KARIŞIK

13 Ocak 2016 Çarşamba

Muhtar Sakafî

Ebu Übeyde b. Mesud-i Sakafî’nin oğlu olan Muhtar, hicretin birinci yılında doğmuştur. Ebu Übeyde b. Mesud-i Sakafî, yüce Allah Resulünün (s.a.a) büyük ashabındandır ve hicretin 13. yılında Irak valisi olarak görev yapmıştır.
Muhtar’ın Cebr, Ebu Cebr, Eb’ul Hekem ve Ebu Ümeyye adında dört oğlu vardı. Muhtar’ın cesur, zeki, korkusuz, gözü pek, çok cömert, çok yetenekli, yüce himmetli, savaş meydanında çok dayanıklı, Ehl-i beyt (a.s) dostu ve Ehl-i beyt (a.s) düşmanlarına düşman olduğu herkes tarafından yazılmıştır.
Rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Muhtar, Ehl-i beyt (a.s) tarafından sevilen ve önem verilen biriydi. Muhtar’ın öldürdüğü Übeydullah b. Ziyad ve Ömer b. Saad’ın kesik başları İmam Zeyn’el Abidin’in (a.s) huzuruna getirildiğinde İmam (a.s), secdeye kapanmış ve şöyle yakarmıştı:“Allah’ım! Sana şükrediyorum ki, düşmanlarımdan intikamımızı aldın.” Sonra da Muhtar hakkında şöyle dua etti: “Allah, Muhtar’a iyi mükâfatlar versin.” (Bihar’ul Envar, c: 45, s: 344. Cami’ur Ruvat, c: , s: 221)
İmam Muhammed Bakır’dan (a.s) rivayet edildiğine göre İmam Zeyn’el Abidin (a.s), Muhtar’ın işini teyit etmiş ve onun hakkında duada bulunmuştur. (Bihar’ul Envar, c: 45, s: 343)
Konuyla ilgili bir diğer rivayet şöyledir: İmam Ali (a.s), Muhtar’ı dizine oturtup başını okşayarak şöyle buyurmuştur:
“Ey kurnaz, ey kurnaz!”
Müslim b. Akil Kûfe’ye ulaştığında Muhtar’ın evini seçmiş ve orada kalmıştı. Bunun nedeni de Muhtar’ın, açıkça ve eşine az rastlanır bir şekilde Ehl-i beyti (a.s) savunmasıydı ve ihlas ile Ali oğullarına (a.s) bağlılığıydı.
Hz. Müslim şehit edildiğinde Muhtar Kûfe’de değildi ve Kûfe’ye döndüğünde olaydan haberdar olup Übeydullah b. Ziyad’a itiraz etti. Bunun üzerine Muhtar ve Abdullah b. Nevfel b. Haris b. Abdülmuttalib tutuklandılar; işkence edildi ve İmam Hüseyin (a.s) ve dostları şehit edilinceye kadar zindanda tutuldular.
Muhtar zindanda Meysem-i Tammar ile görüştü ve Meysem, ona şöyle dedi: “Sen buradan kurtulacak ve İmam Hüseyin’in (a.s) intikamını alacaksın ve Ubeydullah b. Ziyad’ı öldüreceksin.” 
Muhtar, zindandan kurtulduktan sonra Kûfe’de, sayıları yirmi bini aşan büyük bir ordu kurdu. Muhtar’ın yanında yer alan insanlar, bu kıyamın Ehl-i beyt (a.s) tarafından onaylanıp onaylanmadığına emin olmak için Muhammed b. Hanefiyye’nin yanına elçiler gönderdiler. Elçiler, Muhammed b. Hanefiyye’nin konuşmalarından, onun razı olduğunu anladılar. Muhammed b. Hanefiyye onları da alarak İmam Zeyn’el Abidin’in (a.s) huzuruna vardı. İmam Zeyn’el Abidin (a.s), amcası Muhammed Hanefiyye’ye şöyle buyurdu:
“Siyah bir köle de biz Ehl-i beyte (a.s) taraftarlık ederse, bizim için kıyam ederse insanların ona yardım etmesi farzdır. Ben bu olayı sana bırakıyorum; nasıl uygun görüyorsan öyle yap!” 
Elçiler, bu konuşmalardan sonra Muhtar’a yardım etmeleri gerektiğini anladılar. Bundan sonra İbrahim b. Malik Eşter de onlara katıldı ve Muhtar’a biat etti. 
Bunun üzerine Muhtar, hicrî 66 yılında ve Rebi’us sani ayının sonuna on dört gün kala ve de Çarşamba akşamı Kûfe’de kıyam etti. İnsanlar dört konuda Muhtar’a biat etmişlerdi:
-Allah’ın kitabı
-Allah Resulünün (s.a.a) sünneti
-İmam Hüseyin’in (a.s) ve Ehl-i beytin (a.s) dökülen kanlarının intikamı
-Mazlumları savunma
İnsanlar Muhtar’ın emriyle ve “Ya lesarat’ul Hüseyin (a.s)” şiarıyla kıyamı başlattılar. Ubeydullah b. Muti’in ordusuna saldırdılar ve onları bozguna uğrattıktan sonra İmam Hüseyin’in (a.s) katillerini cezalandırdılar. Kerbela şehitlerinin naaşları üzerinde at koşturanları yakalayıp yaptıklarının cezasını ödettiler; Kerbela’da Yezit ordusuna komutanlık yapan Ömer b. Saad’ı ve de büyük cinayetler işleyen Şimr’i öldürdüler. Ubeydullah b. Ziyad da İbrahim b. Malik Eşter tarafından öldürüldü ve böylece işlenen büyük cinayetlerin intikamı alınmış oldu.

Hz·Abbas






Zalimin direk darbesine rağmen dik kalan bir baş, insanlığı köleliğin kirinden temizlemek için kanlı gözyaşı akıtan bir göz, devasa kalabalıkların tarih boyunca dalgalandırdığı bir sancak, daima ışıyan bir dolunay ve şereflilerin imar ettiği, milyonların ziyaret ettiği, ruhların etrafında dönüp durduğu ve müminlerin, sahibini şu sözlerle selâmladığı bir pâk Ziyaretgâh…

“Selâm olsun Sana; Allah’a, Resûlu’ne, Müminlerin Emîri’ne, Hasan’a ve Huseyn’e itaatkâr olan ey Salih Kul!...”

Haşimoğulları’nın Dolunayı, Fatımî Hanımların Hamîsi ve Ümmetin bir öncüsü… Cûd (haketmeyen kimseyi bile kapsayan engin cömertlik), fedakarlık, azim, kararlılık…
Hakikati apaçık ortada, hatırası ilim talep edenlerin kervanında gezinen, burcu kokusunu şahadetin esintilerinden alan, eşsiz cemali parıl parıl incilerle dolu berrak bir deryadan da güzel olan...
Kerbelâ’da izzet, zulme başkaldırının ne demek olduğunu somutlaştırmış, fedakarlığın ve vefakârlığın sembolüne dönüşmüştür. İlahi hikmet; Hz. İmam Huseyn’in O’nu (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) Fırat nehrinin kıyısına emanet etmesini dilemiştir. Böylece kıyıya vuran dalgalar O’nun hayat dolu feyzinden yudum yudum beslenmiştir.Kavuştuğu övülmüş makama ek olarak; gözleri büyüleyen ve gönüllere taht kuran bir Türbesi olmuştur. Mukaddes Ziyaretgâhı adaletin, imanın feryadı ve yaşanan zulmün tarih boyunca ayakta kalan şahidi ve dili olmuştur. Mubarek kubbesi izzetle ve zindelikle dolup taşmış; müşerref minareleri ise, semâya açılmış, ilahi ikramlar yağdıran iki avuç gibidir...
Hala ışığıyla karanlıkları aydınlatmaya, kanların yücelttiği bir ufukta ışıl ışıl parlamakta, bakışlarını çevirenleri güzelliği ile büyülemekte, aşıkların kalplerini cezbetmekte ve susamış gönülleri, pâk ve serin kaynağıyla beslemektedir.
Hz.Ebulfazl Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) İslam tarihinin gelmiş geçmiş en büyük savaş komutanlarından biridir. İnsanlık O’nun gibi bir komutan görmemiş; gerek eşsiz benzersiz kahramanlıkları, gerekse de diğer karakteristik özellikleri yeryüzündeki tüm dillerde anlatılmıştır.
Hz.Ebulfazl Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) Taff (Aşûra) gününde muazzam bir kararlılık ve kelimelerin anlatmaya güç yetiremeyeceği kadar güçlü bir irade sergilemiştir.Soğukkanlılığı, gücü ve azmiyle İbn-i Ziyad’ın ordusunun karşısında tek başına bir ordu gibi durmuş; onları dehşete düşürmüş, hem savaş meydanında, hem de iç dünyalarında en ağır hezimetleri yaşatmıştır. Hz.Ebulfazl Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) sergilediği kahramanlıklar; çağlar boyunca, günümüz de dahil olmak üzere hep Ehlibeyt (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) sevdalısı halkların dilinde olmuştur.
Hz.Ebulfazl Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) cesareti, yetenekleri, ve Hz. İmam Sadık’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) “Amcamız Abbas, delici (çok kuvvetli) bir basirete sahipti; imanı sapasağlamdı” diye şahitlikte bulunduğu üstün özellikleri ne sadece O’nun, ne de sadece Müslümanların izzet ve övünç kaynağıdır; aksine insaniyete inanan ve insani değerlere saygı duyan herkes için bir medâr-ı iftihardır.
Şerefli sıfatların ve üstünlüklere meyilli oluşun benzersiz bir örneğiydi. Keskin zeka, asalet, vefakarlık ve sadakat gibi anlamlar; O’nun (Allah'ın selâmı üzerine olsun) varlığı ile somut bir hale dönüşmüştü. Ağabeyi, Hürlerin Efendisi Hz. İmam Huseyn’e (Allah'ın selâmı üzerine olsun) en zor günlerinde tesellilerin en güzelini sundu; davası uğruna, hem kanını hem de canını büyük bir aşkla feda etti. Hiç kuşku yok ki o insanı hayretler içerisinde bırakan muazzam duruşları sergilemek her babayiğidin harcı değildi; ancak Allah-u Teâlâ’nın kalbini zorluklarla sınadıktan sonra hidayetini arttırdığı bir kimseye böylesi nasip olabilirdi.
Hz.Ebulfazl Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) Ağabeyi Hz. İmam Huseyn’e (Allah'ın selâmı üzerine olsun) karşı sergilediği davranışlar ve tavırlarıyla doğru İslami kardeşliğin hakikatini somut bir hale getirdi ve bu mubarek kardeşliğin tüm ilkelerini ve ideallerini gözler önüne serdi. Edep, iyilik, ikram ve saygının hiçbir şekli kalmamıştı ki; Hz.Ebulfazl Abbas, O’nu Ağabeyi’ne (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) karşı göstermiş olmasın. Ağabeyi’ne (Allah'ın selâmı üzerine olsun) yönelik sergilediği fedakarlıkların ve acısına ortak oluşun en harika Taff (Aşûra) gününde örneğine imza attı. Nehrin etrafındaki kuşatmayı parçalayıp suya varınca, içmek için bir yudum su aldı. Şiddetli susuzluk yüzünden ciğeri, adeta alev alev yanan bir kor gibi yanıp tutuşuyordu. O dehşet verici anda, Ağabeyi Hz. İmam Huseyn’in ve Ehlibeyt’tin o küçük kızınının (Allah'ın selâmı hepsine olsun) susuzluğunu hatırladı. Yüce karakteri ve şerefli gönlü, Onlar (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) susuz iken su içmeye razı olmadı. Suyu elinden atıverdi...
Bu fecî susuzluk musibetinde bile yaşadıkları acılara ortak olmalıydı.
İnsanlık tarihine bakın, sayfa sayfa tüm halkların geçmişini araştırın; böylesine sadakat dolu bir kardeşliğe rastladınız mı hiç?! İnsanlığın saygı gösterdiği asil şahsiyetlerin tarihini bir okuyun; başkasını kendinden üstün tutma konusunda bundan daha çarpıcı bir örnek var mı?!
Hz. Ebulfazl Abbas, Ağabeyi Hz. İmam Huseyn’in (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) şiarı edindiği yüce idealler uğruna şehîd oldu. Bunların en önemlisi, Kur’ân’ın hükmüyle hükmederek halkın arasında adaleti yaymak ve yeryüzündeki hayırları, nimetleri; hiç bir topluluğu ayırıp kayırmadan insanlar arasında en adil şekilde dağıtıp bölüştürmekti.
Hz.Ebulfazl Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun); Müslüman insana özgürlüğü ile saygınlığını geri kazandırmak ve insanlar arasında İslam’ın rahmetinin yayılması uğruna şehit olmuştur.
Hz.Ebulfazl Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun); zulmü, zorbalığı kökünden kazımayı ve hiçbir ırktan ya da renkten en ufak bir ezilme ya da aşağılanma korkusu taşımadan yaşayacağı bir toplum inşa etmeyi hedefleyen büyük İslam nimetinin yayılması uğruna şehîd olmuştur.
Hz.Ebulfazl Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) hürriyet ve insanlık onurunun meşalesini taşımış; kafilelerce dolusu şehidin izzet ve şeref uğruna mücadele etmelerine önderlik etmiş ve zulümle, zorbalıkla ezilmekte olan nice İslami toplumları zafere taşımıştır.
Hz.Ebulfazl Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) cihad meydanına; insanları insanca yaşatacak o eksiksiz yolun yani gerçek Allah-u Teâlâ buyruğunun yeryüzünde hakim olması için cihad meydanına inmiştir.
Selâm olsun Sana ey Ebulfazl!
Hiç şüphe yok ki; kutlu hayatın ve şahadetin, tüm insani değerlerin buluşma noktası olmuştur!
İslam aleminde şan ve şeref zirvesine kurulan Taff günü (Kerbelâ) şehitlerinin hepsinin tek başına Seni örnek ve model almış olması; Senden söz etmek isteyen bizlerin aczini anlatmaya yeter!
Hz.Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun)
Ataları

Hz.Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) mubarek nesebi şöyledir: Adnan oğlu Muadd oğlu Nezar oğlu Mudar oğlu İlyas oğlu Mudrike oğlu Huzeyme oğlu Kinane oğlu Nezar oğlu Malik oğlu Fehr oğlu Galib oğlu Luey oğlu Kâ’b oğlu Murre oğlu Kilâb oğlu Kusay oğlu Abdumenâf oğlu Haşim oğlu Abdulmuttalib oğlu Ebu Talib oğlu Müminlerin Emîri Ali’nin oğlu Abbas

Araştırmacıyı Hz.Âdem’e (Allah'ın selâmı üzerine olsun) kadar diğer muhterem atalarını anmaktan alıkoyan şey; Hz.Peygamber Efendimiz’den (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) naklolan işte bu rivayettir: “Nesebim Adnan’a erişir ise susunuz”

Belki de Hz. Peygamber (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) diğer isimlerin avam halka yabancı oluşunu ve dillerinin o isimlere dönmeyeceğini gördüğünden öyle buyurmuştu. Doğal olarak avam halk dilinin dönmediği isimleri, çabucak çarpıtacak ve diline en kolay gelen şekliyle okuyacaktı. Bu da Elçilerin Efendisi’ni ve Vasîlerin Efendisi’ni (Allah'ın salât-u selâmı üzerlerine olsun) dünyaya getiren o yüce zatların saygınlığına ve ulvî makamlarına saygısızlık yapılmasına sebebiyet verecekti.

Her halükarda yüksek sesle dile getirilmesi gereken şey şudur: Tüm bu asil şahsiyetlerin hiçbiri, hiçbir şekilde ne cahiliyenin pisliği ile kirlenmiş, ne de putlara tapmış olmakla damgalanmıştır. Hak ulemanın razı olduğu görüş de işte bu görüştür. Zira o mubarek şahsiyetler; Sıddîk’lardır. Allah katında Peygamberlere ve Vasîlere yakın bir makama sahiptirler.

Allah-u Teâlâ, En Mukaddes Peygamber’e (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) hitap ederek “Ve Secde edenler arasında dönüşünü de…” (Şuara 218) diye buyurmuş ve atalarının hepsini tenzîh etmiştir. (Ayette geçen “takallub – dönüş” kelimesi müfessirlerce bir atadan diğerine soy yoluyla geçiş olarak yorumlanmıştır.) Ayet Hz. Peygamber Efendimiz’in(Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) tüm atalarının Allah-u Teâlâ’nın razı olduğu hak secdeyi eda ettiğini ispat etmektedir. Kendileri hakkında nakledilmiş olan ve tuhaf karşılanan şeyler ise; ya kendi zamanlarında inen dinde meşru kılınmıştı ya da titizlikle ve dirayetle yapılan bir araştırma yapmadan anlamının anlaşılması mümkün olmayacak şeylerdir. Put marangozu ve Nemrud’un kahini olan Âzer ise Hz. İbrahim-i Halîl’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) soy açısından babası değildir. Hz. İbrahim’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) Babası’nın ismi Târikh idi. Âzer ise bir görüşe göre Amcasıdır. Bu tarihçilerin görüşüdür. Amcaya mecaz yoluyla baba denmesi yaygın bir kullanımdır. Kur’ân-ı Azîm-uş Şân’da da şöyle buyrulmaktadır: “Yoksa Yakub'a ölüm geldiği zaman sizler yanında mı idiniz? Hani O, oğullarına, “Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?” diye sormuştu da böylece onlar, “Senin ilahına ve babaların İbrahim, İsmail, İshak'ın ilahı olan tek ilaha ibadet edeceğiz, biz ancak O'na teslim olmuş kimseleriz” demişlerdi.” (Bakara 133) Burada Hz. İsmail’e (Allah'ın selâmı üzerine olsun) “baba” denmektedir.Ancak Hz. İsmail, Hz. Yakub’un (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) babası değil amcasıydı. Aynı şekilde Hz.İbrahim’e de (Allah'ın selâmı üzerine olsun) dedesi olduğu halde “baba” denmiştir.

İkinci bir görüşe göre ise Âzer, Hz. İbrahim’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) annesinin babasıydı. Anne tarafından baba da babadır. Âzer’in Hz.İbrahim’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) babası olmadığını destekleyen bir diğer delil de Allah-u Teâlâ’nın şu buyruğudur: “Hani İbrahim, babası Âzer’e demişti ki…” (Enam 74) Ayette Âzer, ismi ile ayırt edilmiştir. Eğer gerçekten Hz. İbrahim’i (Allah'ın selâmı üzerine olsun) dünyaya getiren babası kastedilseydi; “baba” sözcüğüne “Âzer” ismini eklemeye gerek kalmazdı. Hz. Resûlullah (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) atalarının cahiliyetin pisliğinden ve küfrün kan dökücülüğünden tertemiz olduklarını ilan etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Allah bizi yaratmak istediği zaman Âdem’in sulbünde nurdan bir direk olarak bize sûret verdi. O nur O’nun (Âdem’in) alnında parlıyordu. Sonra da O’nun vasîsi Şeys’e intikal etti. (Âdem’in) O’na (Şeys’e) yaptığı vasiyetlerin içinde; bu nuru ancak pâk kadınların rahmine yerleştirmesi de vardı. Bir uludan diğerine, bu vasiyete göre amel ediliş devam etti. Böylelikle en seçkin erkeklerden ve en üstün, en pâk kılınmış, en temiz hanımlardan doğduk. Ta ki Abdulmuttalib’in sulbüne varıncaya dek (tek bir parça idik). O (bu nuru) iki parçaya ayırdı. Bir yarısı Abdullah’taydı, O da Âmine’ye intikal etti. Bir yarısı da Ebu Talib’deydi o da Fatıma bint-i Esed’e intikal etti.”

Şimdi isimlerini sıraladığımız mubarek ataların üzerinde biraz duralım.

Adnan’a gelecek olursak; yaptığı konuşmalarda Hz. Peygamber’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin)geleceğini ve kendi soyundan olacağını açıklamış, O’na (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) uyulmasını ve izinden gidilmesini vasiyet etmiştir.

Oğlu Muadd ise, tevhidden sapan İsrailoğulları’na karşı birçok savaş yapmıştı. Girdiği her savaştan da zaferle döndü. Tevhid dini üzereydi. Hz. İbrahim-i Halîl’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) dinine mensup olduğu için de, Allah (Azze ve Celle)İrmiya’ya; Buhatnassar (Nebukadnessar’ın) intikamının O’na zarar vermemesi için O’nu Burak’ın üstünde taşımasını emredip şöyle buyurdu: “O’nun sulbunden tüm elçileri sonlandıracağım (mühürleyeceğim) Kerîm bir Peygamber çıkaracağım” İrmiya da O’nu Şam’a taşıdı. Nebukadnessar’ın ölümü ile birlikte tutuşturduğu fitne sönünceye (kadar Şam’da kaldı).

“Nezar”ın adının “nezar” olmasının sebebi şudur. Nezar dünyaya gelince babası Nübuvvet nurunun O’nun alnında ışıldadığını gördü. Bu munasebetle insanlara yemek dağıtıp “Bu O’nun (Nezar’ın) hakkında çok az bir şeydir.” (Yani bu yaptığımız O’nun hakkı karşısında çok küçük bir şeydir.) Arapça “az bir şey” kelimesi de “nezr” olarak ifade edilir. İsmi de buradan türemiştir.

Rebîa ve Mudar’ın hakkında onlara sövmeyi yasaklayan hadisler naklolunmuş ve onların mümin oldukları ifade edilmiştir. Mudar’ın sözlerinden biri de şudur: “Kötülük eken pişmanlık biçer.”

Mudar’ın oğlu İlyas da halkının büyüğü ve aşiretinin efendisidir. Sorunları O’ndan başkası çözemezdi. Beyt-i Harâm (Kâbe) için ilk deve kurbanı hediye eden ve Hz. Nuh (Allah'ın selâmı üzerine olsun) tufanının ardından boğulan Hz.İbrahim’in(Allah'ın selâmı üzerine olsun) makamını ilk bulandır. Tevhîd ehli bir mümindi ve O’na sövülmesini yasaklayan hadisler rivayet olunmuştur. (BURAYA BAK2) O’nda Hz. Muhammed Peygamber’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin)nûru vardı.

Kinâne ise yüce bir makama ve çok yakışıklı bir görünüşe sahip bir büyüktü. İlminden ve faziletinden dolayı Araplar dört bir yandan ziyaretine gelirdi. Şöyle derdi:

“Mekke’den Ahmed adından bir Peygamber’in çıkmasının vakti gelmiştir. Allah’a, iyiliğe, ihsan etmeye ve üstün ahlâka davet edecektir. O’na uyunuz; şerefinize şeref, izzetinize izzet artar. Getireceği hak (sözü) ve O’ndan naklolunanları sakın inkar etmeyiniz.”

“Bazen görünüş, verilen habere aykırı çıkar. (Oysa) güzelliği ile aldatmıştır, sınanmıştır ve kötü işleri (ortaya çıkmıştır). Görünüşe (aldanmaktan) sakın ve (hakkında) haber iste.”

Tek başına yemek yemekten de nefret ederdi.

Fehr ise; Yemen’de insanların ziyaret edeceği kutsal bir ev yapmak için Kabe’nin taşlarını çalmak üzere Yemen’den gelen Hassan b. Abdukilâl ile savaşmıştır. Fehr kazandı, Hassan b. Abdukilâl’i esir etti ve Hassan ile beraber gelen Humeyr de hezimete uğradı. Hassan üç yıl esir kaldı. Daha sonra kendini yüklü bir fidye karşılığında kurtarıp çıktı ve Mekke ile Yemen arasında öldü. Araplar da Fehr’den çekinmeye ve büyük saygı göstermeye başladı. Özellikle de alnında görülen Peygamberlik nuru sebebiyle Araplar arasındaki şanı büyüdü. Oğlu Galib’e şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Elinde olan az; eline geçecek olsa da (yüz suyunu döktükten sonra gelecek) çoktan daha zengin (kılar).” Tevhid ehliydi.

Luey oğlu Ka’b, Peygamber’i sürekli anar durur; Kureyş’e O’nun (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) kendi evlatlarından biri olacağını öğretir ve şöyle derdi: “Dinleyin, idrak edin. Öğrenin, size öğretilir. Anlamaya çalışın, anlamanız sağlanır. Gece karanlık, gündüz gelip gitmiştir, yeryüzü beşik (gibi), dağlar sımsıkı çakılıdır.Öncekiler de sonrakiler gibidir. Hepsi yokoluşa (gitmektedir). Oysa sıl-i rahim (Akrabalarınızı ziyaret) yapınız,(halinizi) düzeltinız. Hiç yok olup gidenin geldiğini ya da bir ölünün kalkıp önünüze çadır diktiğini gördünüz mü? Hareminizi (Kabe’yi) süsleyip O’na tazimde bulununuz (hürmet gösteriniz).O’na sımsıkı tutunun ve tefrikaya düşmeyin. O’na pek ulu bir haber gelecek ve O’ndan Kerîm bir peygamber çıkacaktır.”


Sahip olduğu makam ve halkının nezdindeki saygınlığı sebebiyle vefat ettiği yılın tarihini yazdılar. O’ndan sonra da Fil yılını tarihini ve Abdulmuttalib’in vefâtının tarihini yazdılar. (Yani Araplar arasında eskiden çok önemli olmadığı sürece bir olayın tarihi yazıya dökülmezdi.) Kendisi Cuma gününe ilk “Cuma” adını verendir. Cuma (toplanma) günü olarak adlandırmasının sebebi Kureyş’in bir arada toplandığı gündü. Cahiliye Arapları Cuma gününe “Urûbe – Araplık” günü derdi. İslam geldiğinde bu ismi ortadan kaldırdı ve Cuma’nın adını mühürleyip ölümsüzleştirdi.

Kilab b. Murre ise Hz.Peygamber’in Annesi Hz.Âmine’nin (Allah-u Teâlâ Hz. Peygamber Efendimiz’e ve Ailesine çokça salât etsin) üçüncü ve Babası Hz.Abdullah’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) dördüncü dedesidir. Cesareti ile tanınırdı ve alnında Hz.Peygamber’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) nûru parlardı.

Mekke’nin Efendisi Kusay’a gelince; o tüm halkını evlerinden toplayıp onları Mekke toprağına yerleştirmiş ve onlara Mekke’nin etrafını inşa etmelerini emretmiştir. Onlar da Kabe-i Muazzama’nın dört tarafını inşa edip kendilerine has kapılar yaptılar. Bir kapı Şeybeoğullarının, bir kapı Cumahoğullarının, bir kapı Mahzumoğullarının ve bir kapı da Sehmoğullarınındı. Kabe’nin etrafına da tavaf yapmaya yetecek kadar bir alan bıraktılar. Kusay ayrıca görüş alışverişi ve kendilerine sunulan görevlerde karşılıklı anlaşma sağlanması için Darunnedve’yi (Toplantı evi) yaptırdı. Kureyş Kusay’ın görüşlerini uğurlu bulur ve ona “Mucmî – Bir araya getiren” derdi. Hac vakti gelip çattığında Kureyş’e şöyle dedi: “İşte Hac vakti gelmiştir. Araplar sizin ne yaptığınızı duymuştur, size çok saygı göstermektedirler. Araplar arasında yemek vermekten daha büyük bir ikram bilmiyorum. Öyleyse (yemek vermek için) içinizden her insan malından bir haraç (miktarı) çıkarsın.” Onlar da söylediğini yaptılar ve çok para toplandı. Hacılar gelince onları doyurmak için Mekke’de kestirdiklerine ek olarak, Mekke’ye gelen tüm yollarda onlar için çok sayıda kurban kestirdi.Görebilmeleri için de Müzdelife’de ateş yaktı.

Ayrıca insanlara Mina günlerinde de yemek yaptı. İslam gelinceye kadar da bu gelenek devam etti. Sultan’ın Mina günlerinde verdiği yemek Kusay’dan kalma bir mirastır. Huzae kabilesi işte bu yüzden Kusay’a boyun eğip O’na Mekke’nin ve Beytullah-ı Harâm’ın sorumluluğu yetkisini teslim etti.

Kusay Beytullah-ı Harâm’dan sorumlu olma yetkisini üç şekilde almış olabilir.Ya Halîl’in ölümü sonrası vasiyet yoluyla almıştı.Ya da sorumluluk Kusay’ın eşi ve evlatlarının annesi olan Halil’in kızına miras kalmış, Kusay da eşinin bu hizmeti gerçekleştiremeyişi sebebiyle kocalık sorumluluğunun bir gereği olarak hizmeti devralmıştı.Ya da Kusay; Halîl’in vasîsi olan Huzaeli Eba Gabşani ile takas yaparak kıyafetler ve dişi deve sürüleri karşılığında Beytullah-ı Haram’ın sorumluluğunu devralmıştı.

Kusay’ın Beytullah-ı Haram’ın sorumluluğu yetkisini alma hususunda sahih olan da budur. Akıl, Hâtem-ul Enbiya Hz. Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) ceddinin tertemiz oluşuna sebebiyle buna hükmeder. Hz. İbrahim-i Halîl’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) şeriatinde ve tüm dinlerde yasak kılınan şarap ile takas edilmesi iddiası ise akıldışıdır. Hz. Peygamber’in Atasının (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) karşılığı haram olduğu ve kendisi de halkına bunu içmeyi yasakladığı halde şaraba bir kıymet biçip onunla bir şey almış olabilir mi hiç?! Oysa Kusay evlatlarına ve halkına şöyle diyordu: “Şaraptan uzak durunuz. O bedenleri düzeltmediği gibi zihinleri de bozar!” O halde nasıl iddia edildiği gibi bir takas yapmış olabilirdi?? Şöyle diyen biri asla arzusuna şarap kullanarak ulaşmak gibi bir hileye başvurmaz: “Çirkini güzel sayan kimse onun (çirkinin) çirkinliğine iner; kötüye iyilik eden kötülüğüne ortak olur, ikramın (saygı göstermenin) ıslah etmediği kimseyi aşağılanmak ıslah eder, kadrinden (hakettiğinden) fazlasını isteyen kimse mahruk kalmayı hakkeder, hasetkâr (sürekli kıskanan) kimse ise gizli düşmanın ta kendisidir.”

