KARIŞIK

25 Şubat 2016 Perşembe

Selman-ı Farisi

Selman-ı Farisi 

Selman-ı Farisi Kimdir
Selman-ı Farisi’yle ilgili bu rivayeti daha önce defalarca dinlemiştim.
Rivayette bir Hoca ve bir de öğrencisi şeklinde başlanıyordu. Bu anlatım tarzıyla da rivayet iki bölümlü ve iki karakter ortaya koyuyordu. Bundan dolayı ben bu rivayetin birinci bölümünün kahramanlarının Şemsi Tebriz’i ve Mevlana olduğu ve onların arasında geçtiği olaylara yorumlamıştım. Dolayısı ile ikinci bölümde adı geçen Selman-ı Farisi ile Şemsi Tebriz’inin ayni kişiler olabileceği üzerine durmuştum. Bir başka Alevi sitesinde “Selman-ı Farisi ve Şems-ı Tebriz’i” başlığı altında anlatmaya çalıştığım şekliyle, yorumumu ifade etmiştim.
Daha önce de bu rivayeti dinlediğim kişi Dedelik yapmayan Baba Mansurlu 80 yaş civarında, Alevilik Erkânı konusunda derin bilgilere sahip olan Alevi Piridir. Bu kez bu rivayeti özel olarak kendisinden dinlemek istedim.
Ve kendisine Selman-ı Farisi kimdir? Diye sordum ve rivayetin doğrusu anlaşılmış oldu.
Selman-ı Farisi kimdir sorusu üzerine; Selman-ı Farisi bir Hükümdarın oğludur. 
Hükümdarın kim olduğu konusunda rivayette herhangi bir isim geçmemektedir.
Özet olarak rivayete göre; bir Hükümdar varmış. Hükümdar, oğlu Selman’ı herkesten sakınır. Sakındığı oğlu Selman’ı bir odaya kapatır ve odanın bütün açık pencerelerini örter, kendisine bir de hoca tutar. Selman’ın eğitimi ve öğretimiyle ilgilenen hocanın dışında odaya başkası alınmaz. Kapalı odadaki Selman’a yemek getirilmesinin ve hocasının odasına girip çıkmasının dışında başka kimselerin girmesini ve Selman’ın dışarı çıkmasına izin verilmez. 

Ve Selman’ın bu hapis hayatı epeyce devam eder. Günün birinde Selman’a yemek gelir, Selman yemeği yerken mevcut yaşantısına da kahır eder durur. Yemeğinde olan et parçasının kemiğini fırlatır atar. Kemiğin değdiği yerden bir delik açılır. Ve o delikten içeri Güneş ışığı sızar. Ansızın içeriye sızan Güneş ışığı karşısında Selman paniğe kapılır. Selman yerinde fırlar içeriye sızan ışıkla boğuşmaya başlar. Bu boğuşma epeyce uzun sürer. Ve Selman’ın boğuşmaktan mecali kalmaz baygın düşer.
Bu arada Hükümdar ne hikmetse oğlu Selman ve Hocasının idam fermanını yayınlar. Bu olayı duyan Hoca alelacele Selman’ın odasına girer. Hoca, Selman’ın yerde upuzun yatmakta olduğunu görür. Hoca, Selman’ı silkeler uyandırır. Kendisine neler olduğunu sorar.
Selman, yemek yedikten sonra sinirli halde elimdeki kemiği fırlatıp atım, o sırada içeriye şu ışık girdi, ışıkla boğuşmaktan baygın düşmüşüm der.
Hoca, çabuk kalk burayı terk etmemiz lazım, artık burada kalamayız, burada kalırsak bizi öldürürler. Ve alelacele odayı terk ederler. Selman ve Hocası birbiriyle vedalaşır. Hocanın akıbeti hakkında rivayette geçen başak bir şey yoktur.
Fakat Selman bulunduğu yerden ayrıldıktan sonra Harrana gelir. Su ihtiyacını gidermek için arayıp da bulduğu suyun önünde duraklar ve elini yüzünü yıkarken ansızın bir ejderha çıkar karşısına. Ejderhadan kurtulmanın yolunu ararken ya Ali imdadıma yetiş beni bu ejderhadan kurtar der. O anda bir atlı çıkıveriyor kılıcını ejderhanın ağzına dayıyor ve ejderhayı ikiye ayırıyor.
Selman-ı Farisi, darda imdadına yetişen kurtarıcı atlıya yerden bir demet nergis toplayıp verir. Ve kurtarıcı atlı gözden kaybolup gider. Ve Selman-ı Farisi yoluna rahat bir şekilde devam ediyor.
Bu olaylar olup biterken daha Muhammed ve Ali dünyaya gelmemişler. 
Muhammed dünyaya geldiğinde bakıcılığını Selman-ı Farisi üstlenmiş, daha sonra Ali dünyaya geldiğinde Ali’nin bakıcılığını üstleniyor. Selman-ı Farisi, Ali’nin bakıcılığı sırasında, Selman ve Ali arasında şöyle bir olay yaşanır.
Yine ayni rivayete göre, Hz. Ali yedi yaşında bir çocukken bakıcısı Selman-ı Farisi'dir. Yetmiş iki yaşında olan Selman-ı Farisi hurma ağacının gölgesinde oturuyor. Yedi yaşındaki Hz. Ali hurma ağacına çıkıyor. Hurma ağacında hurma koparıp yerken çekirdeğini Selman-ı Farisi’nin başına atıyor. Selman-ı Farisi, ya Ali sen utanmıyormusun hurmayı yiyip çekirdeğini bu piri faninin başına atıyorsun der. 
Hz. Ali, senmi büyüksün yoksa benmi der. 
Selman-ı Farisi, ya Ali sen yedi yaşında bir çocuksun, ben ise piri fani biriyim. 
Hz. Ali, o zaman gidip Hz. Muhammed'e soralım der ve Hz. Muhammed'in huzuruna çıkarlar. 
Selman-ı Farisi, ya Muhammed Hz. Ali hurma ağacında hurma yiyip çekirdeğini bana atıyor ve benden büyük olduğunu söylüyor. Ne dersiniz. 
Hz. Ali, Hz. Muhammed’e fırsat vermeden, ya Selman sen diyarı Rum’a gitmiştin, giderken Harranda nelerle karşılaştın bize anlat bakalım der. 
Selman-ı Farisi, Harranda önüme bir ejderha çıktı. 
Hz. Ali, sen ne yaptın der. 
Selman-ı Farisi, Ya Ali imdadıma yetiş dedim, o anda çok heybetli bir atlı çıka geldi kılıcını uzattı ejderhanın ağzından ikiye böldü. 
Hz. Ali, Selman-ı Farisi'ye, seni kurtarana nasıl bir karşılık verdin der. 
Selman-ı Farisi, ben de bir demet nergis toplayıp kendisine verdim ve atlı gözden kayboldu der. 
Ve o anda Hz. Ali cebinde nergisleri çıkarıyor, al verdiğin nergisleri deyip, Selman-ı Farisi’ye uzatıyor. 
Ve Selman-ı Farisi, ya Ali senin sırrına aklımız ermez der. Ve kusur işlediğinden dolayı, Hz. Ali den bağışlanmasını diler.

