İstanbuldaki Bektaşi Tekkeleri | |||||||
1925’te 677 sayılı yasa ile tekke ve zaviyeler kapatıldığı döneme kadarki, İstanbul Bektaşi tekkelerinin sayısı konusunda farklı rakamlar verilmektedir. 9, 10, 12. 13 veya 14 gibi.. II. Mahmud döneminde bir çok Bektaşi öldürülmüş, bir çok Bektaşi tekkesi yıkılmış, bazıları Nakşi tekkesine çevrilmiştir. II.Mahmud döneminde Bektaşilere yapılan kıyım ve Bektaşilikle ilgili zaten çok az olan vesikaların yakılması ve ortadan kaldırılması çok önemli bir tarih kıyımını da beraberinde getirmiştir. II. Mahmud (1808 – 1839) döneminde Bektaşi tarikatlarına ve tekkelerine gelen yasaklar (1241 – 1826), bu yasağın fiilen olmasında resmen ve sureten Osmanlı döneminin Ayrıca Bektaşi tekkelerinin çokluğunun şehrin, yerleşim alanlarının dışında uzak yerlerde, Yeniçeri kışlalarına yakın mekanlarda veya kışla içlerinde yapılmış olmaları, bunun yanı sıra II. Mahmud döneminde, Yeniçeri kışlaları ve bunların dışındaki 9 tekkenin (bilinen) yıktırılması da, sayının tespitini güçleştiren bir nedendir. 1826 sonrasındaki propagandaların tesiriyle tarikatlar ve tekkeleri konusunda çalışma yapanların, Bektaşiliğe soğuk bakmaları da bunda önemli bir etkendir. Ancak çok çeşitli kaynaklar bir araya getirildiğinde ve bu tekkelerdeki mezar taşları incelendiğinde ortaya 20 civarında bir rakam çıkmaktadır. Anadolu Yakası 1. Merdiven köy – Şahkulu Sultan Dergahı: Bu dergah, İstanbul’un fethine veya öncesinde kuşatmalarına geldiği söylenen Horasan Erlerinden Şah Sultan’a (sonra da Şahkulu Sultan adı verilmiş) ait olduğu rivayet edilen türbenin yanında yapılmış, bu dergah II. Mahmud döneminde 60 yıldan yeni olup, muhdes kabul edilerek yıktırılması kararlaştırılan Bektaşi tekkeleri meydanında yıktırılmıştır. Bu dergah 1839’dan sonra, Seyyid Nizam Türbesi karşısında gömülü olan Halil Revanaki Baba’nın gayretiyle uyandırılır. Daha sonra M. Ali Hilmi Dede baba (ölümü: 1325 / 1907) burada şeyh olur. Ondan sonra ise yerine, Ahmed Burhanullah Baba geçmiştir. Hal-i hazırda ihya edilmiştir. Ancak onarım sırasında tekkeye ilişkin bazı özellikler yok edilmiştir. 2. Daver Baba Tekkesi: Kartal, Başıbüyük semtindedir. Orhan Gazi zamanında ahilerin kurduğu bu tekke, sonradan Bektaşi tekkesine dönmüş, 1826’dan sonra ise Nakşibendi tekkesi olmuştur. 3. Akbaba Dergahı: Beykoz – Akbaba Köyü’ndedir. Akbaba lakaplı Şeyh Mehmed Efendi, İstanbul’un fethine katılanlardandır. Akbaba hakkında Hadikatu’l Cevamî’de şöyle denir: “Akbaba Camii Yuşa Dağı yakınında camiyi bina eden Sultan I. Ahmed’in saltanatı sırasında Harem-i Hümayunda Kethüda kadın olan Canfeda Hatun’dur. Karagümrük’te de bir camii ve saraçhane yakınında sebili olduğu yukarıda zikir ve beyan olunmuştur. Bu köyde (Akbaba) birtek hamamı dahi vardır. Kabri belli değildir. Ve bu köyün bu adla anılmasına sebep, Akbaba Mehmed Efendi’dir ki kabri adı geçen caminin yakınında büyükçe bir kabir olup mezar taşında tarih yoktur. Rivayete göre bu zat Fatih Sultan Mehmed’le gelen gazilerdendir.” Hadika, 2/150 Akbaba Bektaşi dergahı, camii ile birlikte Canfeda Hatun’un vakfı kapsamına alınır. Bu Bektaşi dergahı 1826’da II. Mahmud’un fermanı mucibinde Bektaşilere kapatılarak Nakşibendilere verilir. O tarihten 1925’te tekkeler kapatılıncaya kadar, Nakşi dergahı olarak devam eder. Akbaba türbesinin az ilerisindeki dergah binası bugün eve dönüşmüştür. 4. Yarımca Dede (veya Baba) Bektaşi Dergahı: Diğer adıyla Öküz Limanı (veya Paşa Limanı) dergahı. Dergah, Kuzguncuk yolu üzerinde (Paşa Limanı Cad.) Hüseyin Avni Paşa çeşmesinin (1291 – 1874) üst tarafında yer alırdı. Üsküdar İskelesinden sonra başlayan çıkıntının bulunduğu bu yere Öküz Limanı denmesinin nedeni, Yunan efsanesine (Mithology) göre – İyo – denilen inek denizi tam buradan geçmiş. Yunan mitolojisindeki inek, sonra bazı kaynaklarda öküze dönüşmüş ve buraya Öküz Limanı denilmiştir. Paşa Limanı denilmesinin nedeni ise, burada ünlü bir Osmanlı Paşasının yalısı yer aldığı içindir. (Piyale Paşa Sahil Sarayı). (İ. Hakkı Konyalı, Üsküdar Tarihi, 1977. 2/526) Yarımca Baba Dergahından ilkin Evliya Çelebi Seyahatnamesinde söz edilmektedir: “Tekye – i Hacı Bektaş – ı Veli, Kaya Sultan yalısı dibinde Öküz Limanında bir küçük Asitane – i dervişandır.” (Seyahatname, Cilt 1, Shf. 475) Aynı dergahtan Hadikatu’l Cevamî’de – Paşa Limanı Camii bahçesinde – şöyle söz edilir. “Cami – i mezburun kurbunda sonradan bazı ashab – ı hayr bir çeşme ile bir namazgah inşa eylemişlerdir ve kurbunda bir Bektaşi tekyesi dahi ihdas olunmuştu. Ba’dehu (sonradan) 1241 senesi sonlarında zevaya – yı Bektaşiye’nin (Bektaşi Zaviyelerinin) tarihinde bu zaviye dahi hedmolunmuştur (yıkılmıştır).” (Hadika, Cilt 2, Shf. 182) Hadikatu’l Cevamî’de kitabı neşre hazırlayan Ali Satı’ Bey’in kaydı, Evliya Çelebi’nin verdiği bilgilerle çelişmektedir. Evliya Çelebi kendi zamanında (IV. Murat zamanı) zaviyenin varlığından söz ederken Hadika’da tekkenin muhdes (sonradan yapılma) olduğundan ve 1826’daki ferman gereğince yıktırıldığından söz eder. Evliya Çelebi’nin kaydı ve dergahta yer alan mezar taşlarından bunların muhdes olmadığı görülmektedir. Halbuki 1826’da alınan kararlar gereğince, son 60 yılda yapılan Bektaşi tekke ve zaviyeleri muhdes kabul edilerek yıkılacaktı. Buradan da, verilen kararların da aşılarak kadim (eski) kabul edilen bazı Bektaşi dergahlarının da yıktırıldığı anlaşılmaktadır. Ancak dergahın ilk yapılışının tarihi bilinememekteyse de, Yarımca baba tarafından inşa edildiği sanılmaktadır. Dergahta bulunan kısa bir mezar taşında şunlar yazmaktadır. “Merkad – ı Sultan Yarımca Dede’dir. Bu Ca – yı Bektaşi de kutb idi, ol şah-ı Cazbedir.” Ayrıca dergâhta yıktırılış (1826’daki) öncesine ait bir mezar taşı da şu şekildedir: (Bektaşi teslim taşı) Hacı Ömer Baba ki bu gülşende nice Sal (yıl) Olmuştu feyz-i pirle hemhalet hubben Haya edip Yarımca Baba yı nam-ı Ömer Rah-ı ricada bir nefes etmedi heba Geçti Şeb bir anda Sıdk-u safayla Al-i Muhammed aşkına daim giyip aba Labüdd gelir bu mısra tarih-i fevtine Kıldı Diyar-ı Cana seyahat Ömer Baba 1207 / 1792 1826’da Bektaşiliğin yasaklanması, tekke e zaviyelerin ellerinden alınıp önemli bir bölümünün yıktırılması, bir kısım Bektaşi baba ve dervişlerinin idamı ve diğer bir bölümünün sürgüne, zorunlu ikamete tabi tutulması sırasında Öküz Limanındaki Yarımca Dede dergahı da yıktırılır ve dergah postnişini Ahmed Baba ile birlikte Hadim’e (Konya’nın İlçesi) sürgün edilip, zorunlu ikamete tabi tutulur. (Bkz. Es’ad Efendi, Üss-ü zafer, 1243. 