KARIŞIK

26 Ağustos 2023 Cumartesi

 

Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli) Tekkesi



Seyyid Ali Sultan, tarihi belgelerdeki kayıtlara göre Hacı Bektaş Veli’nin tek oğludur. Asıl adı İbrahim’ dir. Timurtaş, Hızır Lala ve Kızıl Deli lakapları ile anılırsa da en yaygın adı Seyyid Ali Sultan’dır. Çok hareketli bir yapıya sahip olan Seyyid Ali Sultan İznik ve Gemlik’in Osmanlılarca zaptedilmesi sırasında orada bulunmuş ve yeni alınan yerlerde kültürümüzün yerleşmesini amaçlayan hizmetler vermiştir. Babasının ölümünde 27 yaşında bulunan Seyyid Ali Sultan Suluca Karahüyüğe dönmüştür. Murat I (Hüdavendigar) zamanında, 1362- 63 yıllarında, Seyyid Ali Sultan, Yeni Çeri ocağının kuruluşunda hazır bulunmuş, dua etmiş ve askere Ak Börk giydirmiştir. Murat I tarafından gerçekleştirilen Rumeli seferlerine de katılan Seyyid Ali Sultan Dimetoka’ da kendi adı ile anılan Dergah’ı kurmuştur.

Büyük ihtimalle, Bayezit I (Yıldırım) ile Timur arasındaki savaş nedeni ile Suluca Karahüyüğe dönemiyen Seyyid Ali Sultan 1402 yılında ölmüş ve Dimetoka’ da dergah’ da toprağa verilmiştir.


Batı Trakya Evros İli’nde bulunan Russa Tekkesi Balkanlardaki en eski tekkelerinden biridir ve Yunanistan-Bulgaristan sınırında bulunan ve aynı ismi taşıyan köye üç kilometre uzaklıkta bulunmaktadır. Heterodoks İslama aittir ve Bektaşi dervişlerinin dergâhıdır. Russa Tekkesi; Seyyid Ali Sultan Tekkesi, Kızıldeli Tekkesi ya da Kızıldeli Bektaşi Dergâhı isimleri ile de bilinmektedir.
Dergaha ait yapılardan birinde bulunan Osmanlı panosunda yazılı olduğu üzere, 1400 yılında Derviş Seyyid Ali Sultan tarafından kurulmuştur. Russa Tekkesi dervişlerin toplanma noktası olan bir Alevi tekkesidir. 20. yüzyılda meydana gelen ayaklanmalar sebebiyle bölgedeki hristiyanlar tarafından ciddi hasara uğramış olan tekke yakın zamanda yenilenmiştir.

Russa Tekkesi’ndeki yapıların merkezinde, meyvelerini yiyenleri hastalıklardan koruduğuna inanılan 600 yıllık bir dut ağacı bulunmaktadır. Aynı ağaçtan Anadolu’nun Hacı Bektaş köyündeki Bektaşi Tekkesinde de bulunmaktadır. Asırlık dut ağacının çevresinde mutfak, konak (odalar), Seyyid Ali Sultan’ın mezarı, dua odası ve ziyaretçiler için modern müştemilatlar bulunmaktadır. Russa Tekkesi mezarlğında tekke bilgelerinin ( şeyhler) ve dervişlerinin mezarları bulunmaktadır.

Russa Tekkesi’ nde her sene benzersiz bir buluşma gerçekleşir: Ortodoksların ve Alevilerin ortak Azizi olan Aziz Georgios’un anıldığı 6 Mayıs günü, bu iki dinin inanlılarının oluşturduğu topluluk Didymoteicho, Orestiada ve Soufli kentlerinden gelerek burada buluşur.


Burası İslâm olmazdan önce, Anadolu’dan bir zât otuz kırk askerlen gelmiş. Buralara yerleşmek istemiş. Nereye yerleşelim diye söylenmişler. Zât, Kaziler’den bir mızrak atmış ve Rûşanlarda saplanmış. Zât, askerleriyle birlikte Rûşanlar’da yerleşmiş. Domutukaya yakın bir yerde kendisine ait bir yer seçmiş. Kendisine orda bir tekke yapmış. Askerleri dâima savaşırlar, daha sonra bu tekkeye gelir, kazan kaynatır, yemek yerlermiş. Gümülcine’ye yakın bir yerde bir kale varmış. Askerler bu kaleyi almak istemişler. Zât demiş ki, eğer kaleyi almakta zorlanırsanız beni anın, ben yanınıza gelirim. Askerler kaleye doğru ilelemişler. Karşılarına Sankız adında bir ordu çıkmış. Hemen zâtın adını anmışlar. Zât, tekkesinden çekilmiş, atını zorlayarak askerlerin yanına varmak istemiş. Atı yolda ölmüş. Orasının adını Atmezar koymuş. Yıllarca sonra mezarın üzerinde at şeklinde bir ağaç bitmiş. Bunu değil dedelerimiz, hatta babalarımız bile hatırlamıştır.Yoluna devam etmiş. Kendisinin fındık ağacından bir kılıcı varmış. Karşısına büyük taşlar çıkmış. Zât, demiş ki, taşta mı keramete kılıçta mı? Fındık ağacından yapılmış kılıcıyla taşlan doğramış. Sarıkız’a ulaşmış. İlkin Sankız ona üç defa taş atmış. Zât, elleriyle karşılamış. Sankız, hadi demiş, sıra sende. Zât, kızı tutmuş ve parçalamış. Kızın şapkasını fırlatıp atmış, şapka Şepkâne’ye düşmüş. Daha sonra saçı Sıçanlı’ya, bir ayağı Baldıran’a, diğer ayağı Akbıldır’a düşmüş Bu yerler köy, kasaba ve orman olarak adlarını korumaktadırlar. Askeriylen Gümülcine’ye ulaşmış ve Misine Kalesi’ne bir dua etmiş. Misine Kâlesi’nin altı üstüne dönmüş, yıkılmış.

Kaziler (Gâziler ve Rûşanlar, bölgedeki mevki adlandır.
(1) Domutukaya: Dimetoka. Bu isim Rumca olmasına rağmen
Domutukaya şeklinde söylenerek sanki Türkçeleştirilmiştir.
(2) Şepkâne, Sıçanlı ve Akbıldır, Gümülcine’de mevki adları,
Baldıran ise Gümülcine’ye bağlı bir köydür


Kızıl Deli Tekkesi veya Rousa Tekkesi diye de bilinen Seyit Ali Sultan Tekkesi, çoğunluğunu Pomakların oluşturduğu Rousa (Türkçede Ruşenler) köyünün 3 km dışındadır. Restore edilmiş ve günümüzde de faaliyet gösteren bir Osmanlı Tekkesi’dir; yan, dervişlerin (Bektaşilerin) buluşma yeri. Hatta Yunanistan’da bugün faaliyet gösteren iki tekkeden biridir. Balkanlar’daki en eski tekkelerden biridir ve Balkan Türk-Müslüman Bektaşiliği’nin en önemli merkezlerindendir. Tekke önde gelen din adamı Kızıl Deli’nin önderliğinde 1402 yılında kuruldu. Tekkeyi ziyaret etmek için Rousa-Goniko yolunu takip ederek 2,5 km sonra soldaki yokuş aşağı toprak yola sapmalısınız.


Kızıldeli tepesinde Seyid Ali Sultan’ın Mezargâhı bulunmaktadır. Burası Seyid Ali Sultan’ın “Anadoluya gelen beni burada bulsun”, diyerek köseğisini attıgı yerdir. Yavuz Sultan Selim Çaldıran Seferine çikarken, önce şu anda Çubuk İlçesi sınırları içinde Kızıldeli, ordusuna katılmıştır. Fakat yolda giderken Sultanın Şah Ismail ile savaşmaya gittiğini ögrenince bugün Şabanözü ilçesi sınırları içinde bulunan At Çayırı denilen yerde ondan ayrılmıştır. Bugünkü tarih kitaplarında Yavuz Sultan Selim’in ordusunda huzursuzluk başgösterince “Beni seven benimle gelsin, sevmeyenler karısının kızının yanına gitsin” dedigi yazılıdır.

