KARIŞIK

27 Şubat 2016 Cumartesi

Ali Baba Türbesi

Ali Baba Türbesi  İzmir – Tire






Ali Baba ve Hasan Baba türbelerinin bugün de Anadolu ́nun sayılı Bektaşi Dergahlarından biri olduğu kaydedilir. XIV. yüzyılda yaşadığı kabul edilen Ali Baba’nın türbesinin kitabesi yoktur. Ali Baba türbesi Tire ́nin doğusunda, ilçeye 5,5 km. mesafede bulunan Boynuyoğun köyü hudutları içerisinde, Ali Baba türbesi diye anılan yerdedir. Ön tarafta giriş kısmıyla iki bölümden oluşan türbe sekizgen gövdenin yüksek kasnağa oturan bir kubbe ile örtülmesinden ibaret sıvalı
(sıvalar onarım sırasında yapılmıştır) bir yapıdır. Düzenli bir bahçe içinde ve türbe binasının dışında yer alan çeşitli mekanlarla birlikte bir külliye şeklindedir. Türbe içinde çeşitli Bektaşi babalarının mezarları bulunmaktadır. Yaklaşık 15.000 metre karelik bir arazi üzerinde yer alır. Su pınarı, kuyusu, ağaçları ve havuzu ile Batı Anadolu ́daki önemli bir dergah merkezi durumundadır.
Hacı Bektaş Velayetnamesinde de adına rastladığımız Ali Baba Horasanilerden olup, Hacı Bektaş Veli’nin en yakın arkadaşlarından Bahaeddin Sultan’ın oğludur. 1531 yılındaki belgede, “Vakfı zaviye-i Ahi Baba der nefsi Tire” kaydıyla yer alırken, zaviyenin Aydınoğlu Umur Bey ve Sultan Murat Han nişanlarına sahip olduğu görülmektedir. “Defter-i Atik” de, zaviyenin Fota’dan (Gökçen) bugünkü yerine taşındığı kaydı vardır. 1531 yılındaki Defter-i Hakani’de ise, zaviyenin bu dönem şeyhlerinden Dorum Dede’nin “Sultan Şüca Zaviyesine, ‘Sultan Şüca ruhu için’, 400 koyun, 90 adet ördek, 29 sığır, 3 at, 2 eşek, 3 tay ve değirmen”, vakfettiği görülür. Ayrıca, kayıtta; “Vakfı Derviş-i Dorum Dede şeyhi zaviye-i Ali Baba” başlığıyla ele alınan vakıfların “Ayende ve revende” ye sarfı şart koşulur. Dorum Dede bu vakıfların denetimini sağlığında kendisi, ölümünden sonra oğluna bırakmaktadır.
Ali Baba Zaviyesi mükemmel konumu ile dikkati çekmektedir. Türbe ve zaviye üniteleri ayaktadır. Bahçesi oldukça büyüktür. Meyva ağaçları ve doğal bitki örtüsüyle günümüzde gözde mesire yerlerindedir. Ali Baba’nın ayrıca, Tire’nin Yeğenli köyü ile, Manisa’nın Marmara, Alaşehir’in Zeytinlik ve Tahtacı köylerinde de birer zaviyesi bulunmaktadır.
Evliya Çelebi, Ali Baba ve Molla Arap’dan sitayişle söz eder. 1924 yılı sonrası Hacı Bektâş ilçesindeki Pirevi kapatılmış ve Bektâşî Dergâhlarının tüm vakıflarına el konmuş olsa da, sadece Tire’deki Horasanlı Ali Baba Dergahı, özel bir yasayla açık tutulur190. Tire Dergahı postnişini Hasan Balım Baba önce Yakova Dergahı Postnişini Kazım Bakali Babadan Halifelik alsa da, bu hatasından çabuk döner ve “Tecdid-i Vüzû” yaparak Noyan Dedebaba’dan yeniden Halifelik icazeti alır. Ali Haydar Ercan Dedebaba 1965 yılında Tire Ali Baba Dergahında Hulisi Kıvrık Baba’dan nasip alır. 1975 yılında da aynı Ali Baba Dergahında Halife Hasan Balım Baba’dan dervişlik hırkası giyer

Zeytinlik Türbeleri.

Zeytinlik Türbeleri..artvin


Artvin Merkezine bağlı Zeytinlik Köyü’nün karşısında, Çoruh Irmağı’nı kenarında, geliri Derinköy camisine ait vakıf arazisinde bulunmakta olup, 500 metre aralıkla birbirine benzer iki yapıdan oluşmaktadır. Hangi tarihte inşa edildikleri tam olarak belirlenememekte birlikte XIII. Yüzyılda kısmen yöreye hakim olan Saltuklular tarafından inşa edildikleri tahmin edilmektedir. her ikisinin içinde Kriptası ve mihrabı bulunmaktadır.

HASAN DEDE TÜRBESİ

HASAN DEDE TÜRBESİ
RİZE ARDEŞEN





Hasan Usta diye de bilinir. Zamânında güzel ahlâkı, örnek hareketleri ve kerâmetleriyle tanınan Hasan Dede'nin türbesi Rize Ardeşen'de Seslikaya köyündedir. Türbesi, vasiyeti üzerine vefâtından yedi yıl sonra cesedinin bozulmamış olduğu görüldükten sonra yapılmıştır. Yöre halkı tarafından sık sık ziyâret edilen Hasan Dede 1845 yılında vefât etmiştir. Türbesinin önündeki kiremitli kabir de yine kendisi gibi kerâmet ehli bir velî olan oğlu Süleyman Dede'ye aittir.


1840'lı yıllar, ebediyete intikale bir kaç sene vardır. Seslikaya Köyü. Osmanlı askerleri köyden geçmektedir, askerin ve mühimmatın köyün dibindeki dereden geçebilmesi için mevcut köprü yeterli olmamaktadır. Askerlerin başındaki yüzbaşı gövdece iri, boyca uzun büyük ağaçlardan birkaç tane kestirir. Kestirir kestirmesinede ağaçları yerinden oynatmak ne mümkün, onları seyreden köylüde yardım ettiysede fayda etmez.

Zaman geçmektedir, komutan darlanır, bağırıp çağırmaya başlar. Darlandıkça kalpde kırar. Köylüde bu halden üzüntü duyar. O sırada bir başka köye ziyarete giden Hasan Dede'de köye gelmiş, uzaktan asker ve köylüleri görerek yanlarına varır. Selam vererek:

- Hele bir nefeslenin, bir de ben yoklayayım der, köylünün saygı dolu bakışları, onu tanımayan komutan ve askerlerin alaycı bakışları altında koca koca ağaç kütüklerini tuttuğu gibi birer birer hiç zorlanmadan derenin ebir tarafına uzatır.

Köprü hazırdır
Bir Damla Yağmur


Yıl 1845. Hasan Dede, dünyasını değiştirmiştir. Mezarını kendi halinde, kimsenin işine karışmayan, bildiği ile amel eden, saf temiz bir köylüsü kazmaktadır. Köylü mezarın içinde kazmaya devam ederken, Rize'nin o meşhur yağmuru başlamış, her tarafı sel alıp götürmektedir. Hikmetinden sual olunmaz, ne mezarın içine ne mezarı kazanan üzerine bir damla yağmur düşmez. Köylü mezarı kazar dışarı çıkar. Etrafta hocadan başkasını göremez. Hocaya sorar:

- Hoca bu kadar kuvvetli yağmur yağıyor, gök delindi de ne mezarın içine ne sana de bana bir damla bile düşmüyor?

Köylü, sırrı yaşamıştır, ama o sırrı anlamaya hazır değildir. Mezarın yanında çok yüksek yabani bir hurma ağacı vardır. Hurma ağacında yapraksız kuru birkaç daldan başka bir şey de yoktur. Hoca hurmayı, o ince, kuru birkaç dalı göstererek:

- Hurmanın dallarını görmüyormusun, der.

Gökten derya indi yağmur yerine
Mevlam damla değdirmedi tenine

Horon

Rize. Ardeşen.Seslikaya Köyü. Yıl 1945. Türbe. Hasan Dedenin türbesi. Türbeye yakın evlerden birine yakın bir köyden gelin gelmektedir. Gelin tarafı, oğlan tarafında sabah kadar tulum eşliğinde horon oynamayı şart koşar, olmazsa olmaz der. Düğün sahipleri, durumu hocaya sorarlar:

- Biz türbeye, Hasan Dede'ye hürmet ediyoruz, onun türbesinin olduğu yerde, yakınındaki bir evde tulum çalmak, oynamak, eğlenmek hoş değildir, bunu kabul edemeyiz dedik. Kız tarafıda oyunsuz olmaz diyor. Biraz değil epeyi de huysuzluk yapıyorlar, huzursuzluk çıkarıyorlar. Ne yapalım bu durumda düğünden vaz mı geçse, vaz mı geçelim ?

Hoca cevaben derki:

- Bu dediğinizden dolayı gelin bırakılmaz, düğünden vaz geçilmez. Siz gelinin gelmesine, tulum çalınıp oynanmasına izin verin. Günahı vebali onların başına deyin, ancak yakın akrabaları olarakda evide mahalleyide terkedin.

Oğlan tarafı hocanın dediğini yaparlar, kız tarafı ve düğün alayı gelini eve getiriler. Sabaha kadar sürecek horon başlar. Oyunun başlar, gece yarısı olur. Kız tarafından pür telaşlan bir ihtiyar nefes nefese gelir, hepsinin evleri yanmaktadır.

Tüm köylü düğüne geldiğinden, köylerine dönene kadar evlerinin hepsi yanıp kül olmuştur.

Su

1950'li yıllar. Hasan dede'nin türbesinin olduğu mahalle. Yaz. Uzun zamandır yağmur yağmamakta, hemde neredeyse her gün yağan Rize'de pek ender görünen kurak bir yaz hüküm sürmektedir. Günümüzdeki gibi değildi o zamanlar, sular öyle kapıya kadar gelmemektedir. Su ya kuyudan ya da ırmak denen küçük dereciklerden temin edilrdi. Uzun zaman yağmurun olmayışı kuyu sularının tükenmesine, ırmakların suyunun azalmasına neden olmuştu.

Gece. Yangın. Evler cayır cayır yanmaktadır. 20 haneli evlerin iç içe olduğu mahalle evlerini söndürecek bir damla su yoktur. Ufaktan ufaktan akan suda kurumuştur. Tüm mahalle Hasan dede'nin türbesine koşarak Cenab-ı Hakka yalvarırlar:

- Hasan Dede'nin yüzü hurmetine bize su gönder.

Dua edip, türbeden ayrıldıklarında, kuruyan derelerden oluk oluk su akmaktadır. Su ile birlikte kısa zamanda mahalleli ateşi söndürür.

Çocuk

Seslikaya köyü. 40 yıl kadar oluyor. Hala hayatta olan çocukluktan beri arkadaşımız. Bir gece çaylıkta olan annesinin gecikmesi üzerine evin dışına avluya çıkar. Çocuk bu ya annesinin gecikmesi, etraftaki çakal sesleri, beklemenin verdiği çeşitli duygular içinde ağlaya ağlaya bir hal olur. Göz kapakları şiddetle açılıp kapanmaya başlar. Akşam olayı duyan konu komşu, çocuğun arkadaşları eve gelir, çocuk arkadaşlarına bakmaktan utanır utanır. Onlardan kaçmak ister.


O zamanlar doktora erişmek doktor bulmak öyle pek kolay değildir. Ninesi "hele bir der, çocuğu sabahtan bir türbeye götürelim, bir şeyi kalmaz inşallah" der. Sabah olur nine torununu alır, Hasan Dede'nin yattığı türbeye götürür. Allah rızası için iki rekat namaz kılarak:

- Ya Rabbi . Hasan Dede'nin yüzü suyu hürmetine bu yavruma şifa ver diye dua eder. Bir müddet türbede kaldıktan sonra torunuyla beraber çıkarlar, eve vardıklarında çoçuğun gözlerinde hiç bir şey kalmamıştır.

