr edilerek a?lanİrsa; "Günâhİna tövbe eden, günâhİ olmayan kimse gibidir." hadîs-i Şerîfi gere?ince cenâb-İ Allah onun günahİnİ affeder."
"Oturacak, kalkacak arkadaşların en hayırlısı, görüldüğü zaman, Allahü teâlâyı hatırınıza getirendir, onların sözleri ilminizi arttırır. Onların ameli âhireti aklınıza getirir."

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

ALLAH'TAN KORKAN O'NUN EMRİNİ TUTAR
Hadîs-i Şerîfte; "E?er bir kimse Allahü teâlâdan korkarsa, herkes ondan korkar. E?er Allahü teâlâdan korkmaz ise kendi herkesten korkar." buyrulmuştur.
Bu sebeple eğer bir kimseyi bilmek istersen kendisine sorma, yakınlarına bak. Eğer onun yakınları şerli ise araştırmaya lüzûm yoktur. Hemen ondan kaç. Eğer yakınları hayırlı ise ona yaklaş. Meselâ bir âlim etrafında toplanan talebelere ve bir şeyh etrafında toplanan dervişlere bakmalı, eğer bunların işlerinde İslâmiyet'e zıt hâller görülürse onların reisleri de gerek âlim, gerek şeyh, hiç şüphe yoktur ki, dünyâ ehlidir. Eğer halleri İslâmiyet'e tam uyuyorsa âhiret ehlidir.
Herkes neyi severse onun zikrini çok eder. Allah'ı seven Allah'ı, Resûlullah'ı sallallahü aleyhi ve sellem seven O'nu, evliyâyı seven evliyâyı çok zikreder, anar. Yâni hiç hatırından çıkarmaz. Nitekim çocuklarını, hanımını, tarlasını, bağını, bahçesini, parasını seven bunları hiç gönlünden çıkarmadığı gibi. Herkes kalbini yoklarsa kimi çok sevdiğini anlar. Herkes sevdiği ne emrettiyse onu cânı gibi yerine getirir. Bâzısını yapar, bâzısını yapmazsa sevgisi az, hiç tutmazsa sevmediği anlaşılır.
Bir kimse cümle evliyâya hüsn-i zan etse de içlerinden birine etmese Allah katında hiç birine hüsn-i zan etmemiş olur.

KAYNAKLAR

1) Mîzânü'ş-Şerîa Burhânü't-Tarîka; s.4-238
2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.407 (34. baskı)

Haçkalı Baba

Haçkalı Baba
Kuş Mustafa, Beyaz Hoca, Büyük Hoca, Hoca Baba, Mustafa Tarhan evet Haçkalı Baba...

Mekke. Buhara. Erzurum. Trabzon Hayrat Dağönü köyü ve Düzköy. İslamı Tebliğ
yolunda Kutbuzzaman

 Molla Hasan Efendi, Hacı Durmuş (1700-1780), İbrahim Efendi ve Haçkalı Baba.
 Molla Hasanoğulları'nın Mekke'den başlayan yolculuğu.

Haçkalı Baba, Trabzon’un Hayrat ilçesinin Dağönü köyünde 1864 yılında dünyaya gelir.
 Babası Mollahasanoğulları’ndan İbrahim Efendi’dir.  O son devir Trabzon evliyalarındandır.
Oniki tarikatın şeyhidir.
İbrahim Efendi küçük yaşlardaki oğlu Mustafa ile birlikte Fahri İmamlık yapmak üzere
 Hayrat'tan ayrılıp Düzköy'e yerleşirler.
Zaman geçer. İbrahim Efendi bir gün bakar cemaat yok, oğluna:
-Oğlum sen geç imamlık yap der. O da mihraba geçer ve Allahüekber der demez
cami cemaat dolar, namazını bitirip de selam verince cemaat boşalır. Bunun üzerine
İbrahim Efendi oğlu Haçkalı Baba'nın sırtına vurarak tamam oğlum, tamam, sen tamamsın
artık tamam" der.
Bir gece. Mana dünyasında bir hal olur. "Kalk" denilir. Kalkar sabah namazını cemaatiyle
 kılar. Bir davet üzere acilen Çorum'a gitmesi gerektiğini belirtir, cemmatle helalleşir,
 gün henüz ışımadan yola koyulur. Cemaat hoca ayrılalı henüz bir kaç dakika olmuşturki,
 "biz ne yaptık hoca yanına yolluk almadan yola çıktı." Hemen bir çıkın hazırlayarak bir atlı ile
 peşi sıra göndeririler. Ancak, hoca dan ne bir ses ne bir işaret vardır. Sadece bir kuşun
kanat sesleri duyulmaktadır. Kuş batıya doğru uçmaktadır.
Çorumlu Mürşid-i Kamil Hacı Mustafa. Sabah namazını kılmış beklemektedir. Beklenen
Mustafa, bekleyen Mustafa. Trabzon'dan gelecek misafir beklenmektedir. Yüzlerce
insan Mürşid-i Kamil ile görüşmek üzere beklemektedir. Ancak O, O'nu beklemektedir.
‘’Trabzon’dan benim misafirim gelecek, o gelmeden hiçbirinizi kabul edemeyeceğim”
diyerek O'nu beklemektedir. Artık herkes  O'nu beklemektedir.
Haçkalı Hoca, Mustafa gelir. Huzura varır. Koşarak mı gelmiştir uçarak mı gelmiştir,
gelmiştir Mustafa, bir hal üzerine gelmiştir Mustafa. Huzura vardığında o Murşid-i Kamil
“Kuş Mustafa geldin mi?” diye hitap eder. Ona bir ismide artık Kuş Mustafa'dır. 
Çorum da dergahta Mürşidi Kamil Hacı Mustafa'dan mana ve maddi ilimlerden nasibini alır. 
Hocalarının arasında Trabzon Hatuniye Medresesi Dersiamları, Akçabatlı Veli Hakkı Baba,
 Gümüşhaneli İsmail Bey hocalar da bulunmaktadır. Maddi ve manevi ilimlerinin
 yanısıra Haçkalı Baba Arapça ve Farsça da bilmekte ve konuşmaktadır.
Haçkalı Baba iki kez evlenir. İlk eşi Emine Hanım, ikinci eşi ise Zehra Hanım'dır.
Emine Hanım'dan Zeliha (Haskız) adını verdiği bir kız çocuğu olur. Tek evladı Haskız Hanım'dır.

İlk eşi Emine Hanım aslen Tonya'lıdır. Emine Hanım genç kızken ciddi bir hastalık geçirir,
 erkek kardeşi Haçkalı Hoca'ya başvurur, 'kardeşimi ancak siz iyileştirirsiniz' diyerek
 onu Tonya'ya götürür. Hoca Baba Emine Hanım'ı görünce beğenir, "Sen yakında
 iyileşeceksin, sonra bana varır mısın?" der. Emine Hanım iyileştikten sonra Hoca ile evlenir.
Haçkalı Hoca 1949 senesinin Ramazan ayında Akçaabat’ın bir köyünde hastalanır. At ile
 şu anda yattığı makama Haçka (Düzköy) yaylasına götürülür. Odasında uzanmakta, hastadır.
 Tek evladı Haskız babasının başını kucağına almıştır. Pencere açık. Bir kuş küçük bir kuş.
Gelir göğsüne konar Haçkalı Baba'nın. Ne yapsalar ne etseler göğsünden uzaklaştıramazlar
 kuşu. 3 gün boyunca son nefese kadar Haskız ile birlikte o da orada bekler. Ramazan
ayının dördüncü günü. Hakka kavuşur. Cenaze yıkanırken göğsünden uçar. Yıkama
işleminden cenaze toprağa verilene kadar, kaçmaz. Ne ederlerse etsinler
Haçkalı Baba'yı bırakmaz. Kuş... Kuş Mustafa.
Sigara
Haçkalı Baba sigaraya son derece karşıdır. Gelecekte sigaraya hizmet eden tütüncülerin
aç kalacağını, mısır-fasulye ekenlerin kârlı olacağını söyler. Bir müddet sonra Iran da kıtlık
olur. dediğini yapanların Iran’a mısır ve fasulye satarak zengin olur.

Birkaç kişi yaylaya gelir. İçlerinden biri Hocaya bal hediye getirir. Niyeti sigara
hakkında soru sormak. Dergaha gidilir, oturulur. Slgara konusunda nasıl soru soracağız
diye düşünürlerken Haçklalı Baba onların bu haline vakıf  olur  ve sorar.

-Oraya bıraktığınız nedir?
-Baldır.
-Siz nasıl bal yaprsınız?
-Bizim petekler vardır. İçerisine arılar konur. Senede bir bunları sağarız.
-Nasıl sağarsınız, bunlar adamı vurur?
-Biz bir yama yakarız. Deliğin içine duman üfleriz. Geri çekilirler, önden balı alırız.
-Sende sigara çektiğin zaman imanda geri çekilir.
Vurun Aslanlarım Vurun
Birçokları da Haçkalı Babayı Kurtuluş Savaşı'nda gördüklerini söylemişlerdir.
 Hatta savaşta biliniyorken Pazarkapı Ofisi'nin önünde buğday çuvallarını süngüleyerek
 "vurun aslanlarım vurun. Elhamdülillah zaferi kazandık" diye haykırdığına ve sonra
ortadan kaybolduğuna şahit olanlar vardır.

