KARIŞIK

1 Şubat 2016 Pazartesi

Memo Özdemir Türbesi







Kaşanlı mahallesinde bulunan Memo Özdemir Türbesine girdi.
Yöre insanının büyük rağbet gösterdiği Türbe her yıl yüzlerce misafiri ağırlıyor.Türbeye akın eden insanlar burada Adaklarını kesip gerekirse pişirip ikram ediyor,gerekirse de dağıtıyor.
Halk nezdinde saygın bir yere sahip olan Memo Özdemir'in her söylediğinin çıktığına inanılıyor.Memo Özdemir'in vefat ederken de Asker selamı vererek ruhunu teslim ettiği belirtiliyor.

Rize Evliyaları

Rize Evliyaları
Hasan Dede
Hasan Usta diye de bilinir. Zamânında güzel ahlâkı, örnek hareketleri ve kerâmetleriyle
 tanınan Hasan Dede'nin türbesi Rize Ardeşen'de Seslikaya köyündedir. Türbesi,
vasiyeti üzerine vefâtından yedi yıl sonra cesedinin bozulmamış olduğu görüldükten sonra
yapılmıştır.

 Yöre halkı tarafından sık sık ziyâret edilen Hasan Dede 1845 yılında vefât etmiştir.
Türbesinin önündeki kiremitli kabir de yine kendisi gibi kerâmet ehli bir velî olan oğlu
Süleyman Dede'ye aittir.

Köprü


1840'lı yıllar, ebediyete intikale bir kaç sene vardır. Seslikaya Köyü... Osmanlı askerleri köyden
geçmektedir, askerin ve mühimmatın köyün dibindeki dereden geçebilmesi için mevcut
 köprü yeterli olmamaktadır. Askerlerin  başındaki yüzbaşı gövdece iri, boyca uzun
büyük ağaçlardan birkaç tane kestirir. Kestirir kestirmesinede ağaçları yerinden oynatmak
ne mümkün, onları seyreden köylüde yardım ettiysede fayda etmez.

Zaman geçmektedir, komutan darlanır, bağırıp çağırmaya başlar... Darlandıkça kalpde kırar.
Köylüde bu halden üzüntü duyar. O sırada bir başka köye ziyarete giden Hasan Dede'de
 köye gelmiş, uzaktan asker ve köylüleri görerek yanlarına varır. Selam vererek:

- Hele bir nefeslenin, bir de ben yoklayyayım der, köylünün saygı dolu bakışları, onu
tanımayan komutan ve askerlerin alaycı bakışları altında koca koca ağaç kütüklerini
tuttuğu gibi birer birer  hiç zorlanmadan derenin ebir tarafına uzatır.
Köprü hazırdır....

Bir Damla Yağmur
Yıl 1845. Hasan Dede, dünyasını değiştirmiştir. Mezarını kendi halinde, kimsenin işine
karışmayan, bildiği ile amel eden, saf temiz bir köylüsü kazmaktadır. Köylü mezarın
içinde kazmaya devam ederken, Rize'nin o meşhur yağmuru başlamış, her tarafı sel
alıp götürmektedir. Hikmetinden sual olunmaz, ne mezarın içine ne mezarı kazanan
 üzerine bir damla yağmur düşmez. Köylü mezarı kazar dışarı çıkar. Etrafta hocadan
başkasını göremez. Hocaya sorar:

- Hoca bu kadar kuvvetli yağmur yağıyor,, gök delindi de ne mezarın içine ne sana de
bana bir damla bile düşmüyor?

Köylü, sırrı yaşamıştır, ama o sırrı anlamaya hazır değildir. Mezarın  yanında çok
yüksek yabani bir hurma ağacı vardır. Hurma ağacında yapraksız kuru birkaç daldan
 başka bir şey de yoktur. Hoca  hurmayı, o ince, kuru birkaç dalı göstererek:

- Hurmanın dallarını görmüyormusun, der..

Gökten derya indi yağmur yerine
Mevlam damla değdirmedi tenine
Horon
Rize... Ardeşen...Seslikaya Köyü. Yıl 1945.  Türbe... Hasan Dedenin türbesi.  Türbeye yakın
evlerden birine yakın bir köyden gelin gelmektedir. Gelin tarafı, oğlan tarafında sabah
kadar  tulum eşliğinde horon oynamayı şart koşar, olmazsa olmaz der. Düğün sahipleri,
 durumu hocaya sorarlar:

- Biz türbeye, Hasan Dede'ye hürmet ediyyoruz, onun türbesinin olduğu yerde,
yakınındaki bir evde tulum çalmak, oynamak, eğlenmek hoş değildir, bunu kabul
edemeyiz dedik. Kız tarafıda oyunsuz olmaz diyor. Biraz değil epeyi de huysuzluk
yapıyorlar, huzursuzluk çıkarıyorlar. Ne yapalım bu durumda düğünden vaz mı geçse,
vaz mı geçelim ....?

Hoca cevaben derki:

- Bu dediğinizden dolayı gelin bırakılmaaz, düğünden vaz geçilmez. Siz gelinin gelmesine,
tulum çalınıp oynanmasına izin verin. Günahı vebali onların başına deyin, ancak yakın
akrabaları olarakda evide mahalleyide terkedin.

