KARIŞIK

5 Ocak 2017 Perşembe

Sultan Divani  türbesi.. afyon





Afyon'da yaşayan büyük velîlerden. İsmi Mehmed Çelebi olup, babası büyük velî Abapûş-i Velî'dir. On altıncı yüzyılda yaşamıştır. Afyon'da doğdu. Doğum târihi belli değildir. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Sultan Dîvânî, babasının yanında yetişti. Abapûş-i Velî zamânında Afyon'da şiddetli bir vebâ salgını hüküm sürdü ve yakınlarını birer birer kaybetti. Abapûş-i Velî'ye bir gün en çok sevdiği küçük oğlu MehmedÇelebi'nin vefât haberi geldi. O zaman, Abapûş-i Velî; "Hakk'ın rahmetine mi kavuştu? Hayır yanlışınız var, uyuyor o. Bu sefer yanıldınız." dedikten sonra, hemen küçük oğlunun yattığı odaya sessizce girdi. Üzerindeki örtüyü kaldırarak; "Uyuyor musun Mehmed'im? Bu ne uykusu? Senin bu dünyâda hizmetin var. Uyan Mehmed'im uyan!" dedi. Mehmed Çelebi, uykudan uyanırcasına, tatlı bir mahmurlukla gözlerini açtı ve babasına uzun uzun baktı.

Abapûş-i Velî hemen oğlunu dergâha götürerek, kırk günlük riyâzet ve uzlete soktu. Bu müddet içinde SultanDîvânî tasavvufta büyük dereceler elde etti. Babasının sağlığında, yerine geçerek talebe yetiştirmeye başladı.

Sultan Dîvânî, babasının yerine geçtikten sonra, Konya'ya Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin kabrini ziyâret için yola çıktığında şehrin ileri gelenleri tarafından uğurlandı. Yolun yarısında Beşâre denilen yere geldiğindeKonya'dan karşılamaya gelenler oldu. Sultan Dîvânî burada nice tesirli sohbetler yaptıktan sonra yoluna devâm etti. Konya'da Celâleddîn-i Rûmî'nin kabr-i şerîflerini ziyâreti esnâsında, Sultan Dîvânî'yi bir hal kapladı. Bu durumu garipsiyenlerin halleri SultanDîvânî'ye mâlûm olunca, dergâh hamamının yanmakta olan ocağına girdi.Allahü teâlânın izni ile ocaktaki ateş ona hiç tesir etmedi. Bu durumu gören sû-i zan sâhiplerinin kalplerindeki bozuk düşünceler kayboldu ve o büyük zâta samîmî olarak bağlandı.

Tîmûr Han zamânında, devlet hazînesinin süsü olmak üzere bir fermanla Celâleddîn-i Rûmî'nin Dîvân-ı Kebîr'i türbeden alınarak Mâverâünnehr'e götürüldü. Daha sonra bölgede çıkan karışıklıklar sırasında Dîvân-ı Kebîr bozuk bâtınî fırkasından olan Şah İsmâil'in eline geçti. Bu yüzden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, SultanDîvânî'ye mânevî işâretle Dîvân-ı Kebîr'i o bid'at ehlinin elinden kurtarması, eski yerine koyması emredildi. Bu sebeple Afyon'dan yola çıkan SultanDîvânî, önce Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin kabrini ziyâret etti. Sonra İran'a doğru yola çıkan Dîvânî, her uğradığı yerde insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. İran sınırında Şah İsmâil'in muhâfızları ile karşılaştı. Onlar, gelip geçenlere nereden gelip, nereye gittiklerini sorarlardı. Bu sorgulamada muhâfızların başındaki çavuş, SultanDîvânî'ye edepsizlik etti. Bu yüzden dili tutulup, bu halde reislerinin yanına gittiğinde, oradakiler, çavuşun hâlini görünce, içlerinden biri Sultan Dîvânî'nin üzerine doğru yürürken eli felç oldu. Onlardan Sultan Dîvânî'ye zarar vermek isteyenlerden herbirinin başına bir iş geldi.

Böylece Sultan Dîvânî'ye zarar veremeyeceklerini anlayıp, ona iyi muâmelede bulunmak zorunda kaldılar. Sultan Dîvânî rahat bir şekilde Şah İsmâil'in başkentine vardı.Şah İsmâil, SultanDîvânî'nin geldiğini duyunca, görünüşte, gelişini tebrik etmek hakikâtte ise, onun ahvâlini araştırmak maksadıyla adamlarını yanına gönderdi. Adamlarından herbirisi kendilerine göre Şah İsmâil'e rapor verdi. Şah İsmâil adamları ile görüştükten sonra ikrâm görünüşünde, onun için bir dergâh yaptırıp, her bakımdan onu kayıt altına almak ve onun tekrar memleketine dönmesine mâni olmak istedi. Bunun üzerine Sultan Dîvânî; "Dervişlere ikrâm, Dîvân-ı Kebîr'in teslimi iledir." buyurarak, maksadını ifâde etti. Şah ve vezîri aralarında anlaşarak bir ziyâfet esnâsında Sultan Dîvânî'nin zehirlenmesine karar verildi. Bu durum Allahü teâlânın izni ile Sultan Dîvânî'ye mâlûm oldu. Yemek sırasında verilen zehirli şerbet kâsesini alıp, Şah İsmâil'e hitâben; "Bu can eriten kâseyi Şah mı yoksa, vezir ile mi içeyim?" dedikten sonra vezire yüzünü çevirdi. Bir yudumda içti. Allahü teâlânın ihsânı olarak, zehrin tesiri kalmadı. Şâh İsmâil onun bu kerâmeti karşısında istemeyerek de olsa, Dîvân-ı Kebîr'in kendisine verilmesini emretti. Sultan Dîvânî'nin bu kerâmetini gören devlet ricâli arasında onu sevip, Eshâb-ı kirâm düşmanlığı inancından vazgeçerek Ehl-i sünnet îtikâdına dönenler oldu.

Sultan Dîvânî, Dîvân-ı Kebîr'i teslim alacağı yere talebeleri ile birlikte büyük bir şevk ve heyecanla vardı. Halk onları büyük bir merakla tâkib ediyordu. Sultan Dîvânî orada insanlara nasîhat dolu güzel bir vâz verdi.Teslim işleri bitip ayrılacakları sırada, birçok kimse Ehl-i sünnet îtikâdına dönerek, SultanDîvânî'nin elini öpmek için sıraya girdiler. Bunlar arasındaŞah İsmâil'in oğlu da vardı. Şah İsmâil bunu duyunca çok kızdı ve Sultan Dîvânî'nin arkasından askerler gönderdi. Askerler Sultan Dîvânî'nin bulunduğu kervana yaklaşınca, başındaki külahı kılıç gibi onlara doğru tuttuğunda, askerler perişan oldu. Kurtulanlardan bâzısı kaçtı, bâzısı da tövbe ederek Ehl-i sünnet îtikâdına girdi.

Sultan Dîvânî dönüşünde Bağdât, Halep üzerinden Konya'ya geldi. Dîvân-ı Kebîr'i yerine koydu. Bu sırada kırk kişi ona halîfe olmakla şereflendi.

İbrâhim Gülşenî, Mısır'da Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yaymak için çalışıyordu. Herkes kâbiliyeti nisbetinde ondan istifâde ediyordu. Onun ismini zamânın sultanı Kansu Gavri de duydu. Zâhirî ve bâtınî himmetlerine kavuşmak için çeşitli ikrâmda bulundu ise de İbrâhim Gülşenî onun bu ihsânlarını kabûl etmedi. Ayrıca, adâlet ve iyilik üzere olması, bozuk îtikâdından ve taşkınlıklardan vazgeçmesi husûsunda tehdîdkâr nasîhatlarda da bulunup, kendisine Allah için buğzettiği intibâını verdi. Bu sırada Kansu Gavri'nin kâtibi Tomanbay, İbrâhim Gülşenî hakkında koğuculukta bulundu ve İbrâhim Gülşenî aleyhine ona eziyet ve sıkıntı vermek için tahrik etti. Bununla da kalmayıp onu zindana attırdı. Bu sırada Yavuz Sultan Selîm Han, Eshâb-ı kirâm düşmanı Şâh İsmâil üzerine sefere karar verince, Kansu Gavri, Şah İsmâil ile anlaşarak Osmanlı ordusunun İran tarafına geçmesine mâni olmak istedi. Sonra Mısır'a yapılan seferde iki ordu Mercidabık'da karşılaştı. Yapılan savaşta Kansu Gavri öldü. Mısır ordusu büyük bir mağlubiyetle geri döndü. Tomanbay, Mısır sultanı oldu. Tomanbay, İbrâhim Gülşenî ve talebelerine daha fazla eziyet etmeye başladı. Bu sırada SultanDîvânî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin mânevî işâreti ile, İbrâhim Gülşenî'yi kurtarmak için Mısır'a gitti.

Sultan Dîvânî, Mısır'da Bulak denilen yerde kendisi için hazırlanan yerde ikâmet etti. Bu sırada bir köşede unutulmuş olan İbrâhim Gülşenî'yi bulunduğu hapishâneye gidip, ziyâret etti. Mânevî bir himâye altında olduğunu müjdeledi. Buradaki sohbet sırasında hapishânenin içi ve dışı insanla doldu. Bunun üzerine Sultan Tomanbay ve devlet ricâli yapılan toplantı netîcesinde, topluluğun dağıtılmasına karar verdi. Görevli askerler Sultan Dîvânî'nin bulunduğu yere gelip, halkı dağıtmaya başladıkları sırada Sultan Dîvânî başındaki külahını eline alıp onlara doğru tuttu. Gelen askerlerin hepsine bir hal gelip, kaçmaya başladılar. Külahın karşısına rastlayanların vücudunda vurulmuş gibi izler bulunduğu görüldü. Tomanbay'ın vücûdunun bâzı kısımlarına felç geldi. Bu durum karşısında çâresiz kalan Tomanbay ve devlet erkânı, özürler dileyerek, İbrâhim Gülşenî'yi serbest bırakmak mecburiyetinde kaldı.

Sultan Dîvânî, Mısır'daki vazîfesini tamamladıktan sonra, geri dönmek üzere yola çıktı. Şam'ın bağ ve bahçelerine yaklaştıklarında henüz bahçelerde çiçekler daha yeni açmaya başlamıştı. SultanDîvânî'nin gelmekte olduğunu duyanlar, onu karşılamaya çıktılar. Bunlar arasında bağ ve bahçelerin sâhipleri de vardı. Bahçe sâhiplerinden SultanDîvânî, kavun karpuz istedi. Onların; "Henüz daha çiçekte ve bir kısmı da daha olmadı." demeleri üzerine; "Belli olanı, bilineni beyâna ne hâcet. Siz gidiniz getiriniz." buyurdu. Bunun üzerine bahçe sâhiplerinden üç kişi koşup, bahçelerinde olgunlaştığını tahmin ettikleri bir karpuz ile kavunu alıp, Sultan Dîvânî'ye hediye ettiler. İlk önce getireninki, olgun çıktı. Ondan sonra getireninki, biraz olmuş, en son getireninki ise henüz olgunlaşmamıştı. Sultan Dîvânî olgunlaşmış olanı kesip, orada bulunanlara ikrâm etti. Kavundan yiyenler, o zamâna kadar o tatta bir kavun yemediklerini söylediler.

Sultan Dîvânî bir müddet Şam'da kaldı. Bu sırada Şam'da bir kâdı vardı. Tasavvuf ehlinin aleyhine çalışırdı. Onlara eziyet ve sıkıntı verirdi. Hattâ Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin eserlerini satın alıp yakması, tasavvuf ehlini çok üzdü. Onun bu hareketlerinin gayret-i ilâhiyyeye dokunup cezâsını bulmasını bekliyorlardı. Sultan Dîvânî, Şam'ı teşrif edince, kâdının bu durumu arzedildi. "Onun hakkında hüküm verildi." buyurdu. Afyon'a dönerken yolda, Mısır üzerine sefere çıkmış olan Yavuz Sultan Selîm Han ile karşılaşan Sultan Dîvânî, sultana bâzı nasîhatlerde bulundu. Muhyiddîn-i Arabî'nin kabrinin ortaya çıkarılmasını, temizlenip, tâmir ettirilmesi husûsunda Yavuz SultanSelîm'e teşvik ve kâdının terbiye edilmesi husûsunda nasîhatte bulundu. Sultan Dîvânî, Afyon'a döndükten sonra bir gün âniden; "O kâdı kendi ateşi ile yandı. Onun işi halledildi. Muhyiddîn-i Arabî'nin türbesi temizlenip, tâmir edildi. Mısır, Yavuz Sultan Selîm'e teslim oldu." buyurdu.