Lakabı "Kuş 'Mustafa" olan, hocasının yanına kuş gibi uçup gittiği bilinen; Kurtuluş
savaşında, Cuma namazında, Moloz'da, Pazarkapı'da ve daha birçok yerde mantıktaki
zaman ve mekan kavramlarını aşarak birden görünmüştür. 
Haçkalı Baba gönül dostlarından ve Trabzon'un manevi mimarlarından
Haçkalı Hoca Efendiye dair en çok nakledilen menkıbelerinden biri de Akçaabat’a
arabaya binmediği halde, araba Moloz’a geldiğinde yolcuların arabaya binmeyen
Haçkalı Hocayı arabadan önce Moloz’a gelmiş olarak görmeleridir. Tabi ki o zaman
Moloz diye bir mahalle veya semt yoktu. Tasavvuf merkezlerinden biri olan
Pazarkapı Mahallesi’nin tertemiz ve surları okşayan masmavi ve yem yeşil
güzelliklerle insan ruhuna Allah'ı zikrettiren sahili vardı.
Yağmur Duası
Maçka'da kurak bir günde halk kendinden yağmur duası yapmasını ister.
Haçkalı Baba hemen bir bakkala girip elini tereyağına sürer. 
"Yağ yağ" der. Bakkaldan çıkmadan şiddetli bir yağmur başlar. Dinmeyip tahribat
 yapınca yine bakkaldan bir avuç ceviz alıp kuru cevizleri sokağa fırlatır, "Yağma yağma" der
ve yağmur herkesin gözleri önünde diner.
Ağa
Bir gün Maçka'da köprü ayağında dinlenirken halk etrafına toplanmış. O sırada içkici biri
olan Mehmet Ağa çıkmış gelir. 
- Burada yine halkı ne kandırıp duruyorsun?" der. 
Hoca Efendi cevap vermez. Halk 
- Sohbetini dinliyoruz, der. Mehmet Ağa, kalmaz, yoluna devem eder. gideri
Yolda Haçkalı Baba bir ev görür.
- Bu ev şenlik midir, ıssız mı?" diye sorar. 
Halk:
- Şenliktir hocam, der. 
Hoca Efendi:
- Ben burayı çok ıssız görüyorum, der. 
Birkaç gün sonra o evi ve o eve giden Mehmet ağayı sel alıp orada boğmuştur.
Testi
Sinoplu bir balıkçı Trabzon'a gelerek kayığını Moloz'da rıhtıma çekip Orta Hisar'da
 camiye namaza gider. O sırada fırtına çıkmıştır. Kayıkçı değerli su testisinin
kırılabileceğini düşünür. Haçkalı Baba kulağına eğilerek:
-Korkma, testine bir şey olmaz" der. 
Adam namazdan sonra motorunun yanına koşmuş ki su dolu testiye hiçbir şey olmamıştır. 
Çocukçuk
Maçka’ya saralı çocuklarını götürürken yukarıdan aşağı Haçkalı Hoca'nın geldiğini gören
 yakınları "Hocam iyi ki sana rastladık. Su çocuğun hali kötü" demişler. O da herkese
kaba davranan asabi çocuğu kucağına alıp "A benim deli çocukçuğum, a benim deli
çocukçuğum" diye mırıldanarak çocuğun saçlarını okşayınca zaptedilemeyen çocuk,
kendine gelip sapasağlam olup yürümeye başlamış. Böylece oradan geri dönüp hocaya
teşekkür ederer.

Cünübe selam verilir mi
1949. Haçkalı Baba'nın son dönemleri. Bir delikanlı cünüp vaziyette. Gusül için
Ortahisar yokuşunda Cifte Hamam'a gidiyor. Caminin önünden geçip meydan
tarafına doğru giderken dört yol ağzında Hoca ile rastlaştır. Selam verir. Hoca delikanlının
 selamımı almadan yoluna devam eder. 
Delikanlı kızar. Koşar  bağırır.Öfkeyle:
-Güya da Hoca, Haçkalı Hoca. Selam verdik almadı, diye etraındakilere sesli sesli söylenir.
Hoca delikanlının dediğini duyarak geriye döner ve delikanlıya:  
-Cünübe selam verilir mi oğlum?" diye bağırır. 
Delikanlı şaşkın ve mahcup halde O'nun büyüklüüünü kabul eder.
Git orada ziyaret et
1994'lerde Haçka'ya giden bir polis memuru Haçkalı Hoca'nın evini sorar.
O tarihten 45 sene evvel Hakka yürüyen Haçkalı'nın evi sorulunca:
-Hayırdır, Haçkalı'yı nerden tanıyorsun? diye sormuşlar.
-Güneydoğu'dan, demiş polis memuru.
-Güneydoğu?
-Evet! Urfa, Mardin, Diyarbakır!
Ne iş yaparsın?
-Polisim.
-Hocayla işin ne?
-Oradaki çatışmalarda kendisinden çok yardım gördüm. Eğer o yardım etmeseydi,
beni hastahaneye götürmeseydi, Allah bilir ya şimdi çoktan ölmüş olacaktım.
Kendisine teşekküre geldim.
Polis memuru böyle söyleyince, Haçkalı Hoca'nın akıl sır ermez işlerine az
çok âgâh ve âşinâ olan Haçkalılar, Haçkalı'nın Haçka'daki cami ve türbesini göstererek:
-Gazan mübarek olsun evladım, Haçkalı Hoca, işine gücüne akıl sır ermez bir ermişdir.
 yıllar evvel Rabbisine varmıştır. İşte camisi ve türbesi. Git orada ziyaret et.
Senin gördüğün onun ruhaniyetidir, demişler.
Bir Lira

Muhammed Aydın (Kaba Hafız) anlatıyor.

Bir gün köyümüz İskenderli köyünden Haçka yaylasına Haçkalı Baba'yı ziyarete gitmeye
niyetlendim.
 Eşten dostdan boş gitmiyim diye bir miktar para topladım. Bir para kesesi yaptım ve
dostlardan topladığım beş, on kuruşları içine koydum. Bende kendi paramdan bir lirayı
içine attı
m.
Yayla yolunda giderken, "Parayı vereceğim ama Haçkalı Baba benim bir lira koyduğumu
bilse..." diye, diğerlerinden fazla para koyduğum için nefsani bir düşünceye kapıldım.
Yaylaya gittim emaneti verdim. Sabahleyin evinde ateşin başında müridleriyle otururken
Haçkalı Baba birden ceplerinde birşey aramaya başladı ve kendi kendine "Ya bir molla
bana bir lira verdi ama nereye koydum bulamıyorum." dedi. Bu sözü bana söylediğin
 anladım
ve çok utandım.  
 Eşek  Sensin
Adamın biri Hocaya şunu sorar; "Benim bir yeminim var. Bir evladım olursa eşşekle
 minareye çıkacağım. Ne yapmam lazım?" Hocalar aciz kalır. Nihayetinde Hoca Babaya
gönderirler.
Yaylaya çıkar ve Haçkalı Babaya sorusunu sorar;
-Peki sigara içtin mi?
-Evet.
-Kumar oynadın mı?
-Evet.
-İçki içtin mi?
-Evet.
-Eşşek sensin. Çocuğu sırtına al, çık minareye.

Hac Müjdesi
Refik Yıldız anlatıyor.
Sabaha karşı bir rüya gördüm. Haçkalı Baba evimize doğru geliyordu. Bende
onu karşılayıp evimize davet ettim. Davet ederken "Haçkalı Baba, hoş geldin.
Buyrun." dedim. Ben onu hiç görmediğim için bana şöyle dedi;
- Sen beni nerden tanıyorsun?
- Bizim evimizde resminiz var ordan tanıyorum. Dedim.

Bana cebinden bir kağıt çıkartıp gösterdi. Kağıtta bir sürü isim yazılıydı.
İsimlerin içinde benim adımda vardı. Bana;
"Bu liste bu sene Hacca gideceklerin listesidir." dedi. İmkanım ve niyetim
yok iken o sene Allahbana Hacca gitmeyi nasib etti.
Kukulikuuu
Mehmet atalay (Havroğlu Hafız) anlatıyor.
Bir gün bulunduğum İskenderli köyünden Haçkalı Baba'ya gitmek istedim.
 Fakat yol uzun olduğu için yanıma bir arkadaş almak istedim. Bir mürid
arkadaşıma teklif ettim bana "Gelmem" dedi.
Gelmesi için çok ısrar ettim ama o inatla "Gelmeyeceğim" dedi bana. Israrlarıma
 devam edincebana;
"-Dün bahçeden tavukları kavalarken taş attım ve bir horozun kafasına
denk geldi, öldü. Ben bununiçin yanına gitmeye utanıyorum.Çünkü anlar onu." dedi.
Ben yine de gelmesi için ısrar ettim ve ikna oldu. Yaylaya beraber çıktık.
Yaylanın düzlüğüneçıktığımızda karşıki kırandan (tepeden) Haçkalı Baba bizi gördü
. Görür görmez de bir muddet"Kukulikuuu...." diye seslendi. Arkadaşımda bana
"Ben sana dememiş miydim?" diye sitemde bulundu.
Bozulmuş Yiyecekler
Akçaabat'ta eczacılık yapan Sıtkı Ocak'ın dedesi Hoca'yı yakından tanımakta
 olup annesi ve dayısı onun elinde büyümüşlerdir. Annesi Asiye Ocak Hoca'nın
hizmetini görür, onun saçını sakalını yıkar, yedirip içirirmiş. Bir gün Hoca
aniden gelmiş. Asiye Hanım ona ikram edebileceği yemeği olmadığından içinden
'gidip komşudan yağ, yumurta, ekmek alayım' diye düşünüp kapıdan çıkarken, 
Hoca; 
-Kızım Asiye gel, dolapta ekşimiş fasulye ile ekşimiş yoğurt var. Onları bana getir, der. 
Asiye Hanım bunları nereden bildiğini düşünüp, şaşırır ve bozulmuş yiyecekleri getirir.
 Hoca iki yemeği birbirine karıştırıp içine tükürdükten sonra yer. 
Ruslar
Trabzon'un Ruslar tarafından işgali (1916) sırasında Haçkalı Hoca ve ailesi ile
Temel Tarhan ve ailesi yaya olarak Adapazarı'nın Hendek İlçesine kadar gelirler.
 Orada tahminen 1 yıl kalırlar. Bu sırada Haçkalı Hoca; 
-Ben o vilayeti ağuladım, Ruslar orada barınamaz. Der ve dua edermiş. 
Bir gün Temel Tarhan'a ; 
-Hazırlığını yap, bir aya kadar Ruslar gidecek, der ve dediği zamanda Ruslar
Trabzon'dan çekilir.
Nişanlın Bekliyor