Oğlan tarafı hocanın dediğini yaparlar, kız tarafı ve düğün alayı gelini eve getiriler.
Sabaha kadar sürecek horon başlar. Oyunun başlar, gece yarısı olur... Kız  tarafından
pür telaşlan bir ihtiyar nefes nefese gelir, hepsinin evleri yanmaktadır.

Tüm köylü düğüne geldiğinden, köylerine dönene kadar evlerinin hepsi yanıp kül olmuştur.

Su

1950'li yıllar.  Hasan dede'nin türbesinin olduğu mahalle. Yaz. Uzun zamandır yağmur
yağmamakta, hemde neredeyse her gün yağan Rize'de pek ender görünen kurak bir yaz
 hüküm sürmektedir. Günümüzdeki gibi değildi o zamanlar, sular öyle kapıya kadar
gelmemektedir. Su ya kuyudan ya da ırmak denen küçük dereciklerden temin edilrdi.
Uzun zaman yağmurun olmayışı kuyu sularının tükenmesine, ırmakların suyunun azalmasına
neden olmuştu.

Gece... Yangın... Evler cayır cayır yanmaktadır. 20 haneli evlerin iç içe olduğu mahalle
 evlerini söndürecek bir damla su yoktur.  Ufaktan ufaktan akan suda kurumuştur.
Tüm mahalle Hasan dede'nin türbesine koşarak Cenab-ı Hakka yalvarırlar:

- Hasan Dede'nin yüzü hurmetine bize su gönder.

Dua edip, türbeden ayrıldıklarında, kuruyan derelerden oluk oluk su akmaktadır.
 Su ile birlikte kısa zamanda mahalleli ateşi söndürür.
Çocuk

Seslikaya köyü... 40 yıl kadar oluyor. Hala hayatta olan çocukluktan beri arkadaşımız.
Bir gece çaylıkta olan annesinin gecikmesi üzerine evin dışına avluya çıkar.
Çocuk bu ya annesinin gecikmesi, etraftaki çakal sesleri, beklemenin verdiği çeşitli
duygular içinde ağlaya ağlaya bir hal olur. Göz kapakları şiddetle açılıp kapanmaya
başlar. Akşam olayı duyan konu komşu, çocuğun arkadaşları eve gelir, çocuk arkadaşlarına
bakmaktan utanır utanır... Onlardan kaçmak ister.

O zamanlar doktora erişmek doktor bulmak öyle pek kolay değildir. Ninesi "hele bir der,
çocuğu sabahtan bir türbeye götürelim, bir şeyi kalmaz inşallah" der. Sabah olur nine
torununu alır, Hasan Dede'nin yattığı türbeye götürür. Allah rızası için iki rekat namaz
kılarak:


- Ya Rabbi ... Hasan Dede'nin yüzü suyu hürmetine bu yavruma şifa ver diye dua eder.
Bir müddet türbede kaldıktan sonra torunuyla beraber çıkarlar, eve vardıklarında
çoçuğun gözlerinde hiç bir şey kalmamıştır.

Arkadaş

1980'li yılların başlarına kadar köye henüz elektrik gelmemişken, her hafta Cuma gecesi
özel yapılmış mumlarla geceleri türbe ışıklandırılırdı. Mumu yakmakla özel bir görevli
bulunurdu. Görevli mumları yakar Kur'an-ı Kerim okurdu.

1930'lı yıllar. Kış... Sağanak... Türbe görevlisi yaya  5-6saatlik yolda misafirlikte.
Cuma gecesi türbede mumları yakacak, Kur'an-ı kerim okuyacak. Yağmur bir ara
 hafifler diye beklemişti ama hayır burası Rize idi, öyle dineceği yoktu. Baktı olacak
gibi değil geciktikçe gecikiyor, yola koyulur. Şemsiye falan nerede, geçmiş zaman bu...
. Yola çıkmış, geciktiği için gece karanlığa kalmıştı, göz gözü görmüyordu. Görmüyordu da
 ... Görevli yatsı ezanı okunmak üzere türbeye erişir, üstü kupkurudur. Yol boyunca ona
 ışık tutan, sohbet eden piri fani birisi ona arkadaş olmuştur. 5-6 saatlik yol 1-2
saat sürmemiştir, yol arkadaşı köyün girişinde "Allahaısmarladık" diyerek ayrılmıştır.

Köyün çocuklarına türbedarın annesi  bunu hep anlatırdı. O çocuklar şimdi birer dede
oldu ya...

Kapı

1960'li yıllara kadar Türbeye çok uzak yerlerden köylünün tanımadığı, bir gelenin bir
 daha gelmediği  piri faniler, şeyhler gelir, türbe içinde zikrederler, müritler dışarıda
beklerlerdi. Köylüde onları kendi hallerine bırakırdı. Gel zaman git zaman köylülerden
merakını yenemeyen bir delikanlı yanaşarak sormuş:

- Sizi ne için türbe içine almazlarda, ddışarıda beklersiniz?

Delikanlıyı kapı aralığından baktırmışlar.... Bakış o bakış ....