211-212; Hasluck, F. W. 1973.2/517; A. Rıfkı, Bektaşi Sırrı, 1328. 2/65;Birge, John Kingsley, 1937.77) Dergahta ayrıca 1215’te vefat eden (1801) Nuri Baba’nın ve Şeyhülislam Arif Efendi’nin torunu Aşir Efendinin de, 1826 öncesine giden kabirleri vardır. 1826’da yıktırılan dergah, II. Sultan Mahmud’un 1839’da vefatından sonra, Kadiri tarikatına salik şeyh Şerif Ahmed tarafından yeniden ihya edilir. Dergahın ikinci banisi olan Şerif Ahmed’in 1263 / 1846 tarihli mezar taşında şunlar yazılıymış: « Bende-i Hazret-i Abdülkadir Geylani Bani-i Sani-i dergah-ı Yarımca Dede Hazretleri Eş-Şeyh Es-Seyyid El-Hacc Ahmed Efendi Ruhiçün El-Fatiha 1263 »/1846 Dergahın kapısı üzerinde olan kitabe işe şu şekildedir: Kitabenin Üzerinde Bektaşi tacı vardır. Yaptı bu dergah-ı Alinin yeniden babını Kaşif-i kenz-i hakikat Şerif Ahmed Dergahte ayrıca bu tarihten sonraya da ait Bektaşi mezarları mevcutmuş. Bunlardan biri 1275 / 1859 tarihli olup, bende-i Al-i aba basmacı ustalarından Es-Seyyid Hasan Efendiye aittir. Bunun mezar taşında Bektaşi tacı ve gülleri varmış. (Bkz. İ. Hakkı Konyalı, Üsküdar Tarihi, 1/434-5) Bu durumda tekkenin sonradan Kadiri olmasına karşın Bektaşi usulünü de devam ettirdiği anlaşılmaktadır. Ancak tekkenin son şeyhi olup 1930’da vefat eden ve Şerif Ahmed’in torunu Şeyh Mehmed Kazım Efendi ise, sadece Kadirilik usulünü devam ettirmiş. Ahmed Münib Efendi’nin 307/1890 tarihli mecmua-i Tekaya’sında dergâh, Paşa Limanı Tekyesi adı altında da zikredilmekte ve Kadiri tekkesi olduğu kaydedilmektedir. (Shf.7) İki katlı, 5 odalı ve ahşap olup 1980’li yıllara kadar ayakta duran tekke binası bu yıllarda yıkılarak yerine apartman yapılmış. 5. Üsküdar – Tahir Baba Bektaşi Dergâhı: « Bu tekke,Kısıklı’da Sultan Üçüncü Selim’in annesi Mihrişah Sultanın Sarayının yanındaki tophaneli oğlu çeşmesinin karşısında idi». (İ. Hakkı Konyalı, Üsküdar Tarihi, Cilt 2/114 – 548) Bu Bektaşi tekkesinden Hadikatu’l Cevamî’de şöyle söz edilmektedir. Üçüncü Selimin annesi Mihrişah Sultan’ın sarayı anlatılırken; « Sonraları, Hüdaverdigâh Hazretlerinin valideleri Valide Sultan için mücedden (yeniden) bina ve mamur buyurmalarıyla bir halvetsaray-ı âli olmuştur. Sonra Valide Sultanın vefatıyla, Padişahın hemşiresi Esma Sultan’a verilmiştir. Bu mahale yakın Tophanelioğlu Çeşmesi denmekle meşhur bir ma-i leziz (tatlı su) dahi vardır ki Eyyam-ı Sayfte (yazın) müstakil kahvecisi olup, kahve işlerler. Derbend gibi bir mahaldir. Ve bunun karşısında bağlar arasında Tahir Baba namında tarik-i Bektaşiyeden bir kimse, Sultan Selim devrinde Müceddeden bir Bektaşi tekkesi ihdas etmiş, sonradan 1241 / 1826 senesi sonlarında diğer Bektaşi zaviyelerinin yıkılmasında bu da yıktırılmıştır » (Hadika, C.2, Shf.261) Bu yıkım sırasında, dergah şeyhi bulunan Mehmed Baba Tire’ye sürgün edilip, orada idam edilir. (Bkz. Birge, John Kingsley, 1937.77., A. Rıfkı, Bektaşi Sırrı, 1328.2 / 65) Dergah daha sonra yeniden ihya edilir. Ancak kim tarafından ihya edildiği bilinmemektedir. 1307 / 1890 daki Ahmed Münib Efendi’nin Mecmua-î Tekaya’sında, Tahir Baba Nakşi dergahı olarak yer almakta, Büyük Çamlı’da olduğu kaydedilen dergahın o zamanki şeyhi, Nuri Baba gösterilmektedir. Ancak Nuri Baba’nın Çamlıca İstavroz deresi üstündeki (Nur Baba Sokağı) Nur Baba Dergahının postnişini olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla burada bir karışıklık görülmektedir. Zaten başka kaynaklarda da Tahir Baba dergahı yine Büyük Çamlıca Tepesindeki İvaz Fakih *********** Arapça yazı *********** dergahıyla karıştırılmaktadır. ( Bkz. Mustafa Özdamar, Dersaadet Dergahları, Shf.226, Cem Dergisi, Ekrem Işın ile Bektaşi Tekkeleri, Sayı. 62 – Ocak 1997) 6. İvaz Fakih Dergahı: Dergah, Büyük Çamlıca Tepesinde yer alan İvaz Fakih Türbesinin yanında yapılmıştır. Bu türbenin bilinen son türbedarı, aynı zamanda dergah postnişini olan Seyyid Hasan Tahsin Baba’dır. Türbe bugün, Büyükçamlıca’nın safa tepesinde yer almaktadır ve B. şehir belediyesinin çamlıca tesislerinin bahçesinde kalmıştır. İvaz Fakih’in Horasan’dan gelen cihad erlerinden olduğu rivayet edilmektedir. (Süheyl Ünver, İstanbul Risaleleri. C.5) Bu dergah, Tahir Baba Dergahı ve Nur(i) Baba Dergahı biri birine karıştırılmıştır. Tekke daha sonra yıkılmış olup herhangi bir eser kalmamıştır. 7. Nur(i) Baba Dergahı: Üsküdar, Bu tekke, Kısıklı’da Kısıklı caddesi Nur Baba sokağında bulunmaktaydı. Tekkesi ve Mescidi bugün yıkılmıştır. Nur Baba’nın, Dergah postnişini olan meşhur Nuri Baba olduğu kaydedilmektedir. Nuri Baba ölünce yerine Tevfik Baba, sonrada Nuri Baba’nın oğlu Ali Nutki Baba geçmiştir. Nuri Baba ve oğlu Ali Nutki Baba’nın mezarları Karacaahmet’tedir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu yazdıgı Nur Baba adlı romanında bu tekkenin postnişini Nuri Baba hakkında iddialarda bulunmuş ve malesef Bektaşilikten bir haber , Bektaşiligi kötülemiştir. Bazı kaynaklarda da Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Bektaşilik aleyhindeki Nur Baba romanını dergahtan mülhem olarak yazdığı kaydedilmektedir. Ayrıca Bektaş – Maçka sırtlarında, Nur Mehmed Emin Baba adlı birisine ait 867 hicrî (1463) tarihli şahidesiyle açık bir türbe vardır. Nur Mehmed Emin Baba’nın gerçek şahsiyeti hakkında elde bir bilgi mevcut değildir.