Kusay’ın oğlu Abdumenaf da şanıyla, şerefiyle zirvede bir şahsiyetti. Heybetinden ve görünüşünün güzelliğinden ona “Kamerul-Bathâ / Bathâ’nın (Mekke-i Mükerreme’nin yer aldığı vadinin) Dolunayı” denirdi. Hoşgörülü,çok cömert ve eliboldu. Babasının yaşadığı günlerden bile ona gelip para isteyen kimseyi geri çevirmezdi. Ona “Feyyaz- elibol (sel gibi doldurup taşırırcasına bağışta bulunan)” denirdi. “Menâf” olarak da adlandırılır. Menâf “yükselmiş, üstünleşmiş” gibi bir anlama gelir. Çünkü o kadar haşmetli, saygıdeğer ve üstün bir şahsiyetti ki dört bir yandan ziyaretine gelinirdi. Asıl adı “Abd- Kul” idi. Sonradan “Menaf” eklendi. Abdumenaf ismi, anlamı ve kökenine dair mirasımızda yapılan sahih açıklama işte budur.

İbn-i Dahlân’ın “Sîret-i Nebeviyye”sinde Abdumenaf’a dair aktardığı ve Abdumenaf’ın annesinin Menaf isminde bir puta hizmet ettiği iddiası ise tamamen gerçekdışıdır. Hz. Peygamber Efendimiz’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) atalarının hayatlarının her alanında hiçbir şekilde put karşısında boyun eğmediği hususunda hiçbir kuşku yoktur. Yüce Allah’ın (Azze ve Celle) Sevgilisi ve En Seçkin kulu Hz. Muhammed Mustafa’ya (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) bağışladığı engin faziletlerden biri de atalarının putlara tapmaktan nezîh oluşudur. O halde “Hz.Peygamber’in(Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) atalarının ve analarının (ana, nine, büyük nine vs) içerisinde putlara tapan ya da putlar karşısında boyun eğmiş olan kimseler vardı” iddiası da hiçbir şekilde sahih değildir; uydurmadır. Daha önce aktardığımız hadisler de buna delildir.

“Menaf” diye bir put da yoktur. Put olan “Menaf” değil, “Menat”tır. İbn-i Kelbî “Kitab-ul Esnam/Putlar kitabı” isimli kitabında S.32’de şöyle diyor: “Bilmiyorum ki; bu put neredeydi? Kime aitti? Kim inşa etti?”

Burdan Burekî ve Zübeyr’in “Abdumenaf’ın annesi, Menat’a hizmet etti o yüzden Abdumenat (Menat’ın kulu) olarak adlandırıldı. Ancak İbn-i Kinane adını Abdumenaf olarak değiştirmeyi önerdi ve Kusay da bu görüşü beğenip Abdumenaf’a çevirdi” iddiasının ne kadar gerçekdışı olduğunu anlıyoruz.

Abdumenaf’ın evi Kureyş’in en şerefli evlerinden biriydi. Efendileri olmasından ötürü Hz. İsmail’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) yayı ve Nezar’ın sancağı O’nun yanındaydı. Bazı eski kayalarda O’nun vasiyetine rastlanmıştı. Vasiyetlerinden biri de şöyleydi: “Kureyş’e, Allah Celle Celaluhu’nun takvasını ve sila-i rahim yapmayı vasiyet ediyorum.”

Oğlu Haşim de babasının izinden gitti ve hem Kureyş’in, hem de diğer Araplar’ın en üstünü haline geldi.Tıpkı babasına yaptıkları gibi O’na da büyük saygı duyuyor ve sözünü dinliyorlardı. Haşim tıpkı babası gibi hacca gelenlere yemek verirdi. Bir keresinde O’nun döneminde Kureyş bir kıtlık yılı geçirmişti. Bunun üzerine Haşim Şam’a kadar gidip un ve çörek getirdi. Sonra da ekmek yaptırıp hepsini (tirit yemeği yaptırmak için) küçük parçalara ayırttı ve bir sürü deveyi kurban kestirdi. Hepsini hacılara ikram edip hacılar doyuncaya kadar hepsini besledi. Sofrası her zaman açıktı; ne darlıkta ne de bollukta kaldırılmazdı. Yol himayesi altına alır, korkuda olanın korkusunu giderirdi. Zilhicce ayının hilali göründüğü zaman ertesi sabah, kapı tarafından sırtını Kabe’ye dayar ve halka şöyle bir konuşma yapardı:

“Ey Kureyş; sizler Araplar’ın efendileri, en güzel yüzlüleri, hilmi (yumuşak huyluluğu) en büyük olanları, soyca en ortada olanları ve Allah’ın evinin komşularısınız. Allah size velayeti ile ikramda bulunmuş ve İsmailoğulları içinde onun (evinin) komşuluğunda olmayı size has kılmıştır. Allah’ın ziyaretçileri, O’nun evine tazimde bulunmak üzere size gelmektedir. Öylese onlar O’nun misafirleridir. Allah’ın misafirlerini en çok ağırlaması gerekenler sizlersiniz. Öyleyse O’nun misafirlerini ve ziyaretçilerini ağırlayın.Onlar her diyardan; toza toprağa bulana bulana, sırtı göçük (uzak mesafe yolculuklarının yapıldığı binilme yeri rahat olmayan) bineklere binip (binbir güçlükle) O’na doğru gelmiştir. Şu binanın (Kabe’nin) Rabbi’ne and olsun; eğer buna yetecek kadar malım olsaydı, benden başkasının malına ihtiyacınız kalmazdı (hepsini kendim karşılardım). Ben helal malımdan onunla sıla-i rahmi kesmediğim, zulüml alınmamış ve ona hiç haram karışmamış helal malımdan (hacılara hizmetine pay) çıkardım. Yapmak isteyen bunun gibi yapsın. Bu evin (Kabe’nin) hürmeti hakkı için; Allah’ın evinin ziyaretçilerini ağırlamak ve onların azığı için içinizden hiç kimsenin tayyib (güzel ve helal) olmayan, sıla-i rahmi kestiği ya da gasp yoluyla elde ettiği hiçbir malı (kullanmamasını) istiyorum.”

Onlar da bu hususa çok önem verip çaba sarf ediyor ve mallarından bu şartlara uyanı bir parça ayırıp Darunnedve’ye koyuyorlardı.

Kureyş’e Yemen’e ve Şam’a yolculuk yapmayı adet haline getiren de Haşim’dir. Kureyş için Rum ve Gassanî krallarından güvence almıştır.Daha önce Kureyş’in ticareti Mekke’yi ve dolaylarını geçmezdi. Arap olmayanlar başka yerlerden onlara mallar getirir, onlar da satın alırdı. Bu Haşim, Şam’a gidinceye kadar devam etti. Haşim Şam’a gidip Şam’a hükmeden Rum Kralı’na misafir oldu. Kral Haşim’in yakışıklı ve heybetli görünüşünü, güzel ahlakını ve dillere destan olmuş cömertliğini çok beğenip Haşim’in isteğini geri çevirmedi ve ticaret için Haşim’e gidilmesine izin verdi. Ayrıca taraflar arasında karşılıklı güven anlaşması imzalandı. Böylece Haşim’in insanlar arasındaki konumu daha da yükseldi. Yazları Yemen’e ve kışın da Şam’a gidiyordu. Ticaretine de Arapların Kabile başlarını götürüyor, Yemen ve Şam krallıyla yaptığı ticarete onları da ortak ediyor ve onlara da kârından bir pay ayırıp develerinden bir kısmını onlar için götürüyordu. Onları o güç yolculukları yapmaktan kurtarıyor, onlar da ticarete gidip geldiği esnada düşmanların saldırılarından ve problemlerinden koruyordu. Bu durum her iki tarafın da yararınaydı; yerinde duran kazançlıydı, yola giden de korunuyordu. Böylece Kureyş bu vesileyle verim elde etti, Haşim’in bereketiyle dört bir yandan Kureyş’e gelinmeye başladı ve Kureyş önemli bir ticari odak haline geldi. Kur’ân-i Mecîd’de Kureyş Sûresi’nde bahsedilen bir araya getirip, ısındırma ve uzlaştırma işte bu olaydır.

“Ey insanlar! Biz İbrahim’in hanedânı, İsmail’i zürriyeti, Nadar b. Kinane’nin oğulları, Kusay b. Kilâb’ın evlatları, Mekke’nin efendileri ve Harem’in (Kabe’nin) sakinleriyiz. Hepsinde, yardımına koşmanın ve çağrısına icabetin vacip olduğu bir halef vardır; ancak aşirete kötülüğü ve sıla-i rahmi kesmeye çağırmaya emrederse başka. (O zaman yardımına koşmak ve çağrısına icabet vacip değildir.)”

“Ey Kusayoğulları! Sizler ağacın dalları gibisiniz; biriniz kırılır ise dostu (diğer dal) onu özler. Kılıç da ancak kınında korunur. Aşiretine ok atana kendi oku isabet eder. İnadından kavgaya giren kimseyi (inadı) zulme götürür.”

“Ey insanlar! Hilim (yumuşak huyluluk) şereftir, sabır zaferdir, iyilik (maruf) hazinedir, eliaçıklık efendiliktir ve cehalet de beyinsizliktir. Günler korkuyla, felek değişimlerle (doludur). Kişi yaptığına mensuptur, işi ile tutuludur.O halde iyilik yapın, övgü kazanırsınız; fuzulî (işleri ve sözleri) bırakın, beyinsizler sizden uzak durur. Sizinle oturanı ağırlayın, meclisiniz (aşiretinizin toplanma yeri) bayındır olur. Yakınlarınız olmayan ama sizinle oturup kalkanları da koruyun, komşunuz (ve himayenizde) olmayı arzularlar. İnsaf edin, size güvenilir. Üstün ahlaka (sarılınız), zira o yüceliktir; aşağılık ahlaktan da sakınınız, zira o şerefi düşürür ve şanı yıkar. Cahilin böğürmesi, kabahat işlemesinden yeğdir. (Cahil suç işleyeceğine, bırak böğürsün). Aşiretin başı, (aşiretin) yükünü taşır. Yumuşak huylunun makamı (tavrı), faydalanacak kimse için bir nasihattir.”

Haşim’in alnındaki Peygamberlik nûru karanlık gecede de parlardı. Ne zaman bir taşın ya da bir ağacın yanında geçse O’na şöyle derdi: “Müjde olsun Sana Haşim! Senin soyundan Allah’ın yarattıklarının en üstünü ve Peygamberlerin sonuncusu Muhammed zuhûr edecek (çıkacak)!”

Babası Abdumenaf, tıpkı O’na babası Kusay’ın yaptığı vasiyeti yaptı: Bu nuru ancak pak kadınların rahmine yerleştirecek ve böyle yapacağına dair ahdedecekti (kesin söz verecekti). Haşim de bunu kabul etti.

Daha önce de dediğimiz gibi bu ahit, Hz. Adem’den (Allah'ın selâmı üzerine olsun) bu yana gelen bir ahitti. Bunu bilen nice Pers büyükleri ve Rum eşrafı Haşim’i kızları ile evlendirmeyi arzuluyor, ancak Haşim kendisine gelen evlilik tekliflerini reddediyordu. Bir gün rüyasında birinin kendisine şöyle dediğini gördü: “Neccaroğullarından Mazin oğlu Ganam oğlu Amir oğlu Zeyd oğlu Hudas oğlu Lebîd oğlu Amr’ın kızı Selma (ile evlen). O paktır ve etekleri(ne kadar) pak kılınmıştır. Kadınlar arasında ona benzeyen birisi yoktur. Onun için çokça mehir ver. Çünkü sen O’ndan, Peygamber’in O’ndan olacağı bir evlat ile rızıklanacaksın!”

Haşim de kardeşi Muttalib ve Amcasıoğulları ile Medîne’ye gitti. Yanlarında Nezar’ın sancağını alıp en lüks kıyafetleri ve kalkanları kuşandılar.

Bir araya geldiklerinde Abdumenaf’ın oğlu Muttalib bir konuşma yaparak şunları söyledi: “Bizler Beytullah-ı Haram’ın ve Haccın eda edildiği yüce mekanların yanından sizi ziyarete gelen bir heyetiz. Bize gelmek için ayaklar yorulur. Siz de bizim şerefimizi ve efendiliğimizi bilirsiniz. Allah parıl parıl parıldayan nurunu ve apaydın ışığı ile bizi özel kılmıştır. Bizler Galiboğlu Luey’in evlatlarıyız. Bu nur Abdumenaf’a, sonra da kardeşimiz Haşim’e intikal etmiştir. (Bu nur da) Hz. Âdem’den(Allah'ın selâmı üzerine olsun) beri bizimledir. Allah (O nuru) size doğru sürmüş ve karşınıza getirmiştir. Bizler kerîmenizi istiyor ve sizinle (akrabalık bağı) kurmayı arzuluyoruz.”

Selma’nın babası Amr da talebi memnuniyetle karşılayıp kabul etti ve istedikleri gibi mehir biçildi.

Haşim Selma ile evlenip zifaf gerçekleştikten sonra hamile kaldı ve bu nur karnındaki Abdulmuttalib intikal etti. Selma hamile iken sürekli insanların en hayırlısının geleceğine dair müjdeler işitiyordu. Bu sesler onu korkutmaya başlamıştı. Durumu Haşim’e anlattı ve Haşim de O’na Hz. Peygamber’i (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) anlatıp içini ferahlattı.

Ve Abdulmuttalib dünyaya geldi. O’nu görenler o kadar çok övüyordu ki O’na “Şebîh-ul Hamd / Övgüye benzeyen” deniyordu. Kureyş başına gelen felaketlerde O’na koşuyor, sıkıntılarında O’na sığınıyordu. Kemal ve üstünlük açısından tartışmasız bir şekilde halkının en şereflisi ve en üstünüydü. Kureyş’in halîm (yumuşak huylu) ve bilge efendilerindendi.

Adet haline getirdiği bazı hususları daha sonra İslam dini de hüküm kıldı. Mesela babanın evlendiği bir kadın ile evladın evlenmesini yasakladı. Bir hazine bulunduğunda beşte birini (humusunu) ayırır ve sadaka verirdi. Adam öldürme suçuna yüz deve cezası koydu. Kureyş nezdinde kaç tur tavaf yapılması gerektiğine dair belli bir sayı yoktu.Yedi tur yapılmasını O âdet haline getirdi. Hırsızın elinin kesilmesi cezasını da o koydu. Şarabı, zinayı, Kabe’nin çıplak bir şekilde tavaf edilmesini, fal oklarıyla rızık bölüştürmesi (piyango gibi bir işlem) ve putlar için kesilen hayvanların yenmesini yasakladı.

Şöyle deidği rivayet olunmuştur: “Zulmeden kimse ondan intikam alınmadığı sürece dünyadan çıkmaz. Bu yurdun (dünya hayatının) ardında; iyilik yapanın iyiliğinin ve kötülük yapanın kötülüğünün karşılığını gördüğü bir yurt (ahret) vardır. Şayet zulmedene cezası dünyada dökülmez ise (o cezası) ahrette hazır beklemektedir.”

Ona elibolluğundan ve cömertliğinden “Feyyaz” denirdi. (Anlamı daha önce açıklandı) Sofrası o kadar engindi ki bineğine binen ve yola giden kimse bile sofrasından yerdi. Sofradan arta kalanlar da kuşların ve hayvanların yemesi için Ebi Kubeys Dağı’na (Mekke’de meşhur bir dağa) kaldırılırdı.

İzzeti ve şerefinden ötürü O’nun oturması için Kabe’nin yanı başına örtü serilirdi ve bu O’ndan başka hiç kimseye yapılmazdı. Bu örtüde de O ve Hz. Muhammed Mustafa’dan (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) başka hiç kimse oturmazdı. Hz.Peygamber Efendimiz’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) amcalarından birisi o sıralarda küçük yaşlarda olan Efendimiz’i (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) kenara çekmek istediği zaman Abdulmuttalib izin vermez ve şöyle derdi: “O’nun pek yüce bir şanı ve mülkü (iktidarı, otoritesi) vardır.”

Bu da şaşılacak bir şey değildir. Abdulmuttalib vasîlerden biriydi ve semâvî kitapları okumuştu. Hz.Ebu Talib, Resûlullah’a(Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ailesine salât etsin) babasını anlatmış ve şöyle demişti: “Babam tüm (semavî) kitapları okurdu. Şöyle derdi: “Benim sulbümden bir Peygamber vardır. O (Peygamberliğini ilan ettiği) zamana yetişip O’na iman etmeyi ne çok isterdim! Evlatlarımdan her kim O’na yetişirse O’na iman etsin!”

Mekke’nin Efendisi Ebu Talib’de tıpkı babası gibi “Şebîhul-Hamd” (yukarıda açıklandı) idi. Peygamberlerin ümmetlere getirdiği hükümleri ve gelecekte gerçekleşecek olayları iyi bilirdi. Çünkü O da vasîlerden biri idi ve Hz. Peygamber’e (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) teslim edinceye kadar ilahi vasiyetin emanetçisi idi.

Derest b. Mansur’dan şöyle nakledilmiştir: Birinci Ebu Hasan’a (Hz.İmam Zeynelabidîn’e - Allah'ın selâmı üzerine olsun) şöyle dedim:

“Ebu Talib Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) üzerine hüccet olmuş muydu?”
“Hayır, ancak vasiyetlerin emanetçisiydi ve (emaneti) Hz. Peygamber’e (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin)verdi” diye buyurdu.
Ben de: “O’nun üzerine hüccet olarak mı (emaneti) verdi” diye sordum.

(Allah'ın selâmı üzerine olsun) şöyle buyurdu: “Eğer O’nun üzerinde hüccet olsaydı (emaneti) O’na vermezdi”

“Peki Ebu Talib’in durumu neydi?”

“Ölünceye kadar Peygamber’in Peygamberliğini ikrar etti” (Yani ölünceye kadar hep O’na iman etti ve iman üzere dünyadan göçtü)

Allame Meclisi şöyle diyor: “Tüm Şia, Hz. Ebu Talib’in asla puta tapmadığı ve Hz. İbrahim-i Halîl’in vasîlerinden (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) biri olduğu hususunda icma üzeredir (görüş birliğine varmıştır).”

Tabresî de Ehlibeyt’in (Allah'ın selâmı hepsine olsun) bu husustaki görüş birliğini anlatmış ve İbn-i Batrîk de Mustedrek adlı kitabında bunu onaylamıştır.

Şeyh Sadûk şöyle demiştir: “Abdulmuttalib ve Ebu Talib, Hz. Peygamber’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin)(Peygamberliği ve hakikati) meselesi hakkında ulemanın en bilgini ve en arifleriydi. (Bunu bildiklerini) cahillerden ve kafirlerden saklı tutuyorlardı.”

Hz.Ebu Talib’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) tevhid dini ve Hz. İbrahim’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) milletine mensup olduğuna dair bir diğer delil de şudur:

Müminlerin Emîri’nin (Allah'ın selâmı üzerine olsun) mubarek viladeti gecesi Kureyş birbirinden şaşırtıcı olaylar yaşadı. Ebu Kubeys dağı o gece titreyip durunca Kureyşli müşrikler dağ yatışsın diye taptıkları putları getirdiler. Bunun üzerine dağlar sarsıldı ve putlar düştü. Onlar da bunun üzerine Hz.Ebu Talib’e (Allah'ın selâmı üzerine olsun) sığındılar. Çünkü O korku içinde olanların, darda kalanların ve sıkıntıya düçar olanların sığındığı kapıydı. O’ndan (Allah'ın selâmı üzerine olsun) bu korkularını gidermesini istediler. O (Allah'ın selâmı üzerine olsun) da mubarek ellerini açarak Allah-u Teâlâ’ya şu kelimelerle yalvardı: “İlahım! Senden övülmüş Muhammedîliğin, Âlî (Yüksek, yüce) Alevîliğin ve Ak Fatımalığın hürmetine Tihame’ye (Mekke şehri) refet (esirgeme, şefkat) ve rahmet ile fazlda (lütufta) bulunmanı niyaz ediyorum!” Bunun üzerine dağ yatıştı ve başlarına gelen sıkıntı gitti. Böylece Kureyş bu isimleri, henüz sahipleri tanınmadan öğrenmiş oldu. Araplar artık zorlu ve sıkıntılı olaylar baş gösterince, hakikatlerini ve ne anlama geldiklerini bu isimlerle dua ediyordu. Hem de ne anlama geldiklerini ve hakikatini bilmeden. Çünkü bu isimlerle edilen duanın ne kadar etkili olduğunu görmüşlerdi.

Bu yüzden de Hz. Abdulmuttalib, Hz.Peygamber’e (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ailesine salât etsin) bakma sorumluluğunu diğer evlatlarına değil Hz.Ebu Talib’e (Allah'ın selâmı üzerine olsun) verip şöyle dedi:

Künyesi Talib olana vasiyet bıraktım…Abdumenaf’tır (adı) ve deneyim sahibidir
Yakınların en üstün olan O Habîb’i (vasiyet ediyorum)…Gidip dönmeyenin evladını (emanet bırakıyorum)

Hz.Ebu Talib (Allah'ın selâmı üzerine olsun) de şöyle cevap verdi:

Yapmam gerekeni ve zaten vacip olanı vasiyet etmeyesin… Ben şaşırtıcı işlerin en şaşırtıcısını işitmişim
Her alimin ve yazarın mürekkebinden (duymuşum)… Allah’ın hamd ettirdiği rahip sözünü (duymuşum) (*)

(* Ticari yolculuğu esnasında bir rahip Hz. Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) üzerinden gitmeyen bulut ve diğer alametleri görünce Hz.Ebu Talib’e (Allah'ın selâmı üzerine olsun) O’nun (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) peygamber olacağını bildirmişti. O olaya atıfta bulunuyor) 

Bunun üzerine Hz.Abdulmuttalib (Allah'ın selâmı üzerine olsun) şöyle dedi: “Bak Ey Eba Talib! Babasının kokusunu koklamamış ve annesinin şefkatini tatmamış bu yalnızın (yetimin) koruyucusu olasın! Bak; senin nezdindeki konumu, ciğerinin bedenindeki yeri (gibi) olsun! Tüm evlatlarımı bırakıp O’nun (bakımını) sana has kıldım. Çünkü sen O’nun babasının annesindensin. Şunu bil; O’nu takip edebilirsen et ve dilinle, elinle, malınla O’nun yardımına koş! Çünkü Vallahi O sizin efendiniz olacak ve hiçbir atamın sahip olmadığı bir mülkün (iktidarın) sahibi olacaktır! Vasiyetimi kabul ediyor musun!”

“Evet; Allah şahid olsun ki kabul ediyorum!” dedi.

Bunun üzerine Hz.Abdulmuttalib (Allah'ın selâmı üzerine olsun) şöyle dedi: “Şimdi ölümü benim için hafiflettin işte!”

Sonra da O’nu öpmeye başladı. O’nu öptükçe öpüyor ve şöyle diyordu: “Şahadet ederim ki oğullarımın içinde senden daha güzel kokulu ve daha güzel yüzlü hiç kimseyi görmedim!”

Hz.Ebu Talib (Allah'ın selâmı üzerine olsun) şefkatli babasının bu adımına çok sevindi. Rahmet Peygamberi’nin (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) bakımını üstlenmeye başlayarak ölümsüzlük diyarının büyük saadetini kendine hazırlamaya başladı. O’nun (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) sorumluluğunu üstlendi ve küçük yaşlardan itibaren malıyla ve makamıyla O’nu (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) Yahudilerden, Araplar’dan ve Kureyş’ten korudu. O’nu (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) kendi ailesinden de, canından da önde tutuyor ve kimseyi O’nun (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) önüne geçirmiyordu. Dokuz yaşına geldiğinde kutsî siluetinin emareleri çok daha çarpıcı bir biçimde beliriyordu artı. O’na (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin)bakan gözleri nuranî, heybetli ve ağırbaşlı görüntüsü ile hayran bırakıyordu. Gülüşlerinin çoğu gülümsemeden öteye geçmezdi. Başkalarıyla birlikte olmaktan çok yalnız kalarak huzur bulurdu.
Önüne yiyecek ya da içecek konduğunda “Bismillahil-Ahad / Ahad (kendisinden başkası olmayan, tekil,yegane) olan Allah’ın adıyla” demeden yemez ya da içmezdi. Yemeği bitirince de Allah’a (Azze ve Celle) hamd-u senâ ederdi. O’nu (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) uyurken gözlemleyen kimse alnından yükselen nurun semaların en ücra noktasına doğru yükseldiğini görürdü.
Bir gün Hz. Ebu Talib (Allah'ın selâmı üzerine olsun) Hz. Peygamber Efendimiz (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) ile birlikte Zî Mecaz denen bir yerde idi. Susamıştı, ancak etrafta su bulamıyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber Efendimiz (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) orada bulunan bir kayaya gitti ve mubarek ayağıyla kayayı tepti. Efendimiz’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) mubarek ayağının değmesiyle birlikte kayanın altından saf ve soğuk bir su çıkmaya başladı.
Ayrıca bazen Hz.Ebu Talib’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) evindeki yemek az olurdu. Eğer Hz. Peygamber Efendimiz (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) o yemekten biraz olsun yerse o yemek öyle bereketlenirdi ki; sadece ev halkının değil, koca koca kalabalıkların bile karnını doyurmaya yeterdi.

Tüm bu anlattıklarımız; Hz. Ebu Talib’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun), Kardeşi oğlu Hz. Peygamber Efendimiz’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) Peygamberleriğinden hiçbir şüphesi olmadığını kabul etmek için yeter.

Buna ek olarak Hz. Hatice’yi Hz. Peygamber Efendimiz’e (Allah-u Teâlâ O'na ve Ailesine salât etsin) isterken yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Vallahî bundan sonra (gelecekte); O’nun için yüce bir haber ve çok büyük bir tehlike vardır”

Kureyş’e yaptığı vasiyette de şöyle dediği naklolunmuştur: “Size Muhammed hakkında hayrı vasiyet ediyorum. Zira O Kureyş’te emîn (pek güvenilir), Araplar içinde de Sıddîk (dosdoğru olan kimsedir) ve size yapmanızı (ya da olmanızı) tavsiye ettiği her şeyi bizzat kendisi yapan (ya da öyle olandır). Öyle bir iş ile gelmiştir ki, o işin önünde cennetler vardır.”

Abbas b. Abdulmuttalib Hz.Ebu Talib’e (Allah'ın selâmı üzerine olsun) Kureyş’in Hz. Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) aleyhine düşman olmak için toplandıklarını haber verdiği zaman O’na şöyle demiştir: “Babam bana Resûl’ün hak üzere olduğunu ve Kureyş’in O’na düşmanlığının O’na zarar veremeyeceğini bildirdi. Babam tüm (semavî) kitapları okur ve şöyl derdi: Sulbümden bir Peygamber vardır (çıkacaktır). O’na yetişip O’na iman etmeyi ne çok isterdim! O’na (dönemine) yetişen kimse O’na iman etsin!”

Kendisi de o kitapları okuduğu halde Babasının da o kitapları okumuş olduğunu delil olarak getirmesi; Hz. Peygamber’in(Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) Peygamberliğinin doğru olduğuna ve getirdiği hak dine sarılmasının farz oluşuna dair ne kadar titiz ve dikkatli bir ispat yöntemi kullandığını göstermektedir.

Yeğeninin getirdiği ilahi mesaj, Peygamberlerin getirdiği tüm dinlerin sonuncusu ve tamamlayıcısıydı. Bu hususta biraz olsun kuşkusu yoktu ve tamamen iman etmişti. Zaten kendisi de Son Peygamber’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) nuru o topraklara doğmadan önce orada bulunanların en hayırlısıydı ve müjdelenen Peygamber’in sıfatlarını çok iyi biliyordu.

Bu yüzden de bazı Hristiyan ve Yahudi alimler O’na; Tevrat’ın ve İncil’in diliyle yeğeni Muhammed’in o pâk ruhun sahibi olan tertemiz Peygamber (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) olacağını bildirince Hz.Ebu Talib (Allah'ın selâmı üzerine olsun) bunu gizli tutup haberi yaymamalarını istemişti ve şöyle demişti: “Babam bana O’nun Seçilmiş Peygamber olacağını bildirmiş ve düşmanların O’na kastetmemesi için bunu gizli tutmamı emretmişti”

Eğer İslam’ın davetinin hak davet olduğuna iman etmemiş olmasaydı, Hz. Hamza (Allah'ın selâmı üzerine olsun)Müslümanlığını açığa vurunca O’na şöyle demezdi:

Öyleyse Ahmed’in dinine sabret Ey Ebu Yâ’lâ

Dine mazhar ol, sabırlı olmaya muvaffak olasın

Rabbi’nin katından din getirenin (yükünü) …Doğruluk ve hak ile (hafiflet) ve kafir olma ey Hamza

Mümin olduğunu söyleyince beni mutlu ettin… Öyleyse Allah Resûlu’ne, Allah (yolunda) yaran olasın!

