KARIŞIK

12 Haziran 2019 Çarşamba

GAZİ MESTAN TÜRBESİ..kosova


Priştine’den Mitroviça’ya giden yol üzerinde, Kosova sahrasına hâkim bir tepe üstünde olup hangi tarihte ve kimin için yaptırıldığı hakkında kesin bilgi yoktur. Rumeli fetihlerine katılan ve belki de bunlardan birinde şehid düşen bir akıncı için inşa edilmiş olabileceği tahmin edilmektedir. Rumeli’nin pek çok yerinde genellikle tepelerde, böyle tarihî kişiliği açık surette bilinmeyen kahramanlar için türbeler yapıldığı dikkati çekmektedir. Yerli halkın Bayraktar Türbesi olarak adlandırdığı türbe hakkında Evliya Çelebi de açık bilgi vermez. Sadece Hüdâvendigâr Meşhedi etrafında 10.000 kadar şehidin yattığını bildirdikten sonra bunlardan Alemdar Baba, Şehid Şeyh İlyas Dede, Timurpaşazâde Yasavul’un adlarını verir (Seyahatnâme, V, 551). Bayraktar Türbesi en yakın ihtimalle bunlardan Alemdar Baba ile aynı olmalıdır. Fetihlere katılmış gazi erenlerin kabirleri genellikle açık türbeler halindedir. Buradaki kapalı türbenin yerinde aslında açık bir türbe varken daha geç bir dönemde şimdi görülen kapalı türbenin inşa edildiği tahmin edilmektedir.
Gazi Mestan Türbesi, 3,50 m. kadar yüksekliği olan sekizgen biçiminde bir yapıdır. Dışı sıvalı ve badanalı idi. Bunun üstünde on iki köşeli bir kasnak vardır. 1961’de görüldüğünde üstünü kurşun kaplı bir kubbe örtüyordu. Bu kasnağın köşelerindeki pâye şeklinde az taşkın çıkıntılar, türbenin hiç değilse dışının XIX. yüzyılda değişiklik ve yenileme gördüğünü belli etmektedir. İçeriyi dikdörtgen biçimli, etrafları taş söveli pencereler aydınlatır. Türbede biri büyük, diğeri normal ölçülerde iki sanduka vardı. Bugün türbenin ne durumda olduğu bilinmemektedir.
Gazi Mestan Türbesi’nin bulunduğu yer buradaki müslümanlar tarafından kutsal tanınmış, çevreden ve yoldan görülebilen türbenin etrafı kalabalık bir kabristan durumuna girmiştir. Mezarlıkta kaba işlenmiş, biçim ve kavuk şekilleri bilinenlerden oldukça farklı çok sayıda mezar taşı mevcuttu. Türbenin yanında bir de tekke olduğu söylenmekteyse de 1961’deki ziyarette bir izine rastlanmamıştır. Kabristandaki mezar taşlarında yalnız ölünün adı, tarih ve Fatiha ibaresinin bulunuşu da dikkat çekici bir farklılıktır. Taşların en eskisi 1223 (1808), en yenisi 1342 (1923-24) tarihlidir.

