KARIŞIK

14 Şubat 2019 Perşembe

Eşrefoğlu Rumi  türbesi...iznik..bursa






Anadolu’da yaşayan büyük velilerden , şair. İsmi Abdullah olup , babasınınki Eşref’tir. Babasının ismi ile şöhret buldu. Babası , Mısır’dan İznik’e göç etti. Eşrefoğu Rumi İznik’te doğdu. Doğum tarihi belli değildir. 1484 (H.889) ‘da İznik’te vefat etti. Türbesi İznik’tedir. Eşrefzade-i Rumi diye de bilinir. Babasının terbiyesi altında büyüyen Eşrefoğlu Rumi , önce İznik’te bulunan medreselerde çeşitli alimlerden ders aldı. Zamanın zahiri ilimlerinde üstün başarılar elde etti. Sonra Bursa’ya giderek Padişah Çelebi Mehmed’in medresesine girdi. Burada tefsir , hadis ve fıkıh ilimleri üzerinde söz sahibi olan alimler derecesine yükseldi. Buradan mezun olunca , Bursa’da müderrislik yapan hocası büyük alim Alaeddin Ali hazretlerinin yardımcısı oldu. Çelebi Mehmed Han medresesinde bir müddet ders veren Eşrefoğlu Rumi bir sabah vakti medrese civarında dolaşırken , zamanın velilerinden olan Ebdal Mehmed’e rastladı. Kalbinden ; “ Tasavvuf yolundan bana nasib var ise alametler görünsün. ” diye geçirerek ona yaklaştı. Ebdal Mehmed kendisine bakarak ; “ Ey medreseli ! Bize köfteli çorba getir.” Dedi. Bu söz üzerine çarşıya gidip , köfteli çorba aradı. Fakat bulamadı ve eli boş dönmemek için köftesiz çorba aldı. Ebdal Mehmed’e gelirken yolda birkaç parça ekmek alarak yuvarlak köfte haline getirip , çorbanın içine attı. Ebdal Mehmed çorbayı karıştırıp köfte bulamayınca Eşrefzade’ye ; “ Hani bunun köftesi ? ” diye sordu. Daha sonra çorbayı iyice karıştırdı ve Eşrefoğlu’na uzatarak ; “ Ye bunu! ” dedi. Eşrefoğlu büyük bir teslimiyet ile tereddüd etmeden çorbayı yedi. Çorbanın içine atılan ekmek parçaları köfteye dönmüştü. Bunun üzerine o zat ; “ Ya sen olmayıp da kim olsa gerek. ” şeklinde bir söz söyleyip oradan uzaklaştı. Eşrefoğlu bu sözlerden bir mana çıkaramamasına rağmen , tasavvuf yoluna girmesi hususunda bir işaret olduğuna inandı.
Nefsini terbiye etmek , kalp aynasını cilalamak için kendi kendine uğraşmaya başladı. Bu yolda bir hoca bulmanın şart olduğunu düşünerek , kitaplarını dağıttı ve Bursa’da bulunan Emir Sultan’ın huzuruna gitti. Talebesi olup , hizmetiyle şereflenmek istediğini bildirdi. Emir Sultan , Abdullah’ın tasavvuf yolunun aşkıyla yandığını görünce , onu evliyanın büyüğü Ankara’daki Hacı Bayram-ı Veli’ye gönderdi. Sonra Ankara’ya gidip , yeni hocasına teslim oldu.
Hacı Bayram-ı Veli hazretleri , Abdullah’daki kabiliyeti keşfederek ona nefsini terbiye edecek vazifeler verdi. Yaşı kırkın üzerinde ve büyük bir alim olduğu halde , hocasının emirlerine “ Başüstüne ” diyerek sarıldı. Kendisine verilen hela temizleme vazifesini , bütün gayretiyle yapmaya başladı. Nefsinin isteklerini terk edip , istemediklerini yapmak için büyük çaba sarfetti. Bu şekilde riyazet ve mücahedeye devam etti. Hocası Hacı Bayram-ı Veli’ye on bir sene hizmet etmekle şereflendi. Bu kadar zaman zarfında hocasının ; “ Üstadın huzurunda lüzumsuz konuşmak edebe aykırıdır.” Sözü üzerine , yanında bir kelime bile konuşmadı. Sadece sorulan suallere kısa ve öz olarak cevap verir , edebe , ziyade dikkat ederdi. Eşrefoğlu Abdullah , on bir sene içinde pek çok imtihandan geçti. Yaptığı güç işlerden hiç şikayette bulunmadı. Bu sabrı ve hocasına karşı muhabbeti ve hürmeti üzerine , Hacı Bayram-ı Veli kızı Hayrünnisa’yı ona nikah ederek zevceliğe verdi. Bir müddet daha hizmete devam eden Eşrefoğlu Abdullah , hocasından izin alarak Allahü tealanın emir ve yasaklarını bildirmek üzere İznik’e gitti. Orada kendi iç alemiyle baş başa kaldı. Hocasından ayrılığı onu yaktı , hasretine fazla dayanamadı ve tekrar Ankara’ya döndü. Hacı Bayram-ı Veli , damadını , tasavvuf yolunda derecelerinin ilerlemesi için tekrar İznik’e gönderdi. Orada kırk gün nefsini terbiye etmesi için halvete girmesini , sonra Ankara’ya gelmesini emretti.