Haçkalı Hoca'nın ikinci eşi Zehra Hanım'ın yeğeni Ali Şenel'in anlattığına göre; 
Kız kardeşlerim Sevim ve Taliye gibi ben de Hoca'nın evinde büyüdüm. 
Trabzon lisesi'nde okuduğum dönemlerde; 
-Oğlum Ali, niye avara (boş) geziyorsun? Giresun' da nişanlın seni bekliyor.
Diye takılırdı. 
O günlerde bu takılmalara şaka gözüyle bakıyordum. 
Askerlikte yedek subay olarak Giresun'a düşünce, orada askerlik yaparken
 Giresun' lu eşimle tanıştık ve orada evlendik. 
Onun işi bitti
Sevim Eyüpoğlu'nun anlattığına göre; 
Bir gün bir kadın geldi, üzüntü ve telaş içinde: 
-Çocuğum çok hasta! Bize gitsek de onu bir okusan Hoca Baba! Diye yalvar
 yakar yırtınınca, Hoca Baba; 
-Hiç bir şey yapılamaz kızım, onun işi bitti! Dedi. Kadın ağlayarak gitti. 
Biraz sonra öğrendik ki çocuk o anda ruhunu teslim etmiş. 
Zürriyet Göremiyorum
Haçkalı Hoca'nın torunlarından Süleyman Kazancı'nın anlattığına göre; 
Bir çok insan kendisine evlenmeden veya bir işe girişmeden evvel o
olayın hayırlı olup olmadığı şeklinde sorular sorarmış ve kendisi bir müddet
düşündükten sonra cevabını verirmiş. 
Trabzon Lisesi Beden Öğretmenlerinden birisi Haçkalı Hoca'ya gelerek
evleneceğini ve bu evlilikte hayır olup olmadığını sormuş. Haçkalı Hoca ona; 
  -Evliliğin hayırlıdır fakat zürriyet göremiyorum... demiş. 
  Gerçekten de öğretmenin evliliğinden hiç çocuğu olmamış. 
Şeker 
Haçkalı Hoca'nın ikinci eşi Zehra Hanım'ın yeğeni Sevim Eyüpoğlu'nun
 anlattığına göre;

Çocukluğumuz ve gençliğimiz Hoca'nın evinde geçti. O zamanlar
iki katlı bir evde oturuyorduk. Hoca alt katta otururdu. Ben üst
 kattaki odamda otururken okul için para lazım oldu. Yanımdaki
hizmetçi kıza Hoca'ya gidip benim için para iste dedim. Hoca
biraz celalli olduğu için ben isteyemez ve çekinirdim. Hizmetçi Hoca
'dan para isteyince, Hoca;

 -Eyvah! Kızcağız kırk yılda bir para istedi, bugün de bende para yok! demiş.

Ben oldukça kızdım ve;

 -Herkese para veriyor, bana gelince yok diyor! Dedim ve hizmetçiyi
 tekrar Hoca'ya yolladım.

Hoca bana bir kese kağıdının içinde bir parça peynir şekeri
 gönderdi. Sebebi neydi bilemiyorum ama Hoca'nın cebinden
 peynir şekeri hiç eksik olmazdı.

 Hizmetçi;

-Sana şeker gönderdi deyince! Sinirlenerek, kese kağıdını duvara fırlattım
 ama fırlatmamla birlikte gözlerim fal taşı gibi açıldı. Çünkü paketin içinden
şangır şangır para saçıldı. Bir sürü ıslak ve yağlı para. Zannedersem iki yüz
tane para ama o tarihler için çok kıymetli bir para. 
Kız Evladı
İstanbul Üsküdar'da oturan Maçkalı Abdullah Kurşunoğlu'nun anlattığına göre;

 Tarlada bir gün bel bellerken Haçkalı Hoca'nın müridlerinden iki
 arkadaşım yanıma geldiler. Haçkalı Hoca'nın yanına gideceğiz dediler
ve üç saatlik yolu yürüyerek birlikte gittik. Haçkalı Hoca'nın misafir
olduğu evin çocuğu ile biz daha yoldayken Hoca bize haber salmış:

 -Gidin onlara söyleyin, şu yeni gelen benim yanıma gelmesin...

 Onun üzerine arkadaşlara ;

 -Siz onun müridisiniz, siz girin. Beni istemediği için ben burada durayım...
 diyerek taşın üzerine oturdum.

Arkadaşları içeri girince Hoca'ya yalvarıp onu da içeri almasını istemişler.

İçeri girince eline kapanıp af diledim. Dedi ki:

-Sen domuz gibi adamsın!... Nasıl oluyor da kız evladını dövüyorsun?
 Anaya babaya en yakın kız evladıdır... dedi.

Gözleri kapalıyken bunları söyledi. Hakikaten ben kızımı dövüyordum.

Ondan sonra eline ayağına kapanıp tövbe ettim.


Kaynaklar:

1) Trabzon Evliyaları, Mustafa Yazıcı, KTU Oğretim Görevlisi, Trabzon – 1995, Trabzon Belediyesi Kültür Yayınları-17
2) Haçkalı Baba, Mustafa Özdamar
3) Haçkalı Baba Kültür Yardımlaşma Derneği
4) Haçkalı Baba, www.hackalibaba.com
6) Haşim Albayrak

MAHMUT BABA TÜRBESİ

MAHMUT BABA TÜRBESİ

16 Ağustos 2012 Perşembe 09:52
Derdine derman arayan, gönlünden geçenin olmasını isteyenlerin uğrak yeri türbeler, İstanbul'da en çok ziyaret edilen yerlerin başına geliyor. Şehr-i İstanbul’da sayısız türbelerle doludur. Hemen hemen her köşesinde Sahâbe-i Kirâm, Evliyâullah, Ni’me’l-ceyş (Fetih Şehîdleri ve Gâzîleri), Pâdişâh, Vâlide Sultân, Şehzâde ve Devlet Ricâlinin türbe ve kabirlerine rastlamak mümkündür.Bilhassa Ramazân-ı Şerîf aylarında (üç aylarda; Receb, Şâ’bân ve Ramazân) ve sâir mübârek gün ve gecelerde bu mânevî mekânlar yediden-yetmişe, erkek-kadın, genç-yaşlı vatandaşlar tarafından daha yoğun şekilde ziyâret edilmektedir. Aradan geçen bunca zamana rağmen isimleri hâlen anılan Allah dostları, târih boyunca insanları irşâd etmeye çalışmışlar,karanlık gönülleri feyz kandilleri ile aydınlatmışlardır. Tarihe damgasını vuran bu güzel insanlar her zaman halkı doğru yola ulaştırmak için çaba sarf etmişler, makâm, mevkiî ve maddîyata önem vermemişler ve böylece halkın sevgisini kazanmışlar.
mahmut-baba-turbesi-6.jpg
Kadıköy’de kaldırılan Salı Pazarı’nın hemen karşısında  Kadıköy İtfaiye Müdürlüğünün sokağındaki  Mahmut Baba Türbesi hayırsever ünlü bir modacı  ve bir ismi açıklanmayan Armatör tarafından  bakımdan geçti.  Ünlü modacı çocukluk yıllarında buralarda gezer ve anıları olduğundan kendinde bir borç olarak gördüğünden vefa olarak  Mahmut Baba türbesi çevresini düzenleme yaptırmış . Çevre düzenlemesiyle kalmayıp içindeki yolları da yaptırmak istemiş ama yaptıramamış engellemelerle karşılaşmış.  Kadıköy halkına "türbedir çarpar falan" diye düşünülerek dokunulmamış . Önünden kendi adını taşıyan bir cadde geçmekte olan türbenin önündeki tabelada "allah sevgilisi kadıköylülerin aziz babası kadiri mahmut baba vefatı 1850" yazmaktadır.

mahmut-baba-turbesi-3.jpg
Bütün Kadıköylülerin  dilek kapısı bu türbeye  gelenlerin çoğunluğu kadınlardan oluşuyor .Buraya gelen bir bayan dua edip istekte bulunmuş ve gece buradan geçerken tesadüfen kafasını  Mahmut baba türbesine doğru çevirdiğinde bütün mezarlıklardan ellerin sallandığını görmüş.Bir gün  rüyasında gördüğü Kadiri Mahmut babaya gelen şahış bana sen bak demesi üzerin yıllardır yanından ayrılmamış ve hizmetkarı olmuş. Mhmut baba sayesinde hiçbir güvencem ve kazancım olmamasına rağmen hayatımı kazanıyorum rızkım çıkıyor diyor.