Babası Abapûş-i Velî ile Sultan İkinci Bâyezîd-i Velî arasında nasıl yakınlık ve samimiyet var idiyse, SultanDîvânî ile Yavuz SultanSelîm arasında da o derece yakınlık vardı. Yavuz ekseriyetle mühim ve müşkil zor meselelerde SultanDîvânî ile istişâre için mektuplaşırdı. Aldığı cevâba göre hareket etmesiyle o sıkıntısı gider, işleri hayırla netîcelenirdi.

Sultan Dîvânî, ömrünün sonuna doğru ansızın vefât edeceğine dâir bâzı alâmetler gördü. Bir Cumâ günü sohbetten sonra baş ağrıları başladı.Ağrılar günden güne arttı. Ziyâretine gelen sevenleri ilaç almasını söylediklerinde; "Bu baş ağrısı, ölüm habercisidir. Ölümden başkası ile geçmez." buyurdu. Hastalığının ikinci Cumâsında ateşlendi. Rahatsızlığı sebebiyle, sevenlerinin üzülmesini görüp; "YarınCumartesidir. O gün biz rahata kavuşuruz." arkasından; "Yarın derd ve ilaç gâilesi düşüncesinden kurtulacağız." buyurdu. Cumartesi günü rûhunu teslim etti. Çok kalabalık bir cemâatle kılınan namazdan sonra Abapûş-i Velî'nin yanına defnedildi.

Sadrâzam KaraMustafa Paşa, Sultan Dîvânî'nin kerâmetlerini ve yüksek hallerini duyup, onun dergâhına hizmet etmek istedi. Türbesini ve dergâhının baştan başa tâmir ve yenilenmesi için çok miktarda para ve usta gönderdi. Tâmir sırasında âni bir yangın çıktı. Bunun üzerine gerekli hazırlıklar tamamlanıp tekrar tâmir işine başlandı. Bu sırada dergâhın hizmetçilerinden Gülüm Dede, SultanDîvânî'yi rüyâsında gördü. Ona; "Ayak ucumda gömülü olan hazîneyi aç. Türbenin tâmiri için lâzım gelen masraflara oradan sarfet. Hiçbir kimseden maddî yardım kabûl etme." diye tenbihte bulundu. Gülüm Dede söylenilen yeri kazınca bir küp altın çıktı. Sadrâzamın memurları bu duruma çok hayret ettiler. Durumu sadrâzama bildirecekleri sırada paşanın ölüm haberi geldi ve dolayısıyla tâmir için gerekli yardımın yapılamayacağı bildirildi. Çıkan altınlar ile Gülüm Dede türbeyi tâmir ettirdi ve kalanını da fakirlere ve Sultan Dîvânî'nin çocuklarına verdi.

Sultan Dîvânî'nin şiirlerinden birisi şöyledir:

Şem-i rûyına cismimi pervâne düşürdüm
Evrâk-ı dili âteş-i sûzâne düşürdüm

Bir katre iken kendimi ummâna düşürdüm
Eyvah yolumu vadi-i hüsrâna düşürdüm.

Takrîr edemem, derd-i derûnum elemim var
Mevlâ'yı seversen beni söyletme gamım var!

MESNEVÎ OKUTABİLİRSİN

Sultan Dîvânî, Burdur'a gitmişti. Burada Mehmed Efendi isminde bir dokumacının evinde misâfir kaldı. Mehmed Efendi tam bir bağlılık, ihlâs ve samîmiyetle Sultan Dîvânî'ye yardım etti. Sultan Dîvânî onun bu derece misâfirperverlik göstermesinden çok memnun oldu ve; "Gel bizim fedâimiz ol ve mükâfatını gör." buyurdu. O da bu dâveti nîmet bilip, kabûl edip, Sultan Dîvânî'ye talebe oldu. Sultan Dîvânî onu oturtup, Mesnevî'nin ilk on sekiz beytini îzâh ederek okuttu. Sonra; "Artık Mesnevî'yi okutabilirsin." buyurdu. Dokumacılıktan başka bir şey bilmeyen Mehmed Efendi, Sultan Dîvânî'nin teveccüh ve nazarları bereketiyle zâhirî ve bâtınî ilimlerle dolu hâle geldi. Burdur Mevlevî Dergâhı şeyhi oldu.

1) Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân; s.15
SEYYİD VELAYET TÜRBESİ ..CİBALİ..İSTANBUL



Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. Sevgili Peygamberimizin mübârek soyundan olup, ismi, Seyyid Velâyet bin Seyyid İshak’tır. Silsile-i nesebi, Seyyid Muhammed Bâkır bin Zeynel’âbidîn’e kadar ulaşmaktadır. 1451 (H.855) senesinde Bursa’ya bağlı Kırmasti kasabasında doğdu. 1522 (H.929) senesinde İstanbul’da vefât etti. Evinin yakınında bulunan mescidin bahçesine defnedildi.

Zamânının âlimlerinden, aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti. Hadîs ilmini Molla Gürânî’den okudu. Âşıkpaşa evlâdından Şeyh Ahmed hazretlerine talebe oldu. Onun hizmetinde bulunup feyz aldı ve yüksek mânevî derecelere kavuştu. Hocası Şeyh Ahmed’in kızıyla evlendi. Tasavvuf yolunda kemâle erdikten sonra, Allahü teâlânın dînini ve Peygamber efendimizin güzel ahlâkını insanlara anlatmak husûsunda icâzet alıp, bu işle vazifelendirildi. 1475 senesinde hacca gitmek için yola çıkınca, Mısır’a uğradı. Orada Şeyh Seyyid Vefâ bin Seyyid Ebû Bekr hazretlerinin de sohbetlerinde bulundu. İrşâd, insanlara hak ve hakikatı anlatmak için icâzet aldı. Mekke-i mükerremede Şeyh Abdülmu’tî ile karşılaşıp, âlimlerin ve tasavvuf ehli zâtların bulunduğu bir mecliste, Esmâ-i hüsnâ okumağa icâzet aldı. Bu yolculuğu esnâsında, annesi İstanbul’da vefât etti. Babası da 1481 senesinde İstanbul’da vefât edip, oturduğu evin bir köşesinde defnedildi. Babasının vefâtından kırk iki gün sonra, Fâtih Sultan Muhammed Hân vefât etti.

Seyyid Velâyet, ilk hacca gidişinden başka, iki defâ daha hac ibâdetini yerine getirdi. Üçüncü gidişi, Yavuz Sultan Selim Hânın pâdişâh oluşunun ikinci yılında idi. 73 yaşına vardığı sırada, İstanbul’da vefât etti. Cenâze namazında, âlim ve sâlih birçok kimse bulundu. Şeyhülislâm Zenbilli Ali Cemâlî Efendi cenâze namazını kıldırdı. Vasiyeti gereği, evinin yakınında bulunan mescidin bahçesine defnedildi. Derviş Muhammed adındaki oğlu, vefâtından sonra onun yerine irşâd vazifesiyle vazifelendirildi. O da 1535 (H.942) senesinde vefât etti ve babasının yanına defnedildi.

Seyyid Velâyet, zâhirî ve mânevî ilimlerde yüksek derece sâhibi, âlim, fazîletli bir zât idi. Derin ilmi ve tasavvuftaki yüksek derecesiyle etrâfına yıllarca feyz verdi. Sultanlar ve vezîrler onu ziyârete giderlerdi. Bereketli ve feyzli sohbetleriyle, binlerce insanın Allahü teâlânın rızâsına kavuşmalarına ve kemâle ermelerine vesîle oldu.

Yüksek hâller ve kerâmetler sahibi olan Seyyid Velâyet hazretleri, herkese iyi davranır, güler yüzlü ve hoşsohbet idi.

Nakledilir ki: Seyyid Velâyet, hac ibâdeti için Arafat'ta bulunduğu sırada, Şeyh Ahmed Mahmûd da yanında idi. Bir ara Şeyh Ahmed Mahmûd ona; "Bugün imâmın sağında kim bulunuyorsa, zamânın kutbu odur" dedi. Seyyid Velâyet namazı kıldıktan sonra, imâmın sağ yanında bulunan zâta dikkatlice baktığında, Bursalı Mevlânâ Ayas hazretleri olduğunu gördü.

Hicâz'dan döndüğünde, Bursalı sâlihlerden biri onu ziyârete gelip, bu sene Arafat'ta imâmın sağında kimin bulunduğunu tesbit edip, edemediğini sordu. Seyyid Velâyet de; Şeyh Ahmed Mahmûd hazretlerinin hatırlatması üzerine tesbit ettiğini ve Bursalı Mevlânâ Ayas hazretlerinin olduğunu söyledi. O akşam çok hastalandı, hayattan ümîdini keser gibi oldu. İyileşip, sabahleyin kendini toparlayınca, o sâlih kişiyle berâber Mevlânâ Ayas hazretlerini ziyârete gitti. Duâsını almak istiyordu. Huzûruna varıp elini öptükten sonra oturdu. Mevlânâ Ayas ona sert bir şekilde bakıp; "Neden benim gizli hâlimi başkalarına yaydın. Dilini ve gözünü bu işten korumadın. Ben, bu gece senin vefâtın için üç kere Allahü teâlâya duâ edip yöneldim, her seferinde Resûlullah efendimizin azîz rûhu benimle duâmın arasına perde oldu. Bu sebepten senin nesebinin temizliğini kesin olarak bilmiş oldum" dedi. Seyyid Velâyet, Mevlânâ Ayas'tan özür dileyip, özürü kabûl edildi ve bunun üzerine ellerini öpüp hayır duâsını aldı.

Seyyid Velâyet hazretleri, vefâtından iki yıl kadar önce ağır bir hastalığa tutulmuştu. Dostları ve talebeleri ondan ümidlerini kesmişlerdi. O sırada gözlerini açıp onlara; "Üzülmeyin dostlarım. Bugün, sabah güneş doğduktan sonra, ölüm meleği Azrâil aleyhisselâm, Müftî Ali Çelebi'nin sûretinde bana geldi. Rûhumu teslim alacağını zannettim ve teslimiyet içinde ölüme hazırlandım. Azrâil aleyhisselâm bana; "Hayır, rûhunu almağa değil, seni ziyârete geldim" diye tesellî ettikten sonra gitti" dedi. İki yıl daha yaşayıp, sonra bu fânî âlemden ayrıldı.

Seyyid Velâyet'in sohbet meclisinde bir gün, SünbülSinân Efendinin hastalanıp, birkaç gün sonra da vefât ettiği haberi söylendi. SeyyidVelâyet bu sözü kabûl etmeyip; "Hayır, Sünbül Efendi benden sonra vefât edip, benim namazımı kılacaktır." buyurdu. Buyurduğu gibi,Sünbül Efendi vefât etmemişti. Ondan sonra vefât edip, cenâze namazında bulundu.

Pîrî Mehmed Paşa, İstanbul'da büyükçe bir dergâh yaptırmış ve içinde de Şeyh Cemâl Efendiyi oturtmuştu. Rebî'ul-Evvel ayı olunca, mevlid okutmak üzere geniş hazırlık yaptı ve yaptırdığı dergâhta, o geceyi tes'îd için âlim ve sâlih kişileri dâvet etti. Sohbet esnâsında Seyyid Velâyet başını kaldırıp, bir müddet düşünüp, murâkabe ettikten sonra; "Bu dergâh, Cemâl Efendinin vefâtından sonra medrese olup, aslâ dergâh olmayacaktır." buyurdu. Sağ kalanlar, bu kerâmetini gördüler. Şeyh Cemâl Efendi vefât edince, dergâhı medreseye çevrildi.