Delikanlıya arkadaşları ne gördün diye sormuşlar, yıllarca o sorularına cevap vermemiş,
 ta ki nedense o uzak bilinmedik yerlerden gelenler gelmez olmuş... İşte o zaman:

- Türbenin içi  4 metre kare var yook, kapı aralığından baktığımda o da ne içerisi o kadar
genişki, saymakla bitmeyen yüzlerce kişi içeride, her yer apaydınlık, ortada sanduka diye
bir şey yok, dümdüz bir alan, her renkte, türlü türlü kıyafetler içerisinde ... ve ... ve ...

Evet, bir zamanlar herkesin gözü önünde bakıpta göremedikleri Manevi Meclis Rize'nin
 Ardeşen İlçesi, Seslikaya köyünde Hasan Dede'nin Türbesinde toplanırdı...

Seferemri

Türbe görevlileri her gece yatsıdan sonra türbeye güğümlerle su bırakırlar, kapıyı
üstüne kitlerler ... Ertesi günü geldiklerinde güğümler bomboştur. Türbenin içinde
 hüzme şeklinde yeşil bir ışık vardır....  Bu yıllardır böyledir. Akşam dolan güğümler
sabahleyin bomboştur.

 1974 ... Kıbrıs Barış Harekâtı.... Türbe görevlilerinin dikatini çeken bir şey vardır...
 Harekâtın başladığı ilk gecenin gündüzünde, türbeye geldiklerinde güğümlerin dolu
olduğunu görürler... ve o gece ve savaş bitimine kadar türbedeki ışığıda göremezler.

 Savaş biter, o gecenin sabahında güğümdeki sular boşalır, ve o yeşil ışık gene türbededir....

Evet ... Hasan Dede seferemrini almış, görevini yerine getirmiştir....

Sanırmısınki sefer emrini
Çıkarırlar sade evdekine
Bakarsınki ansızın bir gece
Emir vermişler türbedekine

Kekeme

1992.... Yaz ... Pazar ... Avramit köyü.... 5 yaşlarında... Muzaffer. Yazın ailesi ile birlikte
 İstanbuldan köylerine gelmişler. Korkudan mıdır, bir şeyden mi ürkmektenmidir billinmez,
 çocuk birden kekelemeye başlar,...  5- dakika, 10 dakika, 1 saat 2 saat hayır kekemelik geçmez.
 Çok zamandır böyle bir şey olmamıştır.

Doktor, doktora getirelim, getirmeyelim, bekleyelim, beklemeyelim derken ...
 Köyün büyükleri araya girer, derler ki:
- Tabi çok zamandır, böyle bir şey olmaddı, sizede demedik, bizim küçüklüğümüzde
Türbeye getirirlerdi bizi.
- Hangi türbeye? Rize de türbemi var? - Hasan Dede'ye... Ardeşen'e... Seslikayya'ya .... 
Türbe orada. Hasan Dede'nin türbesi orada.

Türbeye gidilir, ikişer rekat namaz kılınır.
- Allahım, Hasan Dede'nin hürmetine yavrrumuza şifa ver diye dua edilir.

Türbeden çıkılır, kekemelikten  herhangi bir eser kalmamıştır. 
Evet Rizeliler .... Siz Hasan Dede'yi belkide şu ana kadar duymamıştınız. Türbesinide
abiki ziyaret etmediniz... Ne duruyorsunuz? ....

Allah (c.c)  hepimize tüm velilerin mürşitlerin, müceditlerin şefatine, O Manevi Meclis
hürmetine iki cihanda nail etsin.

Biriz Biz

Teşekkür : Hasan Dede hakkında Evliyalar Ansiklopedisinde yayınlanan 3 satırdan
başka herhangi bir kitap ve kayda rastlamadık, bu konuda bizden yardımlarına
esirgemeyen Alaettin Pınarbaşı, Mehmet Pınarbaşı ve Şecaeetin Yeğen'e teşekkürü bir borç bilir, Allah (c.c.) razı olsun deriz.
Mustafa Efendi
Debbağzâde...

On sekizinci yüzyılda Anadolu'da yetişmiş olan evliyâdan ve âlimlerden. İsmi Mustafa olup,
Hacı Mustafa Efendi veya Debbağzâde diye meşhur olmuştur. Rize'de doğdu, İstanbul'da
vefât etti. Doğum ve vefât târihleri belli değildir.

Doğum yeri olan Rize'de ilim tahsiline başlıyan Debbağzâde Mustafa Efendi İstanbul'a geldi.
 Zamânının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsil edip derin âlim olduktan sonra Fâtih
 Câmiinde ders okuttu. Selânik kâdılığına tâyin edildiyse de gitmedi. Daha sonra Mısır
kâdılığına tâyin edildi. Mısır kâdılığı sırasında insanların Allahü teâlânın emirlerine uygun
olarak yaşamaları için gayret etti ve bu vazîfeyi adâletle yürüttü. Derin ilmiyle ve güzel
ahlâkıyla insanlara örnek oldu. Sonra Medîne-i münevvere kâdılığına getirildi. Sevgili
Peygamberimizin kabr-i şerîflerini ziyâret edip, mübârek beldenin ahâlisine hizmette
kusûr etmedi. Mekke-i mükerremeye giderek hac vazifesini yerine getirdi. Hac ibâdeti
esnâsında başka İslâm memleketlerinden gelen âlim ve velîlerle görüşüp sohbet etti.
Sonra İstanbul'a dönmek üzere oradan ayrıldı. Ancak Bayas Vâlisi Küçük Alioğlu
 onun bu yolculuğuna mâni oldu. Onu hapsettirdi. Debbağzâde Hacı Mustafa Efendinin
hapsedildiği haberi İstanbul'a ulaşınca, zamânın pâdişâhı, onun serbest bırakılması için
 emir gönderdi. Fakat vâli, pâdişâhın emrini de dinlemeyip, onu serbest bırakmadı.
Hatta Debbağzâde Hacı Mustafa Efendiye sıkıntı ve ezâ ettirdi. Mustafa Efendi hapsedildiği
 hücrede devamlı olarak namaz kılıp, ibâdet etti ve Allahü teâlâya duâ ve niyâzda bulundu.