mahmut-baba-turbesi.jpg
Geçmişte Mahmut Baba Türbesi  çayırlık ve koruluk bir alan içinde yer almaktaymış. Türbenin karşısında kömür deposu  daha geride ise eski yıllarda Kuşdili Sineması olarak kullanılmış olan hangarda Tramvay Deposu yer alıyormuş  şimdilerde İtfaiye olarak kullanılıyor. Kuşdili Çayırı, veya papazın bağı olarak bilinen mevki Kurbağalı Dere’nin taşma alanı olması sebebiyle bataklık bir zeminde bulunuyor.  Adını ise kuşbazların saka, iskete, florya gibi kuşlarına, Kurbağalı Dere’nin kurbağalarını dinleterek kanarya gibi ötmelerini sağlamaları olayından almış.  1900’lü yılların ilk yarısında burada Hamdi’nin Gazinosu, Fenerbahçe’nin Kulüp Lokali, Sinema, Kayıkhane gibi tesisler bulunmakta idi. Halk burada eğlenir, gezinir, birbirlerini görür, piknik yapardı. Kadıköylüler Kuşdili Çayırını  Kadıköy halkının piknik alanı olarak kullanılırdı.
mahmut-baba-turbesi-2.jpg
Söğütlüçeşme Tren İstasyonu yapılırken, belediyeden yol ihalesini kazanan müteahhitin  eşi tarafından anlatıldığına göre  orada bulunan mezarlıkların büyük bölümü  kaldırıldı. Mahmut Baba Türbesi’nin çevresindekiler kaldı.  Konuştuğumuz yetkililerden aldığımız söylentiye göre mezarlıkların yıkımı sırasında dozerlerin kepçeleri kırılıyordu, durup dururken dozerler bozuluyordu. Bir kepçenin operatörü rahatsızlandı ve hastaneye kalktı ve orada vefat etti. O nedenle hiçbir dozer operatörü o mezarlıkları kazmak istemedi. Bir başka söylenti ise yolun karşı tarafında bulunan  söğütlüçeşme camii yanında açılan mezarların birçoğundan hiç bozulmamış cesetler çıkıyordu. Hatta bunlardan biri Osmanlı subayı idi ve resmi giysileri içinde hiç bozulmadan çıkarılmıştı. Söylentiler böyleydi…
MAHMUT BABA HAKKINDA
Mahmut baba'ya gelince; bu zat, sultan abdülmecid devri sofilerindendir. Rivayete göre kadıköy osman ağa camii'nin ilk yöneticisidir. sarayda da bulunmuş, daha sonra padişahın onun adına yaptırdığı tekkede (kadiri mahmud baba dergâhında) ölünceye kadar irşad hizmetlerinde bulunmuştur. Bir zamanlar, Kadıköy'de Osman ağa adında, hayır sahibi bir zat varmış. adının kıyamete kadar yaşaması içini "Kadıköy Osmanağa camii'ni yaptırmış, caminin idaresini de çarşı içerisinde eskicilik yaparak geçinen, fakat halkı sohbetleri ile irşad eden mahmud baba'ya vermiş.
Rivayete göre, sultan abdülmecid avdan saraya dönmüş, yorgunluğunu atabilmek için saray hamamının derhal hazırlanmasını ferman buyurmuş. Abdülmecid han, hamama girmeye hazırlanırken, sarayın avlusundan gelen birtakım sesler duymuş, konuşmalar sırasında sık sık kendi adının da geçtiğini işitmiş. Merak edip bulunduğu yerden avluya bakmış  genç bir adam, çevresindeki birkaç saray görevlisi ile münakaşa ediyormuş.

Adam: "çok önemli bir husus için padişahımızı görmem gerekiyor bana engel olmayın da tez zamanda kendisini göreyim. Arz edeceğim husus çok önemlidir" diye yalvarıyormuş. Bunu duyan padişah müdahale etmiş: "söyle bakalım, ne istersin benden?" diye sormuş, o zat: "'aman sultanım! beni huzurunuza kadıköy'de, osmanağa camii şerifinde görevli mahmut baba denilen mübarek bir zat gönderdi. dediler ki: "bu gün sakın hamama girmeyin. Zira siz hamamda iken kubbe çökecekmiş. kendinizi mutlak surette kollamanızı istediler. Arzım bundan ibarettir hünkârım." abdülmecid han, delikanlıya gülümser ve: "haydi, git, mahmud baba'ya benden selam söyle padişah hamamına girip, yıkandı bile, diye haber ver kendisine" der.

Mahmut baba hazretleri'nin gönderdiği elçi geriye döneceği sırada, her yer sallanmaya başlamış ve hamamın kubbesi de gerçekten çökmüş. Sultan abdülmecid han, bu olaydan sonra, hiç tanımadığı bu mübarek zatı hemen saraya davet etmiş bir süre sonra da kendisini saraya aldırtmış.

Mahmut baba, çok geçmeden saray hayatından sıkılmış. bir gün sultanın huzuruna çıkıp: "hünkârım! bu kadar misafirlik benim için yeter  müsaade buyurunuz da ben eski yerime döneyim beni orada bekleyenlerim var" demiş. Sultan, onun gitmesini istememesine rağmen, kıramamış, gitmesine izin vermiş. bu arada da: "dile benden ne dilersen" demiş. Mahmut baba, önce "sağlığınızı dilerim" diyecek olmuş, ama sultanın ısrarı üzerine: "sultanım! mademki mutlaka bir hayır yapmak istiyorsunuz, öyleyse sizden küçük bir dergâh isterim" demiş. Sultan da, mahmut baba hazretleri için, şimdiki fenerbahçe stadyumu'nun arkasında bulunan yere bir dergâh yaptırmış. mahmud baba da bu dergâhta ömrünün sonuna kadar irşad görevinde bulunmuş.

SARI SALTIK MAKAMI BURSA İZNİK


SARI SALTIK MAKAMI BURSA İZNİK

Bursa – İznik’de Lefke kapı dışındaki Şehir Kabristandaki Çandarlı Hayreddin Paşa türbesinin biraz ilerisinde sağda. Abdulvahap Gazi türbesine giderken sağda kalır.

Cakir el-Kürdi

Cakir el-Kürdi





Irak'ta yetişen büyük velîlerden. İsmi, Muhammed bin Düşem (veya Düsem) olup, lakabı Câkîr veya Câkbir el-Kürdî el-Geylânî'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. Irak'ta Samerrâ'ya bir günlük mesâfede bulunan bir sahrâda yaşadı. Hanbelî mezhebi âlimlerinin büyüklerindendir. 1155 (H.550) senesinde yaşadığı yerde vefât etti. Vefâtı için başka târihler de rivâyet edilmiştir. Kabri, ziyâret edilmekte olup, kendisini sevenler, mübârek rûhundan istifâde etmektedirler. İnsanlar vefâtından sonra ona yakın olmak, bereketinden istifâde etmek için, kabri etrâfında bir köy kurdular.

Tâc-ül-Ârifîn Ebü'l-Vefâ hazretleri, Câkîr hazretlerini över, yüksekliğini anlatırdı. Câkîr'e, Ali bin Heytî ile bir takke gönderip, bunu kendisine yaklaşmak için başına koymasını emretti. Takkeyi vermek ve bu emrini bildirmek için huzûruna çağırmadı. "Câkîr'in benim talebem olması için Allahü teâlâya duâ ettim. Allahü teâlâ duâmı kabûl buyurdu. Onu bana verdi." buyurdu.

Irak'ta bulunan evliyâ sözbirliği ile; "Câkîr hazretleri, yılanın derisinden soyunduğu gibi, nefsinin bütün arzularından soyunmuştur." buyurdular ve böyle bildirdiler.

Câkîr hazretleri, Irak'ta bulunan evliyânın büyüklerinden, âriflerin güzîde ve seçkinlerinden, muhakkîk, araştırıcı âlimlerin önde gelenlerinden idi. Zamânındaki evliyâ içinde bir tâne olup, onların temel direklerinden biri oldu. Çok yüksek derecelerin, kerâmetlerin sâhibi idi. Yetiştirdiği talebelerin hepsi, çok kıymetli mübârek zâtlardır. Kendisine; "Niye herkesi talebeliğe kabûl etmiyorsun?" denilince; "Bana talebe olmaya gelen herkesin ismini, nasıl olduğunu, Levh-il-mahfûz'da görmedikçe, hiç kimseyi talebeliğe almadım." buyurdu.

Ebû Muhammed el-Hamîdî anlatır: "Üstâdımız Câkîr hazretlerinin ne yiyip içtiğini, nafakasının nereden geldiğini kimse bilmezdi. Bir gün yanında idim. Çobanları başında olduğu hâlde sığırlar oradan geçiyordu. İneklerden birisini göstererek; "Bu hayvan, kırmızı bir buzağıya yüklüdür. Falan ay ve falan günde doğurur. Doğan o kırmızı buzağıyı, büyüyünce bana vermek için nezr ederler. Falan gün fakirler onu keserler. Falan ve falan kimseler de ondan yerler." buyurdu. Sonra başka bir ineği işâret ederek; "Bu inek dişi bir buzağıya yüklüdür. O buzağının vasıfları şöyle şöyledir. Bu inek falan zamanda doğum yapacaktır. Büyüyünce, onu da benim için nezrederler. Fakirlerden filan kişi onu keser. Falan ve falan kimseler de ondan yerler. O ette, kırmızı bir köpeğin de nasîbi vardır." buyurdu. "Vallahi Câkîr hazretlerinin vasfettiği şeylerin hepsinin aynen vâki olduğunu gördüm. Anlattıklarından hiçbiri noksan olmadı. İkinci anlattığı buzağı kesilip tekkeye getirildiği sırada, kırmızı bir köpek içeri girdi. O etten bir parça kapıp gitti."

Bir gün,Câkîr hazretlerine bir genç gelerek; "Bugün sizden, bana ceylân eti ikrâm edip, yedirmenizi istiyorum." dedi. O anda bir ceylân gelerek, Câkîr hazretlerinin huzûrunda durdu. O da bu ceylânın kesilmesini emretti. Bu emir üzerine ceylân kesilip, pişirildi. O yiğit de bu etten yedi." Hamîdî yine dedi ki: "Yedi sene hocam Câkîr'in hizmetinde bulundum. Bundan başka, bu yakınlarda hiç ceylân görmedim."

Bir zaman büyük bir kalabalığın iştirâkiyle Câkîr hazretlerinin dergâhı yapılmıştı. Büyük bir kalabalığa yemek verilecekti. Dâvetliler, pişirilecek yemekler ve her şey hazırdı. Hizmetlere bakan, o anda bir eksikliğin farkına vardı. Yemekleri pişirecek adam yoktu. Hizmetçilerden biri de hocalarına odun kalmadığını bildirdi. Câkîr hazretleri mutfağa girdi. Kapıyı kapatmalarını söyledi. Her bir ocağın altına ayağını uzattığında ocaklar ateşle doldu. İki yüz kadar ocakta yemekler hemen pişiverdi. Gören ve duyanlar bunun Câkîr hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu anladılar. Ona karşı olan sevgileri daha da fazlalaştı.