|
26 Şubat 2016 Cuma
İstanbuldaki Bektaşi Tekkeleri
Labels:
İstanbuldaki Bektaşi Tekkeleri
hoş geldiniz .sefalar getirdiniz..
dost ol dost bil. dost kal
Şekerpare Kadın türbesi..eyüp sultan
Şekerpare Kadın türbesi..eyüp sultan
Burada tanıtacağımız türbe Eyüp Sultan, Sultan Reşad Caddesi, Beybaba Sokak ile Camii Kebir Caddesinin kesiştiği nokta da, Ferhat Paşa türbesinin karşı köşesinde yer alan Şekerpare Kadın Türbesidir. Bugün türbenin içinde iki erkeğe ait sanduka vardır. Bu sandukalar, Sultan İbrahim devri Bâbüssaâde ağalarından Abdurrahman Ağa ile yine Sultan İbrahim devri hazine-i hassa ağalarından Hasan Ağa'ya aittir. Fakat türbenin adı Şekerpare Kadın türbesi olarak bilinir. Ayrıca kitabesinde de aynı ada rastlanır. O halde bu garip olayın aslı nedir? Osmanlı Devleti 16. yüzyılda muhteşem yükselişin arkasından 17. yüzyılda bir duraklama çağına girmişti. Sultan I. Ahmed'in kısa süren saltanatının arkasından düzenin bozulmaya başladığı görülür. İşte bu dönemlerde (1640-8) tahtta Sultan İbrahim bulunmaktadır.
Şekerpare Kadın ise yabancı uyruklu genç bir cariye olarak girdiği sarayda yetişmiş, harem entrikalarını görmüş, anlamış ve bunların içinde nasıl zengin olunabileceğini kavramış, güzel ve zeki bir kadındır. Padişahı elde edebilecek etkinlikte işvebaz, kurnaz ve hırslı bir genç kadın olduğu söylenmektedir. Onun padişahın musahibelerinden olduğu da bilinmektedir. Musahib veya musahibe hükümdarların sarayda sohbet ettikleri kişilerdir. Şekerpare Kadın, işte bu güç ve karizması ile hem Sultan İbrahim'in gözdelerinden biri olmuş hem büyük bir servete erişmiş hem de bir konağa yerleştiği gibi ayrıca kendisi için Eyüp Sultan'da bir türbe yaptırmıştı. Ancak Sultan İbrahim'in saltanatının son yıllarında karışık bir takım entrikaların içine bulaşması ve Kösem Sultan ile aralarının açılması Şekerpare Kadın'ın sürgün edilmesine, nikâhlısı Musa Paşa'nın ise idamına sebep olmuştur.
Sultan İbrahim'in annesi Osmanlı tarihinin ünlü ve etkili kadınlarından olan Kösem Sultan, keskin zekâsıyla oğullarını etkisi altına aldığı ve bütün saraya nüfuzunu kabul ettirdiği bilinmektedir. Şekerpare Kadın ile Kösem Sultan'ın aralarının açılmasının sebebi bilinmez. Belki şekerpare'nin bir takım yolsuzluklara adının bulaşması, Kösem Sultan'ın ise kendinden başka bir kadının hâkimiyetine göz yummak İstemeyişi aralarındaki soğukluğun başlıca sebebi olsa gerektir.
Bu rekabetin sonucunda "Kudretli Valide" genç hasekiyi harem ağalarına dövdürmüş ve ondan sonra da oğlu Sultan İbrahim'den ferman çıkararak bütün mallarına el konularak sürgüne gönderilmesini karar altına almıştır. Bu karar o derece şiddetlidir ki genç kadının konağına kadar gidip gerekli bazı şeyleri almasına dahi izin verilmemiş ve olduğu gibi saraydan yola çıkarılmıştır.
Şekerpare Kadın'ın sürgüne yollanması ile birlikte onun sayesinde yükselen ancak 5-6 gün sadrazamlığı olan nikahlısı Kaptan-ı Derya Kara Musa Paşa da gazaba uğramış ve İstanbul'da Yedikule'ye hapsedilerek, Şekerpare'nin sürgüne gönderildiği zamanlarda orada idam edilmiştir. 17. yüzyılda başta Sultan II. Osman olmak üzere bazı vezirlerin Yedikule'de idam edildikleri bilinir.
Bütün serveti elinden alınan ve ancak haline acıyanların yardımlarıyla yaşamını sürdüren genç kadının çilesi esas buradan sonra başlıyordu. Şekerpare'nin sürgün yeri İbrim kalesi olmuştur. Bu Mısır'ın en güneyinde Osmanlı ülkesinin Habeşistan (Etiyopya) sınırındaki son kalesidir.
Şekerpare'nin burada ne kadar yaşadığı da bilinemez. Ancak o çağın içinde yaşamış olan Evliya Çelebi Şekerpare'nin bir süre sonra İbrim'den çıkarak Mısır'a yerleştiğini ve orada öldüğünü bildirir. Ölüm tarihinin kaç olduğu ve bir mezarının bulunup bulunmadığı hakkında da bir bilgi yoktur.
Şekerpare kadının mal varlığına el konulduğu sırada kendi adına yaptırdığı buradaki türbe'sine de el konularak satılmıştır. Abdurrahman Ağa ile yakın dostu Hasan Ağa bu türbeyi ortaklaşa satın almışlardır. Türbenin kitabesinden anlaşıldığına göre aralarında çok sıkı dostluk bağı vardır. Hasan Ağa Abdurrahman Ağa ile birlikte 1652 yılında öldürülmüştür. Ayrıca Sadr-ı Esbak Mustafa Nail Paşa'nın eşi olan Fatma Sultan da (1867) burada gömülüdür.
Alman şair ve edebiyatçısı Heinrich Heine bir yazısında "Her mezar taşının altında bir dünya tarihi yatar" demiştir. Gerçekten mezarlıklardaki binlerce mezar taşı bir vakitler yaşamış ve tarihe mal olmuş kişilerin hatırasını yaşatır.
Her ölü tarihte nam bırakmış bir kişi değildir. Fakat o kişi hayatta olduğu yıllarda bir tarih yaşamıştır. Basit bir mezar taşından daha önemli bir mezar anıtı olan türbe ise tabiatıyla içinde yatan kişi veya kişilerin tarih içindeki varlıklarını hayat hikayelerini daha ayrıntılı bir şekilde yansıtmaktadır.
Alman şairi Heine'nin sözü, Eyüp Sultan semtindeki Şekerpare kadın türbesinde bütün canlılığı ile kendisini göstermektedir. Bu türbe Osmanlı tarihinin entrikalarla, karmaşık olaylarla dolu bir döneminde yaşayan Şekerpare Kadın'ın ibret vesikası sayılabilecek trajik hayat hikâyesinin abidesi olarak İstanbul tarihindeki yerini almaktadır.
1957 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğünce yapılan imar hareketinden önce Türbe, senelerce marangoz atölyesi olarak kullanılmıştır. İmar sırasında türbenin yola bakan kısmındaki sebil kaldırılmıştır.
Türbe üzerindeki kitabe şöyledir:
Çün Şekerpare Kadın türbesini mirinden
Nakd-i semen ile bey'itmek olundu ferman
İştirâ eylediler anı, bahasını virüp
İştirak üzre iki zâbit-i sahib-erkân
Birisi bab-ı saâdet ağası kim dinülür
Namına izzet ü ikram ile Abdurrahman
Birisi de ser-hazin Hasan Ağa odur
Kadr ile hâfız-ı emval-i Şehinşah-ı cihan
Oldular ol iki ağay-ı mükerrem zira
Birbirine meveddet ile misâl-i ihvan
Dâr-ı dünya vü ukbada Hüda Cevri
Birbirinden ayırmaya bihakk-ı Furkan
Aldılar türbeyi binellisekizde ikisi
Hak mahallinde ide her birine kasr-u cihan.