Hücrede bulunduğu sırada başını secdeye koyup kendisinin kurtulması ve onu
hapseden vâlinin cezalandırılması için Allahü teâlâya duâ ve niyâzda bulundu.
 Allahü teâlâ âlim ve velî olan bu zâtın duâsını kabûl etti. Ona zulmeden bu vâli
feci bir şekilde öldü. Vâlinin yerine geçen oğlu, Debbağzâde Hacı Mustafa Efendiyi
 hapishâneden çıkarttırdı. Ona ikrâm, iltifât ve ihsânlarda bulundu. Bu hâlin,
HacıMustafaEfendinin kerâmeti olduğunu anlayan vâli, onu kendi adamlarıyla İstanbul'a
 kadar yolladı.

İstanbul'a gelen Debbağzâde Hacı Mustafa Efendi, ilim öğretmeye ve insanlara
Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmaya devâm etti. Sahîh-iBuhârî'yi, İbn-i Hacer'in
Nuhbe'sini okuttu. Pekçok kimse ondan ders alıp ilim öğrendi. Âkifzâde
 Abdurrahmân Efendi de ondan ders ve hadîs-i şerîf okutmak husûsunda
icâzet alan kimselerdendir. Sahîh-i Buhârî'nin senedinde bulunan zâtları ihtivâ eden
bir eser te'lif eden Debbağzâde Hacı Mustafa Efendi, ilim ve fazîlet sâhibi, olgun, çok
ibâdet eden, velî bir zât idi.

Kaynak:  Mecmû fi'l-Meşhûd ve'l-Mesmû'; s.26
İlyas Amca
Keşf-i Kulûb...

İlyas Amca... Eczacı İlyas Ketenci. 2004 yılında aramızdan ayrıldı ...

Rize, Çayeli Liman köyünde Dünya'ya geldi. İstanbul Darüşşefaka Lisesini
bitirdikten sonra askeri eczacı olarak orduya intisab etti. Yüzbaşı rutbesiyle
hizmet ederken bu hizmetinden kendi isteğiyle ayrılarak Rize merkezde
1957 yılında eczane açmış o tarihten itibaren maddi ve manevi hastalara
şifa olmuş bir gönül ehli, İlyas Ketenci. Gönül ehli olması, onun mürşidi
Seyyid Abdülhakim Arvasi (KS) gibi  bir veli'nin halka-ı tedrisinde olgunlaşmasındandır.
Dava insanı merhum Necip Fazıl Kısakürek'in yakın dostu. Aynı mürşidin pınarından
 kana kana içen iki arkadaş ....

Ölümüne yakın zamanlarda "Benim ölümüne aylar, günler kalmıştır" derdi. 90
sene taatle geçen  bir ömür ...

Bir gece hanımına:
- Hanım ! Uyumak zamanı  değildir. teheccüd namazı vaktidir. Sen kabir nedir
 bilirmisin, der ve iki rekat namaz kılarak, abdestli bir şekilde teslim-i ruh eyler.

Beraat Edeceksin

Bir gün arkadaşı Necip Fazıl  Toptaşı Cezaevinde iken rahatsızlanır ve
Haydarpaşa Numune Hastahanesine kaldırılır. arkadaşını ziyart etmiş ve:
-Necip 3 gün sonra beraat edeceksin, der.

Aynen öyle olur. 3gün sonra Necip Fazıl beraat haberini alır.

Hediye

Merhumu seven bir yakını onu evinde ziyarete gider. Evde ondan önce gelen
amcanın okumakta olduğu "Kenz-ül İrfan" adlı kitabı dinleyen bir kaç tanıdık
daha vardır. Kitaptan evde iki tane vardır.  Kitabın bir tanesinde gözü kalmıştır.

İlyas amca, Eczacı İlyas amcadır onun için. Onun manevi mertebesinden
haberi yoktur. Kalbinden "Eczacı İlyas Amcamızın yaşı ilerledi. Bu kitaptan
evinde iki tane var. Birisini bana hediye etse ne kadar sevinirim" diye  geçer.
 Okumaya bir müddet daha devam ettikten sonra ona dönerek:
- Oğlum, bu kitaptan bende iki tane var, birini sana hediye etmek istiyorum" der
ve kitabı ona hediye eder.