İznik’e gidip geldikten sonra , hocasının ; “ Hama şehrinde Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin torunlarından Şeyh Hüseyin Hamevi’nin huzuruna gidip , Kadiri yolunu öğreniniz.” buyurdu. Bu emri yerine getirmek üzere hazırlığa başladı. Hanımını ve biricik kızı Züleyha’yı bir merkebe bindirerek , Hacı Bayram-ı Veli ile vedalaştı. Günlerce zahmetli ve yorucu yolculuktan sonra , Hama’ya yeni hocasının huzuruna vardı.
O gün hacdan dönen Hüseyin Hamevi , ilahi bir ilham ile Eşrefzade’nin gelmekte olduğunu anlayarak , talebelerine ; “ Bugün Anadolu’dan bir er geliyor. Gidip karşılayınız.” buyurdu. Karşılamaya çıkan talebeler , zahmetli ve zorlu yolculuktan dolayı elbiseleri eskimiş olduğu için Eşrefoğlu Rumi yanlarından geçtiği halde , hocalarının söylediği zatın o olduğunu anlayamadılar. Dergahın kapısına varan Eşrefzade Rumi , Hüseyin Hamevi tarafından itibarla içeri alındı. Hanımı ve çocuğu ise Hüseyin Hamevi’nin hanımı tarafından kendilerine ayrılan odaya götürüldü. Hüseyin Hamevi bu yeni talebesinin önce nefsini terbiye etmek üzere kırk gün halvet için bir hücreye koydu. Eşrefoğlu Abdullah , sıkı ve riyazet ve mücahedeye tabi tutuldu. Kırk gün içinde Hüseyin Hamevi , Abdullah’a ziyade teveccühlerde bulundu. Bir gün bir hizmetçi hücresine yemek götürdü. Eşrefoğlu’nu hareketsiz görünce , öldü zannedip , telaşlandı ve durumu hocasına bildirdi. Fakat kırk gün dolmadığı için Hüseyin Hamevi bu duruma aldırış etmedi. Abdullah , kırkıncı gün hücreden çıkartıldığında , büyük bir vecd hali içinde kendinden geçmiş , gözleri kapalı ve hareketsiz bir halde görüldü. Kendisini melekle alemini seyretmenin lezzetinden ayırdıklarında ; “ Sultanım bize kıydınız.” diyerek gözlerini açtı. Bu kırk günlük imtihanı başarıyla veren Abdullah , tasavvufta pek yüce mertebelere çıkmış olarak icazetname aldı. Hüseyin Hamevi’nin halifesi olarak Anadolu’da Kadiri yolunu yaymak üzere vazifelendirildi.
“ Halk senin zahirine de bakar. Onun için kıyafetini biraz düzeltmen lazımdır. Şu hırkayı ve pabuçları al , giy. ” buyurunca , Eşrefoğlu hırkayı giydi , pabuçları da başına geçirerek ; “ Hocamın verdiği pabuç ayağıma değil , başıma olsa gerektir. ” dedi. Hocasının emri üzere yola çıkmak üzere hazırlık yaptığı sırada , Hüseyin Hamevi’nin eski talebeleri aralarında ; “ Biz bu kadar zamandan beri hocamızın hizmetindeyiz. Bize himmet verilmedi. Bu Rumi denilen ve Anadolu’dan gelen kimseye kırk günde hem himmet , hem de icazet verildi. Bu nasıl iştir ? ” diye konuşuyorlardı. Hüseyin Hamevi , Allahü tealanın izniyle bu duruma vakıf oldu. Talebelerini toplayıp bir konuşma sırasında ; “ Ya Rumi ! Bu kadar misafirimiz oldun. Sana bir ziyafet veremedik. Bir ziyafette bulunalım. İnşaallah ondan sonra gidersin. ” dedi. Yemeler hazırlanıp talebeleri ile yeşillik bir yere gittiler. Hüseyin Hamevi , suyu bulunmayan bir yerde oturulmasını emretti. Talebeleri ; “ Sultanım , burada su yoktur, namaz zamanı abdest almak icab ettiğinde sıkıntı çekeriz. ” demelerine rağmen Hüseyin Hamevi oturulmasını istedi. Talebeler hocalarının emri üzerine oturdular. Namaz vakti girince abdest almak icab etti. Hüseyin Hamevi , Eşrefoğlu hariç bütün talebelerine