Kaynaklar:
S. Eyice: Eyüp Sultan Sempozyumları, C. 9, s. 111-121, 2005.
R. Akakuş: Eyüp Sultan ve Kutsal Emanetler, s. 161-163, 1973.
Nidayi Sevim
HaberKültür.Net
hoş geldiniz .sefalar getirdiniz..
dost ol dost bil. dost kal
ALEVİLİĞİN EN ESKİ BELGESİ: GUDEA SİLİNDİRİ
ALEVİLİĞİN EN ESKİ BELGESİ: GUDEA SİLİNDİRİ
Alevi mürşitleri Aleviliğin başlangıcını anlatırlarken: 'Ayin-i Cem ilk ne zaman ve nerede yürütülmüşse Alevilik de o zamanda ve o mekanda başlamıştır' derler.Bu mürşit sözünden hareketle kimileri ısrarla ilk Ayin-i Cem'in günümüzden bin dört yüz yıl evvel Arap Yarımadasında Hz. Ali'nin toprak damlı evinde yürütüldüğünü ve dolaysıyla Aleviliğin Hz.Ali ile başladığını öne sürüyorlar.
Elimizde Hz. Ali'nin evinde cem kurulduğuna, bağlama çalınıp, nefesler söylenip semah dönüldüğüne dair hiçbir kayıt yok. Bırakın Hz. Ali'nin bağlama çalıp, semah dönmesini, cem yürütmesini, elimizde Hz. Ali'nin Alevi erkanından, Alevi inancından haberdar olduğunu kanıtlayacak en küçük bir bilgi yada belge kırıntısı dahi yoktur.
Hurafeleri bir kenara bırakıp gerçeklerin ardına düştüğümüzde; Alevi inanışının temel taşı ve Aleviliğin yegane ibadet biçimi olan Ayin-i Cem törenine ait ilk yazılı belgeyi Paris Louvre müzesinde buluruz.Bu belge s 'Gudea Silindiri' olarak bilinen bir Sümer silindir tabletidir..
Sümer uygarlığının son reformisti, Lagaş şehir devletinin ünlü prensi Gudea tarafından MÖ.2125 yıllarında yazdırılan 50 cm boyunda 33cm çapındaki bu silindir tablet Alevi Ayin-i Cem töreninin uzak geçmişine ışık tutacak en eski yazılı belgedir.
Ayin-i Cem, Cem Evi’nin ayin için hazırlanması ile başlar, ayinde sunulacak yiyecekler, (lokma), içkiler (dem) ve Ayin-i Cem’i başlatacak çerağ(çıra-mum) hazırlanır. Sonra ayini yöneten pir (yada dede) törende hizmet görecek on iki hizmetliyi seçer.Ayin-i Cem çerağ uyarılması yada delil uyarılması adı verilen ritüelle başlar.
Gudea silindirinde önce dört-beş bin yıl önce Sümer'de yapılan törenin hazırlık safhası anlatılıyor
“…Gudea bir dizi ilahın yardımıyla tapınağı (cem evi) temizledi...törende (Ayin-i Cem) kullanılacak bütün yiyecekler (lokma) adak içkilerini (dem) ve tütsüleri (çerağ) hazırladı... Bunun ardından tapınağın (cem evi) gereksinimlerini karşılayacak bir gurup hizmetliyi (on iki hizmetli) atama işine geçti.” (parantez içlerini ben yazdım)
Sümer tabletinde bu girişten sonra törende görevlendirilen on iki hizmetlinin adları sayılıyor.
1. Kapıcı (gate keeper)
2. Kahya / Değnekçi (butler)
3. Nezaretçi /Gözcü (bailiff)
4. Silahtar (armaurer)
5. Müzisyen /zakir (musician)
6. Kuşbaz (game keeper)
7. Keçi Çobanı/Kurbancı (goatherd)
8. Dalyan Denetçisi (fisheries inspector)
9. Ulak /Peyik (messenger)
10. Tahıl Denetçisi (grain inspector)
11. Mabeyinci (chamberlain)
12. Arabacı (coachman)
2. Kahya / Değnekçi (butler)
3. Nezaretçi /Gözcü (bailiff)
4. Silahtar (armaurer)
5. Müzisyen /zakir (musician)
6. Kuşbaz (game keeper)
7. Keçi Çobanı/Kurbancı (goatherd)
8. Dalyan Denetçisi (fisheries inspector)
9. Ulak /Peyik (messenger)
10. Tahıl Denetçisi (grain inspector)
11. Mabeyinci (chamberlain)
12. Arabacı (coachman)
Alevi Ayin-i Cem’inde yer alan On iki Hizmetli'nin adları şunlar
1. Pir Mürşit
2. Rehber
3. Gözcü (Yoklamacı)
4. Çerağcı (Delilci)
5. Zakir
6. Süpürgeci
7. Kurbancı (kimi bölgelerde Sofracı)
8. Saka
9. Peyik
10. Pervane (Semahcı)
11. Sucu-Kuyuccu
12. Kapıcı
2. Rehber
3. Gözcü (Yoklamacı)
4. Çerağcı (Delilci)
5. Zakir
6. Süpürgeci
7. Kurbancı (kimi bölgelerde Sofracı)
8. Saka
9. Peyik
10. Pervane (Semahcı)
11. Sucu-Kuyuccu
12. Kapıcı
Eski Çağda Sümer'de yapılan ayin ile bugün Anadolu'da halen yürütülen Alevi Ayin-i Cemleri arasındaki tek fark on iki hizmetlinin kimilerinde görülen farklı isimlendirmeler.Bu farklılıklar da;Anadolu’nun çeşitli bölgelerindeki Ayin-i Cem’lerinde on iki hizmetlinin isimlendirilmelerinde yer yer görülen farklılıklardan çok da fazla değil.
Lokma , dem, çerağ ve on iki hizmetli dışında Alevi Ayin-i Cem töreni ile Sümer töreni arasında bir benzerlik daha var; Sümer dini törenleri müzisyenlerin çaldığı “balag” adını verdikleri bir müzik aleti ile müzik eşliğinde yapılırdı. Bugün Anadolu’da Aleviler’in Ayin-i Cem’leri de müzik eşliğinde yapılıyor. Bu törende kullanılan müzik aletinin adı herkesin bildiği gibi “bağlama” dır.
Lokma , dem, çerağ ve on iki hizmetli dışında Alevi Ayin-i Cem töreni ile Sümer töreni arasında bir benzerlik daha var; Sümer dini törenleri müzisyenlerin çaldığı “balag” adını verdikleri bir müzik aleti ile müzik eşliğinde yapılırdı. Bugün Anadolu’da Aleviler’in Ayin-i Cem’leri de müzik eşliğinde yapılıyor. Bu törende kullanılan müzik aletinin adı herkesin bildiği gibi “bağlama” dır.
ERDOĞAN ÇINAR - ALEVİLİĞİN GİZLİ TARİHİ
hoş geldiniz .sefalar getirdiniz..
dost ol dost bil. dost kal
25 Şubat 2016 Perşembe
Cihan Dede Türbesi
Cihan Dede Türbesi
AFYONKARAHİSAR -Şuhut
Afyonkarahisar İli Şuhut İlçesi Balçıkhisar Beldesi Tekke Mahallesinde türbesi vardır.
Cihan Dede Türbesi |
Cihan Dede’nin kim olduğu konusunda herhangi bir bilgi yoktur. Anadolu ereni olarak anılmaktadır. Yeşil Eşikli Cihan Dede olarak anılmaktadır ve yöre halkı tarafındanCan Dede olarak da bilinmektedir.
Cihan Dede Türbesi |
Türbe ahşap malzemeden yapılmış olup herhangi bir mimari özelliği yoktur. Türbe yanında aşevi ve cemevi yapımı sürmektedir.
Yörede bulunan Alevi vatandaşlarımızın ziyaret ettiği Cihan Dede’ye değişik dilekler için ziyaret edilmekte ve kurban adağında bulunulmaktadır.