Namazı Sen Kıldır

İlyas amcanın evi, akşam ezanı okunur. Akşam namazını birlikte kılmak için,
amca beyaz cüppesini giyer ve sarığını takar, tam tekbir alacağı zaman
cemaatten birinin kalbinden " Benim kıraatim düzgün, bir de beni imamlığa
geçirse" diye geçerken, İlyas amca geri döner, cüppesini çıkarır:
- Buyur oğlum, imamlığı gel sen yap" diyyerek cübbesini ona verir.

İlyas amca, doğduğu yerde, Liman Köyü Kur'an Kursu'nun yanındaki aile
kabristanlığında medfun bulunmaktadır.

Keşf-i kulûb (Kalpleri keşfeden) sahibi bu gönül insanına yüce mevlamız bol bol
ihsanlarda bulunsun.
 Amin!

AŞIKLI SULTAN (AYAĞI YANIK EVLİYA) -KASTAMONU

AŞIKLI SULTAN (AYAĞI YANIK EVLİYA) -KASTAMONU


Aşıklı Sultan diğer bir adıyla Ayağı Yanık evliyanın söylenceleri, Kastamonu’nun en önemli kentsel efsanelerinden birini oluşturmaktadır. Bu türbeye ait birbirine benzer birkaç söylence bulunmaktadır. Türbe içerisinde yer alan 5 sandukadan içindeki ikisinin sahibi bilinmesi ve bu isimler üzerinden yürütülen söylenceler şu şekildedir:

Aşıklı Sultan’ın kendisi Bizans’ın elinde bulunan Kastamonu’yu ve kalesini ele geçirmek için gelen Türk birliklerinin komutanıdır. Savaş sırasında şu anda şu anda Türbesinin bulunduğu yerin yakınlarında şehit düştüğü için buraya gömülmüştür. Cumhuriyetin ilk yıllarında türbe ve civarında çıkan bir yangın sırasında, kendisi dönem valisinin uykusuna girerek “Ben yanıyorum, kalk yangını söndür” der. Bunun üzerine vali hemen uyanarak bölgedeki yangının söndürülmesini sağlar.

Bir başka söylence, 1919 yılında Abdurrahman Paşa Lisesi’nde öğrenci iken türbeyi çocuksu bir merakla ziyaret eden, Dr. E. Sağlar’ın 1974 yılında Kastamonu Gazetesi’nde yayınladığı bir yazısından öğreniyoruz. Söylencenin kaynağı ve anlatımını ise türbeye bir gelenek şekilde bakıcılık yapan bir aileden gelen yaşlı türbedar bir kadından gelmektedir. “….. çok seneler evvel bir yangın olmuş ki bu çevrede çok büyük, insanlar yangını söndüremeyince evliyadan yardım istemişler – sen ki evliyaullahtan olasında bizim derdimizle alakadar olmazsın – diye. Bunun üzerine evliya mezar şeklindeki kabrinden ayaklarını çıkarmış ve yangın sönmüş. Halk şükran borcunu ödemek için kendisine bu türbeyi yapmışlar. Ve o zamandan bu yana da ismi Aşıklı Sultan olarak anılmış”

Aşıklı Sultan’ın bir diğer söylencesi ise yine oldukça eskilerden gelmekte, ve yukarıda anlatılanlardan oldukça farklı bir boyuta temas etmektedir. Çok önceleri yatırın sadece belden yukarısı kapalı imiş. Açık olan tarafta ise elleri de görünmekte imiş. Ellerinden birinde yatırın yüzüğü bulunmaktaymış. Yatırın bulunduğu türbede o zaman yeterli koruma olmadığından, yabancı birisi tarafından bu yüzük alınmak istenir. Bu kişi tam yüzüğü cesedin elinden çıkarmak üzereyken Aşıklı Sultan ellerini kapatıp yumruk şekline getirmiş. Bu olay şahit olan yabancı kısa bir süre sonra ruhsal dengesini kaybederek ölmüş. Bu olaydan hemen sonra ise güvenlik nedeni ve yatırın rahatsız edilmemesi için sanduka ayak seviyesine kadar kapatılmış.

1919 yılı anılarını anlatan Dr. E. Sağlar, türbeye iki arkadaşıyla birlikte gittiğinde 3 sanduka gördüklerini belirtir. Ayakları dışarıda olan sandukayı meraktan açtıklarında, 1.70 m boyunda bir insan cesedi ile karşılaşırlar. Karnı iman tahtasına kadar açılmış ve 2 cm. eninde şerit bezlerle doldurulmuş ve sarılmış olduğunu görünce bunun tahnitli yani mumyalanmış bir ceset olduğunu anlarlar. Cesedin başının üzerinde yer alan bir deri üzerinde çini mürekkebi ile “Mağribli Mehmed Ağa” yazmakta, ve hemen altında ise ölüm tarihi hicri olarak 7 yüz ile başlayan bir rakam yazmaktadır. (yazısında tarihin diğer kısmını hatırlayamadığını belirtmektedir) Dr. Sağlar diğer iki sandukanın boş olduğunu belirtir.