Kureyş’e açıkça ilan ettiğin şey ile nida et … Ve “Muhammed asla büyücü olmamıştır!” de

Kureyş’e cevap verirken de şöyle demişti:

Görmediniz bizim Muhammed’i Peygamber olarak… Tıpkı, Musa gibi, ilk kitaplarda yazılı bulduğumuzu

Ayrıca şöyle demişti:

Abdullah’ın oğlu bizim yanımızda tasdik edilmiş olarak kalır… Toplumumuzun öfkesinden dolayı da O’na sitem edilmez

Şöyle de demişti:

Emîndir, kullar arasında sevilmiştir…Mühür nişanesi vardır, belki de tüm mühürlerin en üstünüdür
İnsanlar O’nun üzerinde açıkça belirgin bir delil ve heybet görürler… Yaptığı işlerde cahil de değildir, âlim misalidir
Peygamberdir, Rabbi’nin katından O’na vahy gelmiştir… “O’na böyle şeyler işittirilmiyor (vahy gelmiyor)” diyen kimse bin pişman olur (ve öyle kalır)

Necaşî’ye hitaben de şöyle dmeiştir

Bilmiyor musun ey insanların seçkini, Muhammed’in…. Musa’ya ve Meryem oğlu İsa’ya vezîr olduğunu?
Onların getirdiği gibi hidayet getirmiştir… Her biri Allah’ın emriyle hidayete eriştirir ve korur
Sizler O’nu kitabınızda okuyorsunuz… Gerçek sözüyle (diliyle) ama, çevrilmiş sözle değil
Öyleyse Allah’a bir nid (rakip) kılmayın ve Müslüman olun… Zira kuşkusuz hakkın yolu karanlık olmaz

Ve şöyle demiştir

Git oğlum, kadrin hiç azalmasın (hep yükselesin)… Git ve seninle gözleri aydınlat (seninle gözler aydınlansın)
Vallahi hepsi birden (aleyhine toplanıp birlik olsa) da… Toprak bana yastık oluncaya dek sana ulaşamayacaklar
Beni davet ettin, senin (sadık) yardımcım olduğunu (öteden) beri bilirsin… (Hep) doğru söyledin ve önceden beri emîn idin
Öyle bir dini andın ki… Yaratılmışlara (inen) dinler içinde en hayırlısı olduğuna hiç şüphe yoktur!

Bu denli açık bir itiraftan sonra yinne de kalkıp Hz.Ebu Talib’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) imanından kuşku duymak mümkün mü? “Biz Muhammed’i Musa gibi bir Peygamber bulduk” diyip Peygamberliğini itiraf edip O’ndan (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) daha önceki Peygamberlerin (Allah'ın selâmı hepsine olsun) getirdiği ilahi mesajları ikrar eden birine bu kuşku ile muamele etmek caiz midir?? Peygamberliği kabul etmek “Böylece Abdullah’ın oğlu bizde Peygamber oldu” sözünden daha belagatli bir şekilde söylenebilir mi? Bir Müslümanın “Şehadet ederim ki; Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed de O’nun Resûlüdür” demesi ile “Ahmed onlara sıdkı (doğru söz) getirmiştir, hiçbir zaman da yalancılıkla itham edilmemiştir!” demesi arasında ne fark vardır ki?

“Hz. Muhammed (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin); Hz. Musa ve Hz. İsa (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) gibi hidayeti ve hak yolu getirmiş bir Peygamberdir” diyen birinin kafir olduğuna nasıl hüküm verilir! Bir Müslüman’ın İslamını şundan daha açık bir şekilde ilan eden bir söz olabilir mi:

“Öyle bir dini andın ki… Yaratılmışlara (inen) dinler içinde en hayırlısı olduğuna hiç şüphe yoktur!”

Hz. Ebu Talib (Allah'ın selâmı üzerine olsun) Yeğeni’nin (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) sözünün doğru olduğuna inanmamış olsa; Kureyş’e O’nun (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) üstünlüğünü ve bildirdiklerinin doğru olduğunu göstermek ve Peygamberliğine iman ettiğini göstermek için şöyle yapar mıydı?

Şöyle demişti:

“Kardeşim oğlu; Allah mı seni (resul olarak) gönderdi?”

“Evet” diye buyurdu.

“Peygamberlerin mucizeleri ve olağanüstü (olayları) vardır; o halde bize bir ayet (işaret) göster” dedi

(Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) şöyle buyurdu: “Amca, şu ağacı çağır ve şöyle de: “Abdullah oğlu Muhammed sana “Allah’ın izniyle gel!” diyor” Hz.Ebu Talib (Allah'ın selâmı üzerine olsun) de ağacı çağırdı ve ağaç gelip O’nun (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) önünde secdeye vardı. Sonra da ona gitmesini emretti ve ağaç da derhal yerine döndü. Bunun üzerine Hz. Ebu Talib (Allah'ın selâmı üzerine olsun) “Şehadet ederim ki sen doğru sözlüsün (hep doğruyu söyleyensin”

Sonra da oğlu Hz. Ali’ye (Allah'ın selâmı üzerine olsun) dönerek şöyle dedi: “Oğulcuğum, O’nun yanından ayrılma”

Bir keresinde oğlu Hz. Ali’ye (Allah'ın selâmı üzerine olsun) şöyle demişti:

“Bu (takip ettiğin yol) nedir?”

Şöyle buyurdu: “Babacığım; Allah’a ve Resûlü’ne iman edip getirdiklerini tasdik ettim ve O’na katılıp O’nu takip ettim.” Bunun üzerine Hz. Ebu Talib (Allah'ın selâmı üzerine olsun) şöyle dedi: “O var ya; O seni hayırdan başkasına çağırmaz, öyleyse O’nun yanından (hiç) ayrılma”

Bir araştırmacı için bunca delil; Mekke’nin Efendisi Hz.Ebu Talib’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) hanîf dine sıkı sıkıya bağlı olduğuna ve Kureyş’in tağutlarına karşı verdiği büyük mücadele de Hz. Peygamber’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) takipçisi olduğuna dair hiçbir kuşkuya mahal bırakmamaktadır. Her ne kadar birtakım tarihçiler; Hz.Ebu Talib’e(Allah'ın selâmı üzerine olsun) Oğlu’na (Hz. İmam Ali’ye - Allah'ın selâmı üzerine olsun) duydukları kinden ve arayıp taramalarına rağmen hiçbir eksiğini ya da gediğini bulamadıklarından dolayı babasına ve annesine saldırmış olsa da gerçek olduğu gibi gerçek kalacaktır. Bu tayfa; Hz. İmam Ali’yi (Allah'ın selâmı üzerine olsun) incitmek ve daha önceleri küfür ile tanınmış halde yine de O’nunla boy ölçüşmeye çalışanları pohpohlamak amacıyla Hz.Ebu Talib’e (Allah'ın selâmı üzerine olsun) yapmadığı şeyleri isnat etmişlerdir. Hz. Peygamber’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) ya da Vasîsi Hz. İmam Ali’nin (Allah'ın selâmı üzerine olsun) itibarını zedeleyemediklerinden pusulalarını Müminlerin Emîri’nin (Allah'ın selâmı üzerine olsun) pek muhterem ebeveynine çevirmiş ve iğrenç yaftalar yapıştırmaya kalkmışlardır. Atacakları iftiraların önünü almaması için; o pek saygıdeğer şahsiyetler hakkında nakledilmiş olan faziletlerin üzerini örtmüş olmaları da muhtemeldir.

Buna bir delil de bazı yazarların Bedir savaşının esirlerinden söz ederken şöyle demiş olmalarıdır: “Esirler arasında Hz. Peygamber’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) amcası Abbas ve amcasının oğlu Akîl (Ali’nin kardeşi) bulunuyordu.”

Eğer yazarın amacı esir edileni tanıtmak olsaydı; tıpkı “Hz.Peygamber’in amcası Abbas” dediği gibi “Hz. Peygamber’in amcasının oğlu” diyerek yetinir ve parantez içinde “Ali’nin kardeşi” yazmaya gerek duymazdı.Bu kelimenin neden parantez içinde yazılmış olduğu ve yazarın neyi ima etmeye kalkıştığı açıktır. Ancak muradına erememiş ve başarısız olmuştur. Heyhât! Ne kadar da boş bir kuruntunun peşinden koşmuştur! Güneş balçıkla sıvanır mı hiç?!

Sonra bir başka tarihçi güruhu gelip kaynaklarını garezli kesimlerle kısıtlı tuttular ve onlara dayanan her şeyin gerçeğin ta kendisi saydılar. Böylece hurafelerden uydurmalara ve kötü niyetli kinder fikirlere varıncaa dek bir sürü ipe sapa gelmez şey kaynaklarına girdi. Bunun sonucunda da gerçekler ihmal edildi ve aslı astarı olmayan batıl sözler hadis olarak insanlara anlatıldı.

Bunun bir parçası olarak Hz.Ebu Talib’e (Allah'ın selâmı üzerine olsun) şöyle dediği “Ben kıçımı başımdan yüksekte tutturmanızdan hoşlanmam” diye bir yalan söz isnat edilmiştir. (Secde edilince insanın başının oturduğu yerden daha yüksek olması kastediliyor ve Hz. Ebu Talib’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) bu yüzden secde etmediği söylenmeye çalışılıyor.)

Sonra da Hz. Resûlullah’a (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:

“Bu din nedir?”

Hz. Resûlullah (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) şöyle buyurdu: “Allah’ın dinidir. Meleklerinin ve resullerinin dinidir. Babamız İbrahim’in dinidir. Allah beni kullara göndermiştir. Sen O’nun hidayetine davete ve bana (bu çağrıma) icabet etmeye daha layıksın”

Bunun üzerine Hz.Ebu Talib (Allah'ın selâmı üzerine olsun) şöyle dedi: “Kendi dinim ve atalarımın dini (olan dinden) ayrılmam. Vallahi ben yaşadığım sürece Kureyş’ten sana hiçbir (kötülük) ulaşamayacaktır!”

Bu sözden kalkıp Hz.Ebu Talib’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) putlara tapan biri olduğu sonucunu çıkardılar! Nasıl olur?!! Oysa bu tam tersine O’nun tevhid ehli olduğuna delildir!

Verdiği cevap “tevriye” (amacını gizleme) sanatının ve belagatın en nefis örneklerindendir. Hz. Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) “O’nun davetine daha layıksın” buyruğuna icabeten söylediği “Ben dinim ve atalarımın dini (olan dinden) ayrılamam” sözüyle imanını itiraf etmektedir. Kendi dini ve atalarının dinini terk etmeyeceğini söylerken asla tevhidden, haktan ve hidayetten ayrılmayacağını söylemektedir. Çünkü kendi dini ve atalarının dini olan din; Hz. İbrahim-i Halil’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) getirdiği hanif dinden başka bir din değildi ki! Bununla da yetinmemiş ve dünyada yaşadığı sürece Hz. Peygamber’i (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) müdafaa etmeye devam edeceğini dile getirerek O’na (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) desteğini sunmuştur.

Tabii ki söz sanatlarını bilmeyen ve tevriyeden bihaber olan bir kimse, Hz.Ebu Talib’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) “Ben atalarımın dininden ayrılmam…” dediğini duyunca; O’nun (Allah'ın selâmı üzerine olsun) putlara tapmayı kastettiğini zanneder ve kurduğu kuruntunun peşinden sürüklenir gider.

Başka biri de; Hz.Ebu Talib’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) aslında bunu Kureyş’in onayını kazanmak ve böylece Hz. Peygamber’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) kefaletini alıp davetini sürdürmesini sağlamak için öyle dediğini söylemiştir.

Biz Mekke’nin Efendisi Hz.Ebu Talib’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) bahsettiğimiz durumun farkında olduğunu ve Hz. Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) çok değerli gayesine erişebilmesi için o topluluk ile iyi geçinmeye eğilim gösterdiğini inkar etmiyoruz. Ancak biz; Hz.Ebu Talib’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) hanif dinden çıkmış olmasına yönelik söylediklerini hiçbir şekilde kabul etmiyoruz. Zira bu O’nun (Allah'ın selâmı üzerine olsun) sireti hakkında, hatta o utanç verici rivayetleri nakledenlerin ve planları ile uyuşmamasından korktukları için apaçık ortada olan gerçeklerin üzerini öreten o ravilerin anlattıkları ile bile çelişmektedir. Zira Hz. Ebu Talib (Allah'ın selâmı üzerine olsun) o tağutların burunlarını yere sürterdi de. Bu da O’nun Hz. Resûlullah’a (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) iman etmiş olduğunu açığa vurmasından ve O’nunla (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) birlikte namaza durmasından (tehlike açısından) daha büyük bir şeydir.

Hz. Peygamber’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) zikri ve Peygamberliğini tasdik etmekle dolup taşan şiirleri dört bir yana yayılmıştır. İslam’a davet sürecindeki etkili çalışmaları da hakezâ öyledir.

Şair şöyle diyor:

Ali ve Babası olmasaydı… Kimse din için ayaklanıp dimdik duracak gücü bulamazdı
Biri Mekke’de koruyup kolladı… Öteki Yesrib’de ecelleri yoklattı
Abdumenaf o büyük sorumluluğu üstlendi… O göçtüğünde de işi Ali tamamladı
Allah için, O bir hidayet fatihiydi.. Vallahi öteki de yüceliklerin hatemiydi

Müminlerin Emîri’ne gelince… Belagatli kimse O’nun (Allah'ın selâmı üzerine olsun) sıfatlarını anmak isteyince dilsiz kesilir, yazar ise hayretler içinde kalıp ne yazacağını bilemez hale gelir. Babası Hz. Ebu Talib, O’nun (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) dünyayı şereflendirdiği ve daha önce hiç duymayıp görmedikleri şaşırtıcı olaylar yaşadıklarından kendisine sığınan Kureyş’e şöyle demişti:

“Ey insanlar! Bu gece Allah’ın velîlerinden bir velî zuhûr edecektir (çıkacaktır). O’nunla hayrın hasletleri kemale erişecek ve vasîler tamamlanacak. O takvalıların imamıdır, dinin yardımcısıdır, müşrikleri ezecek (köklerini kazıyacak olandır), münafıklara hışımdır (gazap), ibadet edenlerin ziynetidir, Alemlerin Rabbi’nin Resûlü’nün vasîsidir, Hidayet İmamıdır (önderidir), Yücelmiş yıldızdır, Zifiri karanlığı aydınlatan fenerdir, şirk ile şüpheleri ortadan kaldıracak olandır ve O yakînin (kesîn, şüphe götürmez imanın) ta kendisidir.” Bu sözleri tekrarlaya tekrarlaya gün ağarıncaya dek Mekke’nin sokaklarını ve pazarlarını dolaştı durdu.

Hz. Resûlullah (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin – Hendek savaşında) şöyle buyurmuştur: “Ali’nin Amr bin (Abdu)ved’e darbesi insanların ve cinlerin ibadetine denktir”. Hayber savaşında da şöyle buyurmuştur: “Sancağı öyle bir er kişiye vereceğim ki; O Allah ve Resûlü’nü sever, Allah ve Resûlü de O’nu sever. Eliyle fetih gerçekleşmeden geri dönmeyecektir.” Sonra da sancağı Hz. İmam Ali’ye (Allah'ın selâmı üzerine olsun) verdi ve fetih de O’nun mubarek eliyle gerçekleşti.

Şimdi de Allah-u Teâlâ’nın O’nun (Allah'ın selâmı üzerine olsun) mubarek nefsine yerleştirdiği ve İslam’ın bunlardan ötürü O’na pek minnettar kaldığı birbirinden özel hasletlere değineceğiz.

Okurun dikkatini bir konuya dikkat çekmek istiyoruz. Hz. İmam Ali’nin (Allah'ın selâmı üzerine olsun) küçük yaşta Müslüman olmuş olması konusu. Bu konuda yapılan araştırmalar ve kaynaklarda belirtilen görüşler pek çok olup bu hususta birbiriyle uyuşmayan pek çok söz söylenmiştir.

1-Bizler: Müminlerin Emîri; Hz. Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) İslam’a davet vazifesi başlar başlamaz getirdiği dinin ilkelerini ilk kabul eden O olsa da “ilk iman eden”dir demiyoruz. Çünkü Hz. Ali (Allah'ın selâmı üzerine olsun) ne zaman küfre girdi ki, “iman etti” diyebilelim?! O ve ilahi davetin sahibi Hz. Resûlullah (Allah-u Teâlâ Onlar’a ve Ailelerine salât etsin); yaratılmışlar yaratılmadan evvel, nurlar âleminde var edildiklerinden beri hak dini ve öğretilerini en iyi şekilde biliyor ve yaşıyorlardı. Nurlar âlemi, en mukaddes feyzin başlangıcıdır ve Onlar’ın dış varlığı da o feyzin kanallarıdır. Hz.Âdem (Allah'ın selâmı üzerine olsun) daha henüz su ve çamur arasında iken Hz. Muhammed Peygamber, Hz. Ali ( Allah-u Teâlâ’nın salât ve selâmı Onlar’a olsun) de Vasî idi.

2- İslam Peygamberi, İslam’ın hükümlerini bilendir. İslam’ın getirdiği sorumlulukları ve sınırlarını da O belirler. Bu sınırları Amcasının oğlu Hz. Ali’nin (Allah'ın selâmı üzerine olsun) - bugünkü normlarda bilindiği şekliyle- Müslüman olmasından önce belirlemiştir.

Efendimiz’e (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) (Öncelikle) En yakın hısımlarını (aşiretini) uyarıp korkut. (Şuara 214) ayeti nazil olunca yakınlarına davasında O’na kardeş, vasî ve halîfe olmayı teklif etmişti. Başkaları bu ulvi şereften yüz çevirirken Hz. Ali (Allah'ın selâmı üzerine olsun) büyük bir şevkle bu teklifi kabul edip davasındaki en büyük yardımcısı oldu.

Hz. Peygamber (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) o gün, dinini pek de ciddiye almıyor ve yaşı küçük olduğu için Hz. Ali’nin (O'na selâm olsun) sırtını sıvazlamak için öyle demiş olabilir mi hiç?! Hâşâ! Asla!

Hz. Peygamber (Allah-u Teâlâ’nın salât-u selâmları O’na ve Pâk Ailesi’ne olsun) sırt sıvazlamak şöyle bir kenara dursun; aksine çok sıcak bir şekilde Hz. Ali’yi (Allah'ın selâmı üzerine olsun) kabul etmiştir. Hz. Ali’ye (Allah'ın selâmı üzerine olsun), Müslümanlığını onaylayıp sahih saydığı hiç kimseye vermediği yetkiler bağışlamıştır. Çünkü Hz. Ali’nin (Allah'ın selâmı üzerine olsun) sapasağlam bir temele sahipti. Pek şuurlu bir kalp, üstün bir zihin ve pek olgun bir akıl ile dine sarılmış; bunları Efendimiz’i (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) korumak ve hem O’nun, hem de babasının rızasını kazanmak için seferber etmişti.

Eğer En Yüce Peygamber’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) yaltaklanma ve dalkavukluk yapmanın hiçbir türüne meyil göstermekten çok büyük olduğunu kabul ediyorsak şunu demekten başka önümüzde hiçbir seçenek kalmaz: Ali’nin (O'na selâm olsun) Müslüman oluşu basiret ve sebat üzereydi.Müslümanlığı Allah’ın ve Resûlü’nün nezdinde kabul olunmuş olduğu gibi övülmüştü de.”

Rahmet Peygamberi’nden (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) sonra Ümmette dini en iyi bilen Müminlerin Emîri (Allah'ın selâmı üzerine olsun) de bu özelliği ile kendini birçok kez övmüştür. Şöyle demişti: “Sıddîk-i Ekber (En büyük Sıddık) benim. Benden sonra bunu kim (kendi için ya da başkaları için) söylerse sadece bir yalancı ve iftiracıdır. (Başkalarından) yedi yıl önce Resûlullah ile birlikte namaz kıldım.

Aynı şekilde Hz.Resûlullah, O’na (Allah-u Teâlâ’nın salât-u selâmları Onlar’ın üzerine olsun) şöyle buyurmuştur: “Sen İmanda ve İslam Müminlerin ilkisin”. Sahabe de yine O’nu (Allah'ın selâmı üzerine olsun) bununla övmüştür. İlmi kaynağından ve dini pınarından alan Sahabe; başkaları gibi değil, basiret üzere konuşur ve ne dediğini bilir.

İşte bu temelden yola çıkarak ulemadan, yazarlara,şairlere ve Ümmet’in diğer tabakalarından; Hz. Ali’ye (Allah'ın selâmı üzerine olsun) Ümmetteki ilk Müslüman olmasını öven methiyeler düzülmüştür. Ancak bazı kaçıklar, akılları sıra bir hesap güttüler. Batılın o insanı hezimete uğratan güdülerinin ve sapkın hevalarının peşine takılıp giderek “Ali Müslüman olduğunda çocuktu ya!” diyecek kadar ileri gittiler. Bunu söylerken amaçları; Hz. İmam Ali’yi (Allah'ın selâmı üzerine olsun)sahip olduğu üstün makamdan çekip başka bir yere koymaktı.

3- Farzedelim ki tüm bunlardan feragat ettik. Hz.Peygamber (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) Efendimiz’in misyonu kendisine ilk bildirildiği günlerde (bir başka deyişle Bi’setin başında) mükellef olmak (dini açıdan sorumlu olmak) için buluğ çağına girme şartının koşulmuş olduğunu nerden biliyoruz?? Belki de o hüküm de diğer birçok hüküm gibi bu aşama aşama inen hükümlerden biriydi. Hafacî eş-Şifâ’nın şerhinin III. Cildinin 125. Sayfasında Hz. Peygamber’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) çocuğun aleyhine duası babı (bölümü) nakletmiştir. El-Burhan el-Halebî’den ve es-Subkî’den naklettiği bu bölümde şöyle denmiştir: “(Dini) hükümler için buluğ çağına girme şartı Uhud olayı sonrası koşulmaya başlandı.” O ikisinden başkalarına göre de Hicret’ten sonra buluğ şartı aranmaya başlamıştır. Sîret-i Halebiye’nin I. Cildinin 304. Sayfasında çocukların sözünü ettiğimiz dönemde sorumlu tutulduğu ve Hayber yılından sonra sorumlu tutulmamaya başlandığı rivayet olunmuştur. Beyhakî’ye göre de; dini hükümlerde buluğ şartının aranması ya Hendek savaşı yılında ya da Hudebiye barışı senesinde olmuştu ve daha önceki dönemde çocukların dini hükümlerden sorumlu oluşunun mümeyyiz (iyi ve kötüyü anlayıp ayırt edebilen) olmalarından itibaren başlıyordu.

4- Bizler İmamiyye (12 İmam Şiileri) olarak hepimiz; Masum İmamlar’ın hepsinin ilahi hüccetin taşıyıcıları olduğuna ve doğumlarından itibaren tüm faziletleri kuşanmış olduklarına inanırız. Tıpkı Hz. İsa (Allah'ın selâmı üzerine olsun) daha beşikte iken Peygamber olduğu ve Hz. Yahya’ya (Allah'ın selâmı üzerine olsun) daha çocuk iken hikmet verildiği gibi Onlar(Allah'ın selâmı hepsine olsun) da doğumlarından itibaren hüccettirler. Ancak hayatlarının bir döneminde konuşmakla, başka bir dönemde de vakti gelene kadar susmakla emrolunmuşlardır. Onlar’ın (Allah'ın selâmı hepsine olsun) avam halktan farklı hükümleri vardır ve davete icabet etmek vb. şeyler bunların en basitidir.

O halde artık kimse için bu meselede daha fazla kuşkulanmayı mazur kılacak bir gerekçe kalmamıştır.

İşte böylece Hz.Ebulfazl Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) mubarek atalarının oluşturduğu altın zincir tamamlanmış oldu.Zincirin her halkası, heyecan verici faziletleri ve üstün özellikleri ile eşi bulunmaz bir mücevherdir. İmanın pâklığını ve yüce liderlik vasıfları; tertemiz bir kökenden gelen, hepsi tepeden tırnağa şan ve şerefle dolup taşan bu şahsiyetlerin iliklerine kadar işlemiştir. İçlerinden hangisine baksanız; bir hidayet meşalesi, bir hikmet deryası, bir takva örneği görürsünüz. Her biri tevhide, yiğitliğe,
Yetişmesi
Hiç kuşku yok ki babaların psikolojileri, huyları ve kimyası; evlatlarının yetişmesine ve terbiyesine doğrudan etki eden faktörlerdendir. Eğer yetişme çağındaki bir çocuğun bilgili, şerefli, saygılı gibi faziletli ya da cahil, alçak, saygısız gibi rezil sıfatlara sahip oluşundaki tek faktör babasıdır demiyorsak bile; çocuğun karakterinin oluşmasında babasının son derece önemli bir etkisi olduğu tartışmasız bir gerçektir. Çoğu zaman belli bir plan üzere yaşayan baba, halefinin (evladının) da aynı planı takip etmiş olmasını ve kendisinin gittiğinden farklı bir yoldan gitmemesini ister. İlk nesil ile sonra gelen nesil arasındaki kültür, gelenek, ilgi alanı, bilgi ve biliş eksenli çoğu çatışmanın temelinde de bu yatar. İcabında bunu bile frenleyecek güce ve otoriteye sahip bir değişim yaşanmadığı sürece bu durum hep devam eder.

Bu temelden yola çıkarak Hz.Ebulfazl Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun); ilim nurlarının pınarı, ilahiyat sırlarının odağı, gayb ilimlerinin deposu olan yuvada, Hz. İmam Ali’nin (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) mubarek evinde yetişmesinden dolayı sahip olduğu ilim, marifet ve güzel terbiyenin üzerinde duracağız.

İlmin ve amelin, cihadın ve takvanın, marifetin ve imanın yuvası… O mubarek yuvanın sahibinin kılıcıyla dinsizliğin kör edici örtüleri ortadan kalktı; O’nun yaptığı beyanatlarla şüphelerin ve kuruntuların bulutları dağıldı. Doğal olarak Vasîlerin Efendisi’nin (Allah'ın selâmı üzerine olsun) evlâdına ilahi terbiyeden başka bir eğitime razı olmayacaktı. Zaten üzerinde hilafet kıvılcımı ışıldayan Hz.Ebulfazl Abbas; faziletleri son bulmayan o pek Mukaddes Baba’nın (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) izinde yürümekten başka bir şeye de razı olmazdı.

Hz.Ebulfazl Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) sahip olduğu basiretler ve manevî vergilerin hepsi sonradan edinilmiş değildir. Bazılarını, ilahi nurla yoğrulmuş mukaddes tıynetinden almıştır. Hakkın misali olan ve “perde kaldırılırsa imanı daha da fazla artmaz” derecesinde kemâle varmış olan babanın sulbünden; bir zeka ve akıl madeni, ilahi marifetlere (bilişlere) açık bir cevher ve tüm faziletlerin şekillenmesine müsait, paha biçilmez bir hammadde olarak varlık âlemine giriş yapmıştır. İlim ile amelin ve yakîn ile imanın bağrında büyümüş; böylece güzel kökleri tevhid üzere salınmıştır. Babası tarafından marifet ile beslendikçe melekût nurları ve ilahiyat sırları O’nun (Allah'ın selâmı üzerine olsun) üzerinde bir güneş gibi doğmuştur. Nebevî ilmin Varisi (Allah'ın selâmı üzerine olsun) gaybî ilimleri bir meltem gibi O’nun üzerine estirdikçe estirmiş; hakikatler iliklerine varıncaya dek O’nun mubarek sinesine işlemiştir.

Bir keresinde daha çocukken Babası, O’nu (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) çağırıp kucağına oturtmuş ve şöyle demiş:

“Bir(dir) de!” demiş. O da “Bir(dir)!” demiş. Sonra “İki(dir) de” diye buyurunca: “Birdir dediğim dil ile, “ikidir” demeye hayâ ediyorum” demiş.

(Arapça’da “Bir” ve “Birdir” aynı şekilde söylenir. Burada “Bird”in aynı zamanda “ikincisi olmayan bir – Allah” anlamına geldiğini bilen Hz.Ebulfazl Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun); “Birdir” diyerek az önce Allah’ı anan diliyle, “iki” ya da “ikidir” sözcüğünü demiş olmayı edebe aykırı görmektedir. Kuşkusuz bir ve iki kelimelerini peşpeşe söylemenin bir haram tarafı yoktur. Ancak Hz.Ebulfazl Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) sayı ifade eden “bir” sözcüğünü, “(O ikincisi olmayan) Birdir” zikrini ifade etmesi boyutuyla da ele almaktadır. )

Bu sözün üzerine biraz düşünürsek; henüz tırnaklarının yumuşacık olduğu yaşlarda bir çocukcağız olmasına rağmen sahip olduğu hassasiyetten, yaşıtlarının O’nun (Allah'ın selâmı üzerine olsun) çok çok gerisine bile yetişemeyeceği kadar ileride olduğunu görürüz. Bunun O’nun cevherinde yatan ilahi kıvılcımlardan biri olduğu gerçeğine teslim olmaktan başka çare yoktur. Böylesine devasa bir manevi potansiyel; Vasîlerin Efendisi olan Babası ve Cennet Gençlerinin Efendileri olan Ağabeyleri’nden (Allah'ın selâmı hepsine olsun) feyz almaya başladığı vakit, arkasında toplanmadık bir marifet hazinesi, geride bırakılmış bir manâ mücevheri bırakır mı?

Hz.Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) Efendimiz, tevhidin Yerlerin ve Göklerin Yaratıcısı’ndan başkasına layık olmadığına işaret etmekte ve İmamet ağacından türeyen bir kimsenin diline Allah-u Teâlâ’nın tenzih edildiği bir sıfatı (ikiliği) yakıştıramamaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de de buyurulduğu gibi: “Eğer her ikisinde (gökte ve yerde) Allah'ın dışında ilahlar olsaydı, hiç tartışmasız, ikisi de bozulup gitmişti” (Enbiya 22)

Buna benzer bir diğer olayı Hz.Ebulfazl Abbas’ın Ablası Hz.Zeyneb-i Kubra’nın (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) yaşatmıştı.

Babasına “Bizi seviyor musun?” diye sordu. O (Allah'ın selâmı üzerine olsun) da “Evet” deyince: “Müminin kalbinde iki sevgi bir arada toplanmaz: Allah’ın sevgisi ve evlatların sevgisi. Eğer var ise de mutlaka sevgi Allah-u Teâlâ’ya olmalı, evlatlara da şefkat olmalıdır” dedi. Bu sözleri çok hoşuna gitmiş ve Babası Müminlerin Emîri’nin (Allah'ın selâmı üzerine olsun)mutluluğuna mutluluk katıp O’na (Allah'ın selâmı üzerine olsun) beslediği sevgiyi ve şefkati daha da arttırmıştı.