su aramalarını söyledi. Talebelerin ; “ Sultanım burada su yoktur. ” demelerine rağmen ; “ Hele siz bir arayın belki vardır. ” buyurdu. Talebeler aramalarına rağmen bulamadılar. Bunun üzerine Hüseyin Hamevi ; “ Rumi ! Gerçi sen misafirsin. Misafire hizmet ettirmek doğru değildir. Bir de sen ara. Belki su bulursun. ” deyince , Eşrefoğlu ; “ Emriniz başım üstüne. ” diyerek hemen aramaya başladı. Bir ağacın yanına gidip , teyemmüm etti ve secdeye varıp Allahü tealaya şöyle yalvardı : “ Ya Rabbi ! Hocam su istiyor. Lütfet , su ihsan eyle. ” Daha sonra başını secdeden kaldırdı. Secde ettiği yerden bir pınarın kaynadığını gördü. Hemen tası doldurup hocasına götürdü. Hüseyin Hamevi talebelerine dönerek ; “ Su olmadığını iddia ediyordunuz. Bakın Rumi nasıl bulmuş ! ” dedi. Talebeler hemen suyun bulunduğu yere gittiler. Suyun daha yeni çıkıp akmaya başladığını görünce , hocalarının Eşrefoğlu’na himmet etmesinin sebebini anladılar.
Hüseyin Hamevi , Abdullah’ı Anadolu’ya uğurladıktan bir müddet sonra , arkasından baktı ve ; “Abdullah-ı Rumi koca bir deniz imiş. Bizde bulunan her şeyi çekip sinesine aldı.” buyurdu. Çocukları ile birlikte Ankara’ya giden Abdullah-ı Rumi , kayınpederi Hacı Bayram-ı Veli’nin yanında bir müddet daha kaldıktan sonra İznik’e gitti.
İznik’te önceleri münzevi , yalnız bir hayat yaşayan Eşrefoğlu , şan ve şöhretten hiç hoşlanmazdı. Kimsenin dikkatini çekmeden fakirane bir hayat yaşadı ve insanlardan uzak kalmaya çalıştı. İznik’e Hama’dan bir zatın gelmesi durum değişti. O zat herkese Eşrefoğlu’nun menkıbelerini anlatmaya başlayınca , İznik halkı kendisine hürmet ve itibar göstermeye başladı. Bundan rahatsız olan Eşrefoğlu Rumi dağlara çekildi , tekrar uzlet hayatına başladı. Dağlarda dolaşırken bir köylü onu gördü ve suçlu sanarak yakaladı. Gayesi onu teslim alıp mükafat almaktı. Fakat onun şöhretini duyan köylünün annesi , kendisini tanıyınca mesele anlaşıldı , köylü ve annesi de Eşrefoğlu’na talebe oldu. Bunun üzerine İznik’e dönen Eşrefoğlu asıl vazifesi olan insanlara doğru yolu anlatmaya başladı. İlk talebesi olan ve kendisini yakalayan köylü onun için Pınarbaşı denilen yerde bir dergah yaptırdı. Eşrefoğlu Rumi , burada talebelerine ders vermeye , Kadiri yolunu yaymak için çalışmalara başladı. Talebelerinin nefsini terbiye etmek için , riyazet ve mücahedeler yaptırmaya , gurur , kibir , ucb gibi kalp hastalıklarından kurtarmaya büyük gayret gösterdi.
Bir gece Eşrefoğlu Rumi , dergahında ibadet ediyordu. Bu sırada bir ışık peyda oldu. O ışıktan şöyle bir hitap duyuldu : “ Ey kul ! Dile benden ne dilersen. Bütün haram olan şeyleri sana helal kıldım.” Eşrefoğlu bir anda Allahü tealanın izni ile sesin sahibi olan şeytanı yakaladı. Avucunun içinde sıkmaya başladı. O anda şeytan ; “ Ya şeyh ! Ne yapıyorsun ? Allah bana kıyamete kadar mühlet vermiştir. Sen ise beni öldürmek istiyorsun.” deyince Eşrefoğlu ; “ Ey mel’un ! Sen benim talebelerimin ve dostlarımın imanlarına kasdetmeyeceğine dair söz verirsen salarım.” dedi. Şeytan da ; “ Onların imanlarına kasdetmeyeceğime söz veriyorum.” dedi. Bunun üzerine Eşrefoğlu Rumi ; “ Ey mel’un ! Allahü Teala ile olan ahdine vefa etmedin. Benimle olan ahdine mi vefa edeceksin. Bildiğin şeyden geri kalma.” dedi ve saldı. Talebeleri ; “ Onun şeytan olduğunu nereden anladınız ?” diye sorunca ; “ Bütün haramları sana helal kıldım , deyince anladım. Çünkü Allahü tealanın haram ettiği şeyler zata mahsus değildir. Kıyamete kadar bakidir.” buyurdu.
DEDE HALİFE TÜRBESİ  .... İZNİK    ...BURSA