ÂŞIK PAŞA TÜRBESİ..kırşehir




Şehrin dışında, kuzeye doğru uzanan bir tepenin yamacında kurulmuş geniş bir mezarlığın içinde bulunan türbe, yan cephesindeki kitâbeden öğrenildiğine göre, 13 Safer 733’te (3 Kasım 1332) vefat eden Âşık Paşa için yaptırılmıştır. Kitâbede Âşık Paşa, Şeyh Bâce olarak anılmış, doğum ve ölüm tarihleri ise bazı kelimelerin ebced* değerlerinden çıkarılmıştır. O tarihlerde Kırşehir Eretnaoğulları’nın (veya Ertena) arazisi içinde bulunduğundan, bu türbenin de Eretnaoğulları’nın veziri ve Âşık Paşa’nın yeğeni Alâeddin Ali Şah tarafından yaptırılmış olabileceği bir ihtimal olarak ileri sürülmüştür. Saim Ülgen’e göre, türbe kubbesinin şekil olarak Kırgız çadırını andırması, bu eserin mimarının Horasan erenleriyle Anadolu’ya gelmiş Orta Asyalı bir Türk olabileceğini akla getirmektedir. Türbenin yanında Âşık Paşa ailesinden bazı kişilerin de mezarları bulunuyordu. Bunlardan birinin Âşık Paşa’nın babası Muhlis Paşa’nın bir hanımına ait olduğu ileri sürülmüş, bu mezara ait kırık ve eksik bir halde bulunan taş müzeye kaldırılmıştır. Yine türbenin dışındaki başka bir taşın da Âşık Paşa’nın oğlu Can’a ait olduğu ileri sürülmekte ise de buradaki tarihi 4 Şevval 764 (17 Temmuz 1363) olarak okuyanlar olduğu gibi tarihin 964 (1557) olduğu da H. Baki Kunter tarafından ileri sürülmektedir. Kitâbede Can b. Âşık Paşa adı okunduğuna göre ikinci görüşe katılmak zordur. Burada ayrıca Âşık Paşa’nın zevcesi Hâce Hatun’a ait olduğu iddia edilen bir mezar taşı daha görülmüştür. Anadolu Türklüğü bakımından çok değerli olan Âşık Paşa Türbesi ve çevresi uzun süre bakımsız kalmış ve etrafındaki hazîre geniş ölçüde tahribe uğramıştır. Türbe 1935’te ufak bir tamir görmüştür. 

Bazı vakıf kayıtlarından Kırşehir’de Âşık Paşa adına bir de zâviye olduğu anlaşılmaktadır. Halkın büyük saygı gösterdiği erenlerin türbeleri yanında zâviyeler kurulduğu düşünülecek olursa bu tesisin türbe yakınında bulunması gerekir. Ancak bugün çevrede bu hususu destekleyecek herhangi bir iz yoktur. C. Hakkı Tarım daha aşağıda mahalle içindeki bazı işlenmiş kalıntıların zâviyeye ait olabileceğini yazmaktadır. 

Âşık Paşa Türbesi’nin yan cephesi şehre bakacak bir biçimde yamaca yerleştirilmiştir. Tamamen mermerden olan yapının ön mekânını teşkil eden giriş holüne bu yan cephedeki süslü bir kapıdan girilir. Bu mekânın yan tarafında bulunan bir kapı, kubbeli esas türbeye geçişi sağlamaktadır. Türbe, her bir kenarı 5.35 m. ölçüsünde bir kareden ibarettir. Âşık Paşa’nın sandukası tam ortada değil giriş duvarının yanındadır. Türbenin altında bir mezar odası olması gerekirse de bu husus araştırılmamıştır. Sekiz köşeli olarak yapılan sağır kubbe de mermerden olup burada çok eski bir Asya geleneğine uyularak bindirme tekniği kullanılmıştır. Türbe mekânının dört köşesine yerleştirilen dört sütun üstüne dört kemer atılmış, bunların arasındaki pandantiflerle sekiz dilimli kubbeye geçiş sağlanmıştır. 

Türbenin içinde bulunması muhtemel hiçbir tezyinat günümüze gelmemiştir. Dışta ise üç cephenin son derece sade olmasına karşılık şehre bakan güney cephesi ve bilhassa buradaki giriş itina ile süslenmiştir. Cephenin kenarında bulunan taçkapının üst kısmı bir zencerek motifi ile bezenmiş, bunun içine sivri kemerli bir niş oyulmuştur. Nişin yarım kubbesi dilimli olarak işlenmiştir. Bu nişin alt kısmında yayvan kemerli esas giriş bulunur. Cephelerin ortasındaki pencereler ise birer sivri kemer içinde açılmıştır. Esas türbe binasının dışında mahya hattı profilli bir silme ile belirtilmiştir. Güney cephede tam ortada bu silme dikdörtgen bir çerçeve meydana getirmekte olup bunun içinde kitâbe bulunmaktadır. 1965 yılında Kırşehir’de yaptığımız incelemeler sırasında Âşık Paşa Türbesi’nin ön mekânında yere döşenmiş iki parça halinde mermer bir levha bulmuştuk. Yere saplanacağı kısmı işlenmeden bırakıldığına göre herhalde bir mezar taşı olan bu levhanın üst kısmında rûmî motiflerle bezenmiş bir madalyon, alt bölümünde ise bir pars veya dişi arslan resmi görülüyordu. 