Hz. Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) ilim tahsiline gelince…İlmi en duru kaynağından, ilmin şehrinin kapısından aldı. Her yönden hazırlıklı ve yetenekli bir cevhere sahip öğrenci; ilahi ilmin heybesi, nübuvvet sırlarının emanetçisi, Rabbanî öğretilerin ve üstün ahlakın öğrenilmesinin altyapısını kuran, İslam hükümlerini yayan ve ümmetteki vesveseleri ve kuruntuları ortadan kaldıran bir üstad ile bir araya gelince neler olur dersiniz?

Hz. İmam Ali (Allah'ın selâmı üzerine olsun) akrabası olmayanları ve yabancıları dahi dosdoğru ve pek etkili terbiyesi ile yetiştirmişti. O mubarek terbiyenin sonucunda varlık aleminin sırlarını öğrenen, her iki âlemin gizli saklı kalmış hususlarına vakıf olan ve o terbiye vesilesiyle gelecekte yaşanacak bazı önemli olaylar ile ölümleri bildiren özel ilme sahip olan Habîb b. Mezâhir, Meysem-i Temmâr, Ruşeyd-i Hecerî ve Kumeyl b. Ziyâd gibi talebeler yetişmişti.Öylesi bir üstad; gözünün aydınlığı ve ciğerpâresi olan evlâdını hangi ilimden mahrum bırakırdı?

Tabi ki hiçbirinden. Hem zaten Vasîlerin Efendisi (Allah'ın selâmı üzerine olsun) kimi ilminden mahrum bırakmıştır ki de canpâresinden, öz evladından esirgesin. Ayrıca Hz. Ebulfazl Abbas’tan (Allah'ın selâmı üzerine olsun) başka; Hidayet Nişânesi Hz. İmam Ali’ye (Allah'ın selâmı üzerine olsun) talebe olmuş her şahsiyetin ne yeteneği, ne de potansiyeli hususunda en ufak bir kuşku vardır. Yani başka bir deyişle söylersek; O’nun (Allah'ın selâmı üzerine olsun) her öğrencisi, O’nun (Allah'ın selâmı üzerine olsun) öğrencisi olacak ehliyete sahipti.

Müminlerin Emîri ile Hz.Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) bir araya gelmesi ile; feyz dolu kaynak, feyze sonuna kadar açık cevher ile buluşmuş ve aralarındaki tüm engeller ortadan kalkmıştı…

Tüm bu hususlar; zerre dahi kuşku katılmamış, kesin iman ile dopdolu Hz.Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) Kur’ân-i Kerîm’de zikredilen “ilimde derinleşenler” makamına eriştiğine dair apaçık bir nişânedir.

Şimdi de gelelim eğitim aldığı diğer iki mektebe, ilahi ilimlerin diğer iki muazzam okuluna. Onlar İlmin Kapısı’nın hak öğretileriyle feyizlenip ilimde de amelde de zirveye yerleşen iki torun; Hz. İmam Hasan ve Hz. İmam Huseyn (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun). Onlar mukaddes marifetleri yayan ilk mektepten bir an olsun ayrılmayanlar.Onlar ilmin kaynağından kana kana içerek zirvelerin zirvesine yücelenler...

Hz.Ebulfazl Abbas, Vasîlerin Efendisi’nin (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) ardından Cennet Gençleri’nin Efendileri’nin(Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) yanı başında yetişti. Peki Hz.Ebulfazl Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) Onlar’a karşı nasıldı peki?…

Adeta gölgeleri idi. Ulvî ilimleri yanı başında tecelli edip nurlar yağdıkça gönlü paha biçilmez cevherlerle dolup taşıyordu. Ölümsüz manevî hazînelerinden ne zaman bir infakta bulunacak olsalar; hemen onu değerlendirir ve eline geçeni bitmez tükenmez bir ilmi servete dönüştürürdü.

Bir de Vahy Hanedânı’nın Hanımefendisi Hz. Zeyneb-i Kubra’dan (Allah'ın selâmı üzerine olsun) rivayet ettiği hadisler vardı. Hz. İmam Zeynelâbidîn (Allah'ın selâmı üzerine olsun) hakkında “ilim öğrenmeden âlime” demişti. Hz. Zeyneb-i Kubra’dan(Allah'ın selâmı üzerine olsun) bilindik yollarla ders görerek değil Allah vergisi bir ilimle âlime idi ve Hz.Ebulfazl Abbas’a(Allah'ın selâmı üzerine olsun) o ilimle hadisler nakletmişti.

Tüm bunlara Hz.Ebulfazl Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) sahip olduğu duru nefs, güzel huylu cibiliyet, pâk neseb, amelindeki ihlası ve ibadetteki büyük özverisi de eklenince; ilimde fersah fersah ilerledi, nice marifet hazinelerine vakıf oldu. En ince detaylara kadar rahatlıkla iniyor ve ardından çözülmedik hiçbir mesele bırakmıyordu.

Hadîsler; bir adamın kırk sabahı halîsane bir şekilde Allah-u Teâlâ’ya adadığında hikmet pınarlarının dilinden fışkıracağını bize bildirmektedir. Peki ya Allah-u Teâlâ’ya tüm ömrü boyunca ihlaslı, her türlü aşağılık sıfattan uzak ve her fazileti kuşanmış biri ne olur dersiniz?... Böylesine kutsî bir zatta ilimler ve faziletler; nurlar halinde tecelli eder. Böylesi birinin ilmi; sıradan mantık yürütme sonucu elde edilen kuru veri yığını değil, nuranî hakikatlerdir.

Her ne kadar delil gösterme ve karşılaştırma gibi aklî metotlar açısından muhteşem bir dehaya sahip olsa da, Hz.Abbas’ın(Allah'ın selâmı üzerine olsun) ilmi neredeyse vicdânîdir. Bu yüzden de Masumlar’dan (Allah'ın selâmı üzerine olsun) şöyle rivayet olunmuştur: “Ali’nin oğlu Abbas, (ilk lokmasına kadar) ilimle beslenmiştir ”.

Burda en harika benzetmelerden biri yapılmıştır. Bizim burada yaptığımız çeviri Arapça ve Türkçe arasındaki farklılıklardan dolayı tam karşılığını veremiyor. Hadiste kullanılan “zakka” yani “yedirilme, besleme” fiil Arapça’da; anne kuşun daha henüz yemek yemeye güç yetiremeyen yavrularına kendi ağzıyla yedirmesi eyleminde kullanılır. Hz. İmam (Allah'ın selâmı üzerine olsun) söz uslubunu en iyi bildiğinden dolayı bu lafzı burada kullanmıştır. Buradan Hz. Ebulfazl Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) çocukluk evresinde, hatta ve hatta bebek olduğu yaşlardan beri ilim alabilecek bir kapasitede olduğunu anlıyoruz.

Hz.Ebulfazl Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) bu pâk yuvada bir istisna değildi. Yaşadığı mubarek evde en küçük yaşlardan itibaren ilimle dopdolu olan fertler vardı ve buna onlara düşman olanlar bile şahitti. Hz. İmam Sâdık’tan (Allah'ın selâmı üzerine olsun) şöyle rivayet olunmuştur:

“Adamın biri, Osman b. Affan’a gitti. (Osman) o sırada mescit kapısının eşiğinde oturuyordu. Ondan dilendi. (Osman da) bunun üzerine ona beş dirhem verilmesini emretti. Adam bunun üzerine ona: “Bana yol göster” dedi. Osman: “Şu gördüğün delikanlılara (git)” dedi ve eliyle mescidin bir köşesinde bulunan Hasan, Huseyn ve Abdullah b. Cafer’e işaret etti. Adam da onlara gidip dilendi. Hasan O’na “Ey (filanca), dilenmek üç durumdan başkasında helâl olmaz: Faciaya sebebiyet vermiş bir kan (dökülmesi durumu), (derin) yara açan bir borç ya da bel büken (zillet içerisinde toprağa yapıştıran) bir borç. Öyleyse hangisi (için) dileniyorsun?” dedi. (Adam) da “Bu üçünden biri” dedi. Bunun üzerine Hasan adama elli, Huseyn de adama kırk dokuz ve Abdullah b. Cafer de adama kırk sekiz dinar verilmesini emrettiler. Adam da bunun üzerine oradan gitti ve Osman’ın yanına uğrayıp olanları ve yaptıkları bağışı anlattı. (Osman) da bunun üzerine şöyle dedi: “Bu delikanlılar gibisini nerden bulacaksın? Onlar ilimle sütten kesilmişler ve hayırla hikmeti ellerinde bulundurmuşlardır.”

Şeyh Sadûk bu hadisi naklettikten sonra; hadisin Arapça metninde geçen ve “sütten kesilme” olarak çevirdiğimiz “Fatamûl ilme fatmâ” ifadesinin “İlmi başkasından kesmişler ve kendilerinde toplamışlardır” anlamına geldiğini söylemiştir.

Aynı şekilde hadislerde Muaviye oğlu Yezîd’in Hz. Seccad (Allah'ın selâmı üzerine olsun) hakkında “O, (ilk lokmasına kadar) ilimle beslenen bir Ehlibeyt’tendir” demiştir. ( Hz.Abbas - Allah'ın selâmı üzerine olsun – ile ilgili az önce naklettiğimiz hadiste de aynı deyim kullanılmıştır.)

Bu konuyla ilgili olarak Allame Molla Muhammed Bâkır Kâinî*, “Kibrît-i Ahmer” adlı kitabının 3. cildinin 45. Sayfasında şöyle demektedir:

“Hz.Abbas, Ehlibeyt’in en büyük ve en üstün fakîhlerindendir. Hatta ve hatta ilim öğrenmeden âlimdir.** Bu durum ile Babası’ndan (Allah'ın selâmı üzerine olsun) ilim öğrenmiş olması arasında da bir çelişki yoktur.”

*Hacı Ali Muhammed oğlu Hacı Abdullah oğlu Molla Esedullah oğlu Molla Muhammed Hasan oğlu Molla Muhammed Bâkır. Şeyh Muhammed Bâkır Kaînî. Allame, fakîh ve araştırmacı din alimi. Bercend’e yerleşmiştir. Hadis nakletmesi hususunda güvenilir ve derinlemesine araştırma yapan bir alimdir. Eseri “Kibrît” de buna şahittir. (Allah O’na rahmet eylesin) Irak’ta Fazıl İrvânî, Mirza Habîbullah Reştî, Seyyid Şîrazî ve Horasan’da da Seyyid Murtezâ Kainî ve Allame Muhammed Takî Bucnerdî’nin talebesi olmuştur. Otuz dört eser telif etmiştir.

**(Ne kastedildiği Hz.Zeyneb- Allah'ın selâmı üzerine olsun – ile ilgili paragrafta açıklandı.)

Dikkat çekici bir husus de Şeyh Allame Mirza Muhammed Ali Erdebâdî’nin bize naklettiğidir. Kendisi Seyyidul-Ümmet Mirza Şîrazî ailesine mensup Hüccetulislam Seyyid Mirza Abdulhadî’den (Kuddise sirrûh), O da büyük alim Seyyid Mirza Abdulhamîd Bucnerdî’den şöyle nakletmektedir: “ Müşerref Kerbelâ’da saygıdeğer bir zat gördüm. İlmiyle gurura kapılmıştı. Gururu o derece abartılı bir düzeye varmıştı ki; bir keresinde arkadaşlarıyla toplanmıştı. Hz. Ebulfazl (Allah'ın selâmı üzerine olsun) ve sahip olduğu, O’nu diğer şehitlerden farklı kılan ilahi marifetlerden konu açılmıştı. Adam açık açık kendinin Hz.Abbas’tan üstün olduğunu söyledi! Etrafındakiler bu cüretkârlığı çok garip karşıladı ve itiraz edip bu kabahatinden ötürü onu kınadılar. Adam bunun üzerine kendi hazırladığı eserlerden, bildiği ilimlerden, gece namazından, kıldığı nafilelerden ve zahitliğinden bahsetmeye konuşmaya başladı. “Hz.Ebulfazl Abbas bu tip şeylerle üstün oluysa bende de onlar gibisi var. Taff günü (Aşura) şehit olmuş olsa dab u; dini ilimler, usul ilmi ve bu ilimlerin sırlarını bilmeme denk değildir” dedi.

Bunun üzerine orada oturan topluluk kalkıp gitti. Adam gururundan ve abartısından hiçbirşey eksilmedi. Ne pişman bir hali, ne de biraz olsun çekinmiş bir havası vardı.

Ertesi sabah gelip çattı. Arkadaşlarının o sabah en çok merak ettikleri şey, adamın ne durumda olduğunu öğrenmekti. Hala aldanmışlığında mıydı, yoksa ilahi hidayet onu da kapsamış mıydı? Evine gidip kapısını çaldılar. Onlara “Adam Hz.Abbas’ın hareminde (Türbesinde)” dendi. Ne olup bittiğini öğrenmek için Hz.Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) Türbesi’nin yolunu tuttular. Adam kendini Mukaddes Zarîh’e ip ile bağlamıştı. Bir ucunu boynuna öteki ucunu Zarîh’e bağlamıştı. Tövbe etmişti, yaptığından büyük pişmanlık duyuyordu.

Adama ne olup bittiğini sordular. Şöyle dedi: “Dün gece uyudum. Siz benden ayrıldığınız zamanki halimdeydim. Çok efendi insanların arasında kendimi buldum. Derken aralarında biri kalkıp şöyle nida etti: “Hz.Ebulfazl size geliyor!” O anılınca gönüller mest oldu. (Allah'ın selâmı üzerine olsun) içeri girdi. Ilahi nur alnındaki çizgilerden şiddetle ışıldıyor, çehresi Alevî cemal ile parıl parıl parıldıyordu. Toplandığımız yerin baş köşesinde bir tahta kuruldu.Orada bulunan herkes O’nun celâli karşısında usulca boyun eğiyordu. Onlar içerisinde özellikle beni büyük bir heybet ve endişe verici bir korku sarmaya başladı. Allah’ın velîsi hakkında söylediğim aşırı sözleri hatırlıyordum. (Allah'ın selâmı üzerine olsun) oturan herkesi teker teker selamlamaya başladı. Sıra bana gelince “Ne söylüyorsun sen?” dedi. Neredeyse konuşamayacaktım. Sonra kendi kendime düşündüm. “Açık konuşmak hem heyecandan çıkış sağlar hem de hakikati kazandırır” dedim ve dün sıraladığım delilleri anlattım.”

(Allah'ın selâmı üzerine olsun) şöyle dedi: “Ben Babam Müminlerin Emîri’nden ve Ağabeylerim Hasan ile Huseyn’den(Hepsine selâm olsun) ders gördüm. Dinimden de, şeyhlerinden gördüğün hakikatler ve İslami öğretiler hususunda yakîn üzereyim. (Zerre dahi kuşkum yoktur). Sen ise dininde şüphe içerisindesin ve İmamın hususunda şüphe içindesin. Durum böyle değil mi?”

Söylediğini inkar edememiştim.

(Allah'ın selâmı üzerine olsun) ardından şöyle dedi: “Sana okutan ve alacağını aldığın şeyhin var ya; onun durumu senden de beterdir. Hükümleri bilmeyenler için konmuş, işin gerçek yüzüne ulaşamadığı vakit kullandığı usul ve kurallar bilsen ne olacak? Benim onlara ihtiyacım yoktur. Çünkü hükümlerin gerçek yüzünü ilahi vahyin kaynağından biliyorum.”

(Allah'ın selâmı üzerine olsun) sonra şöyle buyurdu: “(Sahip olduğum) saygıdeğer psikolojik özellikler…” Sonra sıralamaya başladı: “Kerem, sabır, muvâsat ***, cihad vb... Tüm bunlar hepsi size bölüştürülse herhangi birinin birazını bile taşıyamazsınız.”

“(Buna ek olarak) sende haset, çekişme, riyakârlık (gibi) aşağılık özellikler vardır.” Sonra müşerref eliyle ağzıma vurdu.

Adam o darbe ile büyük bir panik ve pişmanlık içerisinde uykudan uyandı. Kabahatini itiraf etti.Hz.Abbas’a (Allah'ın selâmı üzerine olsun) tevessül edip O’nun vesilesiyle tövbe etmekten başka çıkış yolu yoktu. Hz.Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) Mukaddes Ziyaretgâhı’nın yolunu tuttu…

*** Muvâsât Türkçe’ye teselli olarak çevrilse de Arapça’da çok daha engin bir anlam ifade eder. Muvasat bir kişinin sevdiğini, zor zamanda; sevdiği bundan bir fayda görmeyecek olsa dahi onu kendinden önde tutmasıdır. Bazen bir kişi suya çok ihtiyaç duyar, ancak sevdiğini kendinden öne geçirip suyu ona verir ve susuz kalmak pahasına ona suyunu verir. Buna Arapça “îsâr” denir. Muvasât bunun dahi ötesidir. Hz.Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) Taff gününde Hz. Huseyn (Allah'ın selâmı üzerine olsun) su içmediği için su içmeyi reddetmiştir. Hz.Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) suyu içmemesinin Hz. Huseyn’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) susuzluğunu gidermesine hiçbir faydası yoktur. Ancak Hz.Abbas, Ağabeyi Cennet Gençlerinin Efendisi (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) susuz iken kendine su içmeyi yasaklamıştır. Muvâsât işte bu karakteristik özelliğe denir. (Seyyid Ahmed Safî’nin açıklaması)
Ebulfazl ne demek
Künyesi

Künye, özellikle de eski Araplar arasında sıkça kullanılan özel bir hitap şeklidir. Her Arap en az bir künye sahibidir. Arap kültüründe; birinin yakından tanımadığı ya da çok samimi olmadığı bir kimseye doğrudan adıyla hitap etmesi saygısızlık olarak görülür. Erkeklerin künyesi; “filanca babası / filanca sahibi” anlamına gelen “ Ebu …” ile, bayanların künyesi de “falanca annesi / filanca sahibesi” anlamına gelen “Ummu…” diye başlar. En sık kullanılan künyeler evlat adlarından oluşur. “Ebul Kasım” yani “Kasım’ın Babası” veya “Ümmü-l Hasan” yani “Hasan’ın Annesi” gibi. Ancak bundan başka sebeplerden de künyeler takılır. Künye; sahibine veriliş sebebine göre farklılık gösterebilir. Bir şahıs eğer büyük bir başarı kaydettiği için künye verilir. Böylesi bir künye olumlu anlamlar ifade eder. Bazen bir şahsın halk arasında göze batan bir özelliği olur ve bu yüzden ona künye verilebilir. Bu tip bir künyenin anlamı ne olumludur, ne de olumsuzdur. Bazen de birine yaptığı bir yanlış, ya da bir ayıbı sebebiyle künye verilir. Bu tip künyeler ise aşağılayıcı, kötü anlamlar ifade eder ve sahibinin kusurunu, kötülüğünü ya da yanlışını halka hatırlatır. “Ebu Cehil” yani “Cehalet Babası” gibi.

Hz.Ebulfazl Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) künyeler ve lakaplarla meşhur olmuştur. Bunların bazısı Taff (Aşûra) gününde verilmiştir. Diğerleri ile çok daha önceden beri tanınmıştır.

Künyelerinden bazıları şunlardır:

Ebû Kırba (Kırba Sahibi, Kırbalı)

Kırba deriden yapılmış bir su kabıdır.

Taff Vakıası’nda (Kerbelâ Olayı’nda) Fırat nehri ablukaya alınmış; Hz. Mustafâ’nın evladının ve ailesinin (Allah-u Teâlâ hepsine salât-u selâm etsin) su içmesine mani olunmuştu. Kufe’nin ayaktakımından oluşan o hain sürüsü birbirileriyle yardımlaşmış ve suya ulaşılmasına engel olmak için her türlü önlemi almıştı. Ancak ne oluşturdukları yoğun kalabalık, ne ucu açılmış sivri mızrakları, ne de keskin kılıçları Hz.Ebulfazl Abbas’ı (Allah'ın selâmı üzerine olsun) durdurmaya güç yetiremedi. Bir değil, birçok kez kuşatmayı darmadağın edip kırbayı suyla doldurdu ve Ağabeyi’ne, ailesine ve dostlarına su götürdü.

Hz.Abbas’a (Allah'ın selâmı üzerine olsun) bu sebeple “Ebû Kırba” denmiştir.

Ebulkâsım (Kâsım’ın Babası)

Nesep konusunda uzman tarihçiler; Hz.Ebulfazl Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) “Ebulkâsım” künyesini taşımasına sebep olacak “Kâsım” adında bir oğlu olduğunu belirten herhangi bir hadis ya da dini metin aktarmış değillerdir.

Ancak Hz. Cabir-i Ensâri (Allah Ondan razı olsun) Erbain günü ziyaretinde şöyle demektedir: “Selâm olsun Sana ey Kâsım’ın Babası! Selâm olsun Sana ey Ali’Nin oğlu Abbas!” Nübuvvet Hânedânı’nında ve İmamet okulunda yetişen bu büyük sahabî, hiç kuşkusuz ne söylediğini daha iyi bilir.

Ebulfazl (Fazilet Sahibi, Fazl’ın Babası)

Üçüncü künyesi ile meşhur olmuştur. Fazl adında bir oğlu vardır.Bu sebeple “Fazl’ın Babası”dır. Gizlenip saklanamayacak bir üstünlüğün, ardı arkası kesilmeyen faziletlerin ve sönmeyen bir nurun sahibidir. Bu yüzden “Fazilet Sahibi”dir. Başka bir deyişle O, her iki açıdan da “Ebulfazl”dır.
Sıfatları
Vasîlerin Efendisi’nin (Allah'ın selâmı hepsine olsun) evladı, Mukaddes Velî Hz.Ebulfazl Abbas’a (Allah'ın selâmı üzerine olsun)Allah-u Teâlâ’nın lütuflarından biri de; kuvvet, şecaat, onur, yiğitlik gibi heybet sıfatlarını da; efendilik, kerem, yumuşak huyluluk, güzel ahlak, zayıfa şefkatli oluş gibi cemal sıfatlarını da O’nda (Allah'ın selâmı üzerine olsun) toplamış olmasıydı. Hilafet-i Kübra’nın Sahibi’nin ciğerpâresi Hz.Abbas (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun); dış görünüş açısından da çok yakışıklı biriydi. Apaydın bir yüzü ve çok güzel yüz hatları vardı. Güleçti. Dillere destan çehresinin ve fiziğinin yanı sıra yüzünde iman nurları ışıl ışıl parlardı.

Hem sûret açısından hem maneviyat açısından çok özel bir cemâle sahip olduğundan “Kamer-i Benî Hâşim / Hâşimoğulları’nın Dolunayı” diye çağrılırdı. Dolunay sembolü, Arap kültüründe güzeli ya da yakışıklıyı ifade etmek için kullanılır. Bir insan eğer çok güzelse dolunaya benzetilir. Çünkü Dolunay büyüleyici bir güzelliğe sahipti ve bir ikincisi yoktu. Hz.Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) da işte bu açıdan dolunay gibiydi.Cemâli, bakan gözleri büyüler ve kendine hayran bırakırdı. Gökteki ay gibiydi. Eşsiz benzersizdi sanki...

Ravîler şöyle anlatıyor:

“Abbas yakışıklı ve güzel bir adamdı. Süslü bir ata binerdi.(Ata bindiği zaman) ayakları yere değerdi. (Çok uzun boyluydu). O’na “Kamer-i Benî Hâşim” denirdi.”

Mekâtil-ut-Talibiyyîn kitabındaki rivayet O’nu (Allah'ın selâmı üzerine olsun) “gözlerinin arasında secde izi vardı” diye anlatıyor. Rivayetin metni şöyle:

Ebu Ğassan Harûn b. Sâd bana anlattı. O da Kasım b. Esbağ b. Nubate’den şöyle naklediyor: “Benî Ebân b. Dârim’e mensup bir adam gördüm. Yüzü simsiyah olmuştu. Onu daha önce tanıyordum. Yüzü eskiden bembeyazdı. O’na “Seni neredeyse tanıyamayacaktım?!” dedim. “Ben Huseyn’in yanındakilerden sakalsız ve bıyıksız, alnında secde izi olan bir genci öldürdüm. O’nu öldürdüğümden beri uyuduğum her gece bana geldi.Yakamdan tuttuğu gibi beni cehenneme kadar götürüp içine itiyor. Sabahladığım zaman (öyle bir feryat ediyorum ki) caddede benim çığlığımı duymayan kalmıyor.” Dedi ki: “Öldürülen kişi de Ali oğlu Abbas’tır (Onlar’a selâm olsun)

Sibt b. Cevzî, Hişam b. Muhammed’den, O da Kasım b. Esbağ el-Mucaşiî’den şöyle dediğini naklediyor: “Kesik başları Kûfe’ye getirdiklerinde bir tane atlı, atının boynuna sakalsız ve bıyıksız bir gencin başını astı. (Kesik baş) adetâ bir dolunay gibi parlıyordu. At bir anda çok kibirli bir eda ile dururken, (boynuna asılan başın heybetinden) bir anda boynunu büküp kendi başını yere sürttü. Ben de “Kimin başı bu?” dedim. “Ali’nin oğlu Abbas’ın başı” dedi. “Ya sen kimsin?” dedim. “Esedoğullarından Kâhil oğlu Harmele” dedi.”

Ravi ardından şöyle diyor: “Günler geçti. Derken bir baktım ki; Harmele’nin yüzü katrandan da kara olmuş. Ben de “Başların taşındığı gün seni görmüştüm. Araplar içinde senin gibisi yoktu. Bugün ise senden daha çirkinini ve daha kara suratlısını göremiyorum” dedim. Ağlamaya başladı ve şöyle dedi: “Vallahî başı taşıdığım günden bu güne kadar her gece (rüyamda) iki kişi geliyor, beni bacaklarımdan tuttukları gibi alev alev yanan bir ateşe götürüyor ve beni içine itiyorlar. Tepişe tepişe yanarken ateş beni tokatlıyor ve gördüğün gibi (oluyorum).” Ravi ardından “Öldüğü zaman da olunabilecek en çirkin haldeydi” demiştir.

Her iki rivayette de hiçbir şekilde kabul edilemez olan şey, maktûl olarak tarif edilen Ali oğlu Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) sakalsız ve bıyıksız olmasıdır.Çünkü bu hiçbir şekilde gerçekle bağdaşmamaktadır. Zira Hz.Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) şehîd olduğu gün otuz dört yaşındaydı. Böyle birisinin, özellikle de o zamanda sakalının ve bıyığının olmaması çok alışılagelmişin dışındadır.Ayrıca tarih de hiçbir zaman bize Hz.Abbas’ı (Allah'ın selâmı üzerine olsun) Kays b. Sâd b. Ubade gibi köse bir adam olarak tarif etmemiştir.

Allamê Nûrî “Dâr-us- Selâm” adlı eserinin 1. Cildinin 114. Sayfasında ve “Kibrît-i Ahmer”’in (daha önceki bölümde tanıtıldı) 3. Cildinin 52. Sayfasında da bunun çok uzak bir ihtimal olduğu belirtilmiştir. Anlamın düzeltilmesi açısından ise “Kamer-i Benî Hâşim” kitabının 126. Sayfasında “Abbas-ı Asgar olabildiği” söylenmiştir. Ancak Taff gününde (Kerbelâ olayında) hazır olduğu ve şehîd olduğu hususu kuşkuludur. Maktûl Hz. Abbas’ın kardeşi de olabilir denmiştir. Çünkü bu vasıflar Hz.Abbas’ın kardeşi Osman’a (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) da uymakta ve şehîd olduğu sırada yirmi bir yaşındadır. (Ancak o dönemde yirmi bir yaşında köse olmayan bir adamın sakalsız ve bıyıksız olması da makul değildir.) Ya da Ibn-i Şehrâşûb’un rivayetine göre Hz.Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) oğlu Muhammed olabilir. Tüm bunlar içtihât ürünü yorumlar olup böyle olduğuna dair bariz bir işaret bulunmamaktadır.

Belki de doğru olan görüş; Şeyh Sadûk’un Ibn-i Cerîr-i Taberî rivayetinden yola çıkarak maktulün Habîb Ibn-i Mezâhir olarak yorumladığı görüştür.

Zira Şeyh Sadûk, Amr b. Sâd’dan, O da Kasım b. Esbağ b. Nubâte’den şöyle nakletmiştir: “Benî Ebân b. Dârim’e mensup bir adam bize geldi. Huseyn’in katledilmesine şahit olmuştu. Eskiden güzel bir adamdı. Yüzü bembeyazdı. Adama “Rengin öyle değişmiş ki neredeyse tanıyamayacaktım” dedim. “Huseyn’in dostlarından birini öldürdüm. Alnında secde izi görülüyordu. Sonra da başını getirdim” dedi.

(Ravî) Kasım şöyle diyor: “Onu (o gün) atın üzerinde görmüştüm. Kibirlice salına salına giden bir attı. Başı atın (boynuna) asmıştı. Dizi başa vurup duruyordu. Babama “Keşke biraz başı kaldırsa. Atın ayaklarıyla ona neler yaptığını görmüyor musun?” dedim. “Oğlum, ona yapılacak olanlar çok daha çetindir” demişti. (Adam) şöyle anlattı: “O’nu öldürdüğümden bu yana uyuduğum her gece rüyama girdi. Omzundan tuttuğu gibi beni sürüyor, sonra “fırla” diyor ve cehenneme doğru götürülüp içine atılıyorum. Sabah oluncaya kadar (da cehennemde yanıyorum).” Ona komşu olan bir kadının hakkında “Çığlıklarından bizi gece uyutmuyor” dediğini duydum. Sonra kalkıp oturduğu caddedeki gençlerle birlikte adamın karısına gittik ve onu sorduk. “Kendi kendini ifşa etmiş. Size doğru söyledi” dedi.