Osmanlı âlimlerinin meşhurlarından. On altıncı asırda yaşamıştır. 1565 (H.973)’te vefât etti.
Gençliğinde ticâret ve deri dabağcılığı yaptı. Yirmi yaşına kadar ilimden bir harf okumamış, bir ilim ehlinin sohbetinde bulunmamıştı. Yirmi yaşından sonra bir hâdise sebebiyle ilme başlayıp devrinin meşhur âlimlerinden oldu. Amasya’da deri dabağcılığı ile meşgul iken, Amasyalılar şehirlerine gelen bir müftüyü ağırlamak için bir bahçeye götürmüşlerdi. Dede Halîfe de bir tanıdığı vâsıtasıyla bahçedeki cemâatın arasına katılmıştı. Yemek hazırlıkları yapılacağı sırada biraz odun lâzım oldu. Dede Halîfe; “Ben toplayayım.” diye yerinden fırladı. Bu arada misâfir müftü ona bakarak; “Bu câhil gitsin.” dedi. Müftünün bu sözlerini duymuştu ve kendinin ilimden habersiz bir câhil olduğunun da farkında idi. Ancak o anda bu şekilde hor görülmesi kendisini başından kaynar sular dökülür gibi yakmıştı. Birdenbire büyük bir kırıklık hâline girmiş, son derece mahzunlaşmıştı. Perîşân bir halde kalabalıktan yavaş yavaş uzaklaşarak odun toplamaya gitti. Kalabalık gözden kaybolunca, oradaki bir sudan abdest aldı. İki rekat namaz kıldı. Sonra yüzünü yere koyarak secde hâlinde tam bir teslimiyet ve yakarışla Allahü teâlâya duâ edip, câhillikten kurtarmasını istedi. İlim ve fazîlet sâhibi kimselerden olmak için içli duâlar yaptı. Duâ için yüzünü toprağa koyduğu sırada o kadar kendinden geçti ki, bu sebeple toprakta yüzü çizilip kanamış ve farkında olmamıştı. Sonra kalkıp odun topladı. Götürebileceği kadar yüklenip bahçede oturan cemâatin yanına getirdi. Kalabalığa yaklaşınca yüzündeki çizikleri ve kanları görerek ağaç toplarken yüzünü yaralamış diye gülüştüler. Bahçede bulunanların hepsinin biraraya toplanmış olduğu bir anda Dede Halîfe misâfir ve ilim sâhibi müftünün yanına yaklaşıp elini öptü. “İşimi bırakıp, ilim öğrenmek istiyorum!” dedi. Müftü; “Çok zor senin bu isteğin. Çok çalışıp, gayret sarfetmeden ve bir hocanın dersine, hizmetine devâm etmeden mümkün değildir. Sen bu yükün altından kalkamazsın.” dedi. Ama o çok kararlı bir halde yalvararak ısrâr etti. Müftü sonunda ona ilim öğretmeyi kabûl etti.
Ertesi gün işini bırakıp dükkanında bulunan mallarını satıp ilim öğrenmek için hazırlık yaptı. Kitaplar satın aldı. Derhal ilim tahsîline başladı. Büyük bir gayret ve şevkle günden güne ilmini ilerletti. Sonunda Bursa’da Sultan Murâd Medresesinin meşhur müderrislerinden Müderris Sinânüddîn’e muîd, yardımcı müderris oldu. Bu vazîfesinden sonra ise müderris olarak değişik yerlerde ve çeşitli medreselerde uzun müddet müderrislik yaptı. En son İznik’teki Süleymân Paşa Medresesinden emekliye ayrıldı. Daha sonra müftülük vazîfesi de verildi.
Tefsîr ve fıkıh ilimlerinde büyük ve fazîlet sâhibi bir âlim idi. Ayrıca eserler de yazdı. Sarf ilminde en meşhûr kitaplardan olan Taftazânî kitabının şerhi üzerine bir hâşiye (açıklama) yazmıştır. Fıkıh ilmine dâir bir manzumesi ve çeşitli ilimlere dâir risâleleri vardır.