Bölge ile ilgili halk arasında aşağıdaki kıssa anlatılmaktadır:
Kızıldeli, Yavuz’un ordusundan ayrılınca Kutluşar Köyü sınırları içinde bulunan Sıtma Tekkesi bölgesine gelince, kafilede bulunan birisi, “Ya Seyyid Ali susadık, bir su çıkarın da susuzluğumuzu giderelim, Yavuz çayı zehirlemiş olabilir.” der. Bunun üzerine Seyyid Ali Sultan, hırkasını başına çekerek Gülbeng-i Muhammedi’yi okumuş ve bugünkü kuyunun suyu, oldugu yerden çıkmıştır. Orada bulunanlardan birisi “Ya Seyyid Ali sıtmadan kırılıyoruz, sıtmaya da iyi gelsin”, deyince, “Suyunu içen ve gusleden sıtmadan uzak kalsın”, demiştir. Bu kuyunun suyu yüzyıllardır sıtma hastalıgına şifa olarak kullanılmış, o günden beri bu bölgeye sıtma tekkesi denilmiştir. Ayrıca bu bölgedeki her ağacın bir askeri temsil ettiğine inanılır, kimse yakmak maksadıyla bu bölgeden bir çöp dahi götüremez. Eger götürürse geri getirmek zorunda kalabilir. Bu bölgedeki meşe ağaçları 4-5 asırdır hala ayakta durmaktadır. Buradaki kuyunun suyu doluyor fakat, sanki bileşik kaplarda imiş gibi taşmıyor. Bu su kışları ılık, yazın ise çok soğuk olmakta ve içinde hiçbir haşarat yaşamamaktadır.