Câkîr hazretlerinin vefâtından sonra, yerine kardeşi Ahmed, ondan sonra Ahmed'in oğlu Gars, ondan sonra bunun oğlu Muhammed geçip talebelere ders verdiler.

Câkîr el-Kürdî hazretleri; "Şunlar ki, Rabbimiz Allahü teâlâdır deyip, (O'nun rubûbiyyetini ve vahdâniyyetini îtirâf ve ikrârdan) sonra (gizlide ve açıkta yalnız Allahü teâlâdan korkmak ve yalnız O'ndan ümitli olmakla, amellerinde ihlâs ve) istikâmet üzere oldular." (Fussilet sûresi: 30) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyup, burada geçen "İstikâmet üzere oldular" kelimesinin tefsîrinde; "İstikâmet üzere olmak demek, müşâhede üzere bulunmak demektir. (Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin sevgisinin kalpte bulunmamasına müşâhede denir.) Çünkü Allahü teâlâyı tanıyan, O'ndan başka hiçbir şeyi bilmez. O'ndan başka her şeyi unutur. Kim bir şeyi severse, ondan başka bir şeye muttalî olmaz. Başka şeye itâat etmez, tâbi olmaz." buyurmuştur.

İMDÂDIMIZA YETİŞ

Bir gün Câkîr hazretlerinin huzûruna bir talebesi gelerek; "Efendim! Ticâret için deniz yolu ile Hindistan'a gitmek istiyorum. Uygunsa müsâdenizi, duânızı istirhâm etmek için geldim." dedi. Câkîr hazretleri tebessüm ederek; "Bir sıkıntı durumu meydana gelirse, benim ismimi hatırla, Allahü teâlânın izni ile imdâdına yetişirim." buyurdu. Talebe; "Peki efendim!" deyip ayrıldı. Aradan altı ay geçti. Bir gün Câkîr hazretleri ayağa fırlayıp eliyle bâzı işâretler yaptı ve; "...Bunları bizim hizmetimize bağlayan Allahü teâlânın şânı ne yücedir. O, bütün noksanlıklardan münezzehtir. Yoksa biz, bunlara güç yetiremezdik." (Zuhrûf sûresi: 13) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyup, sağa sola birkaç adım yürüdü. Sonra oturdu. Orada bulunanlar bu hâlden bir şey anlayamayıp sebebini sordular. "Filân kardeşiniz, denizde boğulmak üzere idi. Allahü teâlânın izni ile kurtuldu." buyurdu. Onlar, deniz yolculuğunda bulunan arkadaşlarını hatırlayıp rahatladılar. Bir ay sonra o talebe geldi. Hemen hocasının ayaklarına kapanıp; "Efendim, şâyet sizin yardımınız olmasaydı biz helâk olacaktık!" diyerek, ayaklarını öpmek istediyse de müsâade edilmedi. Daha sonra, yalnız kaldıklarında arkadaşları sordular. Şöyle anlattı:

"Denizin ortasında gemimiz yol alırken, şimâl tarafından bir fırtına çıktı. Dalgalar arasında, gemimiz çok su aldı. Herkes sulara gömüldü. Helâk olacağımı zannedip çok korktum. Dalgaların içine gömülüp, boğulmak üzere olduğumuz sırada, hocamın sözünü hatırladım ve Irak tarafına dönerek; "Ey Câkîr hazretleri! Hâlimizi görüp anla! Bizim imdâdımıza yetiş!" dedim. Daha sözümü bitirmemiştim ki, hocamızı yanımızda gördüm. Bir gemide idi. Şimâl tarafına işâret etti. Fırtına durdu. Sonra geminin direğine yaslanıp denize doğru, "...Bunları bizim hizmetimize bağlayan Allahü teâlânın şânı ne yücedir. O, bütün noksanlıklardan münezzehtir. Yoksa biz bunlara güç yetiremezdik." (Zuhrûf sûresi: 13) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyup, sağa sola birkaç adım attı. Cenûba(güneye) doğru eliyle işâret etti. O taraftan tatlı bir rüzgâr esti. Câkîr hazretleri su üzerinde yürüyerek gözden kayboldu. Cenûb tarafından çıkan o tatlı rüzgâr, bizi gitmek istediğimiz yere ulaştırdı. Böylece biz, onun bereketi ile kurtulmuş olduk." Arkadaşları yemin ederek; "Hocamız bir an gözümüzden ayrılmadı. Sen de oraya bizzat geldiğini, sizi kurtardığını söylüyorsun." dediler. Bu hâdise üzerine talebeleri anladılar ki: "Allahü teâlâ, evliyâsına pek çok kerâmetler ihsân etmiştir. Evliyânın, aynı anda başka başka yerlerde görülmesi de, onların kerâmetlerindendir. Hattâ bu büyük velînin, birisi şarkta, diğeri garbda olan iki talebesi olsa ve bu iki talebe aynı anda vefât edecek olsalar, şeytanın onların îmânlarını çalmamaları için, son nefeste her ikisinin de imdâdlarına yetişir.

Eşrefoğlu Rumi Hazretleri

Eşrefoğlu Rumi Hazretleri



Anadolu'da yaşayan büyük velîlerden, şâir. İsmi Abdullah olup, babasınınki Eşref'dir. Babasının ismi ile şöhret buldu. Babası, Mısır'dan İznik'e göç etti. Eşrefoğlu Rûmî İznik'te doğdu. Doğum târihi belli değildir. 1484 (H. 889)'da İznik'te vefât etti. Türbesi İznik'tedir. Eşrefzâde-i Rûmî diye de bilinir.

Babasının terbiyesi altında büyüyen Eşrefoğlu Rûmî, önce İznik'te bulunan medreselerde çeşitli âlimlerden ders aldı. Zamânın zâhirî ilimlerinde üstün başarılar elde etti. Sonra Bursa'ya giderek Pâdişâh Çelebi Mehmed'in medresesine girdi. Burada tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimleri üzerinde söz sâhibi olan âlimler derecesine yükseldi. Buradan mezun olunca, Bursa'da müderrislik yapan hocası büyük âlim Alâeddîn Ali hazretlerinin yardımcısı oldu. Çelebi Mehmed Han Medresesinde bir müddet ders veren Eşrefoğlu Rûmî bir sabah vakti medrese civârında dolaşırken, zamânın velîlerinden olan Ebdal Mehmed'e rastladı. Kalbinden; "Tasavvuf yolundan bana nasîb var ise bâzı alâmetler görünsün." diye geçirerek ona yaklaştı. Ebdal Mehmed kendisine bakarak; "Ey medreseli! Bize köfteli çorba getir." dedi. Bu söz üzerine çarşıya gidip, köfteli çorba aradı. Fakat bulamadı ve eli boş dönmemek için köftesiz çorba aldı. Ebdal Mehmed'e gelirken yoldaki çamurdan bir parça alarak, birkaç yuvarlak köfte hâline getirip, çorbanın içine attı. Ebdal Mehmed çorbayı karıştırıp köfte bulamayınca Eşrefzâde'ye; "Hani bunun köftesi?" diye sordu. Daha sonra çorbayı iyice karıştırdı ve Eşrefoğlu'na uzatarak; "Ye bunu!" dedi. Eşrefoğlu büyük bir teslimiyet ile tereddüd etmeden çorbayı yedi. Çorbanın içine atılan çamur parçaları köfteye dönmüştü. Bunun üzerine o zât; "Ya sen olmayıp da kim olsa gerek." şeklinde bir söz söyleyip oradan uzaklaştı. Eşrefoğlu bu sözlerden bir mânâ çıkaramamasına rağmen, tasavvuf yoluna girmesi hususunda bir işâret olduğuna inandı.

Nefsini terbiye etmek, kalp aynasını cilâlamak için kendi kendine uğraşmaya başladı. Bu yolda bir hoca bulmanın şart olduğunu düşünerek, kitaplarını dağıttı ve Bursa'da bulunan Emîr Sultan'ın huzûruna gitti. Talebesi olup, hizmetiyle şereflenmek istediğini bildirdi. Emîr Sultan, Abdullah'ın tasavvuf yolunun aşkıyla yandığını görünce, onu evliyânın büyüğü Ankara'daki Hacı Bayrâm-ı Velî'ye gönderdi. Sonra, Ankara'ya gidip, yeni hocasına tam teslim oldu.

Hacı Bayrâm-ı Velî hazretleri, Abdullah'daki kâbiliyeti keşfederek ona nefsini terbiye edecek vazîfeler verdi. Yaşı kırkın üzerinde ve büyük bir âlim olduğu halde, hocasının emîrlerine "Bâşüstüne" diyerek sarıldı. Kendisine verilen helâ temizleme vazîfesini, bütün gayretiyle yapmaya başladı. Nefsinin isteklerini terkedip, istemediklerini yapmak için büyük çaba sarfetti. Bu şekilde riyâzet ve mücâhedeye devâm etti. Hocası Hacı Bayrâm-ı Velî'ye on bir sene hizmet etmekle şereflendi. Bu kadar zaman zarfında hocasının; "Üstâdın huzûrunda lüzumsuz konuşmak edebe aykırıdır." sözü üzerine, yanında bir kelime bile konuşmadı. Sadece sorulan suâllere kısa ve öz olarak cevap verir, edebe, ziyâde dikkat ederdi. Eşrefoğlu Abdullah, on bir sene içinde pekçok imtihandan geçti. Yaptığı güç işlerden hiç şikâyette bulunmadı. Bu sabrı ve hocasına karşı muhabbeti ve hürmeti üzerine, Hacı Bayrâm-ı Velî kızı Hayrünnisâ'yı ona nikâh ederek zevceliğe verdi. Bir müddet daha hizmete devâm eden Eşrefoğlu Abdullah, hocasından izin alarak Allahü teâlânın emîr ve yasaklarını bildirmek üzere İznik'e gitti. Orada kendi iç âlemiyle başbaşa kaldı. Hocasından ayrılığı onu yaktı, hasretine fazla dayanamadı ve tekrar Ankara'ya döndü. Hacı Bayrâm-ı Velî, dâmâdını, tasavvuf yolunda derecelerinin ilerlemesi için tekrar İznik'e gönderdi. Orada kırk gün nefsini terbiye etmesi için halvete girmesini, sonra Ankara'ya gelmesini emretti. İznik'e gidip geldikten sonra, hocasının; "Hama şehrinde Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin torunlarından Şeyh Hüseyin Hamevî'nin huzûruna gidip, Kâdirî yolunu öğreniniz." buyurdu. Bu emri yerine getirmek üzere hazırlığa başladı. Hanımını ve biricik kızı Züleyhâ'yı bir merkebe bindirerek, Hacı Bayrâm-ı Velî ile vedâlaştı. Günlerce zahmetli ve yorucu yolculuktan sonra, Hama'ya yeni hocasının huzûruna vardı.

