KARIŞIK

3 Nisan 2016 Pazar

Hızır, Ak Sakallı İhtiyar, Boz Atlı İhtiyar


Hızır, Ak Sakallı İhtiyar, Boz Atlı İhtiyar
Hızır, Ak Sakallı İhtiyar, Boz Atlı İhtiyar
(Mitolojien Efsaneye – Muharrem KAYA, sayfa: 75-81)
Türkiye’de, İslami kültürde, Hızır, Allah’ın insanların hayatını düzene sokmak, kolaylaştırmak, tabiatı yönetmek için gönderdiği kutsal bir ruh, nebi, veli, hatta melek olarak görülür. Bu düşün­cenin kaynağı da hem Kur’an-ı Kerim’e hem de hadis ve tefsir kitaplarına dayanmaktadır. Kur’an’da, Hz. Musa’ya ilim öğretmek için Allah tarafından görevlendirilen bir kuldan bahsedilir. Hadis ve tefsir kitaplarında bu kulun adının Hızır olduğu, onun Batıni ilimlere vakıf bulunduğu, ölümsüzlük suyu içtiği belirtilir. A. J. Wensinck adlı müsteşrik, Kur’an’daki Hızır’la ilgili olan âyetlerin kaynağının Gılgamış, İskender ve bir Yahudi anlatısı olduğunu ileri sürmüştür. Fakat kaynak her ne olursa olsun gerek tasav­vufta gerekse halk inanışlarında Hızır, zor durumda ve felaket­lerde yardımcı, iyileri ödüllendirip kötüleri cezalandıran, bereket ve bolluğa kavuşturan, savaşlara katılan bir kutsal şahıstır. Hı­zır’ın dış görünüşü de şöyledir: Yeşil bazen beyaz elbiseli, boz veya kır atlı, elinde mızrak veya kamçı taşıyan bir süvari olabil­diği gibi her kılığa, her yaşa girebilen, en çok da ak saçlı, ak sakallı, ihtiyar bir derviş olarak görünür.
Hızır, “karanlık dünyadaki “Dirilik Suyu”ndan içip daimi yaşa­yan ve ölüp dirilebilen doğayı sembolize ederek ebediyetin gös­tergesiyle çevrilen mitolojik varlıktır. Hızır, ebediyet ve ölümsüzlüğü simgeleyen su ile bağlantılıdır; koruyucu ruhtur. Hızır’ın mitolojik yönü, tabiata, dağa, hayvana, bitkiye hükmetmesi, ölüleri diriltmesi, herşeyi bilip görmesi, insanlar için yol gösterici dinî, ahlakî değerleri hatırlatmasıdır. Hızır, Altayların Ülgen, Yakutların Ürün Aar Toyon başta olmak üzere pek  çok  tanrı ve kutsal ruhları gibi tabiatı yönetir, yeryüzüne, hayvanlara, bitkilere, suya, ateşe hükmeder. Hızır, adeta bir tabiat tanrısıdır.
“Herhalde Hızır, âb-i hayat efsânesinden başlayarak, sular, kaynaklar, nehirler veya denizlere sıkı sıkıya bağlı bir “tanrı hüvviyeti ile, şark mitolojisinde yer almış ve bu vasfı ile gelişe bir varlıktır; onunla ilgili rivâyetlerin daha sonraki şekillerini ise, rivâyetleri doğuran şartlara ve muhitlere göre, karayı veya denizi himâyesine almış ve İlyas daima ikinci planda kaldığı Hızır’ın almadığı unsur ona bırakılmış olmalıdır. Denizcilerin Hı­zır’ı hâmileri olarak kabul ettikleri muhakkaktır; bununla bera­ber, çiftçi köylüler ile göçebeler, dağ ve ova sâkinleri ve şehir halkınca, o uzak kara yollarında yolcuların koruyucusu olduğu gibi, sıkıntıda kalanların yardımcısı, baharda tabiata yeniden ruh veren, toprağa ve kaynaklara hâkim bir bereket tanrısı şahsiye­tini kazanmıştır.
Efsanelerde konumuzla ilgili pek çok örnek buluruz: “Hızır-İlyas ve İskender” başlıklı bir Elazığ efsanesinde, bu üç şahısla ilgili dinî kaynaklarda da belirtilen unsurları görürüz. Üçü, ölümsüzlük suyunu aramaya, denizin üzerinde batmadan giden bir taşın üzerinde başlarlar. Karanlık bir yere gelince, İskender onlardan ayrılır, başka bir yola girer. Hızır’la İlyas, yanlarında taşıdıkları fanustaki balığın canlanmasından, fanustaki suda âb-ı hayat olduğunu anlayıp içerler, ölümsüz olurlar. İskender ise dünyayı fetheder fakat bu suyu bulamaz. Ölmeden evvel, anne­sinin askerlerine kızmasını engellemek için hocaların, askerlerin, cenazesinin önünden gitmelerini, elini de tabuttan dışarı sarkıtmalarını ister. Askerler, İskender’in cenazesini, memleketi Konya’ya onun istediği gibi götürürler. Annesi, hocaları, askerleri olmasına rağmen öldüğünü, eliyle herşeyin gelip geçici olduğunu anlatmaya çalışan İskender’e gülerek bakar. Bu efsanenin başlangıcındaki denizde batmayan bir kayanın üzerinde yolculuk etmek, Altay yaratılış mitinde de karşımıza çıkan Ülgen’le Kişi’nin denizin üze­rinde uçmayı bırakıp dinlendikleri kayayı hatırlatmaktadır.
Hızır ve İlyas birlikte dua ediyor.
Başka bir “Hızır” efsanesinde, Hz. Musa ile Hızır’ın yolculuk et­mesi, yine dinî metinlerde geçen çocuk, gemi ve duvarla ilgili olay­ların gerçekleşmesi ve bunların sebebini soran Hz. Musa’nın sabır sınavını geçemeyişi, Hızır’ın bunları anlatıp yok olması anlatılır.Aynı efsane, Harput’ta da çok ufak farklılıklarla anlatılmaktadır.
Bir başka “Hızır” efsanesinde, dul bir kadından sadaka iste­yen dervişin, aldığı sadaka sonrasında evin daima bereketli ol­ması duasını etmesiyle, ineğin yağının hiç bitmemesi, oğlanın büyüyüp annesinden bunun sebebini ısrarla sorması üzerine, an­nesinin bu durumu anlatınca yağın eski hâline dönmesi anlatılır.Hızır’ın zor durumda olanların yardımına farklı kılıklarda koş­masının bir örneği Adana’da derlenen “Hoca-yı Hızır Efsanesi”nde görülür. Birecik’ten Nizip’e gitmek zorunda kalan çocuklu bir kadının yanına komşusunun oğlu gelir. Çocuğu atına alır ve onla­rı gece olmadan Nizip’e yetiştirir. Kadın, daha sonra çocuğunun hırkasını almak için komşuya gittiğinde, komşusunun oğlunun Birecik’e gitmediğini öğrenir. O zaman komşusunun oğlu kılığına girip kendisine yardım edenin Hızır olduğunu anlar.
Bir Çorum efsanesinde Hızır, bir karı kocayı sınavdan geçirir. Uzun süre çocukları olmayan çift, yeni bir bebek sahibi olunca, Hızır, onlara yaralı bir misafir olarak görünür. Adam, iyileşebilmesi için kırklı bebeğin kanının derman olacağını söyler. Karı koca bebeği kesip kanını misafirin yaralarına sürerler. O zaman âdâm (yani Hızır), bebeğin başını aynı şekilde yerine koymalarım söyler, uykuya dalar. Karı koca yine denileni yapar, sabah bebeğin sesiyle uyanırlar. Bebek canlıdır, misafir ise kaybolmuştur.Burada tanrı misafiri olan Hızır’a kayıtsız şartsız itaat önemlidir. Efsanelerde sadece Hızır’a değil, evliyalara da aynı şekilde bağlı kalınması gerektiği vurgulanır. Bu durum, hem Kur’an’da, Kehf sûresinde, Allah’ın ilim verdiği kulun yaptıklarını sorgulayan Hz. Musa’nın itaatsizliğini tekrarlamamak şeklindeki dinî bilgiyle hem de olağanüstü varlıkların dünyasına her zaman saygı gösterip itaat etmek şeklindeki mitolojik düşünceyle de bağlantılıdır. Hı­zır’ın gücüyle ilgili bu efsanedeki en önemli unsur ise ölüyü diril­tip tekrar eski hâline getirmesidir. Bunu da ancak yaratıcı tanrı veya tanrının yaratıcılık gücüne sahip kutsal ruhlar yapabilir.
