KARIŞIK

23 Şubat 2016 Salı

Baş Köylü Hasan Efendi ...tunceli

Baş Köylü Hasan Efendi 
dersim


Baş Köylü Hasan Efendi




BAŞKÖYLÜ HASAN EFENDİ'NİN KISA ÖZ YAŞAMI


Mürşidim Başköylü Hasan efendi,kendi deyimiyle Hasani Sani Miladi 1896 yılında Çayırlının Başköyünde dünyaya gelmiştir. Annesi İsmet Ana Babası ise Kureyşan Ocağından Kamber dede (Ağa) dir. 51. göbekten Hz Ali Keremullahı vecheye dayanan şecerenamesini vardır
Devrinin Rüştiye yani ortaokulundan mezun olan Hasan Efendim eğitmenlik yapmıştır.
Dersimin Ovacık ilçesinde Şeh Ahmet ocağından el aldığı bilinmektedir. Gençlik yıllarından itibaren kendini tasavvufi alanda yetiştiren Efendim zahir ve batin ilimleri alanında devrinin önemli seyitleri arasında yer almıştır. Halil Öztoprak,Aşık Veysel ve Noksani baba gibi saygın Alevi simalarıyla sohbetler düzenlemiş ve Noksani baba ile atışmalarda bulunmuştur.
Bir nefesinde 21 yaşında evlendiğini söylemektedir Hasan Efendi . Eşi Kavaklı mezrasından Yusuf ağanın kızı olan Elif anadan 6sı erkek 5i kız 11 çocuğu dünyaya gelmiştir. Bütün yavrularını çocuk yaşta kaybeden Hasan Efendim bu durumu bir nefesinde şöyle dile getirmektedir. Millet kulağınıza koyun sözümü / Size bağlamışım doğru özümü / Kurban verdim oğlum ile kızımı / Yazıyı yazın mezarım kaybolmasın.

Bu durumda Allaha sitem eden Efendim derki ‘ Ey Allahım sen bana verdin bu yavruları bende sana geri verdim artık seninle bir alıp vereceğimiz kalmadı.’ Bütün evlatlarını kaybeden Hasan Efendim Kardeşinin oğlu Kamber dedeyi daha küçük yaşından itibaren kendisine evlat edinerek kendisinden sonra Kamber (Ağa) dedeye el vermiştir. Daha 24 yaşından itibaren bu fena mülkünün zevki sefasından el etek çekerek kendini Hakka adamıştır. Hakkı kendine yar etmiş gönüllere sultan olup Dersim,Erzincan,Elezığ,Erzurum ve Sivas illerinde Namu Nişan bırakmıştır. Binlerce gönüllere taht kurmuş gittiği her yerde Evliyaullah olarak saygı görmüş kendisine gönül verenler önünde tazim ile eğilmişlerdir.
Düzgün Baba,Büyük Çeşme ve Ağır (AYGIR) gölü ziyaretlerinde aylarca yaz kış demeden hizmet etmiş nefsini kendine kul etmiştir. İkrarına sadık bir gönül dostu olarak Ehli Beytin davasını güder olmuştur. Kendisini tanıyanlar cemalini görmekle şeref bulanlar Efendimin kerametlerini bir huşu ve edep içerisinde göz yaşlarına boğularak ilahi bir vecd ile anlatmaktadırlar. Bizzat bu kerametlerinden birine şahit olan amcamın buna dair ve diğer canların bizlerle paylaştıkları anılarını siz değerli canlarla paylaşacağız.
Dünyadan el etek çeken Efendim eşi Elif anadan batin mahkemesi kararı ile ayrılmak ister. Lakin batin mahkemesi efendimin bu istemini haksız bularak nikahına yani elif anaya dönmesi için karar verir. Bu emir üzerine Hasan Efendim Elif anaya gider elini öper kendisini affetmesini diler. O günden itibaren Elif anaya ayrı bir muhabbetle bağlanır ve her gittiği yere Elif ana ile beraber gitmeye gayret eder.
Ehl-i Beyt muhiplerini tek tek,köy köy gezerek ziyaret eder fakirlerin,yoksulların ve yardıma muhtaç durumda olanların elinden tutar sevenleri tarafından kendisine verilen Hakullahı muhtaç durumda olanlarla paylaşır ve bunuda bir gizlilik içerisinde yapar.

19 nisan 1950 de pasaport alıp aynı yıl içinde Hacca giden Efendi bu seyahat esnasında çeşitli kerametler gösterdiğini beraberinde giden yol arkadaşları sunniler dahil dilden dile anlatmaktadırlar.
1 Temmuz 1973 tarihinde ebediyete rıhleti dahi yine bir kerametiyle vuku bulmuş ve ebedi istirahatgahı olan şimdiki türbesinin bulunduğu Başköyde sırlanmıştır.
Himmeti üzerimizde hazır nazır olsun bizi dergahi Aliden nasipli olanlardan eylesin. Biz sana gönül verdik bağlanıp ikrar eyledik bizi hizmetine ve ikrarına bağışla ey gönlümün sultanı Efendim.




BAŞKÖYLÜ HACI HASAN EFENDİDEN NASİHATLER


1- Her ne ararsanız doğuştadır. Yaradılışın kapısı ana babadır,ana ve babayı sevmeli,riayet,hürmet ve hizmet etmeli
2- Doğum kapısı Hak kapısıdır. Bu kapıdan doğup gelenler,Hakkın varlığını ispat etmişlerdir. Doğumda olan sevgi Hak sevgidir. Sevilen sevgide her iki tarafın birbirlerine karşı doğru olmasını,nikahına sadık,namuslu ve vijdanlı olmaları lazımdır.
3- Nefse tabi olanlar,anaya babaya karşı asi olup,ana baba sevgisini kaybedenlerdir.Ana babadan dua alanlar cennetliktir.
4- Hakkın emri ile doğan evlah Hakk ile bir doğar. Anasını babasını hakk bilir.
5- İnsan cenneti cehennemi kendi evinde kazanır. Cennet cehennem karı koca arasındadır.
6- Cenabı hakkın cennet cehennemini kendinizde mevcut görün. Rahmanda,şeytanda,Hakta,Na Hakta cümle mevcudat insandadır.
7- Hak cemalini görmek isteyenler aynada kendi yüzüne baksın. Hakkın emri rızasını tutan insanda kendisini ispat eder.
8- İnsanın dünyaya gelmesindeki maksat yaşamındaki imtihanı kazanıp insanlığını ispat etmesidir. İnsanlara insanlığını tanıtan dünyadır.
9- İnsanlardaki alacalığı anlamak için insanın isteğine,sürecine gidiş hattına bakmalı,bunlar iki dilli,iki ağızlı,iki yüzlü karıştırıcı riyakarlar olup en doğru sözleri yalan ve isnattır. Yeminle her kesi kandırır.
10- İnsanı ve hayvanı birbirinden ayıran tavır ve davranışlarından belli olur. Buda doğruluk üzerinde ispat olur. Doğrulukta namus ve vijdanla ispat olur.
11- Bir insanın saflığından istifade etmek,kul hakkı yemektir. Kul hakkı yemekle kul olunurmu?
12- Gerek kadın gerekse koca edeplerini başka yerlerde açarlarsa bunlardan doğanlar azgın olur.
13- Af katiyyen yoktur. Hayrı hasanetle günahlar aff olursa mazlumların hak ve hukuku kaybolur.
14- Cümle insanlar birbirine kardeş bacıdır. Birbirine hile,fırıldak,yalan,hilebazlık olmaya. Birbirlerine karşı özü sözü doğru olmalıdır.
15- Anadan doğma ile insan olunmaz. İnsan özü,sözü.izi bir olmazsa hayvan sayılır. İnsanı hayvan eden kötülüklerdir.
16- İnsana namustan başka yar,vijdandan başka dost yoktur. İnsanın iyisi ve kötüsü namus ve vijdanıyla ispat olur.
17- Karı koca arasında mahremiyeti ile edebi sadece kendi aralarında bir sır olarak kalmalıdır.
18- Dost dostun malını,kazancını,namusunu korumak,kollamak boynuna borçtur.
19- Kanun ve adalet üzerinde hakkınızı arayınız.
20- İkrara sadık olanların canı cananı bir;Özü,sözü,yüzü,izi bir olup birbirlerine kardeş bacıdırlar.
21- Vurucu,kırıcı,cebri kuvvet,kanlı kinli olanlar kurt oğlu kurttur.
22- Vucududa kaybetme,yakma,çürütme ve öldürme. Oluru olmazı,sağı,çürüğü birbirine katmayın. Vucudunuzu hakkın emrine uydurun. Hakkın emri rızasında olan vucut hiç bir zaman ölmez.
23- İnsanı şeytandan ve hayvandan ayırmak için sürek ve isteklerine bakın. Bunların hal ve kareketleri hayvana benzerse hayvandır,benzemiyorsa insandır.
24- Bir olmayan söz,öz,yüz,iz çürüktür.
25- Haksızlık edip,ibadete gidenlerin yolu doğrudan doğruya cehenneme giden sürgünlerin gittiği yoldur.
26- İnsan kimdir? İnsanın özü,sözü,izi yolu birdir. Bir insan söylediği söze sahip olursa yalan söylemezse,zina etmezse daima doğru olanı yapar ve söylerse,haksızlık hırısızlık yapmadan,evrensel insan haklarını vıjdan hukuku ile koruyorsa,fırsat düştüğü zaman istifade gözetmiyorsa,kul hakkı yemiyorsa işte o insan Allaha varmıştır.
27- Vijdan terazisinde kendisini tartmayan insan değildir,mahlukattır.
28- Birlik dost ve kardeş evidir. Ayrımcılık,düşmanlık husumet ve ikilik evidir.
29- Sahipsiz ne olursa olsun azgın olur. Kuran ve incil azgınların eline geçti kendilerine göre uydurdular. Uyduranlar Kurana ve incile uymayanlardır.
30- Döğüş,kavga,yalan,zina,isnat,fitne,küfür,kalbi kara olan insanlar ne fenalık etmişse kendilerine etmişlerdir. Karşınızdaki adamın size yaptığı küfür ve fenalığa sabredin. Sabreden insanlığını ispat etmiş demektir. Sabır etmeyen küfür etmiş gibi olur.
31- İnsan insanın rahmanıdır,insan insanın şeytanıdır. İnsanlar azdı,doğruluktan ayrılıp şeytan yoluna saptılar.
32- Allah hırs nefs ve tamah ile kullarını imtihan ediyor,nefsini öldürene ne mutlu.
33- Ana yol Fatımadır ve şefaatkani Fatımadır. Fatımasız yol zulmettir. Baba-dede yolu zulümata düştü. Yolsuz kanunsuz oldular,onlarda şefaat kalmadı.
34- İbadet hakkın emri rızasıdır,doğruluktur. Zira Allahın duaya ibadete ihtiyacı yoktur. Namusuna vijdanına sahip olup,doğru olanlar muhtaçtır. Bire bağlı olanlara bağlıdır.
35- Hakkın emrine tabi olup,rızasından gelenler;eline,diline ve beline gözleri görmez,kulakları duymaz,ayakları tutmaz,elleri oynamaz. Bunlarda kötü hal,bet muamale,fena fiil yoktur. Bu insanların hal ve hareketleri Hakkın emri rızasıdır.
36- Ademin dini,mezhebi Allah’ın rızasıdır. Başka din mezhep yoktur.
37- İradesine hakim olan,doğru yola bağlı,kul hakkı yemeyen,haksızlık,hırsızlık etmeyen,görmediğini görmüş şeklinde konuşmayan,bu gavur bu Kızılbaş diyerek ,nsanlar arasına ayrımcılık sokmayan,Hak çalışıp Hak kazanan,Hak alıp veren,doğru oturan,doğru kalkan,doğrulardan doğru doğar. Doğrudan doğan Hak,kanun ve adalettir.
38- Ben dünyada şu tip avanağa çok acırım doğru olan emri tutmuyor,gayretimi çekiyor, beyhude yere emek çekmektedirdir.
39- Nikah yerin göğün direğidir. Namusa vijdana sahip ol,namus ve vijdan gösterir doğru yolu.
40- Kimseye kuyu eşme düşersin,her kes ettiğini bulur.
41- Cennet dediğiniz kız evlat ayalimdir.
42- Her kes aslı nesli ile sorulur.
43- Aleviye zulüm ettirenlere kalmaz. Mazlumların ahı cebeplerden sorulur.
44- İşleğinize süreğinize hile katmayın. Artık alıp eksik satmayın.
45- Ayrımcılık yapanlar lahnettir,oynaş edenler ittir,kancıktır.
46- Hakkın emri ikrar iman yoludur.
47- Hakkın emri imam Hasandadır. Fatımadır imam Hasanın özü. Yer gök yok iken bu yol var idi. Cümlesi cümleye kardeş yar idi.
48- Sır karı koca arasında gizlidir. Sır insanlara mahsus edep hayadır.
49- Edep haya açılırsa yüz kara olur,şeytani nefs arar seni bulur.
50- Taliplerin hak yolu kardeş bacıdır. Kardeş bacı bilmeyen zehirden acıdır.
51- Kapı Fatımadadır,Fatımadan açılır. Talip olan Fatıma kapısından yola girer.
52- Şeriat namaz ile oruç ile değil,Hakkın cemaline didarına eğil. İnsan olan Hakkı kendisinde bilir.
53- İnsan olan Hakkın emri ile örtünmelidir. Hayvan olan açıkm saçıktır.
54- Size son sözüm,Allah emrini tutmayana Allah düşmandır. Allahın her çeşit kötülüğünüzü affedeceğini sanmayın. Bunun için daima Allahtan korkmalısınız. Sonra siziide sizden önce gelen dünyalılar gibi yok eder.


SEYİT HASAN EFENDİNİN ŞECERENAMESİ

Hz İmam Ali
Hz İmam Hüseyin
Hz İmam Zeynel Abidin
Hz İmam Muhammed Bakır
Hz İmam Caferi Sadık
Hz İmam Musa-i Kazım
Ve onun oğlu Seyit İbrahim Mücap
Ve onun oğlu Seyit Musa-i Sani
Ve onun oğlu Seyit Hacı Bektaş
Ve onun oğlu Seyit Yunus
Ve onun oğlu Seyit Hacı İsmail
Ve onun oğlu Seyit Hacı Hüseyin
Ve onun oğlu Seyit Hacı Muhammed
Ve onun oğlu Seyit Hacı Abdülkadir
Ve onun oğlu Seyit Hacı Halil
Ve onun oğlu Seyit İbrahim Ekber
Ve onun oğlu Seyit Cafer
Ve onun oğlu Seyit Aziz
Ve onun oğlu Seyit Mustafa
Ve onun oğlu Seyit Hasan
Ve onun oğlu Seyit Mikail
Ve onun oğlu Seyit Hacı Mahmudi Hayrani (Haci Kureyş)
Ve onun oğlu Seyit Abdullah
Ve onun oğlu Seyit İsmail
Ve onun oğlu Seyit Mahmut
Ve onun oğlu Seyit Hacı Yusuf
Ve onun oğlu Seyit Hasan
Ve onun oğlu Seyit Ali
Ve onun oğlu Seyit Abdu Kesir
Ve onun oğlu Seyit Hüseyin
Ve onun oğlu Seyit İbrahim
Ve onun oğlu Seyit Mustafa
Ve onun oğlu Seyit Muhammed
Ve onun oğlu Seyit Ahmed
Ve onun oğlu Seyit Halil
Ve onun oğlu Seyit İbrahim
Ve onun oğlu Seyit Mahmut Çıralı
Ve onun oğlu Seyit Seyip
Ve onun oğlu Seyit İbrahim
Ve onun oğlu Seyit Hasan
Ve onun oğlu Seyit Yusuf
Ve onun oğlu Seyit Hakkı
Ve onun oğlu Seyit Kamer Ağa
Ve onun oğlu Seyit Kör Ali Ağa
Ve onun oğlu Seyit Yusuf Ağa
Ve onun oğlu Seyit Gali Ağa
Ve onun oğlu Seyit İbrahim Ağa
Ve onun oğlu Seyit İbrahim Namı diğer Kamber Ağa
Ve onun oğlu Seyit Hasan Efendi (Hasani Sani)
Ve onun oğlu Seyit Kamer (Ağa )dede

Bu şecerenamede dikkatimizi çeken esas konu Hacı Bektaş ismi ile geçen kişinin tarihte bilinen Hacı Bektaş Veli olup olmadığıdır. Tarihi olarak bakarsa bu mümkü gözükmemektedir.
Prof 1400 Nazmi Nizami Sakallıoğluda aynı görüştedir.








