HIDIR ABDAL SULTAN TÜRBESİ..kemaliye .erzincan
Elimizde Hıdır Abdal’ın doğum ve ölüm tarihlerini kesin olarak bildiren bir belge yok. Anlatılan Hacı Bektaşi Veli ve Karaca Ahmet Sultan ile ilgili olayların ışığı altında düşünülecek olursa, 13. yüzyıl ortalarıyla, 14. yüzyılın ilk çeyreğinde, yaşadığı kesinlik kazanır. O dönemde yaşamış mücahit evliyalar gibi, Hıdır Abdal’ın hayat öyküsü de, toplum vicdanında oluşan menkıbelerde sıkışıp kalmıştır.
Söylenceler, pozitif bilim sınırlarını aşan bir görüşü yansıtır, söylenceler doğduğu çağlarda, toplumun sevgi ve saygısını kazanmış ulu kişileri, sıradan insanlar gibi normal ölçüler içinde görmek, kamu vicdanını doyurmamış ve onlar fizik üstü kudretleriyle anlatılmıştır. Bu türden olup, anlatmaya çalışacağımız Hıdır Abdal Sultan’a ait söylenceler de, toplum dilinde yüzyıllar boyu söylene gelmiştir.
Anlatılan birinci söylenceye göre;
“Çok sıcak bir gün de, Hıdır Abdal’ın yolu, İstanbul’da Üsküdar taraflarına düşmüş. Yürüdüğü sırada yol kenarında, etrafı yüksek duvarlarla çevrili bahçesinde ulu ağaçların yükseldiği görkemli bir saray görmüş. Kapı önünde bekleyen muhafızlardan burasının ülkenin hükümdarın ait olduğunu öğrenmiş, gözlerini çevirerek kapıda beklemiş. Bu sıralarda hükümdar da bahçede dolaşıyormuş. Kapıda bekleyen derviş dikkatini çekmiş. O’nu muhafızlara emir vererek içeri aldırmış. İkisi de bahçede dolaşmaya başlamış. Derviş (Hıdır Abdal) ın, tavır ve konuşması hükümdarın hoşuna gitmiş, ona saygı duymuş. İçinden dervişe ihsanda bulunmak geçmiş, söyleşi bitmek üzere iken hükümdar:
“- Dile benden, ne dilersen, derviş!...” demiş.
Hükümdardan böyle bir teklifin geleceğini bilen can gözü açık derviş’de, bahçenin bir köşesinde duran uzun bir mermeri göstermiş:
“-Bunu bana ver… Hükümdarım, başka bir şey istemem.” Diye cevap vermiş.
Bu fakir görüşlü dervişin basit talebi, hükümdarı hayrete düşürmüş. Kendisinden bir çok mal mülk isteyeceğini sandığı halde, değersiz bir mermeri istemesine şaşa kalmış. Yine de sarayından bir şeyler bağışlamak istemiş. Hükümdarın ısrarına rağmen, derviş hiçbir şey almayacağını tekrarlamış. Onun gözü de, gönlü köşedeki mermerde takılı kalmış…
Sonun da hükümdar mermeri vermeyi kabul etmiş. Ancak, dervişten mermeri ne yapacağını öğrenmek istemiş:
“Hükümdarım, bu mermer nereye düşerse mekanım orasıdır” diye Hıdır Abdal, mermeri tutarak havaya kaldırmış, parmakları mermere gömülmüş… “Yetiş Ya Allah… Ya Pirim… diyerek erlik kuvvetiyle sallayıp, ufuklara doğru fırlatmış, mermer bir anda gözlerden kaybolmuş…
Hıdır Abdal Sultan’ın attığı mermer, arzu ettiği yere ulaşmış, ancak biraz aşağı düşmüş… Oysa O’nun gönlünde mermerin daha yukarılara düşmesi varmış.