Kaynakça: www.metinozdemir87.blogspot.com
hoş geldiniz .sefalar getirdiniz..
dost ol dost bil. dost kal
MİRÂC (MİRÂC-NÂME)
MİRÂC (MİRÂC-NÂME)
Mirâc: Ruh fezasında yükselmek ve “makam-ı mahmud”a ermektir. Hz. Muhammed’in “Habibullah” (Allah sevgisi) makamına yükselmesidir. Bu makam anneyle bebek arasında ki ilişki gibidir. Hiçbir beklenti olmadan salt şevkat, merhamet ve sevgi bütünleşmesine ermesidir. Hz. Muhammed, Cebrail vasıtasıyla Sidret-ül Münteha (Akıl boyutunun bittiği, aşk ile ulaşılan Allah’a en yakın makam) ya gelince, Cebrail: “Ben buradan ileriye geçemem, geçersem yanarım”. deyince; Peygamberimiz “Öyleyse sen yerinde kal. Ben ezelden bu aşk yoluna canımı kurban koymuşum. Yanarsam tek başına yanayım. Canını cananından sakınan, canını nasıl görebilir? Cananı uğrunda bu can feda olsun” der ve Allah’a yalnız gider. Dönünce de yatağının soğumamış olması bize neyi ifade eder? Tasavvufta Cebrail akıldır, yani Cebrail’in aklın ona vahyettiklerinin nereden geldiğini anlamak ve öğrenmek istiyordu. İşte İmam Cafer buyruğuna göre bu merak, Cebrail’i kırklar meclisine götürdü. Kırklar meclisi ile ilgili Yunus’a kulak verelim: Muhammed ile bile Mİ’RAC’a ağan benim Ashab-ı suffe’y ile yalıncak olan benim. Sabr ile kanaatı viribidim bunlara Kırk kişi bir gömlekten başın çıkaran benim. O kırkından birine neşteri çaldımıdı Kırkından kan akıtıp ibret gösteren benim. Adem peygamber ile Havva yaratılmadan Uçmak’tan sürülüben o müflis olan benim. Adımı YUNUS taktım sırrım âleme çaktım Bundan ileri dahi dilde söylenen benim. Yunus KIRKLAR: Rical-ül Gayp (Gayp Erenleri) alemidir. O takva sahipleri ki; gaybe (görünmeze) inanırlar. Namazı dosdoğru kılarlar. Verdiğimiz azıklardan yedirirler.[1] İşte bu erenler aleme düzen verirler. İnsanlara yardım ederler. MİRÂC: Semaya yükselme, madde aleminden mana alemine geçiştir. İSRA: Yürü anlamındadır (Gece yürüyüşü). Hz. Muhammed Mirâc dönüşü kırklara uğrar. Diğer bir kaynağa göre de Kırklar Meclisi, batın alemi karşılığı kullanılan, Velayet Makamı (Ermişlik Mertebesi)’dır.[2] Onun yalnız tevilini gözetirler. Onun tevili geldiği gün, daha önce onu unutanlar şöyle derler: İnan olsun, Rabbimizin Resulleri gerçeği getirmişlerdir. Acaba bizim için şefaatçılar var mı ki? Bize şefaat etsinler. Yahut daha önce yaptıklarımızdan başkasını yapalım diye geri gönderebilir miyiz? Öz benliklerini hüsrana ittiler. İftiralarına alet ettikleri, onlardan uzaklaşıp kayboldu.[3] Vahyin nereden geldiği Hz. Muhammed’de aşk olmuştu. (Kur’ân’ı nereden getiriyorsun?) Cebrail (A.S) perdeyi müsa’ade-i Resülullah’tan sonra kaldırıp bakınca o vakit Resulullah’ın vücudu nuraniyesinden alıp, vücudu unsuriyyesine getirdiklerini Resul-u Ekrem’e arz eder. Bunun açık anlamı şudur; “KENDİSİNDEN- KENDİSİNE” Çünkü tasavvufta Cebrail’in akıl olduğunu yazmıştık.[4] “Bütün varlıkların tesbihi o kudrettedir ki, kulunu gecenin birinde mescid-i haramdan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksaya yürütmüştür. Bu ayetlerden bir kısmını O kulumuza göstermek için.” [5]Kuran’ı Kerim’de geçen evvel, ahır, zahir, batın, hepsi o gönülde sultan imiş (Kaabe kavseyn-i ev edna) En yüksek ufuktadır o.[6] Sonra iyice yaklaştı ve sarktı.[7]Araları iki yay boyu kadar veya daha az kaldı.[8] işte Mirâc makamı burasıdır. Cem’lerde okunan Mirâclama bu yolculuğu sembolize eder. Cem’lerde mirâc, Kesret (Çokluk)’ten, Vahdet (Teklik)’e geçiştir. Mirâçtan Hz. Muhammed’in iki rekat namaz getirdiğine işaret edilir. Alevi ibadetinde, Mirâçlama okunurken, Muhammed ayağa kalktı deyince cemaat ayağa kalkar ve kıyama (Ayakta dik durmak) durur, eğiliben secde kıldı denilince rükuya (Elleri dizlere koyarak eğilme) durur ve oturunca secde yapar. Namazın şekliyle ilgili Kur’ân da üç emir vardır: Kıyam-Rükû-Secde Kıyam; uluhiyet (Allah), rukü; ahadiyet (Teklik), Secde; Adem makamıdır. Bizlerde bu şekilleri Mirâc okunurken şeklen uyguluyoruz. Adem olanlar da ibadetiyle Mirâca yükselebilmelidirler, akıl ve ruh boyutuyla yükselmelidirler. Muhammed’in Mirâc’ı Ali ile birlikte olmuştur. Mirâc’ın vuku bulduğu yere “Kaabe Kavseyn ev Edna.” (İki yayın çakıştırılarak tek oku atacak kadar yakınlık) makamı derler. Bu mirâc Hakikatı, her ikisinin de tefekkür halinde ruhen birbiriyle birleşmeleri keyfiyetinden ibarettir. Bildiriye göre Mi’rac ta Hz. Muhammed’e “Cebrail” önderlik etti, fakat, “Sidret-ül Münteha”dan ileri geçemeyerek, Muhammed’i orada kendi başına bıraktı. Bu rivayetin anlatmak istediği şudur; Cebrail demek akıl demektir, akıl ise, madde de,vücutta bulunduğundan yine maddeye göre tefekkür edebilir, yani, madde de, varlığın sınırını aşamaz. Başka bir deyişle, akıl da, bir bakıma maddidir, dolayısıyla sınırlıdır. İşte Hz. Muhammed de seyranını maddi aklının son sınırına kadar yaptı fakat, daha ileri gidemedi. Ancak daha ileri gitmek ve Hakikatı tamamıyla kavramak istemekle, bu sefer, aklını bırakıp onun yerine “O”na sarıldı ve ruh yoluyla, kalp yoluyla seyrana başladı. İşte Hz. Muhammed ruhu ile seyranda iken, karşısına bir aslan çıktı ve nereye gittiğini sordu, Muhammed de Hakk’a gittiğini ve birlikte gitmelerini teklif etti ve Muhammed bu Aslana iyice bakınca onun Hz. İmam Ali olduğunu anladı.. Bu suretle de Hakk’a beraberce gittiler. Mirâcın dış (zahiri) anlamda rivayeti budur. Fakat iç (batın) anlamda ortaya konmak istenen gerçek şudur: Hakikata tamamıyla ulaşma yolunda, Hz. Muhammed ile Hz. İmam Ali maddeten karşılaşıp ruhen birleşmişler ve Hakk’a birlikte ruh olarak ulaşmışlardır. Başka bir deyişle, Hakk kendini bilmek ve sevmek için Hz. Muhammed ve Hz. İmam Ali suretinde ve şahıslarında tecelli etmiştir ki onların ruhları birleşince tekrar aranan zat bulunmuş ve onunla tekrar birleşilmiş, bir olunmuş olur. Diğer bir değimle de Muhammed ve Ali birleşmesinden Hakk tecelli ederek; “Hakk-Muhammed-Ali” vasıl olmuştur. Mirâc keyfiyeti, kendi derecelerinde, ariflere, kamil insanlara da müyesserdir. Kendi derecelerinde sözümüzden maksat ise Hakikat yolundaki ilimleridir. Esasen, bütün maddi ve manevi ilimlerimizden asıl maksat da böyle ilahi bir seyran yapabilme kudretini kazanabilmemizdir. Buda insanın varlığını ve yokluğunu aynı zamanda bilebilmekle ve bütün zerrelerin kendi olduğunu görüp her şeyi, bütün varlığı o gözle görmekle mümkündür. Yani, kendi kendimizi her bir zerrenin kendi bilgisi ve görüşüyle görmekle mümkündür ki: “Ölmeden önce ölmek”de budur.