Kâsım b. Esbağ b. Nubâte’ye dayanan bu üç rivayet de o pâk başa yapılanlar hususunda birbirine mutâbıktır. Rivayetten bize maktulün bir genç değil, bir adam olduğu ve Hz. Huseyn’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) dostlarından biri olduğu anlamı çıkmaktadır. Bunda bir sıkıntı yoktur. Eğer Ibn-i Cerîr’in kesik başın Habîb b. Mezâhir’in başı olduğunu belirten görüşünü onaylarsak – çünkü tarihçiler pâk başlar içerisinde bu fiilin ondan başkasına yapılmadığını zikretmişlerdir- geçtiğimiz iki rivayette yanlışlık olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle de ikisinde geçen vasfın Hz.Abbas’a (Allah'ın selâmı üzerine olsun) ait olmasının çok uzak bir ihtimal olduğunu ve yapılan içtihad sonucu buna dair net bir delil olmadığını göz önüne alırsak durumu bu şekilde ifade etmek mümkündür.

Ibn-i Cerîr Tarih adlı eserinin 6. cildinin 252. sayfasında Habîb b. Mezâhir ile ilgili şöyle naklediyor: “Çok cetin bir şekilde çarpıştı. Temîmoğullarından biri ona doğru atılıp kılıçla başına vurup indirdi. (Ardından Habîb adamı öldürdü). Ona “Bedîl b. Sarîm. B. Akfân” diyorlardı. Akabinde Temîmoğullarından bir başkası ona doğru atıldı ve mızrağını (Habîb’e) sapladı. Habîb ayağa kalkmaya çalışırken Temîmoğullarından Husayn başına kılıçla vurdu. Bu yüzden düştü. Temîm’li biri bunun üzerine tepesine inip başını kesti. Husayn ona “Onu öldürmede senin ortağınım!” dedi. Öteki de “Vallahî onu benden başkası öldürmedi!” dedi. Husayn bunun üzerine “Onu bana ver de atımın boynuna asacağım; insanlar onu gördükçe benim onu öldürülmesine ortak olduğumu bilsinler. Sonra onu sen al ve Ubeydullah Ibn-i Ziyâd’a götür. Çünkü (Ibn-i Ziyâd’ın) onu öldürmek karşılığında sana vereceğine ihtiyacım yok.” Adam kabul etmedi. Sonra adamları devreye girip aralarını buldular. Böylece Habîb b. Mezâhir’in başı kaldırılıp ona verildi. O da onunla askerler arasında dolaşıp gezindi. Başı atının boynuna asmıştı. Sonra da adama verdi. Kûfe’ye döndükleri zaman adam Habîb’in başını alıp kendi atının eyerine astı. Ardından onunla İbn-i Ziyâd’ın sarayına gitti. Gittiği sırada Habîb’in oğlu Kâsım onu gördü. O sırada ergenlik çağındaydı. Ata eşlik etmeye başladı. Ondan hiç ayrılmadı. Ne zaman saraya girse o da onunla birlikte giriyor, çıkınca da onunla beraber çıkıyordu. Adam ürktü ve “Neyin var evlat, ne diye beni takip ediyorsun?” diye sordu. Çocuk “Bir şey yok!” dedi. Adam “Evet var, anlat bana bakayım” dedi.

Çocuk “Bu yanındaki baş, babamın başıdır. Onu gömebilmem için bana verir misin?” dedi.

“Evlat,Emîr onun gömülmesine razı olmaz. Ben de Emîr’in onu katletmeye karşılık bana güzel bir ödül vermesini istiyorum!” dedi.

Bunun üzerine çocuk: “Ama Allah, bu yaptığın için sana sadece en kötü karşılığı verecek! Vallahî öldürdüğün senden çok daha hayırlıdır!” dedi ve ağlamayı başladı.

Çocuk bunun üzerine beklemeye koyuldu. Tek derdi; babasının katilini takip edip bir fırsatını bulmak ve babasının intikamını almaktı. Musab b. Zubeyr’in devrine kadar bekledi. Musab İcmîr’e saldırdığı zaman gelip çaptı. Çocuk bir baktı ki; babasının katili çadırında oturuyor! Sık sık çeşitli bahanelerle çadırına girip çıkmaya başladı. Uygun fırsatı kolluyordu. Uygun zaman gelince çadıra girdi. Adam o sırada öğle uykusuna dalmıştı. Çocuk kılıcıyla adama vurdu, vurdu, vurdu. O kadar çok vurmuştu ki, sonunda kılıcı köreldi…”

Evet, bu konuyla ilgili şöyle bir husus da var. Şeyh Sadûk’un rivayetinde Kasım, babasına adamın atının yaptığını anlattığı ve “Babama dedim ki: “keşke başı biraz kaldırsa…” diye devam eden bölüm bize; Esbağ b. Nubâte’nin o sırada yaşadığını söylüyor. Tarih; bize Esbağ’ın neden müşerref Taff gününe (Kerbelâ olayına) geç kaldığını anlatmıyor. Bununla birlikte Esbağ, Şiiler içinde büyük bir makama sahip olup Müminlerin Emîri ile Masum evlatlarına (Allah'ın selâmı hepsine olsun)halisâne bir şekilde bağlı bir şahsiyettir. Bu olaya şahitlik etmiş olması, Tağut İbn-i Ziyad’ın o sırada Müminlerin Emîri’nin(Allah'ın selâmı üzerine olsun) diğer taraftarlarına yaptığı gibi onu hapse atmış olmadığı anlamına gelir. Görüldüğü gibi karmaşık bir durum söz konusudur. Bunun tek çözümü; Esbağ’ın o yüce facia yaşanmadan önce vefât etmiş olduğu görüşünü kabul etmekten geçer. Nitekim dostlarımız onu anlatırken kendisini epeyce methetmekte ve hakkında hiçbir kötülemeye yer vermemektedir.Onların Esbağ hakkında anlattıklarından da Kerbelâ faciası yaşanmadan önce onun vefât ettiği anlamı çıkmaktadır.

“Babama dedim ki…” diye başlayan cümlenin nereden geldiği bilinmemektedir. Bu cümlenin sonradan katılmış olması da şaşılacak bir şey değildir. Zira Ehlisünnet’in Esbağ’a dair ta’n etmişliği (yergileri) çoktur. “El-Leâlî-l Masnûâ” isimli kitabın 1. Cildinin 213. sayfasında geçen ifade bu konuya dair örneklerdendir. Zira yazar, orada Esbağ b. Nubâte kanalıyla Ebu Eyyûb El-Ensâri’nin “Müminlerin Emîri’nin yanında biatten dönenler (Nakısîn), asîler (Kasıtîn) ve sapkınlara (Marıkîn) karşı savaşmakla emrolunduk” dediğini naklettikten sonra şöyle diyor: “Hadis sahih değildir. Çünkü Esbağ metrûktur. (Naklettiği hadisler terk edilmiştir). Kuruş kadar bile etmez.”

Yine aynı kitapta 195. Sayfada İbn-i Abbas’tan Kıyamet gününde sadece Hz. Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin), Hz. Salih’in, Hz.Hamza’nın ve Hz. Ali’nin (Allah'ın selâmı hepsine olsun) bineğe bineceklerini ifade eden hadisi naklettikten sonra da şöyle diyor: “Hadisi nakledenler (rical-ul hadîs) ya meçhul (tanınmamış) ya da güvenilir olmaması ile bilinen kimselerdir”

Sadece Esbağ’ı değil, Şianın has takımının hepsini ellerinden geldiği kadar ta’n etmişlerdir. Hadis ravîlerini anlattıkları eserlerde söz samimi Şii kimliği ile bilinen isimlerden açılınca söylenenler; bu iddiamızı ispat etmeye yeterlidir. Doğal olarak okumakta olduğunuz kısa ve özet yazı, buna dair örnekleri sıralayıp üzerinde durmaya yetmeyecektir. Ancak dileyenler Seyyid Allame Muhammed b. Ebî Akîl’in “El-Atebul Cemîl Alâ Ehl-il Cerh-i Vet-Tâdîl / Carh ve Tadîl Ehline (Hadîs Ravileri Uzmanlarına) Güzel Bir Sitem” isimli kitabının 40.sayfasının ikinci bâbına müracaat edebilirler. Söz konusu kaynakta; ta’n edilip itibarsızlaştırılan birçok Ehlibeyt (Allah'ın selâmı hepsine olsun) dostunun ismini sıralayıp haklarında söylenenlere yer vermiştir. Orada sıralanan isimler hakkında sarf edilen sözlerin tek sebebi; Müminlerin Emîri’nin (Allah'ın selâmı üzerine olsun) velâyetine bağlı olmaları ve Ehlibeyt’in (Allah'ın selâmı hepsine olsun) izinden gitmeyi tercih etmiş olmalarıdır.
Kız kardeşleri
Hz.Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) on sekiz kızkardeşi vardı. Bunlardan Zeyneb-i Suğra, Cumane, Ümmü Seleme ve Remle-i Suğra henüz babası yaşarken vefat etmişti.

Bazılarının ise evlenip eşleriyle birlikte oturmaya başladığından söz edilmemiştir.

Evlenip eşiyle birlikte oturmaya başlayan kızkardeşleri ise şunlardır:

Zeyneb-i Kubra (Allah'ın selâmı üzerine olsun). Cafer-i Tayyar’ın oğlu Abdullah ile evlendi. Onun ile olan evliliğinden Cafer-i Ekber (Daha büyük Cafer demektir), Abbas, Zeynebî Ali olarak bilinen Ali ve Avn-i Ekber’i dünyaya getirmiştir. Avn-i Ekber; Kerbelâ şehitlerindendir ve Taff (Aşûra) gününde Ebu Taliboğulları’nın hamle ettiği sırada şehîd düşmüştür.

Ümmü Kulsûm (Allah'ın selâmı üzerine olsun). Hz. İmam Huseyn (Allah'ın selâmı üzerine olsun) O’nu amcasının oğlu Muhammed-i Tayyar oğlu Kasım ile evlendirmiştir. Mihriyesi de suyu derin olmayan kuyulardır.

Rukayye. Amcasıoğlu ve Hz. İmam Huseyn’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) elçisi olan Hz. Müslim b. Akîl ile evlenmiş; o evlilikten Abdullah, Ali ve Muhammed adından üç evlat dünyaya getirmiştir.

“Umdet-ut-Tâlib” adlı eserde Hz. Müslim’in, Hz. İmam Ali’nin kızı Hz. Ümmü Kulsüm (Allah'ın selâmı hepsine olsun) ile evlendiği ve Hamîde adlı bir kız çocuğunu dünyaya getirdiği belirtilmiştir. Hamîde de büyük fıkıh alimi Abdullah b. Muhamed b. Akîl b. Ebî Talib ile evlenmiş ve o evlilikten Muhammed isimli bir erkek çocuğu dünyaya getirmiştir. Hz. Müslim’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) nesli de ondan devam etmiştir.

Bu iki evlilik; mutlaka iki kızkardeşten birinin vefât etmesi sonrası gerçekleşmiştir. Çünkü iki kızkardeş ile aynı anda evlilik câiz değildir.

Fatıma Ebî Saîd b. Akîl ile evlendi ve o evlilikten Hamîde adlı bir kız çocuğu dünyaya getirmiştir. Hatîce ise Abdurrahman b. Akîl ile evlenip Saîd isimli bir erkek çocuğunu dünyaya getirdi. Ümmü Hâni ise Akîl’in oğlu Abdullah-ı Ekber ile evlenmiş olup Abdurrahman ve Muhammed isimli iki erkek çocuğu dünyaya getirmiştir.

Ümmü Hasan ise Cûde b. Hubeyre el-Mahzûmî ile evlenmiştir. Emâme de Salt b. Abdullah b. Nevfel b. Hâris b. Abdulmuttalib ile evlenip Nefîse isimli bir kız evlat dünyaya getirmiştir.
Erkek kardeşleri
Hz.Ebulfazl’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) tarihini araştıran bir araştırmacı için muhterem kardeşlerini araştırmak birçok açıdan çok önemlidir. Bazıları öyle şahsiyetlerdir ki; Onlar’a akraba olmak büyük bir şeref ve tartışmasız bir şekilde fazilettir. Hz. Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) haklarında “Onlar kıyam etse de otursa da İmamdırlar” diye buyurmuş olduğu; Hz.Ebulfazl Abbas’ın Ağabeyleri Hz. İmam Hasan ile Hz. İmam Huseyn (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) gibi…

Hz.Ebulfazl Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) sayıp dökülemeyecek kadar çok faziletlerinden biri de, tıpkı Onlar gibi Müminlerin Emîri’nin (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) evladı olmaları Onlar için bir fazilet olduğu gibi, sayısız faziletin sahibi Müminlerin Emîri (Allah'ın selâmı üzerine olsun) de, Onlar’a yakınlığını bir fazilet olarak belirtmişti.

Osman b. Affan’ın daha sonrasında halife olmasıyla sonuçlanan Şûra olayında Müminlerin Emîri (Allah'ın selâmı üzerine olsun) kendi faziletlerini sıralamış ve şöyle demişti: “Size Allah için soruyorum: İçinizde benden başka; Hasan ve Huseyn gibi, hem Resûlullah evlâdı, hem de Cennet gençlerinin Efendileri olan (Peygamber kızından dünyaya gelmiş) iki oğlu daha olan biri daha var mıdır?” Hepsi “Yoktur” dediler.

Müminlerin Emîri (Allah'ın selâmı üzerine olsun) ayrıca Muaviye O’na bir mektup yazınca da bu hususu dile getirmişti. Muaviye mektubunda “Faziletlerim vardır. Babam Cahiliyye devrinde efendi idi. Ben de İslam’da kral oldum. Ben Resûlullah’ın kayınbiraderiyim, Müminlerin dayısıyım ve vahiy katibiyim” diye yazmıştı. Müminlerin Emîri (Allah'ın selâmı üzerine olsun) de O’na cevâbını yedi beyitlik bir şiir yazarak verdi. Müminlerin Emîri (Allah'ın selâmı üzerine olsun) yazdığı şiirde; Hz. Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) damadı olduğunu, Amcası Hz. Hamza’nın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) Şehîtlerin Efendisi olduğunu, Kardeşi Cafer-i Tayyar’ın Cennette meleklerle birlikte olduğunu, Muaviye’den (ve diğerlerinden) çok daha önce Müslüman olduğunu, O’na (Allah'ın selâmı üzerine olsun) Gadîr-i Hum gününde biat alındığını ve iki oğlunun da Hz. Resûlullah (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) torunu olduğunu söylemişti.

O halde doğal olarak Hz.Abbas’ın Onlar’dan (Allah'ın selâmı hepsine olsun) ilim ve ilahi marifetler tahsil etmiş olmasının yanı sıra; kardeşleri olmuş olması da çok büyük bir fazilet olacaktır.

Hz.Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) bazı kardeşleri ile Müminlerin Emîri’nin (Allah'ın selâmı üzerine olsun) neslini devam ettirme özelliği açısından, bazı kardeşleri ile Taff Günü’nde (Kerbelâ Olayı’na) birlikte savaşma yönünden, bazıları ile aynı anneden dünyaya gelmiş olma açısından ve bazıları ile de adaş olma yönünden ortaktır.

Müminlerin Emîri’nin (Allah'ın selâmı üzerine olsun) on altı erkek evlâdı vardır.

Hasan, Huseyn ve Muhsin (ya da Muhassin). Anneleri Âlemlerin Hanımları’nın Seyyidesi Hz. Fatıma Zehrâ’dır (Allah'ın selâmı hepsine olsun)

Muhammed b. Hanefiyye. Annesi Hâwle’dir.

Hz. Abbas, Abdullah, Cafer ve Osman. Anneleri Hz. Ümmül Benîn’dir (Allah'ın selâmı hepsine olsun)

Umer-ul Atraf ve Abbas-ı Asgar. Anneleri Sebhâ’dır.

Muhammed-i Asgar. Annesi Ebî Âs kızı Emâme’dir.

Yahya ve Avn. Anneleri de Umeys kızı Esmâ’dır.

Abdullah ve Ebûbekr. Anneleri Mesûd kızı Leylâ’dır.

Muhammed-i Avsat (Ortanca Muhammed). Annesi Ümmü Veled’dir.

İki İmam Hz. İmam Hasan ve Hz. İmam Huseyn’e (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun)… Onların faziletlerini, mukaddes makamlarını, Allah-u Teâlâ’ya ne derece yakın olduklarını,onlara nice nice lütuflar bahşettiğini ve nasıl bir ilim verdiğini anlatmaya kalemlerimizin gücü yetmiyor. Zaten akıllarımızın kapasitesi, sahip olduklarını ve Allah katındaki makâmlarını bütünüyle idrak etmekten âcizdir.

Hz. Muhsin veya Hz. Muhassin’ (Allah'ın selâmı üzerine olsun) gelince; meşhur Arapça sözlüğü Tâc-ul Arûs’un “Şubber” başlığında belirttiğine göre “Muhassin” olarak okunur. El-İsabe’de ve Seyyid Muhammed Hanefî’nin, “Hezîmet-ul Busayrî” adli kitabın İbn-i Hacer’in yaptığı şerhe yazmış olduğu hâşiyenin 251. Sayfasında belirtildiğine göre ise “Muhsin” olarak okunur.

İmamiyye Şiiliği’ne göre Hz. Resûlullah (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) bu ismi vermiştir. bu isim, Hz. Harun’un oğlu Muşabber’in (ya da Muşbir’in - Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) isminin Arapça’ya çevrilmiş halidir. İsmin verilişi hakkında “el-Kamûs”ta ve diğer eserlerde bu olaya dair rivayetler geçmiş ve isminin verildiği sırada Hz. Muhsin’in(Allah'ın selâmı üzerine olsun) henüz vâlidesinin karnında olduğu söylenmiş; (yaşanan büyük facia sonucu) Hz. Fatıma Zehrâ’nın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) O’nu altı aylık iken düşürdüğünü ve bu yüzden de dünyaya gelmeden vefât ettiği anlatılmaktadır. İbn-i Tâvûs’un “Taraf” isimli eserinde ve başka eserlerde belirtilenler de bu rivayetleri doğrulamaya yardımcı niteliktedir.
Amcaları
Değerli okur, şimdi de gelin; “Kökü pek sabit, dalları semâda” bir şecerenin dalları olan Hz.Ebulfazl Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) amcalarının ve büyükamcalarının hayatının üzerinde kısaca duracağımız bu bölümde bize eşlik edin...

Amcanın huylarının yeğen ile bağlantısının olduğu, iyi huylarının da kötü huylarının da yeğene yansımalarının olduğu bilinen bir gerçektir. Bir hadîste “Erkek çocuğu dayılarına benzediği gibi amcalarına da benzer” denmektedir.

O pek değerli şahsiyetlere Yüce Allah’ın (Azze ve Celle) bahşettiği paha biçilmez cevherlerin üzerinde durmadan önce; Hz. Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) Amcası Hz.Hamza’yı (Allah'ın selâmı üzerine olsun) analım. O Hamza b. Abdulmuttalib…

Hâlâ, bugün bile; dünyanın dört bir yanından Müslümanlar, Hz. Hamza’nın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) yiğitliği ile iftihar ediyor...

Âh Hamza!... Hamza nasıl biriydi gerçekten de! En Yüce Peygamber’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin)birini “Allah’ın ve Resûlü’nün arslanı” olarak tarif etmesi ne demek biliyor musunuz! Efendimiz (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) bu tarifi yaparken sadece yiğitliğini ve çetin savaşçı yönünü kastetmiş olabilir mi?!

Tabi ki hayır. Çünkü Hz. Resûlullah (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) “Dâd dili” Arapça’yı en fasîh konuşandır. Söylediği sözler de belâgatin en usta isimlerinin sözlerinin dahi çok çok üstündedir. Eğer sadece Hz.Hamza’nın(Allah'ın selâmı üzerine olsun) cesaretini kastetmiş olsaydı “Arslan” der ve Yüce Allah’ın ya da Resûlü’nün ismini tamlamaya ihtiyaç duymazdı. Hepimizin de bileceği gibi cesur bir kimseyi ifade ederken “Arslan” benzetmesi yapılması hem düz yazıda, hem de şiirde çok rastlanan bir durumdur.

O halde Yüce Allah’ın, Resûlü’nün ve gönderdiği ilahi mesajın (Resûl-mesaj getiren demektir) bu övgüdeki tamlamada yer alması; sadece cesareti ifade etmek için değildir. Başka anlamlar daha vardır. Bu ifadeye arslan gibi güçlü, arslan gibi haşmetli bir efendi, arslan gibi atılgan gibi anlamlar da girer. Ancak buna ek olarak Allah’ın yüce dinine ve Resûlullah’ın(Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) davetine yârân olmak hususunda arslan kesilmiş olmak gibi özel bir anlamı da vardır. Özellikle de sonuncusu; diğerlerinden çok daha yoğun ve üst düzey bir anlam ifade eder.

noksan sıfatlardan münezzeh Yüce

(Allah'ın selâmı üzerine olsun) dinin temel direklerinden ve hidayet nişanelerinden biriydi.Bu yüzden de faziletini ve Allah’ın O’na bahşettiği, herhangi bir şehîdin nail olamayacağı makamını itiraf etmek üzerimize farzdır. Sahip olduğu kamil iman hasletlerinden ve hak itikatlardan gelen bu faziletler ile ilgili olarak Seyyid İbn-i Tâvûs’un “Tarf” adlı kitâbında şöyle geçmiştir: “Hz. Resûlullah (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) Hz. Hamza’ya vurulacağı günün gecesinde şöyle buyurdu: “Sen uzak (diyara göçeceksin).O halde Allah sana İslam’ın kurallarını ve imanın şartlarını sorarsa ne diyeceksin?”

Bunun üzerine Hz.Hamza ağladı ve “Bana yol göster ve çok iyi anlamamı sağla” dedi.

“Allah’ın vahdaniyetine (bir ve tek olduğuna), Muhammed’in risaletine (getirdiği dine), Ali’nin velayetine, İmamlar’ın Huseyn’in zürriyetinden olduğuna, Fatıma’nın Âlemlerin hanımlarının Seyyidesi olduğuna, yeğenin Cafer-i Tayyar’ın Cennette meleklerle beraber olduğuna ve Muhamed ile Âl-i Muhammed’in (Muhammed’in ailesinin) yaratılmışların en hayırlıları (üstünleri) olduğuna şahitlik edeceksin” diye buyurdu.

Hz. Hamza da “Îman ettim ve tasdik ettim” dedi.

Bunun üzerine Hz.Resûlullah (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) “Kendinin de şehitlerin efendisi ve hem Allah’ın, hem de Resûlü’nün arslanı olduğuna şahitlik edeceksin” diye buyurdu.

Hz.Hamza bunun duyunca hayretler içerisinde kaldı ve yüzüstü yere kapandı. Sonra da Hz. Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) gözlerinden öpüp “Sen buna şahid ol. Allah şâhid(im) olsun ve şahit olarak Allah kafîdir!” dedi.

Hadis bize Hz. Hamza’nın din ve iman hususunda çok üstün bir konuma sahip olduğuna işaret etmektedir. Şayet böyle olmasaydı; Mekke’de Allah’ın birliği ve Hz. Muhammed’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) Peygamber olduğuna dair şahitlik eden Hz. Hamza’nın yeniden bu özel biati etmesinin O’na ne yararı olurdu ki?! Hz. Resûlullah (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) imanın zirvesine ulaşmış pâk amcası Hz. Hamza’nın kemâl sıfatlarının zirvesine ulaşmasını arzu etmişti. Bu da ancak; Müminlerin Emîri’nin genel velayeti ile Masum Evlatları’nın (Hepsine selâm olsun)ceddlerinden miras aldığı hilafetine teslimiyet ile mümkündür.

Ayrıca bu hadis ile ilgili çok önemli bir husus daha vardır. Bu makam da herhangi birinin ulaşabileceği bir makâm değildir. Zira Hz. Hamza’dan kendisinin Şehitlerin Efendisi ve hem Allah’ın, hem de Resûlü’nün arslanı olduğuna ve yeğeni Cafer-i Tayyar’ın Cennette meleklerle beraber olduğuna şahitlik etmesi istenmektedir.Bu özel bir sorumluluktur. Diğer kulların Masum Ehlibeyt’e (Allah'ın selâmı hepsine olsun) dair bildiği makamların üstündedir. Bu sulûk, yakîn ve keşf derecelerinden biridir.

Eğer Ehlibeyt’in Hz. Hamza’nın (Allah'ın selâmı hepsine olsun) makamının büyüklüğüne dair söylediklerine bakarsak bunun ne kadar önemli olduğu bir kez daha gözler önüne serilecektir. İnsanların sahip olduğu cevherlerden anlayan Masum Ehlibeyt, Hz. Hamza’ya (Allah'ın selâmı hepsine olsun) o denli önem vermişlerdir ki; düşmanlarının itirazlarını çürütüp ağzının payını verirken bunu argüman olarak ifade etmişlerdir. Bu münazaralarda ve cevaplarda; kendilerinin Hz. Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) soyundan geldiklerine şahitlik ettirdikleri gibi Hz. Hamza’nın amcaları olduğuna da şahitlik ettirmişlerdir. Bir de Hz. Hamza’nın Allah rızası için canlarını feda edenlerden olma açısından özel yönü vardır. Bunun da üzerinde düşündüğümüzde Hz. Hamza’nın, Ehlibeyt’e (Allah'ın selâmı hepsine olsun) yakın, pek yüce bir makamı olduğu sonucuna varırız. Buyrun, Müminlerin Emîri (O'na selâm olsun) şöyle diyor: “Muhacirlerden bir topluluk Allah yolunda şehîd oldu. Hepsinin fazîleti vardır (ama) şehîdimiz şehid düşünce O’na “Şehitlerin Efendisi” dendi. Resulullah da O’na özel olarak, O’nun namazını kıldırırken yetmiş defa tekbir getirdi.”

Şûra gününde de şöyle buyurmuştu: “Size Allah için soruyorum; içinizde benim gibi, amcası hem Allah’ın, hem de Resûlü’nün arslanı olan biri var mıdır?!

Şehitlerin ve Cennet Gençlerinin Efendisi Ebu Abdullah Hz. İmam Huseyn (Allah'ın selâmı üzerine olsun) Taff (Aşûra) gününde şöyle buyurmuştu: “Şehitlerin Efendisi Hamza, babamın amcası değil midir?!”

Hz. İmam Hasan-ı Muctebâ (Allah'ın selâmı üzerine olsun) da hutbesinin bir bölümünde şöyle buyurmuştu: “Resûlullah’ın(Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin - davetine) icabet edenler içinde amcası Hamza ve amcasının oğlu Cafer de vadı. Şehîd olarak öldürüldüler. Onlarla birlikte Resûlullah’ın ashabından çok kişi öldürüldü (ama) Hamza’yı şehitlerin efendisi yaptı.”

Buna ek olarak Masumlar’dan, Hz. Hamza (Allah'ın selâmı hepsine olsun) hakkında faziletini ifade eden ve O’nu öven çok sayıda rivayet naklolunmuştur. Hz. Resûlullah (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) sürekli Muhacirler ile Ensarın arasında defalarca Allah’ın ve Resûlü’nün Arslanı Hz. Hamza’nın sahip olduğu ayrıcalıkarı ifade etmiştir.Böylelikle herhangi birinin çıkıp Hz. Hamza hakkında atıp tutmasının ve bir Müslüman da Yüce Allah’ın Şehitlerin Efendisi’ne bahşettiği üstünlüğü kabul etmekte tereddüde düşmesinin önünü kesmiştir. Hz. Resûlullah (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) şöyle buyumuştu:

“Ey Ensâr, Ey Hâşimoğulları, Ey Abdulmuttalib oğulları; ben Muhammed, Allah’ın Resûlü’yüm. Ben ve Ehlibeytim’den Ali, Hamza ve Cafer (dördümüz) rahmet olunmuş (özel) bir çamurdan yaratıldık”

Bunun amacı sadece amcasının ve kuzeninin faziletini tanıtmaktı. Bu yüzden de ne Masum İmamlar’ın, ne de sahih hadislerde geçen ve Onlar’ın (Allah'ın selâmı hepsine olsun) tıynetlerinden geri kalan artıktan yaratılmış taraftarlarının (Şiilerinin) yaratılışına değindi. İslam’ın ve İman’ın temelleri olduğu için sadece kendini ve Vasî’sini zikretti.

Müminlerin Emîri’nin (Allah'ın selâmı üzerine olsun) de Basra’yı fethettiği gün Hz. Abdulmuttalib’in yedi evladının üstünlüğünü açık açık dile getirerek şöyle buyurmuştu: “Onların faziletini ancak kafir biri bilmemezlikten gelir ve ancak inkarcı bir kimse inkar eder. Onlar Peygamber Muhammed, Vasîsi, Sıbtayn (İki Torun, Hasan ile Huseyn), Mehdî, Şehitlerin Efendisi Hamza ve Cennette uçan (tayyâr) Cafer” Müminlerin Emîri (Allah'ın selâmı üzerine olsun) bununla amcasının ve kardeşinin faziletine dikkat çekmek istemişti. Bu yüzden de o ikisine yapılan şahitliği; ilahi davet için ayaklanan ve hem İslam’ın, hem de imanın temelleri olan şahsiyetlere yapılan şahitlik ile beraber tuttu.

Şehitlerin Efendisi Hz. Hamza’nın ve yeğeni Cafer-i Tayyar için; Hz. Peygamber’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) onların ilahi mesajı bildirip yerine ulaştırdıklarına dair şahitliğinden başka bir fazîletleri olmasa bile bu tek başına yeterdi ve başka bir fazilet aranmasına gerek kalmazdı.