PEK UZUN SÜRMEYECEK

Nakledilir ki: Sultan İkinci Bâyezîd Hân, ömrünün sonuna yakın; "Yerime, en lâyık olan Yavuz Sultan Selim’dir. Sağlığımdayken saltanat vazifesini ona vereyim" diye, onu İstanbul’a dâvet etti. Ancak Şehzâde Sultan Ahmed’in sevenlerinin ısrâr etmesi üzerine, İkinci Bâyezîd tereddüde düştü. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim, sâlih ve âlim zâtlardan yardım ve duâ istedi. Bu sırada Seyyid Velâyet ile de görüşmek istedi. Fakat Seyyid Velâyet onunla görüşmeyi kabûl etmedi. Şehzâde Yavuz Sultan Selim’in ısrârı üzerine görüştü. Yavuz Sultan Selim, Seyyid Velâyet hazretlerinden duâ istedi ve pâdişâh olup, olamıyacağını sordu. Seyyid Velâyet bir müddet cevap vermedi. Sonra; "Üzülmene lüzûm yok. Saltanat yakında sana nasîb olacaktır. Ancak, pek uzun sürmeyecektir" buyurdu. Dediği gibi olup, Yavuz Sultan Selim’in pâdişâhlığı sekiz yıl sürdü.

1) Şakâyik-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.352
2) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.281
3) Sicilli Osmânî; c.4, s.609
4) Tâc-üt-Tevârih; c.2, s.578
5) Sefînet-ül-Evliyâ; c.5, s.248
6) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.14, s.310
Muhammed Çelebi Sultan türbesi ...eğridir




Anadolu'yu aydınlatan meşhûr velilerden. Eğridir'de doğdu ve 1494 (H.900) de orada vefat etti.

Babası, Pîrî Halîfe Sultandır. Seyyid olup nesebi yirmi üçüncü batında hazret-i Hüseyin'e ulaşır. Babası Pîrî Halîfe Sultan, mânevî bir işâret üzerine genç yaştayken İran'ın Hoy şehrinden, hocası Şeyhülislâm Berdeî hazretleriyle birlikte Anadolu'ya göçmüştür. Anadolu'ya gelince, büyük bir mürşid-i kâmil olan hocası Şeyhülislâm Berdeî'nin kızıyla evlenmiş ve bu evlilikten Muhammed Çelebi Sultan doğmuştur. (Bkz. Berdeî Sultan, Pîrî Halîfe Sultan)

Daha küçük yaşta iken, babasının ziyâretine gelenler içerde iken, ıslahı mümkün olmayan kimselerin ayakkabılarını ters çevirir; iyi kimselerinkini ise düzgünce koyardı. Küçük yaşında günahkar ve sâlih insanı ayırır ve söylerdi. Melekleri görür ve gördüğü şeyleri söylerdi. Babası çarşıdan alınan çörekten yedirince bu hali kırk gün kaybolur kırk gün sonra yine görürdü. Niçin gördüklerini söylüyorsun? dediklerinde, bana; "Gördüklerini söyle sana zararı yoktur diyorlar." derdi. On yaşına kadar bu hali devâm etti.Sonra gizledi.

İlim ve feyz ocağında gözlerini açıp küçük yaştan îtibâren ilim ve edep öğrenmeye başladı. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Babasından ve babasının hocası Şeyhülislâm Berdeî'den ilim öğrendi, onların bereketli sohbetlerinde ve derslerinde yetişti. Tasavvufta kemâle erdi. İcâzet aldı. Şeyhülislâm Berdeî hazretlerinin vefâtından sonra dâmâdı ve Muhammed Çelebi Sultan'ın babası Pîrî Halîfe, Muhammed Çelebi Sultan'ın halîfesi olarak dergâhta senelerce halka rehberlik yapıp insanlara, Eshâb-ı kirâmınPeygamber efendimizden naklen bildirdiği ve asırlar boyunca kıymetli İslâm âlimleri tarafından büyük bir dikkatle nakledilegelen Ehl-i sünnet îtikâdını ve doğru din bilgilerini anlattı, öğretti. Bunlara uygun yaşamalarını sağladı. Ömrünü bu mübârek hizmetlerle geçirdi. Vefâtından sonra ilim ve feyz menbaı olan dergâhda oğlu MuhammedÇelebi Sultan, yolunu şaşırmış olanlara rehberlik vazîfesi yaptı. O da aynen babası gibi ilim ve feyz saçtı, nice sâlih ve velî zâtlar yetiştirdi. Pekçok insanın saâdete kavuşmasına vesîle oldu.Vefâtından sonra yerine torunu Şeyh Burhâneddîn hazretleri geçti.

Muhammed Çelebi Sultan hazretlerinin pekçok kerâmeti ve menkıbeleri olup bir kısmı şöyledir:

Daha yedi yaşındayken rüyâsında bütün âlem bir deryâ, büyük bir deniz olmuş, doğudan batıya bütün insanlar şaşkın bir vaziyettedir. Muhammed ÇelebiSultan deryâ üzerinde uzanıp köprü olur. Bütün mahlûkat üzerinden geçer... Bu rüyâsını babasına anlattığında, babası; "Şeyhimiz Abdüllatîf Kudsî hazretleri birazdan geliyor. Ona soralım." der. O gelince, oğlunu huzûruna çıkarıp rüyâsını anlattırdığında, Şeyh Abdüllatîf Kudsî hazretleri, Muhammed Sultan Çelebi'yi kasdederek; "Bu benim oğlum zamânın kutbudur." dedi. Bu sözü söyleyip üç defâ sayha yaptı, haykırdı. Bu sayhası sırasında sarığı başından yere düştü. Muhammed Çelebi Sultan, Abdüllatîf Kudsî'nin huzûrundan ayrılınca, babasına; "Şeyh hazretlerinin kutb-ı zaman dediği nedir?" diye sordu. Babası; "Oğul! Şeyh hazretleri senin kutup olacağını müjdelediler." dedi.

Eğridir'in Kışlıcak köyü imâmı Nâsuh Fakîh şöyle anlatmıştır:

Babam anlattı: "Bir gece evimde yatıyordum. Kapı çalındı. Çıkıp baktığımda, Muhammed Çelebi Sultan hazretleri olduğunu gördüm. Elinde içi dolu ve çıkınlanmış bir sofra ve bir de nacak vardı. Sofrayı bana verip; "Peşimden gel." buyurdu. Giderken önümüze bir deryâ (deniz) çıktı. Bana; "Yürü korkma!" dedi ve önümden deniz üzerinde yürüdü. Ben de tâkib ettim. Deniz üzerinde yürümeye başladım. Tahtaya basar gibi su üzerinde yürüyordum. Kısa bir zaman sonra bir hisara vardık. İslâm ordusu hisarın etrâfını sarmış beklemekteydi. Muhammed Çelebi Sultan elindeki nacakla hisarın kapısına vurunca, bir râhip kapıyı açtı. Önümüze düşüp evine götürdü. Evine varınca bir dehlize girdik. Merdivenle aşağı indik. Orada bir mescid gördük. Mescidde rahleler, Kur'ân-ı kerîmler vardı ve mumlar yanıyordu. Bizi oraya götüren râhip, papaz kıyâfetini çıkarıp, müslüman kıyâfeti giydi ve yanımıza oturdu. Şeyh Muhammed Çelebi Sultan bana taşıdığım sofrayı açmamı söyledi.Sofradaki yiyecekleri çıkardım. Yedikten sonra duâ ettiler. Sonra râhibe; "Artık hisarı verin!" deyince, "Emir sizindir!" karşılığını verdi. Sonra oradan çıkıp gittik. Bir müddet sonra şafak söktü. Sabah namazının vakti girmişti. Benim abdestim yoktu.Bana bir yer târif edip; "Falan ağacın altında arı ve tatlı bir su vardır. Var orada abdest al." dedi. Gidip abdest aldım. Kendisi imâm oldu sabah namazını kıldık. Sonra tekrar yürüdük. Daha önce üzerinden geçtiğimiz denize geldik. Yine deniz üzerinden yürüyerek geçtik. Henüz güneş doğmadan Mezar-ı Şerîf denilen yerdeki dergâha ulaştık. Ben; "Sultanım bu garib haller, gezip gördüğümüz yerler nedir?" dedim. "Gittiğimiz hisar Kefe Hisarıdır. İslâm askerleri onu almaya varmışlardı. Bugün hisar kapısını açarlar." buyurdu. Târih koydum. İşâret ettiği gün o saatte Kefe Hisarı fethedildi."

Muhammed Çelebi Sultan'ın meşhur hallerinden biri de, Hızır aleyhisselâmla çok görüşüp, sohbet etmesidir. Bâzan evinde otururken karşıda bulunan Eğridir Gölüne dikkatle bakar ve birini bekler gibi dururdu. Hızır aleyhisselâm göl üzerinden yürüyerek yanına gelirdi. Görüşüp sohbet ederler, sonra yine geldiği gibi su üzerinden giderdi. Bu hâli çok görülmüştür. Halîfelerinden Âlimi Rabbânî Dâvûd Efendi; "Hızır aleyhisselâmla böyle görüştüklerine defâlarca şâhid oldum." diye anlatmıştır.

Şeyh hazretlerinin çiftliğinde değirmeni olan bir ortağı vardı. Köyünde bu değirmeni çalıştırarak geçimini temin ederdi. Köyün ileri gelenlerinden birinin de değirmeni vardı. Bu kimse sâdece benim değirmenim çalışsın diye o kimsenin değirmeninin oluğuna taş bırakır çalışmasına mâni olurdu. Bu durumu Muhammed Çelebi Sultan hazretlerine birkaç defâ açıp zulme uğradığını söyledi. Adam da bu işinden bir türlü vaz geçmedi. Bir gün gene şikâyet etti. Muhammed Çelebi Sultan hazretleri; "Ayruk (gayrı) etmesün." buyurdu ve başka söz söylemedi. Şikâyette bulunan kimse bu sözden pek bir şey anlayamadı. Hattâ talebelere şeyh hazretleri fazla bir şey söylemedi ve kâdıya (hâkime) göndermedi diye yakındı. Talebeler şeyh hazretleri sana ne buyurdu diye sordular. O da; "Ayruk etmesün." dediğini söyledi.Talebeler bu sözü duyunca; "Öyleyse söz tamam oldu. Artık kurtuldun. Var git sen artık işin sonunu gözle." diye teselli etti. O kimse değirmenine gidip baktığında, değirmenin suyunun taştığını ve dışarı aktığını gördü. Yine taş bırakıldı zannederek oluğu yokladı. Değirmenin çalışmasına mâni olan kimse yine bir taş bıraktırmak için bir adam göndermiş, bu adam da taş bırakırken oluğa kendi düşüp ölmüştü. Bu hâdiseye çok şaşıp köye döndü. Köye gidince de, değirmenin oluğuna taş bıraktıran kimsenin de âniden öldüğünü öğrendi. Zâlimin elinden kurtulduğu içinAllahü teâlâya şükretti. Muhammed Çelebi Sultan'a muhabbeti ve bağlılığı arttı.