Arkadaş

1980'li yılların başlarına kadar köye henüz elektrik gelmemişken, her hafta Cuma gecesi özel yapılmış mumlarla geceleri türbe ışıklandırılırdı. Mumu yakmakla özel bir görevli bulunurdu. Görevli mumları yakar Kur'an-ı Kerim okurdu.

1930'lı yıllar. Kış. Sağanak. Türbe görevlisi yaya 5-6saatlik yolda misafirlikte. Cuma gecesi türbede mumları yakacak, Kur'an-ı kerim okuyacak. Yağmur bir ara hafifler diye beklemişti ama hayır burası Rize idi, öyle dineceği yoktu. Baktı olacak gibi değil geciktikçe gecikiyor, yola koyulur. Şemsiye falan nerede, geçmiş zaman bu Yola çıkmış, geciktiği için gece karanlığa kalmıştı, göz gözü görmüyordu. Görmüyordu da . Görevli yatsı ezanı okunmak üzere türbeye erişir, üstü kupkurudur. Yol boyunca ona ışık tutan, sohbet eden piri fani birisi ona arkadaş olmuştur. 5-6 saatlik yol 1-2 saat sürmemiştir, yol arkadaşı köyün girişinde "Allahaısmarladık" diyerek ayrılmıştır.

Köyün çocuklarına türbedarın annesi bunu hep anlatırdı. O çocuklar şimdi birer dede oldu ya.

Kapı

1960'li yıllara kadar Türbeye çok uzak yerlerden köylünün tanımadığı, bir gelenin bir daha gelmediği piri faniler, şeyhler gelir, türbe içinde zikrederler, müritler dışarıda beklerlerdi. Köylüde onları kendi hallerine bırakırdı. Gel zaman git zaman köylülerden merakını yenemeyen bir delikanlı yanaşarak sormuş:

- Sizi ne için türbe içine almazlarda, dışarıda beklersiniz?

Delikanlıyı kapı aralığından baktırmışlar Bakış o bakış

Delikanlıya arkadaşları ne gördün diye sormuşlar, yıllarca o sorularına cevap vermemiş, ta ki nedense o uzak bilinmedik yerlerden gelenler gelmez olmuş. İşte o zaman:

- Türbenin içi 4 metre kare var yok, kapı aralığından baktığımda o da ne içerisi o kadar genişki, saymakla bitmeyen yüzlerce kişi içeride, her yer apaydınlık, ortada sanduka diye bir şey yok, dümdüz bir alan, her renkte, türlü türlü kıyafetler içerisinde . ve . ve .

Evet, bir zamanlar herkesin gözü önünde bakıpta göremedikleri Manevi Meclis Rize'nin Ardeşen İlçesi, Seslikaya köyünde Hasan Dede'nin Türbesinde toplanırdı.

Seferemri

Türbe görevlileri her gece yatsıdan sonra türbeye güğümlerle su bırakırlar, kapıyı üstüne kitlerler . Ertesi günü geldiklerinde güğümler bomboştur. Türbenin içinde hüzme şeklinde yeşil bir ışık vardır Bu yıllardır böyledir. Akşam dolan güğümler sabahleyin bomboştur.

1974 . Kıbrıs Barış Harekâtı Türbe görevlilerinin dikatini çeken bir şey vardır. Harekâtın başladığı ilk gecenin gündüzünde, türbeye geldiklerinde güğümlerin dolu olduğunu görürler. ve o gece ve savaş bitimine kadar türbedeki ışığıda göremezler.

Savaş biter, o gecenin sabahında güğümdeki sular boşalır, ve o yeşil ışık gene türbededir

Evet . Hasan Dede seferemrini almış, görevini yerine getirmiştir

Sanırmısınki sefer emrini
Çıkarırlar sade evdekine
Bakarsınki ansızın bir gece
Emir vermişler türbedekine



1992 Yaz . Pazar . Avramit köyü 5 yaşlarında. Muzaffer. Yazın ailesi ile birlikte İstanbuldan köylerine gelmişler. Korkudan mıdır, bir şeyden mi ürkmektenmidir billinmez, çocuk birden kekelemeye başlar,. 5- dakika, 10 dakika, 1 saat 2 saat hayır kekemelik geçmez. Çok zamandır böyle bir şey olmamıştır.

Doktor, doktora getirelim, getirmeyelim, bekleyelim, beklemeyelim derken . Köyün büyükleri araya girer, derler ki:
- Tabi çok zamandır, böyle bir şey olmadı, sizede demedik, bizim küçüklüğümüzde Türbeye getirirlerdi bizi.
- Hangi türbeye? Rize de türbemi var?
- Hasan Dede'ye. Ardeşen'e. Seslikaya'ya Türbe orada. Hasan Dede'nin türbesi orada.

Türbeye gidilir, ikişer rekat namaz kılınır.
- Allahım, Hasan Dede'nin hürmetine yavrumuza şifa ver diye dua edilir.

Türbeden çıkılır, kekemelikten herhangi bir eser kalmamıştır.



http://www.akderekoyu.com/..ALINTIDIR..

NEBİ DEDETÜRBESİ

NEBİ DEDE TÜRBESİ..develi



Nebi dede bir sığır çobanıydı. Ürgüp'ün Damsa köyün'den gelip iki oğlu ve eşiyle buraya yerleşmiş.
Bir akşam üstü malları evlerine savarken, daha yeni buzağılamış bir ineğin evine gitmeyip halen yayıldığını görür, ineğe seslenir ve aralarında su diyalog geçer :
- Yâ mübarek, hadi sende evine dön, aksam oldu.
- Biraz daha yayılayım izin ver, buzağım aç kalmasın diye.
- Senin sahibin vahşi bir kadındır, eğer sen zamanında evine dönmezsen sahibin beni tenkil
edecektir.
-Ve inek evine dönmeyip, mezarlığın yanında kalarak yayılmaya devam eder.

-Nebi dede'nin öngördüğü gibi, ineğinin eve gelmediğini gören kadın, Nebi dede'nin evine gidip, Nebi dede'yi azarlayıp küfürler yağdırır.

-Bunun üstüne Nebi dede, ineğin yanına tekrar gider, ve su cümleyi söyledikten sonra "Yâ mübarek ben sana demedim mi, sahibin geldi ve bana hakaret etti !", değneğini mezarlığa doğru fırlatır.

-Ve aniden Neb'i Dede orada kaybolur 

Şeyh Şirvani Türbesi..tokat

Şeyh Şirvani Türbesi..tokat



Tokat'ın gönül sultanlarından olan Şeyh Şirvani Hazretleri'nin mezar kitabesinde, 1564 senesinde bu şehirde veba hastalığından vefat ettiği yazılı. Halvetiye tarikatının şeyhlerinden olan hazret, otuzdan fazla manzum ve mensur eserin sahibi. Alevi ve Sünniler tarafından perşembe günleri öğleden sonra ziyaret edilen türbe, bayram günleri ve mübarek gecelerde de yalnız bırakılmıyor.

Koçgazi Dede Türbesi


Koçgazi Dede Türbesi ..sandıklı





Koçgazi Köyünde bulunan türbenin görünmeyen güçler tarafından korunulduğuna inanılmaktadır.[3]  Türbe ve çevresinden ağaç kesenlerin onmayacağı, başlarına üzücü olayların geleceği inancı asırlardır ağaçların kesilmeden günümüze kadar gelmesine vesile olmuştur.[4]Koçgazi Dede’ye atfedilen bu kudsiyet sayesinde ormanlık alanların insanlar tarafından tahrip edilmesinin önüne geçilmiştir.

Karadenizli Aleviler Tarihçesi Güvenç Abdal Tarihçesi

Karadenizli Aleviler Tarihçesi


Güvenç Abdal Tarihçesi




Coşkun KÖKEL / GAZİ ÜNİVERSİTE ÖĞRETİM ÜYESİ


ÖZET
Bu çalışmada bir Türkmen dedesi olan Güvenç Abdal ve Güvenç Abdal'ın adıyla anılan Güvenç Abdal Ocağı'na ait bilgiler sunulmaktadır. Ayrıca 2005 yılında Düzce, Ordu, Gümüşhane, Trabzon illerinde yerleşik Güvenç Abdal Ocaklıları üzerine yapılan alan araştırmalarıyla derlenmiş bilgiler değerlendirilmektedir. Özellikle Karadeniz Bölgesinde yerleşik Alevi-Bektaşi Çepni Türkmenleri ile Güvenç Abdal Ocağı arasındaki tarihsel ve inançsal bağlar belirtilmeye çalışılmaktadır.

ABSTRACT
13. yüzyıl, Anadolu'da Hacı Bektaş Veli merkezli düşüncenin etkinlik gösterdiği ve bu hümanist söylemin aktif nitelik kazandığı dönemdir. Türkistan'da Hoca Ahmet Yesevi'nin öğrencisi Hacı Bektaş Veli'ye ilettiği şu sözlerinde de belirttiği gibi:
Döndü Hoca didi Ya Bektaş işit
Her ne dir isem sana sen anı it
Rum erenlerine baş kıldık seni
Var iriş talipleri eyle gani
Suluca karayöğe var mesken it
Yurt verdik durma var anda git (Noyan, 1996: 163).
Hacı Bektaş Veli önderliğinde Anadolu'ya taşınan bu hümanist söylem, Anadolu'da yurt, ocak tutmuş gönül elleriyle köklenir. Bu süreç Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi'nde şöyle öykülenir:
Rum kurbuna gelince ol hümam
Rum erenlerine virdi hoş selam
Nakildir ol vakti Rum'un pirleri
Elli yedi bin temam Rum elleri (Noyan, 1996: 168).

13. yüzyılda tarihsel kimliğini Hacı Bektaş Veli ile ifade eden bu düşünce geleneği, Hacı Bektaş Veli ile beraber hareket eden onlarca tarihsel kişilikle temsil edilir. Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi'nde adı geçen Tapduk Emre, Yunus Emre, Karadonlu Can Baba, Sarı Saltık, Ahi Evren, Karacaahmet Sultan, Kolu Açık Hacım Sultan, Seyyid Cemal Sultan gibi birçok Türkmen dedesi Anadolu'nun hatta Balkanların dört bir yanında bu felsefenin temellenmesini sağlar. Hacı Bektaş Veli ile beraber adı anılan Türkmen dedelerinin en önemlilerinden biri de Güvenç Abdal'dır. Güvenç Abdal, Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi'nde, tasavvufi bir menkıbede adı geçen, tanınan bir Alevi-Bektaşi erenidir. Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi'nde Güvenç Abdal'ın adı, Alevi-Bektaşi inanç terminolojisinde ve metin literatüründe sıklıkla işlenen şeyhlik, müritlik, muhiblik, âşıklık kavramlarının betimlendiği felsefî bir menkıbe ile anılır.