I.Velâyetnameler

Velâyetnameler, kimin adına yazılmış ise genellikle o kimsenin Hakk’a yürümesinden uzun bir müddet sonra yazılmışlardır. Velâyetnameler, genellikle hakkında velâyetname yazılan kimsenin sadık dostları veya dervişleri tarafından yazılır. Velâyetnameyi kaleme alan kişi, olayları günü gününe kaleme alamayacağı için, yıllar sonra hadiselerin zaman içindeki yerleri konusunda hassasiyet gösteremedikleri görülür. Bu gibi eserleri derleyen veya kaleme alan kişi derviş olduğu için genellikle şeyhi (piri) için anlatılan doğaüstü olayları ön plana çıkarır. İşte bundan dolayıdır ki modern araştırmacılar, velâyetnamelere ön yargı ile yaklaşırlar. Seyyid Ali Sultan velâyetnamesinde: “…Bir Cuma gicesi Yıldırım Han hazretleri taht-ı saadet bahtında otururken aşağa gelüb, seccade-i münâcaata baş koyub kırk rekat namaz edâ ve Hakk Te’âla’dan Rumeli’nin fethüçin niyaz ve reca idüb, erenlerden istimdâd taleb eyledi. Ol gice didelerine hâb-ı rahat müstevli oldukta (uykuya vardıklarında) hemen ma’nâsında iki cihan fahri Muhammed Mustafa sallallahu te’âla aleyhi ve âlihi ve selem zuhur idüb buyurdu ki: “Ya Yıldırım Han! Melül olma ki Hak Te’âla duanı müstecâb eyledi. Hâlâ Horasan cânibinden ve benim nesl-i pâkimden Seyyid Ali maiyetinde sana kırk er gelecekdir. Anların cümlesi kuvvet ve kudret sahibi veliyyullahdır ve Rumeli’nin fethi anların yed-i himmetlerindedir. Anlardan tegâfül itmeyesin!” buyurduklarında heman Yıldırm Han Resül aleyhisselamın mübarek kademlerine yüzler sürüb “Yâ Resulallah! Ol buyurduğunuz erenler kaçan gelseler gerektir?” didikte buyurdu: “An-ı karib gelürler. Ammâ sana nasihatım budur ki ol erenlerin içinde bir kâmil ve âmil ve fazıl kimesne vardır. İsmine Rüstem dirler, ana riâyet eyleyesin. Re’y ü tedbirini istivâb idesin ve ana ittiğün hürmet ve ri’âyet banadur” deyub gözden nihân oldu (kayboldu). Pes ol dem Orhan Bey, bidar olub gördü ki mekanı nura müstagrak olmuş. Ol minval gördüğü rüyayı tefekkür idüb Hudâ-yı Müte’âl hazretlerine şükür ü sipâs ü hamd-i bi-kıyas eyledi. Ve Resül aleyhi’s-salâvâtü ve’s-selâmın mübârek ruh-ı pür envârlarına salavât-ı şerife getürüb ba’dehu kırkların vüıüd u zuhurlarına muntazır oldu. Bunlar ise Horasan’da olan savmaalarında ibâdet idüb dem ü devranı sürmekde iken bir şeb (gece) Rasül aleyhi’s-salâtü ve’selâm kendisin bunlara iyân ve cemâl-i mübarekin nümâyan itdi. “Ey ciğer köşelerim ve muhlis bendelerim! Kırkınız dahi gönlünüzü birleyüb bu yerden hareket ve cânib-i Rum’â azimet idub kuretü’l-ayınım Seyyid Hacı Bektaş Veli’nin dergâhına varın. Sizlere lâzım olan hizmeti bil-edâ ziyaretini ecrâ edin. Meyânınıza seyf-i himmet kuşatsın ve her emri derse rızâsında ulub himmet-i tâm ve havâlet-i ihtimâm ile sizleri Orhan Bey, cânibine göndersün. Ana yardım idüb Rum ilin feth eyleyesüz deyu emr-ü tenbih eyledi. Cümlesi iş bu kelâm-ı felâh-encâmı dergüş idüb her birerleri sem’an ve tâaten deyub sefer tedarikin bil-itmâm oradan tayy-i mekân ve Cânib-i Rum’â revan oldular. Bir demde Suluca Karahöyük nâm mahal-i mübârekde vâki Hacı Bektaş Veli kutb-u zemânın dergâh-ı saâdet ve mâkam-ı siyâdetlerine kadem bastılar. Çün kim ol kırk er gelüb Hünkâra baş koyub Hazret-i Resül-ü Ekrem’in buyurduğu kelâmı naklidüb selâm-ı saadet-Hazreti Hünkârı kutbul’l-evliyâ bunların her birini bir hizmete tâyin buyurdu. Üç gün müddetde hizmetleri hitam bulub tekmil-i meram itdiler. Ba’dehu bunları huzur-u şerefine getürüb evelâ Seyyid Ali Sultan’ı cümlesine serdar eyledi. Ve cümleniz anın nutkundan taşra bulunmayınız deyu emr buyurdu. Yek-zebân olarak sem’an ve taâten didiler. Andan Emir Sultan’ı sancâkdar ve Seyyid Rüstem Gazi hazretlerini kadıasker ve Abdüssamed Fakih’i imam ve Seyyid Zâl’i saka ve Seyyid Ahmed’i kulağuz ve Seyyid Hamaza ile Seyyid Furki’ye ve Seyyid Ukufi’ye küs-i harbi verdi. Ve anların bakiyesine kılıç kuşadub himmet-i tâm ve erkân-ı tamam ile Yıldırım Han hazretleri cânibine gönderdi. Anlar dahi ta’zim ve terkim-birle yola revân oldılar…”Velâyetname’den vermiş olduğum bu metin içinde Hz. Peygamber Efendimiz: “Ya Orhan Bey! Melül olmaki Hak Te’âla duanı müstecâb eyledi. Hâlâ Horasan cânibinden ve benim nesl-i pâkimden Seyyid Ali maiyetinde sana kırk er gelecekdir” buyuruyor. Bu ifadeden Seyyid Ali Sultan’ın Horasan bölgesinden ve Hz. Peygamber’in neslinden olduğunu anlıyoruz. Yine aynı metin içersinde: “Bunlar ise Horasan’da olan savmaalarında ibâdet idüb dem ü devranı sürmekde iken” ifadeleri yer alıyor. Buradan da Seyyid Ali Sultan’ın ve arkadaşlarının o anda Horasan’da ikamet ettiklerini öğrenmiş bulunuyoruz. Yine aynı metinde: “Seyyid Hacı Bektaş Veli’nin dergâhına varın, sizleri Orhan Bey cânibine göndersün” ifadeleri yer alıyor.. Osmanlı’nın Rumeli’ye geçişleri ve fetihlere başlaması Orhan Bey (1326-1362) zamanındadır. Osmanlıların Rumeli’ye geçişleri ve yerleşmeleri, Gelibolu’nun fethi sonunda gerçekleşmiştir. 1353 yılı Mart ayında Gelibolu’da bir deprem meydana gelmiş, deprem sonunda kale surları yıkılmıştı. Böylece Süleyman Paşa ve arkadaşları müdafasız kalan Gelibolu’yu kolaylıkla işgal etmişlerdir. Hatta depremin oluş nedeni Seyyid Ali Sultan’ın erlik kudretine bağlanmaktadır. Hacı Bektaş Veli Hazretleri’nin doğum ve Hakk’a yürüyüş tarihleri, 1207-1270 veya 1248-1337 olarak verilmektedir. 1207-1270 olarak kabul etersek Hacı Bektaş Veli, kesinlikle Osmanlı dönemini görmemiştir. 1248-1337 olarak kabul edersek 1353 yılında Gelibolu’yu ele geçiren Süleyman Paşa’yı da görmüş olması ihtimali çok zayıftır. Velâyetnamede ise “… Gaziler gemiye doluşup karşıya geçerek, Gelibol (Gelibolu) şehrine yöneldiler. Şehre ulaştıklarında Seyyid Ali bir nara atar ve o anda zelzele oluverir…”Ancak Abdal Musa Velâyetnamesi’ne baktığımızda Kızıldeli’nin hayatı hakkında bazı değişik tarihsel bilgilerle karşılaşıyoruz. Abdal Musa Velâyetnâmesi’nde Kızıldeli Sultan’ı Abdal Musa’nın müridi gibi görüyoruz. Abdal Musa, Kızıl Deli Sultan’ı önce tahta kılıç kuşatıp Umur Bey’in mahiyetinde Rumeli’nin fethi ile görevlendiriyor. İkinci olarak da “Pir evini düzenlemek ve Hünkâr’dan kalan emanetleri alıp getirmek üzere oğlu ile birlikte Hacı Bektaş Dergâhı’na gönderiyor. Velâyetname’de “… Andan sonra Abdal Musa Sultan kalkdı, denüz kenarına indi ve didi ki: “Buraya leşker (asker) geliyor. Karıncıkları açdur. Daha bir şikarcık (av) sunmadılar. Karıncıkların tuyuralum” didi. Bir saatten sonra denüzden gemi zuhur itdi.Geldiler derganı görince.“Hay bunda abdallar var ancak” didiler. Gemiden çıkan kişiler abdalların yanına gelüb: “Ey Abdallar ne ararsınız? didiler. Abdallar, didiler ki: “Bunda gerçek er vardur. Size muntazırdır” didiler. Bunlar dahi sürüp erin nazarına geldiler. Ocakda erin harnısun (kazan) gördiler. Bunlara az göründü. Didiler ki: “Hay sultanum, bu yimek sizin leşkere mi yeter bizim leşkere mi yeter?” didiler. Abdal Musa Sultan kaldı, haranının (kazanın) yanına vardı, kepçeyi eline aldı: “Din imdi abdallar bunları siz üleştirin” didi. Bunlar tamam kırk bin er idi. Abdallar yimeği üleştirdiler. Daha yetişmeyenine tekrar yine üleştirdiler. Yemek cümlesine yetişdi. Karınları doyduktan sonra önlerinde yemek dökülüp kaldı: “Yeter Sultanım” didiler. Abdal Musa Sultan kepçeyi haranının üzerine kodı, gerü çekildi. Abdallar gördüler ki haranı önceki gibi dolup turur, hiç eksilmemiş. Aballardan birisi didi ki: “Niçün girü çekildiniz? Hey gaziler, gelin görün haranı, tolu turur. Siz bu haranıdaki yemekleri biriniz yirüz sanırdınız. Yine topduldur! Geldiler gördüler, temaşe eylediler, bildiler ki bu er gerçek velidir. Gazi Umur Beğ geldi didi ki: “Şimdiden gerü biz sana çağırıruz efendim, himmet eyle” didi. Abdal Musa Sultan eyitdi: “Bir börg getürün, Umur Beğ’e giydirelim” didi. Bir kızıl börg getürdiler, Umur Beğ’in başına giydirdiler. Gaziler şimden gerü buna Gazi Umur Beğ din” dedi. “Varsun bu beğ de gazi olsun gayrü. Şimdiden sonra gazilik verüb dururuz” didi. Gazi Umur Beğ eyidi: Bize bir yadiğar virün Sultanım” didi. Sultan eyidi: “Şol Kızıldeli’yi size virdük. Alın gidün” dedi. Bu gaziler kalkdılar: “Gidermüsün baba?” didiler. Kızıldeli işaretle “Giderün” didi. Abdal Musa çağırup bir ağaç kılıç sundı. Kızıldeli Sultan aldı, öpdi başına kodu. Andan sonra yüridiler. Abdal Musa Sultan eyitdi: “Din imdi hiçbir yire gitmen, Doğru Boğaz Hisarı’na varun. Üzerine düşün. İkdam idün. Alırsunuz. Boğaz Hisarun alduktan sonra Rumelin size virdüm. Önünüze kimse turmasun!” didi. Velâyetnâme’ye göre Kızıldeli’nin Abdal Musa’nın mahiyetinde bulunduğu dönem, muhtemelen 1334-1348 yılları arasında olmalıdır. Çünkü Umur Bey, Osmanlılardan önce, Kantakuzenus’a yardım amacıyla zaman zaman Rumeli’ye geçiyordu. Muhtemelen Kızıldeli ve yanında bulunan diğer dervişler de bu geçişlerden birisinde Umur Bey’in askerleri arasında yer almış olabilir. Rumeli fütühatı ve Gazi Umur Bey ile Kızıldeli arasındaki ilişkiye değinen tek kaynak Abdal Musa Velâyetnâmesi değildir. Fatih dönemi tarihçilerinden sayılan Enveri’nin Düstürnamesi’nde ve II. Selim dönemi tarihçilerinden Yusuf bin Abdüllatif’in Subhatü’l-Ebrar adlı eserinde de bu ilişkiye dair bölümler vardır. Modern Osmanlı tarihçileri arasında yer alan Enveri’nin 1465 yılında bitirdiği Düstürnamesi’nde Süleyman Paşa liderliğinde Gelibolu’ya geçiş ve Rumeli fetihlerinin başlamasının anlatıldığı bölümde Seyyid Ali Sultan Velâyetnânesi ile örtüşen pek çok ifadeler bulunmaktadır. Enveri, bir gemi ile geceleyin Gelibolu’ya geçen 70 atlının hepsinin börklü olduğunu ifade ederken, içlerinden birisinin kızılbörklü olduğunu özellikle belirtmektedir. Tekrar Abdal Musa Velâyetnânesi’ne dönecek olursak, Abdal Musa Velâyenamesi’nde anlatılanlara göre, Abdal Musa, Kızıldeli Hazretleri’ni oğlu ile beraber Hacı Bektaş Dergâhı’na gönderiyor. Velâyetname’de: “…Birkaç abdal aldı. Bir taşdan iki desti çıkardı, meydana getürdi. Birisin oğluna virdi ve birisin Kızıldeli Sultan’a virdi ve Kırk nefer abdal virdi. “Hacı Bektaş Hünkar’ın üzerine türbesün ve tekkesün ve furunun ve matbahun yapın ve dairesün ırakdan havlıya alun. İçine bakçe dikün. Her ağaç yemiş virince turun, kulluk eylen. Her ağaç yemiş virdükde her biründen alın getürün, meydana dökün. Meydan toptolu olsa gerekdür. Abdallar dahi size cevap diseler gerekdür. Ol söze bakınan, dikün kim: Hünkar ölüp geldiğümüz vakt üç nesne emanet koyup dururuz. Size virsünler, alın gelün.” Amma yerün bilmediler. Sultana abdal gönderdiler. Geldi: “Sultanum sizin buyurduğunuz emanetlerin yirünü kimesneler bilmediler. Yine bizi size saldılar. Nerede ise divüverün” didi. Abdal Musa eyitdi: “Bire evin un anbarındadadur; ol sarı âlemdür, birisi mermer çerakdur. Hacı Bektaş Hünkar’un önünde yanmışdur. Birisi yeşil fermandır ol kadar. Ol Sarı İsmail” dedür. El uzada, abdal gelinceye kadar Sarı İsmail göçdi, def eylediler. Kabrini tenhalayub üzerine vardı: “Ya Sultan Saru İsmail, benüm hizmetüm Hünkar’a geçmedi. Yeşil fermanı senden istediler ne buyurursun?” dedükde Sarı İsmail Sultan kabri içinde “yed-i Beyza” gibi bir eliyle şunı virdi. Abdal alıp “Allah’a ısmarladuk” diyub geldi. Hacı Bektaş evinde Kızıldeli Sultan’a fermanı virdi. Baki andan mermer çerağı ve Sarı âlemi virdiler. Kızıldeli Sultan Hazretleri’ne emanetleri teslim eyledi. “Bu anlatımda şunu görüyoruz, örneğin sözlü gelenekte; “Ahmed Yesevi Ocağı’ndan bir meşale atılıyor. Bu meşale bugünkü Hacı Bektaş Dergâhı’nın bulunduğu yere düşüyor ve dallanıp budaklanıp ulu bir ağaç oluyor. Daha sonra bu ağacın dalları, budakları tüm Anadolu’ya ve Balkanlar’a uzanıyor. Halk arasında daha da ileri gidilerek, bugün Hacı Bektaş Dergâhı’nın bahçesindeki kara dutun bu meşale olduğu söylenmektedir. Bu bir mecazi anlatımdır. Gerçekte, yani içsel anlamda Ahmed Yesevi Ocağı’ndan atılan bu meşale, “Hünkâr”ın kendisidir. Sarı Saltuk, Abdal Musa, Sarı İsmail, Cemal Sultan, Kızıldeli, Süceaddin Veli, Otman Baba ve Akyazılı Sultan gibi erenler, bu ağacın dalları ve budaklarıdır. İşte Abdal Musa Velâyetnamesi’nde anlatılmak istenen de budur. Burada çok açık olarak, Pir evinde bulunan sarı âlem, mermer çerağ, yeşil âlem gibi mukaddes emanetler, Hünkârdan sonra Abdal Musa tarafından Kızıldeli Sultan’a verilerek, Bektaşiliğin Rumeli’de Seyyid Ali Sultan (Kızıldeli) tarafından temsil edilmesi ve yayılması sağlanmış oluyor. Seyyid Ali Sultan Velayetnâmesi ile Abdal Musa Velayetnâmesi’ni karşılaştırdığımız zaman, her iki velayetnâmede de Kızıldeli Sultan’ın Hacı Bektaş Dergâhı’na vardığını görüyoruz. Ancak her ikisi arasında bir fark vardır. Seyyid Ali Velâyetnâmesi’nde Kızıldeli’yi Hünkâr’ın sağlığında ve bizzat Hünkâr’ın kendisi ile görüştüğünü sunarken, Abdal Musa Velâyetnâmesi ise Hünkâr’ın vefatından sonra, hatta birinci nesil halifelerinden Sarı İsmail’in vefatından da sonra olduğu belirtilmektedir. Eğer her iki velâyetnâme arasında kıyaslama yapılacak olursa, Abdal Musa Velâyetnânesi kronolojik olarak daha makul ve tarihsel gerçeklere daha uygundur. Buraya kadar yaptığım karşılaştırmalar gösteriyor ki modern tarihçiler ile Velâyetnâme arasında sadece Gelibolu’daki deprem konusunda bir paralellik bulunmaktadır. Seyyid Ali Sultan ve kırk arkadaşının Osmanlı topraklarına gelmeleri ve Rumeli fetihlerine katılmaları, ayrıca göstermiş oldukları başarılarından dolayı kendilerine vakıf olarak bağışlanan mülklere yerleşip tekke kurmaları, yukarıda da söylediğim gibi Orhan Bey, Süleyman Paşa ve I. Murat dönemlerine denk düşmektedir. Bundan dolayıdır ki Velâyetnâme’nin Kahire nüshasına itibar etmek daha makul görünmektedir. Yine Velâyetname’de geçen bir efsaneye göre: “… Bu emre aldırmayan kâfir sultanın bir el işaretiyle kafasından olur. Bir anda adamın kafasınını bedeninden ayrıldığını müşahade eden kale halkı dehşete kapılır. Gazilerden horoz ötümüne kadar mühlet isterler. Gaziler arasında o vakte değin bu heriflerin kendilerinin müstakbel ganimetlerini aşıracağı endişesi ile bu fikre karşı çıkanlar olursa da Seyyid Ali Sultan bu talebi kabul edip seher vaktine kadar beklemeyi kabul eder. Ancak sabaha kadar kale halkı fikir değiştirir. Gündüz gördükleri hadiseyi sihir hamledip tekrar hisarın savunması fikrini benimseler. Tekrar savaş başlar. Görüldüğü gibi Seyyid Ali Sultan Velâyetnamesi’nde anlatılan “horoz” efsanesi, isim ve olayın geçtiği yer hariç Seyyid Ali Koç için de anlatılmaktadır.