Muhammed Çelebi Sultan zamânında Isparta'nın Barla kazâsından iki tüccar ticâret için Bursa'ya gitmişler. Bunlardan birinin eceli gelip paralarını kesesine koyarken vefât etmiş. Hacı İvaz adındaki diğer arkadaşı onun böyle dünyâ sevgisi içinde öldüğünü ibretle görüp ağlayarak o zaman Bursa'da bulunan evliyânın meşhurlarından Şeyh Tâceddîn hazretlerinin huzûruna gitti. Dünyâ malına ve dünyâya düşkünlüğünden dolayı gafletine tövbe edip, Şeyh Tâceddîn hazretlerinin dergâhında kalbini toparlamak için halvete girdi. Şeyh Tâceddîn hazretleri onun bu hâline bakıp, talebelerine; "Hacı İvaz'a siz de yardım edin. Kelime-i tevhîd okurken ona da niyet edin. Onun çok oturmaya gücü yoktur. Kendisi bir tüccardır." dedi. O gece Hacı İvaz şöyle bir rüyâ gördü. Bir dere içinde kendini kanalizasyon pisliği, çöpler ve süprüntüler arasında buldu. Pislikler dağ gibi yığılmış. Çöpler ve pislik arasında boğazına kadar gömülmüş, boğulmasına az kalmış! Bu haldeyken Şeyh Tâceddîn hazretleri bir dağ üzerinden kendisini seyretmektedir. Talebelerinin de pislikleri ve çöpleri kendi üzerinden alıp attıklarını gördü. Böyle perişan haldeyken Şeyh Tâceddîn hazretleri bulunduğu dağ üzerinden elini uzatıp Hacı İvaz'ın elinden tutarak dağ üzerine çekip kurtardı. Hacı İvaz sabahleyin uyanıp rüyâsını Şeyh Tâceddîn hazretlerine anlattı. Ona; "Üzerinde olan o pislik kalbindeki dünyâ sevgileridir. Allahü teâlânın inâyetiyle bunlar kalbinden gitti. Artık bütün dünyâ senin olsa, ona hiç sevgin olmasın. Asıl sevgi ve muhabbet, Allahü teâlânın sevgisidir. Sevgi, muhabbet, Allahü teâlâya ve Allah dostlarına olmalıdır. Allah adamları olan evliyâ ile birlikte bulunmaktan gâfil olma!" diye ona nasîhat etti. Sonra da memleketine dönmesi için müsâde etti. Hacıİvaz ayrılıp giderken; "Sultanım! Bizim memlekette bir Allah adamı yoktur. Kiminle berâber olayım!" dedi. Şeyh Tâceddîn hazretleri,Pîrî Halîfe Sultanın kıymetli oğulları Şeyh Muhammed Çelebi Sultan ne oldu?" deyince,Hacıİvaz; "Efendim! Ona îtikâdım yoktur. İyi yünden elbise giyer. İyi cins atlara biner. Kılıç kuşanır. Onda öyle dervişlik görmedim." dedi. Şeyh Tâceddîn hazretleri, Hacı İvaz'ın bu sözleri karşısında; "Bre öyle deme şimdi o sultan kutb-ı âlemdir. İnkâr etme yoksa belâya düşersin!" dedi. Hacı İvaz bu tavsiye üzerine memleketi Barla'ya varır varmaz hemen Eğridir'e gidip Mezâr-ı Şerîf denilen yerdeMuhammedÇelebiSultanın ziyâretine gitti. Oraya yaklaştığında Muhammed Çelebi Sultan'ı Eğridir Gölü kenarında oturur halde gördü. Hızır aleyhisselâmı bekliyormuş. Yanına yaklaşınca; "Bize îtikâdın ve inancın olmadı. Bu evlâmıdır?" dedi. Hacı İvaz ağlamaya başlayıp ayaklarına kapandı. Yaptıklarına pişman olup, tövbe etti.Sonra Muhammed Çelebi Sultan hazretlerine talebe oldu. Tasavvufta yetişmek üzere sohbetlerini can kulağıyla dinleyip, emirlerini severek yerine getirdi. Bir müddet dergâhında kalıp, nefsini ıslah ile meşgûl oldu. Büyük bir azim ile cânu gönülden bu işe sarıldı. O mübârek zâtın himmetiyle tasavvufta ilerleyip yüksek derecelere kavuştu. Kendisine halîfelik de verildi. Hacı İvaz'ın bir hizmetçisi vardı. Yanında kalıp tasavvufta yetişmek için çalıştı. Muhammed Çelebi Sultanın himmetiyle o da velîlerden oldu. Bu hizmetçi öyle hallere kavuşmuştu ki, bâzan yemek pişirir, uzun mesafelere kısa zamanda giderek yemek götürürdü. Bayram günlerinde bir çömlek yemek pişirir bu az yemeği dört yüz kişi yiyip doyardı. Bu kerâmetleri o diyarda meşhurdu.

Bursa'da Şeker Hoca denilen bir kimse şöyle anlatmıştır: "Biz üç arkadaş, Şeyh Muhammed Çelebi Sultan için kutup diyorlar. Eğer gerçekten böyle büyük biri ise bir tecrübe edelim dedik. Ziyâretine gittik. Birimiz; "Eğer kutupsa biz huzûruna varınca, önce duâ etsin." dedi. Bir arkadaş; "Bursa'da Ulu Câmide ricâl-i gayb (Allahü teâlânın sevdiği ve gizli olan velî kulları) hangi safta namaz kılarlar bunu biz sormadan cevap versin." dedi. Bir diğerimiz de; "Ricâl-i gayb Ulu Câmiye hangi kapıdan girerler. Bunu da bize söylesin." dedi. Nihâyet huzûruna vardık. Biz vardığımızda kapısının önünde duruyordu. Elini öpüp karşısında durduk. Önce duâ etsin diye niyet eden arkadaşımızı göstererek; "Evvelâ şu mollanın niyeti üzereEl-Fâtiha." dedi. Sonra; "Ricâl-i gayb, Ulu Câmiye doğu kapısından girerler ve üçüncü safta namaz kılarlar." dedi.

Onun zamânında Osmanlı paşalarından Mesih Paşa, Hamid ilinin (Isparta'nın) beyiydi. Muhammed Çelebi Sultanın ziyâretine gider, hürmet gösterirdi. Vezir olması için duâ ve himmet etmesi için yalvarıp yakarırdı. "Eğer vezir olursam, sizi ve talebelerinizi gazâya götürürüm." diye söz vermişti. Hayreddîn Halîfe adında bir halîfesi, talebesi vardı. Ona; "Var rüyâya yatıp istihâre eyle. Bakalım Mesih Paşa vezir olur mu?" dedi. Hayreddîn Halîfe istihâreye yatıp gördü ki: Hocası Şeyh Muhammed Çelebi Sultan bir kuşak getirdi. Onu Mesih Paşanın başına sarması için kendisine verdi. Fakat Hayreddîn Halîfe onu bir türlü saramadı. Bunun üzerine şeyh hazretleri kendisi alıp sardı.Sabahleyin Hayreddîn Halîfe gördüğü rüyâyı anlatmak üzere huzûruna gitti. Huzûruna varınca daha anlatmadan; "Hayreddîn! MesihPaşa kuşağı sardı. İnşâallah vezir olur." dedi. Kısa bir müddet sonra Mesih Paşa vezir oldu. Rodos seferine çıktı. Fakat Muhammed Çelebi Sultan hazretlerine verdiği sözü yerine getirmedi. Sefere çıkarken onlardan hiç bahsetmedi. Bunun üzerine halîfesi Hayreddîn'e dedi ki: "O Mesih Paşa bizim sakalımıza güldü. Murâdı hâsıl olup, vezirliğe kavuştu. Bizi ihmâl edip, ismimizi bile anmadı. Yine istihâre eyle bakalım kal'ayı alıyor mu?" dedi. Hayreddîn Halîfe istihâre edip gördü ki: Rodos kalesini asker kuşatmış. Rodos'un kalesinin içinde Şeyh Muhammed Çelebi Sultan oturmuş. Bir yanında dedesi Şeyhülislâm Berdeî bir yanında da Bursa'daki Emir Sultan hazretleri bulunmakta. Hızır aleyhisselâm da oradaydı.Bunlar ona; "Oğul kerem eyle hisarı ver!" diyorlardı. Muhammed Çelebi Sultan ise; "Bu sefer olmaz! Vezir bizi maskaralığa aldı." dedi. Hızır aleyhisselâma; "Merdiveni komayın." dedi. Hızır aleyhisselâm Mesih Paşanın hisara kurduğu merdivene bir kamçı vurup parçaladı. Rodoslular çiftlerini sürmek için sahraya dağıldılar. Hayreddîn Halîfe bu istihâresinde gördüğü rüyâyı anlatmak üzere Muhammed Çelebi Sultan'ın huzûruna gitti.Varır varmaz daha o anlatmadan; "Kâfirler kurtuldu gibi. Birkaç gün daha yürüsünler. Ahde muhâlefet, sözünde durmamak nasıl olur! Mesih Paşa da görsün." dedi. Gerçekten Mesih Paşa bu seferinde Rodos Kalesini fethedemedi. Kaleyi fethetmek için kurulan merdiven kırıldı.

Muhammed Çelebi Sultan bir defâsında Kûnân yakınında Gökse köyüne gitmişti. Orada halka sohbet ve nasîhat etti. Orada bulundukları sırada talebeleri söz arasında; "Efendim! Bize bir halîfe bulup, reis yapsanız." dediler. Bunun üzerine halleriyle çevresinde sevilmeyen birisi olan Alâeddîn adındaki kimseyi kasdederek; "Size Alâeddîn'i reis edelim." dedi. Talebeler; "Efendim! O şahıs tarîkat ehline kâfir der. Tarîkat ehline çok karşıdır. Ondan başka ilim ehli bir kimse vardır. Âlim ve ilmiyle amel eden birisidir. Onu bize reis yapsanız." dediler. Talebelerine; "Allahü teâlâ inâyet eyleye!" diye cevap verir. Başka bir şey söylemez. O gece Alâeddîn rüyâsında kendini gayr-i müslim kıyâfeti içinde, belinde de kâfirlere mahsus bir kuşak olan zünnâr görür. Bunları üzerinden çıkarıp atmak için çok uğraşır, fakat bir türlü atamaz. Huzursuz bir halde uğraşırken karşısına Muhammed Çelebi Sultan'ın babası Pîrî Halîfe Sultan çıkar. "Ey Alâeddîn! Senden bu elbiseyi oğlum Şeyh Muhammed'den başkasının çıkarmaya gücü yetmez." der. Bu sözleri işitince uyanır. Bu rüyânın tesiriyle gece yarısı kalkıp Muhammed Çelebi Sultan'ın evine koşar ağlayıp yalvararak kapıyı çalar. Şeyh hazretleri kapıyı açıp içeri almalarını söyler. Alâeddîn huzûruna girer girmez daha o bir şey söylemeden; "Ey Alâeddîn! Ben sana babam gibi bir şâhidi her zaman nasıl bulayım!" der. Alâeddîn daha rüyâsını anlatmadan haber verdiğini görerek şaşar. Bu kerâmetini de görünce artık tasavvuf ehline düşmanlık yapmaktan vazgeçer. Büyük bir muhabbetle Muhammed Çelebi Sultan'ın hizmetine girer, talebesi olur.

Şeyh hazretleri târifi mümkün olmayacak derecede ihtiyaç hâli üzere geçinirdi. Çok az yer ve yaptığı riyâzetlerini ev halkına aslâ duyurmaz, belli etmezdi. Yemek vakti gelince evinden dışarı çıkar, dergâha giderdi. Dergâhdakiler yemeği evde yedi zannederdi. Dergâhda ve dışardan yiyecek getirseler eve giderdi. Evdekiler de dergâhda yedi zannederlerdi.

Mânevî âleme öyle dalmıştı ki, meleklerle cinler dediklerini yaparlardı. Hızır aleyhisselâmla da çok görüşürdü. Ne kadar altın ve akçe lâzım olsa seccâdesinin altında bulunurdu. Masraflara ve harcama işlerine bakan talebesi onun seccâdesi altında altınlar görür, emri üzere lâzım olduğu kadar alıp harcardı. Fakat altınlar hiç eksilmez aynen dururdu.

Şeyh hazretleri Uluborlu'da Hacı Sinan adında birine misâfir olup, on beş gün kadar kalmıştı. Ayrılıp gideceğine yakın; "Hacı Sinan! Hastalık salgını gelmek üzere. Senin ev halkına bir şey olmaz. Ben buradan ayrıldıktan sonra Allahü teâlânın emrini görürsün." dedi. O sırada Uluborlu'da tâûn hastalığından epey hasta vardı. Muhammed Çelebi Sultan'ı, sevenleri Ahurlu denilen yere kadar uğurlamışlardı. Uluborlu'ya döndüklerinde, her taraftan feryad sesleri duyuluyordu. Kimi oğlum, kimi kızım, anam, babam, kardeşim... diye ağlıyordu. Tâûn hastalığından pekçok kimse ölmüştü. Şeyh hazretlerini misâfir eden Hacı Sinan'ın evinden hiç kimse tâûndan ölmedi. Korkunç salgından kurtuldular.

