Yunus Emre
(ö. 720/1320)
Anadolu’da Türk milletinin bağrında yetişen büyük şair ve Hak âşıklarımızdan birisi de, hiç şüphesiz Yunus Emre’dir. Çağları kucaklayan, bugün dahi hiçbir sınır tanımayan ve her faniye nasip olmayan bir şöhret ve ölmezliğe sahip olan Yunus Emre, her halde bu özelliğini şairliğinden ziyade dervişliğine, Hak yola olan bağlılığına, telkin ettiği sevgi ve gösterdiği sonsuz müsamahasına borçludur. Mevlâna da olduğu gibi, onda da şiir, gaye değil bir vasıtadır.
Toplumun en karışık, içtimâi çalkantıların ve sıkıntıların en kesif olduğu dönemlerde, Mevlânalar, Yunuslar, Hacı Bektaş ve Hacı Bayram Veliler; bu gönül sultanları dostluk ve sevgi ile çevrelerine yaşama gücü ve sevinci vermeye çalışmışlardır.
Bilhassa Yunus Emre ve Mevlâna hem asır iki insan olarak, devlet otoritesinin yok olmaya yüz tuttuğu, beyliklerin biribirleriyle olan mücadelelerinin büyük boyutlara ulaştığı, hepsinin üzerinde, Anadolu’yu baştanbaşa yakıp yıkan Moğol istilasının mal, can ve namus emniyetini yok ettiği, bâtınî cereyanların alabildiğine inançları sarstığı, bunların devlete bile kafa tutar hale geldiği bir dönemde bunlar, halkı ayakta tutmaya, onlara yaşama gücü vermeye çalışmıştır. Bütün insanları birliğe, kardeşliğe ve dostluğa çağırmışlar ve yine bunlar, sünnî mutasavvıfar zincirinin de, birer halkasını temsil etmişlerdir. Onları başka cereyanların adamı gibi göstermeye çalışmak büyük haksızlık olur.
Maalesef ünü dünyayı tutan bu şairimizin ve Hak aşığımızın hayatı hakkında bilgi mevcut değildir. Halk arasında efsaneleşen bir hayatı vardır. Zaten halk, herkes tarafından bilinen ve sevdiği insanların hayatını efsaneleştirir. Osmanlı sultanlarından bile, pek çoğu efsaneleşmiş, hayatlarına menkıbeler katılmıştır. Bunlarla verilmek istenen mesajlar vardır. İşte Yunus Emre’nin de hayatını, gerçek bilgilerden ziyade böyle efsane ve menkıbelerden öğrenmeye çalışıyoruz.
Onun hakkında en doğru bilgi, Risaletü’n-Nushiye adındaki eserini 707 H. 1307-1308 Milâdî yılında yazdığıdır. Yunus Emre bunu, eserinin sonunda şöyle açıklar:
Söze tarih yidiyüz yidiydi
Yûnus canı bu yolda fidiydi
Yine bazı kayıtlardan öğrendiğimize göre, Yunus Emre’nin 1240-1241 M. yıllarında doğduğu, 1320-1321 yıllarında da vefat ettiği anlaşılmaktadır.
Yunus’un adı geçen eserinde verilen 707 H. tarihinin, şairin tarikata intisap ettiği tarih olduğunu ileri sürenler de vardır.
Bu rivayete göre de Yunus 82 değil, 72 yaşlarında vefat etmiştir. Bu duruma göre de onun doğum tarihi, 1250-1251 yılları olması gerekir. Onun 1240-1320 yılları arasında yaşadığı kabul görmektedir.
Yunus Emre’nin Karaman veya Sarıköy’de yaşadığı hususu hâlâ münakaşalıdır. Fakat onun, pek çok yerde makamının bulunduğu bilinmektedir. Yunus’un şiirlerinden onun, Mevlâna’nın sohbetinde bulunduğunu öğreniyoruz. Bu ve diğer bazı hususlar dikkate alındığında, Yunus’un Karaman’da yaşadığı ihtimali kuvvet kazanmaktadır.
Yunus’un Hazreti Mevlâna ile görüştüğü, hiç değilse onun sohbetinde bulunduğunu şu beyitlerden anlaşılmaktadır:
Mevlâna Hüdavendigâr bize nazar kıldı
Onun görklü nazarı, gönlümüzün aynasıdır.
* * *
Mevlâna sohbetinde saz ile işret oldu
Arif manaya daldı çün biledir ferişteh.
Mevlâna’da Yunus hakkında, onun:
Ete kemiğe burundum;
Yunus diye güründüm
Mısralarını görünce:
“Bunu söyleyebilseydim, Divan-ı Kebir’i yazmazdım” dediği rivayet olunduğu gibi,
Yine Mevlâna’nın Yunusu kastederek:
“Hangi makama çıktıysam, o Türkmen Kocası’nın ayak izlerini önümde gördüm.” demesi, aralarında mânevi alışverişi ortaya koyar. Fakat kesin olarak bunların doğru olup olmadığını bilemiyoruz.