YOK DEDİLER

Yer,gök yok iken biz var idik
Varın emriyle sır gömleğini giydik
Nikahımız kılındı ervahı ezele erdik
Rahmet deryasından gayrı yok dediler

Mekanımız oldu Rahimi Rahman
Otuz hurufiyle heceyi Kuran
Başımızda tacı belde kemeri nuran
Kalbimiz Furkandır başka yok dediler

Cennetde kubbemiz nur ile ışık
Doğurduk,doğduk sallandı beşik
Adem gördü onun için oldu beşik
Kubbeye girmeye yok yok dediler

Hakk ile mekanda oldu kararımız
Kul olmuşuz ona var ikrarımız
Yaptık yoğurduk verdi fermanımız
Bu dünyadan başka dünya yok dediler

Dünyayı bizler yaptık yoğurduk
Muhammed Ali ervahların doğurduk
Dü cihana tellal olup duyurduk
Hakk dan gayrı ikrarımız yok dediler

Dünya Ahiret iki kısma ayrıldı
Biri baki diğerine fani ismi verildi
Her can aslı aslına sarıldı
Kur’an da kan katil yok dediler

Bakisi Kur’andır fanisi fürkan
Fani dünya için dökülmüştür kan
Baki Hakk’ın emri Hulki Hasan
Benzeri,halefi hiç yok dediler

İmtihan olmak için geldik cihana
Kol kol olup ilan verdik her yana
Şit İsmail ile sarıldık cihana
Ana baba burda dahi yok dediler

Şit ile nikahımız kubbede kılındı
Doğum beşiğimiz sarmalandı sarıldı
Emri fermanımız hem ikrarda alındı
Ervahımız birdir fark yok dediler

Cümlemiz birbirimize eyledik secde
Nur doğdu ademe eyledik müjde
Secdeye varın niyaz eyleyin sizde
Ademle Havvaya secde yok dediler

Fırka-i naci,acıdan ayrıldı
İkrar imana yol nam verildi
Kırklar cemine postumuz serildi
İkrarsıza dar didar yok dediler

Nuhun tufanı çün çıktı bize
Sırdan nikabı çekmişiz yüze
İbrahim Halilullah dediler bize
Narı Nur oldu ateş yok dediler

Sağ kolumuzu verdik hacere
Kurban olana verildi şecere
Mekke yolunda susuz kaldık biçare
Aradık dağı taşı su yok dediler

Ayağımızı vurduk su çıktı yüze
İkrar rahmet deryasında verildi bize
Abu zemzem dediler suyumuza
Bundan başka kevser yok dediler

İbrahim,Hacer aslındandır aslımız
Kureyşi,Haşimi neslindendir neslimiz
Nur ile münevver olmuş ceddimiz
Mustafa’dan gayrı güzel yok dediler

Ana rahmine düştük hayırlı gecede
Bir makam göründü gayet yücede
Doğupta geldik biz haticede
Fatımadan başka güzel yok dediler

Atam Muhammed’dir tacı serimiz
Aliyyül Mürteza belde kemerimiz
Hasan Hüseyindir şebber şübberimiz
Talipten gayrı yol yok dediler

Doğum ile ispat olundu vucut
Rahmet çeşmesi Fadimede mevcut
Cümlemiz birbirimize eyledik sücut
Talipten öteye yol yok dediler

Evladı Resulde yolumuz düzüldü
Talip namıyla ismimiz yazıldı
Doksan bin kürrede geçip süzüldü
Pişipte hall olmuş çiğ yok dediler

Doğumdan doğuma geldik bir kere
Aldılar bizi halka çembere
Arayıp bulamadılar katiyyen şerre
Helal zülal olduk haram yok dediler


Dedem ibrahimi sani ebem emine
Kemerden süzüldük geldik beline
Defterimiz verildi Hacı Kureyşe
Evladı Resuldür yalan yok dediler

Tamam oldu günümüz geldik dünyaya
Nurumuz benziyor güneşe aya
Elestü bezminden temiz bir maya
Süt sümük temizdir pis yok dediler

Anamız emzirdi girdik yediye
Nefs ile düştük dedikoduya
Kulak verildi bed kötü huya
Kendinden bi haber hiç yok dediler

Yirmiye kadar çok bela çektik
Bir iki tarlaya tohumu ektik
Yirmibirinde nikah altına girdik
Ondan sonra haram hiç yok dediler

Kendimizi gördük ne uzun ne kısa
Görürüz yanımızda vardır bir kimse
Taksimi ezelinde verildi hisse
Bundan daha iyi tellal yok dediler

Bize dediler mahşer tellalı
Ak defter ile seçilsin helalı
Tamamen seçilsin hakikat malı
Her şey aşikardır gizli yok dediler

Fadime kim olduğun edelim beyan
Gahi kız geldi,gahi oğlan ayan
Zülfikar eyledik biz ona ihsan
Bunda şek şüphemiz hiç yok dediler

Batin erenleri okudu künyemiz
Kendim Mustafayım,İbrahimdir özümüz
İmam Hasan Hüseyindir Ali ceddimiz
Tasdikli künyesin sen Hakk dediler

İmtihan olduk imtihanımız bitti
Kırkbirinde defterine kayd etti
İkrar iman carımıza hemen yetti
Dünya ahiret korkusu hiç yok dediler

İmam Hasan evladıyız gizli sırrımız
Nice defa geldik kimse bilmez yerimiz
Nesli Hacı Kureyş Mevalidir Pirimiz
Kureyşten gayrı Pir yok dediler


Şimdiki ismimiz koyduk HASANİ SANİ
Ervahı ezelinde Fadime canı
Koyunun evladıyız hemde çobanı
Bu çobandan yüce hiç yok dediler.


BİZDEDİR

Gafil aç gözünü bak yüzüme
Görmeden taş atma sen izimize
Rahi hakikata bağlıdır özüm
Hakkın emri rızasıda bizdedir

Hakkın emri ile gelmiş yolumuz
Doğruyu söylemek daim dilimiz
Gürühu Naci’yiz nurdur ilimiz
Hakkın emri,nuru,sırrı bizdedir

Biz gafil değiliz Hakk bizde mevcut
Ikrar iman ile yoğrulmuş vücut
Adem secdegahtır eyleriz sücut
Hakka giden mekan,durak bizdedir

Hakkı yerde,gökte sakın arama
Nefse uyup zülüflerin tarama
Aklın varsa dizilirsin sırama
Saf saf olmuş ulu divan bizdedir

Hakka uymayana şefaat yoktur
Yalan isnat eden bizlere çoktur
Münkirin sözleri zehirli oktur
Tabibi Hakk olan bürhan bizdedir

Dedikodu yapmak olmuş sözünüz
Hakkı görmek için kördür gözünüz
Hakka karşı kara olur yüzünüz
Güman sizde,iman bilin bizdedir

Hakktan gafil olmuş daim içiniz
Daim yiyip içmek olmuş işiniz
Nerelerde kalır o pis leşiniz
Sırrı Hakka giden yolu bizdedir

Secdemiz zatına oda bir candır
Gönlümüzde sultan kanı mekandır
Zahiri batını Hakka ayandır
Hakka doğru giden yolu bizdedir

Selavatla doğduk geldik cihana
Alidir babamız Fatıma ana
Ebemiz Hatice yoktur bahane
Haktan gelen emri Kur an bizdedir

Gel Kur’anı yalan yanlış okuma
Renksiz halı kilim bize dokuma
Ansızın uğrarsın sonra okuma
Gaip erenlerin oku bizdedir

Hakk ezeli kadim yüce uludur
Emrini tutanlar onun kuludur
Kalbimizde ilim hikmet doludur
HASANİ kul ama,sultan bizdedir



MEZARIM KAYBOLMASIN

Mesken kurdum dağlar başına
Gözlerimden akan kanlı yaşıma
Yazdığım yazıyı yazın mezar taşıma
Yazıyı yazın mezarım kaybolmasın

Hakkın mezarına yazılan yazıdır
Yazdığım yazıya mani olan cazudur
Yazıyı yazmayanın Hak yüzünü kazıdır
Yazıyı yazın mezarım kaybolmasın

Yazının emrini tutup rızada gezenler
Hakkın emriyle yazızı mezarıma yazanlar
Yazanlardır yılanın başını ezenler
Yazıyı yazın mezarım kaybolmasın

Millet sizin için yandım tutuştum
Gerçek erenlerin yurduna düştüm
Düşmanımıza dost olandan kaçtım
Yazıyı yazın mezarım kaybolmasın

Millet kulağınıza koyun sözümü
Size bağlamışım doğru özümü
Kurban verdim oğlum ile kızımı
Yazıyı yazın mezarım kaybolmasın

Fadimeye verdim ikrar imanı
Ulu divan kurulur gelir zamanı
Hak incitmesin Ehli muhibbanı
Yazıyı yazın mezarım kaybolmasın

Ehl-i Beyte kurban verdim canımı
Can alıcıya helal etmem canımı
Ölmeden görsün ulu divanımı
Yazıyı yazın mezarım kaybolmasın

İkrar vermiş ikrarı var bana
Tellal etti saldı her yana
Hak divanını görsün kana kana
Yazıyı yazın mezarım kaybolmasın

HASANİ yalvardı dostlarımıza
Dostumuz saman tepti postumuza
Düşmanla asker çekti üstümüze
Yazıyı yazın mezarım kaybolmasın


YOLUMUZ BİZİM

Silip pak eyledik yoktur korkumuz
Ağır gölü mekan ettik yurdumuz
Kimselerden yoktur asla korkumuz
İkrar iman olmuş yolumuz bizim

İkrar iman yoldaş olsa ne olur
Dünya ana cadde olur yol olur
İnsan olan talip olur kul olur
Hakka giden yoldur yolumuz bizim

Hakka doğru giden ikrar imandır
Hak ikrar bağında ulu mihmandır
Ulu divan kurulacak zamandır
Hakkın divanında davamız bizim

Hakimde titreşir dağ ile taşlar
Çoğunun gözünden akar kan ile yaşlar
Dünyaya güvenen hükmeden başlar
Halden hale koyar ulumuz bizim

HASANİ ezelden koyunun çobanı
Ağır gölde kurar ulu divanı
Ayıracak hayvan ile insanı
Hakikat noktası varımız bizim.



DEDİM YOL NEDİR

Dedim yol nedir? Dedi doğrudur
Dedim bozan kimdir? Dedi eğridir
Dedim yolu süren kim? Dedi uludur
Dedim sahibi kim? Dedi emri Hak’tır

Dedim yolu süren kim? Dedi güruhu Naci
Dedim sürmeyen kim? Dedi fitne-i acı
Dedim kabe nedir? Dedi Hakkın miracı
Dedim doğrumudur? Dedi Rızayı Haktır

Dedim doğru nedir? Dedi yolun yolcusu
Dedim tefrikat varmıdır? Dedi her kes kardeş bacı
Dedim gitmeyen varmı?dedi yolun yabancısı
Dedim yolun başı kimdir? Dedi ikrarlı Haktır

Dedim tellal nedir? Dedi emri Haktır
Dedim tellalı seven varmı? Dedi çoktur
Dedim şüphe eden? Dedi hiç yoktur
Dedim Hakkı bilen varmı? Dedi rayı Haktır

Dedim vucut nedir? Dedi terazi
Dedim mizanı nedir? Dedi yüzü
Dedim Hakimi kim? Dediki izi
Dedim doğrumu özü? Dediki mekanı Haktır

Dedim Hakka kul kim? Dedi şerrini atan
Dedim Hakkın evladı,dedi emrini tutan
Dedim Hakikat nedir? Dedi Hakka yeten
Dedim ölmeden öncemi? Dedi noktayı Haktır

Dedim ordu neye bağlı? Dedi namusa
Dedim kitabı varmı? Dedi vijdanı hasa
Dedim nişanı nedir? Dedi zehrayı kaşa
Dedim kaşlarının arası dedi mizanı Hakktır

Dedim ettiğin muhabbet dediki hastır
Dedim menzile ermeyen,dedi sarhoştur
Dedim sarhoş nedir? Dedi tanesi boştur
Dedim tanesi dolu olan dedi nuru Hakktır

Dedim küfür eden dedi kafirdir
Dedim sabreden dedi misafirdir
Dedim küfürde iman dedi sabırdır
Dedim sabrın sonu dedi Şükrü Hakktır

Dedim HASANİ kimdir? Dedi yolumdur
Dedim yalan olmasın,dedi kulumdur
Dedim sözün doğrumu? Dedi dilimdir
Dedim küfrü iman eden,dedi Hakkın rahmeti.

MUNZUR BABA .





Munzur Ocağı’nın talipleri Erzincan, Kemah ve Tunceli’nin çeşitli yerlerindedirler. Erzincan eski Valilerinden Ali Kemali’nin Erzincan 1931 adlı eserinde verdiği bilgilere göre Sultan Munzur evlâdı; Tunceli Ovacık kazasının Ziyaret, Erzincan’ın Kiştim Köyü ve Başköynahiyesinde bugünkü Tunceli / Ovacık ilçesiKoyungölü (Kedek veya Çedage) Köyü civarında yaşayan bir ağa ve ağanın koyunlari gütmek için yanına aldığı Munzur isminde bir çoban varmış. Munzur'un ağası Hac zamanı hacca gitmiş. Ağa hacda iken Munzur bir gün ağasının hanımının yanına gelir ve,
- Hatun, ağamın canı sıcak helva ister. Helvayı yaparsan ben kendisine götürürüm,  der.
Ağanın hanımı önce şaşırır, sonra ’’Herhalde zavallı çobanın canı sıcak helva istiyor, doğrudan söylemeye dili varmıyor, utanıyordur. Ağasını da bahane ediyor.Kendisine bir helva yapayım da yesin’’ der. Helvayı pişirir bir bohçanın içine bağlar ve Munzur'a:
-Al evladım götür, der.
O sırada ağa hacda zikir yapmaktadır. Zikir sırasında sağa selam verirken bir de bakar ki sağ yanında elinde bir bohça ile Munzur dikilmiş duruyor. Zikirini bitirip Munzur'a:
--Hoş geldin evladım, burada ne arıyorsun nedir o elindeki? Diye sorar.
Munzur da: -Ağam canın sıcak helva istemişti onu sana getirdim, der.
Munzur, elindeki bohçayı ağasına uzatır. Ağası bohçayı açar ve bakar ki içinde sıcacık helva paketlenmiş duruyor. Hayretler içinde Munzur'a bir şeyler söylemek için başını çevirdiğinde bir de bakar ki Munzur yanında yok. Hac vazifesini tamamlayıp köyünedöndüğünde komşuları herkes elinde bir hediye ile hacıyı karşılamaya giderler. Munzur da, götürecek başka hediyesi olmadığından, bir çanağın içerisine koyunlarından bir miktar süt sağar ve bununla ağasını karşılamaya gider. Ağa Munzur'u görünce yanındakilere:
-Asıl hacı Munzur'dur. Öpülecek el varsa Munzur'un elidir. Önce ben öpecegim, der ve Munzur'a doğru koşar.
Munzur bu konuşmaları duyduğunda:
-Aman ağam Allah aşkına. Böyle bir şey olmaz. Ben yıllarca senin ekmeğinle, aşınla büyüdüm. Sen nasıl benim elimi öpersin. Ben sana elimi öptürmem, der ve kaçmaya başlar. Munzur önde, ağa ve yanındakiler arkasında bir koşturmaca başlar. Şimdiki Munzur ırmağının kenarında bir yere geldikleri zaman Munzur'un elindeki süt dolu çanak dökülür ve sütün döküldüğü yerde, süt gibi bembeyaz, duru birsu fışkırır. Bundan sonra Munzur kırk adım daha atar. Attığı her adımda bir kaynak fışkırır. Ve fışkıran bu sulardan bir ırmak meydana gelir. Munzur Baba Gözeleri (Çımê Munzur Bavayi), Yeşilyazı köyünün hemen bitişiği olan Ziyaret (Jiare) köyünün bitim noktasındalar. Şimdi göze sayısı azalan bu alanda bir zamanlar 40 kadar gözenin var olduğuna inanılır. Munzur'un arkasından koşanlar bu ırmaktan öteye geçmezler. Munzur'da bu dağlarda kaybolur gider. Dersim’deki inanışa göre, Munzur Baba’nın su gözeleri de kutsaldır. Dersim halkının inandığı Munzur ile, Tanrının varlıklı ve sözü geçen kişiler yanında bir çobanın da keramet sahibi olabileceğini, çoban olsa bile Tanrının sevgisine mazhar olabilecek temiz yürekli, imanlı insan olabileceği belirtilmekte, Munzur'u bu inançla tanımaktadır. Bu inanç (201) dışında Munzur ile ilgili fazla bir bilgi bilinmemektedir. Ancak Munzur dağları ve ırmağının Dersim’de korkunç bir doğa güzelliği yarattığını, vahşi coğrafyanın sarp ve engebeli dağlarından kucak kucak buz gibi soğuk suların fışkırdığını, bu coğrafyanın sadece kendisine özgü bir doğa zenginliğine sahip olduğunu belirtmekte yarar olmalı.
Her yıl binlerce kişi tarafından, ziyaret edilen su gözeleri, Munzur Baba şahsında kutsal kabul edildiğinden eskiden, aşiretler arasındaki anlaşmazlıklar, bu pınarın başında yemin (and) edilerek, eğer bir konuda anlaşma sağlanır ise topluca Munzur nehrine küçük taş atılarak sağlanır, anlaşmazlık barışla sonlanır, kurbanlar kesilerek kutlanırmış. Bugün de kimilerince de piknik amaçlı ziyaret edilen gözelerin yan taraflarında örülmüş duvarlar, yakılmış mum akıntıları Munzur Baba inancının halk üzerinde bıraktığı etkiyi yansıtan öğelerdir.
Munzur Baba dağından Mercan Vadisine kadar uzanan, ve dağı kısmen de sarmalayan bir birine çok yakın olan Ovacık köyleri,Yeşilyazı’dan başlayarak Karayonca , yeni adı ilePardiye (Pardi), Kızıge (Kızık), Burnağe (Burnak), Deva Pile (Büyükköy),Topuze (Topuzlu), Birdu (Çalbaşı), Hanu (Hanuşağı),Viyalıke (Söğütlü), Merğu (Cevizlidere), Çêrpazine (Arslandoğmuş), Tetu(Tatuşağı), Hulkü (Hüllükuşağı), Semku (Kuşluca) ve Bilgês (Bilgeç) köyü ve çevresindeki tüm köyler, gözelerin bulunduğu Ziyaret(Jiare) köyü mıntıkasında ki Munzur Baba’ya ve onun gözelerine kudsiyetle bakarlar.
Diğer (202) bir söylenceye göre Munzur Sultan Baba,  Seyyid Nur-u Derviş Cemal'in torularından olup aynı ismi taşıyan Seyyid Derviş Cemal'in kardeşidir. Tunceli / Hozat’ta, 15 ve 16. Yüzyıl arasında, DervişCemal mezrasında yaşamıştır. Derviş Cemal’in aksineMunzur Sultan Baba bir divanedir. Yani Hakk budalasıdır (Budalaye Hakk). Başka bir deyimle Seyyitler de çok görülen bir özellik olan ve Halk tabiri ile Divane’dir. Söylencede Dersim’de diğer bir Evliya olan Düzgün Baba ile ilgili söylencelerin benzeri Munzur Baba (Munzur Sultan) için de geçerlidir (203). Bundan dolayı da Munzur Sultan Baba kendi yaşadığı mezrayı terk edip, Ziyaret köyü civarına göçer ve daha sonra orada kaybolur. Başka bir deyimle orada dağa çıkar ve bir daha kendisinden haber gelmez. Sütünü döktüğü yerden de sürekli su gözeleri fışkırır.