Âşık Paşa Türbesi, simetriden kaçınan çok değişik bir mimari anlayışın eseridir. Orta Asya eski Türk geleneklerine bağlı özellikleriyle Anadolu’da İslâm-Türk yapı sanatının değerli bir örneğidir. Değişik plan düzeni, ölçülü fakat zarif süslemesi ile içinde yatan büyük Türk mutasavvıfı ve Anadolu Türk edebiyatının kurucularından biri olan Âşık Paşa’nın şanına uygun bir mahfaza teşkil etmektedir. 

AHMED BÎCAN TÜRBESİ..gelibolu



Muhammediyye müellifi Yazıcıoğlu Mehmed’in küçük kardeşi Ahmed Bîcan için yaptırılmış olduğu söylenmekte, ancak üzerinde hiçbir kitâbe bulunmamaktadır. Âmil Çelebioğlu, Envârü’l-âşıkīn yazarı Ahmed Bîcan’ın kabrinin ağabeyi Yazıcıoğlu Mehmed Efendi’nin mescid ve türbesi yanındaki hazîrede bulunduğunu belirtmektedir (bk. AHMED BÎCAN). Ayrıca Evliya Çelebi, Sofya’ya gittiğinde kendisine orada Ahmed Bîcan’a ait bir kabir gösterildiğini kaydederse de bu gerçekle uyuşmamaktadır (Osmanlı Müellifleri, I, 17, dipnot 1). 

Taş ve tuğladan muntazam bir işçilikle inşa edilen türbe kare planlı olup üstü sekizgen sağır kasnaklı bir kubbe ile örtülüdür. Giriş kısmında iki ağır pâyeye dayanan kemerlere oturan bir ön mekân vardır. Türbenin içinde iki lahit bulunmaktadır. Bunlardan Ahmed Bîcan’a ait olduğu kabul edilenin dış yüzü zengin surette geometrik ve rûmî kabartmalarla bezenmiştir. Diğeri ise bir kadına aittir. İrdesel ve Alemdaroğlu’nun hiçbir tarihî esasa dayanmaksızın Hallâc-ı Mansûr Türbesi olarak adlandırdıkları bu eser son yıllarda tamir edilerek yenilenmiştir. 
Merkez Efendi Hz. Türbesi .. topkapı- istanbul







Topkapı civarındaki surların dışında, Osmanlı döneminde adı Mevlevîhâne Yenikapısı olan Mevlânâkapı’nın karşısında aynı adı taşıyan mahallede yer almaktadır. Külliyenin çekirdeğini oluşturan ve İstanbul’un en önemli tasavvuf merkezlerinden biri olan tekkenin kurucusu Halvetiyye’nin Sünbüliyye koluna mensup, döneminin ileri gelen sûfî ve hekimlerinden, Merkez Efendi lakaplı Şeyh Mûsâ Muslihuddin Efendi olup Sünbül Sinan Efendi’den hilâfet aldıktan bir müddet sonra 920’de (1514) tarikatın halvet geleneğine uygun bu münzevi tekkeyi tesis etmiştir. 1514-1520 yılları arasında, Yavuz Sultan Selim’in eşi Ayşe Hafsa Sultan’ın Manisa’daki külliyesine ait zâviyede şeyhlik yapan Merkez Efendi, şeyhi Sünbül Efendi’nin 936’da (1529) vefatı üzerine İstanbul’a gelerek Koca Mustafa Paşa Külliyesi’ndeki tekkenin meşihatını üstlenmiş, hayatının sonuna kadar bu görevi sürdürmüş, bu arada zaman zaman sur dışındaki tekkenin çilehânesinde halvete girmiş, muhtemelen bu tekkenin de şeyhliğini yürüterek vefatında (959/1552) buraya gömülmüştür. 