Bir başka Çorum efsanesinde, kocası ölüp çocuklarıyla birlikte aç kalan kadının imdadına Allah’ın görevlendirmesiyle Hızır yeti­şir, yiyecek malzemeleri getirir. Kadın bu adamın kim olduğunu görmek için evin kapısını açtığında, o adamın atıyla göğe yükse­lip uçup gittiğini görür. Hızır, bu efsanede Allah’ın aracı yaptığı bir melek gibi işlev üstlenmiştir. Bir başka açıdan bakacak olursak o, bir Şaman gibi atıyla göğe yükselmektedir.
Yalova’daki Taşköprü beldesindeki köprünün kurulması ise Hızır gibi bir dedeye bağlı olarak anlatılır. Hamile bir kadın şehre götürüleceği sırada, sel suyu köprüyü çökertir. Kadın dualar edince de derenin bir ucunda beliren yaşlı bir adam, bastonunu tepelere doğrultur, oradaki taşlar yuvarlanarak gelir, sıraya girer, köprüyü örerler. Tepeye, kayaya hükmetmek ancak bir tabiat tanrısının, Hızır gibi güçlü ruha sahip bir kişinin işi olabilir.
“Kocadere Köyü ve Hızır Aleyhisselam” başlıklı Yalova efsanesinde, Hızır’ın aç ve yorgun bir hâlde köylülerden ekmek istemesi, bunun üzerine köylülerin ne yiyecek ne su vermesi, hatta köylülerden birisinin “burası Kocadere, yiyecek istersen Allah vere, su istersen işte dere, yatacak yer istersen geldiğin yere” dediği rivayet edilir. Bu efsane aslında yarım kalmış bir anlatı­dır. Çünkü böyle bir cevap cezayı gerektirir. Fakat kitapta, ya yazardan ya yayıncıdan ya da kaynak kişinin unutmasından kaynaklanan bir eksiklikle bu cezalandırma bölümü, yer almaz.
Yalova’da, Marmara Denizi’nden her akşamüstü hafif karanlıkta sesler geldiği, bu seslerin Marmara’nın altında kalan Ab-ı Hayat’ı arayan İskender’in mücadelesinin sesleri olduğu anlatılır. Hızır’a kısmet olan ölümsüzlük suyu, İskender’e, Lokman Hekim’e pek çok zorlu macera yaşatmıştır. Bu da onunla ilgilidir. Bu anlatı, aslında yazılı kültürün sözlü kültüre etkisi olarak düşü­nülmelidir. Çünkü İskender, Lokman Hekim sözlü kaynaklardan çok yazılı kaynaklarda yer alır.
“Hz. Hızır” adıyla yayınlanan Elazığ’ın Keban ilçesinde anlatı­lan bir efsanede, Hızır’ın elinde bir deste otu bulunan ak sakallı bir ihtiyar olarak Fehmi isminde bir adamın karısının karşısına çıkıp ondan eteğindeki salatalıklardan bir tanesini istediği, kadı­nın vermemesi üzerine üç gün üç gece can çekişesin yatağının üç köşesinde üç adam otursun, figanından durulmasın diye bed­dua edip gitmesi anlatılır. Bu ihtiyara, konuşmalara şahit olan bir komşu çocuğu salatalık verir, ihtiyar ona da salatalıkların hiç eksilmesin diye dua eder. Bu olaydan sonra kadın bedduada belirtildiği gibi ölür. Çocuğun da salatalık bahçesi bereketli olur. Yaz kış sürekli bahçede salatalık bulunması komşularının dikkati­ni çeker, onların ısrarı üzerine bahçenin sahibi yaşadığı olayı anlatır. Fakat bundan sonra bahçe yavaş yavaş kurur. Zira sır ifşa edilmiştir.
“Hızır Aleyhisselâm-I” başlıklı Harput efsanesinde, bir padişa­hın kendisine Hızır’ı getirene kırk kese altın vereceğini duyurma­kla başlayan olaylar anlatılır. Yoksul bir adam, padişaha Hızır’ı bulacağını vaat eder fakat kırk gün sonra gelip bulamadığını söyler. Üç vezirin ikisi, adamı dibeğe koyup dövmek ve etlerini Engele asmak suretiyle cezalandırmayı, üçüncüsü ise adamı bırakmayı önerir. Bu olayın başlangıcından beri yoksul adamın yanından ayrılmayan çocuğa ne dediğini soran padişah, onun iki vezirinin babasının dabak ve kasap olduğu için cezalandırmayı, asaletli olan üçüncüsünün babasının ise vezir olduğu için zaten zavallı olan adamı cezalandırmayı gereksiz gördüğünü açıklar. Padişahın, sen kimsin şeklindeki ikinci sorusuna, Hızır Aleyhisselâm diyerek ortadan kaybolur. Burada Hızır’ın insanların hem geçmişlerini hem de ruhlarını bilen bir kişi olduğu vur­gulanmış olur. Bu efsanenin Hızır’ı sahneye sokmadan, insanlar arasında geçen şekli, Trabzon’da tespit edilmiştir. Burada padi­şah, üçüncü vezirin iyi bir yönetici olduğunu görür, kendi çıkarla­rını gözetip halkı kötü yöneten diğer vezirlerini azleder, fakir adamı da üçüncü vezirin yanında çalışmakla görevlendirir.
“Bozatlı Hızır” başlıklı bir başka Elazığ efsanesinde, yardım isteyene, darda kalana yetişen Hızır anlatılır. Köylülerden biri, sürekli Hızır’ın gelmesini isteyip durur. Bir gün tarlasında çalışır­ken yine Hızır’ın adını anınca, karşısına Hızır çıkar, dileğini sorar, şaşkınlığını atıp yerdeki beli kürek yaparsa ona inanacağını söy­ler. Yerdeki bel kürek olur fakat Hızır da ortadan kaybolur. Anla­tıcı fazla umut bağlanan bir şeyden beklenen sonuç elde edile­mezse bu efsanenin hatırlandığını, Hızır’ın beli kürek yapmasının yıllarca anlatıldığını belirtir.
Bir Giresun efsanesinde, Hızır, ihtiyar bir adam şeklinde ço­bandan yiyecek ister. Çoban onu doyurup yolcu eder. Çobanın koyunları Hızır tarafından akşamdan sabaha kadar otlatılır, sa­bah eski yerine getirilir. Çobanın bir arkadaşı bu durumu görüp telaşlanınca, çoban durumu anlatır, fakat sır ortaya çıktığı için Hızır, bir daha koyunları yaymaz. Hızır, burada çobanı ve kü­çükbaş hayvanları koruyan kutsal bir ruh rolünü üstlenmiştir.
Göllerin oluşumuyla ilgili anlatılan efsanelerde de Hızır’ın beddua ederek bir işlev üstlendiği görülür. Hızır, üstü başı peri­şan fakir, yaşlı bir derviş, dişi bir köpek, hamile bir kadın, yaşlı bir dede kılığında bir köye gelir, köylülerden ev ev dolaşıp yiye­cek içecek ister, kimse vermez. Sadece İki çocuğundan başkası olmayan, kıt kanaat geçinen genç bir gelin, bir çoban veya bir sabancı durumu ihtiyara anlatır, ya da evinde az olan yiyeceğini onunla paylaşır. Hızır, bu şahsa arkasına bakmamasını söyleyerek peşinden gelmesini ister. Şahıs denileni yapar fakat yolun bir bö­lümünde merakına engel olamaz, arkasına bakar ve köyün sel altında kalıp göle dönüştüğünü görür. Hızır, ya beddua eder ya da hiçbir şey söylemeden kaybolur, şahıs ve yanındakiler taşlaşır.
(Mitolojien Efsaneye – Muharrem KAYA, sayfa: 75-81)