Şeyhlik, müritlik, muhiblik, âşıklık Alevi-Bektaşi inanç literatüründe felsefî kavramlar olarak yer alırlar. Bu kavramlar aynı zamanda Alevi-Bektaşi düşüncesinde dört kapı kırk makam süreci ile oluşan düşünsel yükselişi de ifade eder. İnsan-ı kâmil olgusu, Alevi-Bektaşi düşüncesinin temel amacıdır. Alevi-Bektaşi düşüncesi bu temel amacın araçları olarak bireyin düşünsel, inançsal, psikolojik gelişimi için belli kategoriler belirlemiştir. Bu gelişim kategorilerinin başında aşıklık, yükselişinin son aşamasında ise şeyhlik (mürşid-i kâmil) yer alır. Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi'nde bu düşünsel evrimin aşamaları Güvenç Abdal'ın isminin yer aldığı menkıbede şöyle anlatılır:

"Hünkâr'ın hizmetinde Güvenç Abdal adlı bir derviş vardı, er terbiyesi görmüş bir zattı. Birgün, erenler şahı dedi, gönlümde bir sorum var, izin verirseniz söyleyeyim. Hünkâr, şöyle buyurdu: Güvenç, acaba dedi, şeyh kimdir, muhib kimdir, âşık kimdir? Bize lütfedip bildirseniz. Hünkâr, hemen, Güvenç dedi, yerinden kalk, tez git, bir sarrafta bin altın nezrimiz var, al gel, dedi. Güvenç Abdal, sarraf kimdir, hangi şehirdedir demeden hemen belini bağladı, Hünkâr'ın elini öptü, yola revan oldu. Gide-gide vardı, bir şehre yetişti. Gördü ki pek büyük bir şehir. Kendi kendisine, bizim ülkede böyle büyük bir şehir yoktu, acaba bu şehir, hangi şehir, dedi. Kal'anın içi adamlarla doluydu. Gezerken bir adama, kardeş dedi, bu il, hangi il, bu şehir hangi şehir? O adam dedi ki: Burası Hindistan ülkesi, bu şehre de Delli (Delhi?) derler. Güvenç, bu sözü duyunca şaşırdı, kendi kendine, Rum ülkesi nerede, Hindistan nerede, dedi. Şehrin içinde yürümeye başladı. Sokak sokak gezerken pazara ulaştı, o yana, bu yana bakınıp giderken gördü ki, karşıda bir sarraf oturmada. Sarraf da bunu görünce hemen kalktı. Beri gel derviş diye elini salladı. Derviş, dükkana girdi, selâm verdi. Sarraf, Güvenç'e, hangi ildensin dedi. Güvenç, Rum ülkesinden, dedi. Kimin hizmetindesin deyince Güvenç, Sultan Hacı Bektaş Hünkâr'ın hizmetindeyim, bir gün bana, bir sarrafın bize bin altın nezri var, al gel buyurdu, üç gün oluyor, bu şehre geldim, dedi.

Sarraf, Hünkârın adını duyunca hemen dükkanını kapadı, Güvenç Abdal'ı aldı, evine geldi. Ağırladı, oturttu. Üç gün çeşitli yemekler verdi. Sonra derviş dedi, nezri olan sarraf benim. Hindistan denizinde bir vakitler ticarete giderken bir yavuz muhalif yel çıktı, az kaldı gemimiz batacaktı. Hemen vilayet erenlerini çağırdım, beni kurtarın, bin altın nezrim olsun dedim. O anda erenler yetişti, gemiyi mübarek eliyle tuttu, kıyıya çıkardı. Adını sordum. Adım Hünkâr Hacı Bektaş'tır, Rum ülkesindenim dedi. Rum ülkesine nezrimizi nasıl ulaştıracağız dedim, ben birisini yollarım, buyurdu. Ben, o göndereceğin adam ne şekilde dedim, senin şeklini tarif etti. İşte seni dükkanda gördüm, elimle çağırdım. Hamd olsun ki hata etmemişim. Şu bin altını al, erenlere götür. Sonra bin altın daha saydı, bu da dedi, erenlerin hizmetinde bulunanlara, onlara ver, yesinler, içsinler. Bin altın daha saydı, yanımızdan boş gitme dedi, bu bin altını da sen harca. Güvenç Abdal, o üç bin altını bir kese içine koyup koynuna saldı. Sarrafla vedalaşıp yine yola revan oldu. Şehir içinde giderken bir çardak gördü. Bir de baktı ki çardağın penceresinde, gün yüzlü bir güzel kız bakmada, kızı görür görmez bin canla âşık oldu. Sabrı-kararı kalmadı, aklı başından gitti. Pencereye gözünü dikti, tam üç gün üç gece öylece kaldı. Kız,dervişin hâlini görünce şaşırdı, halk görürse kötüye yorar dedi, halayığını çağırdı, hâli anlattı, git dedi, öğüt ver de çeksin gitsin buradan. Kız, bir tacirin kızıydı, babası ticarete gitmişti. Halayık, gidip derviş dedi, umduğun eline geçmez senin, vazgeç bu olmaz sevdadan. Bu kız, ulu bir tacirin kızıdır. Kulları, adamları duyarsa başına iş açarlar. Öyle bir avı elde etmek isteyen kişinin bol altını olmalı. Güvenç Abdal, halayığın sözlerini işitince alınma, ne oldu ki, dedi, üç bin altın, kesesiyle koynundan çıkarıp halayığa gösterdi. Halayık bunu görünce koştu, kıza geldi, bu derviş dedi, tekin adam değil, koynundan üç bin altınlık bir kese çıkarıp gösterdi. Hasılı kelam, altına tamah ettiler, bir yolunu bulup dervişi içeriye aldılar. Güvenç Abdal, keseyi çıkarıp sevgilisinin önüne koydu. Tam şeytan yoluna gideceklerdi ki, Güvenç, sevgilisinin ayak ucuna otururken bir de baktılar, duvar yarıldı, bir el çıktı, Güvenç'i, göğsünden bir kaktı, yere yıktı, aklını başından aldı. Kız, bu hâli görünce kalktı, oturdu. Güvenç'in aklı başına gelince bu ne hâl diye sordu. Güvenç Abdal, Şeyhimiz Hacı Bektaş Hünkâr'ın vilayetinden oldu dedi, böylece beni bu kötü işten kurtardı. Bunun üzerine, Rum ülkesinden nasıl çıktığını, oraya nasıl geldiğini, hasılı o ana kadar başından geçenleri bir bir anlattı.

Kız, bu kerameti gözüyle görünce erenlere âşık oldu, ziyaretine varmak istedi. Üç bin altını aldılar, beraberce akşam saatinde yola çıktılar. Gece yarısı, yürüdüler, ıssız bir yerde yattılar. Uyanınca baktılar ki sabah olmuş, ama bulundukları yer yattıkları yer değil, kekikli, yavşanlı bir yer, Arafat dağının yanındaki Kızılcaöz'den gelen yolun yanındalar. Kalkıp yola düştüler. Halifeler karşı çıktılar. Görüşüp Hünkâr'a götürdüler. Güvenç Abdal, erenlerin ellerini öpüp ayaklarına yüz sürdü. Başından geçeni bir bir anlattı.

Hünkâr, Güvenç Abdal dedi, bu işlerdeki hikmeti bildin mi? Güvenç buyurun Erenler Şahı dedi. Hünkâr, sen, bizden şeyh kimdir, mürit kim; muhib kimdir, âşık kim diye sormuştun, biz de sana cevap verdik. Mürid odur ki, senin yaptığını yapar. Biz seni hizmete gönderdik, nereye gideceğim, kimi göreceğim demeden yola düştün; muhibliği sarraf gösterdi. Bir kerecik denizde helak olayazdı, erenler diye çağırdı, bin altın nezretti, vardık, imdadına yetiştik, gemisini kurtardık, adımızı, yerimizi sordu, haber verdik, seni yolladık, şöyle böyle demeden nezrimizi sana teslim etti. Şeyhliği biz yaptık; seni kolayca götürüp getirdik, seni o yüz karasından da kurtardık. Âşıklığıysa o kız yaptı, bir vilayet görmekle âşık oldu bize; buraya gelmedikçe karar etmedi. Sonra emretti, o kızı Güvenç Abdal'a nikahladılar. Düğün dernek oldu, murad alıp murat verdiler (Gölpınarlı, 1995: 76)."

Güvenç Abdal'ın adı birçok Alevi-Bektaşi kaynağında Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi'ne atıf yapılarak Dünya Güzeli Menkıbesi ile beraber anılır. Birçok tarihî metinde Güvenç Abdal, Hacı Bektaş Veli'ye en yakın Türkmen dedelerinden biri olarak anlatılır:

"Hünkârın tatarı idi. Bir yere name iletmek dilerse, Güvenç Abdal giderdi. Hindistan, Delhi şehrinde gördüğü alem güzeline âşık oldı. Hünkâr'a dediler, iki âşığu izdivaç eyledi. Hünkâr'ın dergahında bir haymada yatarlar. Keramatları saymakla dile gelmez (Altınok, 2003: 188)."

Güvenç Abdal'ın adı birçok Alevi-Bektaşi metninde on iki hizmet, on iki post sistematiği ile beraber anılır. On iki hizmet ve on iki post, Alevi-Bektaşi düşünce evreninde dört kapı, kırk makam anlayışına bağlı olarak bireyin insan-ı kâmil olgusu bağlamında düşünsel gelişimini tanımlar. Alevi-Bektaşi metinlerinde on iki hizmet ve on iki postun birer manevi önderi vardır. On iki hizmetin, on iki postun bu manevi temsilcileri metinlerde adları sıklıkla geçen Türkmen dedeleridir. Yaygın olarak on iki post ve on iki hizmetin kategorik düzenlenişi şu şekildedir:

On İki Post
1. Mürşid Postu: Hünkâr Hacı Bektaş Veli
2. Rehber Postu: Habib Emircem Sultan
3. Türbedar Postu: Hızır Lale Cüvan
4. Ahçı Postu: Karadonlu Can Baba
5. Ekmekçi Postu: Seyyid Mahmut Hayrani
6. Şerbetçi Postu: Kızıl Deli Sultan
7. Nakib Postu: Sarı Saltuk Sultan
8. Meydancı Postu: Seyyid Cemal Sultan
9. Atçı Postu: Boz Geyikli Dede Karkın
10. Kurbancı Postu: Şah İbrahim Hacı Sultan
11. Ayakçı Postu: Abdal Musa Sultan
12. Mihmandar Postu: Kolu Açık Hacım Sultan (Altınok, 2003: 189)

On İki Hizmet
1. Tarikatçı: Hz. Hasan Mücteba
2. Davetçi: Hz. Hüseyin Desti Kerbela
3. Saki: Hallac.ı Mansur
4. Zakir: Seyyid Nesimi
5. İbriktar: Sarı İsmail
6. Gözcü: Karaca Ahmet
7. Çerağcı: Kara Pirabat Sultan
8. Sofracı: Garip Musa Sultan
9. Meydancı: Barak Baba
10. Ferraş: Resül Baba Sultan 11. Pervane: Taptuk Emre
12. Kapıcı: Güvenç Abdal (Altınok, 2003: 189)

On iki hizmet, on iki post örgüsünde tarihsel kimlikleri bağlamında ön plana çıkan Türkmen dedelerinden birisi de Güvenç Abdal'dır. Güvenç Abdal, Alevi-Bektaşi nüfus içerisinde saygı ve takdir görmüş bir Türkmen erenidir, aynı zamanda adıyla anılan Alevi inanç ocağının da kurucusudur. Güvenç Abdal Ocağı, onlarca Alevi inanç ocağından biridir. Güvenç Abdal Ocağı, Alevi-Bektaşi inancında bir dede ocağı olarak kabul edilir.

Güvenç Abdal Ocağı genel olarak Anadolu'nun kuzeyinde, Batı'da, İzmit'in, Kandıra ilçesine bağlı Ballar köyünden, Doğu Karadeniz'de, Trabzon'un, Akçaabat ilçesine bağlı Eskiköy'e kadar uzanan geniş coğrafyada örgütlenmiş bir ocaktır. Güvenç Abdal Ocağı, özellikle Karadeniz Bölgesi'nde yerleşik Alevi-Bektaşilerce adı sıklıkla anılan bir ocaktır. Karadeniz Bölgesi Alevi-Bektaşilerinin ocak aidiyeti açısından baskın oranda dahil oldukları ocak da Güvenç Abdal Ocağı'dır.