Mütevazi bir zâviye niteliğinde olan ilk tekkeyi Merkez Efendi ile bazı mensupları kendi imkânlarıyla bizzat inşa etmişlerdi. 1533-1536 yılları civarında, eşi Lutfi Paşa’nın görevli olduğu Yanya’dan İstanbul’a gelerek Merkez Efendi’ye intisap eden Yavuz Sultan Selim’in kızı Şah Sultan biri Eyüp’ün Bahariye kıyısında, diğeri sur içinde Davutpaşa’da olmak üzere iki tekke yaptırmış, sur dışındaki bu tekkeyi vakıflarla donatmış, yapılarını genişletmiş, Mimar Sinan eliyle cami-tevhidhâneyi yeniden inşa ettirmiştir. Nitekim Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’ndeki kayıtlarda tekkenin Merkez Efendi diye meşhur olmakla beraber Şah Sultan tarafından yaptırıldığı belirtilmektedir. Merkez Efendi’nin vefatını müteakip kabrinin üzerine yine muhtemelen Şah Sultan tarafından bir türbe inşa ettirilmiş, böylece tekke tam teşekküllü bir tarikat tesisi haline gelmiştir. Âsitâne veya pîr makamı olmamasına rağmen halkın Merkez Efendi’ye hayatta iken gösterdiği sevgi ve saygının ölümünden sonra da devam etmesi sebebiyle burası şehirdeki en itibarlı ziyaretgâhlardan biri olmuştur. 

Binaları çeşitli tarihlerde onarılmış, yenilenmiş, birtakım ek yapılar inşasıyla geliştirilmiş olduğundan külliyenin zaman içinde geçirdiği bütün aşamaları tesbit etmek imkânsız olsa da şu önemli gelişmeler zikredilebilir: Tekkenin mensuplarından ya da muhiplerinden olduğu anlaşılan Defterdar Abdülbâki Paşa 1608’de burada bir dârülkurrâ inşa ettirmiş, 1812’de cümle kapısının yanına ufak bir çeşme konmuş, 1813’te türbe onarılmıştır. II. Mahmud 1836’da tekkeyi büyük bir yenilemeye tâbi tutmuş, bu arada cami-tevhidhâne, bâninin türbesi, cümle kapısıyla bunun yanındaki diğer türbe yeniden yaptırılmıştır. Ayrıca ahşap harem dairesinin XIX. yüzyılın ikinci yarısı içinde yeni baştan inşa edildiği belli olmaktadır. Merkez Efendi Türbesi’ndeki birtakım bezemeler II. Abdülhamid dönemine (1876-1909) ait bir başka onarıma işaret etmektedir. Muhtemelen haremle birlikte selâmlık, derviş hücreleri, mutfak, taamhâne ve diğer bölümler bu sırada yenilenmiştir. Avludaki kuyu bileziğiyle şadırvan da bu dönemden kalmıştır. 

Tekkelerin kapatılmasından (1925) sonra cami-tevhidhâne pek çok benzerinde olduğu gibi cami olarak kullanılmak suretiyle varlığını sürdürmüş ve 1965’te yapılan bir onarımla günümüze ulaşabilmiştir. Türbelerle çilehâne de bakımlı olup özellikle ramazan ve kandillerde kalabalık kitlelerce ziyaret edilmektedir. Tekkenin harem kısmı, 1970’lere kadar son şeyh Nurullah Kılıç tarafından mesken olarak kullanılmış, bu arada birtakım tamirler geçirmişse de günümüzde (2004) harap durumdadır. Külliyenin Cumhuriyet döneminde kullanılmayan diğer bölümleri ortadan kalkmış, bunların yerini kısmen, yeni oluşan bir hazîre parçası ile küçük bir kız ve erkek Kur’an kursu binası işgal etmiş, bu arada zamanında Kur’an eğitimi için yapılmış olan dârülkurrâ kendi haline terkedilerek harap olmuştur. 

Sünbül Efendi Tekkesi’nden sonra tarikatın en önemli merkezi olan dergâhta âyin günü perşembe idi. Dahiliye Nezâreti’nin 1885 (1301 r.) tarihli istatistik cetveline göre tekkede o sırada on bir erkekle dokuz kadından oluşan şeyh ailesinin yaşadığı tesbit edilmektedir. XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren şeyhlik görevinin Merkezzâdeler olarak anılan ailenin tekeline geçtiği, Merkez Efendi’nin neslinden gelen bu ailenin Sünbül Efendi Tekkesi’nin şeyhliğini elinde tutan aileyle evlilik yoluyla akrabalık kurduğu bilinmektedir. 