II. Arşiv Kayıtları

Kızıldeli Velâyetnamesi’nde yer alan Osmanlı arşiv kayıtlarına göre, Rumeli fütühatında göstermiş olduğu başarılarından dolayı Sultan I. Bayezid tarafından Dimetoka yakınlarında “Kara Bükü” (Darı Bükü) adındaki bir köy, Seyyid Ali Sultan’a vakıf olarak tahsis edilmiştir. Yine Osmanlı arşiv kayatlarına göre Seyyid Ali Sultan, kendisine tahsis edilen bu köyün kenarındaki vakıf arazisi üzerine bir tekke kurmuş ve Bektaşi geleneğine göre faaliyet yürütmeye başlamıştır. Tahrir kayıtlarına göre tekkeyi ekonomik olarak besleyen vakıf üzerindeki haklar, şeyhin vefatından sonra evlatlarına geçmiştir. Vakıf arazisi üzerindeki haklar, XV. asrın ikinci yarısında yapılan tahrirlerle de tesbit edilip kayıt altına alınmıştır. Osmanlı Devleti’nin resmi toprak ve nüfus kayıtlarını gösteren tahrir defterleri, bugün hala mevcuttur. XV. yüzyılın ikinci yarısından XVI. yüzyılın sonlarına kadar sırasıyla 1456, 1486, 1519, 1526 ve 1568 yıllarında düzenlenmiş tahrir defterlerindeki Seyyid Ali Tekkesi’ni (Kızıldeli) ilgilendiren bölümler üzerinde detaylı inceleme yapan İréne Beldiceanu Steinherr, yaptığı bu önemli çalışmalarını farklı zamanlarda iki makale halinde yayınlamıitır. İréne Beldiceanu’nun yayımladığı bu belgelerde Tekkenin ve tekkeye bağlı vakfın ekonomik ve hukuki durumu hakkındaki bilgiler ile birlikte tekkede kaç derviş yaşıyor, postta Seyid Ali soyundan kim oturuyor, mutfağında neler bulunduğu, kaç kişiye yemek verildiği, ayrıca vakfın gelirleri, vakfa bağlı köylerin hangileri olduğu, vakfın coğrafi sınırları gibi konulara yer verilmektedir. Ayrıca adı geçen bu tahrir defterlerinde Seyyid Ali Sultan Tekkesi’nin yüz yıllık bir süre içersinde ne gibi değişikliklerin yapıldığı da yer almaktadır. Tüm bunlara rağmen bu belgelerde Seyyid Ali Sultan’ın hayatı ve kimliği hakkında fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak Seyyid Ali Sultan’ın hayatı, tarihi kişiliği ve kimliği hakkında bazı bilgiler, İstanbul Başbakanlık Arşivi Ali Emiri fonunda bulunan Musa Çelebi Dosyası’nda bulunmaktadır. Bu dosya içinde 7 belge bulunuyor, bunlardan 5’i Seyyid Ali (Kızıldeli) ile ilgilidir. 1) 815/1412 tarihli Yıldırım Beyazıt’ın oğlu Musa Çelebi tarafından Kızıldeli‘nin kendisine verilen berat. 2) 1001/1592-3 tarihli vakfın imtiyazlarını tasdik eden ve sınırlarını belirleyen sınırname. 3) 1024/1615 tarihli I. Ahmet döneminde yazılan, Kızıldeli Tekkesi dervişlerinin avarızdan ve tekalif-i örfiyeden muaf olmalarına rağmen kısa süre önce yapılan tahrirde üzerlerine vergi yazıldığından dolayı şikayet ettikleri ve eski muafiyetlerinin geri verildiğine dair belge. 4) 1051/1641 tarihli Sultan İbrahim tarafından verilen berat sureti. 5) TT 470 (1568 tarihli mufassal tahrir defteri)’nin içeriğini tekrarlayan havas-ı hümayundan Dimetoka’ya tabi on ve Kavala’ya tabi dört karyenin isimlerini havi defter mevcuttur.