Ebu Abdullah Hz. İmam Cafer-i Sâdık (Allah'ın selâmı üzerine olsun) şöyle buyurmuştur: “Kıyamet günü olduğu ve Allah (Tebâreke ve Teâlâ) yarattıklarını bir araya topladığı vakit ilk çağrılan Nuh (O'na selâm olsun) olacak. O’na şöyle denilecek: “Tebliğ ettin (mesajı bildirdin) mi?”
O da “Evet” diyecek.
O’na “Kim sana şahitlik yapacak?!” denilecek.
O da “Abdullah oğlu Muhammed (Allah-u Teâlâ O'na ve Ailesine salât etsin)” diyecek.
( Hz. İmam Sâdık - Allah'ın selâmı üzerine olsun) sonra dedi ki: “Ardından Nuh (O'na selâm olsun) çıkacak ve insanların arasından geçip Muhammed’e (Allah-u Teâlâ O'na ve Ailesine salât etsin) gelecek. (Hz. Muhammed - Allah-u Teâlâ O'na ve Ailesine salât etsin) o sırada misk tepesinin üzerinde olacak ve Ali de O’nunla birlikte olacak. Allah’ın (Azze ve Celle) “Nihayet onu pek yakında gördüklerinde kafirlerin yüzü kötüleşip kararır…” (Mülk 27) buyruğu da budur. Bunun üzerine Nuh, Muhammed’e (Allah-u Teâlâ O'na ve Ailesine salât etsin) “Ey Muhammed, Allah – Tebâreke ve Teâlâ- bana “Tebliğ ettin” mi diye sordu. Ben de “evet” dedim. “Sana kim şahitlik edecek” dedi. Ben de “Muhammed!” dedim. Bunun üzerine (Hz. Muhammed - Allah-u Teâlâ O'na ve Ailesine salât etsin) “Ey Cafer, Ey Hamza; gidin ve O’nun tebliğ ettiğine şahitlik edin” diyecektir.

Ebu Abdullah (Hz. İmam Sadık - Allah'ın selâmı üzerine olsun) “Hamza ve Cafer Peygamberler’e (Onlara selâm olsun) tebliğ ettiklerine dair şahitlik edecektir” dedi.

Ravî bunun üzerine: “Sana fedâ olayım; öyleyse Ali (O'na selâm olsun) nerededir?” diye sordu.

“O’nun menzileti bundan daha yücedir” diye buyurdu.

Buradaki şahitlik de hakiki olmalıdır. Yani Hz. Nuh’un (O'na selâm olsun) dinine ve hadiste şahitlik ettikleri belirtilen Peygamberlerin dinlerine vakıf olup nerede, nasıl koşullarda indiklerini iyice bildikleri anlamına gelmektedir. Yoksa yaptıkları şahitlik doğru olmazdı. Bu şahitlik; peygamberlerin masum oluşlarından, peygamberlerin peygamberlik emanetlerini (bildirilmeleri üzerine emanet olan ilahi mesajları) doğru yerlere ilettiklerine dair o iki mubarek zatta ilim bulunduğu anlamına gelmektedir. Peygamberlerin masum olmuş olması kendilerine bir şahitlik edenin olmasına ihtiyaç bırakmamaktadır elbet. Zira Peygamberleri masum kılan Yüce Allah (Azze ve Celle) onların emaneti eda edip etmeyeceklerini çok iyi bilir. Ancak noksan sıfatlardan münezzeh olan Yüce Allah; nihai hükmün verildiği o günde işleri belli bir hikmet üzere yürütmeyi irade buyurmuştur. Hz. Hamza ile Hz.Cafer-i Tayyar’a şahitlik ettirmesi de O’nun (Azze ve Celle)hikmeti gereği gerçekleşmesini buyurduğu bir meseledir.

Bu yaptıkları şahitlik de hiç yaban atılır türden bir şahitlik değildir. Çünkü onlar Hz. Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) Peygamberlere şahit olduğuna şahitlik etmektedir. Oysa günümzüde bile mahkemelerde kişiden sadece kendi adına şahitlik etmesi istenir.

O halde Hz. Hamza ve Hz.Cafer ya yoğun ilimleri ile tüm dinlerin kurallarını öğrenmişti, ya hakk-ı yakîn (en üst iman derecesi) ile hepsine vakıf olmuştu, ya nurlar âleminde hepsini olduğu gibi görmüştü ya da gölgeler âleminde müşahade edip bunu şuhûd (görüş, şahitlik ediş) ve varlık âleminde bunu anmışlardı. Onca hususu çok iyi biliyorlarken İslam’ın kurallarından herhangi bir hususu bilmemeleri imkansızdır.

Talib

İslam araştırmacılarının nezdinde sabit olan görüş, Ebu Talib oğlu Talib’in İslam’a davetin ilk döneminden itibaren Müslüman olduğudur. Basîretli bir şekilde Hz.Ebu Talib’e (O'na selâm olsun) bakan bir kimse; O’nun tüm evlatlarını, Hz. Peygamber (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) ile sürekli birlikte tuttuğunu ve onların da O’ndan (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) hiçbir vaziyette ayrılmadıklarını görecektir. Hz. Resûlullah’tan (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) apaçık nişaneler görüyorlar ve davetinde hiçbir kuşkusu olmadığını görüyorlardı. Talib de böyleydi.

Kendi şiirinde “Haşimoğulları’nın en iyisi Ahmed’dir; İlah’ın resûlüdür (bu) dönemde” diyordu.

Cabir el-Ensâri’den (Allah O’ndan razı olsun) naklolunan bir hadis, Talib’in sadece Müslümanlığına değil çok daha üstün bir makâma sahip olduğunu göstermektedir. Hadiste şöyle diyor: “Resûlullah’a insanların çoğu “Ebu Talib kafirdi” diyorlar?” dedim.
Şöyle buyurdu: “Ey Câbir, Rabbin gaybı daha iyi bilendir. Benim isra (Kudus’e götürülüp Miraç ettiğim) gece Arş’a ulaştım. (Orada) dört nur gördüm. “İlahım, bu nurlar nedir?” dedim.”

“Şöyle buyurdu: “Ey Muhammed! Bu Abdulmuttalib’dir, bu Ebû Talib’dir, bu da baban Abdullah’tır, bu ise kardeşin Talib’dir.”

“İlâhım, Efendim! Öyleyse ne ile (hangi amel ile) bu dereceye nail oldular?” diye sordum.

“İmanlarını gizleyip buna ölünceye kadar sabretmeleri ile” diye buyurdu.

Şeyh Kuleynî “Rawzatul-Kâfî” adlı eserinde Hz. İmam Sâdık’tan (O'na selâm olsun) : “Talib Bedir’den önce müslümandı. Ancak Kureyş onu zorla (savaşa) çıkardı” diye buyurduğunu nakletmektedir.

Muhammed b. Musennâ el-Hadremî, Hz. Resûlullah (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) Abdulmuttalib oğlu Abbas’ın kölesi Eba Rafî ile Bedir savaşı gününde karşılaştığını ve efendilerini sorduğu zaman Eba Rafî’in “Kureyş onları zorla çıkardı” dediğini nakletmiştir.

İbn-i Cerîr’in Hz. Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) Bedir savaşı gününde şöyle buyurduğunu nakleden rivayet de buna şahittir: “Ben Haşimoğullarından ve diğerlerinden, zorla çıkarılmış ve bizimle savaşmakla işi olmayan erler biliyorum. İçinizden onlardan herhangi biri ile karşılaşan onu öldürmesin. Abdulmuttalib oğlu Abbas ile karşılaşan onu öldürmesin. O zorla çıkarılmıştır.”

Talib’in öldürülüp öldürülmemesi konusunda ihtilaf vardır. Kimisi, Bedir için çıkıldığı zaman kayboldu ve daha sonra ondan haber alınamadı demiştir. Kimisi de, atı onu zorla denize sürdü ve orda boğuldu demiştir. Kureyş’in Talib’in müslüman olduğunu bildikten sonra onu öldürmüş olması da uzak ihtimal değildir.Açıkça yenilgiye uğrayacaklarına dair ümitvar olduğunu dile getirmişti. Sâd b. Ubâde’nin öldürülmesine “O’nu cinler öldürdü” diye masal uyduran bir zihniyetin; Talib için de böyle bir hikaye düzmesi şaşılacak bir şey değildir elbet.

Akîl

Akîl b. Ebu Talib, Hz. Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) razı olduğu mubarek şahsiyetlerden biriydi.Tarihe doğru bir şekilde bakılırsa; İslam’a davetin başlangıcında Akîl’in müslüman olduğunu ifade eden deliller görülecektir. Kalbi çok derin bir iman ile doluydu, bedenini hayırlı hizmetlere vakfetmişti, şerî yetkiliye çok itaatkârdı ve sözlerinde hep doğru konuşmaya özen gösterirdi. Bu yüzden Hz.Peygamber’e (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) cân-ı gönülden bağlıydı ve Hz. Peygamber’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) sevgisine mazhârdı. Hz. Peygamber’den (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) naklolunan ve ona yönelik “Ben seni iki sevgi (ile) seviyorum: Senin için (duyduğum) sevgi ve Ebu Talib’in sana sevgisinden (dolayı) sevgi.” buyruğu bu özelliklerinden kaynaklanıyordu. Zaten Hz. Peygamber’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) dünyevî temelli bir sevgi beslemeyeceği açıktır.

O halde Akîl için, bu büyük makama sahip olmuş olması başlı başına yeter. Güçlü imanı sayesinde kardeşi Müminlerin Emîri’ne düşman olanların ağzının payını vermiş, öne sürdüğü delillerle onları susturmuş, sahtekârlıklarını açığa çıkarmış ve yıllar boyunca kurdukları tuzakları boşa çıkardı.

Akîl Hz.Ebu Talib’in ilk oğlu değildi, savaşlardaki en başarılı oğlu değildi, onlar içinde en başarılı olan da değildi, tek oğlu değildi.Evlatlarının içinde Müminlerin Emîri ve Düşkünlerin Babası Cafer gibiler vardı.Cafer onların en büyüğüydü. Ancak Hz.Ebu Talib yine de Hz. İmam Ali’nin (Allah'ın selâmı üzerine olsun) ve Cafer-i Tayyar’ın yanında iken bile; sahip olduğu ve miras aldığı faziletler sebebiyle oğlu Akîl’e özel türden bir sevgi gösterirdi.

Hz.Ebu Talib’in kendi zamanının hücceti ve vasîlerden biri olduğunu kabul ediyorsak; en özel evladı olsa dahi kimseye boşu boşuna özel bir sevgi göstermeyeceğini kabul etmek durumundayız. Şayet birine sevgi gösteriyorsa o insan hak dine bağlı ve kendisine sevgi gösterilmesi farz olduğundan gösteriyordur.

Hiç kuşku yok ki Akîl; tıpkı ailesinin diğer efradı gibi Allah-u Teâlâ’nın vahdaniyetine iman etmiş ve müslümanlığı hususunda şüpheye kapılmayan bir şahsiyetti. Zaten Müminlerin Emîri ve Cafer-i Tayyar ile aynı evde yaşayan, yetiştirilmesini ve geçimini Hz.Ebu Talib’in üstlendiği birinin öyle olması mümkün mü? Akîl ne Hz.Ebu Talib’in etrafından kovduğu, ne etrafından uzaklaştırdığı ne de gücendiği biriydi.

Az önce zikrettiğimiz Nebevî hadiste de belirtildiği gibi, Hz.Peygamber (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) ona sevgi gösteriyordu. Peki imanına güven olunmayan ve müslümanlığı kuşkulu olan birine nasıl sevgi gösterirdi ki? Demek ki Akîl’in imanını ve müslümanlığını, tıpkı babası Hz.Ebu Talib ve kardeşi Talib gibi gizli tutuyordu. Kardeşleri Cafer-i Tayyar ve Müminlerin Emîri (O'na selâm olsun) ile aralarında iman seviyesi açısından fark vardı elbette.

Öyleyse Akîl; fertlerinden İslam’ın inşa edildiği o mubarek yuvadan, yani Hz.Ebu Talib hanedânından ayrı biri değildi. O, Resûlullah (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) hidayete davet etmeye başladığı andan beri iman etmişti.

Kız kardeşleri Ümmü Hânî de mubarek davete icabet etmiş ve ilk Müslümanlardan olma şerefine nail olmuştu.Mirasımızda bunu ifade eden sahih hadisler yer almıştır.Hz.Resûlullah (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) Efendimiz’in(Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) tebliğ vazifesinin başlangıcının üçüncü senesinde vuku bulan Miraç hadisesinin dönüşünde Ümmü Hanî’nin evine inmiştir. Efendimiz’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) tebliğ vazifesi başlayalı üç yıl olmuştu. Halka anlatmadan önce ona anlattı. O da ona iman edip doğruladı. Ancak Kureyş’in O’nu yalanlamasından korktuğu için gizli tuttu. Bu yüzden de Ümmü Hanî’nin Müslüman oluşunun fetih yılı olarak bilinen hicretin sekizinci yılına kadar geciktiği iddiasının ciddiye alınacak bir tarafı yoktur.

Peki ya anneleri Fatıma bint-i Esed hakkında dediklerine ne demeli?...

Mekke’nin Efendisi Hz. Ebu Talib’in zevcesi olma onurunun yanı sıra; Hz.Resûlullah (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) onun hayatının tüm aşamalarında pâk, iyi huylu ve mümine bir kadın olduğuna şahitlik etmiştir.

Şaşılacak olan şey; bazı aldanmış kimselerin Vasîlerin Efendisi’ne (O'na selâm olsun) ait bir fazilet olarak nakletmeye çalıştıkları iddiadır. Onların iddiasına göre Fatıma b. Esed, Hz.Ali’ye (O'na selâm olsun) hamile iken Hubel’e secde etmeye çalışmış ancak Hz.Ali onu bundan men etmiştir!

Bunu nakleden zavallı; bunu bir fazilet sanmaktadır. Oysa aksine bu, cahiliyyenin ve şirkin pisliklerinden tertemiz kılınmış olan Müminlerin Emîri’nin (O'na selâm olsun) mubarek şahsiyetine yapılmış bir saldırıdır. Peygamberlerin Sonuncusu’ndan(Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) sonra yaratılmışların en üstünü, en şereflisi ve ilahi nurdan var edilmiş olan bir şahsiyetin küfür ve inkarla kirlenmiş bir kaba emanet edilmiş olması nasıl mümkün olur?!

Hz.Resûlullah’tan (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) sabah akşam ders alan, ilahi öğretilerle öğrenim gören ve karnında Yüce Allah’ın tüm müminlere velayetine iman edilmesini farz kıldığı vasîyi taşıyan birine nasıl böyle bir yafta yapıştırılır?! O öyle birisini karnında taşımıştı ki, “Müminlerin Emîri” lakabı; her ne kadar hepsi bir nur olsa ve tıynetleri bir olsa da tüm masum İmamlar (Allah'ın selâmı hepsine olsun) içinde sadece O’nun için söylenebilirdi. Hz. İmam Sâdık (Allah'ın selâmı üzerine olsun) ona “Müminlerin Emîri” diyen birine öfkelenmiş ve şöyle buyurmuştu: “Sus, bu ismin Ceddim Müminlerin Emîri’nden başkası için söylenmesi (uygun) olmaz”

Bununla da yetinmeyip Hz. Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) onun kabrinin başında durup yüksek sesle “Oğlun Ali; ne Cafer, ne de Akîl” dediğini ve bunu yapmasının sebebinin “Melek ona Resûl’den sonra kimin velayetinin dini üzere olduğunu sordu; o da oğlum demeye utandı” dediğini naklettiler. Hz. Peygamber’den (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) sonra en üstün insanı karnında taşımış pâk bir hanımefendinin o mukaddes öğretilerden uzak olması mâkul müdür sizce?? Ayrıca dini konularda utanma mı olur?!

Bunları uydururken arzuladıkları şey, o pek muhterem hanımefendiyi doğru yoldan uzakmış gibi göstermekti. Ancak bu çabaları hüsranla sonuçlandı. Çünkü sahih mirasımızda şöyle geçmektedir: Fatıma b. Esed vefât ettiğinde Hz. Peygamber(Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) Efendimiz’in onu kabrine indirdiği ve orada durup ince bir sesle: “Ey Fatıma, ben Muhammed; Âdemoğulları’nın efendisiyim ve (bu dediğim) övünme değildir. Münker ve Nekîr gelip sana “Rabbin kimdir?” diye soracak olurlarsa: “Rabbim Allah, Peygamber’im Muhammed, Dinim İslam, Kitâbım Kur’ân ve oğlum İmamım ve Velîm’dir” de” buyurdu. Sonra da kabirden çıkıp üzerine toprak döktü.

Muhtemelen bu Ona ve onun yolundan giden iyi huylu, temiz hanımlara özel bir şeydi. Çünkü ilahi dini tebliğ ettiği dönemde telkîn (defnedilmek üzere olan ölüye hatırlatma) yaparken kendinden sonraki velîyi tanıtmamıştı. Bir özel ayrıcalık daha, normalde ölüler için beş defa tekbir getirirken onun için kırk defa tekbir getirmişti.

Hz. İmam Ali’nin vâlidesi Hz.Fatıma bint-i Esed’in (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) itibarını zedelemeye yönelik ortaya attıkları safsatalara inat Hz.Resûlullah (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) tüm ümmetin önünde onun dinde ne kadar büyük bir yere sahip olduğunu gösterdi. Kendi özel gömleği ile onu kefenlemiş olması Yüce Allah’ın nezdinde o büyük hanımefendinin ne denli bir makama sahip olduğunu beyan etmiştir. Böylece o, insanların çırılçıplak olarak haşrolunacağı kıyamet gününde; üzerinde Yaratılmışların en hayırlısı’nın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin)giysisi ile haşrolacaktı. Hz.Resûlullah (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) ayrıca onu defnetmeden önce kabrine girip uzandı. Çünkü daha önce ona kabir hayatının ürpertici özelliklerinden ve Âdemoğullarının maruz kalacağı kabir sıkmasından bahsedince çok korkmuştu. Hz.Resûlullah (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) böylelikle onun kabrinin ve kabir hayatının en güzel şekilde geçmesini sağladı.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Hz.Ebu Talib’in pâk yuvası; tevhîd, iman, hidayet ve aklın yuvasıydı.Bu ev çatısı altında bulunanlar kadını ve erkeği ile; Hidayet Davetçisi (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) ilk çağrısını yaptığı ve ilahi mesajı tebliğ ettiği andan beri hepsi tek bir din üzeredir. Kimisi bu ilahi davete icabet ettiğini açık açık söylerken kimisi de belli başlı bir maslahat gereği iman ettiğini gizli tutmuştur.
Evlilik ve Doğum
Müminlerin Emîri (O'na selâm olsun) Fatıma bint-i Huzâm el-Âmiriyye ile evlenmiştir. Bu evliliğin ne zaman olduğu konusunda farklı görüşler vardır. Bazılarına göre bu evlilik Âlemlerin Hanımlarının Seyyidesi Hz.Fatıma Zehra’nın (O'na selâm olsun) vefatınının ardından olmuştur. Başka bir görüşe göre de Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) kızı Zeyneb’in kızı Emâme ile evliliğinin ardından gerçekleşmiştir. Her halükarda kesin olan bir şey vardır. O da evliliğin Hz.Fatıma Zehra’nın (O'na selâm olsun) vefâtı sonrası gerçekleşmiş olduğudur. Çünkü Hz.Ali’ye zevcesi Hz.Fatıma Zehrâ yaşıyorken (İkisine de selâm olsun) başka kadınlarla evlenmek haram kılınmıştır.

Fatıma bint-i Huzâm el-Âmiriyye, Müminlerin Emîri (O'na selâm olsun) ile olan evliliğinden dört erkek evlat dünyaya getirmiştir: Abbas, Abdullah, Cafer ve Osman. Müminlerin Emîri’nden (O'na selâm olsun) sonra da uzun bir süre yaşamış ve başka biriyle evlenmemiştir. Müminlerin Emîri’nin (O'na selâm olsun) diğer eşleri Emâme, Esma bint-i Umeys, Leyla el-Nehşeliyye de O’ndan sonra başkası ile evlenmemiştir. Vasîlerin Efendisi (O'na selâm olsun) şehîd olduğu sırada bu dört muhterem hanımefendi ile evliydi.

Emâme’ye daha sonra Muğîre b. Nevfel evlilik teklif etmiş, ondan sonra da Ebul- Hiyâc b.Ebu Sufyan b. Hâris aynı girişimde bulunmuştur. Emâme Hz.Ali’den (O'na selâm olsun) “Peygamber’in ve Vasî’nin eşleri, ondan sonra başkasıyla evlenmez” hadîsini naklederek her ikisini de reddetmiştir. Diğer muhterem hanımlar da bu rivayete göre amel edip evlenmemişlerdir.

Müminlerin Emîri’nin (O'na selâm olsun) zevcesi Fatıma bint-i Huzam el-Âmiriyye; pek faziletli, Ehlibeyt’in (Hepsine selâm olsun) hakkını bilen, Onlar’a cân-ı gönülden bağlı ve kalbi Onlar’ın sevgisiyle dolup taşan bir hanımefendidir. Ehlibeyt(Hepsine selâm olsun) nezdinde de çok özel bir makama ve itibara sahiptir. Hz.Zeyneb-i Kubra (O'na selâm olsun) Kerbelâ dönüşünde Medîne’ye vardığında onu ziyaret etmiş ve şehîd olan dört evladı için taziye sunmuştu. Ayrıca onu bayram günlerinde de ziyaret ederdi.

İmanı doruğa çıktığı ve Ehlibeyt’in (Hepsine selâm olsun) makamını çok iyi tanıdığından dolayı; Müminlerin Emîri (O'na selâm olsun) ile evlenip evine ilk girdiği gün doğruca Hz. Hasan ile Hz.Huseyn’e (Onlara selâm olsun) bakmaya ve çok tatlı sözlerle onların gönlünü almaya başladı. Hayatları boyunca da onlara en güzel sözlerle hitap eder ve çok şefkatli bir anne gibi muamele etti.

Bunun şaşılacak bir tarafı yoktu aslında. Çünkü o özü iman olan birinin zevcesiydi. O’nun (O'na selâm olsun) nurlarıyla nurlanmış, bahçesinde güllerini yetiştirmiş, marifet pınarlarından istifade etmiş, edebi ile edeplenmiş ve ahlâkı ile ahlaklanmıştı.

Doğum

Varlık âlemi “Kamer-i Benî Hâşim”in Hz. İmam Ali’nin (Allah'ın selâmı üzerine olsun) mubarek hanesini aydınlatmıştı.Ana sütüne yiğitlik katılmış, hamuruna karışmıştı. Hilafetin bağrında büyümüştü.İmamet O’nun ruhunun şah damarıydı. Böylece büyüdükçe asalet, zulme boyun eğmezlik, dünyadan yüz çevirme gibi şerefli sıfatlar kanına ve etine karıştı. Dillere destan cemâli aslında O’nun sapasağlam imanla dolu nefsinin yansımasıydı. Hilim, akıl ve faydalı ilimle dopdoluydu.

Adım adım Şehît Torun Hz. İmam Huseyn’i (Allah'ın selâmı üzerine olsun) takip ediyordu. Çünkü O’nun için yaratılmıştı; her durumda O’na hem bir koruyucu, hem de faziletli sıfatları, üstün şemâili, parlak şecaati ve efendiliğiyle O’nun bir benzeri olmak için var edilmişti. (Allah'ın selâmı üzerine olsun) bir adım atıyorsa şerefli bir yola gidiyordu, konuşuyorsa sözü hidayet ve olgunluktu, bir imâda bulunuyorsa hakka işaret ediyordu, bir şeyden yüz çeviriyorsa batıldan uzaklaşıyordu, bir şeye karşı büyükleniyorsa zülme başkaldırıyordu ve kendini tehlikeye atıyorsa din uğrunaydı.

Hz.Ebulfazl (Allah'ın selâmı üzerine olsun) faziletleri bir arada bulundurandı ve üstün bir deha örneğiydi. Çünkü paha biçilmez yadigarlarını İmamet güneşi; ilmin, kudretin ve salâhın Huseyn’inden almıştı O ve Ağabeyi Şehitlerin Efendisi(Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) Yüce Allah’ın “Andolsun güneşe, parıltısına ve onu izlediği zaman aya…” (Şems 1-2) ayet-i kerîmesinin ifade ettiği anlamlara benzersiz birer örnekti. Hz.Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) ne BURAYA BAK

O’nda (Allah'ın selâmı üzerine olsun) bulunan paha biçilmez yâdigârları …

Hayatının her alanında imameti takip etti. Hatta mubarek bedeninin dünyaya geldiği günde bile! Hz. İmam Huseyn (Allah'ın selâmı üzerine olsun) Şaban ayının üçüncü gününde varlık âlemini nurlandırmıştı. Hz.Ebulfazl (Allah'ın selâmı üzerine olsun)ise hicretin yirmi altıncı senesinde Şaban ayının dördüncü gününde dünyayı şereflendirdi.

Müminlerin Emîri (O'na selâm olsun) bu evladını; acısı tarif edilemez musibetlerin ve belaların Şehitlerin Efendisi’nin (O'na selâm olsun) kuşattığı o zorlü günde sadık yardımcısı ve büyük destekçisi olması için özel olarak seçmişi. İmametin o engin nuruyla baktı ve oğlununun annesini Arapların en yiğit ve en cesur ailelerinden birinden seçti. Dünyaya geldiği gün sevimli yavrusunu kucağına aldı. Doğumda yapılan nebevî sünnet amellerini yerine getirecekti. Ona baktı. Gözleri yavrusunun bedeninin neresine ilişse, aklına o büyük günde başına gelecek musibetler geliyordu. Allah’ın yeryüzündeki hüccetinin yardımına koşarken koparılacak olan kollarına baktı. Gözleri dolmaya başladı.

İlimle ve yakînle dolu bakışlarıyla yavrusunun göğsüne baktı. Düşmanların oklarının biteceği yerleri görüyordu. Yüksek sesle iç çekti. Yavrusunun pâk başına baktı. Demir bir direkle ona vurulacağını çok iyi biliyordu. Şefkati kabardı. İniltisi yükseldi. Oğlunu ağabeyinin susuzluğunu gidermek ve Nübuvvet hanedânının hanımefendilerine su getirmek için kendi feda edişi gözlerinin önünden gitmiyordu. Ciğerini yakan susuzluğa rağmen onlara su taşıyışı, ağabeyinin susuzluğunu hatırlayıp suyu elinden atışı, kardeşinin acısına ortak olmak için kendini feda edişi, ihlaslı kardeşliği… hepsini görüyordu. Derin derin nefes aldı. Tekrar tekrar “Yezid’le ne (işim olur) ki?” dedi. Başına gelecek her felâket babasının yüreğini bir başka burkuyordu…

Bu azîz evlat, pek güzel hilkati, hayırla dolu siması ve taşıdığı yiğitlik nişaneleri ile ne zaman anne ve babasını mutlu etse; görüp tahammül edeceği kanlı yaralar, ciğer yakan susuzluk ve bel büken belalara kadar musibetleri hatırlamalarını sağlayıp hüzün yaşatıyordu.

Böylesi anlar, kalbinde biraz olsun yumuşaklık taşıyan bir insana bile ne kadar tesir ediyordu. Öyleyse beşeriyete karşı en babacan babadan daha merhametli ve en anaç annneden daha şefkatli olan Müminlerin Emîri’nin (O'na selâm olsun) kalbi neler hissetmişti…

Hz.Ebulfazl Abbas (O'na selâm olsun) gibi bir insân-ı kâmil için ne kadar yüreği burkuluyordu.

(O'na selâm olsun) O’nun gibi sayıp dökülemeyecek kadar çok fazileti bulunan bir şahsiyetin mazlumiyetini anlatmaya kalkarken kalemlerimiz aciz kalıyor doğrusu…

“Kamer Benî Haşim” kitabınının yazarı eserinin 21. sayfasında şöyle nakletmiştir: “Bir gün Hz. Ümmül Benîn; Müminlerin Emîri’ni (Onlar’a selâm olsun) gördü. Bacağına Hz.Ebulfazl’ı (O'na selâm olsun) oturtmuş, minik kollarını sıvamıştı. Onları öptü ve ağladı. Hz. Ümmül Benîn, Vasîlerin Efendisi’ni (Onlara selâm olsun) o halde görünce çok etkilendi. Ali cemâli ile öylesine dolu bir çocuğa babasının bakıp bakıp ağlaması alışılmış bir şey değildi. Üstelik görünürde ağlamasına neden olacak herhangi bir sebep de yoktu. Müminlerin Emîri (O'na selâm olsun) ardından ona gerçekleşecek hadiselerden ve Ağabeyi Hz. Huseyn’in (O'na selâm olsun) yardımına koşarken kesileceklerini bildirdi. O pek şefkatli ana bunları duyunca ağlayıp feryat etti. Evdekiler de iniltileriyle ve iç çekişleriyle onların hüznüne ortak oldu. Vasîlerin Efendisi (O'na selâm olsun) ardından Hz. Ümmül Benîn’e, azîz evladının Allah (Azze ve Celle) nezdinde sahip olacağı makam ile müjdeledi.Tıpkı Cafer b. Ebu Talib gibi, O’na da koparılacak kollarının karşılığında Cennette meleklerle birlikte dilediğince uçabileceği kanatlar bahşedileceğinin haberini verdi. Bunu duyunca ayağa kalktı. Evladının ebedî saadete kavuşacağını bildiren bir müjdeyi taşıyordu artık…
İmamlar'ın gözünde Hz.Abbas
Ehlibeyt İmamları’nın gözünden Hz.Abbas (Hepsine selâm olsun)

Hz.Ebulfazl Abbas’ın (O'na selâm olsun) sahip olduğu makama, ilmine, takvasına ve zulme karşı dik duruş, yardımseverlik, yiğitlik, hidayet yolunda fedâkarlık, kendini tehlikeye atarcasına Allah’a kulluk gibi üstün sıfatlarına değindikten sonra bu konunun üzerinde çok fazla durmaya gerek görmüyoruz. Zira Hidayet Önderleri (Allah'ın selâmı hepsine olsun) O’ndan çok daha alt seviyelerde olanları takdir ederdi. Öyleyse Onlar ile eti kemiği bir, aynı kökten gelen ve mubarek şecerelerinin pek bereketli bir dalı olan Hz.Abbas’a (O'na selâm olsun) bakışları nasıl olurdu sizce? Hz. İmam Seccad (O'na selâm olsun) O’nun başka şehitlerin nail olamayacağı çok büyük bir makamı olduğunu ifade ederek şöyle buyurmuştur:

“Allah, Amcam Abbas b. Ali’ye rahmet eylesin. (O’na hizmeti her şeyin) önünde tuttu ve (bu uğurda çok fazla) uğraşıp didindi. Sonunda da Ağabeyi’ne canını feda etti ve kolları koparıldı. Allah (Azze ve Celle) de tıpkı Cafer b. Ebi Talib’e yaptığı gibi o; (kopan kollar yerine) O’na Cennette meleklerle birlikte uçabileceği iki kanat verdi. Abbas’ın Allah-u Teâlâ katında öyle bir makamı vardır ki; kıyamet gününde tüm şehitler O’na gıpta eder.”