Şem'un Nebi Türbesi (Küt Küt Dede Türbesi)


Şem'un Nebi Türbesi (Küt Küt Dede Türbesi)

kilis

Nureddin Mahallesi'nde Hasırcı Sokağı ile Medrese Sokağı arasında küçük kubbeli kagir bir yapıdır. Düzgün kesme taşlardan yapılmıştır. Doğu yönünde girişi olan yapının giriş kapısı ve pencerelerinde düz atkılar kullanılmıştır. Soldaki pencerenin atkısı üzerinde taştan yapılmış bir rozet ve üçgen biçimindeki alınlığında da, kabartma bitki motifi vardır. Dikdörtgen planı olan türbe mescit ve sanduka olmak iki bölümden oluşmuştur. Mescit bölümündeki mihrabı oluşturan nişin iki yanında bitki motifleri ve hattat Mehmet adlı kişinin yazdığı Allah'ın ve melekleri adları ile bazı ayet ve hadisler yazılıdır.
Sanduka bölümündeki zatların kime ait olduğu bilinmemektedir. Hurufat Defteri kayıtlarına göre XVIII. Yüzyıl'da yapılan türbenin, kapısındaki yazıtta, 1885 yılında onarım gördüğü belirtilmektedir.

Kuranı Kerim'de ŞEM'un adında bir peygamber olmadığı gibi, burada yatan kişinin kimliği hakkında da farklı görüşler (bir görüşü göre Hz. Yakup'un oğlu havari Petros ile Yuda'nın diğer adı, bir başka görüşe göre de, Hz. Muhammed'in ashabından biri) vardır. Yöredeki yaygın inanca göre bu türbe, Hz. Peygamber'imizin ashabından (eshab) olan ve 83 yıl at üzerinde savaşan Şem'una aittir.

EMİRBABA TÜRBESİ







EMİRBABA TÜRBESİ..emirdağ

















EMİRDAĞLARININ ZİRVESİNDEKİ EMİRBABA TÜRBESİ

O Emirdağlarının koruyucusu ve bekçisi Emir Dede'nin can yoldaşıdır. Emirdağ'da yaşayanlar ; atadan anaya söylenip gelen şekliyle Yorgun Dede ile Emir Dede'nin kutsal günlerde toplarla, ışıklarla haberleştiği,savaş anında yeşil urbalarını giyip,ordularımızın önünde AKSALLI'lar ,ERMiŞ'ler  olarak kılıçlarıyla düşmanlara aman vermediklerine inanılır .Vatanın milletin bekasının askerlerimizle beraber onların yüzüsuyu hürmetine ayakta kaldiğı anlatılırdı..
Günümüzde Yorgun Dede'nin gölgesinde ebedi istirahat ettiği Adaçalin etegindeki Kabaagaç çevre düşmanları tarafindan kesildigi için yokolmustur. Kaybolmuş ve kaybolmakta olan şehir miraslarımıza sahip çıkılması dileklerimle.
(Kaynak : Şükrü Sağlam)

YORGUN DEDE ..




YORGUN DEDE ..emirdağ


Yorgun Dede bakar Emir Baba'ya,
Ermişler gönül verip de hüdaya,
inananlar çapıt bağlar adağa,
Dağ gözün bulutlar kaşın Emirdağ.
       

Rivayet olunur ki Battalgazi'nin askerlerinden olan « YORGUN DEDE » islam orduları ile Emirdağ bölgesine gelir; Sivrihisar ve Seyitgazi tekfurunun askerleri ile savaşırken yaralanır, Adaçalın eteğindeki YORGUN DEDE mevkisinde yer göçügü yakInIndaki kabaağaç diye tabir edilen  asırlık ardıç ağacının gövdesine yaslanır.Bu haliyle Adaçal'ın zirvesine çikamayacagi ve yola devam edemeyeceğini anlayıp arkadaslarina :
-«Beni Hakk'a emanet edin,ben hakk'a yürüyecegim» der. Arkadaşlarını yola devam etmeye ikna eder. Arkadaşları gittikten sonraları yorgun bedenini kabaagaç'a dayar ve orada ruhunu Hakk'a teslim eder.
Arkadan gelen  ikinci bir grup aradan aylar geçmesine rağmen cesedin bozulmadiğini görür.Yorgun Dede'yi ermiş kabul edip kabaagaç'ın kenarına defnederler .
Daha önceki yıllarda ve bizim çocukluğumuzda HIDIRELLEZ günlerinde Yorgun Dede ziyaret edilir, ateş yakılıp üzerinden atlanır,dilekler tutulur,Yorgun Dedenin gölgesinde huzurla uyuduğu ardıç ağacına çaputlar bağlanır ve Yorgun Dede'nin ruhunda dua edilerek dileklerde bulunulur, dileklerin kabul edildiği varsayilirdi. Mezarinin üzerine bozuk para dediğimiz metal paralar bırakılırdı.  





DÜZGÜNBABA ZIYARETGAHI ..DERSİM

DÜZGÜNBABA ZIYARETGAHI ..DERSİM






Nazımiye ilçesine 15 Km. uzaklıkta bulunan Düzgünbaba Ziyaretgahına iki ayrı yoldan ulaşılabilinir. 1. yol Tunceli merkezi tarafından gelenler kıl köyü üzerinden gelirler. 2. yol ise ilçemiz Nazımiye merkezinden günlüce ve çevrecik köylerinden geçerek ulaşabilirler. Ziyaretgahın esas yeri çok dik yamaçlı olduğu için ancak yaya olarak ulaşılır. Ziyaret yeri bir mağaranın içerisindedir. mağaranın çapı yaklaşık 30 - 50 metre uzunluğunda olup 15 metre genişliğindedir. Yöre halkı tarafından ziyaretçilerin konaklanabilmesi için bir ev yapılmıştı. Ancak bu yer ziyaretçilerin can güvenliği olmadığı için, günümüzde geceleri konaklamaya elverişli bir yer değildir. Zaten evin çatısıda sökülmüş durumdadır. Düzgünbaba dağının yüksekliği yaklaşık 2100 m. civarındadır.

Ziyaret yerinin 50 - 100 m. yukarısında bulunan Çele mağarasıda halk tarafından şifa suyu olarak adlandırılan su bu mağarada bulunmaktadır. Bu su söylentiye göre bir çok hastalığa devadır. Ziyaretçiler bu sudan hem içerler hemde birlikte getirdiği kaplara doldurup geldikleri yerlere birlikte getirirler. Sifa suyu ne fazlalaşır (aşağı doğru akmaz) ne de azalır. Fakat kalbi temiz olmayanların önünde bu suyun kuruduğu söylenmektedir.

DÜZGÜNBABA´DA SiFA ARAMAYA GELENLER

Düzgünbaba Ziyaretgahı, gerek yöre halkı tarafından ve gerekse tüm Türkiye genelinde yaşayan Alevi nüfusu tarafından kutsal sayılan bir yerdir. Özellikle Hasta olanlar, çocuğu olmayanlar her yıl Düzgünbabaya akın etmektedirler. Bu nedenle her sene Tunceli halkı olduğu gibi Erzincan, Sivas, Istanbul, Ankara, İzmir, Tokat, Erzurum, ve daha bir çok şehirler olduğu gibi yurt dışında ikamet eden binlerce Alevi vatandaşlar tarafındanda ziyaret edilmektedir.

DÜZGÜNBABA´DA YASANAN SORUNLAR ÇÖZÜLÜYOR

Ziyarete gelenler aynı zamanda çok ciddi sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Ziyaret yerine giden yol asfaltlı olması gerekirken şuana kadar maalesef stabilise bir duruma bile sahip değildir. aldığımız haberlere göre Yol yapımına başlanmıştır ve bu yıl içerisinde tamamlanacaktır.

DÜZGÜNBABA´DA YENi CEMEVi

Gelen Ziyaretçilerin birlikte getirdikleri kurbanları rahat bir ortamda kesebilmeleri, yapılan Cemlere katılabilmeleri ve Konaklamaları
için Nazımiye Belediyesi öncülüğünde 2000 yılında "Düzgünbaba ve Ziyaretleri Kültür,Kalkınma ve Tanıtım Derneği" kurulmuştur.
Kurulan dernek Düzgünbaba da yeni bir Cemevi kurulmasını kararlaştırmıştır.
Yeni Cemevi o tarihten itibaren maddi sıkıntılara rağmen yapılmaya başlandı. fakat bir türlü bitirilemedi. Alevi kuruluşları ve Alevi işadamları yeterli çaba sarfedemediler. Şu anda bitmiş olmasına rağmen 75 milyar Türklirası ödenmesi gereken borç durmaktadır. Düzgünbaba Cemevi resmi olarak 12 Ağustos 2005´te faaliyete geçmiş bulunmaktadır. Yolun asfaltlanıp bitmesi durumunda Ziyaretçi sayısında çok önemli bir atışın olacağına ve ilçe ekonomisine katkıda bulunacağına inanıyoruz.


Düzgünbaba Cemevi yaklaşık 500 m2´lik bir alan üzerinde kurulmuştur. Cemevinde Büyük bir Cem odası, Misafir ağırlama yeri, Duşalmayerleri, WC, Kütüphane, Mutfak, Çamaşırhane, Yemekhane, Kurbankesme yerleri ve 7 Ailenin kalabileceği pansiyon yerleri mevcuttur.

DÜZGÜN BABA (SAH HAYDAR) ZiYARET YERi HiKAYESi

DÜZGÜN BABA (ŞAH HAYDAR) ZİYARET YERİ HİKAYESİ Hz. Ali evlatlarından 7. İmam Musa Kazım'ın neslinden büyük Türk mutasavvıfı Hacı Bektaş-ı Veli (1209/1210-1270/1271) (çoğunluğun katılmadığı bazı araştırmacıların görüşüne göre 1248-1337) Xlll'ncü Yüzyıl'da (Anadolu Selçuklu Devleti döneminde) Horasan'dan ayrılıp; 1264 yılında Erzincan üzerinden Anadolu'ya geçerken; o zamanlarda halkı arasında Zerdüşt dini özelliklerine de rastlanan Dersim bölgesine Alevîliği anlatmak için üç halife gönderir. Bu halifelerden birincisi, Şah Kasan/Kasan Halife'dir ve Pertek ile Hozat taratma gider. Bu halifelerden ikincisinin Kalmamsır olduğu ve bir inanışa göre; Büyükyurt tarafında sırra erip kaybolduğu söylenmektedir. Diğer bir inanışa göre ise; Günlüce köyünde yaşamış ve orada
ölmüştür.
Bu halifelerden üçüncüsü, (8'nci imam Ali Rıza'nın oğullarından) Seyyid Mahmud Hayrani olup;Mazgirt Dedebağ (Bağın) köyü ve Nazimiye Bostanlı köyü bölgesinde bir süre kaldığına ve sonra Konya ili Akşehir ilcesine döndüğüne ve orada 1268 yılında öldüğüne inanılır. (Halen türbesi Akşehir'dedir.) İnanışa göre; oğlu (kardeşi veya amcası da olabilir) Hacı Kureyş, Bostanlı köyü Zeve mezrasında yaşamıştır, işte onun da (muhtemelen birinci) oğlu Şah Haydar/Ak Haydar'dır.
Bazı araştırmacılara göre; Şah Haydar, Silvan'da öldürülen ve Zaza Türkleri tarafından Tunceli bölgesine getirilerek sonradan Sultan Baba/Tacik Baba ismiyle anılan ve ziyaret yeri haline getirilen dağa gömülen Celaleddin Harzemşah'ın komutanlarından/beyierinden biridir. Celaleddin Harzemşah'ın diğer beyleri gibi, bir süre Selçuklu Sultanı'na bağlı kalmış ise de daha sonradan başkaldırarak Tunceli bölgesindeki dağlara sığınmıştır.
Bazı araştırmalara göre ise; seyyidler dönemi öncesi bölge mitolojisinde yer alan bir figürdür (bölgeyi en çok etkisi altında bırakan Sümerler döneminden kalma kutsal değerlerden biridir ya da İran halklarının tanrı Mithrasi'na ait kültün bir devamı durumundadır) ve kaynaşma sürecinde o, Kureyş Baba'nın oğlu olarak bir kutsal dağ biçiminde yaşamım sürdürmektedir. Hititlerin gök/fırtına tanrısı ile dahi bir benzerliği vardır.Kendisi, (güneş ya da gök tanrılarının simgesi olan) bir kartalla simgelenir ve gökyüzünde kanat çırptığına inanılır. Haskar/Haskal, Jel/Zel ve Karsniye/Karsni/Kesni isimlerinde üç kızkardeşi vardır. Bugün bunlar da bölgedeki dağ isimleri olarak bilinmektedir. Haskar, Düzgün Baba'nın en küçük ve en sevdiği kızkardeşi olduğundan yanıbaşındadır. Karsniye ise her sonbaharda Düzgün Baba'ya dört tane dağ keçisi göndermektedir.

Efsaneye göre; Şah Haydar, Bostanlı köyü Zeve mezrası yakınlarındaki Zergovit Tepesi'nde yaptığı evinde, hayvanlarım otlatıp onlarla ilgilenmektedir. Yaz-kış hayvanlarım en iyi şekilde beslemektedir.Özellikle kışın en çetin günlerinde bile hayvanlar besili olmaktadır. Bu durum babası Kureyş'in dikkatini çeker ve "Hele bir bahayım, kışın ortasında hayvanlara ne yediriyor?" diyerek, hayvanların bulunduğu yere gelir. Bu sırada Şah Haydar, elindeki çubuğunu kuru meşe ağaçlarına dokundurmaktadır. Çubuğun değdiği her ağaç yeşermekte ve hayvanlar da bu taze yaprak ve sürgünleri yemektedir. Kureyş Baba, sessizce geri dönmek ister. Ancak, o sırada bir keçi aksırmaya başlar. Şah Haydar ise keçiye dönerek, "Ne oldu? Babam Derviş Kureyş'i mi (Mahmud'u mu) gördün ki bu kadar hapşırırsın?" der ve arkasına baktığında,kendisine görünmeden gitmeye çalışan babasını görür. Babasına ismi (ve lakabı) ile hitap ettiği için çok utanır ve mahcubiyetinden dolayı Düzgünbaba Dağı denilen tepeye çıkar. Rivayet olunur ki; Şah Haydar, babasına ismen hitap ettiği için kaçtığı zaman, ayağında kışın karda giyilen hedik veya lekan varmış. Bu hediklerle Zergovit Tepesi'nden Düzgünbaba Tepesi'ne kadar (takriben beş kilometre) üç adım atmış ve bastığı her yerde hedikler tasa iz bırakmış olup, bu izler hala durmaktadır. İki tanesi (bazılarına göre atma ait olanları), (40 gün süreyle) çile doldurmak için yaşamaya başladığı "Çele" ismi verilen mağaranın içindedir.
Burada yaşamaya başlayan Şah Haydar'ın bir iki gündür eve gelmemesinden şüphelenen annesi, durumu babasına bildirir. Kureyş Baba, müritlerinden bazılarım onu aramaya ve durumunu öğrenmeye gönderir. Müritler, onu 2100 metre yükseklikteki bu tepede bir mağarada bulurlar ve durumunun iyi olduğunu öğrendikten sonra tekrar Zeve'ye dönerler. Babasına "Durumu düzgündü, merak edilecek bir şey yok. Selam ve hürmet eder, ellerinizden öper."derler. Bu "durumu düzgündü" sözü dilden dile dolaşır ve asıl adı Şah Haydar olan bu zata, artık bir süre sonra Düzgün Baba olarak bir isim atfedilir. O günden bu güne Düzgün Baba olarak söylenegelir.
Nazimiye'de bulanan bu ziyarete genelde kısır kadınlar, erkek çocuğu olmayanlar, hasta ve sakat kişiler gitmektedir. Halk arasındaki kimi sorunlar ve anlaşmazlıkların bile, adaletine güvenilen bir yargıç gibi, ona havale edildiği de olmaktadır. Halen mezar yeri, yığma taşlarla çevrili olarak Düzgünbaba Tepesi'nin zirvesinde bulunmaktadır Bazılarına göre bu mezar Mehmet isimli bir dervişin/seyyidin mezarıdır. Çünkü Düzgün Baba sır olmuştur, mezarı olamaz. Bu mezarın yakınında da Düzgün Baba'nın yaşadığına inanılan mağara vardır.Ayrıca mezarın hemen yakınındaki bir zirvede taştan yapılmış üç adet (muhtemelen) top kalıntısı vardır.Ancak ne olduğu net olarak anlaşılamamakla beraber bu kalıntılar da yörede yaşayan insanlar tarafından (cengaverliğine bir işaret olarak) Düzgün Baba'nın topları (bazen kız kardeşleri ve Munzur Baba ile karşılıklı haberleştikleri sevgi topları) olarak kabul edilir ve zaman zaman kendiliğinden ateşlendiğine (top seslerinin Cemlerde Söylenen Bir Deyiş duyulduğuna) inanılır. Bu ziyaret yerine her yıl yaklaşık 5000 kişi gelmektedir. Ziyaretçiler genelde kayaları öperler, kurban keserler, mum (çıra) yakarlar. Bazı ziyaretçiler ise geceyi de mağarada geçirirler. Böylece rüyalarında Düzgün Baba'yı (beyaz sakallı bir ihtiyarı) görüp dilekleri ile ilgili bir işaret almaya çalışırlar. Bu amaçla daha önceden mağara içerisinde (kadınlar için) bir konaklama yeri yapılmıştır. Bazı ziyaretçiler, Düzgün Baba'nın yaşadığına inanılan mağaranın yakınındaki bir başka küçük mağara içindeki ince ince akan ve tas şeklindeki su kaynağından (tas çeşmesinden) su içerek kendi iyiliklerini ölçerler Söylendiğine göre; kalbi temiz (iyi ruhlu) olanlar rahatlıkla su içebilirken; kalbi kötü (kötü ruhlu) olanlar veya inanmayanlar, su içmek için eğildiklerinde, su kana dönüşür veya kurur ve içilemez hale gelir. Buradaki taşlarda Düzgün Baba'nın uzanarak yattığı farz edilen bir yatma yeri izi de vardır. Yine bazı ziyaretçiler, Düzgünbaba (Çele) mağarasının bulunduğu yerden 3-4 adet küçük taş toplayarak evlerine götürürler; bunları beyaz bir bez torba içine koyup, bereket getirsin diye, genelde mutfaklarına asarlar. Perşembe'yi Cuma'ya bağlayan gecelerde ise, torbaya yakın bir yerde mum yakılır ve böylece Düzgün Baba hatırlanır. Çok inananlar yemin ederken/and içerken; bu torbaya ellerini koyarak ve "Düzgün Baba çarpsın ki. Düzgün Baba adına vb." diyerek yemin ederler. Yemin ederken, güvence vermek için Düzgün Baba'nın adının kullanılması, Düzgün Baba'nın çok dürüst, doğru, adaletli ve sözüne güvenilir bir kişi olduğunu göstermesi açısından "Düzgün" olarak konan adım da bir başka açıdan açıklıyor olabilir. Halk arasında Düzgün Baba adım kullanarak yapılan dua ve beddualarda oldukça yaygındır. Çocuğu olmadığı için Düzgün Baba'ya çıkıp da dua edenler, çocukları olunca, adım da çoğunlukla "Düzgün" olarak koyarlar.
Muhammed geliyor,
Ali de önündedir.
Muhammedi sorarsan;
O bizim dedemiz.
Hazreti Ali'yi sorarsan;
O bizim kolumuz kanadımız.
İmam Hüseyin'i sorarsan;
O Kerbela şehididir.
Bektaş Veli'yi sorarsan;
O el'in üstündeki el'dir.
Kureyş'i sorarsan;
O sır keramet sahibidir.
Düzgün Baba'yı sorarsan;
O murad kapısıdır.