Haydar Dede ve tekkesi

Haydarhâne

Haydar Dede ve tekkesi

Şeyh Aliyyü’l-Haydarî, diğer adıyla Haydar Dede, Fâtih Sultan Mehmed’in sancakdarlarından biriydi. Saraçhâne yakınlarında şimdiki Horhor Caddesi, Kavalalı Sokağı’nda bir mescid yaptırmış, sonra meşîhat koydurarak mescid-tekke hâline getirmiştir. ‘Haydarhâne’ olarak bilinen bu tekkenin tevhidhânesi içinde, zamânında ziyâretgâh olmuş ahşap türbesi varmış. Bitişiğinde oğlu Hüseyin Haydarî’nin sandukası varmış. Tekke yangın geçirmiş, sandukalar yok olmuştur.
Yangından sonra 1312/1894-95 yılında tekke tekrar inşâ edilmiştir. Nâzımü’l-hikem Hamdi Bey şu mısrâlarla bu işe târih düşmüş:
Feyz-i lütfu Hazret-i Abdülhamîd-i ekremin
Eyledi âbâd pek çok hâne vü kâşâneyi

Etdi ihyâ-yı tekâyâ kıldı mescidler binâ
Seyredin âsâr-ı lütf-ı hüsrev-i ferzâneyi

Yaptı ezcümle Hüseyn-i Haydarî’nin tekkesin
Neşr için feyz-i ulüvv-i himmet-i şâhâneyi

Şâd edüb rûh-i alemdâr-ı cenâb-ı Fâtih’i
Vakf-ı şükrân etdi merdân-ı riya-bîgâneyi

Yâd-ı lütfun zamm-ı evrâd eyliyor her Kādirî
Zîb-i dest ettikçe her gün sübha-i sad-dâneyi

Eylemez nisyân-ı ihsân mest ü hayrân olsa da
Gavs-ı Geylânî elinden nûş eden peymâneyi

Gördüm itmâmın dedim Hamdî güher târîhini
Eylemiş Abdülhamîd ihyâ şu Haydarhâne’yi

                             sene 1312
Bu şiir tekkenin cümle kapısının üstündeki tâlik kitâbede yazılı idi.
Tekkenin ihyâ kitâbesi
Haydarhâne, âyin günü pazar olan bir Kādirî tekkesi idi. Zamanla çatısı çökmüş, sonra tamamiyle yıkılmıştır. Yerine apartmanlar yapılmış, sonra onlar da yıkılıp yerlerine İstanbul Üniversitesi’nin hizmet binâları konmuştur.

Haydarhâne şeyhleri

Haydarhâne postnişînleri hakkında bilgimiz çok eksiktir. Bildiklerimizi yazalım. Şeyhler zincirinde çok kopukluklar olduğu bârizdir.

Aliyyü’l-Haydarî

Tekke’nin kurucusu olan Haydar Dede. Fâtih döneminde yaşamış, onun alemdarlığını yapmıştır.

Hüseynü’l-Haydarî

Haydar Dede’nin tekkeyi nâm bırakan oğlu.

el-Hâc Mehmed Efendi

Sâliha Hâtun’un düğünü sırasında, yâni 1250/1834 yılında tekkenin şeyhi es-Seyyid el-Hâc Mehmed Efendi idi.

Mehmed Keşfî Efendi

Havuç Şeyh Mehmed Keşfi Efendi (r. 1267/1850-51), Süleyman Sâfî Hazretleri’nin oğlu veyâ dâmâdıdır, aynı zamanda onun halîfesidir. Mehmed Keşfî Efendi döneminde Haydarhâne Resmiyye’ye bağlandı. Bu Mehmed Keşfî Efendi’nin yukarıdaki el-Hâc Mehmed Efendi ile aynı kişi olup olmadığını bilemiyoruz.

Süleyman Sâfî Efendi

Haydarhâne’nin Mehmed Keşfî Efendi’den sonraki şeyhi onun 1255/1839-40 İstanbul doğumlu olan oğlu Süleyman Efendi’dir. Büyükbabası ile adaş olup, tam adı ‘Havuçzâde Süleyman Sâfî’dir.
Haydarhâne şeyhi Süleyman Sâfî Efendi, Ayaspaşa’daki Ali Baba Tekkesi şeyhi Hasan Tahsin Efendi’nin icâzet töreninde icâzetini tasdik etmiştir. Halîfelerinden Şeyh Mehmed Efendi de Ali Baba Tekkesi’nde vekil şeyh olmuştur.

Mustafa Hüsâmeddin Efendi

Süleyman Efendi’nin 1283/1866-87 yılında doğmuş olan ‘Mustafa Hüsâmeddin’ adında bir oğlu vardır. Süleyman Efendi’den sonra post makāmına oturup oturmadığını bilmiyoruz.

Hakkı Efendi

Haydarhâne’de ‘Hakkı Efendi’ adında bir zât-ı şerîfin şeyhlik yaptığını ve bu kişinin en ileri gelen reislerden olduğunu biliyoruz, ama kendisi hakkında başka bilgimiz yoktur.

Hâfız Ahmed Efendi

Hakkı Efendi’den sonra tekkenin postnişîni, oğlu Kādirî Hâfız el-Hâc Ahmed Efendi oldu. Bu zât da kıyâmî ve devrânî zâkirbaşılarındandır. İdâresi mükemmeldi. Kırımlı Hâfız Şeyh İsmâil Hakkı Efendi (r. 1911) tarafından yetiştirilmişti. Kâğıthâne’deki Şâzelî Tekkesi şeyhi Tahsin Efendi’den Şâzelî şugulleri meşk etmiştir. 1918 yılında Haydarhâne’nin postnişînlik makāmında bulunuyordu. 1334/1915 yılında âhirete göçtü ve tekkesine sırlandı.

Receb İrfan Efendi

Receb İrfan Efendi, Hâfız Ahmed Efendi’nin oğludur. 1314/1896-97 yılında İstanbul’da doğmuştu. Hâfız Ahmed Efendi’den sonra bir müddet için Gümüş Baba Dergâhı şeyhi Mehmed İzzet Efendi vekâleten şeyhlik yapmış, 6 Rebîülevvel 1340 Pazartesi günü - Salı gecesi (7-8 Kasım 1921), Receb İrfan Efendi, Mehmed İzzet Efendi tarafından istihlâf edilmiş, tâc ve hırka giymiştir.
Sefîne’den öğrendiğimize göre 1343/1924-25 yılında Haydarhâne’nin postnişîni Şeyh İrfan Efendi idi.

Peyk Dede Tekkesi

Peyk Dede Tekkesi

Peyk Dede Tekkesi’nin yeri

Peyk Dede Tekkesi, Fâtih’in Veled-i Karabaş Mahallesi’nde, Karagöz Câmii yakınlarında, eski adı ‘Karabaşçeşmesi’ olan Peyk Dede Sokağı’nda idi. Kurucusu, Gülşenî şeyhi Hasan Sezâî (r. 17 Ramazan 1151/29 Aralık 1738) Hazretleri’nin halîfelerinden olan ve ‘Peyk Dede’ diye tanınan Ahmed Remzi Efendi’dir. Tekkede Gülşeniyye’den, Kādiriyye’den ve Sünbüliyye’den şeyhler, irşad postuna oturmuşlardır. Tekke bir dönem Resmiyye’ye bağlı olmuştur.

Peyk Dede Tekkesi şeyhleri

Peyk Dede

Tekke’nin bânisi Ahmed Remzi Efendi (Peyk Dede), Edirne’de Hasan Sezâî Hazretleri’ne intisâb etmiş, onun tarafından halvete konmuş, kemâle erince İstanbul’a gönderilmiş ve Silivrikapı yakınlarındaki tekkesini kurmuştur. Ahmed Remzi Dede’nin Etvâr-ı Seb‘ası vardır. Süleymâniye Câmii vâizi Âşık İsmâîl Efendi, onun halîfesidir. Bir diğer halîfesi de oğlu Mustafa Efendi’dir.

Şeyh Mustafa Efendi

Ahmed Remzi Efendi’nin irtihâlinden sonra posta onun oğlu Peykzâde Şeyh Mustafa Yeksân Efendi geçti.

Hilâci Şeyh İbrâhim Efendi

Şeyh Mustafa Efendi’den sonra şeyhlik, Kādiriyye’den Şeyh İbrâhim Efendi’ye verildi. Bu zât-ı şerîf 1238/1822-23 te göçtü.