“Hayvah!... Aşut düştü…” Hıdır Abdal Sultan’ın hükümdara söylediği son sözü olmuş. Hemen yönünü Doğu tarafına çevirmiş, uçar gibi gaiplere karışmış. Hükümdar neye uğradığını şaşırıp kalmış. Dervişi bulup saraya getirmeleri için etrafa saldığı adamları eli boş dönmüş…
Hükümdarın sarayından bir anda sır olan Hıdır Abdal Sultan, mermerin düştüğü yere gitmek için acele etmiş. Bir arada yoldan geçerken ekmek pişiren kadınlara rastlamış. Karnı aç olduğu halde, işinin acele olduğunu söyleyerek verilen ekmeği almamış, sonraya bırakmış, yine gaiplere karışmış. Yerleştiği Ocak Köyü’ne geldiği zaman, karnı daha çok acıkmış. İlk işi yolda ekmek pişiren kadınlardan ekmek istemek olmuş. Çok uzaklara doğru elini uzatarak aldığı ekmekle karnını doyurmuş.
Daha sonra Hıdır Abdal Sultan İstanbul’dan fırlattığı mermerin düştüğü ve “Hayvah !... Aşut düştü…” dediği, aşağı yer anlamına gelen bugünkü Aşutka (Dutluca) ya yerleşmemiş… düz bir arazi konumunda olan bu yeri, geçimini sağlayacak tarlalar ve bağlar olarak düşünmüş. Asıl mekanın da, daha yukarılarda, arkasını yayvan dağların çevirdiği yüksek bir tepe üzerine kurmuş. Görünümü ve yayla havası ile Hıdır Abdal Sultan’ı etkileyen bu yurt köşesi önceleri başka bir isimle bilinirken, onun döneminden sonra Hıdır Abdal Sultan Ocağı, “Düşkün Ocağı” ve en sonra da, Ocak Köyü olarak anılmış olsa da günümüzde halk arasında hala Hıdır Abdal Sultan Ocağı da denilmektedir.
Toplumda, “Bu dünyanın düzeni, evliyalar elindedir. İpleri oynatanlar da onlardır, taşı uçuranlar da, kuşu uçuranlar da… inancı egemendir. Hıdır Abdal’da, bu inanç doğrultusunda değerlendirilir. İstanbul’dan mermer taşını atarak, şimdiki mekanına 3 km. lik Dutluca (Aşutka) ya ulaştıran ünlü bir evliya… Anlatmaya çalıştığımız söylencesi de, 700 yıldan bu yana dillerde söylenmiş, durmuş… Bu söylenceyi dile getiren bir ozanımız da olayı;
İstanbul’dan mermer taşını attı
Vardı Aşutka’ya bir nişan etti
Gediğin başına tekkesin tuttu
Güzel pirim Karacaahmet evladı
Dizelerinde özetlemiş.
Ozanın “gediği başı” başı olarak nitelendirdiği yer de, tepeler üzerine kurulmuş, doyulmaz manzarası ile doğayı kucaklayan Ocak Köyü’dür.
Üsküdar nerede; Aşutka nerede? Aralarında yaklaşık, 1350 km. uzaklık var. Dağlar aşılır, ovalar gerilerde bırakılır, İstanbul’un Üsküdar’ından, mermerin düştüğü Aşutka’ya karayolu ile yaklaşık 20 saatte varılabilir. Ancak, inanış uyarınca ermişler pınarından nasibini almış evliya için bu uzaklık, göz açıp kapatıncaya kadar geçen süreden daha da kısadır.
Dedik ya… Bu dünyanın ipleri onların elinde olduğu gibi, keşif ve keramet kapılarının anahtarları da yine onların elindedir. Menkıbe, bu inançla dolu kişilerin dillerinde böylece sürüp gide dursun… Buna bir diyeceğimiz yoktur. Bunun yanı sıra, burada üzerinde durulması gereken bir konu da, Hıdır Abdal Sultan’ın bugünkü yeri Ocak Köyü’ne geçerken İstanbul’dan mı veya başka bir yerden mi geldiğinin açıklığa kavuşturulmasıdır. Elimizde bu hususu kesin olarak belirleyen tarihi bir belge veya kanıt yoktur. Böyle olmakla beraber, bize ışık tutan iki önemli olguyu, bu yolculuğun İstanbul’dan başlayıp, Ocak Köyü’nde bittiğini kanıtlayan olgular olarak buluyoruz.