O gün hacdan dönen Hüseyin Hamevî, ilâhî bir ilhâm ile Eşrefzâde'nin gelmekte olduğunu anlayarak, talebelerine; "Bugün Anadolu'dan bir er geliyor. Gidip karşılayınız." buyurdu. Karşılamaya çıkan talebeler zahmetli ve zorlu yolculuktan dolayı elbiseleri eskimiş olduğu için Eşrefoğlu Rûmî yanlarından geçtiği halde, hocalarının söylediği zâtın o olduğunu anlayamadılar. Dergâhın kapısına varan Eşrefzâde Rûmî, Hüseyin Hamevî tarafından îtibârla içeri alındı. Hanımı ve çocuğu ise Hüseyin Hamevî'nin hanımı tarafından kendilerine ayrılan odaya götürüldü.

Hüseyin Hamevî, bu yeni talebesinin önce nefsini terbiye etmek üzere kırk gün halvet için bir hücreye koydu. Eşrefoğlu Abdullah, Hama'da da sıkı bir riyâzet ve mücâhedeye tâbi tutuldu. Kırk gün içinde Hüseyin Hamevî, Abdullah'a ziyâde teveccühlerde bulundu. Bir gün bir hizmetçi hücresine yemek götürdü. Eşrefoğlu'nu hareketsiz görünce, öldü zannedip, telaşlandı ve durumu hocasına bildirdi. Fakat kırk gün dolmadığı için Hüseyin Hamevî bu duruma aldırış etmedi. Abdullah kırkıncı günü hücreden çıkartıldığında, büyük bir vecd hâli içinde kendinden geçmiş, gözleri kapalı ve hareketsiz bir halde görüldü. Kendisini melekler âlemini seyretmenin lezzetinden ayırdıklarında; "Sultanım bize kıydınız." diyerek gözlerini açtı. Bu kırk günlük imtihânı başarıyla veren Abdullah, tasavvufta pek yüce mertebelere çıkmış olarak icâzetnâme aldı. Hüseyin Hamevî'nin halîfesi olarak Anadolu'da Kâdirî yolunu yaymak üzere vazîfelendirildi.

"Halk senin zâhirine de bakar. Onun için kıyâfetini biraz düzeltmen lâzımdır. Şu hırkayı ve pabuçları al, giy." buyurunca, Eşrefoğlu hırkayı giydi, pabuçları da başına geçirerek; "Hocamın verdiği pabuç ayağıma değil, başıma olsa gerektir." dedi.

Hocasının emri üzerine yola çıkmak üzere hazırlık yaptığı sırada, Hüseyin Hamevî'nin eski talebeleri aralarında; "Biz bu kadar zamandan beri hocamızın hizmetindeyiz. Bize himmet verilmedi. Bu Rûmî denilen ve Anadolu'dan gelen kimseye kırk günde hem himmet, hem de icâzet verildi. Bu nasıl iştir?" diye konuşuyorlardı. Hüseyin Hamevî, Allahü teâlânın izniyle bu duruma vâkıf oldu. Talebelerini toplayıp bir konuşma sırasında; "Yâ Rûmî! Bu kadar misâfirimiz oldun. Sana bir ziyâfet veremedik. Bir ziyâfette bulunalım. İnşâallah ondan sonra gidersin." dedi. Yemekler hazırlanıp, talebeleri ile yeşillik bir yere gittiler. Hüseyin Hamevî suyu bulunmayan bir yerde oturulmasını emretti. Talebeleri; "Sultanım, burada su yoktur, namaz zamânı abdest almak îcâb ettiğinde sıkıntı çekeriz." demelerine rağmen Hüseyin Hamevî oturulmasını istedi. Talebeler hocalarının emri üzerine oturdular. Namaz vakti girince abdest almak îcâb etti. Hüseyin Hamevî, Eşrefoğlu hâriç bütün talebelerine su aramalarını söyledi. Talebelerin; "Sultanım burada su yoktur." demelerine rağmen; "Hele siz bir arayın belki vardır." buyurdu. Talebeler aramalarına rağmen bulamadılar. Bunun üzerine Hüseyin Hamevî; "Rûmî! Gerçi sen misâfirsin. Misâfire hizmet ettirmek doğru değildir. Bir de sen ara. Belki su bulursun." deyince, Eşrefoğlu; "Emriniz başım üstüne." diyerek hemen aramaya başladı. Bir ağacın yanına gidip, teyemmüm etti ve secdeye varıp Allahü teâlâya şöyle yalvardı: "Yâ Rabbî! Hocam su istiyor. Lutfet, su ihsân eyle." Daha sonra başını secdeden kaldırdı. Secde ettiği yerden bir pınarın kaynadığını gördü. Hemen tası doldurup hocasına götürdü. Hüseyin Hamevî talebelerine dönerek; "Su olmadığını iddiâ ediyordunuz. Bakın Rûmî nasıl bulmuş!" dedi. Talebeler hemen suyun bulunduğu yere gittiler. Suyun daha yeni çıkıp akmaya başladığını görünce, hocalarının Eşrefoğlu'na himmet etmesinin sebebini anladılar.

Hüseyin Hamevî, Abdullah'ı Anadolu'ya uğurladıktan bir müddet sonra, arkasından baktı ve; "Abdullah-ı Rûmî koca bir deniz imiş. Bizde bulunan her şeyi çekip sînesine aldı." buyurdu. Çocukları ile birlikte Ankara'ya giden Abdullah-ı Rûmî, kayınpederi Hacı Bayrâm-ı Velî'nin yanında bir müddet daha kaldıktan sonra İznik'e gitti.

İznik'te önceleri münzevî, yalnız bir hayat yaşayan Eşrefoğlu, şan ve şöhretten hiç hoşlanmazdı. Kimsenin dikkatini çekmeden fakirâne bir hayat yaşadı ve insanlardan uzak kalmaya çalıştı. İznik'e Hama'dan bir zâtın gelmesi ile durum değişti. O zât herkese Eşrefoğlu'nun menkıbelerini anlatmaya başlayınca, İznik halkı kendisine hürmet ve îtibâr göstermeye başladı. Bundan rahatsız olan Eşrefoğlu Rûmî dağlara çekildi, tekrar uzlet hayâtına başladı. Dağlarda dolaşırken bir köylü onu gördü ve suçlu sanarak yakaladı. Gâyesi onu teslim edip mükâfât almaktı. Fakat onun şöhretini duyan köylünün annesi, kendisini tanıyınca mesele anlaşıldı, köylü ve annesi de Eşrefoğlu'na talebe oldu. Bunun üzerine İznik'e dönen Eşrefoğlu asıl vazîfesi olan insanlara doğru yolu anlatmaya başladı. İlk talebesi olan ve kendisini yakalayan köylü onun için Pınarbaşı denilen yerde bir dergâh yaptırdı. Eşrefoğlu Rûmî burada talebelerine ders vermeye, Kâdirî yolunu yaymak için çalışmalara başladı. Talebelerinin nefsini terbiye etmek için, riyâzet ve mücâhedeler yaptırmaya, gurur, kibir, ucb gibi kalp hastalıklarından kurtarmaya büyük gayret gösterdi.

Bir gece Eşrefoğlu Rûmî dergâhında ibâdet ediyordu. Bu sırada bir ışık peydâ oldu. O ışıktan şöyle bir hitap duyuldu: "Ey kul!Dile benden ne dilersen. Bütün haram olan şeyleri sana helâl kıldım." Eşrefoğlu bir anda Allahü teâlânın izni ile sesin sâhibi olan şeytanı yakaladı. Avucunun içinde sıkmaya başladı. O anda şeytan; "Yâ şeyh! Ne yapıyorsun? Allah bana kıyâmete kadar mühlet vermiştir. Sen ise beni öldürmek istiyorsun." deyince, Eşrefoğlu; "Ey mel'ûn! Sen benim talebelerimin ve dostlarımın îmânlarına kasdetmeyeceğine dâir söz verirsen, salarım." dedi. Şeytan da; "Onların îmânlarına kasdetmeyeceğime söz veriyorum." dedi. Bunun üzerine Eşrefoğlu Rûmî; "Ey mel'ûn! Allahü teâlâ ile olan ahdine vefâ etmedin. Benimle olan ahdine mi vefâ edeceksin. Bildiğin şeyden geri kalma." dedi ve saldı. Talebeleri; "Onun şeytan olduğunu nereden anladınız?" diye sorunca; "Bütün haramları sana helâl kıldım, deyince anladım. Çünkü Allahü teâlânın haram ettiği şeyler zâta mahsus değildir. Kıyâmete kadar bâkidir." buyurdu.