Bu rivayeti dikkate aldığımızda Selman-ı Farisi Muhammed döneminde yaşamadığıdır. Ayni zamanda Hocası Mani olduğu anlaşılmaktadır. Ozanlarımızın deyişlerinde de çok rahat bir şekilde görülmektedir.
Kul Himmet, “Selman gibi eski dini terk ettim” diyor. Selman’ın terk ettiği eski din büyük olasılıkla Zerdüşt dinidir. Anlaşılan Selman-ı Farisi eski dinini terk etmesi kendisine pahalıya mal olmuş ve ayni zamanda katıldığı yeni din de büyük olasılıkla Maniciliktir kendisinin adını ölümsüzleştirdiğinden mükâfatını almıştır.
Şah Hatai bu rivayette geçen olayı şu şekilde bildirmektedir.
Şah Hatayi'm müşkülümü kandıran
Bir bakışla devi yere bandıran
Üçyüz yıldan sonra nişan bildiren
Selman'a nergisi sunandan meded
Şah Hatai bu dörtlüğünde adeta bu rivayetin özetini çıkarmış gibidir. Bu rivayette olsun veya Alevi ozanlarının deyişlerinde olsun bizlere aktardıkları, Selman-ı Farisi’nin Muhammed döneminden önce yaşadığıdır. 
Ama olay anlatılırken Muhammed ve Ali ismi etrafında kişileştirilmiştir. Aslında kast edilen Selman-ı Farisi’nin kendisi değil, kast edilen Selman-ı Farisi’nin geliştirdiği siyaset aracılığıyla Muhammed, Ali dönemine aktarılan öğretidir.
Rivayet ve deyişlerin ışığında Selman-ı Farisi ile Manici Salmaios bir ve ayni kişidirler. 
h-alibaba

Mirza Mazhar Can-ı Canan Hz.

Mirza Mazhar Can-ı Canan Hz.  