[9] Bunları açıkladıktan sonra, Cebrail’in Hakiki manası nedir? diye sorarsak şunları söyleyebiliriz: Cebrail’in Hakiki manası Hz. Muhammed‘de vaki olan ilahi tecelli ve Hakk’ın tam zuhurudur ve Muhammed’in aklıdır. · Hz.Muhammed’in, kalbinin misali sureti, İsrafil’dir. · Hz. Muhammed’in,vehm’inin misali sureti, Azrail’dir. · Hz. Muhammed’in, Aklı’nın misali sureti, Cebrail’dir. · Hz.Muhammed’in, Himmet’inin misali sureti, Mikail’dir. Dil her şeyi tattığı için, Azrail’dir. Göz her şeyi gördüğü için, Mikail’dir. Kulak her şeyi duyduğu için, İsrafil’dir. Akıl her şeyi bildiği için, Cebrail’dir. (Vehm: Şüphe, tereddüt, korkudur. Himmet: Gayret etmek, çalışma, çabalama anlamındadır.) Hz.Muhammed’in gerçek anlamda Mirâcı budur. Mirâc madde aleminden mana alemine geçiştir. Diğer bir deyimle de “fakr” aleminden “fahr” alemine, geçiş yani, “Fahri Kainat” (Kâinatın efendisi) makamına erişmektir. Miracımıza devam edelim: Evvel emanet budur ki: Piri, rehberi tutasın Kadim erkâna yatasın Tariki müstakime. Dosdoğru yola gidebilmek için her insana bir yol gösterici yani bir rehber gerekir, çünkü, yola rehbersiz gidilmez. Rehber bilendir. Bilen kişiyle dost ol, çünkü, seni aydınlatır, bilgisiz kişilerle dost ol, çünkü sen onu aydınlatırsın. Bilmediğini bilmeyenlerden hemen uzaklaş, çünkü onlar aptaldır, seni de aptallaştırır.[10] Evet bilenlerle yol yürünür. Bilmeyen seni yolda bırakır. Onun için kişiye yolu bilen, menzile götüren bir rehber gereklidir. Muhammed belin bağladı Anda ahiri Cebrail İki gönül bir oluben Hep yürüdüler dergâha. Dergâha gidebilmenin yolu, gönüllerimizin birliğinden geçmektedir. Çünkü, kesretten (çokluktan) vahdete (tekliğe) geçiş ancak gönül birliğiyle olmaktadır. Doksan bin kelâm danıştı İki cihan dostuna Tevhidi armağan aldı Yeryüzündeki insana Kelam: sözdür, bilgidir, irfaniyettir. İrfan: İlâhi bir feyiz olarak kâinatın sırlarını bilme kudretidir, bilmek, tanımaktır, Allah’ın birliğini,tekliğini bilmektir. O şerbetten biri içti Cümlesi mest-ü hayran Mümin Müslim üryan büryan Hepsi de girdi semaha. Mest olma, serden geçmektir, kelamın bittiği andır. Artık O’ndan başka gönülde kimse kalmamıştır, aşk sarhoşu olunmuştur. Üryan, büryandır o. Tevhid olunmuştur. Bir vücutta ikilik olur mu hiç! Irmaklar deryada birleşmiştir. Gönül gerçek sahibinindir artık. Fani olan, baki olanına kavuşmuştur. İbadet yapmanın amacı da bu değil midir? Bunları belirttikten sonra gelelim yaşamımızda ki miraca. ALİ RIZA UĞURLU DEDE AŞK-I MAHABBET 4.BASKI [1] Bakara Sûresi,ayet 3 [2] Menakib-ül Esrar / Behçet-ül Ahar [3] A’râf Sûresi,ayet 53 [4] Zeynel Abidin Cümbüş; Aşkın anahtarı, Vahiy konusuna bak. [5] İsrâ Sûresi,ayet 1, [6] Necm (yıldız) Sûresi,ayet 7, [7] Necm (yıldız) Sûresi,ayet 8, [8] Necm (yıldız) Sûresi,ayet 9, [9] Prof. Dr. Cavit Sunar, Melamilik ve Bektaşilik, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fak. Yay. [10] Konfüçyüs
Labels:
MİRÂC (MİRÂC-NÂME)
hoş geldiniz .sefalar getirdiniz..
dost ol dost bil. dost kal
Lokman-ı Perende’nin, Hacı Bektaş-ı Veli’ye “Hacı” demesi
Lokman-ı Perende’nin, Hacı Bektaş-ı Veli’ye “Hacı” demesi
Sultan İbrahim-al-Sani, Hacı Bektaş’ı tahsil ettirmek istedi, bilgin bir adam aradı. Bu şehirde dediler, bilgin, üstün, keramet sahibi bir adam vardır; türkistan’ın doksandokuzbin pirinin piri Hace Ahmed Yesevi’nin halifelerindendir; adına Şeyh Lokman-ı Perende derler; Bektaş’a, ancak o, hocalık edebilir, onu hoca tayin ederseniz en doğru iştir bu. Sultan İbrahim, Bektaş-ı Horasani’ye Şeyh Lokman-ı Perende’yi hoca tayin etti. Şeyh Lokman, Hacı Bektaş’a, bilginin evveline ait söz söylerken Hacı Bektaş, sonundan haber vermedeydi.
Bir gün, Lokman-ı Perende, mektebe gelince gördü ki iki er gelmiş, biri, Bektaş’ın sağında oturmada, öbürü solunda; ona Kur’an öğretiyorlar, mektep, yüzlerinin nuruyla nurlanmış. Lokman, içeriye girer girmez bunlar, kayboluverdiler. Lokman, bu hale şaşırıp kaldı; kendi kendine acaba bunlar kimdir diyordu. Hacı Bektaş, mübarek ağzını açıp hoca dedi, biliyor musun, o iki nurlu zat kimler? Lokman, ama dedi, bildir, kimlerdir? Bektaş, sağımda oturan iki cihan güneşi Ceddim Muhammed Mustafa idi, solumda oturan, Tanrı aslanı, inananların Emiri Murtaza Ali. Biri, gelip zahir bilgisinden, öbürü batın bilgisinden bahsederler. Kur’an’ı belletirler bana.Lokman-ı Perende, Bektaş’ın bu sözlerini duyunca pek sevindi, gidip babası Sultan İbrahim’e anlattı. Sultan İbrahim, işitince neşelendi, Tanrıya şükürler etti.
§ Lokman-ı Perende, Türkistan’ın, doksandokuz bin pirlerinin piri Sultan Hace Ahmed Yesevi’nin halifesiydi, perendelik hizmetini, ona,Muhammed-i Hanefi oğlu Ahmed Yesevi vermişti.
Lokman-ı Perende, bir zaman, cezbeye tutulmuştu, dağlarda gezerdi. İmam Cafer-al-Sadık, hırkasını, Bayezid-i Bıstami’ye vermiş, Lokman’a göndermişti. Bayezid, araya araya onu, bir dağ başında buldu, hırkayı verdi, imam’ın selamını söyledi ve hırkayı, Lokman’a giydirdi. Lokman, Cezbelendi, kalkıp namaza başladı, bir rik’at namazı, tamam ondört yılda kıldı; Bayezid de öndört yıl, ayakta durdu. Lokman’ın ikinci rik’ate kalktığını görünce dayanamadı, yürüyüp gitti, imam Cafer’e vardı, Lokman’ın halini anlattı. İmam, Lokman, ikinci rik’atı kılıp bitirinceye dek dursaydın dedi, sende nasibini tam alırdın.