YUNUS’ UN DERGÂHTAN KAÇIŞI VE GERİ DÖNÜŞÜ
Kırk yıl hizmet ettiği halde, himmete eremediği düşüncesiyle, iyice bunaldığı bir gün Yunus, kimseden habersiz dergahı terkeder ve yola koyulur.
Yunus, yolda giderken iki dervişle daha karşılaşır. Bunlarla arkadaş olur. O gün akşam olunca, dervişlerden birisi dua eder ve gayb âleminden bir sofra gelir, karınlarını doyurur, Allah’a şükrederler. Ertesi günü, diğer arkadaşları dua eder, aynı şekilde bir sofra daha gelir. Dua sırası Yunus’a gelmiştir, fakat Yunus mahcup olmaktan o kadar korkar ki, gözyaşı dökerek, halisane bir duada bulunur. Bu sefer iki sofra birden gelir. Arkadaşları bu işe hayret edip. Yunus’dan nasıl bir dua ettiğini sorarlar.
Yunus:
“- Önce siz söyleyin der.
Onlar da:
“- Taptuk Emre’nin müridi Yunus Emre’nin yüzü suyu hürmetine dua ettik” deyince Yunus; himmete erdiğini ve hata yaptığını anlayarak tekrar dergaha geri döner. Şeyhinin hanımı Ana Bacı’dan, şeyhinin kendisini afetmesi için, vasıta olmasını rica eder Ana Bacı araya girmek istemez.
Ona bir yol gösterir:
“- Sen kapının eşiğine yatarsın! O, sabah namazına kalktığında ayağı sana dokununca; bu kim? diye sorar.
Ben:
“Yunus!” derim.
Eğer Şeyh:
“- Bizim Yunus mu?” derse, bil ki afedildin.
Ama:
“ Hangi Yunus?!” derse bil ki, gönlünden çıkmışsın; o takdirde başının çaresine bak!” der.
Yunus, Ana Bacı’nın dediği gibi yapar, kapının eşiğine yatar. Sabahleyin ihtiyarlıktan gözleri görmez olan Şeyhin ayağı Yunus’a takılınca, Taptuk Emre Ana Bacı’ya sorar:
“- Bu kim!”
Ana Bacı: “-Yunus!” deyince,
Şeyhi:
“- Bizim Yunus mu?” der demez, Yunus Şeyhi’nin ayağına kapanır ve af diler.
Şeyhi Yunus’u afetmiş ama:
“- Mertebeni öğrenmeden bana inanmadın. Artık nasibin burdan kesildi. Asamı atacağım; o nereye düşerse, orada Mevlâ’ya kavuş!” der.
Taptuk Emre; asasını fırlatır atar; asa Sarıköy’e düşer. Yunus da, Asanın ardından oraya gider ve ömrünün sonuna kadar orada kalır.
Hacı Bektaş-ı Veli Velâyetnamesi’nin Yunusla ilgili bölümün sonunda, şöyle bir rivayete de yer verilir:
“Yunus, Taptuk Emre’nin tekkesine odun çeker, arkasıyla getirirdi. Yaş ağaç kesmez, eğri odun getirmezdi. Kırk yıl hizmet etti. Günün birinde Taptuk Emre’ye bir neşe geldi, hâllendi. Meclisinde Yunus-u Güyende adlı bir şâir vardı, ona söyle dedi. O, mırın gırın etti söylemedi. Taptuk; Yunus dedi, sohbet et, şevkimiz var, işitelim. Yunus gene söylemedi. Bu sefer Taptuk, Yunus Emre’ye döndü. Hünkâr’ın nefesi yerine geldi, vakit tamam oldu, o hazinenin kilidini açtık, nasibini verdik, hadi söyle dedi. Hemen Yunus Emre’nin gözünden bir perde kalktı, söylemeye başladı. Söylediği nefesler, büyük bir divan oldu.”
Yunus’un şiirleri ile ilgili diğer bir menkıbe de şöyledir:
Yunus üç bin şiir söylemiş. Zamanla Yunus’un bu şiirleri Molla Kasım adında bir hocanın eline geçmiş. Molla Kasım birgün oturup bu şiirleri okumaya başlamış; Şeriata aykırı gördüklerinden binini denize atmış, binini de yakmış. Üç bininci şiire başlayınca;
Molla Kasım, Yunus’un şu şiirini görmüş;
“Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme/ Seni sığaya çeken bir Molla Kasım gelür.”
Molla Kasım, bu beyti okur okumaz Yunus’un kerametine ve onun büyüklüğüne inanıp, divanı öpüp başına koymuş; fakat elde de bin şiir kalmış. İşte o günden beri, şiirlerinden binini denizde balıklar, binini gökte melekler, binini de insanlar okumakta imiş.
YUNUS’UN DÜŞÜNCELERİ VE SANATI
Oğuz lehçesiyle yazan Yunus Emre, tasav-vufi halk edebiyatımızın en büyük şairidir. Her ne kadar kendisi; “Ümmîyim” diyorsa da, şiirlerinden anlaşılacağı üzere, onun düzgün bir medrese tahsili yaptığı söylenebilir. Arapça ve Farsça bildiği kesindir.