Şimdi, 1950’lerden bu yana bu türbe içinde 5 sanduka olduğu bilinmektedir. 1952 yılı basımlı A. Gökoğlu’nun eserinde buradaki 2. sandukanın Mağribli Mehmed Ağa’ya, ki fetih zamanında ölmüştür, 3. sandukanın ise Aşıklı Sultan’a ait olup 1116 senesinde vefat ettiğini belirtir. Eğer her iki ifade kabul edilecek olursa; ilk olarak 1920’lerden sonra türbeye başka iki sanduka mı eklenmiştir? İkinci olarak buraya sonradan getirilen sandukalarda da mı mumyalanmış cesetler bulunmaktadır? Ayrıca günümüzde Aşıklı Sultan olarak anılan yatıra 1919 senesinde ise Mağribli Mehmet Ağa olarak belirteç eklendiğini görmekteyiz. Ayrıca ceset üzerinde hicri 7 yüz’lü ölüm tarihinin bulunuyor olması ki, bu tarih her durumda 1300’lü miladi yıllara tekabül etmektedir. Bu noktada 1116 ya da fetih zamanında ölmüştür ibaresinin bir geçerliliği kalmayacaktır. Ama bunun yanında 1116 yılında ölmüş olabileceği bir gerçekliğe de sahip olabilir. Çünkü 1107 tarihinde Danişment Emir Gazi, Selçuklu Hükümdarı I. Kılıçarslan’ın ölümünden sonra Kastamonu’da dahil olmak üzere birçok yeri ele geçirmiştir. Bu noktada Bizans ile savaşın Kastamonu’da bu tarihlerde yapılmış olabilmesi muhtemeldir. Bu arada Mağribli Mehmed Ağa’nın kullanmış olduğu lakabından “Mağrib” dolayı Kuzey Afrika kökenli bir Arap olabileceği de düşünülebilir.

Söylencelerdeki ortak nokta ise önemli bir yangının olduğudur. Ancak bir araştırmacının belirttiği gibi, cesedin açıkta olan ayakları üzerinde görülen karartıların yangın nedeniyle değil, mumyalanmış cesette zamanla karbon eksilmesinden kaynaklandığını belirtmek gerekir.

Türbe ve Kastamonu açısından belki de en önemli noktalardan birisi mumyalanmış bir cesedin varlığıdır. Klasik Türk mimarisinde yer alan anıtsal mezarların açılımında; mezarın yer aldığı bir alt kat (oturtmalık), simgesel nitelikteki sandukanın bulunduğu ziyarete açık üst kat (gövde), ve bir perdeden oluşmaktadır. Toprak altında kalan oturtmalık bölümüne yaygın olarak mumyalık da denmektedir. Bu adın yaygınlaşmasının nedeni, ölülülerin mumyalanma geleneğinin Orta Asya’dan bu yana Anadolu’da da uzun bir süre kullanılmış olmasıdır.

Türk geleneklerinde varolan mumyalamanın en erken örnekleri Hun Türklerine kadar geri gitmektedir. Anadolu’da Selçuklular, Danişmentliler, Mengücekler, İlhanlılar, Beylikler ve ayrıca Osmanlı döneminde bu tekniğin hükümdar, komutan ve önemli kişilerde kullanıldığı bilinmektedir. İslamiyet öncesi bir gelenek olan bu teknik, Türk inançlarında devlet büyüğüne olan saygıyı göstermektedir. Devlet ve gelenek sahibi olan bu önemli kişilere bir bağlılığın göstergesi olarak açıklama getirilmektedir.




BABAHIZIR TÜRBESİ..MENGEN

BABAHIZIR TÜRBESİ



İlçemiz, tabii güzellikleri yanında, bir evliyalar ve erenler yatağıdır. Erenler diyarı Anadolu’nun Bolu-Mengen yöresinde yerleşmiş, Babahızır Hazretleri de Türkmen erenlerinden biridir.
Asıl adı Saidi Yetkin olan Babahızır Hazretleri’nin, kesin olmamakla birlikte 1240-1320 yılları arasında yaşadığı sanılmaktadır. İlmi araştırmalar gösteriyor ki, Hz. Ebubekir (R.A)’ in on ikinci kuşaktan gelen, Halveti Tarikatı’na mensup Hızır Dede diye bilinen bir şahıs vardır.
“Halktan uzak, Hak’a yakın” düşüncesini benimseyen Babahızır Hazretleri hakkında, halk arasında dolaşan rivayetlerden birisi şöyledir: Bir cami inşaatı sırasında, malzemenin her bitişinde ustalar, Babahızır’a “Baba” diye seslenirlermiş. Babahızır da her seferinde “Merak etme, baba hazır.” Diye cevap verir ve istenilen malzemeyi, hemen yetiştirirmiş. Yine birgün malzeme tükenir. Ustalar da ertesi gün, işi bırakıp gitmeye karar verirler. Bu mubarek zat, o gece ormandan geyiklerle kereste taşıyarak inşaata yığar ve inşaatın tamamlanmasını sağlar. Bu ve bunun gibi pek çok kerametini gören halk; ustalara: “BABA HAZIR” diye seslenmesinden ve zorda kalanların imdadına yetişmesinden dolayı bu zata “BABAHIZIR” derler. Babahızır Köyü de ismini bu zattan alır. Sünnet olanlar ve evlenenler Hızır Hazretleri’ni ziyaret edip adak ve dileklerde bulunur.
Babahızır Hazretleri için, ilki 30 Haziran 1996’da düzenlenen, “I. BABAHIZIR HAZRETLERİ’ Nİ ANMA GÜNÜ” yapılmıştır. Bu kutlama, her yıl haziran ayının son pazar günü tekrarlanacaktır.