Karadeniz bölgesinde, Trabzon, Gümüşhane, Giresun, Tokat, Ordu, Samsun, Düzce, Zonguldak, İzmit illerine bağlı köylerde Güvenç Abdal Ocağı'na bağlı Alevi-Bektaşi nüfus yaşamaktadır. Bu köylerde yapılan saha çalışmaları sonucunda özellikle Gümüşhane ili, Kürtün ilçesi Taşlıca köyü; Trabzon ili Akçaabat ilçesi Eskiköy; Düzce ili Gölyaka ilçesi Yunusefendi köyü; İzmit ili Kandıra ilçesi Ballar köyünde yerleşik Güvenç Abdal ocaklılarının kendilerini Güvenç Abdal Ocağı'na bağlı Çepni Alevisi olarak tanımladıkları tespit edilmiştir.

Oğuzlar'da boy teşkilatı 24 boyun birliğiyle oluşmuştur. 24 boyun şematik yapılanışı şu şekildedir:

"Oğuz Destanı'na göre Oğuz Han'ın Günhan, Ayhan, Yıldızhan, Gökhan, Dağhan ve Denizhan adlı 6 çocuğu vardı. Bunlardan her birinin dörder çocuğu oldu. Oğuz boylarını oluşturan bu 24 çocuğun adları şudur: Günhan oğulları: Kayı,Bayat, Alkaevli, Karaevli; Ayhanoğulları: Yazır, Döger, Dodurga, Yaparlı; Yıldızhanoğulları: Avşar, Kızık, Begdili, Kargın; Gökhanoğulları: Bayındır, Peçenek, Çavuldur, Çepni; Dağhanoğulları: Salur, Eymür, Alayuntlu, Yüregir; Denizhanoğulları: İğdir, Büğdüz, Yıva, Kınık (Büyük Larousse, 1986: 8793).
Çepni boyu, Oğuz boy teşkilatlanışı içinde 24 boydan biridir. Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması bu 24 Oğuz (Türkmen) boyu ve bu boyların siyasi ve manevi önderleri konumundaki Türkmen dedeleri aracılığı ile olmuştur. Çepni boyu da Horasan coğrafyasından Anadolu'ya göç ederek özellikle Karadeniz Bölgesi'nin Türkleşme ve İslâmlaşmasında birincil rol oynamıştır. 13. yüzyıldan başlayarak Karadeniz Bölgesi'nin sosyal, siyasi, askeri, kültürel hayatında Çepni Türkmenlerinin etkisi tartışılmaz yoğunluktadır. Çepnilerin Anadolu'daki tarihleri ile ilgili önemli çalışmaları olan Prof. Dr. F. Sümer şunları aktarıyor:

"Çepniler, Giresun'dan Batum'a kadar uzanan Doğu Karadeniz Bölgesi'nde yurt tutarak bu bölgede Türklüğü hâkim kılmışlardır…

1486 (Hicri 891) tarihli bize kadar gelmiş en eski defterdeki Çepniler'e ait bölümün yayımlanması ile bu büyük Oğuz boyunun Doğu Karadeniz Bölgesi'nin Türklüğünde ne kadar önemli bir mevki'ye sahip olduğu, çok daha iyi anlaşılmış bulunacaktır; ancak bazı önemli açıklamalar yapmak gerekiyor:

1. Trabzon Sancağı'nda Türkler yoğun bir şekilde sancağın batı kesiminde yani Eynesil-Kürtün, Dereli, Giresun-Tirebolu arasındaki geniş yörede yaşamaktadır.

2. Bu Türkler, daha önce de söylendiği gibi, Osmanlılar gelmeden önce bu yurtlarında oturmakta idiler. Onlar 16. yüzyıldan itibaren bu yöreye gelip orayı yurt edinmişlerdi. Bu yurtları kuzeyde Karadeniz'e kadar ulaşmıştı. Çepniler, Kürtün'den hareket ederek Harşit Vadisi yolu ile Karadeniz'e erişmişler ve bu vadinin iki yanındaki güzel toprakları yurt edinmişlerdir.

3. Sınırları çizilmiş olan bu yöredeki Türklerin ezici çokluğu Çepni boyuna mensuptur. Bazı yer adları yadigârları, bu Türk yerleşmesinde Çepnilerin yanında Yüreğir (Üreğir), Alayuntlu, Döğer ve Eymür boylarına mensup obalarında rol oynamış olduklarını açıkça gösteriyor (Sümer, 1992: 45).

Prof. Dr. Osman Turan da Çepniler'in Anadolu'da özellikle Karadeniz Bölgesi'nin Türkleşmesindeki önemini şu şekilde ifade eder:

"Şarki Karadeniz Bölgesi'ne yaylalardan, geçitlerden ve Harşit Vadisi'nden inen Türkmenler mevcut olmakla beraber bu havali daha ziyade Samsun'dan itibaren sahili takip eden Oğuz Çepni boyu tarafından Türkleştirilmiş; Canik Bölgesine adını veren yerli Hristiyan Çan kavmi tedricen kaybolmuştur. Türkmenler 1302'de Giresun'a kadar ilerlemiş ve birtakım küçük beylikler kurmuşlardır (Turan, 1969: 233)."
Karadeniz Bölgesi'nin Türkleşmesinde Çepni boyu o kadar etkin görev alır ve önem taşır ki Osmanlı belgelerinde Karadeniz Bölgesi'nin bir bölümü Vilayet-i Çepni olarak tanımlanır.

"Çepni İli'ne (Vilayet-i Çepni) gelince, bu il Giresun'un merkez kazası ile Keşap ve Dereli kazalarının topraklarını içine almaktadır. Çepni İli'nde 59 köyün varlığı tespit edilmiştir (Sümer, 1992: 62)."
Tarihî veriler ve yapılan bilimsel çalışmalar, Karadeniz Bölgesi'nde, bugünkü Gümüşhane ili, Kürtün ilçesi merkez olmak üzere Harşit Vadisi'nin Çepni iskânının yoğunlaştığı bölge olduğunu göstermektedir. Prof. Dr. F. Sümer, bu tarihsel gerçeği şu şekilde ifade eder:

"Çepniler'den kalabalık bir kol da Yukarı Kelkit Vadisi'nde yaşıyordu. Görmüş olduğumuz gibi bu Çepniler, Trabzon Rum İmparatorluğu'na güneyden yapılan seferlere katıldılar. Bununla ilgili olarak 1380 yıllarında onların (Çepnilerin) kışlıklarının Yukarı Harşit Vadisi'ne kadar gitmiş olduğunu kesin olarak biliyoruz. XV. yüzyılın birinci yarısında ise onların Eynesil-Kürtün-Dereli-Giresun arasındaki geniş bölgenin tamamen kendi tasarruflarında olduğu görülmüştür (Sümer, 1992: 130)."

Bu bağlamda Çepniler'in, Anadolu'nun Türkleşmesi açısından taşıdıkları askeri ve siyasi önemin paralelinde genel hatlarıyla düşünsel ve felsefi dünyalarının karakterini belirlemeye çalışırsak, 13.yüzyıl Anadolu aydınlanmasının karizmatik lideri Hacı Bektaş Veli ile Çepni boyu arasındaki düşünsel, sosyal iletişim temel ölçüt olarak kabul edilmelidir. Hacı Bektaş Veli, 13. yüzyılda Anadolu'ya gelip Sulucakarahöyük'ü düşüncesinin merkezi yapmaya karar verince, o yörede yerleşik bir Türkmen obası ile diyalog kurar. İlginçtir ki bu oba, bir Çepni obasıdır. Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi'nde bu Çepni obası hakkında şu bilgiler verilir:

"Çepni boyunun ulularından Yunus Mukri adlı birisi vardı. Bilgin, üstün, olgun ve hafızdı. Çepni boyundan ayrılıp Karaöyük'ün yakınında Mikail adlı bir yere gelip yerleşmişti. Bu zat, bir müddet sonra ordan da ayrılmış, yukarı tarafta Kayı denen yere gelmişti. Kayı ile Karaöyük'ün arası iki mil kadardı. Karaöyük'ü, Sultan Aliyyüddin'in Yunt bendesi mamur etmişti. Çepni boyunun ulularından Gevherveş de üç komşusuyla bu Yunt-bende'yi Sulucakaraöyük'e getirmişti. Yunt-bende, orda öldü, oranın mezarlığına gömüldü. O vakit, o civarda bilgin olarak yalnız Yunus Mukri vardı. Hatta Gevherveş'in yakınlarından biri ölmüştü. Yunus Mukri de tesadüf bu ya, evinde yoktu, bir iş için bir yere gitmişti. Ölüyü üç gün gömmediler. Nihayet Yunus Mukri geldi de ölü gömüldü. Gevherveş, bunun üzerine Yunus Mukri'ye yalvardı, biz, siz olmadan bir iş yapamıyoruz,lutfet de burda bizimle otur dedi.Yunus Mukri, Gevherveş'in bu sözleri üzerine Konya'ya gitti, Sultan Aliyyüddin'e kendisini tanıttı, Sulucakaraöyük'ü yurt olarak vermesini istedi. Sultan Aliyyüddin, orasını Yunus Mukri'ye yurt olarak verdi.Yunus Mukri beratını alıp köye geldi,yerleşti, bir müddet sonra da öldü.

Yunus Mukri'nin, İbrahim, Süleyman, Saru ve İdris adında dört oğlu kaldı. İdris, babası gibi bilgin ve üstün bir kişiydi. Saru da okumuştu,fakat ikisi, okuma yazma bilmezdi. İdris'in ahiret Hatunlarından bir karısı vardı. Adına Kutlu Melek derlerdi, aynı zamanda kendisini sayıp ağırlarlar, Kadıncık diye hitap ederlerdi. Yunus Mukri'nin ölümünden sonra oğulları, evleriyle barklarıyla Kayı'dan göçüp Sulucakaraöyük'e geldiler (Gölpınarlı, 1995: 26-27)."

Çepni boyunun düşünce dünyasının çerçevesini belirlerken önem taşıyan bir diğer ölçüt, Alevi-Bektaşi kültürü içerisinde son derece önem taşıyan karizmatik bir Türkmen dedesi olan Sarı Saltık ile Çepniler arasındaki diyaloğu ve teması dile getiren değerlendirmelerdir. Sarı Saltık ve Çepni boyunun adı 1263 yılında Dobruca yöresinde yaşanan Türkmen iskanı ile beraber anılmaktadır. Prof. Dr. Z. V. Togan, bu süreç ve diyalog ile ilgili şu değerlendirmeleri yapmaktadır:

"Anadolu'dan dahi Sarı Saltık ismindeki Türk şeyhi de, 1263 yılında 12.000 hane kadar Türkmen ailesi (belki de çoğu Çepniler) ile birlikte Kırım ve Dobruca'ya yani Şehzade Nogay'ın bulunduğu yerlere gidip yerleşti ve İslamiyet'in neşri uğrunda çalıştı (Togan, 1981: 268)."

Alevi-Bektaşi sözlü kültüründe Güvenç Abdal ve Sarı Saltık'ın musahip kardeş oldukları ve iki erenin adıyla anılan Alevi inanç ocaklarının birbirleriyle musahip ocak oldukları belirtilmektedir. Yapılan saha çalışmaları bağlamında sözlü ve yazılı bilgiler değerlendirildiğinde Alevi-Bektaşi Çepni Türkmenlerinin inanç evrenlerini belirleyen iki karizmatik Türkmen dedesi karşımıza çıkmaktadır. Bu iki eren, Güvenç Abdal ve Sarı Saltık'tır. Bu bağlamda Hacı Bektaş Veli düşüncesinin Alevi-Bektaşi Çepni Türkmenlerine ulaştırılmasında Güvenç Abdal ve Sarı Saltık'ın aynı misyonu taşıdıkları, Alevi-Bektaşi Çepni Türkmenlerinin sosyal ve düşünsel tarihlerinde aynı oranda kalıcı izler bıraktıkları görülmektedir.