III. Vekayinâmeler

Osmanlı Devleti’nin tarihçesini esas alarak, olayları destansı bir anlayışla tarih sırasına göre anlatan kroniklerdir. Ne yazık ki Osmanlı tarihinin erken dönemleri hakkında bu vekayinâmelerden başka bir eser bulunmamaktadır. Hâlâ en kapsamlı kaynak türü olarak bu kroniklere baş vurulmaktadır. Ancak buna rağmen kroniklerin Osmanlı tarihinin XIV. yüzyıl dönemleri hakkında verdikleri aşağıdaki bilgiler, oldukça önemlidir: “…Osmanlılar Karesi Beyliği’ni ilhak ettiklerinde, Rumeli taraflarını iyi bilen ve karşıya geçip akınlar yapma konusunda tecrübeli Karesi beyleri de Osmanlı hizmetine girmişti. Gazi Evrenos, Hacı İlbey, Ece Bey, Gazi Fazıl bunlar arasında sayılabilir. Karesi kökenli bu beyleri, Rumeli fetihlerinde daima ön saflarda ve önemli görevlerde görüyoruz. Karesi İli’nin ilhak edildikten sonra Süleyman Paşa’ya verildiğini dolayısıyla da Karesi beylerinin onun hizmetine girdiğini Osmanlı tarihlerinden öğreniyoruz. Bu bilgiler doğrultusunda denilebilir ki, Süleyman Paşa’nın Çanakkale Boğazı’nı geçerek Gelibolu’yu ele geçirmeleri, hatta Gelibolu’dan sonra Trakya ve Balkanlar’da yürüttükleri fetihlerde, bu yöreyi çok iyi bilen Karesi beylerinin çok büyük payı vardır. Ancak, velâyetnameler ile vekaynâmeleri karşılaştırdığımız zaman, Seyyid Ali Sultan Velâyetnamesi’nde Seyyid Ali Sultan’ın Rumeli’ye geçişte ve Gelibolu’nun fethinde Süleyman Paşa ile birlikte olduğunu görüyoruz. Hatta Edirne, Şumnu, Rusçuk, Silistre ve Yanbolu gibi pek çok şehir ve kalenin ele geçirilmesinde Seyyid Ali Sultan ile Gazi Rüstem’in manevi gücünden bahsedilirken, vekayinâmelerde Seyyid Ali Sultan’dan hiç bahsedilmemektedir. Hatta yukarıda adı geçen şehir ve kalelerin ele geçirilmesinde en fazla adı geçenler arasında Süleyman Paşa, I. Murat, Evrenos Paşa, Timurtaş Paşa, Candarlı-zade Ali Paşa’dan söz ediliyor. Acaba İréne Beldiceanu’nun iddiğa ettiği gibi Hacı İlbey ile Seyyid Ali Sultan aynı kişi midir? Buna rağmen kroniklerde anlatılanlar ile velâyetnamelerin ortaya koyduğu tabloyu yan yana getirdiğimizde bazı tarihi sonuçlar elde etmek mümkündür. Seyyid Ali Sultan Velâyetnâmesi’ne baktığımız zaman Rumeli’ye geçmeden önce Seyyid Rüstem Gazi, şöyle bir teklifte bulunuyor: “Şu tedârik ve tedbir gönlüme hutûr eylemiştir. Padişahımız sol kola revan olsun. Ba’dehu Saruca Paşa orta kola yürüsün. Bizler de Süleyman Paşa ile sağ kola yürüyüb azm-i Burgaz idelüm.” O tarihlerde Bolayır’a Burgaz derlerdi. Yıldırım Han’ın (Orhan Gazi olmalı) bu plân gereği sol kola hareket edip yedi kale ele geçirdiği, yedi bin esir ile pek çok ganimet elde ettiği, Sağ kolda ise kırk er ile Seyyid Ali Sultan ve Süleyman Paşa, Çardak üzerine vardılar. Orada biraz dinlendikten sonra Rumeli’nin fethi için Çardak üzerinden Gelibolu’ya geçtiler. Yukarıda anlatıldığı gibi Seyyid Rüstem Gazi’nin bu önerisine göre hareket edildi. Daha sonra Rumeli’ye geçildikten sonra yine bu plân uygulandı. I. Murat, Sırp Sındığı zaferinden sonra, Balkanlar’daki uç bölgelerini sağ, orta ve sol kanatlar olarak üç bölgeye ayırmıştı. Evrenos Gazi’nin faaliyet sahası olan sol kol veya sol kanat: İpsala ve batıya doğru Dimetoka Gümülcüne, Serez, Karaferye ve oradan ikiye ayrılıp Tırhala ve Üsküp’e ulaşıyordu. Sağ kanat yani doğu sınır bölgesi, doğrudan doğruya I. Murat’ın kendi komutası altında idi. Orta kanat ise Kara Timurtaş Paşa komutasında bulunuyordu. “…Asker içinde öteden beri gazalarda nam salmış Gazi Evrenos derler bahadır bir yiğit vardır. Sultan (Seyyid Ali Sultan) o yiğidi gazilere serasker tayin edip kalenin fethi için yollar. Bu arada Evrenos’a olur da başı sıkışırsa kendisinden himmet talep etmesini tembih eder…” Tarihsel verilere göre İpsala’dan Üsküp’e kadar olan sol kanat, Evrenos Gazi’nin faaliyet sahası olarak gösteriliyor. Ancak yukarıdaki parağrafta Seyyid Ali Sultan’ın Evrenos Gazi’yi gazilerin başına serasker yaptığını da görüyoruz. Bu bilgiler doğrultusunda Seyyid Ali Sultan, Evrenos Gazi’nin üstünde bir mevkiye sahiptir. Evrenos Gazi’nin faaliyet alanı olarak gösterilen sol kanat, aynı zamanda Aleviliğin farklı ekollerinin de yayılma alanı olmuştur. Seyyid Ali (Kızıldeli) yanlısı olarak bilinen Bektaşi ve Ahi ekolünün Rumeli’ye geçtiklerinde, yerleşim sahası olarak merkez Trakya, Dimitoka, Güney Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk ve Kuzey Batıya doğru Macaristan’a kadar bir hat izledikleri görülmektedir. Yukarıda adı geçen Gazi Evrenos Paşa’nın Seyyid Ali Sultan ile olan bu ilişkisi, aynı orduda bulunmalarının dışında şeyh-mürit ilişkisi şekline dönüştüğü görülmektedir. Sözlü Bektaşi Şiirlerinde, Evrenos Gazi’yi Seyyit Ali Sultan’a bağlanmış ve onun müridi olarak görmekteyiz. Yine Evrenos Bey’in Seyit Ali Sultan’a bağlılığı bir birinden uzak olan iki Alevi şairi İbrahim Baba ile Edirne’li Tevfik Baba’nın şiirlerinde görülmektedir. Hatta Seyyit Ali adına Gümülcine’de yapılmış bulunan Evrenos Gazi Zaviyesi’nin 19. yüzyıla kadar varlığını korumuş olduğu biliniyor. Ayrıca bu husus aşağıdaki dörtlüklerde de görülmektedir. Kırklar bile geldi hizmet eyledi Şahım cümlesine himmet eyledi Gazi Evronos da bî’at eyledi Rûmeli serdarı Seyyid Ali’ye Şair Tevfik Bey Baba Seyyid Ali Sultan kırkların başı Gazi Evranoz beğlerin yarı yoldaşı Görün Sarıkız’da ol çaldı taşı Ol dem kuvvet verildi şahın koluna Geda Musli Bir atın kavm ile deryaya girdi Hiç aman vermedi küffarı kıldı Gâzi Evranoz Beğlerin Muhsin’e saldı Sana medh etdiğim Kızıldeli’dir Baba İbrahim Yukarıdaki bilgilere göre Seyyit Ali Sultan’ın faaliyet sahası ile Evrenos Gazi’nin faaliyet sahası aynıdır. Seyyid Ali Sultan da Evrenoz Gazi’nin komuta ettiği guruplar içinde bulunmakta idi. Muhtemelen Seyyid Ali Sultan, Dimetoka’nın alınmasının ardından Dimetoka’daki tekkesine yerleşmiş olmalıdır. Tarihi kayıtlara göre Seyyit Ali Sultan’ın Dimetoka’daki bu tekkede Hakk’a yürümüş olduğu görülmektedir. Aslında bu tekkenin, Seyyit Ali Sultan’ın kendi sağlığında Hacı Bektaş dervişlerinin Rumeli’deki merkezi haline geldiği, Balkanlar’daki Bektaşiliğin en önemli tekkesi olarak diğerlerinin üzerinde bir nüfuza sahip olduğu bu özelliğini de 17. yüzyıla kadar devam ettirdiği anlaşılıyor. 1402 veya 1412 yılında Hakk’a yürüyen Seyit Ali Sultan’ın Resül Bali ve Mürsel Bali adında iki oğlu vardı. Seyyid Ali Sultan’dan sonra büyük oğlu Resül Bali, Hacı Bektaş Dergâhı’na post-nişin olmuş, küçük oğlu Mürsel Bali ise Yukarı Tekke’de post-nişin olmuş ve bu tekkede irşada devam etmiştir. Resul Bali’in Hakk’a yürümesiden sonra Dimetoka’dan ayrılarak Hacı Bektaş Dergahı’nın başına geçerek, 1441-1484 yılları arasında bu dergâhta post-nişin olarak görev yapmıştır. Mürsel Bali’den sonra sırasıyla Balım Sultan, Vahdeti Dede, Seyit Mustafa Dede, Kara Ali Dede ve Sadık Abdullah Baba gibi Bektaşi büyükleri Seyyid Ali Sultan Dergâhı’nda hizmet etmişlerdir.[30] Yukarı Tekke’nin 1.5 km kadar yukarısında Balım Sultan’ın babası Mürsel Bali’nin medfun olduğu kabri bugün halâ ziyaret edilmektedir. Aşağıdada vereceğim krokide 1927 yılında Seyyit Ali Sultan (Kızıldeli) Vakfı hudutları içersinde yer alan 30 adet köyün mevcut olduğu gözükmektedir. 22/01/2012 tarihinde Kızıldeli Dergâhın’a yaptığım ziyaret esnasında Ruşenler Köyü sakinlerinden aşağıda vereceğim şu köylerin bugün hala mevcut olduğunu ve bu köylerin tamamında Sünni inancına mensup halkla birlikte yaşadıklarını ve kendi inançlarını devam ettirdiklerini öğrendim. 1. Ruşenler Köyü, 2. Babalar Köyü, 3. Hacıali Köy, 4. Demirören Köyü, 5. Karaören Köyü, 6. Küseler Köyü, 7. Kütüklü Köyü, 8. Mesimler Köyü, 9. Kamberler Köyü, 10. Ahlatçı Köyü, 11. Taşal Köyü, 12. Yılanlı Köy, 13. Büyük Dervent Köyü, 14. Ebil Köy, 15. Seçek Sırtı, 16. Salıncak Köy, 17. Kaypak Köy, 18. Kartunca köy. Aşağıdaki krokide gösterilen Kirezli köyü ile Ortaköy, Yukarı ve Aşağı Yörükler köyleri de Seyyid Ali Sultan Vakfı hudutları içersinde iken bugün Bulgaristan toprakları içersinde kalmıştır. Moderin tarihçiler içinde ilk olarak Seyyid Ali Sultan hakkında bilgi sunanların başında Baktaşilik üzerine esaslı bir monografi kaleme almış olan Amerikalı araştırmacı John K. Birge olmuştur. Birge’den sonra 1942 yılında kolonizatör Türk dervişlerini ele aldığı ve bu makalesinde Kızıldeli, Kızıldeli tekkesi ve vakfına dair çok önemli iki tahrir kaydından bahseden Ömer Lütfi Barkan olmuştur. Bu belgeler şunlardır: “Dimetoka kazasında medfun Es-seyyid Ali nâmı diğer (Kızıl Delü) diyar-ı Rumeli şeref-i İslâm’la müşerref oldukta bile geçüb zikrolan köylere 804 tarihli bir mülknâme ile mutasarrıf bulunmaktadır. Ve o tarihten beri Kızıl Delü oğullarının tasarruflarında olan Tatar Viranı ve Tatarlık gibi mezralar zaviyelerine inen yolculara hizmet etmek mukabili evlâdlık vakıf olarak kayıtlıdır. Ve şayan-ı dikkattir ki, vaktiyle, Tatarlar tarafından iskân edilmiş olan bu viraneler bir derbend köyüdür. Ve babaları hissesine mutasarrıf olan Ahi ören ve Bahsayiş, vakfın müessisi ve ataları adına izafeten Kızıl Delü Derbendi ismi verilen bu derbendi kendileriyle birlikte olan dervişleriyle beraber hıfzetmektedirler ve bu derbend onlar sayesinde 58 Müslüman ve 23 kâfir haneli bir köy haline gelmiştir.[34]Dimetoka’daki Kızıl Delu derbendinde olduğu gibi, bu dervişler, geldikleri bölgelere akvam ve akrabalarıyla gelip yerleşmiş olan muhacirlerdir. Böyle boş bir yerde zaviye bina etmek işi, oraların imarı ve asayişinin temini için olduğu kadar, ailenin imtiyazlı mevkiinin muhafazası için de gereklidir. Umumi bir hizmet müessesesi kuran bu insanlar, imar ve iskân taahhüdlerini de fiilen yerine getirmiş oluyorlardı. Bu dervişlerin birçoğu bizzat o bölgeleri fethetmiş olan gazi askerlerdir. Heterodoks, yani bâtıni (içsel) ve tasavvufi İslam’dan söz edildiğinde akla ilk gelen isim İréne Mélikoff ve Ahmed Yaşar Ocak’tır. Her iki akademisyenin de Bektaşiliğin Rumeli’de gerçek temsilciliğini yapmış bulunan böylesine önemli popüler bir Bektaşi önderinden söz etmemeleri düşünülemezdi. Bektaşilik konusunda çok önemli çalışmaları bulunan her iki akademisyenin de Seyyid Ali Sultan gibi çok önemli bir şahsiyet hakkında muhtelif çalışmaları mevcuttur. Ancak bu makale ve kitaplarında kısaca bilgi vermekten ileri gidememişlerdir.