7 Şubat 2019 Perşembe

Seyyid Dede Mezarı – Eğridere köyü – ( Tire )

Seyyid Dede Mezarı – Eğridere köyü – ( Tire )




Eğrider köyü İzmir ilinin Tire ilçesine bağlı Tire,nin doğusunda Tire - Gökçen yolunun Gökçen ‘ i 500 metre geçip sağa dönüp 2 km içerde ve Tire'ye 14 km.uzaklıktadır.

SEYYİD DEDE Şeyh Bedreddin’in oğlu Seyyid İsmail Beşe’nin lakabıdır.Eğridere’de dedesinin köyündeki mezarı çok sade ve bakımsızdır.Köy halkı ona Seyyid Dede demektedir.Köyde ona ilginç bir bağlılık vardır. Eğridereliler, ona her mevsim yiyecek götürürler. Hatta Osmancık ve Yenişehir köylüleri ölülerini ona yakın olmak için Eğridere Mezarlığına gömme adetleri vardır. Yağmur duaları da Seyyid Dede’ye uğrayarak yapılmaktadır.
Kaynak: A. Munis Armağan.

Şemsi Baba Dergahı izmir.yağhaneler

Şemsi Baba Dergahı  izmir.yağhaneler









Şemsi Baba Dergahı İzmir’de Yağhaneler semtindedir. Dergahı, Hacı Bektaş Veli halifelerinden” Eğriboz İstefesi göçmenlerinden Feyzullah oğlu Yusuf Şemseddin Baba yaptırmıştır. Dergahın ilk postnişinidir. Dergah, kitabesine göre, 1865- 66 yılında yapılmıştır. Vakfiyesi 1882’de hazırlanmıştır. Bu Bektaşi dergahı 15 dönümlük arazi içerisinde iki kattan oluşan bir yapıdır. Tekkedeki mezartaşları on iki dilimli(terkli) “Hüseyni taclı” olarak Bektaşiliği yansıtırlar. Dergahın mezarlığında birçok Bektaşi dervişi yatmaktadır.
Yusuf Şemsettin Baba, 1795'te Mora’da doğmuştur. Müderris Feyzullah Efendi’nin oğludur. Askerde tabur kâtipliğine kadar yükselir. Ayrıldıktan sonra İzmir’e yerleşir. Rüsumat memurluğu yapar. Karadutlu Dergahı’nın postnişini olur. 1884'te ölmüştür. Dergahına gömülür. Babalık icazetini ve halifeliği Mehmet Ali Hilmi Dedebaba’dan almıştır. Öldükten sonra posta önerisi üzerine torunu Fuat Bey Baba(öl. 1928) getirilir. Ondan sonra da dergahın postnişinliğine jandarma subaylarından Kazım Baba atanır.