Çepnilerin Hacı Bektaş Veli ve Sarı Saltık ile temaslarını, diyaloglarını dile getiren bu değerlendirmeler, Çepnilerin düşünsel dünyasında Alevi-Bektaşi düşüncesinin önemli bir yer tuttuğunu göstermektedir. Yapılan bu açıklamalar ışığında Güvenç Abdal, Karadeniz Bölgesinin Türkleşme ve İslâmlaşma sürecinde Çepni boyunun manevi önderlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. 2005 yılında yapılan saha çalışmaları ışığında tarihsel yurtları Harşit Vadisi, Kürtün yöresi olup zaman içinde buradan göçle farklı coğrafyalara dağılan Düzce ili Gölyaka ilçesi Yunusefendi köyü; İzmit ili Kandıra ilçesi Ballar köyü; Trabzon ili Akçaabat ilçesi Eskiköy ve Gümüşhane ili Kürtün ilçesi Taşlıca köyü gibi yerleşim birimlerinde yerleşik topluluklarda Çepni kimliği ile Alevi-Bektaşi kimliğinin Güvenç Abdal Ocağı aidiyeti ile beraber devam ettiği tespit edilmiştir.

Böylece çoğu araştırmacının Balıkesir tarafındaki Çepniler tamamen Alevi oldukları hâlde, Trabzon taraflarında Harşit Deresi boyundaki Çepni köylüleri külliyen Aleviliği unutmuşlardır (Eröz, 1990: 22) şeklindeki değerlendirmeleri geçerliliğini yitirmektedir. Yapılan çalışmalar sonucunda Gümüşhane ili, Kürtün ilçesi, Taşlıca köyünün Güvenç Abdal Ocağı'nın tarihsel merkezi olduğu tespit edilmiştir. Kürtün yöresinin Türkleşmesi sürecinde tarihsel kişilik olarak Güvenç Abdal'ın adı yöre insanının toplumsal belleğinde günümüzde de önemini korumaktadır. Kürtün yöresinin en önemli yaylası Güvendi Yaylası olarak adlandırılmaktadır. Ayrıca Güvendi Yaylası'nda asıl kabri Hacı Bektaş Veli Zaviyesi'nde bulunan Güvenç Abdal'ın bir de makam mezarı yer almaktadır. Kürtün'de her yıl Güvenç Abdal, Güvendi Yaylası törenleri ile anılmaktadır. Kürtün yöresi Çepnileri içerisinde sadece Taşlıca köyü Çepnilerinde Alevi-Bektaşi kimlik ve Güvenç Abdal Ocağı aidiyeti ile beraber devam etmektedir. Taşlıca Köyü, Güvenç Abdal Ocağı'nın tarihsel merkezi, dede ve ocak köyü olarak yüzyıllarca bu misyonunu sürdürmüştür. Günümüzde de Taşlıca Köyü Alevileri arasında Güvenç Abdal Dede ve eşi Topal Emine Ana'nın adı sıklıkla anılmakta ve ikisi ile ilgili sözlü menkıbeler anlatıla gelmektedir. Güvenç Abdal Ocağı'na ait şecere ve daha birçok tarihi belge Taşlıca köyünde yerleşik Güvenç Abdal Ocağı'nın son dönem dedelerinden olup 1990'lı yıllarda vefat eden İlyas Güvendi(Küçük İlyas Halife)'nin ailesi tarafından korunmaktadır. Özellikle Ordu, Giresun, Samsun, Trabzon, Düzce, Zonguldak, İzmit illerinde yerleşik Güvenç Abdal Ocağı dedeleri de asıl yurtlarının ocak köylerinin Taşlıca Köyü olduğunu belirtmektedirler. Özellikle Eskiköy, Yunusefendi, Ballar Köylerinde yerleşik Güvenç Abdal Ocaklıları 19. yy. ın son çeyreği içerisinde bugünkü yerleşik oldukları yerleşim birimlerine Kürtün, Harşit Vadisi yöresinden göç ile gelerek yerleşmişlerdir.

Güvenç Abdal Ocağı'nı inanç ritüelleri açısından değerlendirecek olursak, Güvenç Abdal Ocağı, Erdebil Süreğini kabul eden, tarık (erkan) ile ayin-i cemlerini yapan musahipliği ocak talipliğinin temeli kabul eden bir ocaktır. Ordu, Samsun, Zonguldak illerinde yerleşik Güvenç Abdal Ocaklıların da ise tarık (erkan) uygulaması yerine pençe-i ali-i aba uygulaması temel alınmakta ve müsahiplik kurumu ocak talipliğinin başlangıcı sayılmaktadır. Trabzon, Gümüşhane, Düzce, İzmit illerinde yerleşik Güvenç Abdal ocaklılarında tarık (erkân) geleneği, müsahiplik ritüeliyle beraber devam etmektedir. Özellikle Yunusefendi, Eskiköy, Ballar köylerinde ayin-i cem pratikleri düzenli olarak devam etmektedir. Bu üç yerleşim biriminde âşıklık geleneği, nefes, deyiş kültürü canlılığını korumaktadır. Yunusefendi, Eskiköy ve Ballar köylerinde uzun dönemden beri cemevleri bulunmakta olup bu cemevleri köylülerin kültürel bağlarını devamında birincil önemde sosyal birimler olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Yunusefendi köyünde ayin-i cemlerde müsahiplik kurumu, tarık (erkân) geleneği ve on iki hizmet ritüelleri tüm otantikliğini koruyarak devam ettirilmektedir. Yunusefendi köyünde ayin-i cemlerde gerçekleştirilen el hizmeti, katar çekme, semah ritüelleri, Alevi-Bektaşi inanç ritüellerinin temellendirilmesi ve tanımlanması açısından son derece önem taşımaktadır. Nevruz, Muharrem Orucu uygulamaları düzenli olarak devam ettirilmektedir.

Yunusefendi, Eskiköy ve Ballar köylerinde gözlemlenen Dede-Halife-Çelebi Postnişin yapılanışı Güvenç Abdal Ocağı içerisindeki yetki piramidi açısından önemlidir. Yunusefendi, Eskiköy ve Ballar köylerinde talip grup içerisinden seçilerek görevlendirilmiş dedeler vardır. Bu dedeler köyün ayin-i cem hizmetlerini düzenli olarak yönetirler.Bu dedelerin bir üst makamında Halife olarak tanımlanan Güvenç Abdal Ocağı dedeleri yer alır. Güvenç Abdal Ocağı dedeleri her yıl bu köyleri düzenli olarak ziyaret ederler.Güvenç Abdal Ocağı dedelerinin bir üst makamında da Efendi olarak tanımlanan Hacı Bektaş Çelebi Postnişini bulunur. Yunusefendi, Eskiköy ve Ballar köyleri Güvenç Abdal ocaklarına ait bu yetki piramidi genel anlamda Alevi ocak hiyerarşisini örneklemesi açısından önemlidir.

Sonuç
Oğuzların önemli bir boyu olan Çepniler'in düşünsel hayatında Türkmen dedesi Güvenç Abdal'ın etkisi büyüktür. Alevi-Bektaşi düşüncesinin Çepni Türkmenleri içerisindeki yeri tespit edilirken daha çok Balıkesir, Manisa, İzmir illeri köylerinde yerleşik olan Köse Süleyman Ocağı'na bağlı onlarca Alevi-Bektaşi Çepni köyü örnek verilmektedir. Günümüze kadar yapılan çalışmalardaki genel tez; Karadeniz Çepni Türkmenlerinde Alevi-Bektaşi kimliğinin görülmediği şeklindedir. Fakat Düzce, İzmit, Gümüşhane, Trabzon illerine bağlı Çepni kimlikli köylerde yapılan saha çalışmalarında bu köylerde Çepni kimliğinin, Alevi-Bektaşi kültürü ve Güvenç Abdal Ocağı mensubiyetiyle beraber devam ettiği tespit edilmiştir.

Yeni bilimsel çalışmalarla Balıkesir, Manisa, İzmir köylerinde yerleşik Köse Süleyman Ocağı mensubu Alevi-Bektaşi Çepni Türkmenleri ile Karadeniz Bölgesi'nde yerleşik Güvenç Abdal Ocağı mensubu Alevi-Bektaşi Çepni Türkmenleri hakkında karşılaştırmalı olarak yapılacak sosyolojik, sosyal-antropolojik çalışmalar Türk kültür tarihi ile ilgili yeni bilgiler ve açılımlar kazanılmasını sağlayacaktır

Kolu Açık Hacım Sultan türbesi

Kolu Açık Hacım Sultan türbesi





Anadolu'da velayetnamesi bulunan iki erenden biri olduğu kabul edilen Hacım Sultan içinUşak Alevi Kültür Derneği iki yıldır anma etkinliği düzenliyor. Türbenin bulunduğu köyde gerçekleştirilen etkinliklere Uşak ve çevre illerden binlerce alevi vatandaş katılıyor. Etkinlikler için gelenler türbe ziyaretinde ise ilginç görüntüler oluşturuyor. Bazı vatandaşlar türbeyi ve türbenin tüm duvarlarını şifa bulacakları umuduyla öpüyor, bazı vatandaşlar da türbenin başucundaki kavuğu başına geçirerek baş ağrısından kurtulacaklarına inanıyor. Şifa aramak için kavuğu başına takıp duvarları öpen vatandaşlar bunun sevap olduğunu da iddia ediyor. Yetkililer ise bu tür hurafelerin doğru olmadığını belirtiyor. Etkinliklere katılan Alevi Vakıfları Federasyonu Başkanı Doğan Bermek de türbe ziyaretinde bu tür beklentilerin doğru olmadığını ifade etti.
ANADOLU ERENLERİ DÖNEMİN KANAAT ÖNDERLERİYDİ
Etkinlikler nedeniyle Kolu Açık Hacım Sultan Türbesi'ni ziyaret eden Uşak Milletvekili Dilek Akagün Yılmaz, "Hacım Sultan, Uşak için önemli türbelerden biri. Alevi vatandaşlarımız için çok önemli. Bu gibi erenlerin düşüncelerini halka anlatmak gerekiyor. Yaşadıkları dönemde yaymak istedikleri düşünceler toplum için faydalı ve birliktelik sağlamak amacını taşıyordu. Bu erenler büyük fedakarlıklar yaparak Anadolu'yu dolaşmışlar. Aslında o dönemin kanaat önderleri ve siyasetçileriydi onlar. Bugünün siyasetçileri de belki onlardan aldıkları düşünceyle Anadolu'yu geziyorlar. Topluma nasıl yön verebiliriz, insanlık adına daha iyi hizmetleri nasıl yapabiliriz düşüncesiyle geziyoruz bizlerde. Biz, toplumun saygı duyduğu kanaat önderlerinin unutulmamasını arzu ediyoruz. Bu şahsiyetlerin ve türbelerin doğmatik yanından ziyade insan temelinde, insanlığın geleceği açısından güzel şeyler için çalıştıklarını bilmek ve bu şekliyle yaklaşmak gerekir" dedi.
Alevi Vakıfları federasyonu Başkanı Doğan Bermek ise türbe ziyareti esnasında yaptığı açıklamada, "Hacım Sultan, Hacı Bektaş dergahında yetişmiş onun önemli halifelerinden birisidir. Hacı Bektaş dergahından zaman zaman önemli halifeler yetişmiştir. Bu halifeler Anadolu'ya dağılmışlardır. Hacım Sultan, hakkında velayetname bulunan iki Anadolu erenden birisidir. Bu yönüyle de önemli bir erendir. Bu nedenle her yıl anma törenleri düzenlemeye başladık. Vatandaşlarımızın bu tür erenleri unutmaması ve onların düşüncelerini gelecek kuşaklara yaymak için bu törenler yapılıyor. Ancak türbe ziyaretlerinde hurafelere dikkat etmek gerekiyor" dedi.
HACIM SULTAN KİMDİR
Büyük Türk mutasavvıfı olan Hacı Bektaş-ı Veli'nin halifelerinden olan Hacım Sultan'ın türbesi Uşak'ın Sivaslı İlçesine bağlı Hacım köyünde bulunuyor. Hacı Bektaş-ı Veli'nin müridi ve asıl adının Recep olduğu bildirilen Hacım Sultan'nın dergahtaki hizmeti ise "kilerci" idi. Bir adı da Kolu Açık Hacım Sultan'dır. Velayetnamesinde yazıldığına göre; Hünkar, batın kılıcını Hacım Sultan'a verir. "Erenler meydanında cellatlığı sana verdik. Fakat haksız iş yapma, sana ziyanımız dokunur"der. Hacım Sultan kılıcını aldıktan sonra yürür. Tam o sırada meydan sakası merkebi ile mutfağa su getirmektedir. Hacım Sultan kılıcı denemek ister ve merkebe vurunca belinden ikiye böler. Hünkar bunu duyunca, "Kolları tutulsun" der ve Hacım Sultan çolak olur.
Çok üzülür, pişman olur. Arkadaşlarına affedilmesi için Hünkar'a gitmelerini söyler. Arkadaşları O'nun için yalvarıp af dilerler. Hünkar affedip: "Kolu açık olsun deyince kolları eski haline döner. Bu olaydan sonra adı Kolu Açık Hacım Sultan olur.