Yararlanılan Kaynaklar:
1. Danık Ertuğrul, Koç ve At Şeklindeki Tunceli Mezartaşları, Türk Kültürünü Araştırma EnstitüsüYayınları, İkinci Baskı, Ankara, 1993.
2. Güven Kenan, Tabiat Güzellikleri ve Kültürel Değerleri İle Tunceli, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayını-Sayı:52, Ankara, 1991.Kalafat Yaşar, Dr., Doğu Anadolu'da Eski Türk İnançlarının İzleri, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayını-Sayı:112, Genişletilmiş ikinci Baskı, Ankara, 1995.
3. Yolga Mehmet Zülfü, Nazimiye Eski Kaymakamı, Dersim (Tunceli) Tarihi, Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayınları, Yayın No.:9, Ankara, 1994.
4. Kemali Ali, Erzincan Eski Valisi, Erzincan, Kaynak Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul, 1992.
5 Aksoy Gürdal, Mithra'dan Bava Duzgın'a: Dersim'de Antik Dönem İnançlarının Sürekliliği Üzerine,Makale (Munzur isimli derginin 2000/2 sayışı sayfa:22-67), Ankara, 2000.
6. Yörede yaşayan halkın birbirlerine aktardıkları hikayeler.
7. Nazimiye Kaymakamligi

FERRUH-ŞAD BEY TÜRBESİ..ÇEMİŞGEZEK TUNCELİ

FERRUH-ŞAD BEY TÜRBESİ..ÇEMİŞGEZEK TUNCELİ



Çemişgezek İlçesi, Ulukale Köyü yakınında tarlalar arasında bulunan kesme moloz taş ve tuğladan yapılan türbe bu türbenin kapısı üzerindeki Arapça kitabesinden öğrenildiğine göre zamanında yöreye hakim olan Emir Ferruh Şad Bey için 1551 (Hicri 957) yılında yaptırılmıştır. Kitabenin okunabilen bölümleri şöyledir: 
“…………………………. 
Hâzâ merkad el-Emir el-Mükerrem, Sâhib el-tabl ve’l-âlem, el-Emir Ferruh-Şâd Big… 
İbn-i’l-Emir el-merhum el-magfur……el-Emir Hac Rüstem Big 
Tâbe serâ-hün ve ca’ale-l-cennet misvâ-hün fi şehr Zi’lhicce…. Sene 957 (1551).” 
Yapı altta mumyalık, üstte mescit bölümüyle Selçuklu türbe geleneğini taşımaktadır. Türbe kesme taştan sekizgen planlı olarak yapılmış, üzeri merkezi bir kubbe ile örtülmüştür. Kubbe kaplaması dışında oldukça sağlamdır. Sivri kemer içindeki girişin karşısında mihrap yer alır. Türbenin gövde kısmının altında, ortasında ve üzerinde kırmızı kesme taşlardan üç sıra halinde şerit yapılmış ve böylece cephe hareketli bir görünüm kazanmıştır. Giriş kapısı ile iki yandaki pencerelerin üzeri hafif sivri kemerlidir. Kemerlerin içerisindeki pencereler düz taş hatıllıdır. Girişin karşısında mihrap bulunmaktadır. Ancak türbe zemini sökülmüş, duvarların sıvaları sökülmüştür. Bu nedenle de içerisinin bezeli olup, olmadığı anlaşılamamıştır. Türbenin altında mumyalık kısmı bulunmaktadır. Çevresinde bazı tarihi eser kalıntıları ve mezar taşları bulunmaktadır. 

ZEYNEL BEY TÜRBESİ..

ZEYNEL BEY TÜRBESİ.. HASAN KEYF



 Kör Zeynel Mirza'nın öyküsü...
Zeynel Bey, Akkoyunlu Hükümdarının küçük oğludur. Kör olduğunu kimse bilmese de, Emirin oğlu anlamına gelen, Kör Zeynel Mirza derlerdi ona. Hükümdarlığın merkezi Tebriz'e bağlı olarak Kazwin Bölgesi hâkimidir. Aynı dönemde abisi uğurlu Mehmet Mirza'da, bugünkü, Siirt Şirvan Bölgesi hâkimidir.
Babası, Sultan Hasan Bahadır Han, bütün Doğu Anadolu, Irak, İran ve Gürcistan hâkimi, güçlü, kudretli uzun boylu bir hükümdardı. Bu nedenle lakabı "Uzun Hasan"dı.
Hükümdarlığın merkezi Diyarbakır'dan Tebriz'e taşındığı o yıl, Zeynel Bey 20 yaşındadır. Babası Sultan Hasan Bahadır Han, Kazwin'e bir haber gönderir. Bütün Akkoyunlu sancak beylerinin Tebriz'de toplanmasını ister. Zeynel Bey haberi alır almaz, hazırlık yapar ve Tebriz'e doğru yola çıkar. Birkaç gün sonra bütün sancak beyleri Tebriz'deki sarayda toplanır. Bütün Beyler bu toplantının nedenini aşağı yukarı bilir. Bir süredir, Anadolu'daki iki büyük Türk Hükümdarlığı arasındaki gerginliğin hepsi farkındadır. Bütün beyler gibi Zeynel Bey de toplantıdan sonra düşüncesinde yanılmadığını anlar. Babası, Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, Osmanlı Devleti Hükümdarı, Sultan Mehmet Han'a karşı savaş kararını açıklamış ve hazırlık yapılmasını istemiştir. Artık geri dönüşü yoktur, savaş hazırlıklarına başlanacaktır.
Zeynel Bey, bu duruma nasıl gelindiğini düşünür: Her iki devlet de, Oğuz boyundan olup, Orta Asya'dan batıya, yaşam alanı bulmak için göç etmiş, iki Türkmen aşiretidir. Şimdi her ikisi de güçlü iki devlet olmuşlardır. Üstelik her ikisi de Sünni Müslümandır. Sultan Mehmet Han, İstanbul'u alarak Bizans İmparatorluğuna son vermiş, ardından Trabzon Pontus Rum Devletini yıkarak Avrupa ve Hıristiyan âlemine karşı büyük zafer kazanmıştır. Sultan Mehmet Han, Müslüman-Türk bir devletle savaşmak istemez. Bunu son yıllardaki siyasi gelişmelerden anlayabilir Zeynel Bey. Fakat Emir-i Kebir (Büyük Emir) olan babası, annesinden dolayı Trabzon Pontus Rum Devletinin varisi olduğunu iddia eder.Trabzon'u, Sultan Mehmet Han'dan geri ister. Oysa ki Orta Asya'da her iki devlete yetecek büyüklükte toprak vardır. Mesele toprak meselesi değildir. Mesele güç ve iktidar meselesidir. En güçlü, en büyük, en iktidarlı olma meselesi. Kudretli babasının gözünü iktidar hırsı bürümüştür. Batıdaki Hıristiyan âleminin kışkırtmaları ile oluşan, iktidar hırsının farkındadır Zeynel Bey.
O yıl, sonbahar ve kış ayları savaş hazırlıkları içinde geçer. Mart ayına gelindiğinde ise, savaş için harekete geçilir. Osmanlı Sultanı, Mehmet Han'ın yanında Konya Valisi oğlu Şehzade Mustafa, Amasya Valisi Şehzade Beyazıt, diğer önemli komutan ve vezirlerle birlikte yüz bine yakın asker vardır. Osmanlı ordusu iyi eğitilmiş mükemmel silahlandırılmıştı. Ellerinde bol miktarda topları da vardı. Osmanlı ordusunun merkezinde Sultan Mehmet Han, sağ kolunda Şehzade Bayezid, sol kolunda ise Şehzade Mustafa vardı. Sultan Mehmet Han kapıkulu askerlerine, şehzadeler de, eyalet askerlerine kumanda ediyorlardı.
Atlı Türkmen askerlerine sahip Akkoyunlu ordusu ise, 120 bin civarındaydı. Akkoyunlu Ordusu, Erzincan'ın Tercan ovası, Otlukbeli Tepelerine geldiğinde, Osmanlı Ordusu ile karşı karşıya gelir. Her iki orduda karşılıklı savaş düzenine geçer. Tarih 11 Ağustos 1473'tür.
Akkoyunlu ordusunun merkezinde Sultan Hasan Han, sağ kolda oğlu Zeynel Bey, sol kolda ise Şirvan Hâkimi, Uğurlu Mehmet Mirza vardı. Savaş, Osmanlıların ateşli silahlarda, Akkoyunluların ise, süvari kuvvetlerindeki üstünlüğü ile başlar. Birkaç saat sonra Osmanlı Ordusunun sol kanadındaki Şehzade Mustafa'nın gayretleri sonucunda savaş Osmanlıların lehine döner. Bu savaşta Şehzade Mustafa, savaşın kaderini belirleyecek kararı verir. Askerlerini iki dere arasındaki Zeynel Bey kuvvetlerinin üzerine sürer. Zeynel Bey ve kuvvetleri bu beklenmedik hücuma karşı koyarlar. Aralarında öldüresiye bir boğuşma başlar. Osmanlı Ordusunun sol kanadına kumanda eden Şehzade Beyazıt da, Mehmet Mirza'nın kuvvetlerine karşı saldırıya geçer. Savaş o kadar kızışır ki, sağ- sol kanatlar birleşmiş, dost düşman birbiri içine girmiştir. Öyle ki, Sultan Hasan Han bile, at sürüp, boğuşmak zorunda kalır. Şehzade Mustafa'nın emrinde olan bir Anadolu sipahi askeri, Sivaslı Oruç, boğuşmanın tam ortasında Zeynel Bey ile karşı karşıya gelir. Sivaslı Oruç bir kılıç darbesi ile Zeynel Bey i atından düşürür. Yere düşen Zeynel Bey ayağa kalmak istese de buna fırsat bulamadan, Sivaslı Oruç Zeynel Beyin Kafası gövdesinden ayrılır.
Bir savaşta ölme ihtimalini hep düşünmüştü Zeynel Bey. Fakat genç yaşta olacağı hiç aklına gelmemişti. O yıl görkemli bir toyla gerdeğe girmişti. Evliliğinin onuruna düzenlenen o geceyi ve şöleni hiç unutmamıştı. O gece kutlamada bulunan şairler, o geceyi ve görkemi anlatan şiirler yazmışlardı.
"Tören, Kazwin'de, cennet bahçesine benzeyen, havası ise bahar mevsimi kadar temiz bir yaylakta kurulmuştu. İki ok atımına sahip çember biçiminde bir yer ayarlanmıştı. Emirler ve Devlet erkânı o çemberin etrafındaki göğe benzeyen çadırlara, gölgeliklere ve otağa gelmişlerdi. Herkes kendine tabii olanla o gece beraber oturup meclisler kurulmuştu. O meclislerde şarabın kadehleri perilere benzeyen sakiler tarafından dağıtılırken, nedimlerin onların üzerinden gamı sildiği, hoş sesli mutriblerin şarkıları ile cennete benzetilen ortamda onlara sevinçli anlar yaşatmıştı. Her köşede çengin ve udun sesi, her mevkiden bir güzelin nağmesi ve ney melodisinin ve dolu kadehin sevinci ile oluşan mutluluk anları insanların o gece o toy a akın etmesine sebep olmuştu. Kıymetli elbisesini giyen herkes o gece, o meclise koşmuş, cennette, rüya gibi bir gece yaşanmıştı"
Her şeyi görüyordu Zeynel Bey. Kesik başı, bir kılıca takılmış, savaş alanında çığlık çığlığa dolaştırılıyordu. Akkoyunlu Türkmen askerlerinin morali bozulmuş kaçmaya başlamışlardı. Babası çaresizce sağa sola koşup, orduyu toplamaya çalışıyordu. Zeynel Bey, her şeyin nasıl bittiğini gördü. Kaçan babasının, üç günlük yolu nasıl bir günde alarak, Bayburt'a geldiğini, kendi yaşamı ile birlikte, bu savaşla, babasının da bittiğini görüyordu.
Zeynel Beyin Kesik başı İstanbul'a götürüldü. Günlerce halka gösterildi. Cesedi ise, savaş alanında kurda kuşa yem oldu. Babası, Uzun Hasan, önce Diyarbakır'a sonra Tebriz'e kaçtı. Bu yenilgi babası için öyle büyüktü ki, bir daha asla kendini toparlayamadı. Oğlu için günlerce üzüldü, ağladı. Kesik başı gözünün önünden hiç gitmedi. Hasankeyf Hâkimi, oğlu Sultan Halil'den, Zeynel Beyin anısına Hasankeyf te bir türbe yapmasını istedi. Babasının isteği üzerine Sultan Halil, Hasankeyf'te " Zeynel Bey Türbesi"ni, kardeşinin anısına yaptırdı.
Artık, herkes bilir onu Hasankeyf'te. "Uzun Hasanın oğlu, Zeynel Bey" derler ona. Cesedi bu türbede olmasa da, ruhu hep, bekler durur türbeyi, yıllarca

DÖRT KAPI-KIRK MAKAM ..

DÖRT KAPI-KIRK MAKAM 




ŞERİAT KAPISI



ilâhi bir mesaj sayılan İslam’dan önce,  Arap toplumunda kabile yaşamı hakimdi. Kervan basmalar, yağmalar, köle ticareti, kız çocuklarının diri-diri kuma gömülmesi gibi gelenekler, sıradan bir olay gibi görülür ve Bedevi-Arap toplumunun gündelik yaşam biçiminden sayılırdı.