Ramazan Balkan, Bilinmeyen Gerçekler Erkanmame ve Gönül Yolu.Syf.. 272. Melikoff, Alevilik ve Bektaşilik konusunda pek çok çalışma yapmış ve bu konuda önemli eserler meydana getirmiştir. 14.-15. yüzyıllarda Heterodoks İslam’ın Trakya ve Rumeli’de yerleşme yollarını konu aldığı makalesinde Seyyid Ali Sultan’dan bahsetmekte ve Kızıldeli’yi Balkanlar’da İslam heterodoksisinin ilk yayıcıları arasında değerlendirilmektedir. Görüldüğü gibi Tahrir Defterlerindeki kayıtlarda veilen bilgiler ile Velâyetnâme’de anlatılanların kısmen örtüştüğü görülmektedir. Şu bir gerçek ki, o yüce Veli’nin efsanevi yaşamı hakkında halkın ve halk şairlerinin düşünce ve inanç dünyasında oldukça zengin bir yerinin olduğu muhakkaktır. Tüm bunlara rağmen önce Seyyid Ali Sultan’ın kim olduğu hakkında kısa bir bilgi vermenin yerinde olacağı kanısındayım. Ahmed Hamdi Zaze Paşa’nın Arapça kaleme aldığı eserinin 50. sayfasında Seyyid Ali Sultan’ın adının “Hızır Lâla Seyyid Ali Sultan” olduğu, ayrıca resmin altında da “Seyyid Hüseyin Ata oğlu Seyyid Ali Sultan’dır. Hızır Lâla diye lâkaplandırılmıştır. Doğum yılı 710 ve ölüm yılı 805 (1310-1402) olarak kayıt düşülmüştür. Bir lâkabı Hızır Lâla olmakla beraber Kızıldeli lâkabıyla şöhret bulmuştur. Dede Baba Bedri Noyan’da yukarıda verdiğimiz bilgileri teyid etmektedir.[39] Yukarıda Seyyid Ali Sultan’ın Horasan erenlerinden Hüseyin Ata’nın oğlu olduğu verilirken, kendi velâyetnamsesinde ise Horasan erenlerinden Hasan Ata’nın oğlu olduğu söylenmektedir.[40] Daha önce de belirtildiği gibi lâkabının Hızır Lâla olmasına rağmen 1397 yılında Dimetoka’ya gidip Kızıldeli Irmağı’nın kıyısında, Tanrı Dağı üzerinde dergâhını kurarak kendi inancı ve düşüncesi doğrultusunda faaliyet göstermiş ve Kızıldeli lâkabıyla şöhret bulmuştur. “Kızıl Deli, Meriç Nehri’nin kollarından birinin adıdır. Bu çay, XIV. yüzyılın sonunda ve XV. yüzyılın başında yaşamış olan Seyyid Ali Sultan’ın kurduğu dergâha adını vermiştir. Kızıldeli Sultan’ın gerçek makamının Dimetoka’da olduğu bir gerçektir. Ancak Malatya’nın Yazıhan İlçesi’nin Fethiye Köyü’nün mezrası olan Tenci’de de Kızıldeli’nin bir türbesi olduğu gibi, bugün benim defalarca ziyaret ettiğim ve “post-nişin”dedenin evinde muhipleriyle birlikte sohbet ettiğim, bir Kızıldeli Türbesi de Kütahya’nın Çamlık Mahallesi’nde bulunmaktadır. Dimetoka Dergahı dünya üzerinde mücerret hilafet erkânı yapabilen beş büyük tekkeden biridir. Bu nedenle Arnavut muhiblerce “Trgejen Madh”, yani Büyük Tekke ismiyle anılır. Tekke’nin Kızıltepe Mezrası’nda türbesi bulunan Seyid Ali Sultan’ın anısına binaen buraya bir meydanevi inşa edilmiş olup, “Yukarı Dergah” ismiyle anılmaktadır. Biraz daha çukurda bulnan diğer bir dergah daha vardır ki buna da “Aşağı Dergah” denilmektedir. Değerli araştırmacı Ahmed Hezarfen tarafından Başbakanlık Osmanlı Arşivleri titizlikle incelenerek söz konusu Dergah’ın 1829 tarihi itibarı ile devletçe gasp edilen vakıf ve mamelek envanterne deklare edildiği anlaşılmıştır. Ayrıca Dimetoka Sancağı’nın, Çirmen (Ormenion) Liva’sında Mürsel Gazi veya Mürsel Baba (Balım Sultan’ın Babası) adına kayıtlı bir Tekke daha bulunmaktadır. Söz konusu bu tekke, bugün bir oda büyüklüğünde, 1.5 metre kadar taştan duvarlarla çevrili olup üstü açıktır. Dimetoka Dergah’ı 1826 yılında II. Mahmud tarafından başlatılan Yeniçeri-Bektaşi Kıtal’inden nasibini almış ve tahrip edilerek kapatılmış, son post-nişin olan İbrahim Cefai Baba ise şehit edilmiştir. Diğer taraftan 1807 yılında Hakk’a yürümüş bulunan ve Kruja (Görice) kentindeki Nepravişte kasabasında kurulu “Abdullah Melcan” Dergah’ı’nın ilk post-nişini olan Kemalettin İbrahim Şemimi Baba tarafından Elbasan’da bir Tekke inşa edilmiş ve yıllar sonra Dimitoka Dergahı’nın şehit edilen son post-nişini İbrahim Baba’nın ismi, bu Tekkeye izâfe edilerek, “Elbasan İbrahim Cefai Baba” Tekkesi olarak yad edilmiştir. Cefai Baba Tekkesi’nin son post-nişini ise önceleri Bağdat Kâzımiye Dergahı’nın post-nişinliğini derühte eden ve şehitlik dergahı post-nişini Halife Nafi Baba’nın nasipli mücerret Halife Selman Cemali Baba olup, bu zât 1943 yılında Hakk’a yürümüştür. Tekirdağ’lı Belediye Başkanı Hasan Cemali Baba ile genellikle karıştırılır.[46] Özetleyecek olursak, Kızıldeli Dergâhı, I. Murat’ın son yıllarında veya büyük ihtimalle Yıldırım Beyazıt tarafından vakfedilmiştir. Kaynaklarda şu ifadeler bulunuyor: “Dimetoka kazasında medfun Es-seyyid Ali nâmı diğer (Kızıl Delü) diyar-ı Rumeli şeref-i İslâm’la müşerref oldukta bile geçüb zikrolan köylere 804 tarihli bir mülknâme ile mutasarrıf bulunmaktadır. Hayatının son yıllarına dair fazla bilgi bulunmamasına rağmen Rumeli’de Bâtıni veya İçsel İslam’ın en büyük temsilcilerinden olduğu, Alevi-Bektaşi felsefesini en mükemmel bir şekilde temsil ettiği kesindir. Kendi velâyetnâmesinde Horasan ekolüne mensup olduğu beyan edilmekle beraber Anadolu’da da doğmuş olabilir. Seyyid Ali Sultan’ı Osmanlılar’ın henüz Rumeli’ye geçmediği bir dönemde Saruhan beylerinin arasında olduğunu görüyoruz. Bilindiği gibi o yıllarda Anadolu’da çok yaygın olan Vefai-Babai inancı hakimdi. Buna rağmen Kızıldeli Sultan, Balkanlar’a yerleşip kendi tekkesini kurunca, Hacı Bektaş Veli’nin başlatmış olduğu Bektaşilik ekolünün öncülüğünü yaptığı ve yanında buluna dervişleri ile etrafına topladığı halka kendi mistik anlayışını yaymıştır. Hatta denilebilir ki Rumeli’nin Türkleşmesi ve İslamlaşması sürecinde çok etkili olmutur. Balkanlar’da Balım Sultan’ın kurumlaştırdığı Bektaşiliğin öncülerinden sayılan Seyyid Ali (Kızıldeli) Sultan’ın 1002 veya 1412 yılından kısa bir müddet sonra Hakk’a yürüdüğü düşünülmektedir. Seyyid Ali Hakkında Söylenen Deyişler Gene İmam nesli zuhura geldi Biri Elmalı’da Bursa’da kaldı En küçük kardaşı Rumeli’n aldı Dillerde söylenen Seyyid Ali’dir.