NUSAYRİLER

NUSAYRİLER
Bin Yemin
Yemen'den kalkıp kaçgöç dalgaları halinde Anadolu'ya kadar geldiler. İnanışlarından dolayı karşılaştıkları baskı ve aşağılama her yerde izledi onları. Büyük kırımlara tabi tutuldular ama "Ehlibeyt yolundan dönmediler". İbadetlerini, törenlerini, geleneklerini gizlilik içinde yürüttüler. Sır tutmayı zorunlu ve kutsal saydılar. Zamanı geldiğinde topluluğun her üyesini sınavdan geçirdiler, mihenk taşına vurdular ve "cemaate ilişkin sırları saklayacağına, kurallara, ahlak ve öğretiye uyacağına" dair defalarca yemin ettirdiler. Yemine sadık kalmayanlar dışlandı, disiplin temel kural haline geldi. Cumhuriyetin "din ve inanç hürriyeti" ile rahatladılar ama eski alışkanlıklarını ve gizliliğe dayalı yaşama biçimlerini aynen sürdürdüler. Mersin, Tarsus, Adana, İskenderun, Antakya ve Samandağ'ın uzandığı Akdeniz kıyı şeridinde yüzyıllardır iyilik yolunun dervişleri geziniyor. Pek çoklarının "Fellahlar", bazılarının "Arap uşakları", tanıyıp bilen çok az kimsenin de "Nusayriler ya da Arap Alevileri" dediği cemaatin yaşadığı bu topraklarda sırlar hâlâ kadrini bilene veriliyor, emanet ehline teslim ediliyor...
YAZI: FAİK BULUT/ FOTOĞRAFLAR: ŞEBNEM ERAŞ
Çukurova, bildiğimiz Çukurova değil; o doğal, o gizemli, o vahşi doğayı barındıran, nice eşkıyaya, kurda kuşa, börtü böceğe yataklık eden Çukurova yok artık. Köyler, beldeler, ilçeler, şehirler kenetlenmiş; koskoca bir `metropol' olup çıkmış. Gökdelenler matkap misali bakir semayı deliyor; beton yığını konut kooperatifleri, bir zamanlar sazlık ve bataklık ovanın tabiatına meydan okuyor.
Aslında sadece Çukurova'ya değil, tüm bölgeye bir haller olmuş. `Yer demir gök bakır' olmaktan çıkmış; yer gök yağmur artık. Asi Nehri, asiliğini yapmış. Antakya-Samandağ arasını tufana, afete boğmuş. Semadan gazap yağınca, koca ağaçlar kökünden devrilmiş, meyve bahçelerinin dibi bir metre kalınlığında kumla kaplanmış, 2.5 metre yükselmiş sel. Denizden esen tuzlu rüzgârlar, bostan mahsulünü kurutmuş; Akdeniz ötesinden gelen kum fırtınası, güneşi balçıkla, gökyüzünü dört kat tozla sıvamış. 
Alevi Araplar da denilen Nusayrilerin yoğun yaşadığı yerlerden biri Hatay'a bağlı Samandağ ilçesinde bir cenaze töreni... Nusayrilerin inanç ve gelenekleri, tüm törenlerde yansıyor. Cenaze töreni de bunlardan biri. Cenaze uğurlanırken erkekler önde, kadınlar arkada yürür. Uzaklık ne olursa olsun mezarlığa dek yaya gitmek esastır. Yol üstünde aralıklarla bekleyen birkaç kadın, konvoydakilere kolonya serper. Definden sonra cenaze yakınları sıraya dizilir, katılanlar ise önlerinden geçerek `başsağlığı' dileğinde bulunur. Taziye genellikle eller havaya kaldırılarak bildirilir.
Her yağmur sonrası gökkuşağı oluşuyor. Birinin altından geçebilsek muradımıza erer miydik? Yüzyıllardır bu bölgeyi yurt edinmiş bir cemaatin sır kapılarını aralayabilir miydik? Tüm isteğimiz, Nusayrilik hakkında bilgi verecek, konuşacak, görmüş geçirmiş insan bulmak. İlk temas olumlu. Dr. Ömer Uluçay (Arap Aleviliği: Nusayrilik adlı kitabı var) sayesinde Adana'da yaşayan makine mühendisi ve işadamı Hasan Atıcı, serbest meslek sahibi Ali Naci Gökçe ve tüccar Tahsin Yıldırım'la görüşüyoruz. Aydınlatıcı bilgiler alıyoruz.
Örf, âdet, düğün, dini merasim gibi toplumsal etkinlikleri yakalayabilmek umuduyla Tarsus'a hareket ediyoruz. Bir pastane işleten Abidin; tanıdıkları devreye sokuyor. Görüşmeye gelenlerden biri öğretim görevlisi, diğeri mermerci, üçüncüsü makine mühendisi. Şeyh Nazım adında bir din adamını salık veriyorlar. Şeyh, Mersin'deki bir cemaat toplantısında olduğundan, iki oğlu karşılıyor bizi. Büyüğü, hiç yakınlık göstermedi; ne bir insan, ne mezar, ne türbegâh ismi verdi. `Hakkımızda yazılanlar eksik ve yanlış; size bir şey açıklamayız. Mezar orada, kendiniz gidin görün. Bizi rahat bırakın!' dedi. Küçük kardeş daha nazik: `Babam sizinle görüşmez. Ne yazılırsa yazılsın, ne söylenirse söylensin; bizim inancımıza dair her şey yüzeysel kalır!'
Ertesi gün, Nusayri genci Cenap Koca'nın yardımıyla kuyumculuk ve yeminli tercümanlık yapan, aynı zamanda Musalla Mahallesi din hocası Sait Yapıcı ile tanışıyoruz. Başlangıçta bize kuşkulu davranıyor. Sait Hoca, yaklaşık 300 yıllık bir geçmişi olan "El Ammar" ailesinden. Arap Aleviliğine ilişkin sorularımızı, `çok sert' buluyor: `Biz bir alt toplum, alt kültür değiliz. Bir kazanın kulpu yerine konmak, ayrımcılık yapmak yanlıştır. Bu toplumun bir parçasıyız' diyor tepkiyle. 

Anadolu Alevilerinde olduğu gibi Nusayrilerin inancında da Hz. Ali'nin çok özel bir yeri var. Kendilerini `Ali yandaşı' olarak tanımlarlar. Bu inanç hepsinde yok. Ali'ye ilişkin değerlendirmeler öyle önemli ki, onun semadaki konumu hakkındaki görüş ayrılıkları mezhep içinde alt kolların ortaya çıkmasına neden olmuş. Bölgedeki türbe ve ziyaretgâhların tamamında olduğu gibi, Tarsus'taki Yedi Uyurlar Ziyaretgâhı da Ali posteriyle dikkat çekiyor.
Sait Hoca, bize türbegâhı gezdiriyor. Beyaza boyalı, kubbeli bu yapının önünde adak ve dini merasim yemekleri için yapılan masalar, ateş yakılacak ocaklar, kesim yeri olan bir bahçe bulunuyor. Şeyh Hatim el Tevbani isimli bir evliya ile Hoca'nın ata dedesi Şeyh Ali Ammar'ın mezarları burada. Duvarlarda, Hoca'nın şeyh sülalesinin şeceresi fotoğraflarla belgelenmiş. Yaklaşık 300 kişinin niyaz edebileceği, halı, motifli yastık ve minderlerle kaplı mekânda ayrıca şeyh sehpası, Kuran, Hz. Ali'nin çerçeveli posteri, Esma-ül Hesna (Allah'ın isimleri), dualarla süslenmiş bir Zülfikâr posteri, bizzat Sait Bey tarafından yapılmış bir ebced takvimi, buhurdanlık, bağış kutusu dikkat çekiyor. Sait Hoca açıklıyor: `Her kabir, her mezar türbegâh değildir. Bir zatın adına türbegâh yapılabilmesi için, Allah tarafından teşrif ve tekrim (şereflendirilmesi ve saygın kılınması) edilmesi gerek. Sözgelimi toprağına ayan beyan nur yağmalı. Şeyh Hatim, yağmur duasının kabul olmasıyla ünlendi. Dip dedem Şeyh Ali ise, bir türlü yanmayan ateşe karşılık olarak, ateşsiz yemek pişirme konusundaki kerametiyle tanındı. İnancımızdaki evliyalar, muhayyerin sınıfındandır; kimisi adlarına yapılan bu türbegâhlarda yatar, kimileri burada yoktur; zira onlar gelir, giderler.' Sait Hoca, türbegâhtaki dini merasim ve adakları yöneten kişi aynı zamanda. `Fıkhi (mezhep hukuku) ve batıni (içsel, öze ilişkin) konularda kimseye cevap vermeyiz' dedikten sonra defteri kapattık ve Antakya'ya doğru yola koyulduk.
Nusayrilerin yaşadığı Mersin, Tarsus, Adana, İskenderun, Antakya ve Samandağ coğrafyası bumerangı andırır. Attığınızda, size geri dönebilen cinsten bir coğrafyadır burası. Günlük bir gazetenin promosyon olarak verdiği kitapta, Nusayrilik, `gerici tarikatlarla' eş tutulmuş, öteden beri kimi din ve mezhep bağnazlarının, Arap Aleviliğine yönelik karalamalarına yer verilmişti. Bu yüzden gittiğimizde tepkiler tazeydi, öfke dinmemişti. Yani yöreyi sadece sel basmış değildi; Arap Alevilerinin yürekleri de tufana yakalanmıştı. Kime gittiysek, hangisine dokunduysak, `bin ah' işittik. Dert ve şikâyet dinledik. Öfkelerine tanık olduk ve hikâyelerini toplamaya devam ettik. İnanç mensuplarını, ilim erbabı Nusayrileri dinledik. İşte söylenenler:
`İslam toplumu, uygarlığı ve tarihinin ayrılmaz bir parçasıyız. Müslüman olmak için gerekli beş şartı yerine getiriyoruz. Dahası Ehlibeyt ve On İki İmam yolundayız. Kuran, Sünnet ve Hüccetü'l-Akl (yani aklın gereği) üzre amel eyleriz. Kuran'da mesnedi olan, Ehlibeyt'in onaylayıp imamların ilettiği hadisleri (peygamber sözleri) doğru belleriz. Peygamber vasiyetine uyarız.'
Adanalı Ali Naci Gökçe açıklıyor: `On birinci İmam Hasan el Askeri'nin müridi Muhammed bin Nusayr'a izafeten Aleviliğin bir kolu olan Nusayri denir bize. Bunda maksat, Nusayri topluluğunun diğer bid'at çevreleriyle (din adına sonradan âdet çıkaranlarla) karışmasını önlemektir. Muhammed bin Nusayr peygamber değildi; yeni bir din ve mezhep kurmamıştı; kendince dine bir ekleme de yapmamıştı; Ehlibeyt'in kutsal akidesini (öğretisini) yayıp savunmakla yetinmişti. Bizde namaz niyaz, oruç, zekât var. Biz Alevi-Sünni diye ayrım yapmayız; sadece Ehlibeyt'i mağdur edip, bu kutsal aileye 1001 ay boyunca sövüp sayanlar için Emevi takipçileri sıfatını kullanırız.'
İşadamı, makine mühendisi Hasan Atıcı konuyu tamamlıyor: `Bizde Allah tektir, birdir; Arapça belirtirsek, `Allahü ahad'dır. Yani O, sayıya gelmez; sıfatlardan münezzehtir. Kuran, Allah kitabıdır. Ona hiçbir batıl yaklaşamaz. Namaz niyazımız, Sünnilerinkinden ayrıdır. Niyazda mekân, hareket önemli değil; Allah'a yönelme ve ibadet esastır. Kıyamet gününe, ruh göçüne (tenasüh, reenkarnasyon, yeniden bedenlenme) inanırız. Bu fikri Hint felsefesinden değil, bizzat Kuran'dan alırız. Ruh göçü şöyle yansır: Haksızlık yaparsak, bunun hesabını vermek için kıyamete kadar beklemeyeceğiz. Yeniden bedenlenme sayesinde hesabı verilecektir.'