Şeyh Ahmed Sırrî Efendi

Bu zât-ı şerîf de Kādiriyye’dendir. 1254/1838 te göçtü. Kitâbesi şöyledir:
Yâ Hazret-i Sultan Abdülkādir Geylânî

Tarîk-i Kādiriyyeden
bu makamda
seccâdenişîn eş-Şeyh
es-Seyyid Mehmed Saîd
Efendi’nin birâderi
merhûm eş-Şeyh es-Seyyid
Ahmed Sırrî Efendi’nin
rûhiyçün el-fâtiha
sene 1254 h
fî 29 Safer[?]

Mehmed Saîd Aşkî

Şeyh Ahmed Sırrî Efendi’den sonra posta, onun kardeşi Tiryâkî Şeyh Saîd Aşkî Efendi oturdu. Şeyh Saîd Efendi, Kabakulak postnişîni Süleyman Sâfî Efendi’nin halîfelerindendir. Onunla birlikte tekke Resmiyye’ye geçmiş oldu.
Şeyh Saîd Aşkî Efendi hoşsohbet bir zât imiş. Hekimoğlu Ali Paşa (Abdal Yâkub) şeyhi Mehmed Nasreddin Efendi’den de hilâfeti vardır; ayrıca 1245/1829-30 yılında Seyyid Baba Tekkesi şeyhi Hâfız Ali Efendi’den Nakşibendiyye icâzetnâmesi almıştır. Hekimoğlu Ali Paşa Tekkesi ile Kādirîhâne şeyhi Mehmed Emin Efendi’nin meclislerinden ayrılmazmış.
Mehmed Saîd Efendi Hazretleri 10 Rebîülevvel 1271/1 Aralık 1854 târihinde göçmüş, tekkesinin hazîresine sırlanmışdır. Şâhidesinde şunlar yazılıdır:
Yâ Hû
Tarîk-i Âliyye-i Kādiriyye’den
bu dergâh-ı şerîfde seccâde
nişîn olan merhûm ve mağfûr
eş-Şeyh es-Seyyid Saîd
Efendi’nin rûhçün
el-Fâtiha
sene 1271
fî 10 Ra
Mehmed Saîd Aşkî Efendi’nin mezar taşı
Mehmed Saîd Aşkî Efendi’nin mezar taşı

Şeyh Saîd Aşkî Efendi Hazretleri’nin halîfeleri

Mehmed İzzet Efendi
Zâkirbaşı Mehmed İzzet Efendi, mükemmel bir zâkirdi. Kendisi de, oğlu Hayri Efendi de, torunu İbrâhim Halil Efendi de, Merkez Efendi Tekkesi’nde ve diğer kıyâmî devrân tekkelerinde zâkirbaşılık etmişler ve meşhur olmuşlardır.
Mehmed İzzet Efendi’nin bir tekkede postnişîn değildir. Tâc ve gül işlerdi. Bunları Kabakulak Âsitânesi şeyhi İsmâil Hakkı Efendi’ye de öğretmişti.
Hazret 25 Muharrem 1290/25 Mart 1873 Pazartesi günü irtihâl etdi. Kocamustafapaşa’da, Ağaçkakan Bedevî Tekkesi hazîresinde gömülüdür. Mezar taşı yoktur.
Şeyh Attar İbrâhim Efendi
Attar İbrâhim Efendi, Eyüp’te bulunan Molla Çelebi Tekkesi şeyhi idi.
Şeyh Ahmed Sıdkî Efendi
Şeyh Abdülhalîm Zikrî Efendi
Mehmed Saîd Aşkî Efendi’nin halîfelerinden biri de Bülbülcüzâde Tekkesi şeyhi Hacı Abdülhalîm Zikrî Efendi’dir. Bülbülcüzâde Tekkesi’ni Resmiyye’ye geçiren bu şeyh 3 Zilhicce 1320/3 Mart 1903’de göçdü, tekkesinde sırlandı.

Şeyh Abdülkādir Efendi

Tiryâkî Şeyh Saîd Efendi’den sonra posta onun oğlu ve Kādirîhâne şeyhi Mehmed Şerâfeddin Efendi’nin halîfesi olan Şeyh Abdülkādir Efendi geçti (doğumu 1262/1845-46, rıhleti 28 Ramazan 1298/24 Ağustos 1881). Çocuğu yoktur. Tekkenin hazîresinde yatıyor.

Şeyh Hacı Hasan Efendi el-Kādirî

Tekkenin bir sonraki şeyhi, iç bostan dellallarından Şeyh Hacı Hasan el-Kādirî Efendi olup, bu zât-ı şerîfin zamânında tekke yenilenmiştir. Bu yüzden Şeyh Hasan Efendi, tekkenin üçüncü bânisi sayılır. Tertemiz kalpli bir insan olan Hacı Hasan Efendi, 6 Zilkāde 1307/23 Haziran 1890 Pazartesi günü fânî âlemi terk etti. Mezar taşında şöyle yazılıdır:
Yâ Hû

Bu dâr-ı mihneti zannetme câ-yı istirâhatdır
Cihân içre saâdet âkil isen terk-i râhatdır
Deni dünyânın âhir mülkü fânî hükmü zâildir
Sürûru gam, san‘atı bâis-i renc ü meşakkatdir
Bu hânkâh-ı şerîfde postnişîn
iken irtihâl-i dâr-ı bekā eyleyen Tarîkat-i
Âliyye-i Kādiriyyeden bânî-i sâlis
eş-Şeyh Hacı Hasan Efendi’nin rûh-i
şerîfine el-fâtiha
1307 sene
fî 6 Zilkāde yevm-i isneyn

Şeyh Mehmed Gâlib Efendi

Şeyh Hacı Hasan Efendi’den sonra irşad görevini onun üvey oğlu ve halîfesi, gümrük ketebesinden Şeyh Mehmed Gâlib Efendi aldı. Aksaray’da Kara Mehmed Paşa Câmi-i şerîfinin imamı olan bu zât da 1327 Zilkādesi’nde/1909 Kasım-Aralığı’nda göçtü.

Şeyh Abdünnebi Efendi

Gâlib Efendi’den sonra Merkez Efendi tekkesi şeyhi Ahmed Mesud Efendi’nin (r. 6 Rebîülevvel 1332/2 Şubat 1914) küçük kardeşi Abdünnebi Efendi posta geçdi. ‘Nebi Efendi’ diye de anılan bu zât-ı şerîf 8 Receb 1330/23 Haziran 1912 günü rıhlet etti. Merkez Efendi hazîresinde yatmaktadır.

Şeyh Mesud Efendi

Abdünnebi Efendi’nin irtihâlinden sonra posta onun oğlu Mesud Efendi geldi. Tekkelerin sırlanmasına kadar irşad görevinde bulundu. Mesud Efendi de 1930 yılında göçdü.

Hâkî Baba Tekkesi

Hâkî Baba Tekkesi

Hâkî Baba Tekkesi, Eyüp ilçesinde, Bülbül Yuvası Sokağı’nın devâmında Evlice Baba Tekkesi Sokağı’nda, Evlice Baba Câmii’nin karşısında yer alır. İnşâ târihi 1216/1801-02 dir. Bugün Nazmi Geylânî Hazretleri’nin türbesinin kapısının üstünde bulunan kitâbesinde şöyle yazılıdır:
el-Kutbü’r-Rabbânî ve’l-Gavsü’s-Samedânî
Kandil-i nûrânî mahbûb-i Sultânî
Hazret-i Şeyh Sultân Abdülkādir Geylânî
Hâzâ zâviye-i Ebû Mârûf el-Kādirî el-Hâkî alâ bâbillah
Sene 1216
Tekke zamanla harâb olup, arsa hâline gelmiştir. Uzun zamandan beri boş arsa olarak kalmış olan tekkeyi Eyüplü Sarac İsmâil Efendi tekrar ihyâ etti. İsmâil Efendi’nin Haliç kıyısında,Molla Çelebi Tekkesi karşısında bir tabakhânesi vardı. Aslında Silivrikapı’daki Körükçü Tekkesi şeyhi Sıdkî Efendi’den hilâfet almış olan İsmâil Efendi’ye, komşusu ve yakın dostu, Molla Çelebi Tekkesi postnişîni Mehmed Eşref Sabri Hazretleri de teberrüken hilâfet vermişti. Tokmaktepe’nin alt taraflarında, Defterdar’da bulunan bir evi zâviye hâline getirmek isteyen Sarac İsmâil Efendi, bu arzusuna erişememiştir. Hâkî Baba tekkesinin boş arâzisini satın alıp, pîrdâşı Şeyh Sâdeddin Efendi’ye vakf etti. Sâdeddin Efendi bir hücre ile tevhidhâne yaptırıp tekkeyi yeniden binâ etmiştir. Oğlu bulunmayan Sarac İsmâil Efendi 1333 Ramazân-ı şerîfinde (Temmuz-Ağustos 1915’de) âhirete göçtü ve tevhidhâne dâhilindeki türbeye gömüldü.
Yine Şeyh Sâdeddin Efendi’nin zamanında bahriye kolağalası Eyüplü Fethi Bey tarafından dergâh-ı şerîf tâmir gördü.