Şemsi Baba Haziresi İzmir Eşrefpaşa’dan Bozyaka’ya giden yol üzerinde Yağhaneler bölümünde Sabit bey Camii bahçesindedir. 
Yusuf Şemsettin Baba, 1795’de Mora’da doğmuştur. Müderris Feyzullah Efendi’nin oğludur. Askerde tabur kâtipliğine kadar yükselir. Ayrıldıktan sonra İzmir’e yerleşir. Rüsumat memurluğu yapar. Karadutlu Dergâhı’nın postnişini olur. 1884’de ölmüştür. Dergâhına gömülür. Babalık icazetini ve halifeliği Mehmet Ali Hilmi Dedebaba’dan almıştır. Öldükten sonra posta önerisi üzerine torunu Fuat Bey Baba(öl. 1928) getirilir. Ondan sonrada dergâhın postnişinliğine jandarma subaylarından Kazım Baba atanır.

Hacı Bektaş-ı Veli’nin müridlerinden olan Şemsi Baba rumi 1270 miladi 1855 ‘li yıllarda, bağlık ve zeytin bahçeliği olan bu yerde, önceden var olup sonra yıkılan KARADUTLU TEKKESİni yeniden yapmak suretiyle insanlara irşad hizmetlerini anlatmaya ve davet etmeye burada devam etmişlerdir.
Yıllarca sürüp giden bu zikir ve hizmet kervanına katılanların sayısı çoğaldı. Hepsi de tekke müfredatına kayıtsız şartsız teslim olmuşlardır. Ömrü vefa edemeyip dar-ı bakaya irtihal edenler (ölenler) derviş ve ermiş tabir edilenler, yine bu tekkenin etrafında defn edilmişlerdir.
Tekke sorumlusu ve pir-i olan ALAADDİN ŞEMSİ ( Şemsi Baba) rumi 1301 miladi 1885 tarihinde vefat edince buraya gömülmüştür. (baştaki yüksek kabir) Bundan sonra burası ŞEMSİ BABA TEKKESİ adını almış ve bir süre ( yaklaşık 25 yıl) rumi 1322 miladi 1906 yılına kadar Şemsi baba Tekkesi olarak devam etmiştir. Bütün hanedanı (hanımı, çocukları, yakınları) buraya defn edilmiştir.
Karadutlu Dergâhı ya da halk arasında bilinen adıyla Şemsi (Şemseddin) Baba Dergâhı Haziresi içinde tespit edilen yirmi dört mezar bulunmaktadır. Bu mezarlardan bazıları kadın ve çocuklara ait olmakla birlikte birçoğu da bu dergâhta yetişen Bektaşi dervişlerine aittir

Sayın Prof. Dr. Necmi Ülker'in Karadutlu Dergâhı hakkında yapmış olduğu çalışmadan dergâhın kitabesinin tercümesi :
Yetişti Hacı Bektaş Veli Abdal Musa Sultan,
Seza gördü bu mevkide esasıyle hankabı,
Müridan Sıdk ile gelsün erenlere olsun teslim,
Kul olsun Al-evlada idüb ikar şahan şahı,
Müdavim ola hizmetle bu meydan-ı muhabbedde,
İrişup pir ü irşada tuta erkaniyle rahı,
Zuhüratla gelüp bir er didı şevkiyle tarihin,
Yeniden kıldı bünyad Şemsi Baba iş bu dergâh sene 1281

Dergâhın kurucusu Şemseddin Babanın Mezar Taşında ise;

“Hüvel Hayyü’llezi la yemut
La ilahe illallah Muhammeden Rasulullah
Ali Veliyullah tarikat alliyye-i Hünkâr
Hacı Bektaş Veli Hazretlerinin 
Hulefasından işbu Kradutlu Dergâhı 
Şerifi banisi Eğriboz istefesi 
Muhacirinden murşidi agâh arif-i billâh
Yusuf Şemseddin baba ruhuna Fatiha
18 Fi Şevval sene 1302 (12 Ağustos 1885)