Acem diyârında, İran taraflarında bir beldede Turâbî adında ilim ehli ve müderris bir kimseye rüyâsında Muhammed Çelebi Sultan gösterilir ve senin şeyhin bu zâttır denir. Bu rüyâ üzerinde müderrisliği ve medreseyi bırakıp kendisine rüyâsında gösterilen mübârek zâtı bulup ona talebe olmak için yollara düşer. Yemeden içmeden kesilir, sâde kuru ekmek gibi bâzı şeyler yer. Kâbe'ye varır orada arar. Rüyâsında; "Senin mürşidin Rum diyârında (Anadolu'da) sen oraya git." diye işâret olunur. Günlerce yolculuk yaparak ulaştığı Mekke'den ayrılıp Medîne'ye doğru yola çıkar. Medîne'de bir müddet kalır. Orada da; "Rum diyarına git!" diye işâret olunur. Oradan da ayrılıp yollara düşer. Kudüs yakınlarında Halîlürrahmân denilen beldeye ulaşır. Orada da Rum diyârına gitmesi işâret olunur. Senelerce bir diyardan bir diyara gezer durur. Kalbi yanık ve mahzun bir halde hep kendisine işâret edilen zâtı arar. Bu hal üzere otuz sene dolaşır. Nihâyet Anadolu'ya ulaşıpBurdur yakınlarında bir köye gelir. Bu sırada Muhammed Çelebi Sultan da o köyde dâvetlidir. Artık aradığına kavuşmuş ve işâret edilen mürşidini bulmuş olmanın sevinciyle huzûruna gidip elini öper. Hâlini anlatır ve talebeliğe kabûl edilir. Şeyh hazretleri Eğridir'e dergâhına dönerken, o da peşlerinden gelir. Dergâha varınca talebeler hocalarını karşılarlar. Sonra da sofra hazırlayıp yemeğe otururlar. Turâbî de sofraya dâvet edilir. Muhammed Çelebi Sultan ona iltifat edip kendi sofrasına alır. Fakat Turâbî yemeklerden yemez. Şeyh hazretleri niçin yemediğini sorunca; "Efendim! Sizi rü-

yâmda göreliden beri otuz senedir hayvânî gıdâ yemedim. Bu perhizimi bozmamak için yemiyorum." der. Bunun üzerine Şeyh hazretleri: "Şimdi kalbinde bu kadar zaman riyâzet çektim diye düşünürsün. Nefsini put edinmişsin. Allahü teâlâ katında makbul olmaz." dedi. Bunun üzerine Turâbî tövbe istiğfâr edip, karnı doyuncaya kadar yemeklerden yedi. Gece vakti olunca, Muhammed ÇelebiSultan, seccâdesini Turâbî'ye gönderdi. "Bu gece seccâdemiz üzerinde otursun! Allahü teâlânın kudretini görsün." buyurdu. Turâbî o gece Şeyh hazretlerinin seccâdesi üzerinde oturdu. Bir ara uyudu ve rüyâsında Peygamber efendimizi ve Ricâl-i gayb denilen evliyâyı gördü. Pekçok kerâmete şâhid olup mânevî ikramlara kavuştu.

Barla'dan HacıDede anlatır: "Bir gün MuhammedÇelebi Sultana yalvarıp, bana hazret-i Hızır'ı göster." dedim. Bu konuşmamızdan sonra bir gün dağdan çıra kesip merkebime yükledim. Hayrât sâhibi merhum RüstemPaşanın tâmir ettirdiği sarp bir yol vardı.Bu yoldan Barla'ya gidiyordum. Sarp bir yerden geçerken merkebim yüküyle birlikte yardan aşağıya uçtu. Ben merkebimden ümidi kestim. Yaşlı idim. Yürümeye de tâkatim yoktu. Ne yapacağım diye düşünürken, karşıma atlı biri çıka geldi. Merkebimi düştüğü yardan tutup yüküyle birlikte çıkardı ve yola bıraktı. Beni de yükün arasına bindirdi.Merkebim hayret edilecek derecede kuvvetlendi ve hızlı yürüdü. Bu hâdiseden sonra bir gün yine Şeyh hazretlerinin ziyâretine gitmiştim. Bu sefer de; "Sultanım! Hazret-i Hızır'ı bana göster." dedim. Bana; "Merkebini kurtarıp, seni ona bindiren Hızır'dı. Ben sana onu gösterdim. Fakat sen tanımadın." dedi.Ben bu sözleri işitince hayret ve şaşkınlık içinde ağlamaya başladım ve ayaklarına kapandım. Sonra bir müddet daha berâber oturduk. Bir de baktım ki birisi bize doğru geliyordu. Bu gelenin hazret-i Hızır olduğunu anladım. Hemen çıkıp karşıladım ve onun da ayaklarına kapanıp himmet istedim. Bana bakıp buyurdu ki: "Bizi istersen tuttuğun elden gâfil olma! Beni Şeyh Muhammed Çelebi'de bulasın." deyip gözden kayboldu.

Yine Barlalı Hacı Dede anlatmıştır: "Merkebimin uçuruma düştüğü o sarp yola büyük bir kaya yuvarlanıp yolu kapatmıştı.Geçmek mümkün değildi.Kayanın büyüklüğü âdetâ bir ev kadardı. Muhammed Çelebi SultanBarla'ya bir düğüne dâvetli olarak gelmişti. Huzûruna varıp yolu kapatan o kayadan bahsedip; "Sultanım, cemâate emir buyursanız da o taşı hep birlikte yoldan kaldırsak." dedim. Bana; "Sen gidedur." dedi. Ben de yanıma halktan bâzılarını aldım. Kayanın yanına vardık. Kayanın yoldan atılabilmesi için etrâfını kazmaya başladım. Bu sırada Şeyh hazretleri yalnız başına oraya geliverdi. Kocaman kayaya dayanıp dağdan tarafa bıraktı. Bana; "Gördün mü?" dedikten sonra, gözden kayboldu. Ben çok şaşkın bir halde oradan ayrılıp Barla'ya döndüm. Baktım Şeyh hazretleri kalabalık bir cemâatle sohbet ediyordu. Halka; "Şeyh hazretleri buradan hiç dışarı çıktı mı?" dedim. Sen görüşüp gittikten sonra yerinden hiç kalkmadı." dediler. O hayatta oldukça bu sırrı kimseye açmadım."

Emir Ali Çelebi, Radmos köyünden bir dervişten naklen şöyle anlatmıştır: "Bir gece hocam Muhammed Çelebi Sultan hacca gitmek üzere yola çıktı. Yanında Hızır aleyhisselâm da vardı. Hazret-i Hızır'ın önünde bir lamba asılıydı. Bana; "Bir balta al." dediler, aldım. Beni de yanlarına aldı ve virâne bir yere gittik. Virânede bir yeri kazmamı emrettiklerinde, kazdım. Bir altın hazînesi çıktı. Bana da verseler diye düşünürken hocam bana bir akik taşı verdi ve; "Derviş! Bunu İstanbul'da sat! Başka yerde satma." dedi.Sonra benden ayrılıp, hacca gittiler. Bu hâdiseden sonra bir işim sebebiyle İstanbul'a gittim. İstanbul'dayken param kalmadı. Aklıma Şeyh hazretlerinin verdiği akik taşı geldi.Bunu beş-on akçeye satabilsem diye düşündüm. Bir yahûdînin dükkanına girip; "Satılık bir şeyim var." dedim. Beni yalnız bir köşeye çekip; "Ne satıyorsun? Çıkar göreyim." deyince, çıkarıp gösterdim. Akik taşını görünce; "Ne vereyim?" diye sordu. Beş akçe mi, on akçe mi desem diye düşünmeye başladım. Bir türlü fiyat söyleyemedim. Hocamın himmetiyle; "Sen söyle." deyiverdim. Önce elli bin akçe verdi. Alay ediyor zannederek akik taşını geri istedim. Hemen yüz elli bine çıktı ve satmam için ısrar etti. Ben de kabûl ettim. Beni evine götürüp parayı keseler içinde verdi. Bu taşın çok kıymetli olduğunu söyleyip; "Şimdi ben bunu iki yüz elli bin akçeye bile satmam." dedi. Muhammed Çelebi Sultan'ın bu talebesi, aldığı paralarla köyünde bir hamam yaptırdı ve zengin oldu."

Muhammed Çelebi Sultan'ın vefâtından sonra talebelerinden biri onu rüyâsında çok görür, rûhâniyetiyle irtibât kurardı.Bu talebesi bir defâsında üç meselede tereddüde düşer. Bunlardan biri o sene Ramazanın başlangıcı ile ilgiliydi. Şehrin kâdısı Pazar günü diyor, onlarsa Cumartesi olduğunu söylüyorlardı.İkinci mesele, câmilerinin kıblesinin doğru olup olmadığı husûsunda bir ihtilaf çıkmıştı. Bir husus da kendisine düşmanlık yapan huzursuz eden bir kimseye bedduâ etmesi istendiği halde o etmiyordu. Bu hususlarda tereddüdü vardı. Bir gece rüyâsında kendisini hocası Muhammed Çelebi Sultan'ın türbesinde gördü. Buraya nasıl geldim diye şaşarken hocası kabrinden çıkıp; "Allahü teâlânın izniyle biz getirdik." buyurdu. Bunun üzerine; "Efendim size birkaç suâlim var." deyince, soruları sormadan suâlinin birisi mescidin kıblesi meselesi değil mi? Kıblesi doğrudur. Kâbe'ye karşıdır. Şüphe etme." dedi. "Bir suâlim daha var." deyince; "Ramazanın başlangıcı değil mi? Cumartesi günüdür. Kâdı ilim sâhibi fakat keşif sâhibi olmadığından kalp gözü açık değil." dedi. "Efendim o kâdı sizin tarîkatınızı seviyor, muhabbeti var." deyince; "Evet muhabbeti var. Fakat riyâ ve gösterişten geçip meydana gelmeye kâdir değildir." buyurdu. "Sultanım bir suâlim daha kaldı." deyince, daha o anlatmadan; "Evet o bize mensub olan şahıs değil mi? Bizim hatırımızı gözeterek ona bedduâ etmediğin için memnun kaldık. Allahü teâlânın izniyle onu bir terbiye edelim. Islah olmazsa hakkından geliriz." buyurdu.

BEKLEYEMEDİN Mİ?

Talebelerinden Hayreddîn Halîfe'nin oğlu Hacı Halîfe şöyle anlatmıştır: "Hacca gitmeye niyet etmiştim. Kutb-ı âlem Muhammed Çelebi Sultan'dan müsâde ve duâ almak için huzûruna gittim. Mesciddeydi. Mescide girdiğimde mihrabda kıbleye doğru oturmuş kendi kendilerine şöyle diyorlardı: "Hey HacıHalîfe! Bir sene daha sabredemedin mi ki bizimle berâber gidesin!" Sonra geldiğimi farkedip bana döndü ve; "Hacı Halîfe! Şimdi seni anıyordum. Şeyhülislâm Berdeî Sultanın rûhâniyeti senin hacca gideceğini haber verdi ve; "Bizim Hayreddîn Halîfe'nin oğlu HacıHalîfe Mekke'ye gider. Ona himmet ve duâ eyle." buyurdu. Ondan bildim ki hacca gidersin." dedi. Beni hoş görüp uğurlarken de şöyle dedi: "HacıHalîfe! Kutbu görmek ister misin?" Ben de; "İsterim Sultanım. Bunun için himmet buyurun." dedim. Bana; "Arafat'a vardığın zaman sağ tarafında falan yerde bir çadırda Ricâl-i gaybı (Allahü teâlânın gizlediği sevgili kulları) toplansalar gerektir. Baş tarafta yüzü örtülü oturan kutb-ı âlemdir. Onu ziyâret edersin." buyurdu. Arafat'a vardığımda târif ettiği gibi bir çadır buldum. Çadıra girip Allah adamlarının ayaklarının bastığı topraklara yüzümü sürdüm. İçerisi büyük zâtlarla doluydu. Baş tarafta yüzü örtülü biri oturuyordu.Târife göre yüzü örtülü olan kutb-ı zamandı.Yanına yaklaşıp; "Seni yaratan Rabbimin aşkına! Sultanım lutfeyle, mübârek yüzünüzden örtüyü kaldırıver de yüzünüzü göreyim. Ben size şeyhimin yüksek himmetiyle eriştim." diyerek hem ağladım hem yalvardım. Benim ağladığımı ve yalvardığımı görünce yüzünden örtüyü kaldırdı. Mübârek yüzüne baktım bir de gördüm ki o zât şeyhim Muhammed Çelebi Sultanın kendisidir. Bu hâli görür görmez bir nâra attım. Aklım başımdan gitmiş. Bir müddet sonra kendime gelip toparlandım. Kalkıp etrafıma baktım orada kimse yok. Hacdan döndükten sonra hocamın huzûruna vardığımda; "HacıHalîfe! Kutbu gördün mü? Sakın ben hayattayken bu sırrı kimseye açma, söyleme." buyurdu.