Hâkî Baba Tekkesi postnişînleri

Şimdi tekkenin postnişînlerini tanıyalım.

Hâkî Baba Hazretleri

Tekkenin kurucusu Hâkî Efendi, başka bir deyişle Hâkî Baba, Kādirî şeyhi idi. Nazmi Geylânî Hazretleri’nin türbesinde yatmaktadır. Tekkenin vakfiyenâmesi 1225 Haziranı’nda (Haziran-Temmuz 1810) yazdırılmışdır.
Bir ünvanı da “Ebû Mârûf” olan Hâkî Baba, tekkeyi inşâ etmeden önce, Evlice Baba Câmii’nde bir müddet mukābelede bulunmuşdur.
Hâkî Baba’nın iki şiirini biliyoruz.
Pâk aşka er gönül dildâra sor sorma bana
Nûr-ı zâtı Ahmed-i Muhtâr’a sor sorma bana

Vâkıf-ı esrâr-ı rumûz-i evliyâdır ehl-i dil
Bu rumûzu vâkıf-ı esrâra sor sorma bana

Yaz bismillah ile hâzâ sıratun müstakîm
Rehberin bul Haydar-ı Kerrâr’a sor sorma bana

Çünki ağyârda iken dil-i teşneyi ihyâ eden
Kerbelâ’da sâkin ebrâra sor sorma bana

Bir tecellîden müsemmâdır yalnız Hâkî
Kevn ü âlem sırrını Gaffâr’a sor sorma bana
Yukarıdaki şiir bestelenmiş ve Kādirî dergâhlarında, bilhassa Hâkî Baba Dergâhı’nda kıyam zikrine kalkılırken okunagelmiştir. Ne yazık ki bestesi kayıptır.
Ne gam bana şimdi ne keder
Abdülkādir derler şeyhimiz var
Ne elem edem gayri
Abdülkādir derler şeyhimiz var

Sülûkuna giren derviş
Olur aşkı ile cûşîş
Şarâb-ı tahûr eyler nûş
Abdülkādir derler şeyhimiz var

Eser çün cezbe yelleri
Kerâmetdir hem gülleri
Nûr-ı envâr gönülleri
Abdülkādir derler şeyhimiz var

Bağdad’da türbesi yeşil
Ceddi resûlallah asil
Hamdülillah olduk vâsıl
Abdülkādir derler şeyhimiz var

Şeyh Hâkî bildim o
Sûî diller olur er yâ Hû
Velîler içine ulu o
Abdülkādir derler şeyhimiz var

Seyyid Hüseyin Mâruf Efendi

Hâkî Baba’nın büyük oğlu Seyyid Hüseyin Mâruf Efendi, kendisinden sonra posta geçmiştir. Mevlevî Mehmed Abdülbâki Efendi’nin — yazılış târihi belirtilmemiş olan, ancak içindeki şeyhlerin adları ile rıhlet târihlerinin karşılaştırılmasıyla 15 Ocak 1823 ile 30 Haziran 1823 günleri arasındaki dönemin durumu yansıttığı anlaşılan — meşâyih defterinde “Eyüp’te Bülbülderesi kurbünde Şeyh Süleyman Efendi hülefâsından Mâruf Efendi dâileri” olarak geçen Mâruf Efendi, Seyyid Hüseyin Mâruf Efendi’dir. Sâliha Sultan’ın 1834 yılındaki düğünü anlatan surnâmenin 20a varağında “Eyyûb’de Bülbülderesi Hâkî Baba Tekyesi şeyhi Mârûf Efendi” diye geçen kişi de Seyyid Hüseyin Mâruf Efendi’dir. O hâlde Mâruf Efendi’nin postnişîn olması 1823’den önce, rıhleti ise 1834’den sonradır.

Şeyh Ahmed Eyyûbî

Eyüplü Hacı Ahmed Hulûsî Efendi, Koska’da ki Sâdiye Âsitânesi’nin yâni Abdüsselâm Tekkesi’nin şeyhlerinden Mustafa Haydar Efendi’nin halîfesidir. Önceleri Hâkî Baba Dergâhı’nda âyin icrâ ederdi, sonra Sâdiyye’den Taşlıburun Tekkesi’ne nakl olunmuş ve o tekkenin şeyhi olmuştur. Hacca gitmiş, memleketine dönerken Şam’da âhirete intikāl etmiştir (1231/1815-16). Şam’da Bilâl-i Habeşî Hazretleri’nin ayak ucunda yatıyor. Taşlıburun Tekkesi’nde de adına teberrüken bir sanduka konmuştur.

Şeyh Mehmed Emin Efendi

Bu kişi hakkında bilgimiz yoktur.

İsmâil Hakkı Mârûfî Hazretleri

Sâdeddin Geylânî Hazretleri’nin babası olan İsmâil Hakkı Mârûfî Hazretleri, mübârek, ehl-i hâl bir zât imiş. Sâdiyye’ye intisâb etmiş, Taşlıburun Tekkesi şeyhi Süleyman Sıdkî Efendi’den hilâfet almıştır (Süleyman Sıdkî Efendi, Şeyh Ahmed Eyyûbî’nin oğludur).
İsmâil Hakkı Hazretleri’nin mezar taşının yerini ve kitâbesini Cemâleddin Revnakoğlu kaydetmiştir. Mezarı Yusuf Muhlis Paşa Caddesi üzerinde, sonradan Birlik Pasajı olmuş bulunan Yeni Sinema bahçesinin biraz karşı yukarısında, sağda, ikinci sed üstünde imiş. Mezar taşı beyaz mermerden ve mıstarlı olup, başında püsküllü mahmudiye fesi varmış. Sülüs yazılı kitâbesi şöyle imiş:
Hüve’l-hayyü lâyemût

Tarîk-i Âliyye-i Kādiriyye
muhibbânından merhûm Mûsâ
Safvetî Paşa kethüdâsı merhûm
ve mağfûr el-muhtâcu ilâ rahmeti rabbi
’l-gafûr el-Hâc İsmâil Hakkı
Efendi’nin rûhuna el-Fâtihâ
Sene 1297
fî 11 Ca
Buna göre Hazret 11 Cemâzeyilevvel 1297 (hicrî), yâni 21 Nisan 1880 (mîlâdî) gününde göçmüş oluyor.

Şeyh Mehmed Nûri Efendi

Şeyh Mehmed Nûri Efendi, İsmâil Hakkı Efendi’nin oğludur. ‘Halebi Efendi’ diye tanınır. Zamânında dergâh arsa halinde idi. Bâzen dergâhın bahçesinde, bâzen de Evlice Baba Câmii’nin yanındaki evinde usûl icrâ ederdi. 18 Mart 1318 rûmî, 31 Mart 1902 mîlâdî târihinde göçtü. Tekkenin türbesinde yatıyor.
Daha sonra Mehmed Sâdeddin Geylânî Hazretleri ve sonra onun da yerine Hüseyin Nazmi Geylânî Hazretleri posta geçtiler; onları ayrı sayfalarda anlatmaya çalışacağız.

Hâkî Baba Tekkesi zâkirleri

Âmâ Osman Efendi

Sâdeddin Geylânî Hazretleri’nin pirdaşı, Molla Çelebi Tekkesi şeyhi Mehmed Eşref Sabri Efendi’nin halîfelerinden olan Hasköylü zâkir âmâ Osman Efendi, Hâkî Baba Tekkesi’nin zâkirlerindendi. Hasköy’de Humbarahâne Câmii müezzini, kıyâmî ve devrânî zâkirbaşı idi. Güzel nef üflerdi. 1326/1908-09’da rıhlet etti. Hasköy Mezarlığı’nda medfundur.