Abdulhalik El-Gücdevani (k.s.) Hayatı








Canlar Canı-Sevgililer Sevgilisi
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri Hz. Ali Efendimiz’in (r.a) torunlarındandır. Pâk nesli, Kerbelâ’da şehid edilen Hz. Hüseyin Efendimiz’in (r.a) kardeşi Muhammed b. Hanefiyye hazretlerine dayanır.
Hindistan’da soylu ailelerden gelenlere ve seyyidlere özel bir unvan verilirdi. Bu yüzden kendisine Hz. Ali’nin (r.a) neslinden geldiği için “Mirza” denildi.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri insanlara huzur veren bir candı. İlham kaynağı bir sevgiliydi. Canlara can olan bir veliydi. Âlimlere, âbidlere, velîlere canlılık kazandıran bir candı. Bu yüzden kendisine “Cân-ı Cânân” (canlar canı, sevgililer sevgilisi) denildi. O, meşhur hadis ve fıkıh âlimi Şah Veliyyullah Dihlevî’nin dediği gibiydi:
“Bu dünyada Hz. Mazhar’ın bir benzeri daha yoktur.”
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri 1111 (1700)yılında doğdu. Henüz beş yaşlarında iken bile üzerinde görülen olağan üstü güzellikler bambaşkaydı. Allah sevgisi dillere destandı. İlâhî aşk onda doğuştandı. O seçilmişti.
Dokuz yaşlarında iken Hz. İbrahim aleyhisselâmın pek çok mânevî güzelliklerine şahit olmuştu. Yolda yürürken, “Ben, sıfatıyla Kur’an’da geçen ve ikinin ikincisi diye anılan Hz. Ebû Bekir Efendimiz’i (r.a), yolda yürürken daima önümde görüyorum” derdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine âşıktı. O hep gözünün önündeydi.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretlerinin sözlerin yetersiz kaldığı nice mânevî güzellikleri vardı. Bu yüzden olsa gerek babası, onun yetişmesine çok daha fazla özen gösterdi. Zâhirî ilimleri tamamladığında yaşı henüz on sekizdi.
İlâhî irade onu, mânevî âlemlere sevketti. Tatlı bir esintiydi bu. Rahmetti, lutuftu, şerefti. Bu ilâhî ikram Hz. Mazhar’ı, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) pâk neslinden gelen bir zatın nurlu ellerine ve gönüllerine bağladı: Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretleri…
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri nur-ı Muhammedî olan bir velînin dergâhında yetişti. Onun nurlu nazarları altında, daha önce kimsenin içmediği ağzı mühürlü kadehlerle bâtın ilminden içti. Onun irşadı ile kendinden geçti. İlâhî mertebelere kavuştu. Mânevî âlemleri seyretti ve ona “Habîbullah” denildi. Habîbullah “Allah sevgilisi” demekti.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri mürşidi Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretlerinin terbiyesi altında Muhammedî nurlara kavuşunca, özünü buldu. Sözleri insanlara tesir eder oldu. Hayret makamlarından bilinmezlik âlemine daldı. Cehaletten hayret mertebelerine yükseldi. Asla durmadı ve dinlenmedi. Çünkü onu, Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretleri yanından hiç ayırmadı. Onu gözetti, sâfîleştirdi. Maddî ve mânevî nazarlarını onun üzerinde topladı.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri bu yüzden, velîler meclisinden ayrı kalmadı. Varlıklar âleminde adeta parlayan bir güneş oldu. Zâhir ve bâtında yetenekleri çoktu. İnsanları irşad etmek ise artık onun göreviydi. Bir gün Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretleri etrafındakilere,
“Vefatımdan sonra Mirza Mazhar Cân-ı Cânân halifemdir” dedi. Böylece ona bir sıfat daha verildi. Şemseddin yani dinin güneşi… Artık onun tam adı şöyleydi: “Şemseddin Habîbullah Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri.” Zâhirde ve bâtında alması gereken sıfatları almıştı.
Mürşid-i Kâmillere Hayran
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri mürşidi Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretlerinin vefatından sonra iki yıl süreyle onun kabrinde tefekkür âlemine daldı. Ondan mânevî feyizler aldı. Ancak Allah sevgisi kendisinde coşkuluydu. O, kâmil velîlerden nurlar almaya doymuyor, can tazelemek istiyordu. Bu yüzden mürşidi hayatta iken onun, diğer kâmil velîlerle irtibat kurmasına izin vermişti.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri, bundan sonra dört mürşid-i kâmilden daha mânevî terbiye gördü. Bu zatlar, silsilenin diğer kollarından gelen büyük halifelerdi. İsimleri şöyle:
1. Mevlânâ Şeyh Muhammed Efdal hazretleri…
Bu zat, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğlu Muhammed Ma‘sûm hazretlerinin oğlu ve halifesi Hüccetullah Muhammed Fârûkî hazretlerinin halifesiydi.
2. Mevlânâ Şeyh Hafız Sa‘dullah hazretleri…
Bu zat da, yine Muhammed Ma‘sûm hazretlerinin halifesi ve oğlu Şeyh Muhammed Sıddîk hazretlerinin halifesiydi.
3. Mevlânâ Şeyh Muhammed Âbid Senâmî hazretleri…
Bu zat ise, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğullarından ve babası tarafından Kâdirî şeyhi olarak tayin edilen Muhammed Saîd Fârûkî hazretlerinin oğlu Şeyh Abdülahad hazretlerinin oğlu ve halifesiydi. Bu yönüyle Hz. Mazhar, hem Nakşibendî hem de Kâdirî tarikatından icâzet almış oluyordu.
4. Mevlânâ Şeyh Muhammed Zübeyr hazretleri…
Bu zat, Muhammed Ma‘sûm hazretlerinin oğlu ve halifesi olan Hüccetullah Muhammed Fârûkî hazretlerinin torunu ve en tanınmış halifesiydi.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri bütün bu zatlarla yirmi yıl birlikte oldu. Onlara hizmet etti. Nice mânevî sırlar buldu. Böylece kemâlâtını tamamladı. İnsanları irşad etmeye başladığı zaman âdeta bir irfan deniziydi. Dalga dalga coşmaya ve taşmaya başladı. Mürşidi Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretleri ona şöyle demişti:
“Seni müjdelerim. Yüce Allah katında kabul edildin.”
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri Mevlânâ Şeyh Muhammed Âbid Senâmî hazretlerinin huzurunda iken de iltifat görmüştü:
“Şimdiye kadar sana benzeyen bir müridim olmadı. Zira senin Allah sevgin sonsuz, Resûlullah Efendimiz’e (s.a.v) muhabbetin bambaşka. Bu tarikat, sayende çok yüce mertebelere ulaşacak. İnanıyorum ki sana ‘Şemseddin ve Habîbullah’ adını Allah Teâlâ verdi.”
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri şöyle anlatıyor:
“Bir defasında da huzuruna gittiğimde Mevlânâ Şeyh Hafız Sa‘dullah hazretleri, ‘Sende gördüğüm bu muhabbete, Allah ve Resûlü’ne olan bağlılığına hayranım’ demişti.”
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri böylece çeşitli şeyhlerden ve mürşidlerden aldığı icâzetlerle Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Çiştî tarikatlarında de mürşid-i kâmil oldu. Şöyle dedi:
“Üç tarikatta velîliği (Kâdirî, Sühreverdî, Çiştî) ve bunların terbiye metotlarını, ilimlerini ve zikir usullerini Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretlerinden aldım.
O beni daha sonra Muhammedî velâyete yükseltti. O zaman daima Muhammed Mustafa Efendimiz’i (s.a.v) görmeye başladım. O her an karşımdaydı. Bulunduğum her yerde onu görüyordum.
Yedi hakikat denilen farklı terbiye usullerini de kendisine yedi yıllık hizmetim sırasında Mevlânâ Şeyh Muhammed Âbid Senâmî hazretlerinden aldım. Bundan sonra o, tam bir yıl içinde beni pek yüce mânevî güzelliklere kavuşturdu. Hemen hemen tasavvufî her mertebenin üstünlükleri bende görülmeye başladı.”
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri mürşidi Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretlerinden sonra, adı geçen dört mürşid-i kâmil de âhirete irtihal edince, sûfîlerin mânevî terbiyesini tamamen üstlendi. İrşad makamının kutbu oldu. Böylece Nakşibendî yolu ve bağlı olduğu bütün sâdât-ı kirâmın nurları, Hz. Mazhar’ın üzerinde açıkça görülmeye, bütün bölgelerden akın akın insanlar dergâhına gelmeye başladı. Kafilelerle gelen nice müridleri vardı. Her biri onu görünce kendinden geçiyordu.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri yaklaşık otuz yıl mürşid-i kâmillik yaptı. Bu süre içinde ne dünyaya ne dünyalık insanlara yöneldi. Onun tercihi sadece Allah’a kul olabilme özelliği kazanabilmekti. Buna tasavvufta “fakirlik” deniliyordu. Onun dünyevî bir isteği yoktu. Ne kendisi için görkemli bir ev yaptırdı, ne de şatafatlı bir dergâhı vardı. Onun tek bir sermayesi vardı. Onu da şöyle dile getirdi:
“Bu yolda elde ettiğim bütün sermayem, sâdât-ı kirâmı çok sevmiş olmamdır.”
Sohbetlerinden Seçilenler
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri şöyle anlattı:
Tasavvuf yolunu tercih edebilmek, Allah sevgisinden kaynaklanır. Bu sevgiyi Allah Teâlâ, sadece ilâhî bir ikram olarak kullarına bağışlamıştır. Kaldı ki şartlarını yerine getirmek suretiyle Allah’ı zikretmek herkese farzdır.163
Kalp gözü ancak Allah’ı zikretmekle açılır. Zikir esnasında bir mânevî dalgınlık (istiğrak) olursa dikkatli olmak gerekir. Bu hal geçince zikre daha istekli bir şekilde devam etmelidir. Zikirden fayda görebilmek için, zikri bırakmamak gerekir. Çünkü asıl gaye fayda görmektir.
Tüm bu uğraşma ve nefsin zorlanması ahlâkın güzelleştirilmesi içindir. Buna “tehzib-i ahlâk makamı” denir. Bundan maksat, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v), “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim”164 hadisinin sırrına erişebilmek içindir.
Bu zamanda dini tam anlamıyla yaşamak, kolaylıklara yönelmemek (azimet) kolay değildir. Çünkü yapılacak işlerde İslâm’ın tavsiyeleri göz önünde tutulmuyor. Hal böyle olunca özellikle bid‘atlardan kaçınmak, İslâm dininin emirlerine uymak büyük bir ganimet oluyor.
Kerametlerinden Bazısı
Hz. Mazhar efendimiz yanında bir grup müridiyle yolculuğa çıkmıştı. Yanlarında binit ve yiyecek yoktu. Ama dinlendikleri her konaklama yerinde, Allah tarafından önlerinde hazırlanmış yiyecek buluyorlardı.
Bir gün çok şiddetli yağmur yağmaya başladı. Neredeyse fırtına ağaçları devirecekti. Seller yolları kapattı. Hz. Mazhar efendimiz ve müridleri yolda kaldılar. Hz. Mazhar, ellerini kaldırdı ve şöyle dua etti:
“Ey Allahım! Yağmur bize zahmet değil rahmet olsun, âfet olmasın?”
Kısa sürede yağmur dindi. Onlar da yollarına devam ettiler.
Şehadet
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri âhiret yurduna göç etmesine çok az bir zaman kala, vefat edeceği kendisine mâlûm olmuştu. Son günlerinde ilâhî aşkta sonsuzluğa dalmıştı. Her an yüce Allah’ı müşahede ediyordu.
Her zamankinden daha fazla ibadetlere düşkün oldu. Dergâhına gelenlerin sayısı giderek artıyordu. Her namaz vakti elini tutup biat edenlerin sayısı yüzlerce idi. Gelenler görüşebilmek için sıraya geçerlerdi.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri ihtimal en yüce dosta gitme vaktinin yaklaştığını hissetmişti ve şöyle diyordu:
“Artık gönlümde olmasını ümit ettiğim iş kalmadı. Yüce Allah tarafından bana verilen nimetlere fazlasıyla kavuştum. Allah Teâlâ, bana müslüman olma şerefi verdi. İlim nasip etti. Hayırlı işler yapma fırsatı verdi. Tasavvuf yolunda sâdât-ı kirâma hizmet etmek için mürşidlik, tasarruf, keramet, keşif ihsan etti. İlâhî mertebelere ulaşabilmek için ancak tek bir şey kaldı. O da, Allah yolunda şehid olabilmek.
Sâdât-ı kirâmın pek çoğu bâtınî şehidliğe ulaşmışlardır. Mânevî âlemde kendilerini feda etmişlerdir. Bu ise çok yüce bir mertebedir. Bana gelince, ben âciz bir kulum. Allah uğrunda cihad etmeye gücüm yetmez. Bu, benim için oldukça güç.
Halbuki ölüm, yüce Allah’ın huzuruna çıkmaktır.
Halbuki ölüm, Muhammed Mustafa Efendimiz’e (s.a.v) kavuşmaktır.
Halbuki ölüm, bütün kâmil velîlere ulaşmaktır.
Halbuki ölüm, bütün sâdât-ı kirâm ile buluşmaktır.
İşte şimdi ben, bu büyük zatları çok özlüyorum. Hz. Muhammed Mustafa Efendimiz’in (s.a.v) ve İbrahim Halîlullah Efendimiz’in (s.a) yanına gitmek istiyorum.
İşte şimdi ben, Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk Efendimiz’i (r.a) görmek istiyorum. İmam Hüseyin Efendimiz’i (r.a) görmek istiyorum.
Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini, Şah-ı Nakşibend efendimizi, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini görmek istiyorum.
Artık ben, onların hepsine kavuşmak istiyorum.”
Tarih 7 Muharrem 1195 (3 Ocak 1781) ve günlerden Çarşamba idi. Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretlerinin evinin kapısı çalındı. Üç Mecûsî kapıda belirdi. İzin istediler, verildi ve içeri girdiler. Hz. Mazhar gelenleri tanımıyordu. Bu yüzden gelenlere hürmet etmek için yatağından doğruldu. Gelenlerden biri elindeki hançeri kaldırdı. Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretlerinin kalbine sapladı. Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri o zaman seksen dört yaşlarındaydı. Gelenler ilerlemiş yaşını düşünerek şöyle dediler:
“Daha fazlasına dayanamaz ölür.”
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri aldığı darbenin de tesiri ile yere düştü. Ağır yaralanmıştı. Şehrin hâkimi hemen doktor gönderdi ve,
“Bu cinayeti işleyen zanlı veya zanlılar şu an bilinmiyor, ama bulunduğu anda kısas yapılacaktır” dedi.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri şu cevabı gönderdi:
“Eğer bu işi yapanlar bilinir ve bulunursa ben, onlara hakkımı helâl ediyorum. Siz de onları affedin. Allah bu yaradan kurtulmamı murad etmişse elbette şifasını verecektir.”
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri bu olaydan sonra üç gün daha yaşadı. Muharremin onuncu günü Cuma günü akşamı âhirete irtihal etti. Tıpkı neslinden geldiği Hz. Hüseyin Efendimiz (r.a) gibi bir aşure günü… 10 Muharrem 1195 (3 Ocak 1781).
Allah’ın rahmeti üzerine olsun.
Allah Teâlâ bizleri şefaatlerine kavuştursun.
Geride Bıraktıkları
Velîlerden biri rüyasında Kur’ân-ı Kerîm’in yarısının yok olmuş olduğunu ve İslâmî hareketin duraksadığını gördü. Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretlerinin halifesi Şah Veliyyullah hazretleri bu rüyayı şu sözleriyle yorumladı:
“Bu rüya bana anlatılınca, Hz. Mazhar’ın, ‘Bizden sonra bu tarikatın yüksek makamlarına çıkışı duracaktır. Tasavvufa girenler ne kadar yükselirlerse yükselsinler, hal ehli olarak yüksek mertebelere ulaşamazlar’ sözlerini hatırladım. Hz. Mazhar’ın vefatından on altı yıl sonraydı. Halifelerinin müridlerini gördüm. Uzak beldelerde olup da bu yola girenlerin mânevî yaşantılarından sorular sordum. Onlar, şekil olarak bile velîliğe ulaşabilmeyi bir ganimet biliyorlardı.”165
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri ardında nice kâmil velîler bırakarak Hakk’a yürüdü. Onun nurlu elleri ve rahmet nazarları içinde pek çok insan Allah’a vâsıl oldu. Sohbetlerinden ilâhî feyizler aldı. Kalplerinde iman coştu. Hem de dalga dalga…
Geride binlerce kâmil derviş, onlarca mürşid-i kâmil bırakarak irşad nimetini tamamladı. Ama bu nurlu Muhammedî yol bitmedi, tükenmedi, yok olmadı. Bilakis arttı, çoğaldı, büyüdü ve gelişti.