Bir atın kavm ile deryaya girdi Hiç aman vermedi küffarı kıldı Gâzi Evranoz Beğlerin Muhsin’e saldı Sana medh etdiğim Kızıldeli’dir
Koru Yaylası’ndan meskenin gören Çadırın yerinde mutfağın kuran Yedi köşe yerde temel bırakan Sana medh etdiğim Kızıldeli’dir
Meskenimdir deyip çöküp oturan Kuru şişle dut ağacın bitiren Otman Baba’yı bulut ile getiren Sana medh etdiğim Kızıldeli’dir
Baba Pınarı’nı bina eyledi Gör şu Yezid’lere n’etdi neyledi Baba İbrahim bunu böyle söyledi Sana medh etdiğim Kızıldeli’dir Dillerde söylenen Seyyid Ali’dir.
Erenler serveri ol pîrim Ali Ser-çeşme olmuştur Urum iline Ağaçtan Zülfikar ol gerçek veli Ol dem tekbir oldu pîrin beline
Abdal Musa Sultan Şah himmet kıldı Denedi kılıcı şah taşı böldü Bütün Urumeli İslam’a geldi Fetih Surelerin almış diline
Kırklar azm eyledi Elmalı şehri Görün Boğazhisar’da ol böldü bahri Bolayır’da küffara eyledi kahrı Ol dem kılıç aldı şahım eline
Bilin Tanrı Dağı şahın otağı Hışmından kan kuşandırırdı dağı Gelibol üstünde ol kuru dağı Ol dem âşık oldum şahın diline
Şahımın refiki gaziler beğler Hışm eyler küffara ciğerin dağlar Gerçek âşıkların methini söyler Ol dem âşık oldum şahın yoluna
Şahım himmet ile sancak götürür Kalenin temelin alt üst getirir Tanrı Dağ üstüne çökmüş oturur Meskenimdir deyü geldi diline
Seyyid Ali Sultan kırkların başı Gazi Evranoz beğlerin yarı yoldaşı Görün Sarıkız’da ol çaldı taşı Ol dem kuvvet verildi şahın koluna
Horasan mülkünden Hoy’dandır aslı Şah İmam Hasan’dır şahımın nesli Mürşidine bend ol ey Geda Muslî Kıyamette alsın elin eline












alıntıdır.sonsuz teşekkürler.


https://www.batitrakya.org/bati-trakya/bati-trakya-efsaneleri/seyyid-ali-sultan-kizil-deli-tekkesi.html