İzzet Ahmed Efendi

Mevlânâkapılı İzzet Ahmed Efendi, Mehmed Şemseddin Tekkesi halîfelerindendir.

Yaşar Baba

Meşhur Yaşar Baba da Hâkî Baba Tekkesi’ne gelir, zâkirlik yapardı.

Hacı Şeref Efendi

Hâkî Baba Tekkesi’nde zâkirlik yapanlardan biri de Yaşar Baba’nın öğrencilerinden Hacı Şeref Efendi idi.

Terlikçi Mehmed Efendi

‘Gümrükcü Mehmed’, ‘Kuru Mehmed’, ‘Karagözcü Mehmed’ isimleriyle de yâd edildiği gibi sâdece ‘Terlikci’ de denilen Terlikçi Mehmed Efendi, Balat imamının çıraklarından ve Şerbetdâr Tekkesi şeyhi Mehmed Efendi’nin dervişlerindendir. Sonradan Yaşar Baba’dan Bektâşî nasîbi almışdır. Son derece nüktedân, latîfeci bir kişiymiş. Kıyam zikirleri, tanıyanlarını sanki kıyâm zâkirliği için yaratılmış olduğu fikrine kaptırtacak kadar güzel ve başarılıymış. Şeyh Murâd Buhârî Tekkesi’nde de zâkirlik ederdi.
Hepsinin rûhu şâd ola.

Şeyh Galip (GALİP DEDE) Türbesi

Şeyh Galip (GALİP DEDE) Türbesi


ŞEYH GALİP
            1757-1799  yılları arasında yaşamış XVlll. asrın bu en ünlü Divan Şairi 1757 yılında İstanbul'da Yenikapı Mevlevihanesi yakınlarında bir evde doğdu.Asıl adı Mehmed Esat'tır.Babası Mustafa Reşid Efendi'dir.Divan Katibi idi.Galib'in dedesi Mehmet Efendi de Mevlevi idi.Mevlevilik ve tasavvuf dededen intikal etti.Annesi Emine Hanım'ın etkisi bilinememekle beraber ,babası Mehmet Esast'a şahidi Lügati'nin eğitimini verdi.
            Bir ara Divan-ı Hümayun Beylikçilik Kalemi'ne devam etti ise de bundan sıkıldı.Molla Gürani'de ki evinde yetenekli gençlere Farsça ve Mesnevi dersleri veren Hoca Neş'et ve intisap etti.Şiirler yazmağa başladı.Hoca Neş'et ona Esat mahlasını verdi.Bu yaşlarda hocasına methiyeler ,arkadaşlarına nazireler,ünlü geçmişlere benzer parçalar yazdı..Esat mahlasını kullandı.Tasavvufu iyice öğrendi.Buharalı Türk şairi Şevket'in Farsça şiirlerini çok sevdi.Esat çok kullanılan mahlas olduğu için Esat çok kullanılan mahlas olduğu için manzumelerinde Galib'i tercih etti.Mahlasını değiştirmesi çağında dedikodularına sebep oldu.Şair Sürüri buna dair bir hiciv kıt'a da yazdı.1780-1781 de bir divan tertip etti.Kaside ,gazel,musammat şekillerinde çok başarılıydı.mesnevi tarzındaki başarısınıda Hüsn-ü aşkta gösterdi.Mesnevi'yi 1783 yılında tamamladı.Aileis sütlüceye taşındı.Bu arada ana babasından habersiz mevlevi erkanınca ,Konya'ya giderek çileye girdi.1784 de İstanbul'a döndü.Yenikapı Mevlevihanesi'nde çileye girdi.Hücre sahibi bir mevlevi dedesi oldu.
            Galip Dede Sütlüce'deki Mevlevi Dedelerinden şair Yusuf Sinecak'ın türbesi civarındaki evinde,Yusuf Sineçak'ın Cezize'i Mesnevi'sine şerh yazdı.Bundan önce Trabzon'lu Kösec Ahmed Dede'nin mevleviliğe ait es sohbetu's Safiye'sine  haşiye yazmıştı.
            Mevleviliği ve musikiyi çok seven lll.Selim (1789-) tahta çıkınca Galip DEde'de onun himayesine girdi.1791 yılında Galata Mevlevihanesi Şeyhliğine getirildi.Onun lll.Selim'e sunduğu kaside üzerine Galata Mevlevihanesi tamir edildi.Hükümdarın ve kadın sultanalrın teveccühleri devrin devlet ilim ve sanat adamlarının Galata Mevlevihanesi'nde toplanmalarına sebep oldu.Şiir ve musiki mahfili oldu.1795 de annesi Emine Hanım'ın iki yıl sonrada dervişlerinden Esar Dede'nin ölümü Galib Dede'yi üzen büyük olaylardan biri olmuştur.Esrar Dede için yazdığı "Mersiye" üzüntüsünü anlatmaya yeterlidir.
            Şeyh Galib ,Receb ayının 26.çarşamba günü (H.1213/ m 1799 ) öldü.Kandile rastlayan perşembe günü , Galata Dergahı'nda Mesnevi Şarihi Ankaralı İsmail Efendi Türbesi'ne gömüldü.
            Galip Dede'nin geniş bir muhayyilesi vardır.Ona göre sanat yeni ve şahsi olmalıdır.Taklit sanat olamazdı.Esat mahlasıyla yazdığı nazirelerde bile şahsilik vardır.Fuzuli ,Baki,Nef'i Nedim gibi şairlerin üstüne çıkmak zordu.Basit Türkçe'yle bile yenilik yapmak için şiir denemesi vardır.
            Yenilikçi olan Galib Dede Esrar Dede'yi,Ayni'yi,Pertev Paşa'yı,Daniş'i,Arif Hikmet'i etkilemiştir.Onun en güçlü takipçisi İzzet Molla'dır.
            Galip Dede aslında sade ve açık şiirle kitle tarafından beğenilmeyi istemez.O eskiyi çekici renklerle canlandırırken yenilik olarak ta kapalılığı getirir.Belirsiz,esrarlı bir dolgunluk gürülür.

ŞEYH GALlP (GALİP DEDE) TÜRBESİ: 
Beyoğlu Şişhane semtinde, Galata Mevlevihanesinin avlusundadı
r.

Laleli Baba..laleli .istanbul

Laleli Baba..laleli .istanbul

istanbul-evliyalari-15-laleli-baba
Laleli semtine ismini veren Laleli Baba, 18. yüzyılda, III. Mustafa döneminde yaşamış ve kerametleriyle ünlenmiş bir derviştir. Rivayete göre, Sultan III. Mustafa, bugün Laleli adı verilen bölgede bir cami yaptırmak ister ve inşaata başlanır. Cami inşaatını denetlemeye geldiği bir gün padişah bölgede Laleli Baba adlı bir evliyanın yaşadığını öğrenir. Laleli Baba ile görüşmek, söz ve sohbetinden yararlanmak ister. Laleli Baba bulunur ve padişah Laleli Baba ile uzun bir sohbete başlar.
Sohbetin bitiminde III.Mustafa; “Efendi hazretleri, bu dünyada en güzel şey nedir acaba?” diye sorar, Laleli Baba; “Bu dünyada en değerli şey yeyip içtikten sonra sıkıntısız bir şekilde def-i hacet (büyük hacet) yapabilmektir” der. Hükümdar bu cevaba kızar ve yanındakilerle sarayına döner.
Ertesi gün hükümdar şiddetli bir kabızlığa yakalanır. Sarayın hekimbaşıları seferber olur, bilinen bütün ilaç ve yöntemler denenir ama fayda etmez bir türlü. Günler geçer, acı ile kıvranan padişahın derdine derman bulunamaz. Sonunda birinin aklına gelir. Laleli Baba’ya haber verilirse belki onun yardımı ile hükümdar bu dertten kurtulabilir, diye. Padişaha danışılır ve Laleli Baba hemen saraya çağrılır. Doğum sancısı çeken bir kadın gibi sancıyla kıvranan hükümdar Laleli Baba’ya “Aman beni kurtar” diye yalvarır.
Laleli Baba: “O kadar kolay değil, karşılık olarak ne vereceksin” diye sorar.
Hükümdar: “Yaptırdığım camiye senin adını veririm” der.
Laleli Baba, padişahın hiçbir teklifini kabul etmez ve en sonunda ağzından baklayı çıkarır. “Sana himmet edeceğim, ama karşılığında padişahlığı isterim” der…
Çaresizlik içinde kıvranan padişah, “Tamam, o da senin olsun” deyiverir sonunda.
Bunun üzerine Laleli Baba duasını yaparak hükümdarın sırtını sıvazlar ve “Hadi git kurtulacaksın” der. Padişah derdinden kurtulduğu için mutludur ama saltanatı elden gittiği için de üzgündür. Laleli Baba, Sultan’ın haline bakar uzun uzun ve “Bir saltanat ki bir def-i hacete değişiliyor, öylesine ucuz bir saltanat bize gerek değildir, al yine senin olsun” diyerek evine geri döner.