“Tüm” sözü burada; Peygamberlerin ilahi mesajları tebliğ ettiğine şahitlik yapan Hz. Hamza ve Hz.Cafer’i de kapsamaktadır. Böylesi bir anlamın uzak bir ihtimal olduğunu söyleyenlere “Kibrît-i Ahmer”in yazarı (daha önce belirtmiştik) kendi eserinin 3. Cildinin 47. sayfasında cevap vermiş ve ortaya attıkları iddiaları çürütmüştür.

Kerbelâ şehitlerinin ziyaretinde geçen şu ifade de buna delil olabilir: “Selâm olsun size ey Rabbânî’le; siz bizim için öncü ve selefsiniz, biz de sizin için takipçi ve yardımcıyız. Sizler dünyada da ahrette de şehitlerin efendilerisiniz.”

(O'na selâm olsun) onlar hakkında söylediği şu cümle de aynı mahiyettedir: “Onların ne bir kimse önüne geçebilmiş ne de onlara yetişebilmiştir”

Böylelikle Hz. İmam Seccad (O'na selâm olsun) Kerbela şehitlerinin, tüm şehitlere efendilik makamına sahip olduğunu ilan etmiştir. (Başka şehîtlerden) hiç kimse onların ne önüne geçebilmiş, ne de onlarla aynı makama yetişebilmiştir. Hz.Ebulfazl Abbas (O'na selâm olsun) da o Kerbelâ şehitlerindendir. Bu üstünlük O’nu da kapsamaktadır. Hz.İmam Seccad, Hz.Ebulfazl Abbas’ın (İkisine de selâm olsun) makamının sadece bu değil, aksine Kerbelâ şehitleri içinde dahi hiçbir şehîdin erişemeyeceği bir makam olduğunu söylemiştir.

Sahip olduğu bu üstün derece sebebiyle Ehlibeyt (Hepsine selâm olsun) sıradan insanların girmelerine izin vermedikleri en üst düzey işlerine O’nu dahil ederlerdi. Hz. Huseyn’in Hz. Hasan’ın (Hepsine selâm olsun) cenaze guslüne O’nu da ortak etmesi gibi.

İmamet makâmı çok üstün bir makamdır. Masum İmam’ın işini ancak O’nun gibi bir İmam yapabilir. Öyleyse İmam’ın hizmetini gerçekleştiren ve O’nun için su getiren biri ancak Masum İmamlar’dan sonraki en yüce insan olabilir. Çünkü Masum İmam’ın ruhu Yüce Dost’a doğru süzüldüğü anlarda; O’nun mubarek bedenine o seviyede olmayan birinin ne bakmasına ne de yakınına gelmesine asla izin verilmez. Çünkü o makâm “iki yay boyu kadar, hatta daha da yakın” makamıdır. Alemlerin Rabbi’nin Sevgilisi o makama ancak dünya âleminden ayrıldıktan sonra varmış, melekût aleminde mukaddes tesbîhatlarla yükselmiş ve o pek ulvî makamda tek başına durmuştur.

Hz. Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) hak halîfeleri de Peygamberlik makamında ve eşleri konusu hariç diğer yâdigârlarda makamlarına ortak idi. Varlık âleminden ayrıldıkları ve en şiddetli feyzi aldıkları bu anlar da o makamlarındandır.

Fazl b. Abbas b. Abdulmuttalib’in Hz. Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) cenâze guslüne Müminlerin Emîri’ne (O'na selâm olsun) yardımcı olmak amacıyla katıldığı doğrudur. Ancak Müminlerin Emîri (O'na selâm olsun) o esnada o pâk bedene bakıp kör olmasından çekindiği için onun gözlerini sıkı sıkı bağlamıştı. Aynı şekilde Hz. Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) doğrudan kabrine bakılmaması ve bakan kimsenin kör olacağı uyarısında bulunulmuştur. Bu özel önlem Medîne halkı arasında da meşhur oldu. Eğer Hz. Peygamber’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) kabrine bir şey düşerse çıkarılması için bir çocuktan yardım alırlardı. Çocuğun önce gözlerini sıkı sıkı bağlarlar ve sonra da aşağı sarkıtırlardı. Çocuk da elleriyle yoklayarak düşen şeyi bulup çıkarırdı.

Bu konu beşeriyetin düşüncelerinin ulaşamayacağı sırlardandır. Üzerimize düşen olduğu haliyle bunu kabul etmektir. İdrak edemeyişimiz onu inkar etmemizi mazur göstermez. Hz.Peygamber’in ve İmamlar’ın (Allah'ın salât-u selâmı hepsine olsun)dünya âleminden ayrılmalarının ardından başka insanlarda görülmeyen, hiç alışık olunmadık olaylar ve durumlar yaşandığına dair rivayetler gerçekten de çoktur. Etlerini toprağın ayrıştırmayışı, bedenlerinin semaya yükselişi, birbirlerini görmeleri, icabında ölülerini asıl bedenlerinde diriltmeleri gibi durumlar nakledilmiştir. Aklen bunların gerçekleşmesi imkansız olmadığı gibi rivayetlerde bunların gerçekleştiğine dair deliller çoktur ve Ashâb (1) da bunları itiraf etmiştir. Buradan şunu anlıyoruz: O mukaddes şahsiyetlerin kutsî aleme yükseldiği hâli görmeye sıradan insanların görme organları tahammül edememekte; sadece masumlar dayanabilmektedir. Çünkü Onlar birbirleri ile aynı özdendir. Masum olmayanlar ne kadar itaat ve huşû ehli de olsa bu hâl onların kapasitesini aşmaktadır.

Ancak Masum İmam’in Peygamberlere ve mukarreb (Allah’a çok yakın) kulların sıfatlarını atfederek “Sâlih kul” diye tanımladığı Hz.Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) işte bu hâle dayanabilmiştir. O yüzden de ne O’nun gözlerini bağlamıştır ne de gözünü yummasını söylemiştir. Böylece Hz.Abbas; Şehît Torun, Resûl-i Âzam, Vasîlerin Efendisi, Rûh-ul Emîn ve Hz. İmam Hasan-ı Muctebâ’yı gusleden meleklerin özelliğine ve çalışmasına ortak olmuştur. (Allah'ın salât-u selâmı hepsine olsun)

Böylesine büyük bir makâma ancak Masum hüccetler gibi mukaddes bir nefse sahip olan kimseler erişebilir. Bu yüzden Hz.Ebulfazl Abbas (O'na selâm olsun) sıddîklar, şehitler ve sâlihler ile birlikte olması hiç de şaşılacak bir şey değildir.

Hz. Huseyn Hz.Abbas’a (Onlar’a selâm olsun) Kerbelâ’da Muharrem ayının dokuzuncu gecesinde düşmanlar kampına doğru harekete geçtiği zaman “Bin (atına) kardeşim, canım sana feda olsun kardeşim” diye buyurmuştu. Onların karşısında durup neden geldiklerini sormasını istemişti. Hz.Abbas (O'na selâm olsun) da yanında yirmi süvari eşliğinde onları karşıladı. Hz.Abbas’ın (O'na selâm olsun) yanında Habîb ve Zuheyr de vardı. Neden geldiklerini sordu. “Emîr ya hükmüne boyun eğmenizi ya da savaşı emrediyor.” Bunun üzerine Hz.Abbas (O'na selâm olsun) gidip olanları Hz. Huseyn’e (O'na selâm olsun) anlattı. Hz. Huseyn (O'na selâm olsun) de savaşı ertesi güne ertelemeleri için O’nu yeniden yolladı.

Bu olayda geçen “Bin (atına), canım feda olsun sana kardeşim” cümlesi öyle büyük bir cümle ki, insanın aklı anlamını hazmetmekte güçlük çekiyor. Hz.Ebulfazl Abbas (O'na selâm olsun) hakîkatın öyle bir zirvesine varmış bir pâk zâttı ki; Varlık âleminin varlığını sürdürüş sebebi, hayrın yeryüzüne iniş vesîlesi, şerefin en zirvesi, imkân alemindeki tüm varlıklara inen en mukaddes feyz ve “Allah sizinle fetheder (açar) ve sizinle hatmeder (mühürler)” sözünün muhatabı Masum İmam O’na “Canım sana feda olsun” diyor.

Basîretli, ince eleyip sık dokuyan bir kimse, bu kelimenin üzerine uzun uzun düşündüğü zaman ne kadar değerli bir ifade olduğunu anlar. Meşhur bir deyimin de ifade ettiği gibi; “Fazîleti ancak onun ehli tanır”

Değerli okur; Vâris ziyaretnâmesinde Kerbelâ şehitleri ile ilgili şu bölümü okurken bu sözün önemli olmadığını sanmayınız: “Anam babam size fedâ olsun. Sizin de, defnolunduğunuz toprağın kokusu da ne kadar burcu!”

Bu ziyaret duasında İmam’ın (O'na selâm olsun) kendisi Kerbelâ şehitlerine o şekilde hitap etmemektedir; Safvân-ı Cemmâl’e Kerbelâ şehitlerini ziyaret ederken Onlar’a nasıl hitap edeceğini öğretmektedir. Zira bu rivayet Şeyh Tûsî’nin “Misbâh-ul Müteheccid” adlı eserinde geçmiştir. Rivayette Safvân-ı Cemmâl şöyle diyor: “Hz. İmam Sâdık’tan, Hz.Huseyn’i(Onlar’a selâm olsun) ziyaret etmek için izin istedim ve bana (ziyaret için) nasıl amel edeceğimi (öğretmesini) istedim.”

“Şöyle buyurdu: Ey Safvân! (Ziyarete) çıkmadan üç gün oruç tut…” Rivayet devam ediyor. Ancak biz ilgili bölüme geçeceğiz. Ardından şöyle buyurdu: “(Türbe’nin) duvarının eşiğine gelince şöyle de: “Allahu ekberu kebîran /Allah (vasıflanabilmekten) yücedir, pek yücedir…” (Ziyaret duasını okumaya başladı) Ardından şöyle buyurdu: “Sonra da Ali b. Huseyn’in ayak tarafından çık, şehîtlere doğru dön ve şöyle de: “Esselâmu aleykum ya evlîyaullah/Selâm olsun size ey Allah’ın velîleri…” (Sonra ziyareti duasını sonuna kadar okudu)

Rivayet ile ilgili naklettiğimiz kısım burada sona eriyor. Görüldüğü gibi Hz. İmam Sâdık (O'na selâm olsun) Safvân’a Kerbelâ şehitlerini nasıl selâmlayacağını öğretmektedir. Rivayet bize Hz. İmam Sâdık’ın (O'na selâm olsun) kendisi Kerbelâ şehitlerini ziyaret ederken nasıl selâmladığı hakkında bir bilgi vermemektedir.

Hz. Abbas’ın Hz. İmam Huseyn’in (Onlar’a selâm olsun) nezdindeki büyük makamına işaret eden bir husus daha vardır. Şu olaya dikkat edelim:

Hz. İmam Huseyn (O'na selâm olsun) hidayete yönlendirmek, Meysûn’un oğlu Yezîd’in tağutluğunu bildirmek ve Hz.Resûlullah’ın (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) O’nun hakkındaki buyruklarını hatırlatmak için Ömer b. Sâd ile iki ordunun ortasında bir araya gelmişti. Hz. İmam Huseyn (O'na selâm olsun) iki taraf da bir araya gelince Hz.Abbas ve kendi oğlu Hz.Ali (Onlar’a selâm olsun) hariç beraberindeki herkese uzaklaşmasını emretti. Ömer b. Sâd da aynısını yaptı ve sadece oğlu ile kölesini kenarında tuttu.

Hz. İmam Huseyn’in şanlı dostlarının (Hepsine selâm olsun) yakîn (şüphe katılmamış iman) üzere,niyetlerinin dosdoğru ve vefakâr olduğuna şahitlik ettiğini;Hz. Ebulfazl’ın Onlar (Onlar’a selâm olsun) içinde dahi O’nu farklı kılan özellikleri bulunduğunu zaten bilinen bir şeydir. Burada Hz. İmam Huseyn (O'na selâm olsun) kendisinden sonra gelecek insanlara Hz.Ebulfazl Abbas’ın ve Hz. Ali Ekber’in (Onlar’a selâm olsun) akılları âciz bırakan türden sıfatlara sahip olduğunu ima etmek istemiştir.

Aşûra günü yaşanan şu olay da işte bu türdendir. O gün kadınların çığlıkları ve çocukların ağlaşmaları yükselip Ordusu’nun başında duran Hz. Huseyn’in (O'na selâm olsun) kulağına çalınmaya başlayınca; Hz.Abbas’a (O'na selâm olsun) onları susturmasını emretti. Çünkü o sesleri duyan düşmanın sevinmesini istememişti. Ayrıca Hz. İmam Huseyn’in (O'na selâm olsun) hamiyetle dopdolu kalbi, Nübuvvet hânedânının hanımefendilerinin seslerinin yabancılara gitmesine razı olmazdı.

Hz. Ebulfazl Abbas’ın (O'na selâm olsun) O günkü duruşunun ve şehadetinin tüm şehitlerden sonraya gecikmesinin üzerinde de biraz duralım.Öteden beri asîl ruhu; hak dine hizmet ve Hz.Resulullah’ın Hanedânı’nın (Allah-u Teâlâ’nın salât-u selâmı hepsine olsun) yardımcı olmak için çırpınıyordu. Zulme asla tahammül etmeyen pâk kalbi; pek muhterem kardeşlerini, amca çocuklarını ve sevdiklerini yerde cansız uzanırken görmeye nasıl da sabredebilmişti öyleyse? O güne dek hiçbir yabancı gözün tanımadığı, her biri Muhammedî hanedânın birer hanımefendisi olan Hz.Fatıma’nın (Allah'ın selâmı hepsine olsun)kızlarının ağlayışlarını ve feryatlarını işitiyordu. Şer her taraftan etraflarını kuşatmıştı. Keder dolu manzara, göğsündeki Haşimî hamiyeti alev alev tutuşturdu. Gördüğü her manzara Alemdâr Abbas’ın (O'na selâm olsun) göğsünd yanan ;Allah ve din düşmanı Yezid ve yardımcılarından intikam ateşini daha da alevlendiriyordu.

Ancak Ağabeyi Şehitlerin Efendisi’nin (O'na selâm olsun) O’na savaş meydanına çıkış iznini erteleten şey, Hz.Abbas’ın (O'na selâm olsun) konumunun son derece önemli olmasıydı. Hz. İmam Huseyn, Hz.Abbas’ı (Onlar’ın selâm olsun) İmamet’in mühimmatlarından biri sayıyordu. O’nun ölmesi ordusunun gücünü kırardı.O’na şöyle buyuruyordu: “Sen gidersen (ölürsen) ordum dağılır" Son anlarında bile O’na hemen izin vermemiş, yaşanan bir diyalogdan sonra Hz.Abbas’ın (O'na selâm olsun) gitmesine izin vermiştir.

Seyyid Muhammed Ali Şâh Abdulazîm Kuddise Sirruh, “Îkad” hikayesinde bize Hz.Abbas’ın Masumlar’a (Hepsine selâm olsun) çok yakın bir makâma sahip olduğunu göstermektedir. Zira Hz. İmam Seccâd (O'na selâm olsun); Kerbelâ şehitlerinin tertemiz bedenlerini defnetmek için Kerbelâ’ya geldiği vakit, Babası Hz. Huseyn ve Amcası Hz.Abbas (Hepsine selâm olsun)hariç tüm bedenleri şu anki istirahatgâhlarına taşıdı. Hz.İmam Seccad (O'na selâm olsun) onları kabirlerine indirme ve Mukaddes Türbe’ye ulaştırılması sorumluluğunu bizzat kendi gerçekleştirdi. Şöyle diyordu: “Benimle birlikte bana yardım eden vardır”


İmam’ın (O'na selâm olsun) bu konudaki meselesi açıktır. O’nun işini O’nun gibi olmayan biri yapamaz. Ancak varmak istediğimiz hakikat şudur. Hz. İmam Seccâd’ın Sıddîk ve Şehîd makamına sahip bir şahsiyet olan Hz.Ebulfazl Abbas’a (O'na selâm olsun) yapılan, Vasîlerin Efendisi’ne yapılana benziyordu. Çünkü Yüce Allah’a en yakın oldukları o anlarda Masum’a ancak pâk zâtlar dokunabilir ve o pek üstün makama sahip olmayan kimseler Masum İmam’ın cenazesine yaklaşamazlar.

Hz.Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) yüce değeri dünya hayatında da ahret hayatında da korunacaktır.. Fatıma Zehra(Allah'ın selâmı üzerine olsun) bile; Muhammedî hanedânın başına gelen onca mazlumiyete rağmen, Hz.Abbas’ın (O'na selâm olsun) koparılmış kollarını vesîle kılarak Yüce Allah’a yaşadığı zulmü şikayet edecektir.. “el-Esrâr” isimli eserin 325. sayfasında ve “Cevâhir-ul İkân” isimli kitabın 194. Sayfasında da bu konu geçmiştir. Hz.Fatıma Zehrâ O’nun (Onlar’a selâm olsun) koparılmış kollarını; kıyamet günündeki en önemli şefaat vesilelerinden biri kılmak için saklamıştır.
Ehlibeyt’e sakî oluşu
Hz.Abbas’ın, Ehlibeyt’e (Hepsine selâm olsun) su getirmesi

Susuz kalmış kimseye su vermek, dindeki en üstün amellerden biridir. Çünkü bir cana hayat verilmekte ve yok olmaktan korunulması sağlanmaktadır. Hz. Resûlullah (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Allah katındaki en faziletli amel, suyun başında bulunmuş olsa dahî
(susuzluktan yanan) bir hayvanın ya da başka bir şeyin ciğerini soğutmak (su vermektir). Zira o işi yapan kimsenin günahlarının ağaçtan düşen yapraklar gibi dökülmesi farz olur. Allah-u Teâlâ o kimseye harcadığı her bir damlanın karşılığında cennette bir servet verir, O’nu mühürlenmiş rahîk’ten (cennet içeceği) içirir. Eğer çölde (su vermiş) ise de Peygamber ile birlikte kutsiyet havuzuna gider.”

Bir adam bir gün onu cennete yaklaştıracak bir amel sordu. Hz.Resûlullah’a (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) şöyle yanıtladı: “Yeni bir su kabı satın al, sonra da hünerli bir şekilde yapabilene kadar su ver. Böylece cennet ameline erişmiş olursun.”

Hz. İmam Sâdık’tan (O'na selâm olsun) şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: “Suyun olduğu bir yerde su veren kimse, köle azat eden kimse gibidir. Suyun olmadığı bir yerde su veren kimse, bir cana hayat veren kimse gibidir. (Bir cana) hayat veren kimse de tüm insanları diriltmiş gibidir.”

Bu yüzden suyun varlık âleminde özel bir yanı vardır. Hz. İmam Sâdık (O'na selâm olsun) bu hususta özel bir vurgu da yapmıştır. Birisi O’na “Suyun tadı nedir?” diye sorunca (O'na selâm olsun) şöyle buyurdu: “Hayatın tadıdır.”

Haşimoğulları’nın Dolunayı Hz.Abbas (O'na selâm olsun) su vermeyi başka bir deyişle “sakî”liği; büyük atalarından miras aldığını söyleyebiliriz. Zira Tarih bize; büyük ataları Kusay’dan Abdumenaf’a, Haşim’den Abdulmuttalib’e ve Müminlerin Emîri Ali bin Ebî Talib’e (Hepsine selâm olsun) kadar Haşimoğulları’nın hacılara su verme vazifesini eda ettiğini nakletmiştir. Ayrıca Bedir savaşında Müslümanlar su kuyularına inmekten korktuğu zaman Müminlerin Emîri (O'na selâm olsun) kendisi gitmiş ve ne bir korku, ne de bir çekinme taşımaksızın kuyulara inmiş ve o kavuru sıcakta büyük susuzluk çeken Hz. Resûlullah’a (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) ve Müslümanlara su getirip susuzluklarını gidermişti. Böylece Müminlerin Emîri (O'na selâm olsun) Müslümanlar’ın kurtarıcısı olmuştu…

Hz.Ebulfazl Abbas (Onlar’a selâm olsun) da “Sakî-yu Ataşâ Kerbelâ” yani “Kerbelâ’da susuz kalanların suvaranı” idi. Taff (Aşûra) günü yaptıklarının bir benzeri yoktu. Emsalsiz gücüyle adeta demirden bir dağı andıran düşman ordusuyla çarpıştı ve binlerce askeri yerinden oynatıp suya ulaştı. Tek derdi Muhammedî İslam’ın hak temsilci Hz. İmam Huseyn'in ve Hz. İmam Ali (Onlar'a selâm olsun) hanedânına mensup o mukaddes cânların imdadına yetişmekti. O denli Onlar’ın derdi ile dertlenmişti ki; Ağabeyi Hz. İmam Huseyn ve Ehlibeyti (Hepsine selâm olsun) içmeden suyun tadına bakmaya bile gönlü razı olmamıştı.

Rivayetler şöyle anlatıyor: Muharrem’in yedinci günüydü. Hz.Ebulfazl Abbas, Ağabeyi Hz. İmam Huseyn’in (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) çocuklarını ve ailesini öldürücü susuzluktan inlerken gördü.Asil ve cesur kalbi bu hazin manzaraya seyirci kalmaya dayanamadı. Hemen atına bindi ve düşmana doğru taarruza geçti.O dillere destan kuvvetiyle tüm engelleri ortadan kaldırdı ve suyu kaptığı gibi geri geldi. Fırat nehrine doğru taarruza geçtiğinde O’nunla birlikte otuz kadar atlı, yaklaşık yirmi piyade vardı. Yanlarına yaklaşık yirmi kırba (su kabı) almışlardı. En önlerinde de Nafi’ bin Hilal El-Muradi vardı. Hz. İmam Huseyn’in (O'na selâm olsun) eşsiz dostlarındandı. Onu Kerbelâ savaşının canîlerinden Amr b. Hacca el-Zubeydî karşıladı. Fırat nehrinin bekçiliği ile görevlendirilmişti. Nafi’ e şöyle dedi:
- Seni ne buraya getirdi?
- (Ulaşmamıza) engel olduğunuz sudan içmeye geldik!
- İç, afiyet olsun…
- Hem Huseyn, hem de şu gördüğün dostları susuz halde iken mi içelim?!
- Onlara su vermeye izin yoktur. Buraya onları sudan menetmek için yerleştirildik.
İmam’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) kahraman dostları Amr’a aldırış bile etmedi ve sözleriyle alay ettiler. Sonra da kırbalarını doldurmak üzere kırbalarını doldurmak üzere Fırat’a doğru hareket ettiler. Amr bin Haccac da yanındaki asker müfrezesi ile birlikte onlara karşı direnişe geçti. Aralarına Kerbela'nın Kahramanı Hz. Ebulfazl ile Nafi’ bin Hilal da katıldı ve çatışma başladı. Ancak her iki taraftan da kimse ölmedi. Bu mücadelenin sonunda da İmam Huseyn’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) dostları Hz.Ebulfazl’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) komutanlığında ve kırbaları suyla dolu halde geri döndüler.

Böylelikle Hz. Ebulfazl (Allah'ın selâmı üzerine olsun), susuz kalan Ehlibeyt (Allah'ın selâmı hepsine olsun) efradına su getirmiş ve susuzluktan ölmekten kurtarmıştı. O günden beri de kendisine “Sekkâ” yani “sulayan, su veren” lakabı verilmiştir. En meşhur ve halk arasında en çok yaygın lakabıdır. Bu aynı zamanda kendisinin de en çok sevdiği ve en özel bulduğu lakaplarındandır.
Kerbelâ'da...
Kerbelâ’da…

Bu bölüm o kadar âşikâr ki hakkında bir şeyler söylemek gerçekten zor hale geliyor. Haşimoğulları’nın en ön plana çıkan özelliklerinden biri de cesur savaşçı yönleridir. Cesaret onların cibiliyetinde vardır. Bunu bize söyleten şey de Hz.Resûlullah’tan (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) naklolunan şu hadîstir:

“Tüm insanlar Ebu Talib’den dünyaya gelseydi hepsi cesûr olurlardı”

Peki babası Amr b. Abduvedd’in katili, Merhab’ın sonunu getiren, Hayber’in kapısını kaldıran ve Müminlerin Emîri olan bir evlat nasıl olur sizce? Hiç kuşku yok ki o baba; cesareti ve yiğitliği eksiksiz bir şekilde O’na miras bırakacak ve O’na taburlarca asker ile tek başına nasıl savaşacağını öğretecektir. Hz.Ebulfazl Abbas (O'na selâm olsun) da böyledir. Birbirinden çetin savaşlar ve ani baskınlar içinde büyümüştür. Ayrıca dayıları Amirî’ler, süvarilikleri ile çok meşhurdu. Dayıların da amcalar gibi çocuğun genetiğinde önemli bir etkiye sahip olduğu bilinen bir gerçektir. Kültürümüzde de erkek çocuğun dayı ile bağlantısına işaret eden deyim ve sözler yer almıştır. Araplar’da da eğer aile içerisinde saygıdeğer, güzel özelliklere şahsiyet varsa yeğeninin ona benzemesi umulur. Müminlerin Emîri Hz. Ümmul Benîn (Onlar’a selâm olsun) ile bu eşsiz yiğidi dünyaya getirmesi için evlendi. Yanılmamıştı.

Hz.Ebulfazl Abbas (O'na selâm olsun) kahramanlığın sembolüydü. “Korkusuz bir savaşçı nasıl olur?” sorusunun kanlı canlı bir cevabıydı. Düşmana karşı taarruza geçtiği zaman sanki ölüm de onunla birlikte saldırırdı. Düşmanla karşı karşıya geldiğinde öylesine büyük bir korku salardı ki; düşmanı arkasını dönüp kaçmaktan hiç çekinmezdi. Savaşması, darbeleri,yardığı başlar,vurduğu boyunlar... Dostun iftihar, düşmanın korku kaynağıydı. Bir savaşa girmişse zafer kazanacağına dair en ufak bir şüphe yoktu. Ufukta bir çatışma tehlikesi başgöstermişse başkalarının yüzü asık iken Hz.Abbas (O'na selâm olsun) gülümserdi.
Hangi şairin mısraları ya da hangi yazarın satırları; Aşûra gününde düşmanın karşısında tüm asaletiyle dimdik duran, tepeden tırnağa ilahi marifetle dolu o muazzam cevheri, Haydar-ı Kerrâr’ın yiğidini anlatmaya yeter ki?

Kerbelâ’da yaşananlar; cesareti ile meşhur ya da cesaret örneklerine ilgi duyan herkesi hayretler içerisinde bırakmıştır. Savaşçılıkları ve cesaretleri ile dillere nam salmış meşhur kahramanların hikayeleri ile bir kıyas yaptığımızda çok çarpıcı farklara rastlıyoruz. Çoğu zaman onlar ile düşmanları arasında sayı arasında bir fark bulunmuyor. Ya da yaşamak için elzem ihtiyaç olan yiyecek ve içeceklerin bulunması gibi bir problem söz konusu olmuyor. Hatta çoğu zaman iki ordu arasında bir denk olma durumuyla karşılaşıyoruz.

Tarihçiler Cahiliyye dönemindeki cesur savaşçıları ve savaşları hakkında çok sayıda hikaye nakletmiştir. Cahiliyye Arapları’ndan biri olan Rebia b. Mukeddim’in yaptığını öve öve bitirememişlerdir. Şimdi gelin hikayesine bakalım: Rebia b. Mukeddim Mudar kabîlesinin sayılı süvarilerindendi. Bir keresinde beraberinde bir kervan eşliğinde yola çıktı. Kervandaki develerde annesi Ümmü Sinan, kız kardeşi Ümmü İzzet ve erkek kardeşi Ebu Kur’â vardı. Kervanı Dureyd b. Samma adında biri gördü.Yanındaki adama “Adama bağır, “kervanı bırak kendini kurtar” de” dedi. O sırada Dureyd, Rebia’yı tanımıyordu. Adam da gitti ve söyleneni yaptı. Rebia reddedince adam daha da ısrar etmeye başladı. Bunun üzerine Rebia devenin dizginini bırakıp adama saldırdı ve onu öldürdü. Dureyd o sırada birini daha yolladı. Rebia onu da öldürdü. Dureyd diğer ikisine ne olduğunu öğrenmek için birini daha yolladı. Rebia üçüncüyü de öldürdü ve mızrağı kırıldı. Dureyd ardından kendisi geldi. Üç adamın da yerde cansız yattığını ve mızrağın kırık olduğunu görünce Rebia’ya: “Ey yiğit, senin gibisi öldürülemez. Bunların da kanının intikamını almak isteyen olur. Senin de mızrağın yok. Ama sen al mızrağımı, kendini de kervanını da kurtar” dedi ve kendi mızrağını verdi. Dureyd ardından kendi halkına gitti ve “Adam üç kişiyi öldürdü, mızrağımı aldı ve kervanını soymama engel oldu. Onu öldürmeye kalkışmayın” dedi.