İMAM GAZALİ..İRAN

İMAM GAZALİ..İRAN



ORTADAKİ MEZAR İMAM GAZALİ YE AİTTİR

Büyük İslam alimi, mütefekkir, mutasavvıf, Şafi fakihi. İran’ın Horasan bölgesinde Tus (bugünkü Meşhed) şehrinde doğdu. Orada Ahmed b. Muhammed er-Razekani’den fıkıh okudu. Cürcan’da Ebu Nasr El-İsmaili’den ders aldı. Sonra Nişabur’a gitti ve meşhur Nizamiye medreselerinde Cüveyni’nin derslerine devam etti. Hocasından sonra Horasn ve Irak muhitinin fıkıh , usuli mantık, kemal, cedel ve hilafiyatta en büyük siması oldu. Nişabur’daki öğrenimi sırasında meşhur mutasavvıf Ebu Ali Farmedi hazretlerinden tasavuuf eğitimi aldı. Nizamülmülk ; Bağdat’daki Nizamiye medresesine Gazali’yi tayin etti (1091) Gazali orada büyük alaka gördü. Ancak fikri ve ruhi bir takım sebeplerle 1095 yılında eğitim ve öğretimi bırakarak tasavvufa sülük etti.

SOFU İBRAHİM BABA

SOFU İBRAHİM BABA..SAMSUN


 Halk arasında “Sofu İbrahim Baba” şeklinde anılan türbeye ait herhangi bir kitabe bulunmadığındantürbenin tarihi hakkında bilgi edinilememektedir.


Tarihi ve mimari özelliği olmamakla birlikte Türbe; dört tarafı dikdörtgen şeklinde doğal taşlarla çevrilmiştir. Türbenin içinde kabir ve ağaç bulunmaktadır.

Yöre halkı tarafından evliya olarak nitelendirilen ve korunan Molla Abdullah Oğlu Sofu İbrahim Baba Türbesi hakkında çeşitli rivayetler anlatılmaktadır. Türbe halk tarafından Rıza-i İlahi için veli ziyaretinde bulunmak,hasta olanlar içinde Allah’ın (c.c) izni ile şifa bulmak umuduyla ziyaret edilmektedir.

SOFU BABA

SOFU BABA ..VAN


Van evliyâsından. İsmi MustafaEfendidir. Sofu Baba adıyla meşhûr oldu. Van eşrâfındanAbdullah Tüfekçibaşızâde'nin torunu olup babasının adı Abdurrahmân Efendidir. On dokuzuncu yüzyılın son yarısında Van'da yaşadı. Kabr-i şerîfi İpek Yolu üzerinde olup, ziyâret mahallidir. Kabri yanında kendi adıyla anılan Sofu Baba Câmii vardır.

Mustafa Efendi gençliğinde evliyânın büyüklerinden ve Peygamber efendimizin soyundan olan Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerini tanımakla şereflendi. Tanıması şöyle anlatılır:

Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretleri her sene Van'a gelir, Şâbâniye mahallesindeki câmide halka vâz eder, ilim ve edep öğretirdi. Vâzlarına devâm edenler arasında MustafaEfendi de vardı. Seyyid Fehîm hazretleri sıcak bir yaz günü dersine gelen talebeleri imtihan etmek maksadıyla; "Birisi olsa da Erek Dağından bir tabak kar getirse. Bir karlı su içseydik." buyurdu. MustafaEfendi sessizce bu işe tâlib oldu. Binbir zorlukla kısa zamanda dağa gidip kar getirdi. O zaman Seyyid Fehîm hazretleri ona ismini sordu ve duâ etti. O sırada Mustafa Efendi'de bâzı haller görüldü ve ağlamaya başladı. Gönlü her şeyden boşalıp muhabbetle doldu. Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerine candan âşık oldu. Sonra hocası Van'da kaldığı müddetçe yanından hiç ayrılmadı.

Sofu MustafaEfendi anlatır: Bir zaman Başkale'den Suvar Ağa ile birlikte Van'a koyun götürüyorduk. Dağda müthiş bir tipiye yakalandık. Dağ başında tipi fırtınası bir nevî ölüm demektir. O zaman endişe ile hocam Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerini hatırlayıp gözlerimi kapadım. Bir müddet o halde kaldım. Sonra gözlerimi açtım. Fırtınayı dinmiş gördüm. Daha sonra selâmetleVan'a geldik. Ben burada Seyyid Abdülhakîm-iArvâsî hazretlerine uğradım. Abdülhakîm Efendi beni görünce; "Çok mu korktunuz?" dedi. Ben sükût edince; "Nasıl olsa kurtulurdunuz. Hocasını hatırlayanın ve bağlılığı olanın endişesi yersizdir." buyurdu.