Eşrefoğlu'nun gayretli çalışmaları ve büyüklüğü çevreden işitilmeye başlandı. Bursa'dan, İstanbul'dan ve diğer vilâyetlerden akın akın gelip talebesi olmakla şereflenmek isteyenler çoğaldı. Hattâ Sadrâzam Mahmûd Paşa, onun talebesi olmak isteğinde bulundu. Onun yoluna girdi. Abdullah-ı Rûmî hazretleri, talebeleri arasında en ileri olan Abdürrahîm-i Tırsî'yi yerine halîfe, vekil bıraktı ve kızı Züleyhâ ile nikahladı. Abdürrahîm-i Tırsî, hocası ve kayınpederi Abdullah-ı Rûmî'ye çok bağlı idi.

Abdullah-ı Rûmî, Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstanbul'u fethinden önce Müzekkin-Nüfûs isimli bir kitap yazdı. Bu kitabını okuyan herkes çok beğendi. Bundan ayrı olarak Tarîkatnâme, Delâlil-ün-Nübüvve, Fütüvvetnâme, İbretnâme, Mâzeretnâme, Elestnâme, Nasîhatnâme, Hayretnâme, Münâcaatnâme, Cinân-ül-Cenân, Tâcnâme, Esrâr-ut-Tâlibîn gibi eserleri vardır. Dîvânında pek güzel şiirler, kasîdeler bulunmaktadır. Yûnus Emre'nin şiirleri tipinde şiirler söylemiştir. Şiirlerinde, "Eşrefoğlu Rûmî" mahlasını kullanan Abdullah-ı Rûmî daha çok öğüt tarafındadır. Halk arasında en çok söylenen ve en meşhur şiiri tövbeye geldir.

Abdullah-ı Rûmî, bir sohbetinde Ebülleys-i Semerkandî'den naklen şöyle anlattı:

Bir târihte Bağdât'ta, zenginler hacca gidiyorlardı. Peygamber efendimizin aşkıyla yanan bir fakîr de, o sene hacca gitmeye niyet etti ve hac kâfilesiyle yola çıktı. Kâfile hareket etmeden önce, herkes eşi-dostu ile helâllaştı.
Şehir dışına çıkıldığında, zenginlerden biri bir fakîrin de hacca gittiğini görünce;
"Bineğin yok, azığın yok. Sen hacca nasıl gideceksin? Bâri cebinde birkaç bin altının var mıdır?" diye alay etti.
Fakîr, bu zenginin alaylı sorusuna çok üzüldü ve;
"Allahü teâlâ ne güzel vekîldir. Mahlûkâtın rızkını o vermektedir. Hepimiz O'nun verdiklerini yiyoruz." diyerek, zenginin bulunduğu yerden mahzûn bir şekilde ayrıldı. Hac vazîfelerini yapana kadar da o zengine hiç görünmedi. Herkes Mekke-i mükerremeden, Medîne-i münevvereye yola çıktıkları zaman, o zengin, fakîri sağ sâlim tekrar karşısında görünce hayret etti ve;
"Komşu, sen de buraya kadar gelip hac vazîfeni yapabildin mi?" diye sormaktan kendini alamadı.
Fakîr de;
"Allahü teâlâya sonsuz hamdü senâlar olsun. Yüzümüzün karasına bakmayıp, bu mübârek makâmı ziyâret etmeyi nasîb etti. Geldim, Beyt-i şerîfi tavaf ettim. Sağ sâlim dönüyorum." dedi.
Zengin;
"Hacı efendi! Acabâ sana da berât verdiler mi?" diye sordu.
Fakîr; "Bu ne berâtıdır ki?" dedi.
Zengin;
"Beyt-i şerîfi ziyâret edenlere, Cehennem'den âzâd olduğuna dâir berât kâğıdı verilir." diyerek, koynundan herhangi bir kağıt çıkarıp fakîri aldattı.
Fakîr, berât kâğıdının kendisine verilmediğine çok üzüldü. Derhal geriye dönüp Harem-i şerîfe geldi. İki gözü iki çeşme hâlinde, kanlı yaşlar akıtarak çok inledi. Allahü teâlâya kırık bir gönülle duâlar etmeye, yalvarmaya başladı:
"Ey âlemleri yaratan yüce Rabbim! Sen herşeye kâdirsin, ganî bir pâdişâhsın. İhsânların bütün kullarına her ân yağmaktadır. Cehennem'den âzâd olup orada incinmemeleri için kullarının bâzısına berat vermişsin. Bu fakîr kuluna berât verilmedi. Yoksa bu garîb kulun âzâd olmadı mı?" deyip bayıldı. Baygın hâlde iken, mânâ âleminden yanına bir kimse gelip;
"Ey fakîr! Başını kaldır ve şu berâtını alıp arkadaşlarına yetiş!" diyerek elindekini ona verdi. O ânda fakîr kendine gelerek ayıldı. Elinde, dünyâ kâğıtlarına hiç benzemeyen, yeşil renkli nûrdan yazıları olan ve misk gibi kokan bir berât kâğıdı vardı. Kâğıdı defâlarca öpüp başına koyan fakîrin sevincinden neredeyse aklı gidecekti. Şükür secdesine kapandı. Ömründe hiç görmediği o berâtı, yüzüne ve gözüne sürdü, bağrına bastı ve koynuna sokarak arkadaşlarına yetişmek için hızlı adımlarla yürümeğe başladı. Arkadaşları, geriden fakîrin geldiğini görünce gülüşmeğe başladılar. Yanlarına soluk soluğa gelen fakîre alayla;
"Cehennem'den âzâd olma berâtını alabildin mi?" diye sordular.
Fakîr de koynundan berâtını çıkararak;
"İşte! Rabbimizin ihsânı olan berâtım!" diyerek, misk kokulu berâtını zengine sunuverdi. Herkes yerinde donakalmıştı. Berâtı alan zengin, nûrdan yazılarla fakîrin Cehennem'den âzâd olduğunu okuyunca, aklı başından gidip, atından düştü. Bir süre yerde baygın yatan zengini zor ayılttılar. Kendine gelen zengin, kâğıdı öpmeye, misk kokusunu koklamağa başladı. Kendi kendine de; "Vâh, vâh benim boşa geçen ömrüme! Keşke ben de bu fakîr gibi sâdık bir fakîr olsa idim. Onun kavuştuğu bu saâdete ben de kavuşsaydım. Bu fakîr, sadâkati sebebiyle bu mertebelere ulaştı. Ben ise zenginliğim sebebiyle gurûra kapıldım ve bundan mahrûm oldum. Bütün malımı versem, bu kâğıttakilerin bir noktasını alamam" diyerek âh eyledi. Gözlerinden kanlı yaşlar döktü.
Fakîr;
"Hacı efendi! Berâtım sende kalsın. Sakla. Ben öldüğüm zaman kefenimin arasına koyun da kabrimde suâl meleklerine onu göstereyim." dedi.
Hacı efendi berâtı büyük bir îtinâ ile koynuna koydu. Uzun yolculuktan sonra evlerine ulaştılar. Zengin olan hacı, berâtı sandığına koydu. Aradan günler geçti. Zengin, ticâret için başka memlekete gittiğinde, fakir vefât etti. Yıkayıp kefenlediler, fakat berâtını bulup kefenin içine koyamadılar. Fakîrin cenâzesini kabre defnettiler. Ancak birkaç ay geçtikten sonra, zengin ticâretinden döndü. Fakîri sorduğunda; "Sizlere ömür! Sen gittikten sonra vefât etti." dediler.
Zenginin sanki dünyâsı başına yıkıldı. Çok ağladı ve;
"O zavallının bende pek kıymetli bir emâneti vardı. Onu yerine getiremedim. Böylece vasiyetini yapamamış oldum. O âhirete göçtü, berâtı ise bende kaldı. Berâtını yanına koyamadım." dedi. Hemen sandığın yanına varıp ağzını açtı. Fakat berâtı koyduğu yerde bulamadı. Tekrar tekrar aramasına rağmen yine bulamadı. "Kabrine gidip bakayım. Belki, birisi beratı alıp ona vermiştir." dedi.
Kazma kürek alarak kabre gitti. Mezarını açmak istedi. O anda;
"Kabri açma! Biz ona o berâtı verdik, dışarıda bırakmadık!" diyen bir ses işitti. Nereden geldiği belli olmayan bu ses karşısında zengin, düşüp bayıldı. Mânâ âleminde fakîri gördü.
Fakîr;
"Ey hacı efendi! Allahü teâlâ sana selâmet versin. O berât bana verildi. Hamdolsun. Münker ve Nekîr meleklerine gösterdim. Onu görünce sorgu suâl bile etmediler. Bu berâtı almama hacdan dönerken sen sebeb olmuştun. Cenâb-ı Hak senden râzı olsun." deyip kayboldu. Zengin ayıldığında, doğru evine gidip, fakir için hatimler okuttu. Yemekler pişirtip, yetimleri, fakirleri doyurdu."

TESBİH EDEN MENEKŞELER

Vakit ilk bahar olduğu için çiçekler yeni açmıştı. Abdest alıp namaz kıldıktan bir süre sonra Hüseyin Hamevî talebelerine; "Biraz menekşe toplayıp, getirin." buyurdu. Talebelerin herbiri bir tarafa dağıldı. Demet demet menekşe toplayıp, hocalarına getirdiler, Eşrefoğlu ise hocasının huzûruna elindeki bir menekşe ile vardı. Hüseyin Hamevî; "Rûmî, misâfir olduğun için menekşenin yerini bulamadın herhalde." deyince, o; "Sultanım hangi menekşeyi koparmak istedimse; "Allah rızâsı için beni koparma, zikir ve ibâdetimden ayırma." diye söyledi. Ben de dolaştım. Bir yerde ibâdeti bitmiş bir menekşe gördüm. Onu koparıp getirdim." dedi. Bu sözleri işiten diğer talebeler onun üstünlüğünü bir kere daha anlamış oldular ve düşüncelerinden tövbe ettiler.