Rebia b. Mukeddim hakkında bize ulaşan işte budur. Rebia kendi kervanını korumak için kendini tehlikeye atmış ve mızrağı kırılıncaya dek savaşmıştır. Ama bu nerde; binler ile savaşan, nehrin başında saf saf duran askerleri darmadağın eden ve kırbasını doldururken korkudan kimselerin ona yaklaşmaya yeltenemediği Hz. İmam Huseyn’in (O'na selâm olsun) kervanının hamîsi nerede…

Rebia nerede, Kerbelâ’nın yiğitleri nerede; Kerbelâ yiğitlerinin efendisi, danışmanı, komutanı, üzerlerine ölüm yağarken onları her türlü zilletten koruyan ve her adımda onlara izzet yaşatan Hz.Ebulfazl Abbas (O'na selâm olsun) nerede…

Üstelik O gün ağabeyi Hz. İmam Huseyn (O'na selâm olsun) O’nu dikkatle seyrediyor, düşmana saldırışları ile gözleri aydınlanıyordu. Nübuvvet hânedânının hanımefendileri de; çadırlarını koruyacağına çok güveniyordu. Hz.Ebulfazl Abbas’ın (O'na selâm olsun) bileğini zaten kimsecikler bükemez iken böyle bir durumda karşısında kim durabilirdi?

Şimdi Kerbelâ’nın o kanlı ve ürpertici manzarasında Hz.Ebulfazl Abbas’ın (O'na selâm olsun) ne kadar büyük bir sebat ve onca belanın ortasında dahi sarsılmayan bir gönül ferahlığına sahip olduğunu anlatan birkaç sahneyi sizlerle paylaşacağız.

İlki: H. 61 senesi.Muharrem ayının yedinci günü. Şehitlerin Efendisi ve yanındakiler muhasara altında. Susuz kalmaları için her şey yapılmış. Ellerindeki su da tükenmiş durumda. Kavurucu çöl sıcağı ve kavrulan ciğerlerin ateşi el ele vermiş… İniltiler, ağlaşmalar, şiddetli açlık ve umutsuzca yükselen “su!” feryatları…Hepsi “Ebu Ali” Hz. Huseyn’in (O'na selâm olsun), hanedânının yiğitlerinin ve muhterem dostlarının gözlerinin önünde gerçekleşiyor. Suya ulaşmalarına engel olmak için sivri uçlu mızrakları ve keskin kılıçları ile bekleyen koca bir ordu; başlarında da Amr b. Haccac… “Kerbelâ’nın susuzlarının sakîsi” bu acımasız manzaraya daha fazla tahammül edemiyordu artık.

Derken Hz. Huseyn kardeşi Hz.Abbas’ı görevlendirdi. Kendine verilen bu görev adeta O’na yapılmış bir iyilikti. Bir şeyler yapmak için yanıp tutuşan ve bekleyişin acı tadından bezen canına âb-ı hayât gibi geldi. Hz. Huseyn O’na (Onlar’a selâm olsun) hanımlara ve çocuklara su getirmesini emretti. Uğruna kanı da aksa, karnı da deşilse de o suyu getirecekti. Yanına da otuz atlı, yirmi piyade ve yirmi kırba verdi. En önde Nafî b. Hilâl el-Cemelî vardı. O küçük ordu ne olacağını hiç ama hiç umursamadan ilerliyordu.Neden endişe edeceklerdi ki? Yanlarına Âl-i Muhammed’den (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) bir Efendi vardı. Sancak en önde duran Nafî’nin elindeydi. Yaklaştıklarında Amr b. Haccac şöyle bağırdı: “Kimdir o? Seni buralara getiren nedir?”

“(Ulaşmamıza) engel olduğunuz sudan içmeye geldik!” dedi.
Amr da “İç, afiyet olsun…” deyince Nafî şöyle cevap verdi:

“Hayır Vallahi Huseyn ve şu gördüğün Ehlibeyti (Hâne halkı) ve dostları susuz iken bir damla bile içmeyiz.

Amr da bunun üzerine: “Onlara su vermenin yolu yok. Biz buraya onları sudan alıkoymak için bırakıldık.

Nafî bunun üzerine dostlarına dönüp “Kırbaları doldurun!” dedi. Bunun üzerine Amr b. Haccac’ın adamları saldırıya geçti. Hz. Huseyn’in (O'na selâm olsun) dostları ikiye ayrıldı. Bir kısmı kırbaları dolduruyor, diğer kısmı da savaşıyordu. Öyle biriyle omuz omuza savaşıyorlardı ki! Haydar-ı Kerrar’ın bağrında yetişip büyümüş, yiğitliğini O’ndan miras almış olan ve çetin savaşçılığı ile düşmanın en korkulu rüyası olan “Ebulfazl” onların “hamîsi” idi. Suyu kaptılar ve geri döndüler. Düşman ordusunun yüreklerine öyle büyük bir korku saldılar ki kimsecikler “şunlara yaklaşmanın bir yoluna bakayım, belki haklarından gelirim” diye bir şeyler yapmaya yeltenecek cesareti bulamıyordu.Bu sayede hanımlar ve çocukların kurumuş dudakları biraz olsun nemlenmiş, canları biraz olsun rahatlamış oldu.

Ancak şu nokta değerli okurun gözünden kaçmasın: O kadarcık su o büyük kitle için çok azdı. Yüz elliden fazla erkek, kadın ve çocuk için yirmi kırba. Bazı rivayetlere göre ise bu sayıları iki yüzü aşkındı. Hiç kuşku yok ki o kadarcık su; anca onların bir kerecik susuzluğunu ortadan kaldırabilir ve çatlamış dudaklarını yumuşatabilirdi. Çok geçmeden susuzluk geri geldi…

İkincisi: Hz.Huseyn’in (O'na selâm olsun) dostlarının ilk toplu hamlesinde elli kişi öldü. Ondan sonra ikişer,üçer ve dörder olarak savaş meydanına iniyorlardı. Her biri diğerini düşmanın tuzağından koruyordu. Önce iki Cabirî indi ve ölene dek savaştı. Sonra iki Ğifarî çıktı ve ölünceye dek savaştılar. Hürr-i Riyâhî ve Zuher b. Kayn birlikte savaştılar. Her biri diğerinin arkasını kolluyordu. Bir süre boyunca böyle savaştılar. Biri saldırıya geçip düşmanın arasına karıştığında diğeri de onunla birlike atılıyordu. Bu durum Hürr öldürülünceye dek devâm etti.

Taberi’nin “Târih” isimli kitabının 6.cildinin 255. Sayfasında şöyle geçmektedir: “Amr b. Hâlid el-Seydâwî, kölesi Sâd, Cabir b. Hâris el-Selmânî ve Mecmâ b. Abdullah el-Âizî hepsi birden Kûfelilere doğru hamle etti. Aralarına iyice girdikleri zaman Kûfeliler onlara her taraftan saldırmaya başladı. Böylece onları dostlarından koparabildiler. Huseyn de onları kurtarmak için kardeşi Abbas’ı çağırdı. Abbas da onları kılıcıyla kurtardı. Hepsi birden yaralanmıştı. Geri dönüş yolunda iken düşman onlara yaklaştı. Onlar da hepsi kılıçlarına davrandılar. Aralarında yaralı olanlar da vardı. Ölene dek savaştılar. Hepsi aynı yerde öldü. Ölümsüz saadeti kazandılar.”
Kerbelâ’dan önce
Bazı yazarlar Hz.Abbas’ın (O'na selâm olsun) Taff (Aşûra) günü öncesindeki savaşlardaki savaşçılığından söz etmiş ve büyük methiyeler düzmüşlerdir. “el-Muntehab” da şöyle anlatılmaktadır: “Hem kendisi, hem de yüreği ulu bir dağ gibiydi. Çok dinç bir süvariydi ve kafirlere karşı (savaş) meydanında çarpışırken kılıcıyla ve mızrağıyla çok cesurca çarpışırdı.”

“Kibrît-i Ahmer” kitabının yazarı eserinin 3. Cildinin 24. sayfasında muteber (güvenilir) kitaplardan şöyle naklediyor: “ (O'na selâm olsun) Ağabeyi Huseyn’in sağ koluydu. O gün Fırat’a saldırıp Muaviye ordusunu (nehrin) başından savıp suya sahip olmuştu.”

Sonra şöyle diyor: “Rivayet olunanlar arasında şu da vardır: Sıffîn savaşının olduğu bir gün Müminlerin Emîri’nin (O'na selâm olsun) ordusundan yüzü sarılmış (gözleri açık) bir genç meydana indi. Çok heybetli idi. Cesur bir savaşçı olduğu her halinden belliydi. Yaklaşık on yedi yaşlarındaydı. Meydan okudu. Muaviye “Ebâ Şasâa” adında birini onunla savaşmak üzere çağırttı. O da şöyle dedi: “Şamlılar beni bin süvari gücünde sayar. (Ben gitmeyeceğim) Ama evlatlarımdan birini yollayacağım.” Yedi tane oğlu vardı. Ne zaman biri meydana inse O genç onu öldürüyordu. Sırayla Eba Şasâa’nın tüm oğullarını öldürdü. Eba Şasâa bunu görünce kahroldu. Çok öfkelenip meydana indi. Genç onu da evlatlarının gittiği yere postaladı. Herkes o gençten korkuyordu artık. Kimse artık O’nunla teke tek savaşmaya cesaret edemez oldu. Müminlerin Emîri’nin (O'na selâm olsun) dostları bu gencin yiğitliğinden çok etkilendi. Haşimoğullarının savaşçılığıydı bu.Ancak yüzü kapalı olduğu için O’nu tanıyamadılar. Genç (kimse karşısına çıkmaya yeltenemediği için) geri dönünce Müminlerin Emîri (O'na selâm olsun) gelip yüzünün önündeki örtüyü kaldırdı. Haşimoğulları’nın Dolunayı’ydı. Oğlu Abbas’tı. (O'na selâm olsun)”

Kitabın yazarı bu hikayeyi naklettikten sonra şöyle demektedir: “Bu haberin doğru olması uzak ihtimal değildir. Çünkü o zaman gerçekten de on yedi yaşındaydı.”

Harezmî de hakkında “O (her yönden) tamamdı, kâmil idi” demiştir. Harezmî “Menâkıb” kitabının 147. sayfasında şöyle diyor: “Muaviye’nin ordusundan Kerîb adında bir adam öne çıktı. Cesur bir ve güçlü bir adamdı. O kadar güçlüydü ki bir dirhemi parmağıyla tutup başparmağıyla ezdiği zaman paranın üzerindeki yazılar silinirdi. “Bana Ali gelsin” diye bağırdı. O’nunla savaşmak için Murtefâ b. Vaddâh meydana indi. Kerîb onu öldürdü. Ardından Şerhabîl b. Bekr çıktı. Onu da öldürdü. Sonra Hares b. Hallac el-Şeybânî çıktı. Onu da öldürdü.Bu durum Müminlerin Emîri’ni (O'na selâm olsun) çok üzdü. Bunun üzerine Oğlu Hz.Abbas’ı (O'na selâm olsun) çağırdı. (Her yönden) tamam ve kâmil bir erkekti. Müminlerin Emîri (O'na selâm olsun) O’na atından inmesini ve elbisesini çıkarmasını emretti. Bunun üzerine Hz.Ali (O'na selâm olsun) oğlu Abbas’ın elbisesini giyip atına bindi. Hz.Abbas (O'na selâm olsun) da Babasının elbisesini giyip atına bindi. Bunu Kerîb karşısına çıkanın Müminlerin Emîri (O'na selâm olsun) olduğunu anlamasın diye yaptılar. Çünkü Kerîb karşısına çıkanın Müminlerin Emîri (O'na selâm olsun) olduğunu anlasa korkup kaçardı. Böylece Müminlerin Emîri (O'na selâm olsun) (Oğlu Abbas’ın kılığında) meydana indi ve adama ahreti hatırlatıp Allah’ın gazabından çekinmesi için uyardı.

Kerîb “Bu kılıcımla senin gibi çok adam öldürdüm dedi” ve Müminlerin Emîri’ne (O'na selâm olsun) saldırdı. Müminlerin Emîri (O'na selâm olsun) Kerîb’in darbesini kılıcıyla savuşturdu ve adamın başına öyle bir vurdu ki, adam ortadan ikiye ayrıldı. Müminlerin Emîri (O'na selâm olsun) bunun üzerine geri döndü ve oğlu Muhammed b. Hanefiyye’ye “Kerîb’in öldüğü yerde dur.O’nun kanını isteyen sana gelecektir” diye buyurdu. Muhammed de söyleneni yaptı. Kerîb’in intikamını almak için amcasının oğlu geldi ve Müminlerin Emîri’ni (O'na selâm olsun) sordu. Muhammed de “O’nun yerine ben varım” dedi. Biraz çarpıştılar sonra Muhammed adamı öldürdü. Sonra bir başkası geldi. Muhammed onu da öldürdü. (Ardından bir diğeri, bir diğeri daha derken) Muhammed onlardan yedi kişi öldürdü.”

“Menakıb” adlı eserin 105. Sayfasında Abbas b. Hâris b. Abdulmuttalib’den söz ederken şöyle demektedir: “Onunla teke tek savaşmak için Osman b. Vâil el-Humeyrî meydana indi. (Abbas) onu öldürdü. Ardından (Osman’ın) kardeşi Hamza meydana indi. Güçlü ve cesur bir savaşçıydı. Müminlerin Emîri (O'na selâm olsun) Abbas (b. Hâris’in) onunla savaşmasına izin vermeyip şöyle dedi: “Elbiselerini çıkar, silahını bana uzat ve olduğun yerde dur. O’nunla (savaşmaya) ben çıkacağım.” Müminlerin Emîri (O'na selâm olsun) onun kılığına girip (Hamza) ile savaşmaya çıktı. Müminlerin Emîri (O'na selâm olsun) kılıcını ona öyle bir indirdi ki başının yarısını, yüzünü, kolaltını ve omzunu kopardı. Bu darbe Yemenlileri öyle korkuttu ki Abbas b. Haris ile teke tek savaşmaya yanaşmaya yeltenemediler.”

“Menâkib”de anlatılan işte bu iki öyküdür. Buradan Müminlerin Emîri (O'na selâm olsun) ile oğlu Abbas ve Abbas b. Hâris ile iki farklı hadisenin geçtiğini anlıyoruz.

Bu yüzden büyük hadis âlimi Şeyh Nûri’nin Hz.Abbas’ın (O'na selâm olsun) Sıffîn savaşına katıldığını inkar etmesi ve oraya katılanın sadece Abbas b. Hâris olduğu iddiası yersizdir. Çünkü Abbas b. Hâris’in savaşa katılması Hz.Abbas’ın (O'na selâm olsun) katılmadığına delil değildir. Ehlibeyt (Hepsine selâm olsun) efrâdı tüm faziletlerde en üst noktaya varmış ve tüm seviyelerde olağanüstü olaylar gerçekleştirmişlerdir. Öyleyse Onlar’a mensup birinin henüz tam olgunlaşmış bir erkeğin yaşına ermeden cesur savaşçıların bile beceremediği şeyleri yapabilmesi bidat değildir.

Hz. Hasan’ın oğlu Hz. Kasım örneği apaçık karşımızdadır. Taff (Aşûra) günü daha buluğ çağına bile ermemişti. Ama o ürpertici sahnenin ortasında öylesine heybetle dolu duruyor ve öyle yiğitçe savaşıyordu ki; onunla savaşacak askerlerin kalpleri korkuyla doluyor ve elleri ayakları takatten kesiliyordu. Yanı başında dört dönen birlikleri hiç umursamıyor,her tarafını saran askerlerin oluşturduğu ürkütücü kalabalığa aldırış bile etmiyordu. Ölene kadar tam otuz beş süvari öldürdü. Doğal olarak öldürdükleri ondan daha güçlüydü. Ancak bir fark vardı. O yiğitliği Ali’nin (O'na selâm olsun) arslan evlatlarından miras almıştı. Ali’nin (O'na selâm olsun) arslanları yiğitlikte tarağın dişleri gibidirler. Küçük ya da büyük olmaları farketmez. Zillete boyun eğmeyiş yönünden de birbirlerine eşittir. Bu yüzden da Hz. Hasan’ın (O'na selâm olsun) kahraman oğlunu, o savaşın tam ortasında durup terliğinin sökülen bağını bağlayıncaya kadar öldüremediler. Savaştığı alçaklara hak ettiklerinden daha fazla değer vermezdi. Vasî’nin arslan yavrusu, işte bu yüzden meydanın ortasında çıplak ayaklı olmaya tenezzül etmemişti.

Bir başka örnek de Muslim b.Akîl’in oğlu Abdullah. Taff gününde küçük yaşına rağmen binlerce askere meydan okudu. Muhammed b. Ebu Talib’in rivayetine göre üç saldırı dalgasında düşman askerlerinden toplam doksan üç kişiyi öldürmüştü.

Muhammed b. Hanefiyye de küçük yaşına rağmen Cemel, Sıffîn ve Nehrevân’da çarpışmış, savaşçılığı övülmüş ve sancak taşımıştır. Başarılarıyla tarih yazmış ve çabaları İslam’ın teşekkürüne mazhar olmuştur. Sıbt “Tezkire-tul Havâs” adlı kitabında ve İbn-i Kesîr de “el-Bidaye”nin 9. Cildinin 38. sayfasında O’nun h. 81 senesinde vefât ettiği zaman altmış beş yaşında olduğunu rivayet etmişlerdir. Buna göre H.16 senesinde doğmuştu ve Cemel savaşının gerçekleştiği H. 36 senesinde yirmi yaşındaydı.

Öyleyse bunca örnek ve özellikle de Ebu Talib’in evlatlarının yiğitliğine işaret eden Hz.Peygamber Efendimiz’in (Allah-u Teâlâ O'na ve Pâk Ehlibeyti'ne salât etsin) hadîsi varken; Hz.Ebulfazl Abbas’ın (O'na selâm olsun) erken yaşlarda kahramanca duruşlar sergilemiş olmasından söz etmenin tuhaf bir tarafı yoktur.

Hz.Abbas, Ağabeyi Hz. İmam Hasan (Onlar’a selâm olsun) şehîd olduğunda yirmi dört yaşındaydı. “Kamer-i Benî Haşim” kitabının yazarı eserinin 84. sayfasında şöyle geçmektedir: “Hz.Abbas’ın, Cennet Gençlerinin Efendisi’nin (Onlar’a selâm olsun) cenâzesinin oklandığını görünce daha fazla dayanamayıp kılıcını çektiğini ve “Katır” ehline gününü göstermek istediğini söylemiştir. Ancak Şehitlerin Efendisi Ağabeyi’nin (Onlar’a selâm olsun) “Benim işim için bir hacamat kadar dahi kan dökme” vasiyetine amel etmek istediği için bunu arzu etmedi. Hz.Ebulfazl Abbas (O'na selâm olsun) da bu yüzden kor gibi yanan öfkesini sineye çekip sabretti ve ilahi vaadi bekledi. Kerbelâ günü gelip çatınca son nefesine kadar savaştı ve canını fedâ edip her iki cihanın saadetine erişti.
Şahadeti
Haşimoğullarının Dolunayı Hz.Ebulfazl Abbas (O'na selâm olsun) yaşanan onca felâkete rağmen tüm azmi ve kararlığıyla hakka ve adalete bütün gücüyle destek olmaya devam etti. O yiğitliği anne sütünden almış, İmamet’in yuvasında yetişmişti. Cesareti, ilahi ilkeleri yaşatmak uğruna mücadeleyi, hak uğruna fedakârlığı,bu yolda en azılı düşmanlarla en yiğit şekilde çarpışmayı insanlığa öğretenlerin içinde büyümüştü. Haktan başka bir şey için asla savaşmazlardı. Savaştıkları zaman da her zaman muzaffer olurlardı. Çünkü ya savaşta yenip zafer kazanırlardı, ya da şehit olup zafer kazanırlardı. Hepsi O’nun karşısında kanlı canlı birer örnekti. Onlar’ın pek değerli öğrencisi, meyvesi ve talebesiydi. Böylesi biri zulme nasıl boyun eğebilirdi? O’nun için mızrakların altında ölmek, zulüm içinde yaşamaktan çok daha mutluluk vericiydi. Hak İmam’ın kalbini keder sarmış ve Vahy hânedanının hanımefendilerinin gönlünü hüzün bürümüş iken O’nun için yaşamanın hiç bir anlamı yoktu.

Ancak O, Şehît Torun’un (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) en kıymetli cephanesi ve elindeki en değerli korumasıydı. Nübuvvet Hânedanının hanımları, O’nun kılıcı kınından çekilmiş ve bayrağı dalgalanmakta olduğu sürece güvendeydi. Hz. İmam Huseyn (Allah'ın selâmı üzerine olsun) mukaddes devriminin son nefesine kadar O’nun meydana inmesine izin vermedi. Ne Hz. Huseyn (Allah'ın selâmı üzerine olsun) izin veriyordu, ne o mubarek aile O’ndan başkasına razıydı ne de o kutlu hanedânın hanımefendilerinin güven içinde geri gitmesini mümkün kılacak bir durum vardı. O vahşi canavarlar her tarafı sarmıştı.

Hz.Ebulfazl Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) işte böyle bir haldeydi. İçgüdüleri O’nu meydana inmeye körüklüyordu. Ama meydana inmesinin önünde engel olan dini bir sebep vardı. İtaatı farz olan Hak İmam (Allah'ın selâmı üzerine olsun) izin vermemişti. Bu durum böyle devam etti. Ama en sonunda işler had safhaya vardı. Çünkü bir taraftan Ehlibeyt (Allah'ın selâmı hepsine olsun) hânedânının hareminden gelen iç parçalayıcı susuzluk feryatlarını işitiyordu; öte yandan da üstlerine doğru gelmekte olan belanın gürültüsü yaklaştıkça yaklaşıyordu. Olayların merkezindeki Hz. İmam’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) da etrafı sımsıkı sarılmış, tüm yardım yolları kesilmiş ve sadık dostları ile yakınları katledilmişti.

Artık hamiyetinin önünde duracak hiç bir şey yoktu.İşler bu noktaya gelince Hz.Ebulfazl Abbas (O'na selâm olsun) yerinden fırladı ve Ağabeyi Şehîd İmam’ın yanına gelip izin istedi. Hz. İmam (O'na selâm olsun) izin vermekten başka çare bulamadı. Çünkü Hz.Abbas’ın (O'na selâm olsun) mubarek gönlü, onca felaketin sorumlusu o kafirler sürüsünden intikam almak için öylesine yanıp tutuşuyordu ki; bedeni yerinde dursa bile mubarek canı göğsünden fırlayıp onlarla savaşmaya gidecekti. Hz. İmam Huseyn (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) “Sen sancaktarımsın” diye buyurdu. Bir cümle ile neler anlatmamıştı ki? Sancak dalgalandığı sürece bir ordusunun ve askeri desteğinin hala vardı. Sancağı gören düşmanlar da saldırmaktan çekinip ilerlemeye cesaret edemeyecekti. Ayrıca Hz.Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) sancağı Nübuvvet hânedânının hanımlarına kendilerini güvende hissettiriyordu. Ancak Şehitlerin Efendisi’nin (Allah'ın selâmı üzerine olsun) tek cümlesi bu değildi: “Ama şu çocuklara biraz su istiyorum”

Bunun üzerine Hz.Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) o güruha gitti ve onlara öğüt verip Yüce Allah’ın (Azze ve Celle) onlara bu yaptıklarının sonunda edeceği gazaba karşı uyardı. Fayda vermedi.Geri dönüp Ağabeyi’ne olanları anlattı. Bu sırada çocukların susuzluktan çığlık attıklarını işitti. Kerbelâ’nın susuzlarının sakîsi Hz.Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) o ulu dağları andıran gıyreti (hamiyet duygusu) şahlanmıştı. Kırbayı aldı. Atına bindi. Dört nala Fırat’ın yolunu tuttu.Sayıları, kalabalıkları, silahları… Aldırış bile etmedi. Ali’nin Arslan oğlu onları bir hışımda suyun başından kovdu ve nehrin başında tek başına durdu. Suyu eline alıp soğukluğunu hissedince Hz. Huseyn’in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) susuzluğunu hatırladı. Durdu. İçmedi. Masum İmam’ın ve yanındakilerin ciğerleri susuzluktan kavruluyordu. Onlar bu haldeyken içemezdi. Suyu elinden attı. Hz. İmam’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) mubarek canı daha fazla susuzluk çekmesin diye hemen kırbaya davrandı. Bir kaç saniye içinde de olsa şöyle dedi:

Ey nefs, Huseyn’den sonra mı? Yatışasın!
O’ndan sonra (sağ kalacaksan) hiç olmayasın!
İşte Huseyn ölüme gitmektedir;
Sen nehrin şu soğuk (suyunu) mu içeceksin?!
Tallahi bu dinimin işi değildir!

Bu esnada etrafına toplandılar. Yolunu kesmişlerdi. Ne çoklukları, ne etrafını sarmış olmaları, ne de yolun kapalı oluşu… Hiçbirini umursamadı.Kılıcını üzerlerine indirmeye başladı. Şöyle diyordu:

Ölüm gelip çatsa da,
Parlak kılıçların içine atılsam da
Abbas’ım ben giderim kırbamla (aldırmam)
(Düşman) ile buluşma gününde ölümden korkmam

Sonra Zeyd b. Rakkâd el-Cuhenî O’na pusu kurdu. Hakîm b. Tufeyl el-Senbesî de ona yardım edip Hz.Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) sağ kolunu kopardı.

Bunun üzerine Hz.Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) kılıcı sol eliyle aldı. Darbelerini indirirken şöyle diyordu:

Vallahi sağ kolumu koparsanız da
Sonsuza dek savunacağım dinimi
ve yakîn (üzere olan) dosdoğru İmamımı
Pâk Emîn Peygamber’in evladını

Ardından o sırada pusuya yatan Hakîm b. Tufeyl saklandığı hurma ağacının arkasından sol koluna vurup kopardı. Hz.Abbas (Allah'ın selâmı üzerine olsun) bunun üzerine sancağı göğsüne basıp kollarının geri kalanı ile sardı.

Artık O’nun öfkesinden kendilerini güvende hissediyorlardı. Oklar yağmur gibi üzerine yağmaya başladı. Bir ok kırbaya isabet etti ve suyunu döktü. Bir ok Hz.Abbas’ın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) göğsüne, bir ok da gözüne isabet etti. Bir adam da demirden bir direk alıp mubarek başına vurdu.

Alkamî nehrinin yanı başındaydı.

Yüksek bir sesle şöyle feryât etti: “Sana benden selâm olsun Ey Ebu Abdullah!”

Biraz sonra Hz. Huseyn (Allah'ın selâmı üzerine olsun) geldi.

Âh! Gelirken neler hissetmişti acaba… Kendinden bir can uçup kanatlanan biri gibi mi; yoksa can kardeşinin son nefeslerine yetişmek isteyen bir ağabey gibi mi…

Yanına vardı. Tepeden tırnağa yiğit olan o mukaddes kurbanın bedenine baktı. Toprağın üzerine uzanmıştı, akan kanlarına bürünmüştü, oklar üzerini kaplamıştı. Kutlu şecerenin mubarek dalı solmuştu. Ne düşmanları kahreden o sağ kol vardı artık; ne yüreklerine korku salan şiirler, ne o üzerlerine gelince köşe bucak kaçtıkları saldırışlar, ne de bakacak bir göz kalmıştı. Beyni başının tepesinden toprağa dağılıyordu…

Bu facialara baktıktan sonra Huseyn’de hala can olduğu doğru muydu? Hayır, hayır! Olamazdı. Ebulfazl’dan sonra Huseyn; canlı bir heykeli andırıyordu; hayatta kalmak için ne gerekiyorsa O’ndan alınmış gibiydi. (Allah'ın selâmı üzerine olsun) bu hali şöyle anlatmıştı: “İşte şimdi belim kırıldı ve düşmanın (başıma gelene sevinç) şamatası yükseldi…”

Kampına geri döndü. Hüzünle dolup taşmıştı. Kadınlar hâlini görüp etkilenmesin diye gizli gizli ağlıyordu. Şöyle bir baktı. Düşmanlar çadırların etrafında kalabalık yapmaya başlamıştı. Yüksek sesle şöyle feryat etti: “Bizi kurtaracak biri yok mu? İmdadımıza yetişecek biri yok mu? Hakkı istediği için yardımımıza koşacak kimse yok mu? Ateşten korktuğu için bizden (şunları) def edecek kimse yok mu?”

Tüm bunları hücceti tamamlamak; yani düşmanına onu haklı ya da mazur sayılacak hiçbir gerekçe bırakmamak için söylemişti. Artık hiçbiri kıyamet gününde Âlemlerin Rabbi’nin mahkemesinde yargılanırken “Bilmiyordum, unutmuştum, beni kimse uyarmadı vs.” gibi bahanelerle kendini kurtaramazdı.

Kızı Sekîne kampa geldiğini görünce atının yularından tutup şöyle dedi: “Amcam Abbas nerede? Su getirecekti hani; geciktiğini görüyorum, (noldu)?”

“Amcan Abbas öldürüldü” diye buyurdu. Bunu duyan Hz. Zeyneb (Allah'ın selâmı üzerine olsun) şöyle feryât etti:

“Vâh kardeşim! Vâh Abbas’ım! Vâh seni yitirdikten sonraki halimize!”

Bunun üzerine kadınlar ağlamaya başladı. Hz. Huseyn (Allah'ın selâmı üzerine olsun) de onlarla ağlayıp şöyle feryât etti: “Vâh seni yitirdikten sonraki halimize ey Ebulfazl!”

Zalimin direk darbesine rağmen dik kalan bir baş, insanlığı köleliğin kirinden temizlemek için kanlı gözyaşı akıtan bir göz, devasa kalabalıkların tarih boyunca dalgalandırdığı bir sancak, daima ışıyan bir dolunay ve şereflilerin imar ettiği, milyonların ziyaret ettiği, ruhların etrafında dönüp durduğu ve müminlerin, sahibini şu sözlerle selâmladığı bir pâk Ziyaretgâh…

“Selâm olsun Sana; Allah’a, Resûlu’ne, Müminlerin Emîri’ne, Hasan’a ve Huseyn’e itaatkâr olan ey Salih Kul!...”