DOLAŞIP NEYLERSİN?

Muhammed Çelebi Sultan bir gün Eğridir Gölünün kenarında otururken bir ulak gelip Afşar yolunu sordu. Şeyh ona; "Afşar, gölün öte yakasındadır. Dolaşıp neylersin. Hemen göl üzerinden yürüyüver." dedi. Ulak böyle bir zâtın sözünü severek ve inanarak kabûl edip yürüdü. Suyun üzerinde batmadan gidiyordu.Afşar halkı onun gölün suyu üzerinde yürüyerek geldiğini görerek; "Hızır mısın?" diye etrâfına toplandılar. Ulak; "Bende bir şey yoktur. Karşı yakada bir sultan var onun nefesine uğradım (kavuştum) ve su üstünden yürüyüp geldim!" dedi. Bu hâdiseye şâhid olan, ulağın sözlerini duyan Afşar halkı, Muhammed Çelebi Sultan hazretlerinin büyük bir velî olduğunu anlayıp muhabbetle sevdiler.

DÜNYÂDA HAKKINI ALSIN

Muhammed Çelebi Sultan hazretleri, bir defâsında Uluborlu'ya dâvet edilince, halkı irşâd, doğru yolu göstermek için bu dâveti kabûl edip gider. Uzun sohbetler ve vâzlarla halka öğüt verir ve vâzı son derece istifâdeli olur. Dönecekleri sırada birisi evine yemeğe dâvet eder. Dâveti kabul edip o gece orada kalır.Ertesi gün vedâlaşıp ayrılır. Bîlköy denilen yere varınca atını durdurup bir talebesini yanına çağırır; "Git şu evinde kaldığımız kimsenin kapısını çal!Bir kap iste! Kabın ağzını aç o zaman Allahü teâlânın kudretini göresin. Ev sâhibine de, şeyh harcadıklarına pişman olmasın. Dünyâda hakkını alsın âhirete kalmasın dedi, diyesin." der. Talebesi emir üzere, kendilerini dâvet eden kimsenin evine varıp bir kap ister. Kabı eline alınca dâvet eden kimse dâvet için ne kadar akçe, para harcadıysa, o kadar akçe kabın içine gaybden dökülür. Ev sâhibi çok şaşırır. Meğer şeyh hazretleri evinden ayrılınca, ona ziyâfet vermek için harcadığı parayı hesaplayıp ziyâfet verdiğine pişman olmuş.

OMUZ VURUP KALDIRDIM

Muhammed Çelebi Sultan hazretleri Uluborlu Ovasında bulunan Yassıviran köyüne zaman zaman gidip halka vâz ve nasîhat ederdi. O köyden Bedevî Dede denilen bir zât şöyle anlatmıştır: Köyümüzün bir değirmeni vardı. Bu değirmeni çalıştıran akarsu ve içecek sularımız kesildi. Dağdaki menbaı kurudu, akmaz oldu. Halk içecek suya muhtaç hâle geldi. Şeyh Sultan köyümüze gelmişti. Toplanıp susuz kaldığımızı, perişan hâlimizi arzedip; "Sultanım siz kutb-i âlemsiniz. Resûlullah efendimizin hürmetine yaptığınız duâ makbuldür." dedik. Bunun üzerine başını eğip sessizce oturdu, murâkabeye daldı. O hâle geldi ki teri sakalı üzerine damla damla aktı. Bir müddet âdetâ kendinden geçmiş bir halde kaldı. Mânâ âlemine dalıp gitti. Sonra başını kaldırdı. Gözleri iyice kızarmıştı. Merakla bekliyorduk. Bize bakıp; "Sizin suyunuz Ağras Suyu ile birmiş. Zelzele olunca bir taş sizin suyun önünü kapatmış. O taşa omuz vurup kaldırdım. Suyunuz yine sizden tarafa döndü. Varın görün." dedi. Köy halkı gidip baktıklarında suyun yine dağdan aşağıya doğru çağlayarak akıp geldiğini gördüler. Böylece o zâtın himmetiyle susuzluktan ve sıkıntıdan kurtuldular.

SAKALINDAN BİR KIL ALAYIM

Uluborlu'dan Emir Halîfe anlatır: "Muhammed Çelebi Sultanın vefâtından kırk sene sonra kabrinin bir tarafı çökmüştü. Tâmir etmek için kabrini açmamız îcâb etti. Kabrini açınca nûra gark olmuş bir halde yattığını gördük. Mübârek yüzü hiç solmamış, aynen hayattaki gibiydi. Yanımda sevenlerinden biri vardı. Bu kişi; "Benim bir oğlum var, bir seneden beri sıtma tutuyor, hastadır. Bu zâtın sakalından bir kıl alayım, şifâ olarak götüreyim." dedi. Biz şimdi durum başka, gâfil olma, alınca bir belâya düşebilirsin." dedik. Fakat adam dinlemedi yanaşıp sakalından bir kılı tutarak çekti. Koparamadı. Şeyh hazretleri sanki canlanmış gibi başını öbür tarafa çevirdi. O kişi yine aldırmayıp sakalından bir kıl koparmak için tutup çekti. Bu sırada Şeyh hazretleri o kişiye öyle bir tokat vurdu ki, adam düşüp öldü. Ben de korkumdan kaçıp bir kenara çekildim ve şaşkın bir halde yığılıp kaldım. Sonra başkaları gelip Şeyh hazretlerinin kabrini kapattı. Bu hâdisenin tesiriyle altı ay hasta yattım.

1) Menâkıb-ı Burhâneddîn Eğridirî (Şerifzâde Muhammed Efendi, Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Kısmı, No: 4552)
2) Mecmûaü't-Terâcîm; s.98
3) İstanbul Târih Coğrafya Kataloğu; s.507

21 Aralık 2016 Çarşamba

PİR CEMAL ABDAL  türbesi..ELAZIĞ




Selçuklu döneminde 1160-1230 yılları arasında yaşadığı tahmin edilmektedir. Pir Cemal Abdal Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Yesevi şeyhlerinden biridir.Anlatılan rivayetlere göre Mevlana Celalettin Rumi’nin babası Bahaeddin Veled’le birlikte Belh yöresinden kalkarak önce Erzincan’a daha sonra Pir Cemal Abdal2la aynı oymaktan olan Okçu Yusuf ve kardeşleri olan Hamza, Bahadır, Çakbey, Kızıl ve Şevti ile birlikte bugünkü Okçular Köyüne geldiği ve buraya yerleşmelerine ise Sultan Alladdin Keykubat’ın aracılık ettiği söylenir. Pir Cemal Abdal’ın Üçbudak köyündeki ev kalıntısından kalen izlere halen rastlanmak mümkündür. Türbesi Karakoçan’ın kuzey batısında bulunan Üçbudak köyünde bulunmaktadır. Mezarı son yıllarda mermer bir sanduka içine alınmıştır.
Pir Cemal Abdal Hazretleri Efsanesi: Delikan Köyünde oturan Pir Cemal Abdal Peri Suyu kıyısınna gelir ve biraz uzakta olan asma köprüye gitmeyip cüppeye binerek karşıyı geçer. Bu sırada Bağin Kalesi Bey’inin kızı sarayının penceresinden bu olayı görür. Hayretler içinde kalan bey kızı koşarak olayı babasına anlatır. Bey hemen adamlarını göndererek Cemal Abdal’ı yakalatır ve sarayına getirtir. Cemal Abdal’ın sihirbaz olduğunu ileri sürerek fırında yakılmasını ister. Ertesi gün fırın kapısını açtıran Bey Cemal Abdal’ı bıyıkları ve sakalı buz tutmuş bir halde bağdaş kurup otururken bulur ve mükafatlandırır

SEFKAR BABA TÜRBESİ..elazığ



Bölge halkınca Sefkar Baba adıyla maruf olan zat Peygamber Efendimizin soyundandır. Edinilen bilgilere göre Abbasi Halifelerinden Harun Reşid döneminde Irak’ın kuzey kesiminde bulunan Sefkar kariyesinden irşad maksadıyla göç edip Doğu Anadolunun Diyarbakır yöresinde bulunan Maden’e bağlı Katulan’a yerleşir.Daha sonra bir müddet Palu Çaybağı’nda ikamet eder.1250-1350 tarihleri arasında Karakoçan’ın Demirdelen (Kafan) Köyünde ikamet eder. Kabri de burada bulunmaktadır.

20 Aralık 2016 Salı

Alemdar Sultan..kütahya




GARİPLER (AHMET YESEVİ) MEZARLIĞI.elazığ




Elazığ Baskil İlçesi Tabanbükü (Şeyh Hasan) köyündedir. Garipler Mezarlığı Tabanbükü köyünün kuzeydoğusunda yer almaktadır. Mezarlığın ortasında Ahmet Yesevi ve Derviş Ali'ye ait yan yana iki türbe bulunmaktadır. Türbenin etrafında tel ile çevrili mezarlıklar bulunmaktadır. Bu çevrili alan içerisinde çatma lahit, prizmatik dikdörtgen biçimli ve şahideli mezarlar bulunmaktadır. Bu mezarların dönemi, üzerindeki yazılardan ve form biçimlerinden 13- 14. yy Anadolu Selçuklu karakterini 
yansıtmaktadır, Mezarlık köyün en önemli mezarlığıdır. Bugün kullanılmamaktadır. Mezarlığın ortasında Ahmet Yesevi ve onun soyundan gelen (32. kuşak) Derviş Ali'ye ait yan yana kare planlı iki türbe bulunmaktadır. Bu türbeler kargir olarak yapılmış olup herhangi bir sanat tarihi özelliği taşımamaktadırlar.

Rivayete göre; Ahmed Yesevi ve beraberindeki kardeşi Şeyh Hasan'la birlikte Moğol istilası sırasında Horasan'dan göç ederek bir Türkmen topluluğuyla Fırat kenarında yer alan bu köye yerleşmiştir. Ahmet Yesevi'nin Oğlu bulunmadığından kardeşi Şeyh Hasan'ın ismi köye verilmiştir. Mezarlık Karakaya Barajı suları altında kalmaması için tescil edildiği alandan bugünkü yerine taşınmıştır.



Harput Kalesi’ne giden yolun solunda bulunan Mansur Baba Türbesi, sekizgen planlı olup duvarları kesme taştan yapılmıştır. İç kısmı orijinal şeklini muhafaza etmekte olan iki katlı anıtsal yapının üst örtü sistemi sonradan yapılmıştır. İçerisinde Mansur Baba ve ailesine ait olduğu bilinen dört sanduka bulunmaktadır. “Cami-i kebir mahallesinde bulunan bu zaviye bugün halk arasında “Mansur Baba Türbesi” olarak bilinir. 16. yüzyıla ait bir vakfiyesi mevcut olup bu tarihlerde yıllık geliri 8980 akçedir.”
Rivayete göre Şahende isimli bir kadının gördüğü rüya üzerine Harput’un manevi büyüklerinden ve keşif ehli Beyzâde Efendi’nin ve bir grup insanın huzurunda yapılan kazıda büyük bir lahit meydana çıkmış ve içinde bir erkek, bir kadın ve iki de çocuk mezarının bulunduğu görülmüştür. Erkeğin mezarı açıldığında çürümemiş bir cesetle karşılaşılmış ve durum telgrafla Meşihat’a bildirilmiş ve gelen cevap üzerine bir türbe yaptırılmış ve “mezar taşına atfen” türbeye Mansur Baba adı verilmiştir. Üst örtü sistemi sonradan yapılmıştır.