Sofu Baba'nın o târihte ışıklandırma için Arvas'a getirdiği yağ küpünün ve yakılan yağ ile isten kararmış duvarlarının hâlâ Arvas'taki medresede durduğu bildirilmektedir. Seyyid Fehîm hazretlerinin torunu rahmetli Tâhâ Arvas Efendiye, dergâhı ziyâret edenlerce; "Neden bu şekilde bırakıldığı?" sorulduğunda o, Sofu Baba'nın getirdiği küpü göstererek; "Eski mânevî havanın dağılmaması için o zamanki durum silinmesin diye badana yaptırmaya kıyamadık." demiştir.

Sofu Baba'nın sülâlesinden Fehîm isminde birçok zât vardır. Sofu Baba'nın oğlu Sıtkı Efendi onun oğlu Ağabey diye bilinen Abdurrahmân Efendi, onun oğlu Fehîm Efendi, Fehîm Efendinin oğlu ise mahkeme zâbit kâtipliği yapmış olan Necmeddîn Efendidir.

HİÇ DÖNÜP BAKILIR MI HIZIR'A

Seyyid Fehîm hazretlerinin Van'dan ayrılmasından sonra Mustafa Efendi onun hasret ateşiyle sararıp soldu. Kimseye bakmaz ve sokağa çıkmaz olmuştu. Bunun üzerine kendisine Sofu dediler. Sofu Mustafa Efendi bir kış günü annesine; "Anneciğim heybemi hazırlaArvas'a gideceğim." dedi. Annesi durumunu ve hocasına olan derin sevgisini bildiğinden; "Etme oğlum bu karda kışta evden dışarı çıkılmaz. Aç kurtlar seni yerler. Gitme. Bahar yaklaşıyor. Biraz bekle. O zaman gidersin." dedi. Lâkin onun kararlı olduğunu anlayınca, çâresiz heybesini hazırladı. Mustafa Efendi hediye olarak Arvas'ta büyük ihtiyaç olan bir küp kandil yağı da alarak yola koyuldu. Soğuk dondururken, kurtlar yiyecek ararken dağ dere demeyip gece gündüz yola devâm etti. Yol, yüz kilometre kadardı.

Sofu Mustafa Efendi yüksek bir dağ tepesindeyken karşısına biri çıktı ve; "Oğlum! Aç isen sıcak yemek vereyim. Nereye gidiyorsan ben götüreyim." dedi. Genç âşık onunla oturup konuşmadı. Yoluna devâm etti. O devamlı Seyyid Fehîm hazretlerini düşünüyor, onun aşkı damarlarındaki kanı ısıtıyor, kendini ona o kadar yakın hissediyor, karşısındaki hayâlini; "Çabuk gel, seni bekliyorum." der halde görüyordu. Geri dönmek aklının ucundan geçmiyordu. Nihâyet bir akşam vakti Arvas Câmiinde ezân okundu. Seyyid Fehîm hazretleri mihrâba geçmeyip biraz durdu. Halbuki böyle yapmazlar, ezan okununca mihrâba geçer, imâm olur, huzûr içinde namaza dururdu. Talebeleri ve cemâat; "Bunda bir hikmet vardır." düşüncesinde iken Seyyid hazretleri; "Bir yolcumuz geliyor. Kendisi farkında değil ama nerede ise donacak." buyurdu. Hakîkaten biraz sonra kapıdan içeri Sofu MustafaEfendi girdi. Buzdan kardan bir adam gibiydi. Seyyid Fehîm hazretlerinin emriyle papuçlarını ve paltosunu çıkardılar. Sobayı yaktılar. Genç âşık kendine gelince hocasının o mübârek ellerini muhabbet ve eşsiz aşkı ile öptü, öptü. Ağladı öptü. Karada ölümle savaşan, kendini suya atmak için çırpınan bir balığın suya kavuşması, deryâya dalması gibi rahatladı. Herkes bu hâle şaşa kaldı. O zaman Seyyid Fehîm hazretleri âşık gence; "Peki yolda karşına çıkıp, sana yardım etmek isteyeni tanıdın mı? O Hızır aleyhisselâmdı. Niçin yardımını istemedin?" buyurdu. Âşık genç; "Efendim! Tanıdım size selâmı var, ama o anda sizinle öyle bir huzurda idim, kendimi bütün varlığımla size öyle vermiştim ki, Hızır aleyhisselâmla konuşmakta bir fayda görmedim. Ben ona güvenerek değil, aşkınıza tutunarak geliyordum. Her adımda size biraz daha yaklaşıyor, karşımda sizi daha net görüyor, himmetinizi her zerremde hissediyordum. Beni bana bırakmıyordunuz." dedi. Sonra namaza durdular

Susuz Dede

Susuz Dede..izmir






“Susuz Dede”, Cumhuriyet öncesi Aya Agapi (Kutsal Aşk ya da sevgi) adıyla bilinen tepede bulunan ve günümüzde yatıra dönüşen bir mezarın ait olduğu söylenen kişinin halk arasındaki adıdır. Susuz Dede’nin kabri Göztepe semtinde kendi ismiyle anılan Susuz Dede Tepesindedir. Susuzluktan ölmüş bir evliya ya da asker olduğu rivayet edilir. Bu yüzden mezarına su dökülür. Cuma günü burası ziyaretçi akınına uğrar. Adak adayan çoktur. Söylentiye göre Susuz Dede, Hafız Nusret Mehmet Efendi adında bir Bektaşi ermişidir.
20. Yüzyıl’ın başlarında, bir başka söylenceye göre de 19. Yüzyıl’da Horasan’dan gelerek Göztepe’ye yerleşmiş olan bu kişi, civardaki İtalyan Bahçesi’nin Arnavut bahçıvanı ile dost olur. Aralarında yaptıkları sohbetlerde, tepenin güzelliğinden söz ederken, “Ancak suyu eksik” diye de yakınır durur. Arnavut bahçıvan bunun üzerine çok sevdiği arkadaşı için hiç aksatmadan her gün tepeye su taşımaya başlar. Bir zaman sonra Bektaşi hayata veda edince, onu çok sevdiği tepeye gömüp, taşıdığı su ile mezarını her gün sular. Bunu görenler de, su taşıyarak dilek ve su adağında bulunmaya başlarlar.
Susuz Dede, 1960’ların başlarından itibaren özellikle cuma günleri, su taşıyanlarla dolup taşar. Ayrıca sporcularla, fuar zamanı İzmir’e gelen sanatçıların da burayı çok sık ziyarete geldikleri görülür. Son yıllarda Susuz Dede’nin ziyaretçileri arasında üniversite sınavlarına girecek öğrencilerin yoğun biçimde yer aldığı nakledilir. Öte yandan değişik söylentilerde asıl adının Ali olduğu iddia edilen dedenin mezarında, hiç kimsenin gömülü olmadığı da savunulmaktadır. Çok eski zamanlara giden bir başka söylenceye göre de İzmir’in bir başka ünlü yatırı olan Mızraklı Dede’nin kardeşi olarak rivayet edilen Susuz Dede, bir cenkten yaralı döndükten sonra, köyü olan Buca yakınlarındaki Işıklar’a doğru giderken, oldukça sıcak bir yaz günü bu tepeye gelir ve su istedikten sonra da aldığı yaraların etkisiyle hakkın rahmetine kavuşur. Tıpkı Mızraklı Dede gibi, Ciğer Dede ile Kabak Dede’nin de Susuz Dede’nin kardeşi olarak anlatıldığı görülür. Diğer taraftan Tanyu, Mızraklı Dede, Salih ve Yusuf Dede’nin üç kardeş olup, bunlardan en büyüğünün Yusuf Dede olduğunun anlatıldığını kaydeder.