Çok tanrıcılık ve putlara tapma geleneği, sadece Mekke’de değil, Mekke’nin dışındaki tüm Araplarda yaygın bir gelenekti. Hz. Peygamber Efendimiz, böylesi bir ortamda Haşimi soyunun bir ferdi olarak Mekke’de peygamberliğini ilân etmişti.
Hz. Muhammed,  mensubu bulunduğu toplumu, kökten değiştirmek için sadece ruh dünyalarına değil onların toplumsal yaşamlarına da seslendi. Arap çöllerindeki Bedevi medeniyetine pek çok reformlar getirdi, büyük reformlerı hayata geçirdi.
Hz. Peygamber Efendimiz, bu sosyal ve kültürel faaliyetlerinin yanında asil görevi sayılan Tanrı elçiliği görevini de en mükemmel bir şekilde yürüttü. Yirmi üç yıllık, Tanrı elçiliği döneminde, Cebrail adı verilen melek vasıtası ile “Vahiy” olarak aldığı Tanrı buyruklarını, tüm insanlık âlemine tebliğ etti. 23 yıllık peygamberliği boyunca, ayet ayet inmiş olan Kuran’ın hem tebliğcisi, hem de yorumlayıcısı olmuştur. Bu da Hazret-i Muhammed’i, hem vahiy’in muatabı, hem de onun ilk ve en mükemmel açıklayacısı durumuna getirmiştir. Bu döneme “Asr-ı Saadet” denir.  Hz. Muhammed’in 23 yıl boyunca getirmiş olduğu dini uygulamalar, şu üç önemli husus altında özetlenmiştir:
1- Sözlü Açıklama: Hazret-i Peygamberimiz, bir konuyu, bir problemi, bir  kelimeyi veya deyimi kendi sözüyle  açıklamasıdır ki bu açıklamalara, “Hadis” diyoruz.
2- Fiilî Açıklama: Hazret-i Peygamberimiz’in her hangi bir problem veya olay hakkında göstermiş olduğu davranış biçimi, onun bu konuya verdiği cevap olarak kabul edilmiştir.
3- Takrirî Açıklama: Hazret-i Peygamberimizin, tanık olduğu her hangi bir olay hakkında yasaklama getirmemesi, o konunun veya fiilin Kuran hükümlerine ters düşmediği anlamında yorumlanırdı.
Hazret-i Peygamber’imizin bu üç hareketi, daha sonra “sözlü sünnet”, “fiilî sünnet” ve “takrîrî sünnet” olarak kabul edilmiştir.
İşte Hz. Peygamber’imizin 23 yıl boyunca getirmiş olduğu bu “Diniî Kurallar” ve uygulamalar, Peygamber Efendimizin “Şeriatı” dır.
Ancak  huzur,  güven, barış ve mutluluk olarak tanımlanan İslam sentezi, Hz. Peygamber’in Hakk’a yürümesinden sonra Muaviye ve oğlu Yezid’in temsil ettiği Emeviler zamanında bir çeşit dini geleneksel hukuk (fıkıh) diyebieceğimiz bugünkü Sünni İslam devletinde temel bir yasa gibi işlev görmektedir. Örneğin; Oruç, namaz, zekat, hac, kelimeyi şahadet gibi dini vecibeleri, dinin temel direği olarak görürler.

 Alevi öğretisindeki Şeriat ise şöyledir:

Alevi-Bektaşi şeriatına baktığımız zaman şu gerçekleri görmek mümkündür: Modern toplumlarda adaleti medeni hukuk sistemi ve mahkemeler sağlar. Alevi-Bektaşi inancına mensup kimseler arasında  ise inanç önderi adını verdiğimiz dedeler ve babalar vasıtasıyla toplumsal adalet sağlanır.

Sadece bir ibadet yeri olmayıp, aynı zamanda paylaşım, bölüşüm ve beraberliğin en güzel örneklerinin meydana geldiği cem evlerimiz, aynı zamanda, adalet sisteminin en gelişmiş örneklerinin uygulandığı birer dini mekandır.

Diğer sistemlerde suçluyu islah etmek için ceza sistemi uygulanır. Alevi hukukunda ise, kişiyi irşad ederek, işlediği suçu bir daha işlememesi sağlanır. Yani suça sebebiyet veren şartları ortadan kaldırarak, birey topluma kazandırılır.  Buradaki amaç, bireyi irşat ederek, aydınlatmak ve toplumsal yanını güçlendirerek, sıhatli bir benliğe kavuşturmaktır.

Bunu da Anadolu erenlerinin büyük velisi olan Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin temel öğretisi sayılan Dört Kapı Kırk Makam’ felsefesi içersinde çok açık olarak görmekteyiz.
Biz bu felsefeye, “Bâtini Şeriat”  veya Alevi-Bektaşi Şeriatı diyoruz.  Harabi Hazretleri bir şiirinde şöyle sesleniyor:

Şer-i şerif inkâr olunmaz ama, Şeriat var Şeriattan içeri,
Tarikatsız Allah bulunmaz ama, Tarikat var Tarikattan içeri.

Gördüğün Şeriat Şeriat değil, gittiğin Tarikat Tarikat değil,
Marifet sandığın Marifet değil, Marifet var Marifetten içeri.

Vech-i Harabiyye gel eyle dikkat, Hakk’ın Cemalini eylesin rüyet,
Sadece Hakk vardır demek değil Hakikat, Hakikat var Hakikatten içeri.

Harabi Hazretleri, bu değişinde, Alevi-Bektaşi inancına mensup kimselerin temel felsefesi sayılan “Dört Kapı” dan söz emektedir. Alevi gelenek ve göreneklerini, yani Alevi şeriatını incelediğimizde temelinde tasavvuf ve bilgelik yattığını görürüz. Cem ayini, Musahiplik, tevella- teberra, semah,  matem yası, lokma dağıtmak gibi ritüeller, bunun açık örnekleridir.

Alevilik bir tasavvuf yolu olduğu için her kavramın ve bu kavramla dile getirilen fiilin birden çok anlamı vardır. Bu katlı anlamlar, kişinin ruhi açıdan olgunluk mertebesinde nispeten açığa çıkar, zihin dünyasında belirir. Şeriat kapısındaki bir insan, kendisine düşünce olarak ne verilmişse onu alır. Varlığı şekilden ibaret sanır. Yüzeysel algılar, şekiller ve renklerin gerisindeki özü göremez. Algı dünyası,  beş duyu organının sınırlarını aşmaz. Ne duygu ve ruh yönünden ne de bilgi yönünden bir olgunluğa ermemiştir. Sufiler buna, henüz olgunlaşmamış anlamına gelen  “ham ervah” derler.
Henüz Şeriat kapısında bulunan  kişi, aradığı soruların cevabını bulmak ve aydınlığa giden yolu aralamak için kendisine bir pir, yani mürşit bulur. Bu mürşit sayesinde şeriatı yavaş yavaş aşarken, kendisinin tarikat makamına doğru ilerlemiş olduğunu fark eder. Böylece  Hakk’a erişmenin yolunun ancak ruhi ve köklü bir tekamülden geçtiği gerçeğini idrak etmeye başlar.

Bunun sonucunda ise kendisi için artık yeni bir doğumun başlamak üzere olduğunu anlar. Daha önceki doğumu “ kan bağı vasıtasıyla bir anadan doğmak” olduğunu anlar. Bununla yetinemeyeceğini anlayarak, babadan veya mürşitten doğma anlamına gelen ikinci doğumun, yani  manevi-ruhi bir doğum olacağının bilincine varır. Ve sonu gelmez ruhi yolculuklarda ve içsel yaşantıda kendisine yol gösterecek olan bir usta aramaya başlar.
Pirimiz Hünkâr Hacı Bektaş Veli Hazretleri, Alevi-Bektaşi inancı sayılan  ve Hz. Muhammed ile Hz.Ali’nin başlatmış olduğu bu bâtini yolu, “Dört kapı-Kırk makam” ifadesi ile formüle etmiştir.
Bunlar sırasıyla şöyledir: Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat kapılarıdır. Her kapının on makamı vardır.
Dört kapının Kur’an’daki yeri ise şöyledir: Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, gönüller derdine bir şifa, inananlara bir kılavuz ve bir rahmet geldi.[1]
Bu ayetin yorumu ise şöyledir: Rabbinizden bir öğüt, “Şeriat kapısı” dır; gönüller derdine bir şifa, “Tarikat kapısı”dır; inananlara bir kılavuz, “Marifet kapısı”dır; bir rahmet ise, “Hakikat kapısı”dır.

Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat kapılarının tasavvuftaki yeri ise şöyledir:
a) Tasavvuf Dilinde Şeriat: Bir inancın uygulama biçimidir, yani bir inancın yol ve erkânından haberdar olmaktır.
b) Tasavvuf Dilinde Tarikat: Yoldur ve inancın temel gereklerini yerine getirmiş kişinin olgunlaşmaya başlama aşamasıdır. Bu aşamaya gelen kişi, artık yol oğludur.
c) Tasavvuf Dilinde Marifet: Allah’ın birliğine ve bu birliğin insan tarafından algılanış biçimlerine vakıf olmaktır, yani özünü ârif edip, kemâl mertebesine ulaşmaktır.
ç) Tasavvuf Dilinde Hakikat: Bir şeyin hakikatine vakıf olmaktır. Yani, Allah’ın ulihiyyetini anlamak ve tüm gerçekleri kavramak halidir. Bu aşamaya gelmiş kişiye, olgun insan veya İnsan-ı Kâmil de denir.
Bu makam, manâ âlemidir, yani bu makamda yer ana, gök atadır. Biraz daha açacak olursak yer; “şuhud âlemine; gök, mana âlemine işarettir. İnsan ise her iki âleme bağlı olarak, bu iki âlem arasında gidip gelmektedir.

Şeriat: Hz. Peygamber Efendimizin koymuş olduğu dünyanın tertip ve düzeni ile ilgili kurallardır. Hz. Peygamber’imiz, dünyanın tertip ve düzeni dolayısıyla herkes ile ilgili olan şeriatını tüm ümmetine, açık olarak bildirmiş, fakat yüksek kişilere mahsus olan hakikat ilmini, yani Kur’an’ın iç yüzünü, din ve vahdet sırlarını, “gerçeği halka akılları erdiği kadar açıklayınız” anlayışı içerisinde, sadece ashabının en ulularına ve Ehl-i Beyt’ine gizli ve açık olarak bildirmiştir.
İşte, dört kapının birincisi olan şeriat kapısı da Hz. Peygamber’in, gerçeği halka, akılları erdiği kadar açıklayın dediği, ilk kapıdır. Ancak bu şeriat kapısı, Alevi-Bektaşi İslam inancının şeriatıdır.
Dört kapının ilki olan şeriat kapısının on makamı ise, doğru itikat ve amel ile hizmet edip, Cenabı Allah’ın cemalini görmeye çalışmanın sırlarıdır. Bunun için de halka hizmet, Hakk’a hizmet anlayışı içerisinde insanlara hizmet ve izzet ederek Alevi şeriatı ölçüleri içerisinde tamam olmaktır.

Şeriat  Kapısının Makamları Şunlardır:
1- İman Etmek: Şu Kur’an ayetinde: “Resul, Rabbinden indirilene inanmıştır; müminler de hepsi: Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, resullerine ve velilerine inanmışlardır.” [2]deniyor.
Öyle ise her mümin: “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammed’en Abduhu ve Resûluhu Aliyy’in Veliyullah” diyerek kelime-i şahâdet edecektir. Böylece Allah’ın tek olduğuna ve Hz. Muhammed’in O’nun Abdi ve Resulü olduğuna, ayrıca Hz. Ali’nin Veliyyullah olduğuna şahâdet etmiş olacaktır. Meleklerine, kitaplarına, resullerine ve velilerine inandığına şahâdet ederek, iman etmiş olacaktır.
2- İlim Yapmak: Bir kimse ilim sahibi olmalı ve böylece önce kendi ailesine ve etrafındaki kimselere fayda sağlamalıdır. Çocuklarını okutup, onları da milletine ve devletine faydalı insan olarak yetiştirmelidir. Pirmiz Hünkâr Hacı Bektaş Veli Hazretleri: “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” demiştir. Kur’an’ın pek çok yerinde, “o aklını kullananlar var ya” denilmektedir. Ancak, akıllı ve ilim sahibi kimseler, aklını kullanabilir. Bir hadiste: “Âlimin bir saatlik ibadeti, cahilin yetmiş yıllık ibadetinden üstündür” deniyor.
Gerçek Hakk yolcusu, İlm’el-Yakin, Ayn’el-Yakin ve Hakk’el Yakin ilimlerinden haberdar olmalıdır.
3- İbadet Etmek: Cenab-ı Allah, Kur’an’ın pek çok yerinde “Salât edin” buyurmuştur. Salât’ın gerçek anlamı, yani Türkçe karşılığı; “Dua ve İbadet” tir. İbadet, Alah’a olan kulluk görevlerimizden sayılır. Bizlere vermiş olduğu nimetlerden dolayı kendisine “hamd” ederiz, şükür ederiz. Bu ibadeti cem evlerimizde yaptığımız gibi, kendi evlerimizde ve gök kubbenin altında her mekanda yapabiliriz.
Cenab-ı Allah, bir kudsi hadisine: “Kulum bana ibadetlerle yaklaşır, O bana yaklaştığı zaman; ben o kulumun tutan eli, gören gözü, duyan kulağı ve söyleyen dili olurum” buyuruyor. Kur’an’da, De ki: “İş yapıp değer üretin; yapıp ürettiklerinizi, Allah da resul de müminler de görecektir” [3]deniyor. Görüldüğü gibi, iş yapıp değer üretmek te ibadet sayılır.
4- Helal Kazanç Sağlamak: Harama el uzatmadan, alnının teriyle çalışıp, ailesinin geçimini sağlamaktır.
5- Nikah Kıyıp Dünya Evine Girmek: Evlenip kendi helaliyle çoluk çocuk sahibi olmak ve hiçbir vesile zinaya tevessül etmemektir.  
6- Helal Kazanç ile Sofra Sermek: Bu da el emeği ve alın teri ile ailesinin iaşesini sağlayarak, ailesine haram lokma yedirmemektir.
7- Tüm Kötü Fiillerden Arınmak: Cenab-ı Allah’ınhaliyle hallenmek, ilmiyle ilimlenerek, “eline, diline ve beline” sahip olmakla mümkün olur. Bu da ancak, kâmil bir mürşide bağlanmak suretiyle mümkündür.
8- Şefkatli Olmak: Her an güler yüzlü ve merhametli olmak, insanları sevmek ve ihtiyaç sahiplerine elinden geldiğince yardımda bulunmaktır.
9- Temiz giyip, temiz yemek: Toplum içerisinde her zaman temiz görünümlü olmalıyız, kimseyi kendimizden nefret ettirmemeliyiz. Yiyeceklerimize gelince, Cenab-ı Allah’ın vermiş olduğu o nimetlerin helalından ve temizinden yiyip, bedenimizi ve sıhhatimizi korumalıyız. Bedeni temizliğimizin yanında manevi temizliğimie de dikkat etmeliyiz. Bu da ancak, ruh temizliği ile mümkündür.
 10- Yaramaz İşlerden Sakınıp, Doğruya Yönelmek: Eline, diline ve beline sahip olup, tüm kötü fiillerden uzak durmalıyız. Kendimize yapılmasını istemediğimiz herhangi bir şeyi, başkasına reva görmemeliyiz.
Bir kimse ikrar verip Hakk, Muhammed, Ali yoluna girebilmesi için, yukarıda açıklamaya çalıştığım dört kapının birincisi olan Alevi İslam’ın şeriat kapısının makamlarını, tekmil yerine getirmelidir. Bu kapının on makamını tekmil bilen ve uygulayan bir kimse, gerçek şeriat kapısını tamamlamış sayılır ve böylece Hakk-Muhammed-Ali yoluna, yani Tarikat kapısına girmeye hak kazanmıştır.


[1] Yusuf Suresi, 57
[2] Bakara Suresi, 285
[3] Tevbe Suresi, 105




TARİKAT KAPISI
Alevi-Bektaşi öğretisine baktığımız zaman şu dört ana tema üzerine oturduğunu görmekteyiz. Bu dört ana tema:  “Şeriat, Tarikat, Marifet ve Sırrı Hakikatkapılarıdır. Her kapının on makamı vardır. Bundan dolayıdır ki, biz bunu “Dört Kapı-Kırk Makam” ile ifade ediyoruz.
Geçtiğimiz hafta dört kapının ilki olan “Şeriat” kapısı ve on makamını mümkün olduğunca anlatmaya çalıştık. Bu hafta da Tarikat kapısı ve on makamını göreceğiz.
Bilindiği gibi Alevi-Bektaşi öğretisi, genellikle sembollerle ifade edilir. Bunun için de bu dört kapıyı şu sembollerle ifade etmek, gelenek haline gelmiştir.

Şeriat; İlkokul, Tarikat; Ortaokul, Marifet; Lise, Sırrı Hakikat; Üniversite’dir.
Şeriat; deniz, Tarikat; gemi, Marifet, gemiyi yüzdürmek, Sırrı Hakikat; gemiyi varacağı limana (menzile) ulaştırmak.

Tasavvuf  dilinde Dört Kapı:

1) Tasavvuf dilinde Şeriat: Bir inancın uygulama biçimidir, yani bir inancın yol ve erkânından haberdar olmaktır.
2) Tasavvuf dilinde Tarikat: Yoldur ve inancın temel gereklerini yerine getirmiş kişinin olgunlaşmaya başlama aşamasıdır. Bu aşamaya gelen kişi, artık yol oğludur.
3) Tasavvuf dilinde Marifet: Allah’ın birliğine ve bu birliğin insan tarafından algılanış biçimlerine vakıf olmaktır, yani kemâl mertebesine ulaşmaktır.
4) Tasavvuf dilinde Sırrı Hakikat: Bir şeyin hakikatine vakıf olmaktır. Yani, Allah’ın ulihiyyetini anlamak ve tüm gerçekleri kavramak halidir. Bu aşamaya gelmiş kişiye, olgun insan veya İnsan-ı Kâmil de denir.

Harabi Hazretlerine göre Dört kapı-Kırk makam:

 Şer-i şerif  inkâr olunmaz ama, Şeriat var Şeriattan içeri,
Tarikatsız Allah bulunmaz ama, Tarikat var tarikattan içeri.