Külliyenin arsası kuzey-güney doğrultusunda uzanan Merkez Efendi caddesi tarafından ikiye ayrılmıştır. Bu caddenin devamı niteliğindeki meydancığın doğusunda tekkenin cümle kapısı, kapının sağında küçük bir çeşme, solunda üçüncü ve dördüncü postnişinlerin gömülü olduğu küçük türbe, meydancığın batısında (cümle kapısının karşısında) harem dairesi, kuzeyinde dârülkurrâ, bunların güneyinde cadde üzerinde hamam bulunmaktadır. Cümle kapısından girildiğinde sağda cami-tevhidhâne, tam karşıda Merkez Efendi Türbesi yer alır. Türbenin arkasındaki avluda şadırvan, kuyu ve çilehâne bulunmakta, buranın sınırında diğer tekke birimleri sıralanmaktaydı. 

Cümle Kapısı ve Çeşme. Kesme küfeki taşıyla örülen cümle kapısının dış yüzü mermerle kaplanmış, kilit taşı çıkıntılı, yuvarlak kemeri yanlardan gömme ayaklarla kuşatılmıştır. Kemerin üzerinde ortada beyzî bir çelenk içinde II. Mahmud’un Mustafa Râkım imzalı tuğrası, yanlardaki dikdörtgen levhalar üzerinde ise Ahmed Sâdık Zîver Paşa’nın 1252 (1836) yılındaki tamire dair manzum tarih kitâbesi bulunur; kitâbeyi ta‘lik hatla Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi yazmıştır. Cümle kapısının sağına bitişik olan minyatür çeşme, hazîre duvarına gömülmüş bir ayna taşıyla bunun önündeki ufak bir tekneden ibarettir. 

Küçük Türbe. Finikeli Şeyh Abdi Efendi ile oğlu Şeyh Mustafa Efendi’nin sandukalarının yer aldığı bu türbe dikdörtgen planlı (4,50 × 3,50 m.), kâgir duvarlı ve kırma çatılıdır. Doğu cephesindeki girişi avluya açılmakta, yanlardan gömme ayaklarla sınırlandırılmış olan batı cephesinde meydancığa bakan dikdörtgen bir ziyaret penceresi görülmektedir. 

Cami-Tevhidhâne. Kapalı bir son cemaat yeriyle harim bölümünden meydana gelen dikdörtgen şeklindeki (17 × 16 m.) cami-tevhidhâne kâgir duvarlı ve kırma çatılıdır. Moloz taş ve tuğlayla örülen, üstleri sıvalı duvarları kesme küfeki taşından gömme ayaklarla takviye edilmiş, kapı ve pencereler de aynı türden sövelerle çerçevelenmiştir. Önünde bir sekinin uzandığı kuzey cephesinin ortasında esas giriş, yanlarda buna göre simetrik konumda birer pencereyle birer kapı yer alır. Sağdaki kapı fevkanî müezzin mahfiline, soldaki ise aynı konumdaki kadınlar mahfiliyle hünkâr mahfiline geçit verir. Bu cephede olduğu gibi yapıdaki bütün kapı ve pencereler tuğladan yuvarlak kemerlerle geçilmiş, ancak cepheler dikdörtgen açıklıklı kesme küfekiden sövelerle çerçevelenmiştir. Son cemaat yerinin duvarları sağırdır. Fevkanî mahfillere ulaştıran merdivenlerin yanı sıra bu mekânın batı kesiminde zamanında muhtemelen meydan odası iken halen imam odası olan, ahşap perde duvarıyla oluşturulmuş küçük bir mekân vardır. Son cemaat yeriyle harimi ayıran duvar kare kesitli, dor başlıklı dört adet ahşap dikmenin arasına bağdâdî sıvalı duvar parçaları örülmesi suretiyle oluşturulmuştur. Bu duvardaki kapı ve pencereler de kuzey cephesindekilerin konumuna sahiptir. Harimdeki meydan, yanlardan zeminleri yüksek basit ahşap korkuluklarla çevrelenmiş mahfillerle kuşatılmıştır. Güney duvarı ekseninde yarım daire planlı ve yuvarlak kemerli mihrap, bunun yanlarında birer pencere yer almaktadır. Son cemaat yerinin üstündeki mahfil katının harime bakan güney sınırında on iki adet ahşap dikme sıralanmakta, mahfilin doğu ve batı uçları birer çıkmayla donatılmış bulunmaktadır. “U” planlı bu asma kat kendi içinde ahşap perde duvarlarıyla üç bölüme ayrılmış, bunlardan doğudaki hünkâr mahfili, batıdaki müezzin mahfili, ortadaki kadınlar mahfili olarak değerlendirilmiştir. Hünkâr mahfilinin harime bakan açıklıkları barok üslûpta oymalı ve yaldızlı ahşap şebekelerle kapatılmış, bunların üzerine istiridye kabuğu ve kıvrımlı yapraklardan oluşan birer alınlık oturtulmuş, kadınlar mahfilinde sık dokulu ahşap kafesler kullanılmıştır. Harimin duvarlarında XIX. yüzyılın ünlü hattatlarına ait, çoğu siyah zemin üzerine ezme altınla yazılmış (zerendûd) levhalar dikkati çeker. Son cemaat yeriyle harimin sınırında yükselen minarenin dışa taşkın, kare tabanlı ve almaşık örgülü kaidesi yapının ilk inşa döneminden günümüze intikal eden yegâne unsurdur. II. Mahmud devrinde yenilenen tuğla örgülü, silindir biçimindeki gövde doğrudan bu kaideye oturmuştur. 