§ Lokman-ı Perende, birgün Bektaş’a bilgi öğretirken Bektaş’a dedi, dışarıya çık, bir ibrik su getir, abdest alayım. Bektaş, hocam dedi, bir nazar etseniz de mektebin içinde bir su çıkıp aksa, bizde dışardan su getirmeye muhtaç olmasak. Lokman, bizim buna gücümüz yetmez dedi. Bektaş, el kaldırıp dua etti, Lokman-ı Perende amin dedi. Bektaş, elini yüzüne sürüp secdeye kapandı. Hemen mektebin ortasından güzelim bir pınar çıktı, kapıya doğru akmaya başladı. Lokman-ı Perende, Hacı Bektaş’ın bu kerametini görünce sevinçle ya Hünkar dedi. Bu suretle Bektaş-i Veli’nin adı Bektaş Hünkar kaldı. Bektaş, secdeden kalkınca, gördü ki mektebin ortasından güzelim bir pınar çoşup akmada pınarın başında da susamlar bitmiş, latif çiçekler açmış. Bunu görünce tekrar secdeye vardı. Hünkar’ın kerametini Sultan İbrahim-al-Sani’ye haber verdiler. O da neşelendi. Tanrıya binlerce şükürler etti.
§ Lokman-ı Perende, hacca gitmişti. Tevaf etti, hac törenlerini yerine getirdi, Arafat’a çıkıp vakfeye durdu, yanındaki arkadaşlarına, bugün arife günü, şimdi bizim evimizde bişi pişirirler dedi. Lokman’ın sözü, Hünkar’a malüm oldu. Evde de gerçekten bişi pişirmedeydiler. Lokman’ın karısına, bir tepsiye bir kaç bişi koyun da verin bana dedi. Bir tepsiye bir kaş bişi koydular, Hünkar’a verdiler. Hünkar, tepsiyi aldı, göz yumup açıncayadek Şeyh Lokman’ı Perende’ye götürüp sundu. Şeyh Lokman, bunu görünce hikmetini anladı. Arkadaşlarıyla bişiyi yedi, tepsiyi gizledi. Hac törenini bitirip Hicaz’dan döndü. Horasan’a yakın gelince bütün Nişabur halkı, Lokma-ı Perende’ye karşı çıktılar, haccın kutlu olsun dediler, mübarek elini öptüler. Lokman, Hacı dedi, Bektaş’dır, gidip Bektaş’ın elini öptü, kerametlerini bir bir haber verdi. Halk da bunu duyunca Bektaş’a baş eğdi,böylece adı, Hünkar Hacı Bektaş-al-Horasani oldu.
Hünkar H. B. Veli’nin Horasan Pirlerine nişan getirmesi
Lokman-ı Perende, hacdan dönünce Horasan erenleri, bir araya gelip Lokman’a hac kutlamıya geldiler. Mektebin ortasından akan pınarı görünce biz dediler, daima buraya gelir giderdik, bu pınar yoktu.Lokman Perende, Hacı Bektaş Hünkar’ın kerametidir bu dedi. Hacı Bektaş Hünkar kimdir dediler. Lokman-ı Perende, Hacı Bektaş Hünkar, bu azizdir dedi, Bektaş-ı gösterdi. Erenler, bu, henüz çocuk, ne münasebetle ve nasıl hacı oldu dediler. Lokman-ı Perende, Hacı Bektaş’ın kerametlerini birer birer anlattı, Kabe’de ibadet yaparken dedi, Bektaş da daima benimle ibadet yapardı. İbadet bitince kaybolurdu. Erenler, bu daha küçük bir çocuk, bu keremeti nereden bulmuş dediler. Hacı Bektaş Hünkar, mübarek ağzını açıp ben dedi, Kevser sakisi, alemlerin rabbi Tanrının arslanı, vilayet Padişahı, müminler emiri Hz.Ali’nin sırrıyım. Bizim aslımız, neslimiz odur, bu çeşit kerametler, bize mirastır. Bizden bunun gibi kerametlerin zuhuruna şaşılmaz, çünkü Tanrı nasibidir bu.
Horasan erenleri, eğer dediler, gerçekten Şah’ın sırrıysanız onun nişanları vardır, gösterin de görelim, tasdik edelim, inanalım. İmam Hz.Ali’nin bir nişanı buydu; mübarek avucunun ortasında güzel, yeşil bir beni vardı. Hz.Hünkar Bektaş-ı Veli, mübarek elini açıp gösterdi, baktılar ki avucunun ortasında güzelim bir yeşil ben var. Müminler emiri imam Hz.Ali’nin, mübarek anlında da güzel, yeşil bir ben vardı dediler. Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli, mübarek anlını açıp gösterdi, anlında da yeşil, nurabi bir ben gördüler. Hepsi de, derviş-i dervişan, eksiklik ettik diye özür dilediler, keramet de ancak böyle olur dediler, teslim oldular.
Kitap: Vilayetname
Hazırlayan: Abdülbaki Gölpınarlı
Ekleyen: Seyyid Hakkı
hoş geldiniz .sefalar getirdiniz..
dost ol dost bil. dost kal
BALTASI GEDİK Mahmut Baba
BALTASI GEDİK Mahmut Baba..elmalı
Baltası Gedik Mahmut Baba hakkında kayıtlarda yeterli bilgi bulunmamaktadır. Hemen Hemen her Bektaşi Şeyhinin Divan, şiir ve menkıbesinde adı geçer ancak, fazla bilgi bulunmaz. Bu gün Alanya'dan Fethiye'ye kadar olan şeritte yaşayan halkın önemli Dînî günlerde ziyaretgâhıdır.Buralardan zaman zaman günübirlik turlar düzenlenmektedir. Balatası Gedik Mahmut Baba ile ilgili yaptığımız araştırmada, Abdal Musa ve Kaygusuz Abdal (Gaybî) ile aynı dönemde yaşadıkları anlaşıldığından, 1300'lü yılların son yarısında ve 1400'lü yılların ilk yarısında yaşadığı ortaya çıkmaktadır.Baltası Gedik Mahmut Baba, Abdal Musa Sultan'ın isteğiyle kurduğu Tekke, Cumhuriyet Dönemine kadar faaliyetine devam etmiş bir Elmalı Erenidir. Baltası Gedik Mahmut Baba hakkında daha fazla bilgiyi, Elmalı Gökpınar Köyü'nden Yusuf Kırcan'ın hazırlamış olduğu Elmalı Söylenceleri adlı Facebook sayfasından edindik ve aşağıda sizlerle paylaştık. Elmalı Söylenceleri sayfasında gödüklerimize göre;
"Baltası gedik Mahmut Baba; Abdal Musa Hazretlerinin oduncusu, bir rivayete göre kardeşidir. 1300’lü yıllarda yaşamıştır.
Alanya Beyi’nin oğlu Gaybi, bir av sırasında Abdal Musa dergâhına gelir ve burada Abdal Musa Hazretlerine intisap eder. Alanya Beyi, oğlu Gaybi’nin Abdal Musa dergâhında zorla tutulduğunu zanneder. Adamlarını Elmalı’ya Abdal Musa Hazretlerinin üzerine gönderir. Hıristiyan Teke Beyi Kılağası İsa Elmalı’ya hareket eder. Bu haberi alan Abdal Musa Hazretleri de dervişleriyle onları karşılamaya çıkarlar.
Hıristiyan Teke Beyi Kılağası İsa’nın adamlarıyla Abdal Musa Hazretlerinin dervişleri bu günkü Elmalı’nın kuzeybatısındaki Baltası Gedik Türbesinin olduğu yerde karşılaşırlar. Savaşta Abdal Musa’nın oduncusu Mahmut Baba, Kılağası İsa’nın kafasını baltasıyla uçurur. Kılağası İsa’nın adamları da dağılırlar. Bu olaydan sonra Abdal Musa Hazretleri:
—Beni ziyarete gelen önce seni ziyaret etsin, sonra bana gelsin! Diyerek Mahmut Baba’ya bu olayın olduğu yere dergâhını kurmasını söyler. (Anadolu Erenleri-Nezihe ARAZ)
Mahmut Baba dergâhını burada kurar. O zaman ki Elmalı’ya gelen Antalya yolu Baltası Gedik mevkiinden geliyordu. Bu gün Baltası Gedikte doğudan Elmalı’ya üç yol geldiği görülür. Bunlardan güneydoğudan gelen yol Gökpınar’dan, ortadan gelen yol Semahöyük’ten, üstten gelen yolda Bayındır’dan gelir. İşte ortadan gelen Semahöyük yolu Elmalı’nın eski Antalya yoludur.