Gördüğün Şeriat şeriat değil, gittiğin Tarikat tarikat değil,
Marifet sandığın marifet değil, Marifet var marifetten içeri.

Vech-i Harabiyye gel eyle dikkat, Hakk’ın Cemalini eylesin rüyet,
Sadece Hakk vardır demek değil hakikat, Hakikat var hakikatten içeri.

Harabi Hazretleri, bu dörtlüklerinde, Alevi-Bektaşi inancının temel felsefesi ve anayasası niteliğinde sayılan Şeriat, Tarikat, Marifet ve Sırrı Hakikat’ın “Bâtıni” bir yol olduğunu vurgulamaktadır.
Alevi gelenek ve göreneklerini, yani dört kapının ikincisi olan “Tarikat” kapısını incelediğimizde, temelinde tasavvuf ve bilgelik yattığını görürüz. Cem ayini, musahiplik, tevella- teberra, semah,  matem yası, lokma dağıtmak gibi ritüeller, bunun açık örnekleridir.

Alevilik bir tasavvuf yolu olduğu için her kavramın ve bu kavramla dile getirilen her fiilin birden çok anlamı vardır. Bu katlı anlamlar, kişinin ruhi açıdan olgunluk mertebesinde nispeten açığa çıkar, zihin dünyasında belirir. Henüz Şeriat kapısında bulunan bir insan, kendisine düşünce olarak ne verilmişse sadece onu alır, tarikat hakkında herhangi bir bilgisi yoktur.  
Cem evlerinde bulunan, çerağ, post, seccade, süpürge ve bunlara benzer kutsal varlıkları, birer maddi varlık olarak görür ve bunların manevi birer varlık olduklarını algılayamaz. Varlıkların, renklerin gerisindeki özü göremez. Bu gibi kimselerin algı dünyası, beş duyu organının sınırlarını aşamaz.

Henüz bir mürşide bağlanıp, Hakk, Muhammed, Ali yoluna girip “nasip”  (ikrar) almamış olan kimselere, “pişmemiş, çiğ” derler. Bundan dolayıdır ki, Alevi-Bektaşi inancına mensup olan her can, bir dedeye ve babaya intisap ederek, eşiyle birlikte “ikrar” verir. Buna nasip alma denir veya iki erkek ve iki kadın, yani iki çift talip, bir dedeye veya babaya intisap ederek, “musahip kavline” girerler, buna da ikrar veya nasip alma denir. İkrar veren veya musahip olan bu kimseler, ayrıca her yıl, bağlı bulundukları mürşidin  ve halkın önünde görgüden geçerler.

Bir kimse ikrar verip veya musahip kavline girerek Hakk, Muhammed, Ali yoluna girebilmesi için,  geçtiğimiz hafta açıkladığımız dört kapının birincisi olan Alevi İslam’ın şeriat kapısının makamlarını, tekmil yerine getirmesi gerekir.
Bu kapının on makamını tekmil bilen ve uygulayan bir kimse, gerçek şeriat kapısını tamamlamış sayılır ve böylece Hakk-Muhammed-Ali yoluna girmeye hak kazanmıştır.
Alevi İslam inancına göre, bu yola girmek isteyen kimse, önce bir rehbere teslim edilir. Rehber, bu yola yeni girip ikrar verecek olan bir talibe, uzun zaman yol ve erkân usullerini, dört kapının ilki olan şeriat kapısının on makamını öğretir ve bu öğrendiklerini, hayata geçirmesini sağlar. Bu on makamın vecibelerini yerine getiren bir talip, Hakk yoluna girmeye hak kazanmış demektir.
Rehber, yapılan bir merasimle bu talibi veya talipleri  “Dört kapı selamı” vererek, mürşidin huzuruna getirir.

Mürşit, huzura gelen ve ikrar vererek tarikata girecek olan bu kimselere, şeriatın on makamını ve bu makamları hayata geçirip geçirmediğini sorar.
Taliplerin, “eyvallah” demeleri üzerine, hazır bulunan cemaattan sorar. Cemaat da “evet biz kendilerine kefiliz” derler.
 Cemaatın rızası da alındıktan sonra gerekli “erkân” uygulanarak, bu canlarımız tarikata alınırlar.
Her talip bulunduğu makamdan, bir üst makama geçmek istediğinde, aynı yol izlenir. (Uygulama ve geniş tafsilat, ikrar verme erkânında anlatılmıştır.)

Tarikat kapısı, bu yolun gerektirdiği işlerde uzun yıllar hizmet ile gönül dileğini ve kalp isteğini bulup yol ehline muradını vermektir. Bu hizmet sonunda marifet makamına erişerek keramet göstermek ve bu suretle de bulunduğu makam ölçüleri içerisinde kâmil olmaktır.

Tarikat kapısının on makamı şunlardır:
 1- Tövbe Etmak: Cenab-ı Allah, Kur’an’da:“Ey iman edenler! Etkili bir tövbe ile Allah’a yönelin. Umulur ki Rabbiniz, çirkinlerinizi ve günahlarınızı örter, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirir” buyrulmuştur.[1]
Tanrı’nın aslanı Hz. Ali Efendimiz. Tüm dostlarına tövbe etmeyi önerirdi. O mübarek insan, bir sözünde: “Tövbe etmek elindeyken, ümidini kesene şaşarım” diyerek, tövbe etmenin ve insanların kötülüklerden uzak durmalarının önemine dikkat çekmektedir
Hz. Ali efendimiz, sadece tövbe ederek insanların ruhlarını temizlemelerini değil, aynı zamanda hiç günaha girmemelerini sürekli telkin ederdi. O, her zaman: “Günah işlememek, tövbe etmekten daha iyidir” diyerek, tövbe etmenin ne kadar hayırlı olduğunu dile getirirdi. 
İşte bundan dolayıdır ki, dört kapının ikincisi sayılan tarikata intisap eden bir kimse de alçak gönüllü ve bağışlayıcı olmalı, her an kendi özünü “Dâr’a” çekip, sık-sık tövbe etmelidir.

2­- Bir mürşide talip olup, ikrar vermek: Dört kapının ikincisi sayılan tarikat kapısına girmek isteyen bir kimse, önce bir mürşide talip olup ikrar verir. Burada tarikat kapısının on makamını tekmil, öğrenir ve fiiliyata geçirir. Ayrıca bir münasibini bulup musahip kavline girer. Böylece ikrarlı ve musahipli olarak yol ve erkân sürer, her yıl mürşit önünde görgüden geçerek, kemâl mertebesine ulaşır.

3- Temiz giyinmek ve manevi temizlik: Tanrı’nın Aslanı Hz. Ali efendimiz, temiz giyinen ve temizliğe çok önem gösteren bir kimse idi. Hakk, Muhammed, Ali yoluna giren bir kimsenin de Hz. Ali gibi temizliğe çok önem vermesi gerekmektedir.
Ancak, suret temizliğinin yanında “siyret” temizliğine de önem vermelidir. Önemli olan manevi temizliktir, ruh ve gönül temizliğidir.  Bir kimse ibadet için bedeni temizliğini yerine getirdikten sonra, bir cem evine giderek, manevi temizliğini, yani ruhsal temizliğini de yerine getirerek, huzur bulur. Bir kimsenin her yıl pir önünde görgüden geçerek helallık alması da ruhsal temizliktir.
4- İyilik yapmak ve iyilik yolunda savaşmak: Bir kimse, halka hizmet, Hakk’a hizmet anlayışı ile tüm yaratılanı sevmeli ve hizmet etmelidir. Her an  darda kalanların yardımına koşmalı, bunları yaparken de hiçbir karşılık beklememelidir.
İyilik yolunda savaşmak isteyen bir kimse, daima haklının ve mazlumun yanında yer almalı, hiçbir vesile adaleti elden bırakmamalıdır. Bilindiği gibi Hz. Ali efendimiz, sürekli olarak haksızlıktan kaçınmış, gerek öğütlerinde ve gerekse valilerine gönderdiği buyruklarında iyiliği ve iyilik yolunda savaşmayı önermiştir.Hakk, Muhammed, Ali yolunda ilerlemek isteyen bir kimse de her an darda kalanların yardımın a koşmalı ve bunu yaparken de asla adaletten ayrılmamalıdır.

5- Hakk yolunda hizmet etmeyi sevmek: Kendisini Hakk, Muhammed, Ali yoluna adamış bir kimse; tüm yaşamı boyunca bildiklerini halk ile paylaşmalı ve halka hizmeti, Hakk’a hizmet bilmeldir. Yine halka hizmeti, ibadet olarak görmeli ve kendisinde olan yetenekleri, paylaşmasını bilmelidir.
Tüm bunların yanında adaleti elden bırakmamalı, halk için Hakk yolunda mücadele etmesini bilmelidir. Hakk’a ulaşanın tek yolun, halka hizmet olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır.

6- Haksızlıktan ve kul hakkından korkmak: Tarikat ehli bir kimse, hiçbir vesile haksız davranışlarda bulunmamalıdır. Adaleti elden bırakmamalıdır, Kendisine yapılmasını istemediği bir fiili, başkasına reva görmemelidir.
Tarikat kapısında, adım adım ilerleyen bir kimse, kesinlikle kul hakkından sakınmalıdır.Kur’an, hakları ancak sahipleri bağışlayabilir ilkesini esas aldığından, kula olan borcunuzun bağışlamasını, Allah’tan dileyemeyiz. Allah’ın af ve bağışı, kendisi ile kulu arasındaki işlerde geçerlidir. Başka bir deyişle, kul hakkının tek tövbesi, o hakkı sahibine ödemektir. [2] Yine Kur’an’da: “Ey huzura kavuşmuş insan! Dön Rabbine, razı etmiş ve razı edilmiş olarak! Gir kullarımın arasına” buyrulmuştur. [3]
Bundan dolayıdır ki, ibadet cemlerimizde, kulu kuldan razı etmek için razılık alınmaktadır. Öyle ise hiçbir zaman, helal kazancımızın dışında kimsenin malına el uzatmayalım, eğer helal edilmemiş ise, bir bardak su bile kul hakkı sayılır, bunu aklımızdan çıkarmayalım.

7- Ümitsizliğe düşmemek: Hakk, Muhammed, Ali yolunda emin adımlarla ilerleyen bir kimse, hiçbir vesile ümitsizliğe düşmemelidir.
Kur’an’da: “Sana gerçeği müjdeledik, sakın ümitsizliğe düşenlerden olma!” deniyor. (Hicir, 55)
Şu ayette de: İbrahim dedi ki: “Rabbim’in rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?.”  (Hicir, 56)
Ümit etmek, Kur’an’da inananların önemli bir özelliği olarak belirtilmiştir.
Bunun için de insan daima hayatın ipine sıkıca sarılmalı ve umutları için özveride bulunup, dürüstçe çalışmalı, iyi bir insan olabilme erdemiyle yoluna devam etmelidir.
Genellikle ısrarlı ve kararlı kimselerin, umut ettiklerine ulaştıkları görülür. Bu insanlar, karşılaştıkları ret cevaplarına rağmen, umutlarını kaybetmeden yollarına devam ederler. Ümitsizlik ise insanın yaşam gücünü zayıflatır, gerçekleri görmesine engel olur.
Hakk, Muhammed, Ali yoluna giren bir kimse de tüm nefsani duygulardan uzaklaşarak, hiçbir zaman Allah’tan ümidini kesmez. Sonunda ise kâmil bir insan olarak yoluna devam eder.

8- İbret almak: Cenab-ı Allah bir çok ayetinde bizleri düşünmeye, kainattan ibret almaya davet etmektedir. İnsanın, Cenab-ı Allah’ın varlığını. birliğini. sonsuz kudretini kavrayıp tasdik etmesi için yeryüzündeki dağlara. denizlere, ağaçlara bitkilere, madenlere, tüm canlılara bakması, özellikle de Cenab-ı Allah’ın en büyük eseri olan insanın kendi kendine bakması, hikmetli düşünmek için yeterli olacaktır.
Şu Kur’an ayetlerinde de: "Onu (yani insanı) siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz? Aranızda ölümü takdir eden biziz. Ve biz, önüne geçebileceklerden değiliz. Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir alemde var edelim diye ölümü takdir ettik. Andolsun ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?" (Vakıa, 59-62)
Hz. Ali Efendimiz; yaşamın ibretlerle dolu olduğunu, yeteri kadar ibret alınacak konunun bulunduğunu, ancak insanların genellikle bundan ders çıkarmadıklarını dahiyane bir şekilde izah ederek: “İbret alınacak şeyler ne çok, ibret alanlarsa ne az” sözleri ile bunu açıklamaktadır.
9- Nimet dağıtmak, cömert olmak: Tarikat kapısına giren bir yol ehli, cömert olmalıdır. Çünkü cömert kimse, meyve veren bir ağaç gibidir. Cömert olmayan insan da dağdaki oduna benzer.
Kur’an’da: Onlar hayırda birbirleriyle yarışırlar” deniyor (Âl-i İmrân, 114)
Yine Kur’an’da: “Onlar verdikleri zaman isrâf etmezler; cimrilik de etmezler; ikisi ortası bir yol tutarlar” deniyor.  (Furkân, 67)
Hazret-i Mevlânâ Hazretleri: “Şunu iyi bil ki, bedenden, maldan, mülkten kaybetmekte, ziyâna uğramakta, rûha fayda vardır, çünkü onu vebâlden kurtarır. Mal; bağışlamakla, infâk etmekle, görünüşte elden çıkar gider ama, onu verenin gönlüne yüzlerce mânevî hayat gelir!” buyurmuştur.
Şu Kur’an ayetinde de: “Mallarını Allah yolunda harcayanların hâli, yedi başak bitiren ve her başağında yüz dâne bulunan bir tek tohumun hâli gibidir. Allah kime dilerse, ona kat kat verir. Allah, ihsânı bol olan, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 261)
Cenâb-ı Hak, rızkın temininde mahlûkâtı birbirine vesîle kılmıştır. Dolayısıyla muhtâcı gözetmek, Allah Teâlâ’nın bizlere olan ihsanlarından onlara pay ayırabilmek, büyük bir fazîlet ve ilâhî bir lutuftur. Muhtaçların feryatlarına tesellî olmadıkça mü’minin rûhu da tesellî bulamaz.
10- Özünü fakir görmek, türap olmak: Özünü fakir gören kimse, kinden, kibirden, benlikten uzaklaşmış kimsedir.
Türap olmak, toprak olma anlamına geldiği gibiayrıca alçak gönüllü ve mütevazi anlamlarına da gelir. Bunların dışında bencillik ve kibirden uzak durma  anlamında da  kullanılan bir deyimdir.
Bilindiği gibi, tüm canlılar, topraktan yaratılmıştır. Hava, su, ateş ve toprak, hayatın olmazsa olmaz dört ana maddesidir. Yine Toprak, cömertliğin de simgesidir.      Tarikat kapısında özünü fakir gören bir kimse, alçak gönüllüdür, tevazu sahibidir.
Hz. Ali Efendimiz, “alçak gönüllülük  bir erdemdir” der. Bir başka sözü ile de: “Alçak gönüllülük, ilmin meyvesidir” buyurmuştur.  
Hz. Ali Efendimiz, özünü fakir görme konusunda son derece belirgindir. “Bin kapıdan, yüz bin kaleden içeri girebilirsin de küçücük bir gönülden içeri giremezsin” diyerek,  gönül yapmanın, özünü fakir görmenin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu vurgular.
Ayrıca bunu yaparken de adaletten uzaklaşmamayı da özellikle vurgular. Onun “Bin defa mazlum olsan da bir defa zalim olma” sözleri, bunu bir ön koşul olarak gösterir.
Buraya kadar, dört kapının ikincisi olan tarikat kapısının on makamı ve ilkeleri yukarıda verilmiştir. Bu kapının on makamını tekmil bilen ve uygulayan bir kimse, marifete girmeye hak kazanır. 23/02/2009




[1] Tahrim Suresi, 8
[2] Yaşar Nuri, Cevap Veriyorum adlı eseri, S: 259- 2001- İstanbul
[3] Fecr Suresi, 27, 28