PİR (SEYYİD) HASAN ZERRAKİ TÜRBESİ..elazığ





Pir (Seyyid) Hasan Zerraki, Keban ilçesine bağlı Gökbelen Köyü sınırları içerisinde bulunan Ziyaret Dağının tepe kısmındadır. Burada bulunan Türbeden dolayı Ziyaret Dağı veya Pir Hasan Dağı denilmektedir. Gökbelen köyüne yaklaşık 2 km. mesafededir. Etrafı meşe ağaçlarıyla çevrili olan türbe, kare planlı olup, içerisinde ayrı bölümler halinde mescit ve mezarında olduğu, yer yer beton sıvalı, üzeri çatılı, etrafında da bir mutfak ve oturma yerlerinin olduğu, yolu ve elektriği olan, geniş bir düzlüğe kurulu haldedir. Mezarın olduğu bölümün giriş kapısında Pir Hasan Zerraki hakkında bazı bilgiler verilmiştir. Mezarın uzunluğu üç metreye yakın olup, baş ve ayakucunda herhangi bir kitabe bulunmamaktadır.
Pir Hasan Zerraki’nin Anadolu’daki bütün sevilen evliyalar gibi yurdun birçok yerinde mezar veya türbesi bulunmaktadır. Bu yerlerin en başında Keban ilçesi gelmektedir. Diyarbakır’ın Hazro ilçesinin Ülgen Köyü, Batman’ın Hasankeyf ilçesi ve Mardin’de de türbeleri bulunmaktadır. Buralardaki ismi Şeyh Hasan Ezraki diye geçmektedir. Şeyh Hasan Zerraki Türbesi ile ilgili olarak, Diyarbakır’ın Hazro ilçesinin Ülgen Köyünde olduğu, bu türbenin ziyaretgah olarak kullanıldığı ve hakkında söylenile gelen birçok efsanenin olduğu rivayet edilir. Bu rivayetlerden en yaygın olanı şu şekildedir; Şeyh Hasan Erzaki, Şam’da ikamet etmekte iken göç ederek Mardin’e geldiği, Mardin’de ilim ve ibadetle meşgul olduğu ve kerametler göstererek kısa sürede ününün bütün bölgeye yayıldığı ve etrafına seçkin insanların, halkın toplanıp kendisine mürit olduğu rivayet edilir. Zamanındaki Mardin hükümdarı, Şeyh Hasan Erzaki’nin bu yükselişinden rahatsızlık duymuş ve kendi hükümdarlığına zarar getirir endişesiyle, tabanı suyla dolu, içinden çıkılması zor bir zindana attırmıştır. Zindan bekçisi Şeyh Hasan Ezraki’nin bir gün zindanın bahçesindeki çeşmede abdest aldığını ve namaz kıldığını görünce içine bir korku düşmüştür. Zindan bekçisi olayı ilgililere anlatır. Hükümdar başta bu olaya inanmak istemez. Daha sonra Şeyhin namaz kıldığı camide, kendiside namaz kılarken görmüş; kendisine yaklaşıp konuşmak istemiş ama Şeyh ortadan kaybolmuştur.Şeyhi uzun süre takibe alan hükümdar, Şeyhin zindandan kaçarak değil de, zindana inen güneş ışıklarının huzmesiyle girip çıktığını, bir sabah kendisi müşahede etmiştir. Zindandaki kişinin hakikaten evliya olduğu anlaşılınca hükümdar Şeyhten af dileyerek kendisine hürmet gösterir. Kerametlerinin anlaşıldığını anlayan Şeyh, buralarda duramayacağını söyleyerek Mardin’den ayrılarak, büyük bir şehir olan Atak’a yerleşir. Şan ve şöhreti gittikçe artmaktadır. Bu sıralarda Selçuklu kumandanı Artuk Bin Eksem Amid’de ikamet ediyormuş ve Selçuklu Sultanı namına, Amid, Harput, Mardin, Hasankeyf ve bölgesini idare ediyormuş. Bu arada Emir Artuk’un güzel ama akıl hastası bir kızı varmış. Daha önce hiçbir tabibin derman bulamaması üzerine, Emir Artuk, Şeyhten kızını iyileştirmesini istemiş. Şeyh, Emir’in kızını iyileştirince, Emir kızını Şeyhle evlendirmek istemiş. Şeyh kendisinin yaşlı olduğunu, oğluyla evlendirmesini istemiştir. Emir kızını Şeyh’in oğluna vermiş, çeyiz olarak ta Tercil, Atak, Mihrani kalelerini kendilerine bırakmıştır. Bu şekilde Zırkı beyleri türemiş ve çevreye hükmetmiştir.
Yine Pir Hasan Zerraki ile ilgili olarak, türbenin mezar kısmındaki yazılı tabelada şunlar yazılıdır. Pir Hasan Zerraki Ziyareti Keban ilçesine bağlı Gökbelen Köyü sınırları içerisindeki ziyaret tepesinde bulunmaktadır. Pir Hasan Zerraki 881 yılında Bağdat’ın Zerrak mahallesinde dünyaya gelmiştir. Lakabı Zerraki, künyesi Ebu Nasır Gazi’dir. Babasının adı Abdurrahman, dedesi Şeyh Ahmet’tir. Şeceresi İmam Zeynel Abidin’e dayanır. Bağdat’tan mareşal olarak Mardin’e gelmiştir. Hasankeyf, Diyarbakır ve oradan da Harput’a gelerek Malatya sancaktarı ile işbirliği yapmış, bu bölgede 18 kaleyi fethetmiştir. Zırkıbaz köyünde yüksek ziyaret dağı denilen yerde Moğollar ve Bizanslılarla çarpışmış, 70 arkadaşıyla birlikte 1001 yılında şehit olmuştur. Halen bu dağda metfundur. Yine bazı salname ve şecerelerde Seyyid Hasan Zerraki hakkında bilgiler mevcuttur. Bu bilgilere göre; Harput sancağına bağlı olarak Keban hakkında yazılan 1896 tarihli bazı “salnameler” okunduğunda, bu tekke ve zaviyenin debugün ki Zırkı yöresinde olduğudur. Pir Hasan Zerraki Türbesini başta yöre halkı olmak üzere, Elazığ, Malatya ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinden insanlar, hastalıklara şifa bulmak, çocuğu olmayan çiftler; çocuk sahibi olmak ve de bazı insanların çeşitli istek ve dileklerine kavuşmaları için burayı ziyaret ettikleri bilinmektedir. Bunun yanında kısmeti kapalı olan gençler, ruhsal bozuklukları olan hastalar, sürekli korku ve baygınlık geçiren kişiler burayı ziyaret etmektedir. Yine bu hastaların bazıları gece ziyarette yatarak şifa bulacaklarına inanırlar. Hastalıklardan şifa bulanlar veya dilekleri yerine gelenler, bu ziyarete gelerek Allah rızası için kurban kesip, dua ederek şükranlarını ifade ederler. Yine eskiden yağmurun yağmadığı kıtlık zamanlarında “Yağmur Duası” için buraya çıkılırmış.
Çocuğu olmayan çiftlerin, çocuk sahibi olmak için veya çocukları olup ta kız veya erkek çocuk sahibi olmak isteyen çiftlerin ziyeret ettiği yerlerden biridir. Burayı ziyarete gidecekler; günler öncesinden hazırlık yapar; konu-komşu ve akrabalara haber salar, genellikle Perşembe ve Cuma günlerinde ziyaret yerinde toplanırlar. Burada öncelikle kurban kesilir, kurban etinden bulgur pilavı pişirilir ve gelen davetlilere, davet sahipleri ziyafet verirler. Verilen yemekten önce köyün imamı veya hoca olarak bilinen birisi Mevlid-i Şerif okur. Daha sonra insanlara okunmuş şerbet ikram edilir. İnsanlar, burada toplu bir şekilde namaz kılar, dua eder, dilekte bulunurlar, ayrılırken de yemeğin fazlası ziyarete gelemeyenlere dağıtılır. Ziyaret pilavını yöre halkı bir kutsiyet kazandırmış ve pilavın şifalı olduğu inanışı mevcuttur. Eskiden yöre halkı, Ziyaretteki temiz taşların üzerine serdikleri yufka ekmeğinin üzerine etli bulgur pilavını koyar ve kaşık kullanmadan, elleriyle veya yufka ekmeğiyle yerlerdi. Ziyarette pilav yeme usulü bu şekildeydi. Ziyarette “hayır” adı altında, çevreden gelen kişilere ziyafetler verilir.
Çocuk sahibi olmak isteyenler Allah’a dua eder. Pir Hasan Zerraki denilen zatı, dualarına aracı olmasını beklerler. Türbenin duvarlarına, dilek diledikten sonra taş yapıştırılır; eğer taşlar yapışırsa dileklerin kabul olacağına, yapışmazsa dileklerin kabul olmayacağına inanılır. Ziyaretten sonra çocuğu olan kadın, çocuğunun ismini Pir Hasan veya Hasan koyar. Ziyarete giden hamile kadınlar türbenin duvarlarına ellerini sürmezler. Eğer ellerini duvara sürdükten sonra hamile kadın elini vücuduna sürerse, doğacak çocuğun da vücudunda “ziyeret beni” diye bilinen bir lekenin olacağına inanılır. Yine ziyarette bulunan meşe ağaçlarının kutsal olduğuna ve ağaçları kesenlerin çarpılacağına inanılır.
7-8 yy dan itibaren Arap orduları Anadolu’nun içlerine doğru seferler yaparken, aynı zamanda hem asker yetkili hem de peygamber soyundan olan seyit kişiler vardır. Bunlardan biri de Seyyid Hasan Zerraki hazretleriydi; mahiyetiyle birlikte bugünkü Mardin yöresine gelip yerleşmiştir. Epey zaman yörede etki alanı oluşturmuştur. Yöredeki egemen güç olan “hükümdar” bu İslam ileri gelenini kıskanır olmuş. Seyyid Hasan Zerraki hazretleri ailenin bir kısmını Güneydoğu Anadolu’nun farklı bölgelerinde bırakarak göç etmiş. Mahiyeti - savaşçıları da dâhil- Malatya üzerinden Zırkı yöresine gelip yerleşmiş; yol boyunca bazı yerleşim alanlarını da (kaleler) fethetmiş; örneğin yörenin en mukim, korunur ve sağlam yapılı olan “büyük kale” gibi (Gökbelen köyü önündeki kale) ve “Zırkı Yöresi”ne yerleşmiştir. Seyyid Hasan Zerraki’nin soyu Hz. Muhammed’e (sav) dayanır. (Seçeresinin orijinali için bakınız: Prof. Dr. R. Demir; Zırkı Yöresi ve Seyit Hasan Zerraki Kitabı, Palme Yayıncılık ,Ankara 2004). Yörenin İslamlaşması için bir dergah, tekke, ocak kurar. Gelen insanları irşat eder. Vadesi geldiğinde, bölgenin en yüksek tepesi, Ziyaret dağına defnedilir. Beraberindeki silah arkadaşlarının bir kısmı da şehit ya da vefat ederler. Şehit olan ya da vefat eden diğer savaşçı-eren kişilerin bir kısmı Ziyaret dağının tepesine (Ziyaret düzlüğündeki Pir Gazi Baba bölgesi), bir kısmı da yine karşıdan ziyaret tepesini gören ve yöreye topografik olarak hakim vaziyette olan tepelere gömülür. Yani bir bakıma belli sayıdaki bu zatların (yatırların) mezarları (türbeleri) birbirini görecek şekilde bir konumlama vardır. Sanki mezarları da birbirlerini görsünler diye yerleştirilmiştir.