Türbe ve Çeşme. Merkez Efendi’ye ait olan kare planlı (7,50 × 7,50 m.) asıl türbe ilk inşa edildiği haliyle zamanımıza kadar gelememiş ve muhtemelen duvar hizaları korunarak II. Mahmud döneminde yeniden yapılmıştır. Ayrıca yine bu dönemde 1836’da yapının kuzeyine, Merkez Efendi’den sonraki bazı şeyhlerle bunların aile fertlerinin sandukalarının yer aldığı dikdörtgen planlı bir bölüm eklenmiş, bu arada asıl türbenin kuzey duvarı kaldırılarak bu açıklık, yanlarda mermer sütunlara oturan sepet kulpu biçiminde bir kemerle geçilmiştir. Her iki kesimin duvarları moloz taş ve tuğlayla örülmüş, cümle kapısının karşısına gelen batı cephesi baştan başa mermer kaplanmıştır. Esas türbe içeriden bağdâdî sıva, dışarıdan kurşun kaplı bir kubbeyle, ek bölüm ise kiremit kaplı kırma çatıyla örtülüdür. Yapının batı cephesinde kilit taşlı yuvarlak kemerleri olan üç adet pencere sıralanmakta, pencerelerin alt hizasından geçen bir silme cephe boyunca devam etmektedir. Cephenin kısa ahşap saçağı en sağdaki (güney) pencerenin hizasında ileriye doğru genişleyerek bir ziyaret saçağı niteliği kazanmıştır. Bunun altında, tekkelerin faal olduğu dönemde Merkez Efendi Tekkesi postnişini ve dervişleriyle yakındaki Yenikapı Mevlevîhânesi’nin bayram namazlarını burada eda etmeyi gelenek haline getiren şeyhi ve dedegânı arasında bir muâyede merasimi icra edildiği bilinmektedir. Tarikatlar arasındaki yakınlığın güzel bir örneğini temsil eden bu gelenek saçağın ayrıntılarına da yansımıştır. Saçağın ortasına Sünbülîliğin simgesi olan sümbül çiçekleriyle bezeli bir göbek konmuş, bunun çevresine Merkez Efendi’ye ithaf edilmiş, “Bes tevessül sana bu türbe-i iksîr-türâb / Bundadır sür yüzünü Merkez-i kutbü’l-aktâb” beyti yazılmış, saçağın alemi ise Mevlevî tacı biçiminde şekillendirilmiştir. Türbenin girişi ek bölümün kuzey duvarındadır. Merkez Efendi’nin gömülü olduğu kesimin duvarları kubbe eteğine kadar XIX. yüzyıl Avrupa çinileriyle kaplıdır. Kubbenin içinde çinilerle aynı döneme ait, benzerine Yıldız Hamidiye Camii’nde ve Yıldız Sarayı Tiyatrosu’nda rastlanan yıldızlı gökyüzü görünümünde bir süsleme bulunur. Sandukaları kuşatan oymalı ahşap parmaklıklar içinde Merkez Efendi’ye ait olanı XVIII. yüzyıl üslûbunu yansıtan sedef ve bağa kaplamalıdır. Türbenin kuzeydoğu köşesindeki pahlı yüzeye yerleştirilmiş olan çeşmenin yuvarlak kemerli ayna taşında barok üslûpta bezemeler arasında sehpa üzerinde bir Sünbülî tacı kabartması vardır. Cümle kapısında ise camitevhidhânede ve türbelerde bir dinî yapıdan çok Tanzimat devrinin resmî yapılarını çağrıştıran, II. Mahmud döneminin empire üslûbu hâkimdir. 