Helvacı Baba Türbesi

Helvacı Baba Türbesi..vefa

istanbul-evliyalari-09-helvaci-baba
Halk arasında helvacılık da yaptığı için “Helvalı Baba” ya da “Helvacı Baba” gibi isimlerle bilinen bir tasavvuf ehline ait olan bu türbe Vefa’dan Veznecilere giden yol üzerindedir. Ziyaretçisi hiç eksik olmayan bu türbede özellikle Cuma günleri dilek sahipleri helva dağıtarak dileklerinin kabulü için dua ederler.

Selami Dede..kısıklı

Selami Dede..kısıklı

istanbul-evliyalari-10-selami-dede
Kısıklı’dan Çamlıca Tepesi’ne doğru çıkılırken yolun solunda bulunan küçücük bir türbedir Selami Dede’nin türbesi. Bu türbe Selami Dede’ye gönülden bağlanmış pek çok kişi tarafından ziyaret edilir, dilekleri kabul olanlar buraya tekrar geldiklerinde mutlaka bir kutu kesme şekerle gelir ve kutuyu oraya bırakırlar ki dileğinin kabul olmasını isteyenler alsın.

Yürüyen Dede Türbesi

Yürüyen Dede Türbesi 

ANKARA / ALTINDAĞ –Sakarya Mahallesi


Yürüyen Dede Türbesi -Eski
Yürüyen Dede Türbesi -Yeni
Yürüyen Dede Türbesi, Ankara İli, Altındağ İlçesi, Sakarya Mahallesi, Öksüzler Sokaktadır.

 Yörük Dede ve Doğan Bey adlarıyla da tanınmaktadır. Türbenin Vakıf Kayıtlarında adı zikredilen Doğan Bey Zaviyesinin bir parçası olduğu düşünülmektedir..

Türbe uzun yıllar evlerin arasında sadece dış kapısı açık, etrafı ise evlerle çevrelenmiş olarak durmaktaydı. Belediye ve vakıfların gayretiyle etrafı açılmış ve restore edilmiştir. kümbetin cenazeliği yoktur. Tek sanduka vardır. Kesme ve kiremitten inşa edilen türbe Selçuklu Dönemi 14. yüzyıl yapısıdır. Türbe Koruma Kurulu kararıyla 1972 yılında Anıt Eser olarak tescillenmiştir.  

Seyit Halil Dede Türbesi

Seyit Halil Dede Türbesi 

Amasya –Uygur Beldesi


Seyit Halil Dede Türbesi
Seyit Halil Dede’nin kim olduğunu bilmiyoruz. 
Uygur Evliyaları toplu olarak ziyaret edilirken, bu evliya da toplu olarak ziyaret edilmektedir.    
Türbe mezarlığın için etrafı taşlarla sınırlandırılmış özensiz bir mezardır.
Seyit Halil Dede Türbesi, Amasya İli merkez ilçesi Amasya’ya bağlı Uygur Kasabasının büyük mezarlığındadır.
Türbe özellikle Uygur halkı tarafından toplu olarak ziyaret edilmektedir. Türbe üç kez ziyaret edilir. Adak haricinde Cafer Dede ziyaretinde yapılan uygulamalar bu türbede de uygulanmaktadır.




YEDİ ŞEHİTLER TÜRBESİ

YEDİ ŞEHİTLER TÜRBESİ



Yedi Şehitler: Yedi Şehitler, yedi ayrı mezarda gömülü olup, en ünlüleri Kesikbaş Gazi’dir. Isparta’nın ilk fetih yıllarında düşmanla yaptıkları savaşta her birinin bir bölgeyi koruduğu, şehit olmalarıyla öldükleri yere gömüldükleri söylenir. Tabakhane Camii yanında Kesikbaşa ait bir türbe vardır. Türbenin kövke yapısı çokgen gövdelidir. Yedişehitlerden birisi Şeremed Dede adıyla İskender Mahallesinde, diğeri Hu dede adıyla Doğancı Mahallesinde, diğerleri Kurtuluş ve Yenice Mahallelerinde medfundur. 

KARINCALI DEDE..

KARINCALI DEDE..



Adapazarı’nı Bilecik’e bağlayan E-25 Karayolunun Adliye Köyü mevkiinde yüksek bir kayanın üzerinde bulunan türbe adını, karıncalarla insanüstü ilişkiler kuran ve onlarla adeta konuşan bir Türkmen ermişinden aldığı söylenmektedir. Söylenceye göre karıncalar tarafından basılan bir köyün ahalisi Karınca Baba’ya başvururlar. Köylerini bu karıncalardan kurtarmasını isterler. Bu şahıs köye gelerek dua eder ve köyün karıncalardan kurtarılmasını sağlar. Bu olaydan sonra bu kişinin adı “Karınca Baba” olarak anılır. Çevreye zarar veren karıncaları da, onlarla konuşan ikna eden mübarek zat, karıncaları yanına toplamakta ve birlikte bir hayat sürmektedir. Hayatını adeta karıncalarla birlikte geçiren Türkmen ermişine, vasiyeti üzerine vefatında sonra söz konusu kayanın üzerinde mezar yapılmış olup, burası zamanla “Karıncalı Dede Türbesi”ne dönüşmüştür. Bu türbeyi ziyaret edenler dileklerinin kabulü için bölgede bulunan ağaçlara bez parçası astıkları ve karıncaların yemesi için pirinç bıraktıkları görülmüştür. Türbenin etrafının ağaçlıklı olması sebebiyle Karınca Baba’yı ziyarete gelenler burada piknik yaparlar.

GAZİ GÜNDÜZALP türbesi

GAZİ GÜNDÜZALP türbesi


Türbenin yeni hali

Gazi Gündüzalp Osman Bey’in dedesi, Ertuğrul Gazi’nin Babası, Hayme Ana’nın eşidir.

Oğuzların Kayı aşiretinin damgası lYl şeklinde yanlarda iki ok ile ortada bir yaylı oktur.

Kayı’nın manası muhkem, kuvvet ve kudret sahibi demektir.

Türk boyları göç esnasında değişik yönleri ve yolları tercih etmişlerdir. Kayı boyu da dokuzuncu asırdan sonra Aral havzasından hareket edip Ceyhun’u geçerek Horasan’a, oradan Azerbaycan ve Ahlât’a, oradan da Hasankeyf ve Harput’a daha sonra da I. Alaeddin Keykubad (1219–1236) tarafından kendilerine verilen Ankara’nın batısındaki Karacadağ bölgesine bilahare de   III. Gıyaseddin Keyhüsrev (1264–1283) tarafından kendilerine kışlık  ve yazlık olarak tahsis edilen Söğüt ve Domaniç bölgesine vararak 3500 km. kadar olan göçü tamamlamışlardır.

Kayı boyu bahsedilen göçü onücüncü yüzyılın ikinci yarısında 400 çadır ile, boy beyi Gazi Gündüzalp yönetiminde yapmıştır.

Gazi Gündüzalp’in eşi Hayme Ana olup; Sungurtekin, Gündoğdu, Ertuğrul ve Dündar adında dört oğlu vardır.

Anılan göç sırasında Gazi Gündüzalp Ankara’nın Beypazarı İlçesi Hırkatepe Köyü’nde Rumların yaptığı bir baskın sırasında şehit olmuştur. Mezarı buradadır ve tarih boyunca korunarak adına yakışır şekilde türbe haline getirilmiştir. Köy halkı askere gönderdikleri gençlerini hep birlikte dua ile buradan uğurlamış, hacet bayramı ve yağmur duası törenlerini burada yapmışlardır. Bu töre bugün de böyledir.