Hıdır Abdal menkıbeleri, onun hayat öyküsünün kısa birer destanıdır. Bu destanın kahramanı bugünkü köyüne, İstanbul’dan başka bir yerden gelmiş olsa idi, menkıbe de, o yerin ismi söylenirdi. Hiç ilgisi olmayan İstanbul adı kullanılmazdı. Hıdır Abdal Sultan’ın İstanbul’dan geldiğini kanıtlayan olgulardan ikincisi ise, babası Karaca Ahmet Sultan’a ait makam ve Türbelerden birinin de İstanbul’da bulunmasıdır. Bu görüşten yola çıkıldığı takdirde, Hıdır Abdal Sultan’ın İstanbul’dan gelip şimdiki mekanına yerleştiği sonucuna varılabilir.
İkinci söylenceye (menkıbe) de şöyle:
“Zamanın İstanbul padişahının parmağına bir yara çıkar, o çağın tıbbi olanakları yarayı tedavi edemez. Saray, yarayı iyileştirecek bir çare bulmak için her yana adamlar salar. Padişahın yaranın iyileşmesinden umudunu kestiği günlerde saraya bir haber gelir. Arapkir kazası Ocak karyesinde (Köyünde), Hıdır Abdal Sultan adında bir derviş vardır. Padişahın yarasına bulsa bulsa bu çare bulabilir.
Padişah bu habere çok sevinir ve dervişin İstanbul’a getirilmesi için ferman çıkarır. Posta tatarına yolda yardım edilmesi için ayrıca buyruk düzenler. Posta tatarı, deniz yoluyla Giresun’a çıkar. Yolda bir dervişe rastlar. Derviş posta tatarına, nereye gittiğini, neye acele hareket ettiğini sorunca tatar, Padişahımızın yarasına em (çare), bulacağı söylenen Hıdır Abdal Sultan adında bir derviş varmış, onu bulmaya gidiyorum… deyince, “O aradığın derviş benim, ben de zaten İstanbul’a gitmek için yola çıktım.“ cevabını alır. Tatar birlikte gitmek için çok ısrar ederse, de Hıdır Abdal, “var sen gemiyle git, ben kendim varırım” der.
Tatar, dervişten ayrılıp gide dursun. Hıdır Abdal seccadesini denize salar, “Ya Allah… Ya Pir’im…” diyerek keramet kuvvetiyle İstanbul’a varır. Padişah’ın sarayına kabul edilir. Padişaha çareyi anlatır, “Padişahım birlikte, sabahleyin iki rek’at hacet namazı kılacağız. Seccadelerimizin altında bir tür ot bitecek. Bu ottan yapacağım merhem, yaranızı Allah izniyle iyi edecek…” Sabahleyin ikisi de, seccadelerini serer ve namaza dururlar. Namazın sonunda Hıdır Abdal Sultan, “Padişaha, Seccadeninizi kaldırın padişahım!...” der. Hıdır Abdal Sultan’ın seccadesinin altında ise yeşil otlar, çıkar. Düğmecik otu denilen bu oton Hıdır Abdal Sultan’ın yaptığı merhem, padişahın parmağına sürülünce yara iyi olur, rahata kavuşur.
Padişah, bu mutluluğunu kendisine kazandıran dervişe bir karşılık vermek için sorar, “Dile benden, ne dilersen derviş…” Padişahın bu teklifine Hıdır Abdal Sultan, “Padişahım, benim dünya malına ihtiyacım yok tek dileğim sizin sağlığınızdır” der. Aşağı bahçe kapısına birlikte inerler, bu sırada Hıdır Abdal Sultan’ın gözü kapı önünde duran bir mermer taşına takılır.