imam cafer-i sadık makamı

imam cafer-i sadık makamı-izmir







24 Şubat 2016 Çarşamba

Satuk Buğra Han

Satuk Buğra Han ..dogu türkistan




Babası; bugün Doğu Türkistan sınırları dahilinde bulunan Kaşgar şehri civarında hükümran olan Karahanlı Devleti hükümdar ailesinden Bezir Arslan Han; onun da babası, Bilge Mangur Kadir Han idi. Soyları, Afrasiyab bin Besen vasıtasıyla Türk bin Yafes bin Nuh aleyhisselama ulaşmaktadır. 829 (H. 245) yılında bir Karahanlı şehzadesi olarak doğan Satuk Buğra Han, babası Bezir Han’ın ölümü üzerine, amcası Oğulcak Kadir Hanla evlenen annesinin himayesinde büyüdü. 12 yaşlarında iken müslüman olmakla şereflenip Abdülkerim ismini aldı. 25 yaşında iken islâm nimetine kavuştuğunu herkese ilan etti. 26 yaşında iken, putperest olan amcasını öldürüp Karahanlı tahtını ele geçirdi. İlk, Müslüman-Türk hükümdarı oldu. 70 yıl hakanlık yaptı. Güzel idaresi, kavminden binlerce kimsenin müslüman olmasına sebeb oldu. 955-956 (H. 344) senesinde, Kaşgar civarında bulunan Artuc kasabasında vefat edip oraya defnedildi.
Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın müslüman olması hususunda, tarihçiler çeşitli bilgiler vermektedir. Bunlardan Müneccimbaşı, “Cami-ud-duvel” adlı eserinde; “Karahanlılardan ilk müslüman olan, Satuk Buğra Kara Han’dır. Onun müslüman olmasının sebebi şöyledir: O, rüyasında bir zat gördü. Bu zat ona; “Müslüman ol, dünyada ve ahırette selamete erersin” dedi. Bunun üzerine rüyasında müslüman oldu. Sabahleyin uyanınca, İslâmiyet’i kabul edip müslüman olduğunu açıkladı. Satuk Buğra Han, vefat edince, yerine oğlu Mûsâ bin Satuk geçti. Bundan sonra onun oğlu Ali bin Mûsâ, sonra bunun oğlu Nasr Arslan hükümdar oldu…” demektedir.
İbn-ul-Esir de, “El-Kamil fit-tarih” adlı eserinde; “Satuk Buğra Han, rüyasında yanına, gökten bir adamın inip geldiğini gördü. Ona Türkçe; “Müslüman ol, dünyada ve ahırette selamet bul” dedi. Bunun üzerine rüyasında müslüman olan Satuk Buğra Han, uyanınca da müslüman oldu” diyerek ondan bahsetmektedir.
Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın müslüman olması hususu, onun adına yazılmış olan “Tezkire-i Satuk Buğra Han” adlı eserde de yer almıştır. Bu eserin muellifinin Ahmed ibni Sa’d-ul-Erganî olduğu rivayet edilir. Farsça ve Türkçe pek çok nüshası bulunan bu esere, sonradan sıhhatli olmayan bilgiler ve efsaneler karıştırılmıştır. Bu bakımdan bu eserde verilen malumat, muteber kabul edilmemektedir.
Abdülkerim Satuk Buğra Han hakkında bilgi veren en önemli kaynak Cemal Karsî’nin yazmış olduğu “Mulhakat-us-surah” adlı eserdir. Cemal Karsî de, Ebu’l-Fütuh Abdu’l-Gafîr ibni Şeyh Ebu Abdullah Hüseyn Fadlî’den rivayet etmektedir. Rivayete göre, Horasan ve Maveraünnehr’de hükümran olan Samanoğulları Devleti hükümdarlarından İsmail bin Ahmed, Nuh bin Esed’in vefatından sonra idareyi ele alınca, Türklerle olan önceki iyi münasebetlerine sadık kaldı. Bu sırada Türklerin başına Satuk Buğra Han’ın amcası Oğulcak Kadir Han geçmişti. Oğulcak Kadir Han’a, İslâm elçileri gelip gidiyordu. Fakat o, elçilerin söylediklerini ve İslâm’a davetlerini kabul etmiyordu. Samanîlerden Nasir bin Ahmed, kardeşleriyle giriştiği taht kavgasında mağlub olunca, Kaşgar’a gelerek Oğulcak Han’a sığındı. Oğulcak Kadir Han, onu hoş karşılayıp himayesine aldı. Yardım ve ikramda bulunup; “Sen evine geldin, ailene kavuştun” dedi. Sonra da Artuc nahiyesinin idaresini Nasir bin Ahmed’e verdi. Semerkand ve Buhara’dan gelen kafileler, Artuc’da yiyecek ve çeşitli mallar satıyorlardı. Nasir bin Ahmed, Artuc’da bulunduğu sırada, kendisini himaye eden Türk hakanı Oğulcak Kadir Han’a kıymetli hediyeler vererek, onun gönlünü kazanmaya çalıştı. O zaman müslüman olmayanlar, yiyecekleri ve giyecekleri memleketin bir yerinde topluyorlardı. Bunlardan istifade edebilmek, ancak onlarla yakınlık kurduktan sonra mümkün oluyordu. Nasir bin Ahmed, bir ara Oğulcak Kadir Han’a müracat edip, ondan, cami yapmak için öküz derisi genişliğinde bir yer istedi. Oğulcak Kadir Han bu isteğini kabul etti. Nasir bin Ahmed de, bir öküz kesti. Bu öküzün derisini ince ince dildi. Metrelerce uzunlukta sırım yaptı. Sırımın çevrelediği yer kadar toprağa sahib oldu. Sonra da kendisine verilen bu küçük yere bir cami yaptı. Bu yer Artuc Camii’nin bulunduğu yerdir. Onun bu zekasına, insanlar hayret ettiler.
Bu sırada Oğulcak Kadir Han’ın yeğeni Satuk Buğra Han, güzel simalı, zeki, akıllı ve fasih bir lisan ile güzel konuşan on iki yaşlarında bir genç idi. Artuc’a gelip giderken Nasir bin Ahmed’le tanıştı. Zaman zaman onunla gizlice görüşüp, İslâmiyet hakkında bilgi aldı. Kalbinde İslâmiyet’e karşı sevgi ve muhabbet hasıl oldu. Arasıra Buhara’dan gelen kafileleri görmek için Artuc’a giderdi. Yine bir defasında Artuc’a gitmişti. Nasir bin Ahmed, Artuc’a gelen ticaret kafilesine gayet hoş muamele ve ikramda bulundu. Öğle vakti olunca, müslümanlar öğle namazını kılmak için abdest alıp namaza gittiler. Satuk Buğra Han, bu sırada henüz müslüman olmamıştı. Fakat, müslümanların namaz kılması hoşuna gitti. Niçin namaz kıldıklarını merak edip, sebebini Nasir bin Ahmed’den sordu. O da; “Bizim üzerimize her gün beş vakit namaz kılmak farzdır” dedi. “Bunu sizin üzerinize kim farz kıldı” deyince, Nasir bin, Ahmed; “Allahü teâlâ farz kıldı” deyip, Satuk Buğra Han’a îmanı, İslâm’ı anlatmaya başladı. Sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselamm, Eshab-ı kiramın ve müslümanların üstün hallerinden bahsetti. Sonra da; “Allah’dan başka ilah yoktur. İbadet ancak O’na yapılır. Muhammed aleyhisselam emin ve sadık bir peygamberdir. İnsanların her bakımdan en üstünüdür. O’ndan başka tabi olunacak bir kimse yoktur. O’nun getirdiği din olan İslâmiyet’ten de güzel bir din yoktur” dedi. Satuk Buğra Han’ın kalbinde îman nuru parladı. İslâmiyet’i kabul ederek müslüman oldu ve Abdülkerim isrnini aldı. Bu hadiseye Oğulcak Kadir Han’dan gizlediler. Bu arada, Satuk Buğra Han, Kur’ân-ı kerirni ve İslâmiyet’i öğrendi. Amcası Oğulcak Kadir Han’ın, bu durumun farkına varmasından çekiniyordu. Bundan sonra, yakın akrabasından elli kişinin müslüman olmasına vesile oldu. İslamiyet’i kabul eden bu elli kişilik grup, genç Türk şehzadesi Satuk Buğra Han’a tabi oldu. Oğulcak Kadir Han ise Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın müslüman olduğundan şüphelenerek, durumu incelemeye başladı ve peşine adam taktı. Bunlar, Satuk Buğra Han’ı gizliden gizliye takib edip, durumu araştırıyor, ne yaptığını anlamaya çalışıyorlardı. Bir defasında onun abdest alıp namaz kıldığını gördüler. Durumu Oğulcak Kadir Han’a bildirdiler. Oğulcak da onun müslüman olduğunu çevresine ve annesine bildirdi. Oğulcak Kadir Han bu hadiseden sonra, Abdülkerim Satuk Buğra Han’ı bizzat kendisi de denemek istedi. Bg maksadla ona, puthaneyi tamir etme vazifesini vermeye karar verdi. Bu durumu annesi haber alınca, oğlu Abdülkerim Satuk Buğra Han’ı haberdar etti. Amcasının kendisini denemek istediğini ve herkesten çok çalışrnasını söyledi. Nihayet Oğulcak Kadir Han bu hususta emir verince, Abdülkerim Satuk Buğra Han derhal çalışmaya başladı. Zaten Nasir bin Ahmed ona bu hususta gerekli telkinlerde bulunmuş; “Şimdi puthane olarak yapılır, sen sonra orayı camiye çevirirsin” demişti. Abdülkerim Satuk Buğra Han, puthanenin tamir işinde gayretle çalıştı. Herkes birer birer kerpiç taşırken, o ikişer ikişer taşıyordu. Bu çalışması sırasında bir taraftan da dua ediyor; “Ey yüce Allah’ım! Eğer bana, din düşmanlarına ve sana iman etmeyenlere karşı yardım edersen, beni, İslâmiyet’in yayılmasına, senin isminin yüceltilmesine vasıta kılarsan; ben elbette bu puthaneyi mescid yaparım. Senin kulların, orada sana ibadet etmek için toplanırlar. Sana ibadet etmek için orada bir mihrab ve seni sena (yüce ismini anmak) için bir de minber yaparım. Bundan sonra sadece senin rızan için ezan okur ve kendim imam olurum” diyordu.