Örneğin; doğuda Karcığık tepesi, kuzeyde Nimri tepesi(Ağbaba ziyareti), güneyde Killiruşağı (Üçpınar) tepesi, batıda Kozan tepesinde (Abdulvahap ziyareti) ve Şalliyan tepesi (ziyareti) olmak üzere buralarda birer şehitlik vardır; her tepede birer komutan veya eren kişi yakını-şehit arkadaşları yatmaktadır. Seyyid Hasan Zerraki’nin…İlginç olanı, bunların tümü coğrafi olarak birbiri ile kıyaslandığında, Seyyid Hasan Zerraki hepsini görecek bir coğrafi konumda ve en yüksekte olmasıdır.
Ziyaret düzlüğünde, kuzey-batı tarafındaki tepecikte, Çük Uşağının (Göldere) bakan yarmanın tepesinde, atmaca taşının üst tarafında, tam Seyyid Hasan Zerraki türbesini görecek şekilde konumlanmış mezarı bulunan Pir Gazi Baba şehitliğidir. Sadece yığıntı halindeki mezarı ve yanı başında koyu yeşil yapraklı, özel meyveli, serin gölgeli “özgün meşe” ağaçları bulunmaktadır bu şehitliklerde.. Bu ağaçlar, sadece bu dağa, Ziyaret Dağı, özgü olup bir başka yerde görmek, bulmak mümkün değil…
Daha sonra, Selçuklu ve Osmanlı Devletleri’nin Anadolu’ya egemen olmasıyla bu bölgede yaşayanlar, bulundukları bölgenin fethinde görev almış şehit-veli komutanlar ve bilge ulema kişilerin hürmetine, hem sağlıklarında hem de vefatlarından sonra isimlerinin yaşaması ve yaşatılması için türbelerine ait bölgeler “vakıf” olarak belirlenmiş, vakfiye senetleri ve beratları hazırlanmış, onların ismiyle anılmış ve ayrılmıştır. Her dönemde Harput Sancağı tarafından şahitli onaylı şecere ve vakfiye senetleri imzalanmıştır. Orijinallerinden alınan kopyaların tercümesinden bu süreklilik devam ettiği görülür. Bu arazilerin sınırları çizilerek vakfiye senetleriyle belgelere geçirilmiştir. Seyyid Hasan Zerraki’nin soyundan gelen birkaç nesil sonraki temsilcileri de Zırkı yöresinde yaşayan ailelerden olmuştur. Ayrıca Seyyid Hasan Zerraki’ye ait olduğu bilinen filama ve sancak da bu aileler tarafından bugüne kadar korunmuştur.
AVDAZ(ABBAS) DEDE TÜRBESİ..afyon
Ballık Kasabası Afyonkarahisar iline 80, Sandıklı ilçesine ise 23 km. mesafede Afyon Antalya karayolu üzerinde bulunmaktadır.
Ballık Kasabasının Kısa tarihçesi: Tarihi eskilere dayanmakta olup tarihin seyri içersinde adı Kebe[1] Kilise[2], Ballıca, Baldık, Ballık olarak geçmektedir.
M.1623/1709 yıllarına ait bölge haritasında köyün adı Ballık olarak geçmektedir. Hane sayısı 7, köy nüfusu 35 kişidir.1709 yılında hane sayısı 10 olup köy nüfusu ise 50’ye yükselmiştir[3]. M.1691/1696 tarihli bir başka iskan haritasında ise köyün adı Baldık olarak geçmektedir.
Bu tarihte Sandıklı kazası dahilinde içersinde Baldık’ın da bulunduğu iskanı yapılmış yaklaşık on kadar köyün olduğunu görmekteyiz[4].  Köye ait en eski kitabe Ballık cami kitabesi ve Çiftçi Malları Koruma binasında muhafaza edilen çeşme kitabesidir. Bu iki kitabede Ballık kasabasının tarihine ışık tutması bakımından oldukça önemlidir.
Cumhuriyet döneminde ise 1969 yılına kadar Sandıklı’ya bağlı bir köy iken Bakanlar kurulu kararıyla Kasaba şekline dönüştürülmüştür.Kasabanın,Cumhuriyet,Zafer, Esentepe olmak üzere üç mahallesi bulunmaktadır.
Ballık kasabası sınırları içersinde Avdaz(Abbas) Dede,Habil (Hebil) Dede ve Kadıncık Ana (Hatun Ana) olmak üzere üç adet türbe ve ziyaretgah bulunmaktadır.
AVDAZ(ABBAS) DEDE TÜRBESİ
Avdaz Dede Kimdir: Avdaz (Abbas) Dede ile ilgili bilgiler rivayetlere dayanmakta olup gerçekte kim olduğu bilinmemektedir.  Avdaz kelimesi halk arasında yöresel şive olarak Abdaz (Abdest) kelimesinin günümüzde dönüştürülmüş halidir. Abdestli olan, temiz olan veya Allah’a yakın anlamlarını içermektedir.Avdaz Dede’nin Abbasilerle bir bağlantısı olduğu söylenmekte olup, Abbasilerin coğrafya olarak bölgeye uzaklığı veya burada kurulu bir yerleşimleri bulunmamaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Avdaz, Abbaz, Abdest, kelimelerinin günümüz haline dönüştürülmüş şeklidir[5]. Avdaz Dede’nin bölgenin fethinden sonra Türk iskanının başlamasıyla burada görevlendirildiği söylenmektedir[6].
Avdaz Dede Türbesi:Ballık Kasabası içersinden geçen Soğulcak-Örmekuyu köyü yolu üzerindedir. Ballık Kasabası çıkışında sol tarafta bulunan tepe üzerindedir.Türbeye toprak yoldan gidilmektedir. Türbe tepenin düzlük yerindedir. Tepe yamacının bir kısmı taş ve toprakla yığma yapılarak düzeltilmiştir. Son yıllarda Ballık Belediyesi tarafından mesirelik alan haline getirilmiştir. Türbe ve çevresi ışıklandırılmış olup suyu ve ziyaretçilerin kullanması için birde mescit yapılmıştır.
Türbe sade bir mezar iken iki defa yenilenmiştir. Mezarın yerinin bulunuşu ise bir rüyaya dayanmaktadır. Anlatılanlara göre [7]kasaba halkından Necip isimli bir vatandaş rüya görür.Necip’in rüyasına giren Avdaz Dede; “Mezarım kaybolmak üzere, benim mezarımı yeniden yap.” Diye söyler. Necip kendi imkanları ile beton malzeme kullanarak mezarı tamir eder ve etrafını korkulukla çevirir. Hatta mezarın yapılmasından sonra Avdaz Dede tekrar Necip’in rüyasına girerek; “Betondan dolayı sıkıştığını” söyler. Necip tekrar mezarın üstüne atılan betonu kırarak toprakla doldurur[8]. Böylece yaşlıların hürmet ve saygı gösterdikleri, yeni neslin ise adını ve yerini bile bilmedikleri Avdaz Dede’nin mezarı ortaya çıkmış olur. Mezar yakın döneme kadar üstü açık halde iken yerel yönetim tarafından 2010 yılında kubbe şeklinde üzeri kapatılmış, mermer bir sanduka içine alınarak çevre düzenlemesi yapılmıştır.
Türbenin kenarlarında adak ve mevlüt yemeklerinin pişirilmesi için kullanılmak üzere kazan ocakları da bulunmaktadır.
Avdaz Dede Menkıbeleri: Türbe ve yatırlara atfedilen menkıbeler birbirlerine çok benzemektedirler. Halk bu menkıbeleri nesilden nesile aktararak bir nevi bunlara kutsiyet kazandırmıştır. Avdaz Dede ile ilgili bilinen en önemli menkıbe ise şöyledir;
Olay Milli Mücadele yıllarında geçmektedir. Yunan ordusu Sandıklı’yı işgal etmiş ve Ballık Kasabasına doğru ilerlemektedir. Ballık kasabasına doğru yaklaştıklarında nereden geldikleri belli olmayan yüzlerce ardıç ağacı tıpkı canlı bir insan gibi düşmana karşı gelmiş ve düşmanı perişan ederek geldikleri yöne kaçırmıştır.Daha sonra esir edilen bir Yunan askerinin; “Ağaçlar bize saldırdı” şeklinde korkarak olayı anlattığı nakledilmektedir[9].
Avdaz ve Hebil Dede’ye atfedilen menkıbede en önemli unsur Ardıç ağacıdır. Bu da Türk halk İnançlarında önemli yer kaplayan ağaç kültüyle ilgilidir[10]. Zaten Avdaz ve Hebil Dede’nin ağaçları çok sevdileri ve her tarafı ağaçlandırdıkları anlatılmaktadır.
Ağaç Kültü: Bugün Anadolu’da da bazı orman ve ağaçların kutsal olduğu şeklindeki inanışların yaygın olduğu bilinmektedir. Günümüzde Sünni Müslümanlarda görülmekle birlikte, bu tür inanışların daha çok Alevi topluluklarda yaygın olduğu söylenebilir. Bu bağlamda, özellikle Kızılbaş topluluklarının ulu ağaçları kutsal kabul ederek, hürmetle tazim ettikleri ve bu gibi ağaçlara ziyaretlerde bulundukları bilinmektedir. Günümüzde, Kızılbaş topluluklarının yanı sıra, Tahtacılar ve Yörüklerde de kutsal ağaçla ilgili inanışların yaygın bir şekilde var olduğu görülmektedir. Nitekim, Tahtacıların geçimlerini ağaç kesmekle sağlayan kimseler olduğu ve onların ağaçlara büyük saygılarının, bağlılıklarının olduğu bilinmektedir. Çünkü bu topluluklarda Muharrem ayında ağaç kesmek şiddetle yasak olduğu gibi, hafta içinde Salı günlerinde de ağaç kesilmez Yeniden işe başlayacakları zamanlarda da ağaçlar için dualar okunur. Yörüklerde de ağaçlara büyük saygı duyulur. Tahtacılar daha çok sarıçam, ladin, köknar ve ardıç ağaçlarını, Yörükler ise kara dut, çınar ve katran ağacını kutlu ağaçlardan saymaktadırlar. Tahtacılar ayrıca kutsallığına inandıkları ağaçların motiflerini ölülerinin mezar taşlarına da işlemektedirler. Bu anlamda, Türk topluluklarının hemen hepsinin dağlarda tek başına duran ulu ağaçları kutsal kabul ettikleri söylenebilir[11]. Aynı şekilde ilçemiz, Koçgazi dede,Akharım Kasabasında bulunan Dikmen Dede, Akdağ’da bulunan Erağıl Dede, türbelerinden de ağaç kesilmemektedir. 
Avdaz Dede Halk İnançları: Avdaz Dede türbesinde çapıt bağlama,mum yakma gibi adetler yoktur. Türbe genellikle çocuğu olmayan yada erkek çocuk isteyenler ve çocukları ölen aileler tarafından ziyaret edilmektedir. Avdaz Dede aracı kılınarak bu büyük Allah dostu hürmetine hacet dilenir, dua edilir. Türbeye erkek çocuk dileyen veya daha önce doğan çocukları ölen ve türbeye bağlandıktan sonra doğan erkek çocukları yaşayanların Abbas ismi koydukları gözlemlenmektedir[12]. Bu sebepledir ki Ballık kasabasında Abbas ismi oldukça fazladır. Avdaz Dede’ye atfedilen bu kutsallık sebebi iledir ki , türbenin bulunduğu yerden odun kesilmesi götürülmesi hoş karşılanmaz. Mutlaka başına olumsuz bir iş gelir inancı hakimdir.
ŞEYH BELBELOT ZİYARETİ..silvan


Mira Şehir Mezarlığının içinde, Karabehlül Bey Camisinin yanında mezarlığa açılan kapının karşısındadır.Mezarın hemen yanında türbeyle bütünleşen yaşlı bir dut ağacı vardır.Ziyaretgah olarak kullanılan türbenin yanında Seyda Mele Kamil'e ait mezar bulunmaktadır.



alıntı..NEJAT SATICI ya teşekkürler