TÖVBEYE GEL

1
Ey hevâsına tapan,
Tövbeye gel, tövbeye,
Hakka tap, Haktan utan,
Tövbeye gel, tövbeye.
2
Nice nefse uyasın,
Nice dünyâ kovasın,
Vakt ola usanasın,
Tövbeye gel, tövbeye.
3
Nice beslersin teni,
Yılan çıyan yer anı,
Ko teni, besle cânı,
Tövbeye gel, tövbeye.

5
Sen teni, sandın seni,
Bilmedin senden teni,
Odlara yaktın cânı,
Tövbeye gel, tövbeye.
6
Gör bu müvekkelleri,
Yazarlar hayrı, şerri,
Günâhtan gel sen beri,
Tövbeye gel, tövbeye.
7
Ey miskin Âdemoğlu,
Usan tutma âlemi,
Esmeden ölüm yeli,
Tövbeye gel, tövbeye

9
Göçer bu dünyâ kalmaz.
Ömür pâyidâr olmaz,
Son pişman, assı kılmaz
Tövbeye gel, tövbeye.
10
Tövbe suyuyla arın,
Deme gel bugün yârın,
Göresin Hak dîdârın,
Tövbeye gel, tövbeye.

8
Ölüm gelecek nâçar,
Dilin tadını şeşer,
Erken işini başar,
Tövbeye gel, tövbeye.
11
Eşrefoğlu Rûmî sen,
Tövbe kıl erken uyan,
Olma yolunda yayan,
Tövbeye gel, tövbeye.


4
Sen dünyâ-perest oldun,
Nefsin ile dost oldun,
Sanma dirisin, öldün,
Tövbeye gel, tövbeye.


DÜNYÂ DEDİKLERİ

Eşrefzâde Rûmî bir vâzında şöyle buyurdu: Ey müslümanlar! Dünyâ dedikleri bir hiçten ibârettir. Hiç olduğu şuradan anlaşılıyor ki, sonucu hiçtir. Hiç olan dünyâya gönül veren, yolunda ömrünü çürüten ve hiç olan şeyi isteyenler de bir hiçten ibâret kalacaklardır. Amma hiçi hiç sayan âriftir.

Azîzim! Sen o sultanları gözünün önüne getir ki, onlar dünyâya geldiler. Lâkin dünyâya îtibâr etmediler. Dünyânın arkasına düşüp hırsla dünyâlık toplamaya çalışmadılar. Âhiret amelleriyle meşgûl oldular. Onlar, bu dünyânın âhiret yolunun üzerinde bir yol uğrağı olduğunu anladılar. Buna aldanmak olur mu? Yol tedârikinde bulunup kâfileden ayrılmadılar. Bu dünyâya gönül verip aldanmadılar.

Azîz kardeşim! Temiz ve pak erler ile aziz canları gör. Onlar bu dünyâya aldanmadılar. Allahü teâlâ kendilerine ne verdi ise nefislerinden kestiler. Kendi nefislerine vermeyip fakirlere dağıttılar. Açları doyurup, çıplakları giydirdiler. Muhtaçları arayıp buldular. Kapılarına gelenleri mahrum etmediler. Darda kalanların gönüllerini ferahlattılar, işlerini gördüler. Şu hadîs-i şerîfi kendilerine düstûr edindiler: "Bir kimse, din kardeşinin bir işine yardım etse, Allahü teâlâ da onun işini kolaylaştırır. Bir kimse, bir müslümanın sıkıntısını giderir, onu sevindirirse, kıyâmet gününün en sıkıntılı zamanlarında Allahü teâlâ onu sıkıntıdan kurtarır."

Akıllılar bu dünyâda şu üç şey ile meşgul olurlar. Böylece onlar herkesin üzüldüğü gün, bayram ederler: 1) Dünyâ seni terk etmeden sen dünyâyı terk edesin. 2) Her şeyden kurtulasın. 3) Rabbinle buluşmadan, Rabbin senden râzı olsun. Bunlara riâyet eden kimse, Allahü teâlâ ile görüşüp kabrine öyle gider.

1) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.17
2) Müzekkin Nüfûs
3) Menâkıb-il-Eşrefiye
4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı); s.1074
5) Tâc-üt-Tevârih; c.5, s.179
6) Güldeste-i Riyâz-i İrfan; s.180, 182, 317
7) Sefînet-ül-Evliyâ; c.1, s.98
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.374

Pir Muhammed Erzincanî Hazretleri.ERZİNCAN

 Pir Muhammed Erzincanî Hazretleri

(d.? / ö.1464)

Allah dostlarının büyüklerindendir. Adı, Pir Muhammed'dir. Erzincan ilinin Kaleric köyünde doğdu. Doğum tarihi bilinmemektedir. 869 (m.1464) yı­lında Erzincan'da zelzelede şehid oldu. Kabri, Erzincan'da Camii Kebir ya­nındadır. Tahsilini Erzincan'da tamamladı. Tasavvuf yoluna girmesine bir rüyası sebep oldu. Bir gece rüyasında deniz gördü. Kenarına gelip, denizden geçmek istedi. Kenarda birçok gemi bulunuyordu. Gemilerden her biri yolcularını almış hareket etmek üzereydiler. Pir Muhammed bunlardan birine binmek istedi. Fa­kat binemedi. Hangisine binmek istediyse gemiciler binmesini engellediler. Bu sırada gemiden şöyle bir ses geldi: "Bu gemilerin sahibi seyyid bir zattır. Git hizmetine gir ve ondan izin al. O zaman binebilirsin. Yoksa kimse seni gemiye almaz ve buradan geçemezsin. O zatın adı Yahya-i Şirvânî'dir." Bunun üzerine Pir Muhammed, Seyyid Yahyâ-i Şirvânî Hazretleri'ni bulup derdini ve rüyasını anlattı. Seyyid Hazretleri ona: "Nasibin varmış" deyip, kendi gemisinde yer gösterdi ve birlikte yola çıktılar." Pir Muhammed sabahleyin bu rüyanın tatlı tesiriyle uyandı. Derhal yol hazırlıklarını yapıp talebelerini bir başka müderrise teslim etti ve Şirvan'ın yolunu tuttu. Uzun yolculuktan sonra Şirvan'a vardı ve Seyyid Yahya Hazret­leri'nin huzuruna çıktı. Seyyid Yahya Hazretleri ona: "Ey Molla Muhammed! O gemilerdekiler Halvetiyye yolunun yolcuları­dır. Yolumuz kolay ve güzeldir. Hoş geldin" dedi. Onu talebeliğe kabul edip, Halvetiyye yolunun edep ve erkânını öğretti. Bir köşeye çekilip ibadetle meş­gul olmasını tembih etti. Uzun bir terbiye ve tedrisattan sonra kendisine hilafet verip, irşad hizmetlerinde bulunması için Erzincan'a gönderdi. Pir Muhammed Hazretleri de Kaleric kasabasında yerleşip orada bir mescit ve bir dergâh inşa ettirdi. Cuma günleri Erzincan'a gelip Cami-i Kebir'de insanlara vaaz ediyor, diğer günlerinde Kaleric'e gelip irşad hizmetlerini sürdürüyordu. Bir gün sohbet sırasında taliplerine şöyle dedi: "Bize ilham edildi ve şöyle denildi. Ey Pir Muhammed! Bizim üzerimize bir bela gelmek üzeredir. Eğer bu belanın geri çevrilmesini istersen bizim ya­nımıza gelmelisin" denildi. Şimdi kim bizimle birlikte şahadet şerbetini içmek isterse burada kalsın. Bir miktar daha dünya hayatı yaşamak isteyenlere biz izin veriyoruz. Dışarı çıkabilirler. Onlar bu gece bizimle birlikte olmasınlar" bu­yurdu. Bunun üzerine talebelerinden yedi kişi hariç, diğerleri sohbet yeri olan camiden dışarı çıktılar. O gece güçlü bir zelzele oldu. Cami yıkıldı. Yedi talibi ile birlikte Pir Muhammed Hazretleri şehidlik şerbetini içtiler. Camiden başka hiçbir yere zarar dokunmadı. Şehir halkı durumu öğrenince büyük bir üzüntüye düştüler. Sonunda Muhammed Erzincanî ve yedi talebesini defnettiler. Muhammed Erzincanî Hazretleri'nin gasli sırasında bazı kendini bil­mezlerin: "Bu zat veli olsaydı böyle bir ölümle ölmezdi" demeleri üzerine. Pir Muhammed Erzincanî Hazretleri'nin dile gelip: "Ey benim halimi bilen Rabbim! Sana inanıyor, sana güveniyorum" diye sesi duyuldu. Bunu işiten gafiller hayrette kalıp tevbe ettiler. Erzincan, bir süre için Erbiloğlu hâkimiyetine girdi. Erbiloğlu kuman­danlarından Kaçarlı Han'ı Erzircan'a gönderdi. Kaçarlı Han bir gün Erzincan halkının ziyaret yeri olan Pir Muhammed Erzincanî Hazretleri’nin kabrine gi­dip, hakarette bulundu ve elindeki topuz ile kabir taşına vurup, sarık kısmını kırdı. Sonra da gururlu bir şekilde atına binip oradan ayrılmak istedi. Daha bir adım bile atmadan atının ayakları kırılıp yere çakıldı. Kaçarlı Han'ın da ke­mikleri birbirine geçti. Hemen oracıkta ölüsünü bir çukura gömdüler. Sonradan Şeyh Muhammed Erzincanî Hazretleri’nin kabrini ziyaretten dönenlerce, bu evliya düşmanının gömüldüğü yere "lanet tası" adı verilen taşların atılması adet oldu. Şeyh Muhammed Erzincanî Hazretleri'nin önde gelen halifelerinden dör­dü şunlardır:

Pîr Ahmed Hazretleri,

Pîr Fethullah Hazretleri.

Pîr İbrahim Mükemmil Hazretleri,

Çelebi Halife Hazretleri.

Pir Muhammed Erzincanî Hazretleri'nin vefatından sonra görevini, Çele­bi Halife Hazretleri sürdürmüştür.

Yüce Allah sırrını mukaddes ve mübarek kılsın.