Caber kalesi yakınında mezarı bulunan Süleyman Şah’ın Gazi Gündüzalp ile aynı kişi olduğu söylenmektedir. Zira birçok Türk büyüğünün ayrı ayrı yerlerde türbe makam mezarları vardır. Lozan Antlaşması'na göre Caber kalesi yakınındaki Süleyman Şah türbesi Türkiye'ye bırakılmış ve burada Türk askeri birliği bulundurmak ve Türk Bayrağı çekmek hakkı verilmiştir. Bu konuyu tarih araştırmaları sonuçlandıracaktır.

Hırkatepe Köyü göç yolu üzerinde, Köroğlu Dağlarının uzantısı Aladağ ve Keltepe’nin güney eteklerinin paralelindeki derin vadidedir. Baskın yeri olarak uygundur. Hırkatepe Köyü’ne Elmabeli(1.125 m.) geçidi ile ulaşılır. Gazi Gündüzalp şehit olduğu yerde toprağa verilmiş, mezarının bulunduğu yere Kayı boyundan 40 kişi bırakılmış, mezara sahip olmaları ve orayı yurt tutmaları sağlanmıştır. Daha sonra Gazi Gündüzalp’in mezarını ziyarete gidenlerin ve gelenlerin Kırka gidelim, Kırka varalım, Kırka’dan geliyoruz demeleri dolayısıyla köyün adı Kırka olarak söylenegelmiş ve benimsenmiştir. Cumhuriyet öncesi ve ilk yıllarında ‘Kırka Köyü’ olarak anılan köy, önce ‘Hırka Köyü’ ve 1964 yılında da resmî kayıtlarda Hırkatepe Köyü olarak bugünkü adını almıştır. Ancak, köy sakinleri nerelisin diye sorulduğunda Kırkalıyım diye cevap verir, çevre köyleri de  bahsi geçtiğinde halen Kırka olarak anarlar.

Gazi Gündüzalp’ten sonra Kayı boyunu Hayme Ana ve oğlu Ertuğrul selametle göç ettirmiştir. Her Türk Hayme Ana’yı ana bilmiştir. Hayme Ana oğlu Ertuğrul Gazi’ye rehber olmuş, torunu Osman Beyi de BEY olarak yetiştirmiştir. Osman Bey de adını verdiği büyük Türk Devletini kurmuştur. Hayme Ana'ya türbe yapılmış, Ankara'nın bir ilçesine <Haymana> adı verilmiştir. Kütahya İli Domaniç İlçesi Çarşamba Köyünde eylül ayının ilk haftası pazar günü her yıl törenlerle anılmaktadır.

GAZİ GÜNDÜZALP TÜRBESİ

Gazi Gündüzalp’in türbesine tarihte olduğu gibi bugün de hürmet edilmektedir. Türbenin bakımını köyde yaşayan en yaşlı Gündüzalp üstlenmekle beraber; tüm köy halkı türbenin bakım ve onarımında yer almaktadır. Bugün de köyde yaşayan Fatma GÜNDÜZALP ve Zehra GÜNDÜZALP türbenin temizlik başta olmak üzere rutin ihtiyaçları ile ilgilenmektedirler.

(Not: Fotoğrafların orjinal hallerini görmek için üzerlerine tıklayınız.)

Gazi GÜNDÜZALP Türbesi'nin önceki hali;
Türbenin eski hali


Gazi Gündüzalp türbesinin eskiyen ahşap+saç yapısı yerine Devlet tarafından taş+beton ile yeni bir bina yaptırılmıştır. Ankara Valisi Yahya GÜR türbenin yeniden inşası için maddi olarak ve yapılacak  düzenlemelerle bizzat ilgilenmiştir. a 12.06.2001 tarihinde Başbakan Yardımcısı Dr. Devlet BAHÇELİ tarafından yapılmıştır.
Resimlerdeki türbenin eski görüntüsündeki halini -köy halkının da katkılarıyla- türbenin sorumluluğu kendisinde olan Ömer GÜNDÜZALP yaptırmıştı. 1955-1960 yıllarında, kendisinin de köy muhtarı olduğu dönemde ismini hatırlamadığı Beypazarı Kaymakamının türbeye ait birkaç sayfalık ferman-kitabı alıp, tercüme ettirmek üzere İstanbul’a götürdüğünü, bu arada türbenin Devlet tarafından yaptırılması gerektiğini ve türbe arazi tapusunun Devlete hibe edilmesini istediğini, türbenin arazi tapusunu üzerinde bulunduran amcasının eşi Emine GÜNDÜZALP’in de türbenin yapılacağı bina yerini -diğer kısmı kendisinde kalmak üzere- tapuda Devlete hibe ettiğini, ancak 1960 ihtilalinin araya girmesiyle bu çalışmaların sonuçlanmadığını söylemiştir. Yıllar sonra bu çalışmalar sonuçlandırılmış, Gazi Gündüzalp’in şanına layık bir türbe inşa edilmiştir.
Her yıl haziran ayının ikinci haftası pazar günü <Hırkatepe Köyü Gazi Gündüzalp'i Anma ve Hacet Şöleni> adıyla Gazi Gündüzalp türbesinde şölen/tören yapılır. Bu törene çevre köylerden, Beypazarı ve Ankara'dan misafirler ile resmi makam zevatı da iştirak ederler.      
Gazi Gündüzalp türbesindeki şölenin bugün uygulanan şekli ile geçmişteki arasında özlemle yâd edilen değişiklikler olmuştur. Geçmişte şölen cuma günü yapılırdı. Sabah erkenden köy erkekleri türbede toplanır, köy halkının bağış yaptığı 40-50 kuzu hayır duaları ile kesilir, pişirilirdi. Köyün kız/erkek bütün çocukları imamın peşinde türbeden başlayarak köyün diğer iki mezarlığını ayrıca köyümüzün -arka dağ yamacında– Erenler tepesinde bulunan aşağı dede ve yukarı dede diye bilinen mevkileri de dolaşarak tekrar türbeye dönerlerdi. Bu gezi yapılırken imamın hayır duasına çocuklar hep bir ağızdan <âmin> çekerler, âmin sesi tüm vadiyi sarardı. Şölenin kuzu eti de, pirinç pilavı da türbede erkekler tarafından pişirilirdi. Okunan mevlidi şerif ve hatim dualarının ardından -özellikle yağmur duası- yemeğe oturulur ve önce büyüklerin nezaretinde çocuklar doyurulur veya çocuklar büyüklerin sofralarına dağıtılır hep birlikte yenirdi. Pişen et ve pilav hazır olarak kadınlara verilir onlar da kız çocukları ile birlikte yerlerdi. Yemeğin tatlısı da tahin helvasıydı. Son yıllarda köyde kuzu kalmayınca diğer alternatifler gündeme gelmiştir. Kuzu olsa kesip yüzecek, pişirecek, suyuna pirinç salacak o tecrübeli insanlar ahirete göç etmişler, kendileriyle birlikte birçok güzelliği de alıp götürmüşlerdir. Mezarları nur, mekânları cennet olsun. Bizim sahip olamadığımız güzellikleri onların orada yaşamalarını umuyoruz. Bugün yemekler aşçı tarafından yapılmakta, kuzu yerine büyükbaş hayvan eti kullanılmakta, diğer lezzetlerle birlikte gözlerden çok gönüller köy bazlamasını aramaktadır. Köy camiinde okunan mevlidi şerif, hatim ve yağmur duasının ardından, Gazi Gündüzalp türbesi ziyaret edilmekte, dönüşte köy ilköğretim okulu bahçesinde şölen yemeği yenilmektedir. Yemeğin tatlısı da tahin helvasından burma veya kesme pişmaniyeye dönüşmüştür. Yemek, günümüzün modern yaşantısına uygun olarak poliüretan kaplarda self servis olarak ikram edilmektedir. Yapılan bu şölen yurdumuzun her insanına açık, her vatandaşımız davetlidir. Ankara eski milletvekili Şevket Bülent YAHNİCİ, <Osmanlı torunu, Türk evladı olarak ömrüm boyunca, sağlığım elverdikçe şölene geleceğim> demiş ve şölenlere her yıl katılmıştır.