Yunus’un Mevlâna ve Muhyiddin Arabî gibi mutasavvıfarın tesirinde kaldığı söylenir ki, bu doğrudur. Zira Yunus da da aynı fikir ve konulara çokça tesadüf edilmektedir. Bilhassa Yunus’la Mevlâna arasındaki manevî bağ bunu açıkça göstermektedir.
Meselâ Muhyiddin Arabî; “Nefsini bilen Rabbini bilir” hikmetini bütün teferruatıyla işlerken, Yunus da Türkçe olarak:
İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin, ya bu nice okumaktır.
Okumaktan manâ ne? Kişi Hakk’ı bilmektir
Çün okudun bilmezsin ha kuru emektir!
der.
Mevlâna gibi, Yunus’a da sağlığında taan edenler, ona düşmanlık besleyenler, hatta namaz kılmaz diyenler bile çıkmış; fakat Yunus bunlara kin tutmadığı gibi, en küçük düşmanlık da beslememiştir. İşte Yunus’un kendisine düşmanlık besliyenlere karşı tavrı:
Biz kimseye kin tutmazız
Ağyar dahi dosttur bize.
Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmazız
Kamu âlem birdir bize
Bana namaz kılmaz diyen
Ben kılarım namazımı
Kılarısam kılmazısam
Ol Hakk bilir niyazımı
Hazreti Mevlâna bir beytinde:
“Mesnevi’miz vahdet dükkânıdır. Onda Vâhid’den yani Allah’dan, gayrı ne görsen puttur.”
derken,
Yunus da:
Tevhid imiş cümle âlem
Tevhidi bilendir âdem
Bu tevhidi inkâr eden
Öz canına düşman imiş
Hazreti Mevlâna gibi Yunus da, gerçek bir aşk adamıdır. Muhabbetullah her zerre ve her anını kaplar:
Aşkın aldı benden beni, bana seni gerek seni
Ben yanarım dünü günü, bana seni gerek seni.
Ne varlığa sevinirim ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum, bana seni gerek seni.
Demesi ondadır.
Yunus’un şiirlerinin bir bölümü ölümle ilgilidir. İnsanlara ölümü hatırlatarak, onları gafletten uyandırmak ister:
Bu dünya kimseye kalmaz
Anadur ölmeğin zinhar
Kimse kaçan gide gelmez
Anadur ölmeğin zinhar
Gelen göçer konan göçer
Nasib oldukça yer içer
Ecel ömre kefen biçer
Anadur ölmeğin zinhar
Sen onu sanma malındır
Haram ise vebalindir
Helâl ise suâlindir
Anadur ölmeğin zinhar
Hazreti Mevlâna ile gönüle bakış açıları da aynıdır. Mevlâna:
“ Kâbe bünyad-ı Halil-i Âzerest
Dil tecelligâhı Celil-i Ekberest” derken,
Yunus da:
Gönül Çalab’ın tahtı
Çalap gönüle baktı
Kim gönül yıkar ise
iki cihan bedbahtı
Yine Yunus:
Bir kez gönül yıktın ise,
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi,
Elin yüzün yumaz değil der.
Dervişlik anlayışını da şöyle formüle eder:
Dervişlik dedikleri, hırka ile taç değil
Gönlün derviş eyleyen, hırkaya muhtaç değil
Hırkanın ne suçu var, sen yoluna varmazsan
Var sen yolunca yürü, er yolu kalmaz değil.
Yunus’dan birkaç örnek daha:
Aşksızlara verme öğüt, öğüdünden alır değil
Aşksız âdem hayvan olur, öğüt bilir değil.
** *
Yunus olma cahillerden ırak olma ehillerden
Câhil ne var mü’min ise, cahillikten kalır değil.
DERVİŞLİĞE ÇAĞRI
Dervişlerin yoluna sıdk ile gelen gelsin
Hakk ‘tan özge nesneyi gönülden silen gelsin
Dervişlik dedikleri bir tükenmez kân olur
Hâs ü âm, kul ü sultân, bu kândan alan gelsin
** *
Dervişleri gözü açık, dün ü günü uyanık
Bu söze Tanrım tanık, bakmadan gören gelsin
Dervişin duyduğu hak, Hakk ‘tan işitir sabak
Teprenmeden dil, dudak sözü işiten gelsin.
KAYNAKLAR
Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre Hayatı Sanatı Şiirleri, İstanbul 1952, s. 3-14;
Hüseyin Arif, Yunus Emre Divanı ve Hayatı, İstanbul 1977, s.13-26; Büyük Türk Klasikleri, İstanbul 1985, s. 277-278;
Orhan F. Köprülü, Türk Klâsikleri İstanbul 1985, s. 1-2;
Cemil Yener, Türk Halk Edebiyatı Antolojisi, 1stanbul 1973, s. 251-256;
Hüseyin Özbay-Mustafa Tatcı, Yunus Emre (Makalelerden Seçmeler), Arif Nihat Asya, “Yunus Emre”, İstanbul 1994, s. 31-35.