MARİFET KAPISI  
Alevi-Bektaşi öğretisine baktığımız zaman şu dört ana tema üzerine oturduğunu görmekteyiz. Bu dört ana tema:  “Şeriat, Tarikat, Marifet ve Sırrı Hakikatkapılarıdır. Her kapının on makamı vardır. Bundan dolayıdır ki, biz bunu “Dört Kapı-Kırk Makam” ile ifade ediyoruz.
Geçtiğimiz haftalarda  dört kapının “Şeriat ve Tarikat” kapıları ile bunların onar makamını gördük. Bu akşam ise Dört kapının üçüncüsü olan “Marifet kapısını ve on makamını anlatmaya çalışacağız. Marifet kapısını incelediğimizde, temelinde tasavvuf ve bilgelik yattığını görürüz.
Bilindiği gibi Alevi-Bektaşi öğretisi, genellikle semboller ile ifade edilir. Bunun için de bu dört kapıyı şu sembollerle ifade etmek, gelenek haline gelmiştir.
“Şeriat; İlkokul, Tarikat; Ortaokul, Marifet; Lise, Sırrı Hakikat; Üniversite’dir.
Şeriat; deniz, Tarikat; gemi, Marifet, gemiyi yüzdürmek, Sırrı Hakikat; gemiyi varacağı limana (menzile) ulaştırmaktır.
Marifet Kapısı, kişinin Tarikat kapısında öğrendikleri ve ulaştıkları ile duygu ve ilimde en üst düzeye ulaştığı makamdır.  Marifet kapısı, kişinin Tanrısal sırlara eriştiği bir makamdır. Bu makam, kişinin Şeriat ve Tarikat kapılarında öğrendiklerini özümseyerek, bunları Tanrının kendisine izin verdiği ölçüler içersinde derleyip yorumlama ve sunabildiği bir makamdır.
Marifet makamına erişen bir kimse,zâhir ve bâtın ilminden haberdar olur ve bu bilgilerini istekli olan kimselerle paylaşarak, onların da bilinçlenmesini sağlar. Bu bilinç içerisinde olan bir kimse, marifet ilminden haberdar olup; hakikat kapısına erişerek velâyet makamında keramete ulaşabilir.
Marifet kapısının on makamı şunlardır:
1- Edepli olmak:  Yüce Pirimiz Hacı Bektaş Veli Hazretleri, EDEB kavramlarını;   “EDB” harfleriyle sembolize etmiştir. Bu harfleri, tek-tek açacak olursak “ele”, “dile” ve “bele” sözcüklerini meydana getirir. Bunların anlamı ise şöyledir:
 Ele sahip olmak: Bu söz, ahlakî anlamda, elinle koymadığına el uzatmamak, yani başkalarının haklarına tecavüz etmemektir.
Dile sahip olmak: Bu söz, ahlakî anlamda, her görüleni ve işitileni söylememek, yani sır saklamak demektir. Asıl anlamı ise, her şeyi dil söyler fakat, kelam Allah’ındır. Her türlü tat, dil ile alınır, her türlü iyi veya kötü söz, dil ile söylenir. Bundan dolayıdır ki dili, çok iyi kullanmak gerekir.
Bele sahip olmak: Bu söz, ahlâkî anlamda, nefse hakim olmaktır. Kendi nikahlısından başkasına bakmamak, harama uçkur çözmemektir.
Hz. Ali efendimiz: “İnsanların güzel edebe, altın ve gümüşten daha çok ihtiyaçları vardır” diyor.
Aleviliğin en temel yaşam değerleri ve güncel kavramları olan edep ve haya konusunda bir düşünürümüz: “Halkın önderi olmak isteyen bir kime, önce kendisini ıslah etmeli, daha sonra başkalarını ıslah etmeye başlamalıdır” diyerek,  edep ve haya konusunun önemine değinmiştir.
2- Bencillik, kin ve garazdan uzak durmak:  Hazrei  Ali Efendimiz, insanları bencillik, kin ve garezden uzak tutmak için devamlı olarak uyarmakta idi. O’nun şu sözleri çok önemliydi: “Affetmekten utanmayın, cezalandırmada acele etmeyin. Emriniz altında bulunanlarınhataları karşısında hemen öfkelenip kendinizi kaybetmeyiniz” diyerek, insanların kin ve kibirden uzak durmalarını öneriyordu.
Bir kimse, gerçek bir yol ehli  olabilmesi için önce bir mürşide bağlanıp, Hakk, Muhammed, Ali yoluna bağlanır. Bu yol, nefs terbiyesi yoldur. Hz. Peygamber Efendimiz: “Nefsini bilen, Rabbini bilir” buyuruyor.
Bir kimsenin nefsini bilmesi ve onu kendi kontrolü altına alması gerekir. Kur’an’da: “Nefsimi ak-pak gösteremem, Rabbin’n merhamet ettiği durumlar hariç, nefsim bana devamlı olarak kötülüğü emreder” [1] deniyor.
İşte bundan dolayıdır ki, hiçbir zaman nefsani duygularımızın esiri olmadan, insanlara hoşgörü ile davranıp, karşımızdakinin de bir insan olduğunu unutmamalıyız.
Yolumuz, insanlık yoldur ve hiç kimseye karşı kalbinde bir buğz ve adâvet besleme; hiç kimseye hiddet ve şiddet gösterme. Eğerbu suretle hareket edersen, en büyük müşkülleri bile yenersin ve sen de “İnsân-ı kâmil” mertebesine erersin.”
3- Perizkarlık  ve sabır: Perizkarlık,fazla aç gözlülük göstermeden, elindeki ile yetinmesini bilmek  ve ulaşılan manevi aşamanın verdiği sarhoşluktan da korunmak gerekir.
Perizkarlık, hiçbir şeyde aşırıya kaçmamaktır, yemeğin bile fazlası insanı rahatsız eder.
Nefsimiz bizden pek çok şey isteyebilir, ancak biz, onun her istediğini yerine getirirsek, o vakit kendi irademiz elimizden gider ve onun tutsağı oluruz. İrade sahibi olan bir kimse, sabır etmesini bilmeli ve kendi iradesine sahip çıkmalıdır.
Kur’an’da: " Ey inananlar! Sabır ve dua ile Allah’tan yardım isteyiniz. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir” buyuruyor. [2] Yine Kur’anda: "Muhakkak ki Allah, sabredenleri sever" buyuruyor. [3]
Hz. Peygamber Efendimiz, Eshab-ı kiramdan bazılarına: ''İmanınızın alameti nedir?'' diye sorar.  Onlar da: ''Genişlikte şükreder, darlıkta sabrederiz ve Alallah’u Teâlânın kaza ve kaderine razı oluruz'' diye cevap verdiler.
O vakit Allah’ın Resulü: ''Yemin ederim ki siz müminsiniz'' buyurdu.
Yine Hz. Peygamber Efendimiz: “Ehl-i Beyt'in kanaatleri bütün ümmete ders olacak niteliktedir. Onlar çoğu gün sadece su ve hurma ile iktifa ederlerdi” buyuruyor. Sabır; kişiye kanaat etmeyi de öğretir. Kanaat tükenmez bir hazinedir.
5- Haya (Utanma): Bazı duygular vardır ki, günah ve ayıp sayılan şeyleri yapmamıza engel olur. Bunlardan birisi de sadece insanlara ait olanhaya duygusudur.Haya,fenalıklar karşısında nefsi tutmak ve kötülüğü terk etmektir.
Bir gün kırbaç cezasına çarptırılan bir genci, kalabalık bir topluluğun önünde kırbaçlıyorlardı. Kırbaçlanan gencin vücudunun her tarafından kanlar fışkırıyordu. Fakat buna rağmen kırbaçlanan genç, bir kere dahi sesini çıkarmadı.  Genci kırbaçlayanlar, dinlenmek için bir kenara çekilince, kalabalığın arasında bulunan  bir kişi,  gence yaklaşıp: “Tahammülüne hayran kaldım” der.
Mahkum: “ Nasıl ağlayıp bağırabilirim ki, kalabalığın içinde sevdiğim kız var ve şu an beni gözlüyor” der.
O vakit soruyu soran  kimse: “İyi ama Allah’u Teâlâ seni her an görüyor. O yüce yaratan yarın ahrette; “Ey kulum! Fazlasını istemiyorum, sadece o sevdiğin kız için gösterdiğin sabrı, edebi ve  aşkı benim için, benim rızam için niye göstermedin dese ne cevap vereceksin?” diye sorar.
Bu sözü duyan genç: Öyle bir Allah! Der ki kendinden geçer. O kadar
kırbaca direnen vücut, bu ilahi aşka, bu Rabbinden utanma duygusuna takat yetiremez. Muhafızlar gencin yanına koştuğunda o, çoktan can vermiştir.
Utanma başın yere eğilmesi, yüz kızarması gibi değişik şekillerde ortaya çıkan ahlaki bir vasıf olup, imanlı olan kimselerde bulunur İmanı olmayan veya zayıf olanlarda görülmez  
6- Cömertlik: Hz. Ali Efendimiz: Cömertlik, alışkanlıkların en üstünüdür” derken, sadece maddi bir bedeli olan malı değil, bilgiyi, iyi huyu, acılara ortak olmayı ve toplumu çok yönlü ilgilendiren her şeyin paylaşımını esas almaktadır.  
Yine Hz. Ali Efendimiz: “Kendini cömertliğe alıştır ve her ahlakın en iyisini seç; çünkü iyilik alışkanlık haline gelir” sözleri ve “Sizler mallarınızla halkı kuşatamazsınız “onların gönüllerini hoş edemezsiniz”; öyleyse el açıklığı ve güzel davranışınızla onları kuşatınız. Çünkü ben Allah Resulünün şöyle buyurduğunu duydum: “Sizler, mallarınızla halkın gönüllerini hoş edemezsiniz; o halde ahlakınızla onların gönüllerini hoş edin” beyanları, bu konuda ne kadar geniş ve çok yönlü düşündüğünün en açık kanıtıdır.
Hz. Ali Efendimizin, ilme yaptığı vurgularda ise alimi sürekli gözeten, kollayan ve bilgiye yatırımı teşvik eden özellikleri görülür. “İlim maldan hayırlıdır: İlim seni korur, malı sen korursun. Mal vermekle azalır, ilim öğretmekle çoğalır. İlim hakimdir, mal ise mahkumdur. İlim ruhun hakimidir. İlim sahibi cömert olur, mal sahibi cimri olur. İlim ruhun gıdasıdır, mal ise cesedin gıdasıdır. Mal uzun zaman sürecinde tükenir, ilim uzun zaman sürecinde tükenmez ve eksilmez. İlim kalbi aydınlatır, mal ise kalbi katılaştırır. İlim peygamberlerin mirasıdır, mal ise eşkıyaların mirasıdır” sözleri ile insanları dünya malı yerine bilgiye yatırım yapmaları ve bunu insanların yararına kullanmaları konusunda sürekli çağrıda bulunur.
7- İlim yapmak: Kur’an’da: Bazı gizli sırları, sadece ilimde yüksek payeye erişmiş ve aklıselim sahipleri düşünüp anlayabilir” [4] deniyor.      Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal: “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyerek, ilmin değerini anlatmak istemiştir. Pirimiz Hünkâr Hacı Bektaş Veli Hazretleri de: “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” buyurmuştur.
Koca Yunus Emre de: “İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir, Sen kendini bilmez isen, Ya nice okumaktır” diyerek, ilmin önemine değinmiştir.
Bir ata sözümüz de ise: “İlmi olmayan bir beden, suyu olmayan şehre benzer” diyerek, ilmin önemini belirtmek istemiştir.
Ancak zâhiri ilimlerin yanında bir de bâtınî ilimler vardır ve buna “Ledün İlmi” denir. Ledün İlmi, Allah’ın sırlarına ait manevi bilgilerdir. Bu bilgiler, okumakla öğrenilmez, bu gibi bilgiler, kişiye ait özel bilgilerdir ve özden gelir.
Aslında Alevi-Bektaşi ibadetinin yapıldığı cem evleri, birer İlm-i Ledün okuludur.
Bu gibi yerlerde daha çok Allah’ın uluhiyeti ile ilgili muhabbetler, sohbetler yapılır. İşte bu gibi, muhabbetler ve sohbetler, “İlm-i Ledün” dür. Bu ilimden haberdar olabilmek için de bir mürşide teslim olup, onun sohbetlerine katılmak gerekir. Bunun için de en uygun yer, cem evleridir. Musa Peygamber dahi, bir nebi olmasına rağmen, kendisine “İlm-i Ledün” öğretecek bir mürşit aramış ve Hızır’ı bulmuştur. Bilindiği gibi, Hızır kendisine rehberlik etmiş ve bu ilmi, kendisine öğretmiştir.
8- Hoşgörülü olmak: Hoşgörü, sağlıklı insan davranışıdır. Hoşgörü, sağlıklı insan hayatının özüdür ve beşeri münasebetlerin temelidir.
Bizim yolumuz da hoşgörü yoludur ve  bugün her zamankinden daha fazla hoşgörüye ihtiyacımız olduğu aşikârdır. Evde, trafikte, sokakta, okulda, işyerinde, kısaca insanın olduğu her yerde, eğer hoşgörü yoksa orada bencillik, anlaşmazlık, güvensizlik, tartışma, kavga olumsuzluk adına her şeyi görebilmek mümkündür.
Olumsuz birçok davranışın sebebi, yeterince hoşgörülü olamamaktır. Mevlana Hazretleri: “Ben insanların ayıplarını gören gözleri kör ettim'' diyor.
 Bizler de etrafımızdaki kimselerin bize olan yanlış hareketlerini, anlayış içerisinde karşılamalıyız. Eğer yanlışları varsa, onları incitmeden uyarmalıyız, kimsenin ayıbını yüzüne vurmamalıyız. Tüm yaratılanı, yaratandan ötürü sevmeliyiz.
Hazret-i  Ali Efendimiz: “Hoşgörüsünden sadece yol ve inanç konusunda taviz vermez, diğer insanları buna riayet etmeye davet ederdi. O’nun:  “Yol cümleden uludur” sözü, bunun bir örneğidir.
Yine Hz. Ali Efendimiz:  “Hiç kimsenin hatasını yüzüne vurmayınız. O hatayı işleyene hatasını, başka birini misal göstererek anlatınız”derdi. O’nun bir başka sözü de şuydu: “İnsanlarla öyle güzel geçinin ki öldünüz mü ağlasınlarsize. Sağ kaldınızmı sevgiyleçağırsınlar sizi”beyanları, onun ne denli İnsan-ı Kamil olduğuna örnektir.
9- Özünü bilmek: Cenab-ı Allah, Kur’an’da: Rabbin meleklere: “Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. O’nu tamamlayıp, içine ruhumdan üflediğim zaman, derhal ona secdeye kapanın” buyuruyor. [5]
İşte bizim bilmemiz gereken “öz”, Cenab-ı Allah’ın meleklere, önünde secde ediğimiz dediği, Tanrı’ya ait ruhtur.  Bir kimsenin bu özü fark edebilmesi için bu konuda bilgi sahibi olması gerekir.
Yunus Emre hazretleri bir dörtlüğünde: “İlim okumaktan gerek, kendi özünü bilmektir. Kendi özünü bilmezsen bir hayvandan betersin” diyerek, bu tanrısal özün ne denli önemli olduğunu belirtmiştir.
Yine Yunus Emre: “Bir ben var benden içeri” diyerek, bu özü anlatmaya çalışmıştır. Cenab-ı Allah Kur’an’da: “Ben size şah damarından daha yakınım” diyor. [6] Bu da bizim, can, gönül ve ruh dediğimiz ve bilmemiz gereken özdür. Şu dörtlükte de Hakkı Baba:
“Hakkı Baba Hakk’ı bileyim dersen.
Hakk’a Hakk’el yakın olayım dersen.
Sen kendi kendin bileyim dersen.
Önce kendi özünü bilmen gerek” diyerek, bilmemiz gereken öz hakkında bilgi vermektedir.
10- Kamil İnsan veya Ariflik: Kamil insan veya Ariflerin iradesi, Allah’ın
gerçek iradesidir. Bu gibi kimseler, Allah’ın tüm iradesine sahip olan kimselerdir ve bu gibi kimselerde tam tecelliyat vardır.
Tanrı buyrukları, peygamberlere Cebrail aracılığı ile “vahiy” olarak bildirilir. Kamilllere ve Ariflere ise doğrudan doğruya onların kalplerine tecelli eder.
Bu makama erişmiş olan Kamil insan veya Arifler, Allah ile varlıklar arasında meydana gelen olayları, bir düzen içersinde yürütürler. Bu makama erişen kimseler, her iki âleme ait işleri, kesinlikle birbirine karıştırmazlar. Birini diğerinden üstün görmezler ve birinin hakkını diğerine geçirmezler.
Kamil insan, erişmiş olduğu bu makamla yetinmeyip, en mükemmel insan olmanın yollarını aramalıdır, yani “Ekmel” insan olmalıdır. Bu da ancak ve ancak, kalbi saflaştırmak ve cilalamak suretiyle mümkündür.
Eğer insan, kalbini saflaştırıp, cilalayabilirse ve bu kalbi, her şeyi net olarak gösterebilen bir ayna durumuna getirebilirse, Hakk orada tecelli eder. Böylece o kimse, Hz. Muhammed’in ulaştığı “Ev Edna” makamına ulaşmış olur. Ev Edna makamı, Hakk’ın tam zuhurundan ibaret olan “Muhabbet” makamıdır.  