Hızır İlyas inancı Nusayrilerde köklü ve çok yaygın. Her yerleşim merkezinde asıl ziyaretgâh, Hızır Makamı'dır. İnanç, ölümsüzlüklerine inanılan iki peygamberin buluştuğu yerlerin kutsanması esasına dayanır. Antakya, Harbiye'deki Hz. Hızır Makamı, kalabalık gruplarca sürekli ziyaret ediliyor ve burada zaman zaman bin kişilik yemekler veriliyor, kurbanlar kesiliyor. Gelip geçenler, yeni araba alan, işe başlayan, yola çıkan, evlenen, askere giden herkes makamın çevresinde üç kez tur atar, dilek tutar, destur alır.
İskenderunlu 81 yaşındaki din adamı Mahmut Reyhani, cumhuriyetle birlikte dinsel/mezhepsel baskıdan kurtulduklarını, şeyh unvanlı Alevi Nusayri din hocalarının eskiden beyaz sarık, ortasında kırmızı fes bulunan başlıkları ile cüppelerini attıklarını; yerine fötr taktıklarını, genelde takım elbise giydiklerini söylüyor. Çokça ziyaret ettiği Arap ülkelerinde, kıyafetine yönelik bu tip eleştirilere, Atatürk'ü ve laikliği savunarak karşılık veriyormuş. Antakya Harbiye'deki köklü bir aileyi temsil eden Şeyh Nasreddin Eskiocak da benzer tavır sergiliyor.

Hasan Atıcı, Suriye'yi yöneten Nusayrilerle ilişkinin çerçevesini çiziyor: `Hafız Esad, mensubu olduğu Nusayriliği Şiiliğe dayandırıyordu. Türkiye'de iyi kötü özgürlük var; demokrasi çerçevesinde inanç ve ibadetlerimizi yerine getiriyoruz. Suriye'de bu rahatlığı göremeyiz. Atatürk'ün sağladığı laiklik içinde kendi rengimizi yansıtıyoruz. Buradaki Nusayrilerden, kimsenin Suriye'yi tercih ettiğini duymadım.' Şeyh Mahmut Reyhani, Birinci Dünya Savaşı sonrasında `Fransızların sundukları özerk Nusayri bölgesi, mezhep mahkemesi ve Arapça okullar türünden ayrıcalıklara itibar etmediklerini; Türkiyeli Müslümanları koruyup kolladıklarını' aktarıyor. 

Şeyh Nasreddin Eskiocak (ortadaki) Antakya, Harbiye'de köklü bir aileyi temsil ediyor. Aile efradı Memluklar zamanının önemli şahsiyeti İmadeddin'in torunları. Alevilik, reenkarnasyon ve ahlak üzerine kitaplar yazan Şeyh Nasreddin Eskiocak'ın kardeşleri de din adamı. Atalarının yaşadığı dinsel/mezhepsel baskıları hatırlatarak, laiklik konusundaki duyarlılıklarını dile getiriyor sık sık.
Yaklaşık 1200 yıllık tarih boyunca altı büyük göç, sayısız felaket yaşayan; bu arada Halep'teki büyük yerleşimleri sırasında Hamdani devletini kuran, Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferi sırasında binlerce Nusayri'yi kırmasıyla Lazkiye Dağları'nın doruklarına çekilen Nusayriler, bir anlamda göçebelik, tehcir, tecrit ve yoksulluğa mahkum edildiler. Nusayri adını, 11. İmam Hasan el Askeri'nin müridi Muhammed bin Nusayr'dan aldıkları yolundaki rivayet akla yatkın. Başka bir rivayete göre ise, ikinci halife döneminde bölgeye gönderilen 450 kişilik takviye kuvvet burada düşmanı yendikten sonra bölgede ikamet etmiş. Hz. Ali yandaşı olan bu kuvvete `nasara/nüsra' (yandaş, zafer kazanan) adı verildiğinden, yörenin sarp dağlarına yerleşen herkes aynı isimle anılmış.
Kaçgöç dalgaları Nusayrileri açlığa ve yoksulluğa mecbur etmenin yanı sıra, sürek/surak/suvarik (sürgün sözcüğünden bozma) sıfatıyla horlanmalarına neden oldu. Yoksul halk, açlıktan ölmemek için sarp dağların verimsiz topraklarını işleyerek, ağaçları kesip tarla haline getirerek ayakta durmaya çalıştı; Arapça `fellahü'l-ard' (toprağı işleyenler) ibaresinden, kendilerine `fellah' adı verildi bu yüzden. Uzun süre Hıristiyan ve Müslüman ağaların yanında marabalık yaptılar. Zamanla toprak sahibi olup rençberlik, bağcılık, bostancılığı bir meslek haline getirince, bu kez, Arapça `fellah' (rençber, köylü, çiftçi) deyimi iyice yerleşti. `Arap uşağı' yakıştırması, Atatürk zamanındaki kimi siyasetçiler tarafından, üstün bir unvanmış gibi sunulmuş olmasına rağmen, aslında Osmanlının son demlerinde, bu toplumu aşağılamanın ifadesi olarak kullanılmıştı. Osmanlı tahrir defterlerinde ise `Garipler Cemaati' olarak kayda geçmişlerdi.
Samandağlı Abdullah Vural, tam 115 yaşında. `Eskiden el örmesi dizkapağına inen gömlek giyerdik' diyor. İç çamaşırı bulamadıklarını; dağda ağaç, çalı çırpı toplama sırasında bu gömlek yırtılmasın diye, çırılçıplak iş gördüklerini ve bedenlerindeki yara berelerle dolaştıklarını anlatarak o zamanki yoksulluğun boyutunu gösteriyor.
Osmanlı zamanında Nusayrilerin mal mülk sahibi olması, Kuran satın alıp okuması bağnazlar tarafından adeta yasaklanmıştı. Çarşıya bile inemezlermiş. Aleviler Kuran elde edebilmek için Hıristiyan din adamlarını devreye sokarlarmış. Nusayri din adamlarının sarıkları önce arkadan ateşle tutuşturulur; sonra ateşi söndürme bahanesiyle ayaklar altına alınıp çiğnenirmiş. Nusayri selamını almamak için yüzlerini çevirenler; omuz atıp geçenler varmış. 

Adana'nın Mıdık Mahallesi Arap Alevilerin yoğun olarak yaşadığı yerlerden biri. Her yerleşim bölgesinde olduğu gibi burada da türbe ve ziyaretgâhlar var. Buradaki Yedi Uyurlar Ziyaretgâhı özellikle bayramlarda ve tatillerde hiç boş kalmıyor.
Arap Alevilerinde din işlerini yürüten şeyhlerin otoritesi tartışılmaz. Dini vecibeleri yerine getirip merasimleri yönetiyor, cemaat toplantılarında Kuran okuyup öğüt ve nasihat veriyorlar. Deva, şifa ve çözüm arayan ziyaretçileri için dua ediyorlar. Kapıları herkese açık. Samandağ'daki Şeyh Ali Yazıcı ile Harbiye'deki Nasreddin Eskiocak'ın ziyaretçileri hiç eksik olmuyor. Halkın durumunu göz önüne alan Şeyh Ali, bazı eski âdetler ile zekât (hımıs: beşte bir) adı altında din adamlarına sunulan bağışları kaldırmış.

Yardımcı şeyhlere ise Nakib deniyor. Bunlar, şeyhlerin talebesi konumunda olup, iyice eğitim gördükten sonra şeyhliklerine karar veriliyor. İmamlar (hocalar), Sultan Abdülhamid'in Alevileri Sünnileştirme, köylerine cami yaptırma siyaseti çerçevesinde ihdas edilen bir sınıf. Bunlara fahri imam denilebilir. Samandağ'daki cenazede karşılaştığımız Tahsin Yılmaz, bunlardan biriydi. Bir ocak niteliğindeki şeyh ailesinde, makam babadan oğula geçiyor. Yalnızca Hz. Ali'nin soyundan geldiklerine inanılan ve şeyh ailesi olarak bilinen ailelerin çocukları şeyh olabiliyor. Ancak genel kurala rağmen şeyh oğlu isterse, din işleriyle uğraşmayabiliyor. Burada yetkinlik, dini eğitim, disiplin, ahlâk ve dürüstlük yani liyakat esas. Bu da pek çok aşamadan geçmeyi gerektiriyor. Şöyle ki; ergenlik çağına giren erkekler, dini eğitim için aday gösterilir. Adayın dürüstlüğüne, temiz insan oluşuna kefil gerekir. Kefillik, öncelikle aile çevresinde aranır. Yedi gün, bir ay gibi bir süreden sonra eğitimin abecesini öğrenen talebe (aday) yeniden cemaat huzuruna getirilir, konu komşudan kefil olmaları istenir. Birkaç ay sonra tekrar toplum huzuruna çıkarılıp sınanır, mihenk taşına vurulur ve ona kefil olmaları talep edilir. Her sınanma aşamasında kurban kesilip, toplu yemek verilir. (Bu gelenek eskiden sadece Nusayrilerin yaşadığı mahallelerde gerçekleştirilirdi. Gizliliğe dayalı bir inancın bu işleminin, şimdi farklı mezheplere mensup insanların yaşadığı ortamlarda uygulaması söz konusu değil.) Ailesi fakirse, çocuğu eğiten şeyh masrafları karşılar. Şeyhlik eğitiminin ne kadar süreceğine şeyh karar verir. İlk aşamanın adı `meşveret cemiyeti', ikincisinin `melik cemiyeti'dir. Yeni hayata davet merasimi merhalesi, masraflı bir törendir.