ayse hatun

Ayşe Hatun



Bacıyan-ı Rum olarak bilinen kadın dervişlerden olup; Osmanlının şehre ilk yerleşimnde buralara gelerek kadınların manevi ilmlerle yetişmesine hizmet ederek, maneviyat önderi olmuş dervişan gruptandır.


paşam sultan

paşam sultan



Kurşunlu Sokak’ta yer alan türbe, Seyyid Nureddin adıyla bilinen bir zaviye-tekkedir. Geniş avlusunda bulunan türbe, kitabesinden anlaşılacağı üzere koleradan ölen İbrahim Cemal’e aittir. Babası Kemalettin Paşa’dan ötürü buraya Paşam Sultan Türbesi denmektedir. Kareye yakın dikdörtgen planlıdır. Kubbeli yapı içerisinde, dört ahşap sanduka ve türbenin altında mumyalık bölümü bulunmaktadır. Duvarları iri moloz taştan örülmüştür.
Rivayete göre Paşam Sultan Kütahya’da vali iken kendisine bir şikayet gelir. Caminin karsisında ayakkabı tamircisi olan Nureddin Efendi diye birinin Cuma vakti namaza gelmediği şikayet konusudur. Vali Cuma vakti bir de ben göreyim, diye gider. Ezan vakti Vali “Haydi Cuma namazına gidelim, der. Nureddin Efendi gideriz
bakalim, der. Yine ısrar edince “yum gözünü” buyurur. ‘Aç gözünü” deyince kendilerini Ka’be’de bulurlar. Namazı orada kılarlar. Dönecekleri zaman şeyhin bir akrabası ile karşılaşırlar. Akrabası helva yaptık götürür müsünüz derler. Tabağı da
yanlarına alırlar. Yine aynı şekilde Kütahya’ya dönerler.
Vali, Nureddin Efendi’nin keramet ehli bir veli olduğunu anlayarak ona talebe olmak
ister. Aynen Uftade hazretlerinin Kadı Aziz Mahmud Hüdai’ye yaptığı gibi merdivenleri, halı ve kilimleri süpürtür. Hamallık yaptırır ve neticede talebeliğe kabul eder. Kabirleri yaptırdıklan Tekke ve cami içindedir.

Yasin Dede

Pir Ali sultan aksaray

Aksaray – Taşpazar mahallesinde . Taşpazar caddesi ile Pir Ali sultan caddesinin kesiştiği yerde.