Baltası Gedik dergâhı Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar açıktır. 1925 yılında çıkarılan Tekke ve Zaviyelerin kapatılması Kanunu’yla bu dergâhta kapatılmıştır. O günleri çocukluğunda yaşayan 1336 doğumlu bir zat 90’lı yıllarda şunları anlattı:
— Oğlum, burada biz çocukken dervişler yaşardı. Dergâhın her tarafı meyve ağaçlarıyla doluydu. Dergâhın içinde şadırvanı, aşevi bulunuyordu. Şu koca meşenin altında dervişlerin mezarları yer alıyordu. Buradaki dervişlerin birinin adı “Çuldum puldum” idi. Üstü başı eski giysilerden olduğu için onu böyle çağırıyorlardı. Birisi ona “Çuldum puldum!” diye seslendi mi O da “Baltası Gedik’te buldum!” diye cevap veriyordu. Çuldum puldum ve iki dervişin mezarı türbenin üst(kuzey) tarafındadır. Dedi ve mezarların yerlerini gösterdi.
2000’li yılların başında Elmalı Belediyesi Baltası Gedik Türbesinde düzenleme çalışmaları yapıyordu. Türbenin etrafı dozerlerle açılırken, Türbenin kuzeyinde üç dervişin mezarı çıkmış. Ben de o anda oraya geldim. Kemikleri görünce hayretle:
— Bu mezarlar Çuldum puldum ve öteki dervişlerin mezarları, demek anlatılanlar doğruymuş. Dedim. Çalışanlara mezarların kimlere ait olduğunu anlattıktan sonra burayı neden kürüdüklerini sordum. Çalışanlar burada böyle mezarlardan haberleri olmadıklarını, bilmediklerini söylediler. Bu defa bana:
— Madem sen biliyordun neden bize söylemedin dediler. Ben çevreme bakınıp benden yaşça çok büyük olanları görünce onların söylemeleri gerektiğini belirttim. Oradaki büyükler:
— Biz de bir şey bilmiyorduk. Dediler. Daha önce dervişlerle ilgili bana bilgi veren yaşlı kişinin söyledikleri doğru çıkmıştı. Belediye çalışanlarından Selahattin çavuş ve Zühtü Ağabey daha sonra dervişlerin mezarlarını başka yere aktardılar.
Bu gün buraya pek çok ziyaretçi gelmektedir. Elmalı’ya tepeden hâkim olması, soğuk suyu ve söğütlerin gölgesiyle beğenilen bir mesire yeridir. Yine Abdal Musa’yı seven Müslümanlar burada kurbanlarını kesmekte, dualarını ve ziyaretlerini yapmaktadırlar. Özellikle kadir gecelerinde ve Abdal Musa’yı anma şenliklerinde ziyaretçisi pek çok olmaktadır. (ELMALI SÖYLENCELERİ -Yusuf KIRCAN)".
"Baltası gedik Mahmut Baba; Abdal Musa Hazretlerinin oduncusu, bir rivayete göre kardeşidir. 1300’lü yıllarda yaşamıştır.
Alanya Beyi’nin oğlu Gaybi, bir av sırasında Abdal Musa dergâhına gelir ve burada Abdal Musa Hazretlerine intisap eder. Alanya Beyi, oğlu Gaybi’nin Abdal Musa dergâhında zorla tutulduğunu zanneder. Adamlarını Elmalı’ya Abdal Musa Hazretlerinin üzerine gönderir. Hıristiyan Teke Beyi Kılağası İsa Elmalı’ya hareket eder. Bu haberi alan Abdal Musa Hazretleri de dervişleriyle onları karşılamaya çıkarlar.
Hıristiyan Teke Beyi Kılağası İsa’nın adamlarıyla Abdal Musa Hazretlerinin dervişleri bu günkü Elmalı’nın kuzeybatısındaki Baltası Gedik Türbesinin olduğu yerde karşılaşırlar. Savaşta Abdal Musa’nın oduncusu Mahmut Baba, Kılağası İsa’nın kafasını baltasıyla uçurur. Kılağası İsa’nın adamları da dağılırlar. Bu olaydan sonra Abdal Musa Hazretleri:
—Beni ziyarete gelen önce seni ziyaret etsin, sonra bana gelsin! Diyerek Mahmut Baba’ya bu olayın olduğu yere dergâhını kurmasını söyler. (Anadolu Erenleri-Nezihe ARAZ)
Mahmut Baba dergâhını burada kurar. O zaman ki Elmalı’ya gelen Antalya yolu Baltası Gedik mevkiinden geliyordu. Bu gün Baltası Gedikte doğudan Elmalı’ya üç yol geldiği görülür. Bunlardan güneydoğudan gelen yol Gökpınar’dan, ortadan gelen yol Semahöyük’ten, üstten gelen yolda Bayındır’dan gelir. İşte ortadan gelen Semahöyük yolu Elmalı’nın eski Antalya yoludur.
Baltası Gedik dergâhı Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar açıktır. 1925 yılında çıkarılan Tekke ve Zaviyelerin kapatılması Kanunu’yla bu dergâhta kapatılmıştır. O günleri çocukluğunda yaşayan 1336 doğumlu bir zat 90’lı yıllarda şunları anlattı:
— Oğlum, burada biz çocukken dervişler yaşardı. Dergâhın her tarafı meyve ağaçlarıyla doluydu. Dergâhın içinde şadırvanı, aşevi bulunuyordu. Şu koca meşenin altında dervişlerin mezarları yer alıyordu. Buradaki dervişlerin birinin adı “Çuldum puldum” idi. Üstü başı eski giysilerden olduğu için onu böyle çağırıyorlardı. Birisi ona “Çuldum puldum!” diye seslendi mi O da “Baltası Gedik’te buldum!” diye cevap veriyordu. Çuldum puldum ve iki dervişin mezarı türbenin üst(kuzey) tarafındadır. Dedi ve mezarların yerlerini gösterdi.
2000’li yılların başında Elmalı Belediyesi Baltası Gedik Türbesinde düzenleme çalışmaları yapıyordu. Türbenin etrafı dozerlerle açılırken, Türbenin kuzeyinde üç dervişin mezarı çıkmış. Ben de o anda oraya geldim. Kemikleri görünce hayretle:
— Bu mezarlar Çuldum puldum ve öteki dervişlerin mezarları, demek anlatılanlar doğruymuş. Dedim. Çalışanlara mezarların kimlere ait olduğunu anlattıktan sonra burayı neden kürüdüklerini sordum. Çalışanlar burada böyle mezarlardan haberleri olmadıklarını, bilmediklerini söylediler. Bu defa bana:
— Madem sen biliyordun neden bize söylemedin dediler. Ben çevreme bakınıp benden yaşça çok büyük olanları görünce onların söylemeleri gerektiğini belirttim. Oradaki büyükler:
— Biz de bir şey bilmiyorduk. Dediler. Daha önce dervişlerle ilgili bana bilgi veren yaşlı kişinin söyledikleri doğru çıkmıştı. Belediye çalışanlarından Selahattin çavuş ve Zühtü Ağabey daha sonra dervişlerin mezarlarını başka yere aktardılar.
Bu gün buraya pek çok ziyaretçi gelmektedir. Elmalı’ya tepeden hâkim olması, soğuk suyu ve söğütlerin gölgesiyle beğenilen bir mesire yeridir. Yine Abdal Musa’yı seven Müslümanlar burada kurbanlarını kesmekte, dualarını ve ziyaretlerini yapmaktadırlar. Özellikle kadir gecelerinde ve Abdal Musa’yı anma şenliklerinde ziyaretçisi pek çok olmaktadır. (ELMALI SÖYLENCELERİ -Yusuf KIRCAN)".
hoş geldiniz .sefalar getirdiniz..
dost ol dost bil. dost kal
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)