Abdülkerim Satuk Buğra Han yirmi beş yaşına geldiği sırada, İslâm ilimlerini iyice öğrenmişti. Müslüman olduğunu açıkça etrafına îlan etti. Bundan sonra da, hâlâ müslüman olmak şerefine erişemeyen ve Karahanlı Devleti’nin başında bulunan amcası Oğulcak Kadir Han ile mücadeleye karar verdi. Bir gün, yanına inananlardan elli kişilik bir süvari grubu alarak ava gitmek maksadıyla yola çıktı. Yegag Balık adlı beldeye varınca, şehrin kalesini kuşattı. Bu kuşatma üç ay sürdü. Bunu haber alan Oğulcak Kadir Han, ona karşı derhal harekete geçti. Bu sırada, Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın etrafında üç yüz kadar Kaşgarlı süvari toplanmıştı. Oğulcak Kadir Han ile Fergana savaşını yaptı. Bunu takib eden günlerde, taraftarları bin kişiye yükseldi. İlk fethettikleri yer de Atbaşı oldu. Sahib olduğu üç bin kişilik atlı bir orduyla Kaşgar üzerine yürüyüp, orayı da fethetti. Amcası Oğulcak Kadir Han’ı öldürdü. Kaşgar’da kendisine karşı çıkan asîleri ağır bir yenilgiye uğrattı. Kaşgar halkını İslâm’a davet etti. Onlar da müslüman oldular. Kaşgar’dan sonra Bormekik şehrini de aldı. Memleketin idaresini ele geçirip, ülkesinde İslâmiyet’i sür’atle yaydı.
Abdülkerim Satuk Buğra Han, müslüman olduktan sonra, Allahü teâlânın rızası için cihada başladı. Türk ülkelerinde İslâm’ı yaydı. Zaferler kazandı. Büyük bir mücahid ve cihangir oldu ve her tarafta tanındı. Doğru olarak öğrendiği İslâm dinini hiç saptırmadan Ehl-i sünnet alimlerinin bildirdiği gibi yaydı. Bu, onun en büyük meziyeti ve hizmeti oldu. Onun vesîlesiyle Türklere İslâmiyet saf bir şekilde; Peygamber efendimizin bildirdiği, Eshab-ı kiramın ve Tabiînin aynen naklettiği Ehl-i sünnet itikadına uygun olarak ulaştı.
Abdülkerim Satuk Buğra Han, Türklere İslâmiyet’i anlatıp yaymakta fazla zorluk çekmedi. Türklerin bazı örf ve adetleri İslâmiyefe uygunluk gösteriyordu. Zaten Türkler, Nuh aleyhisselamın oğullarından müslüman olan Yafes’in neslinden geliyordu. Yafes, mü’min idi. Evladı çoğalınca, onlara reis oldu. Hepsi, dedelerinin gösterdiği gibi, Allahü teâlâya ibadet ederdi. Yafes nehirden geçerken boğulunca, Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerini tuttu. Bunun evladı çoğaldı. Nesline Türk denildi. Bu Türkler, ecdadı gibi müslüman, sabırlı, çalışkan insanlardı. Bunlar, zamanla çoğalarak Asya’ya yayıldı. Başlarına geçen bazı zalim hükümdarlar, semavî dini bozarak, puta taptırmaya başladılar. Bunlardan, bugün Sibirya’da yaşayan Yakutlar, hâlâ puta tapmaktadır. Dinden uzaklaştıkça, eski medeniyet ve ahlâklarını da kaybetmişlerdi. Hele Hunlar ve onların reislerinden Atilla, dinsizliği ve zulmü ile Allah’ın gadabı ismini almıştı. İslâm güneşi, Mekke-i mukerremeden doğarak, ilim, ahlâk ve her türlü fazilet ışıklarını dünyaya saçınca, Romalıların, Asya’ya kadar yayılan sefahat ve ahlâksızlıkları ve Asya’yı, Afrika’yı kaplamış olan dinsizlik, cahillik ve vahşet altında yetişmiş diktatörler, sömürdükleri insanların İslâmiyet’i işitmelerine, anlamalarına mani oldular. Bu engeller kılıc gücü ile ortadan kaldırıldı. Türk hakanları, asaletleri ve uyanık olmaları sebebi ile islamiyet’in işitilmesine mani olmadılar. Türk’ün asaleti ile İslâmiyet’in şerefi bir araya gelmeden önce, Asurîler Türkistan’a girerek, Türkleri, güneşe, yıldızlara tapınmaya alıştırmıştı. Tan yeri ağarınca, güneşe tapınırlardı. Bu sebepten, güneşin ismi, tanyeri ve nihayet tanrı oldu. Türkler sonradan tekrar iman ile şereflenip, büyük gruplar halinde müslüman oldular. Sapıklık zamanında uydurdukları tanrı ismini kullanmaz oldular. Kur’ân-ı kerîmde bildirilen; “Benim ismim Allah’dır. Beni Allah diye çağırınız. Allah diye ibadet ediniz. Allah diye yalvarınız!” meâlindeki muteaddid ayet-i kerîmelere uydular. Bu bakımdan Allahü teâlâya, kendi istediği ismi söylemeyip de, inanmıyanların, O’nun en sevmediği mabudlarına koydukları tanrı ismi ile O’nu çağırmanın yanlış ve uygunsuz olduğunun şuuruna vardılar.
Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın müslüman olmakla şereflenmesi ve ülkesinde İslâmiyet’i yayması, Türk Tarihi’nin en büyük ve en güzel hadiselerinden biridir. Daha önceden, Oğuz ve Kalag Türkleri arasında müslüman olan gruplar olmuşsa da, devlet olarak İslâmiyet’i kabul eden ilk Türk boyları Karahanlılar ve İdil Türkleri olmuştur. Türkler devlet olarak müslüman olduktan sonra, İslâmiyet’in bayrakdarlığını yapıp dünyanın dört bir tarafına yaydılar. Eshab-ı kiramdan sonra tarihte nadir görülen hizmetler yapıp, din uğrunda cihad ettiler. Sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın bildirdiği İslâmiyet’i, Ehl-i sünnet îtikadını; Karahanlı Türkleri, Türkistan’da; Gazneli Türkleri, Hindistan’da; Oğuz, Selçuklu Türkleri, Anadolu’da ve tarihin en muhteşem müslüman Türk devleti olan Osmanlılar da üç kıtaya yaydılar. Böylece müslüman Türkler, İslâmiyet’e bin yıldan fazla bir zaman hizmet ettiler. Abdülkerim Satuk Buğra Han, Karahanlıların başına geçip hükümdar olduktan sonra, kendisinin müslüman olmasına vesile olan Samanîlere de yardımda bulunmuştur. İbn-i Haldun’un “El-iber” add eserinde ve Cemal Karsî’nin, “Mulhakat-us-Surşh” adlı eserindeki rivayete göre 915 (H. 303) senesinde Hasan ibni Kasım Ed-Daî tarafından Cürcan’a vali tayin edilen Leyla bin Nu’man, Samanîlere karşı isyan etmişti. Etrafına da şiîleri toplamıştı. Samanîler, Abdülkerim Satuk Buğra Han’dan yardım istediler. Samanîlerin kendi orduları Horasan’da başlayan isyanı bastıramamış, asilere yenilmişti. Şiîler, büyük bir ordu ile Horasan’ın merkezi olan Nişabur’u işgal etmişlerdi. Samanîlere yardım etmek üzere hareket eden Abdülkerim Satuk Buğra Han, 921 (H. 309) yılında Leyla bin Nu’man’ın karşısına çıktı. Bu sırada Amid şehrinde bulunan Leyla bin Nu’man’ı mağlub edip yakaladı ve idam ettirip başını Buhara’ya gönderdi.
Abdülkerim Satuk Buğra Han, daha sonra yaptığı savaşlarda; Yagma, Çiğil, Oğuz kabilelerinin yerleşmiş bulunduğu Türkistan şehirlerini birer birer ele geçirdi. İslamiyet’i yayma hususunda, meşhûr alimlerden olan Ebu’l-Hasen Muhammed bin Süfyan Kalamati Horasanî’den çok istifade etti. Ayrıca Karahanlılar Devleti’nin doşu kısmına hakim olan Büyük Kağan, Çinlilerden yardım alarak 942 (H. 332) yılında Abdülkerim Satuk Buğra Han’a karşı savaş açtı. Abdülkerim Satuk Buğra Han müslümanların yardım ve desteğiyle, onunla Balasagun savaşını yaptı ve galib geldi.
Abdülkerim Satuk Buğra Han’dan sonra, oğulları devrinde de ülkesine pek çok İslâm alimi gelip, İslâmiyet’i doğru olarak anlattılar ve yayılmasına çalıştılar. Kendisinden sonra Mûsâ Tunga adında bir oğlu yerine geçti. Bundan sonra da bunun oğlu Beytar Süleyman Arslan hükümdarlık yaptı. Başka oğulları ve kızları olduğu da rivayet edilmiştir.
1) Mülhakat-üs-Surah (Cemal Karsî), (nşr. V. Bartold, st. Petersburg) sh. 130, 135
2) Câmi-üd-düvel; sh. 240, 1030
3) El-Kamil fit-tarih
4) El-İber (İbn-i Haldun); cild-4, sh. 339
5) Rehber Ansiklopedisi; cild-17, sh. 147 cild-9, sh. 249
6) Kaşgar Tarihi (Mehmed Atıf), İstanbul 1300, sh. 52