HAKİKAT KAPISI
Alevi-Bektaşi öğretisine baktığımız zaman şu dört ana tema üzerine oturduğunu görmekteyiz. Bu dört ana tema:  “Şeriat, Tarikat, Marifet ve Sırrı Hakikatkapılarıdır. Her kapının on makamı vardır. Bundan dolayıdır ki, biz bunu “Dört Kapı-Kırk Makam” ile ifade ediyoruz.
Geçtiğimiz haftalarda  dört kapının “Şeriat, Tarikat ve Marifet” kapıları ile bunların onar makamını gördük. Bu akşam ise Dört kapının dördüncüsü olan “Hakikat kapısını ve on makamını anlatmaya çalışacağız. Hakikat kapısını incelediğimizde, temelinde Tanrı’nın uluiyeti hakkında önemli bilgiler içerdiğini görürüz.
Bilindiği gibi Alevi-Bektaşi öğretisi, genellikle semboller ile ifade edilir. Bunun için de bu dört kapıyı şu sembollerle ifade etmek, gelenek haline gelmiştir.
“Şeriat; İlkokul, Tarikat; Ortaokul, Marifet; Lise, Sırrı Hakikat; Üniversite’dir.
Şeriat; deniz, Tarikat; gemi, Marifet, gemiyi yüzdürmek, Sırrı Hakikat; gemiyi varacağı limana (menzile) ulaştırmaktır.
Hakikat kapısı, kişinin Şeriat, Tarikat ve Marifet kapılarında  öğrendikleri ve ulaştıkları sonucu; kişinin Tanrısal sırlara eriştiği bir makamdır. Bu makam, kişinin Şeriat, Tarikat ve Marifet kapılarında öğrendiklerini özümseyerek,  Tanrının kendisine izin verdiği ölçüler içersinde derleyip yorumlama ve sunabildiği bir makamdır.
Hakikat kapısı, hakikat nuru ile insanın kendinden geçerek Hakk ile Hakk olmasıdır. Ve böylece Allah’ın sırrının sırrına ermektir.  
Hakikat kapısının makamları ise şunlardır:
1-Alçak gönüllü ve türap olmak: Hz. Peygamber Efendimiz, bir hadisinde Hz. Ali Efendimize: “Ebû Türâb” diye hitap etmişti. Ebû Türab’ın sözlük anlamı, yaratılışın ana maddelerinden sayılan dört ana maddeden birisi olan topraktır.
Turab olmak, alçak gönüllülüktür. Toprak, her şeyi karşılıksız verir, karşılıksız alır. Her zaman ayaklar altındadır yani en alçak gönüllüdür. Herkes tarafından çiğnenmiş olmasına rağmen kimseye dert yanmaz. Herkese hoşgörü, sevgi ve şevkat ile yaklaşır. Toprak cömerttir, toprak berekettir. Toprak, onunla başlayıp onunla bitmektir.
İnsan da herkesin bastığı  toprak anlamında alçak gönüllü olmalı. Allah’tan gelen her şeyi, gönül hoşluğu ile karşılamalı. Hiçbir zaman teslimiyetten ayrılmamalı. Yine hiçbir vesile kibirli ve benlikçi olmamalı, insanlara yüksekten bakmamalı, malıyla ve bilgisiyle övünmeyerek, hoşgörülü olmalıdır. Herkesin ilmine ve bilgisine, saygı duymalıdır.
2- Kimsenin ayıbını görmemek: Hz. Ali Efendimiz, şöyle buyuruyor: “Akıllı bir kimse, önce kendi ayıplarını görür. Kendi ayıbını görmeyen kimse, başkasındaki güzellikleri göremez. Bir kişinin kendi ayıp ve kusurlarını görmeyip, başkalarının ayıp ve kusurlarıyla uğraşması, kötülük olarak ona yeter.
Yine Hz. Ali efendimiz: “Kim kendi ayıbına bakarsa, başkasının ayıbını görmez. Başkasının kuyusunu kazan kimse, oraya kendisi düşer. Kendi hatalarını unutan kimse, başkalarının hatalarını büyük görür. Başkasının gizli hallerini ortaya koyan kimsenin ise kendi gizli ve ayıp halleri ortaya çıkar” buyurarak, bu konuyu veciz bir şekilde anlatmıştır.
Hasan-ı Basri Hazretleri de: “Ey adem oğlu! Sende mevcut olan bir kusur ile insanları kınayıp dururken, kamil bir Müslüman olamazsın. Kamil Müslüman olmak için önce kendi kusurunu ıslah etmelisin, sonra da başkalarının kusurlarını ıslah ile meşgul olman gerekir. Ancak bunu yaptığın zaman Allah Teala’nın has kullarından olabilirsin” buyurmuştur.
Cenab-ı Allah Kur’anda: “Birbirinizin ayıplarını (gizli hallerini) araştırmayın” buyurmuştur. (Hucurat, 12)
3. Elinden geleni esirgememe:Bir kimse, halka hizmet, Hakk’a hizmet anlayışı ile tüm yaratılanı sevmelidir. Darda kalanların yardımına koşmalı; bunları yaparken de hiçbir karşılık beklememelidir. Daima haklının ve mazlumun yanında yer almalı, hiçbir vesile adaleti elden bırakmamalıdır.
Hz. Ali Efendimiz, sürekli olarak haksızlıktan kaçınmış, gerek öğütlerinde ve gerekse valilerine gönderdiği genelgelerde iyiliği ve iyilik yolunda savaşmayı önermiştir.Hakk, Muhammed, Ali yolunda ilerlemek isteyen bir kimse de Hz. Ali gibi hareket etmelidir.
4- Tüm yaratılanı, sevmek:Bunun için tüm yaratılana bir nazarla bakmak, yaratılanı yaratandan ötürü sevmek gerekir. Başta insan olmak üzere tüm yaratılmışı, sevgi ve muhabbetle kucaklamalı ve sevmeliyiz. Ayrıca insanların iyi ve üretici yanlarını bulup, onları o yönde çalışmaya yönlendirmeli ve hiçbir vesile onların kusurlarını görmemeliyiz.
5- Tüm insanları bir görmek: Yetmiş iki millete bir gözle bakmalı.  İnsanlar arasında din, dil, ırk ve cinsiyet ayırımı yapmamalı. Her inanç grubunun yaptığına saygı duymalı, hiçbir kimsenin yaptığı ibadeti hor görmemeli ve hoşgörü ile karşılamalıdır. Çünkü Cenab-ı Allah, yapılan ibadetin şekline değil, özüne bakmaktadır.
6. Vahdet-i vücut ve vahdeti Mevcut anlayışı: “Vahdet-i Vücut ve Vahdet-i Mevcut” anlayışına göre, Allah’ı bir görmek, yani tek olduğuna inanmaktır .  Bir başka deyişle varlığın tek oluşu, yani kâinatı bir bilme, Hakk ve O’nun tecellilerinden başka hiçbir şeyin hakiki bir varlığı olmadığına inanmaktır. Kısacası; “Lâ Mevcuda İllallah” tır, yani ondan başka mevcut yoktur. Tasavvufta ise Allah’a yakın olma, Allah’a ulaşmak anlamına gelir.
Vahdet-i şuhud ise: Cenab-ı Allah’ın tek olarak görünmesidir, âlemde tek oluşudur. Yani, kesretten vahdete (çokluktan birliğe) dönüş halidir. Vahdet, tekliktir. Şuhud, görünme veya şahit olmaktır. Âlem-i Şuhud ise görünen âlem, yani bu dünyadır.
Özetlersek,Allah’ın tüm varlıklarda görünmesidir. Bu duruma şahit olma, yani her şeyi Allah’ın tecellileri olarak görme halidir.
7. Anlamı bilme, sırrı öğrenme:Bunun için, tefekküre varıp, o yüce yaratanın tüm bilgi ve sırlarını müşahede etmek gerekir. Yani, vermiş olduğu nimetlerinin, bu dünyanın tertip ve düzenini, kısacası tüm sırlarının hikmetlerini düşünerek, O yüce yaratanla bütünleşmek gerekir.
Yine bu makamda insan, nefsin isteklerinden kurtulup, tefekküre vararak, “Allah’ın Evi” olarak nitelenen gönül evinde tecelli eden gayba ait bilgilerden haberdar olmaya çalışır, bu gibi tecellilere mazhar olur.
Bu duruma gelerek gönül gözü açılan bir kimse, gayp âleminin tüm bilgi ve sırlarını; kendi iç dünyasında ilham yoluyla sezebilir. İlham, kişinin özel gayreti ve çalışmaları sonunda kendisinde meydana gelen bazı ilâhi hassasiyetlerdir. İlham, hiçbir aracıya gereksinim duyulmadan, Allah’a ait ilâhi mesajların, muhatabın gönlünde zuhur etmesidir.
Muhatap bu ilâhi mesajları, hisseder ve Cenabı Allah’ın kendisine müsaade ettiği ölçüler içerisinde açıklar veya açıklamaz.
8. Seyrü sülüğünü tamamlama:Hakikat yolcusu, manevi olgunluğa ulaşabilmesi için Tanrı’ya yapacağı seyrü sülüğü, yani manevi yolculuğu, dört aşamada gerçekleşir:
1. Seyr-i İllallâh (Tanrı’ya yolculuk):Tüm beşeri isteklerden arınarak, Allah’ın iradesine teslim olma.
2. Seyr-i Fillâh (Tanrı’da yolculuk):Tanrısal nitelikleri kazanma, Tanrı’nın  iradesine göre hareket etme.
3. Seyr-i Maallâh (Tanrı ile birlikte yolculuk): Bu yolculuk, kesretten vahdete, yani halktan Hakk’a yapılan bir yolculuktur. Buna vahdet-i vücut denir ve bu makam, her şeyin Tanrısal olmasıdır.
4. Seyr-i Anillâh (Tanrı’dan yolculuk): Bu yolculuk ise, vahdetten kesrete, yani Hakk’tan halka yapılan bir yolculuktur. Burada manevi yolcu, Tanrı’dan tekrar halka dönerek, bireylere, yani topluma hizmet edecektir. Daha doğrusu, ruhlar âleminden, beşeriyet âlemine dönerek, halkı irşat edecektir.
9- Tanrısal sırları öğrenmek ve öğretmek: Tanrı’nın birliğinden, yani ahad (tek) oluşundan haberdar olup, bundan başkalarını da haberdar etmek gerekir. Çünkü Allah, tek bir varlıktır, evrende görünen tüm nesneler, O’nun unsurlarıdır. Nasıl ki, biz bir insana baktığımız zaman onu tek görürüz. Halbuki bu insanın bedeninde elleri, kolları, ayakları, ağzı, burnu, kulakları, kaşları, kirpikleri , saçları vardır. Bedeninin içersinde ise ciğerler, dalak, pankreas, böbrekler ve adını sayamadığımız milyarlarca hücreler ve mikro organizma mevcuttur. Bundan dolayıdır ki Hz. Ali efendimiz, “insan, küçük bir âlem” buyurmuştur. İşte biz, bir insana baktığımız zaman, tüm bu nesnelerin teker teker isimlerini söylemeyiz, bu bir insan deriz. Allah için de O’nun bu âlemde bulunan unsurlarını teker teker söylemeyiz, Sadece “Allah” deriz. Veya: “O, tektir, yani Ahad” tır” deriz. Bunun tasavvuftaki söyleniş şekli “Lâ Mevcuda İllallâh” tır. “O’ndan başka mevcut yok” demektir.
Çünkü Cenab-ı Allah, bir kudsi hadiste: “Küntü Kenzen mahfiyyen feahbebtü en u’refe fe’halaktül halk-â Li u-refe” buyurmuştur. Bu kudsî hadisin açıklaması şudur: “Ben gizli bir hazine idim, yani her türlü suretten soyutlanmış bir varlık idim. Bilineyim istedim de tüm yaratıklarla birleşip kendime muhabbet için halkı ve âlemleri halk ettim” buyurmuştur.
Buradaki “halk ettim” sözü, yoktan var etme anlamında olmayıp, Allah’ın kendi zâtını, bir halden bir başka hale dönüştürmesiyle meydana gelme şeklindedir. Hadisin sonundaki: “Li-u-refe” sözü, bilinmektir ve sevgiden beklenen sonuçtur. Yani Allah’ın, hayat, ilim, duyma, görme, söyleme, kudret, irade, meydana getirme, yani yaratma, zuhur, yani görünme ve bunlara benzer sıfatlarıyla birlikte, insana bahşettiğimuhabbet ve sevgidir.
Özetleyecek olursak, sudur öğretisine göre, Allah,önce kâinatın tüm bilgi ve sırlarını içerisinde saklayan bir çekirdek idi. O, görünmez alandan, görünür alana çıkmayı diledi de çekirdek çatladı, nur halinde bir ışık oldu. Bu ışık, aynı atom gibi bölünerek, zerre zerre sonsuzluğa yayıldı ve bu zerreler, Tanrı’nın öz cevherinden meydana gelen ruhlar oldu. Sonsuzluğa yayılan bu zerreler, kalp gibi çarpan, ışıl ışıl parlayan evreni meydana getirdiler.
Bu defa o yüce yaratan, kendi güzelliğine, yüceliğine, sonsuzluğuna ve büyüklüğüne, yani O’nun tüm vasıflarına hayran olsunlar diye, bu ruhlara kendi öz cevherinden emanet olarak sıfatlar vererek, onları farka getirdi. Yani görünmez alandan, görünür alana çıkardı ve böylece insanoğlu ve tüm varlıklar yaratılmış oldu. Dolayısı ile kendisi de farka gelmiş oldu, yani görünmez alandan, görünür alana çıktı.
O, yüce yaratan farka gelen bu zerrelere, “elestü bi-rabbiküm?” [1] dedi, yani “ben sizin Rabbiniz değimliyim”dedi. O vakit tüm ruhlar, “evet sen bizim Rabbimizsin, yani yaratıcımızsın” dediler. Böylece Allah’la ruhlar arasında bir “ikrar”, yani sözleşme yapıldı.
İşte, kâinatı kaplayan bizler ve görünür görünmez tüm yaratıklar da dahil, hep bu nesnel evrenin ufaltılmış, toz haline getirilmiş zerre atomlarından başka bir şey değiliz, yani aslında biz oyuz. O ise tüm bu nesnelerin yaratıcısı değil, ta kendisidir. [2]
Bu hususta şu Kur’an ayetlerine bakabiliriz: Bizim emrimiz, bir anlık bakış gibi, bir tek sözden başka bir şey değildir. [3] Bu ayetteki emir, “Kün!”, yani “Ol!” emridir.
Diğer bir ayet ise: Hani Rabbin, âdemoğullarının, bellerinden zürriyetlerini alıp onları, öz benliklerine şahit tutarak sormuştu: “Rabbiniz değil miyim?” Onlar: “Rabbimizsin, buna tanıklık ederiz” demişlerdi. [4]
10. Müşâhede ile Tanrısal varlığa ulaşmak ve Hakla bir olmak:Bir kimse, müşahede yoluyla, önce İlm’el Yakin, Ayn’el Yakin ve Hakk’el Yakin mertebelerine vakıf olur. Bunların gerçekleşmesi için:
1. “Akıl” kesin kanıt kullanarak, yani ilim yoluyla; Tanrı hakkında kesin bilgi sahibi olur ve buna “İlm’el yakin” denir.
2. Açıklama ve bilim yoluyla bilme. Allah sırlarının, Hakk yolcusu tarafından müşahede edilmesi, yani, ilham yoluyla görünmesi, “Ayn’el Yakin”dir.
3.  Allah’ın ilmiyle ilimlenip, vasıflarıyla vasıflanıp, O’nun iradesiyle Allah’ı aracısız görmek, “Hakk’el Yakin”dir.
Bu sonuncusunun, yani Hakk’el yakin mertebesinin gerçekleşmesi için de en etkili araç, aşk ve cezbedir. Cezbe denen şey ise, insanın şuur ve benliğini yok edip, bir an için Allah’la buluşmasını sağlar, insanı bir an için vuslata kavuşturur, bir an için zerreden bütüne doğru bir akış olur ki, insan bir damla iken deryaya karışır ve bu aşk deryasında yok olur. Bunun kaynağı ise, şekil ibadetlerinden ziyade, sevgi, aşk ve muhabbettir. Bu mertebeye gelen insan, Hakk’el Yakin mertebesine erişerek, kendi özünü bilmiş olur.
Bir insanın, bu mertebelere erişebilmesi için, önce Hakk-Muhammed-Ali yoluna girip, ikrar vermeli ve dört kapı-kırk makamın tüm vecibelerini yerine getirmesi gerekir.
Dört kapının dördüncüsü olan hakikat kapısının makamları yukarıda verilmiştir. Bu kapının on makamını tekmil bilen ve uygulayan bir kimse, gerçek hakikat kapısını tamamlamıştır. Hakikat makamına ulaşan, yaşamını bu inanç ve şartlar içersinde düzene sokan bir kişi, küfrü imana, zorlukları kolaylığa, çirkinlikleri güzelliğe dönüştürebilir ve böylece hakikat ehli sayılır.
Hakikat yolcusu, gerçekte Hakk’a talib olmalıdır. Bunun için de özünü toprak etmelidir. Çünkü toprak, öyle bir nesnedir ki, kendisine ne kadar eziyet edilse, o buna daha bol ürün vererek cevap verir. Üzerine hayvan dışkısı atılsa, o bundan asla gücenmez, aksine daha fazla ürün verir. Bundan dolayıdır ki, hakikat yolcusu bir talip aynı toprak gibi olmalı, küfrü imana çevirmesini bilmelidir.
Hakikat yolcusu olan kimse, kendisini toprak edip, “Marifet” tohumunu bu tarlaya ekmeli. O tohumu, fakirlik, alçak gönüllülük suyu ile sulamalı, rıza orağı ile biçmeli, sabır harmanında dövüp, fark düveni ile yumuşatıp, şark yeliyle savurup, hal değirmeninde un edip, erkân eleğiyle eleyip, irade teknesine koyup, iman tuzuyla tuzlayıp, “muhabbet”le yoğurup, aşk ateşiyle yakıp, gönül fırınında pişirip,“Mürebbi”nin önüne gelmelidir.
Eğer makbul görülüp kabul edilirse, Şeriat, Tarikat ve Marifet makamlarındaki hizmetinin karşılığını görmüş sayılır. Bu kimsenin Hakk katındaki mertebesi yükselir ve böylece hakikate erişerek, kâmil insan olur.
Eğer bir talip, pişmeden, olgunlaşmadan “Mürebbi” önüne gelecek olursa, o pişmemiş ve çiğ bir lokma sayılır. Çiğ lokma da yenmez, insanın midesine zarar verir, lezzeti dahi olmaz. Bundan dolayıdır ki, Hakk, Muhammed, Ali yolunda ve erkânında, çiğ lokma yenmez, çünkü haramdır.
Yaşamında bu aşamaya gelen bir kimsenin, yaptığı her işte doğruluk, düzgünlük, söylediği her sözde kemalât görülür. Bu gerçeğin farkına varamayan kimseler ise, hangi milletten olursa olsun, gerçeği görüp fark edemez ve delâlet içersine düşer.