Pir Ali sultan 



Bayrami- Melami yolunun en güçlü şahsiyetlerindendir. Anadolu’nun merkezinde aşk, cezbe ve irfan tohumlarını eken Pir Ali , Bünyamin Ayaşi’den sonra Bayrami – Melami yolunun riyasetine geçmiştir. Onun zamanında Melamilik yolu çok yayılmış ve çok insan kendisine intisap etmiştir. Her kesimden insanın hürmetini kazanan , çok güçlü bir şahsiyet ve nafiz bir nazara sahiptir.
Aksarayi, melamet yolu gereği dervişlerine taç ve hırka giydirmez, onların birer sanata sahip olarak halkın içinde çalışmalarını isterdi. Sanata kabiliyeti olmayanları ise ziraatle meşgul olmalarını isterdi. Sülükta aşk ve cezbe yolunu benimseyen Pir Ali hazretleri’nin şer’i hususlarda son derece ihtiyatlı olduğu ve müridlerini onları delalete sürükleyecek kişi ve düşüncelerden uzak durmaları konusunda uyardığı kaydedilmektedir.
Sultan Süleymân Han İran’a sefer yaptığı sırada Pîr Ali hazretlerine bâzı hasetçiler iftirâ atıp; “Aksaray’da bir kimse Mehdîlik dâvâsında bulunuyor.” demişlerdir. Bunun üzerine Pâdişâh araştırılmasını, durumun öğrenilmesini emretti. Bâzı kimseler aleyhinde idiler. Durumu soruşturmak üzere kurulan mecliste, Pîr Ali hazretleri, aleyhinde bulunanlara bakıp celâlli bir şekilde; “Bizim aleyhimizde bulunan siz misiniz?” diye işâret etti. Aleyhinde bulunanlardan biri orada düşüp öldü. Diğeri de istifrâ etmeye başladı. Ağzından pislik geldi. Mecliste bulunanlar onun heybetinden korkup, bu hususta soruşturmadan vaz geçtiler.
Pâdişâh Aksaray’a uğradığında ziyâret edip; “Sizi bize yanlış anlatmışlar. Hamdolsun sohbetinizle şereflendik.” dedi. Pir Ali hazretleri de ” Devletlü padişahım bu fakire isnad olunan şeyler nedir? ” diye sorar, padişah ; ” Dediklerine göre sen ‘Mehdiyim , cennetin dört ırmağı da bendedir’ diyormuşsun.
Pir Ali hazretleri ” Şevketlü Padişahım, zamanın mehdisi zatınızdır. Cennet ırmaklarından muradım ise, hanemizin önünde akıp giden tatlı su , birkaç sığır ve davarımızdan elde ettiğimiz süt ve kovanlarımızın balıdır” diyerek padişahın huzuruna bali, süt ve su getirip ikram eder. Padişah bunları içtikten sonra latife olarak ” Bunlar pek güzel , lakin dört ırmaktan şarap ırmağı eksik, onun numunesi olarak da bağınız yok mu diye sorunca? ” . Pir Ali hazretleri de ” Şarap ırmağında numunesi aşk-ı yezdan ve cezbe-i Rahmandır. Bu aşk ve cezbeyi ise taliblere sunmaktan çekinmeyiz. ” der. O sırada ayakta duran ve Pir Ali’nin sözlerini can kulağıyla dinleyerek kendisine karşı muhabbet besleyen Pertev Paşa’ya nazar edince paşa ” Allah! ” diyerek cezbelenir , yere düşüp kendinden geçer. Padişah ise teessür ile ağlamaya başlar.
Pâdişâh onun büyük bir velî olduğunu görüp, hürmet etti ve duâsını aldı. Acem seferinden sonra dönüşte yine ziyâretine geldi.
Bu ziyâreti sırasında Sultana şöyle nasîhat etmiştir: “Allahü teâlâ senden adâletle iş yapıp yapmadığını soracak. Bu bakımdan adâletle iş gör. Bundan başka yol yoktur. Eğer âdil olursan, bu dünyâ da senindir, âhiret de. Adâletle hareket edersen sultanlık tahtı dâimâ senin olur. Boşuna ömür geçirme, kendine kötülük etme. Zulme uğrayanların hakkını zâlimlerden al. Böyle yapmazsan perişan olursun. Peygamberleri düşün, dîni gözünün önüne getir! Fenâ bir yol tutarsan, Allahü teâlâ seni başaşağı eder de, şaşırıp kalırsın. Nasıl oldu nereden geldi der düşünürsün.
Sen Peygamber aleyhisselâmın yolunu tut. O zaman gecen de gün gibi aydınlık olur. Git adâlet tohumu ek de, her iki âlemde mahcûb olma. Mazlumların nefesi kılıç gibidir. Mülkünü virân ederler. Buna sebeb olma. Allahü teâlâya karşı isyân edenleri Cehennem ateşine atarlar.
Bak düşün bir kere binlerce hükümdâr toprak altında yatıyor. Git din erbâbına yardımcı ol. Çünkü bu dünyâ fânidir. Bu nasîhatlarımı bir inci gibi kulağına küpe yap.”
Bu nasîhatları dinleyen Pâdişâh çok ağladı. Pîr Ali Sultan hazretlerine pekçok mülk ve tarla bağışlamak teklifinde bulundu. Fakat o kabûl etmedi. Bunun üzerine oğlunu İstanbul’a yanına göndermesini istedi. Sultanın bu arzusunu kabûl edip; “Şevketli Pâdişâhım! Oğlum İsmâil Hak yoluna kurban olmaktan dönmez. Onu size göndereyim.” dedi.Pâdişâh İstanbul’a döndükten sonra Pîr Ali hazretleri oğlu İsmâil’i ve birkaç mürîdini İstanbul’a gönderdi. Altı ay sonra da Pîr Ali hazretleri vefât etti. ( h. 937 / 1537-38)
Pir Ali hazretleri İsmail Maşuki’den başka ; Pir Ahmed Edirnevi’yi , Helvai Yakup Efendi’yi , yeğeni Şeyh Hasan’ı ve Ahmed Sarban’ı yetiştirip insan-ı Kamil olamarına vesile olmuştur.
Pir Ali hazretlerinin , bugün dahi halk arasında çok saygın bir yeri vardır. Menkıbeye göre türbesinin etrafında densizlik yapan bir düğün alayı taş kesilmiştir. Bugün dahi halk , evlerini inşa ederken türbe tarafına açık pencere bırakmamakta , Pir ali hazretlrine derin bir saygı duymaktadır.
Pir Ali hazretlerinin türbesi ; Aksaray’ın Paşacık mahallesinde , duvarları ve kubbesi taştandır. Türbenin içerisinde üçü sandukalı , dördü toprak örtülü yedi yatır vardır. Rivayete göre bu sandukalardan bir oğluna diğeri de hanımına ait. Ortadaki büyük sanduka Pir Ali hazretlerine aittir. Türbenin kapısı sürekli kapalıdır.
Kaynaklar ;
Hüseyin Vassaf , Sefine-i Evliya , Kitabevi yayınları , 2013
Baki Yaşar Altınok , Hacı Bayram veli ve Bayramilik Melamilik , Ahi yayınları
Lalizade Abdulbaki Efendi , Aşka ve aşıklara Dair / Melami Büyükleri, Furkan Yayınları
Abdülbaki Gölpınarlı , Melamilik Ve Melamiler , Milenium Yayınları , 2011
Abdurrezzak Tek , Melamet Risaleleri , Emin Yayınları , 2007
Mehmed Hakan Alşan , Anadolu Erenleri Melamet Hırkası , Kurtuba Yayınları , 2012
Tarık Velioğlu , Osmanlı’nın Manevi Sultanları , Ufuk Yayınları
Türkiye Gazetesi , Orta Anadolu evliyaları