Samandağ, Hz. Hızır Makamı içindeki yüksek beyaz kayanın çevresi mermerle kaplı. Ziyarete gelenler, makamın eşik kapısının iki yanını öperek içeri giriyor, beyaz kayanın kaidesine yüz sürüyorlar. Birkaç kez tavaf edip, dualar okuyarak dilek tutuyorlar.
Arap Aleviliğinde cemaate kabul edilmek de, karmaşık bir yol izler. Davranış ve ritüeller simgeseldir. Nakib ve Necib unvanlı iki kişinin, sağı ve solunda 12'şerden toplam 24 kişi yer alır. İmam huzuruna çıkan, nefis terbiyesi için o anda belli pratikleri yerine getiren aday, tam ortada yer alır. Hırka giydirilmek ve sembolik içecek veya içki (kutsal içki genellikle taze sıkılmış üzüm suyudur) sunulmak suretiyle, kendisine, `şahitlerin önünde cemaate ilişkin sırları saklayacağına, kurallara, ahlâk ve öğretiye uyacağına' dair defalarca yemin ettirilir. Dışarıdan birinin Nusayriliği kabul edilmez.
Nusayrilerde hac (zorunlu değil, ekonomik gücü olanlar gider), zekât, şehadet hak bilinir. Bunlar şekilde değil, özde insanı olgunlaştırmalı. Yalan, haram, haksızlık, zulüm, kötülük olmamalı. Nusayrilerin rağbet ettiği Batıni namaz şekle, yere, zamana bağlı değil. Her mekân ve zamanda, uygun hal üzereyken Allah'a yönelmek, O'nu yüceltmek temel kural sayılır. Nusayriler, `Ehlibeyt 1001 ay boyu camilerde lanetlendiği için, oralara gitmiyoruz. Cami ve mezheplere siyaset karıştı' diyorlar.
Bayramlar, törenler de oldukça bol Nusayrilerde. İrili ufaklı 85 kadar bayram, özel dini münasebet, anma günü, hayrat, şölen yapılıyor. Kurban Bayramı, Nuh Gemisi, Salip (Haç), Saint Barbara, Hac, Unsura, Hz. İsa'nın miladı, Nevruz gibi bir kısım bayramlar; diğer inançlara karşı hoşgörüyü somutlaştırma ve aynı geleneklere sahip başka inançtan olanlarla yaşamı paylaşma babından kutlanıyor. Mesela Salip Bayramı, tarım/hasat şöleni gibidir. On iki bayram esastır; bunun sekizi kameri takvime göre, yani değişmeyen (ebced hesabınca sabit kalan) günlerde, dördü ise miladi takvime göredir.
En önemlisi Gadir Bayramı'dır; zilhicce (hacca gitmenin içinde yapıldığı Arabi 12. ay) ayının 18. gününe denk düşer. Peygamber Muhammed'in Gadir Humm Vadisi'nde, Veda Haccı sırasında Hz. Ali'yi halife ve vasi tayin ettiği, Ehlibeyt'i yücelttiği gün kabul edilir. Kutlamadan sekiz gün sonra, ikisi arasında `Aşiyet-i Cuma' (Cuma akşamı) denilen bir münasebet daha kutlanır ki, 36 yılda bir Gadir Bayramı'yla aynı güne rastlar. Bayram'da çarşı pazarda, evde hayat durur; kadın-erkek hiçbir iş yapmazlar. Dikiş dikilmez, ev süpürülmez. Küsler barışır, akşamleyin Hızır İlyas Makamı'na akın edilir.
Hızır İlyas inancı ise burada, Anadolu'nun hiçbir yerinde görülemeyecek ölçüde köklü ve yaygın. Her Nusayri yerleşim merkezindeki asıl ziyaretgâh, mutlaka Hızır Makamı'dır. Ölümsüzlüklerine ve aramızda yaşadıklarına inanılan iki nebinin (Hızır ve İlyas) buluşması hikâye edilip ikisinin sentezi, `Hıdırellez' merasimlerine dönüştürülmüş. 6 Mayıs-18 Aralık arasındaki 186 günlük döneme aynı isim takılmış. Küçüklüğünden beri Samandağ Hızır makamının hizmetini gören 1927 doğumlu Şeyh Sait Dönmez açıklıyor: `Burası makam değil, teşrife'dir. Hızır ölmemiş ki, kabrinde yatmış olsun. O, her gün bir yerde gezer; daha çok deniz kenarlarında bulunur. Kuran'daki Mecmau'l-Bahreyn ibaresinin sözlük anlamı iki denizin buluştuğu yer demektir. Gerçekte, derya gibi iki nebinin, Hz. Musa ile Hz. Hızır'ın buluşması kastedilir.'
Antakya, Harbiye'deki Hızır Makamı da aynı inancın devamı. Ermiş/evliya türbeleri ise ikinci derecede önemli ziyaret yerleri sayılır. Samandağ Aknehir Tepesi'ndeki Şeyh Muhammed el Arabi Türbegâhı bunlardan biri. Bu zatın, manastırda yaşayan 40 kadar keşişi, keskin zekâsıyla Müslüman yaptığı söylenir. Harbiye'de türbesi bulunan Şeyh Yusuf el Hekim, bomboş kilere rağmen keramet gösterip 40 misafir kervancıyı doyurmuş; develerin taşıyabileceği kadar ihsan ve ikramda bulunmuş. Şeyh ailesinden İskenderunlu Davud Tümkaya, `ålimleri bilmiyoruz; türbe ve kubbeler çok gerekli değil. Aslolan ermiş ve âlimlerimizin eserlerini bilip, tanımaktır' diyor.
Gelenekler hızla çözülse de, bugün daha çok düğünlerde yansımaya devam ediyor. Eski renkliliği bulmak kolay değil ama Nusayri toplumunun düğünleri gene de başlı başına bir hazine. Eskiden kız verilmesi uygun görülse dahi, dünürün üç veya yedi kez, kız babasının kapısını çalması gerekirdi. Kız istemek için vekil tayin edilir; söz kesilir, mekli (kızın kardeşine verilen harçlık), mehir (başlık yerine geçer, genellikle altın) verilirdi. Artık mekli yok ama mehir varlığını sürdürüyor. Bu para, tümüyle gelinin çeyizine sarf edilir. Önce küçük, sonra büyük nişan yapılır. Bir tepsi içinde kapı kapı dolaştırılıp sunulan havlu veya yemeni düğün davetiyesi yerine geçerdi. Şimdi şeker ve kolonya eşliğinde davetiye dağıtılıyor.
Perşembe akşamı `kız kınası'; cuma gecesi `oğlan kınası' (artık aynı gün yapılıyor) ve cumartesi ise `damat tıraş günü' olmak üzere üç gün sürer düğünler. Damat kına yakılması için hemen elini açmaz; `düğün olmuyor' sözü üzerine, kendisine bir şey armağan (ev, tarla, bahçe, vs.) edildiğine dair açıklama yapılır. Böylece damat elini kınalar. Masraflı ve yemekli yapılan (yerel dilde kırgım) düğünde; meydancı, yemek sonuna doğru herkesi `şebeş'e (takı işlemi) davet eder.

Damat tıraşında mahalle berberi, işi uzattıkça uzatır; bir esans döker, mevval, cezayiri türünden gazel çeker; bir kıl keser, şiir okur; yeniden esans alır damadın başına döker; bir jilet vuruşundan sonra fıkra anlatır. Her fasılda berbere bahşiş verilir. Düğün yemeğinin ardından `hamama götürme müzayedesi' başlar. Ortalık, bir hayır yarışına dönüşür; biri, 50 kişilik bir davetli grubunu `hamamda kebap yemeye' çağırır; diğeri, davetlilere tatlı yedirmeyi üstlenir. Pazar günü tören hazırlığı başlar. Konvoy halinde, gelin evinden alınır; buhur, dua ve zılgıtlar eşliğinde büyük bir tur atılarak damat evine getirilir. Gelin damat evi bitişik komşu bile olsalar, düğün alayı özellikle büyük bir tur atar ki, güya gelin yolu kolay belleyip baba evine gidivermesin. Hem gelin, hem damat övülür; kem gözlere nazar edilir. Antakya, Samandağ yöresinde cezayiri (uzun hava) okunur; debke (halay) arci (yöresel halay) çekilir; Adana civarındaki oyunun ismi ise `raksa'.
Bu kadar değil; düğünle ilgili gelenekler gerdekten sonrasına da uzanıyor. Ancak pek çoğu günümüzde daha çok köylerde yaşıyor. Bazı âdetler de yok olmuş. Örneğin, şimdilerde kına var, masraflı açık artırmalı yemek faslı yok. Mahallelerde konvoylu çeyiz dolaştırma geleneği ise köylerde hâlâ görülebilir.
Nusayriler örf, âdet, kimlik ve kökenlerini araştırma döneminin henüz başında. 1938'de Hatay'ın Türkiye'ye katılması sürecinde Güneş Dil Tezi savunucuları, `yöre halkının Eti Türklerinden olduğunu' döne döne tekrarlayıp durmuştu. Nusayrilerin inançlarını da dikkate alan kimi siyasetçiler, `Hz. Ali'nin orduları Arap değil, Türklerdendi. Horasan erenleri de Ali askerleri arasında bu bölgeye gelip yerleştiler' yolunda yazılar yazmışlardı. Günümüz Nusayrilerinin bir kısmı, bu propagandaya inanmış görünüyor. Ama çoğunluk, kökenlerinin Yemen'den kalkıp Irak, Suriye, Halep üzerinden Lazkiye yöresine göçen, yaklaşık 700 ila 300 yıllık süreçte Suveydiye (Samandağ), Antakya, İskenderun, Adana, Tarsus, Mersin'e yerleşen büyük aile efradına dayandığına inanıyor. Şunu diyorlar: `Ezilmişliğin verdiği hırsla, herkes eğitime sarıldı. Diyeti ise Arapçadan, asıl kültürümüzden vazgeçmek oldu. Türkçe, giderek Arapçanın yerini alıyor; iki kuşak sonra evimizde Arapça konuşulmaz olacak. Ama Araplık, siyasi ve milli bir dava değil bizim için. Etnik köken ve Arap kültürü ile eşanlamlı, o kadar. Bu kimliğimizle varız, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir rengiyiz. Bu yeterlidir. Yoksa, bizi Eti Türk'ü sayıp asimile etmenin âlemi yok. Dışlanmadan, horlanmadan, iftiraya uğramadan bu toplumun bir parçası olmak esastır.'
Antakya'daki Çağdaş Sanat Atölyesi (ÇESA) hem Arap folklorunu derliyor, hem de `Grup Nidal' adıyla bir orkestra kurarak, halk türkülerini yaşatıyor. Mütevazı tiyatro topluluğunun Arapça dillendirdiği amatör oyunlar, halk arasında rağbet görüyor. Samandağ Belediye Başkanı Ganım Canpolat eğilimi özetliyor: `Kültürümüz ileriye dönüktür; her türlü değişime açığız.'
Nusayrilerin sayısı konusunda kesin bir veri bulunmuyor. Bir milyona yakın oldukları sanılıyor. Adana'da Akkapı, Yamaçlı, Güneşli, Seyhan, Haydaroğlu, Cumhuriyet, Havuzlubahçe, Havutlu, Mirzaçelebi, Sucuzade, Mıdık mahalleleri ile Yüreğir ve Karataş; Mersin'de, Cumhuriyet, Turgutreis, Alsancak, Hamidiye mahalleleri; Tarsus'ta Eski Ömerli, Eski Hatay, Musalla ve Yeşil mahalleleri; İskenderun Arsuz, Karaağaç ve Nardüzü beldeleri; Antakya'nın başta Harbiye olmak üzere büyük bir bölümü, Samandağ, Aknehir yöresinin tamamında Aleviler oturuyor. Nüfus oranı Samandağ'da yüzde 90, Antakya'da yüzde 60-70; İskenderun'da yüzde 40; Adana'da yüzde 25, Tarsus'ta yüzde 80, Mersin'de yüzde 20-25, Lazkiye ve Halep'de (Suriye) yüzde 15.
Tarih boyunca horlanan ancak, cumhuriyetin `vatandaşlık, laiklik, din ve vicdan hürriyeti' ile inanç ve ibadetlerini daha rahat yürüten Nusayriler, geleceklerini yeniden kurdular. Emek harcayarak mal mülk sahibi oldular; eğitime ağırlık verip kendilerince sınıf atladılar. Tarsuslu Nusayriler genelde kabzımallık, kebapçılık, mobilyacılık ve kuyumculuk yaparken; Adanalı kardeşleri bürokrasi ve iş hayatının belli kademelerinde ilerledi. Antakya Harbiye'de hizmet sektöründe çalışanlar ve atölye sahipleri bulunuyor. Samandağlılar ise modern tarımın yanı sıra, çoğunlukla yurtdışında nasiplerini aramakla meşguller.