Çilehâne, Kuyu ve Şadırvan. Merkez Efendi’nin bizzat kullandığı rivayet edilen çilehâne, büyük ihtimalle Bizans döneminden kalma bir ayazmanın içine yerleştirilmek suretiyle önceye ait bir dinî mekânın İslâmî kisveye büründürülmesiyle oluşturulmuştur. Zemini avludan 7 m. kadar aşağıda kalan su havuzu moloz taş örgülü ve parmaklıklı istinat duvarlarıyla kuşatılmış, güney yönüne ise çilehâne yerleştirilmiştir. Dar bir merdivenle inilen ve merdivenin çilehâne kotuna ulaştığı noktada başlayan 0,50 m. enindeki bir dehliz doğu yönüne ilerleyerek avludaki kuyuya ulaşır. Bu geçidin aslında ayazma havuzunda biriken suyun fazlasını kuyuya aktarmak amacıyla tasarlandığı anlaşılmaktadır. Zaman içinde bu kuyu, İstanbul’un dinî folklorunda önem kazanarak özellikle kadınların rağbet ettiği bir niyet kuyusu haline gelmiştir. Şadırvanın sekizgen prizma biçimindeki haznesi piramit şeklinde bir camekânla örtülmüş, tepesine mermerden bir Sünbülî tacı oturtulmuştur. 

Harem. Eski İstanbullular’ın “konak yavrusu” dediği türde ahşap bir yapı olan harem dairesi kâgir bir bodruma oturan iki esas katla bir çatı katından oluşur. Orta sofalı plan tipinin uygulandığı bu binanın cepheleri çıkmalarla hareketlendirilmiş, dikdörtgen biçimindeki pencereleri kafeslerle donatılmıştır. 

Dârülkurrâ. Klasik Osmanlı üslûbunu yansıtan kare planlı ve kubbeli yapının duvarları kesme küfeki taşıyla örülmüş, kuzey duvarının eksenindeki basık kemerli kapısıyla alt sırayı oluşturan dikdörtgen pencereler mermer sövelerle çerçevelenmiştir. Bu pencerelerin üzerinde sivri kemerli ve alçı revzenli tepe pencereleri vardır. Kubbeye geçişi sağlayan trompların etekleri mukarnaslıdır. Asıl dârülkurrâya geçmeden önce yer alan giriş bölümündeki enine dikdörtgen planlı türbede yapıyı inşa ettiren Abdülbâki Paşa ile Sultan Ahmed Camii kürsü şeyhi Mehmed Eşref Efendi’nin kabirleri bulunmaktadır. Girişin üzerindeki sülüs hatlı levhada yapının inşa tarihi olarak 1017 (1608) yılı yazılıdır. 

Hamam. Ufak boyutlardaki hamam kubbelerle örtülü dört halvetli bir sıcaklığa sahiptir. Merkez Efendi’nin bu hamamda tekkesini kurarken çıkardığı şifalı su ile “hummalılar”ı tedavi ettiği rivayet edilir. Ayazma-çilehânede olduğu gibi burada da muhtemelen kökleri Osmanlı öncesine dayanan bir şifalı suyun bir sûfî-tabip tarafından tedavi maksadıyla kullanılması söz konusudur. 

Mutfak, Taamhâne, Derviş Hücreleri, Şeyh Dairesi ve Hünkâr Köşkü. Bu bölümler, şadırvan avlusunun kuzey ve doğu sınırları boyunca uzanan “L” biçiminde bir alan içinde toplanmışlardı. Günümüze ulaşmayan bu kanadın tek katlı ahşap birimlerden meydana geldiği bilinmektedir. “L”nin batı ucunda mutfak, bundan sonra sırasıyla taamhâne, derviş hücreleri ve şeyh dairesi gelmektedir. “L”nin güney yönünde bağımsız küçük bir birim olan hünkâr köşkünün avluya bakan cephesi üçgen bir alınlıkla donatılmış, önüne basamaklı bir sahanlık konmuştu. Alınlığın içinde “Sultan Mahmud güneşi” tabir edilen bezeme bulunmaktaydı.