“Padişahım bana bu mermeri verin kafi” deyince, Padişah “Ey derviş baba, bu taşı ne yaparsın?” diye sorar. Hıdır Abdal Sultan çok ısrar eder ve Padişah mermeri ona verir.
Hıdır Abdal Sultan velilik mermeri uzaklara doğru atar, peşinden de “Eyvah!... Aşut düştü…” der.
Bu sözüyle de, taşın Ocak Köyü’ne değil, Aşuttka’ya düştüğünü bildirir. Sonra kendisi ve evlatları için yazılan fermanı alır Padişahla vedalaşıp yola koyulur. (Bu fermanla, Hıdır Abdal Sultan evlatları askerlikten, vergiden, öşürden muaf tutulur.) Ocak Köyü'ne Türk’ün ölümsüz nice anıtlardan ve en çok ziyaret edilen erenlerden biri olur…” (34)
Tarihler, Moğol akınları sırasında, Horasan’dan Anadolu’ya gelen Türk boylarına bayrak tutanlardan birinin de, Karaca Ahmet Sultan olduğunu söyler O’da ailesiyle birlikte Anadolu’da yurt tutar. Bu göçlerin yoğun bulunduğu ve Selçuklular devletinin çöküntüye uğradığı13. yüzyıl Anadolu’sunun karışık ve çankaltılı bir dönem olduğunu biliyoruz. Moğollar, rastladıkları her yeri yakmış, yıkmış, sosyal düzen bozulmuş, toplum ümitsizlik içinde kaderine itilmiştir.
Selçuklular Devleti, tarih sahnesinden silinmek üzeredir. Bu durumdan faydalanmak isteyen Bizans, Türklük ve İslamlığa bir darbe indirmenin hazırlıkları içindedir. Oysa karabulutların ufuklarda görüldüğü bu ümitsizlik gerdabına düşen insanlar, ülkenin kurtarıcıları olarak evliyaları karşılarında bulmuşlar ve onlara bağlanmışlardır.
Böylece en büyük tehlike olan Bizans, kurulan bu mücahit evliyalar ordusuna hedef olmuştu. Hıdır Abdal Sultan’da babası Karaca Ahmet Sultan gibi, o dönemde Türklük ve İslamlığa karşı yönelen tehlikelere karşı görev üstlenen bu evliyalar ordusunun bir eridir. O’nun dillerde dolaşan menkıbesinin Üsküdar’dan başlayıp, Doğu Anadolu’ya kadar uzaması da bunu doğrulamakta…
Hz. Muhammed, bir hadisinde: “İstanbul elbette alınacaktır. Onu fetheden komutan, o asker ne güzel askerdir” buyurmuş ve bu kentin er geç İslam’ın eline geçeceği haber vermişti. Bütün İslam mücahitleri gibi, keramet bayrağını ellerinde tutan “mücahit evliyalar”da, bu uyarının gerçekleşmesinde, ordulara emreden komutanlara birer ışık olmuşlardı.
Atalarımızdan gelen bir başka menkıbe de, Hıdır Abdal Sultan’ın feyz aldığı Hacı Bektaş Dergahından köyüne nasıl geldiğini anlatır…
Bu söylenceye göre Hz. Pir gereken eğitimi yapan ve “mürşit” payesine erişen Hıdır Abdal Sultan, verilen görevi yapmak üzere Pir’den icazetini alarak yola koyulur. Yolu, Karaman ilinden geçer. Hizmetini yapmak üzere buradan yanına aldığı Karamanlı bir aile ile birlikte şimdi türbesinin bulunduğu Ocak Köyü’ne gelir. Yeni yurdu, kendisinin hayatta olduğu süre içinde on iki hanelik bir yerleşim yeri olur.
Kaynak : Yazı Mehmet ŞİMŞEK; Hıdır Abdal Sultan Ocağı İstanbul 1991