Sultan Sarı Baba

Sultan Sarı Baba – Denizli





Sarayköy ilçesine bağlı Tekke Mahallesi’nde bulunan Sultan Sarı Baba Türbesi’nin 18. veya 19. yüzyılda yapıldığı düşünülmektedir. İslâmiyeti yaymak için Horasan’dan Anadolu’ya gelen velîlerden. Doğum ve vefât târihleri kesin bilinmemekte olup 13. yüzyılda yaşadığı tahmin edilmektedir.
Türbe yapısı, orijinalinde birbirine bitişik iki sekizgen planlı odadan meydana gelmektedir. Ancak bilinmeyen bir tarihte yapılan tadilatla giriş kısmı değiştirilmiştir. Duvarları karkas tekniği üzerine taş malzeme ve harçla yapılmıştır. Yapının çatısı kiremitle kaplıdır. Çatı saçağı kademeli yapısıyla dikkat çekmektedir. Türbenin giriş kısmı üç ahşap sütun üzerine oturtulmuş 2 adet Bursa kemerine benzer kemere sahiptir. Giriş kapısı oldukça alçak bir noktada olup ahşaptır. Giriş kapısının iki yanında 1’er adet yekpare taş söve vardır. Kapının üzeri kilitli taşlardan yapılmış basık kemerle çevrilidir. Sanduka odasına, türbedar odasının içinde bulunan oldukça alçak bir kapıdan girilmektedir. Sanduka odasının tavanı; ortasında iç içe yerleştirilmiş yıldız motifleri bulunan işlenmiş ahşap plakayla süslenmiştir.
Her yıl çok sayıda kişinin ziyaret ettiği Sultan Sarı Baba Türbesi, 2012 yılında aslına uygun şekilde restore edilmiştir.
Fotoğraf ve Metin için Kaynak ;
Denizli Kültür Envanteri , Denizli Belediyesi , 2014 , sy 90
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2

Toprak Baba


Toprak Baba..çankırı


Toprak Babanın kim olduğu, doğum ve vefat tarihleri hakkında bilgi yoktur. Anlatılanlara göre Çankırı Fatihi Emir Karatekin’in damadıdır. Çankırı’nın fethi sırasında kumandanlık yapmıstır. 4.29×2.21 boyutunda ve 1.99 m yüksekliğinde olan türbe üç bölümden oluşan
basit bir yapıdır.
Rivayete göre ; Tekke ve zaviyelerin kapatıldığı yıllarda, belediye türbenin olduğu yerde yol geçirme çalışmasına başlamis, yol yapımı sırasında işçilerin başına türlü
kazalar gelince yol yapımı durdurulmuş. Başka bir anlatıda da türbe yıkılmış ve bir hayırsever tarafından onarılmış. İşin sonuna doğru gelindiğinde hayır sahibi maddi sıkıntıya girmiş. Bütün parasını harcamış inşaat malzemesi alamayacak duruma düşmüş. Türbeyi yapan usta alçıya ihtiyacı olduğunu söylemiş. Bunun üzerine ne yapacağım şaşıran hayırsever türbenin başına giderek ”Ya mübarek alçıyı da mı bulamıyorsun, ben bu kadar yapabildim” diyerek serzenişte bulunmuş ve türbeden ayrılmış. Yolda alçı taşıyan bir araba île karşılaşmış. Arabacı ” Sana alçı gönderdiler, gel yardım ette beraber indirelim” demiş. Hayırsever merakla alçıyı kimin gönderdiğini sormuş. Arabacının verdiği isimi bütün aramaları rağmen bulamamis.