 HAMZA BABA TÜRBESİ

DENİZLİ VİLAYETİ, SARAYKÖY İLÇESİ, BEYLERBEYİ KÖYÜ

Hamza (Hamız) Baba Türbesi; Beylerbeyi köyü, eski mezarlığında, Sarayköy Ovası’na hakîm bir tepededir. Kim olduğu, nereden geldiği hakkında kaynaklara yansımış bir bilgi yoktur. Bazı rivayetlere göre, köy halkından olduğu ve çiftçilik yaparak geçimini sağladığı söylenmektedir. Asıl adı Hamza olduğu anlaşılmaktadır ama yıllar içerisinde söyleniş kolaylığından dolayı halk arasında “Hamız Baba” olarak bilinmektedir.
Kul Mehmet mahlası ile şiirler yazan, Alevi-Bektaşi geleneğin önemli ozanlarından sayılan ve XVI. yüzyılda Osmanlı Devlet adamlarından, Üveys Paşanın oğlu olan ve Aydın vergi toplama memuru Mehmet Paşa’nın aşağıda yer verdiğimiz şiirin birinci dizesinde bahsettiği Hamza Baba, halk tarafından Hamız Dede olarak bilinen Hamza Baba’dır. Alevi-Bektaşi geleneğinin Sarayköy’den itibaren türbelerinin sıralanış biçimine göre bahse konu edilmiştir. Denizli merkeze girişte Beylerbeyi köyünde metfun Hamza Baba, Bağbaşı Tekkeköy’de Hacı Şemseddin (Bostancı) Baba, Eski Denizli-Tavas yolu üzerinde ve Yukarı Karataş köyünde Dediği Sultan, hemen yanında Kazak Abdal Sultan, Karataş köyü içinde Kepenekli Baba, bir kilometre aşağısında Cankurtaran (Çukur) beldesinde Teslim Abdal Sultan, Kazık Beli’ni aştıktan sonra Yatağan kasabasında Abdi Bey Sultan ve Yatağan Baba, son olarak da Burdur-Yeşilova-Niyazlar köyünde metfun olan Niyazi Baba şeklinde sıralanmaktadır.
“Hamza Baba’dan çıktık yalınız,
Hacı Şemseddin’e uğrar yolumuz,
Dedeği Baba bizim serdarımız,
Sarı Kazak olsun bizim elimiz.
Kepenekli Baba’ya uğrar yolumuz,
Teslim Sultan verir bizim dolumuz,
Abdi Bey Sultan’ım versin yolumuz,
Teslim Sultan’dan bir dolu içtim.
Sabahın seherinde ol belden aştım,
Mürüvvet Yatağan’ın koynuna düştüm,
Sana niyazım var ey Niyaz Baba.”
Rivayet odur ki; Hamza (Hamız) Baba’nınoğlu, savaş yıllarında askerlik yapmaktadır. O yıllarda savaşlar uzun sürdüğü için on yıl, on üç yıl askerlik yapan dedelerimiz çok olmuştur. İşte Hamza Baba’nın oğlu da uzun süre askerlik yapanlardan biridir. Bir savaşta yaralanmış. İhtiyar bir adam, tükrükle yarasını iyileştirmiş. Gün gelmiş savaş ve oğlanın askerliği bitmiş. Oğlan köyüne dönmüş ve savaşta yarasını tükrük sürerek iyileştiren kişinin babası olduğunu görünce anlamış. Ama sırrı aşikâr olduğu için Hamza Baba, o anda ruhunu Allah’a teslim etmiş ve ölmüş.
Yine savaş yıllarında, Hamza Baba tarlada çalışmaktadır. Çevre köylerden bazı gençler toplu halde savaşa gidiyormuş. Hamza Baba’ya, “Haydi askere gidelim baba” diye seslenmişler. O da, “Siz gidin, ben size yetişirim.” diye cevap vermiş. Askerler savaş meydanında kılıç sallarken, Hamza Baba’nın da düşmanla savaştığını görmüşler. Şimdi bile halen bazı köylülerin, elinde abdest ibriği ile türbesinin etrafında dolaşırken gördükleri anlatılmaktadır.
Türbe; dıştan dışa 430 x 630 santimetre ölçülerinde, dikdörtgen biçimli, ahşap kırma çatılı, Marsilya kiremidi örtülü, tek odalı, taş yapılı, sergili, basit bir yapı niteliğindedir. Mimari ve teknik her hangi bir özelliği bulunmayan yapının duvarları toprak sıvalı, iç yeşil, dışı mavi boyalıdır. Süsleme sanatı olmayan binanın içinde, doğu - batı doğrultusunda, duvardan duvara uzanan ve kuzey duvarına da uzunluğuna bitişik, 160 x 300 santimetre ölçülerinde bir sanduka bulunmaktadır. Türbede Hamza Baba ve Eşinin gömülü olduğu söylenmektedir. Bir buçuk dönüm kadar etrafı telle çevrilmiş bahçe içerisindedir. Kitabe veya yazı yoktur.




Ibrahim Afatoğlu hocama sonsuz teşekkürler..

 ÖKÜZ BABA TEKKESİ VE TÜRBESİ

DENİZLİ VİLAYETİ, BEKİLLİ İLÇESİ, İKİZBABA KÖYÜ

Tarihi süreç içerisinde Türklerde ve Moğollarda hayvan isimleri insanlarda sıklıkla kullanılmıştır. Kötü anlama gelen isimler, kötü ruhları yanıltmak amacı ile kullanılırken, bir özelliği ile övgüyü hak eden güçlü hayvanların isimleri de kullanılmış ve kullanılmaya devam edilmektedir. Ahmet Yesevi’nin ilk hocası Arslan Baba, Anadolu Selçuklu Devleti’nde 1226-1238 yıllarında vezirlik yapan Sadeddin Köpek, XV. yüzyılda yaşamış olan Koyun Baba, Osmanlı Devleti’nde 1614-1619 yıllarında sadrazamlık yapan Öküz Ahmet Paşa bunlardan sadece birkaç tanesidir. Bazı hayvan isimleri de kullanan kişinin lakabı da olabilmektedir. Günümüz araştırmacıları “Oğuz” adının bile “öküz” isminden geldiğini tartışmaktadır.
Araştırmacı Fahri Maden, 1826 yılında Bektâşî Tekkelerinin kapatılması konusunda hazırlamış olduğu eserinde, XIX. yüzyıl Bektâşi Tekkeleri arasında, “Denizli’de Abdi Bey Sultan ve Öküz Baba isminde iki tekke mevcutken…” diyerek Denizli’de bir Öküz Baba Tekkesi’nden bahsetmektedir. Yine aynı eserinde Fahri Maden, “1826’da tekkeler yıkılırken türbe yapıları bırakılan bazı tekkeler yeniden inşa edilememiş olup bunlar türbe ve vakıf olarak faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Çal kazasındaki Öküz Baba Tekkesi, (1826 yılı) yasaklılık sonrası faaliyetlerini vakıf olarak sürdürmüştür. 1838 yılında burada şeyh bulunan Şeyh Osman’ın ölümü üzerine bu görevi oğlu Mehmed Halife getirilmiştir.” demek suretiyle tekke hakkında kısa bir bilgi vermiştir. Anlaşılan o ki tarihi süreç içerisinde Şeyhlü kazasında, bugün ise Bekilli ilçesi köylerinden birisinde XX. yüzyıl sonuna kadar faaliyetlerini sürdüren bir Öküz Baba Bektâşî Tekkesi bulunmaktadır.
Bu anlamda saha araştırmamız sırasında yolumuz Bekilli ilçesi, Ekizbaba köyüne kadar uzandı. Ekizbaba köyü Denizli’ye 100, Bekilli’ye 15 kilometre uzaklıkta, 2022 nüfus verilerine göre 139 kişinin yaşadığı, tarım ve hayvancılıkla geçinen, Uşak vilayeti sınırında bir Yörük-Türkmen köyüdür. Köy mezarlığı içerisinde 5x4 metre boyutlarında dikdörtgen biçimli, taş yapılı, ahşap kırma çatılı, Marsilya kiremidi örtülü, sergisiz, mimari özelliği olamayan ve harap vaziyette bir Ekiz Baba Türbesi bulunmaktadır. Türbenin içerisinde iki mezar vardır. Köylülerin ifadesine göre mezarlarda köyün kurucuları olan iki kardeş yatmaktadır. Köyün adı da bu iki kardeşe istinaden “Ekizbaba köyü” olarak isimlendirilmiştir. Fakat bazı yerel araştırmacılara göre Osmanlı Arşiv kayıtlarında adı geçen Öküz Baba Bektâşî Tekkesi bu Ekizbaba köyünde türbeleri olan Ekiz Baba’nın adına kurulmuş olan tekke olduğu ifade edilmektedir. Çünkü saha araştırmamız sırasında ikrarlı Bektâşî olan ve bize kaynak kişilik yapan 1954 Bekilli doğumlu İbrahim Akbaş, Bekilli’nin doğu istikametinde yer alan Ekizbaba, Gömce, Poyrazlı, Deşdemir ve Sırıklı köyleri tarihinde Bektâşîlik geçmişi olduğunu ifade etmiştir. Kendisiyle görüştüğümüz Ekizbaba köyü muhtarı Hasan Berber de köy tarihinde Bektâşîliğin olduğu görüşündedir. Bütün bu bilgiler ve bizim yaptığımız araştırmalara göre Osmanlı Arşiv kaynaklarında adı geçen Öküz Baba Tekkesi’nin Ekizbaba köyünde olabileceği görüşü kuvvetle muhtemel olduğu görülmektedir.


Ibrahim Afatoğlu hocama sonsuz teşekkürler..

 DONSUZ AHMET DEDE TÜRBESİ

DENİZLİ VİLAYETİ, ÇAL İLÇESİ, AKKENT BELDESİ

Donsuz Ahmet Dede Türbesi Çal ilçesine bağlı Akkent (Zeyve) beldesinde, Belediye Parkı içerisindedir. Türbenin olduğu yerde Donsuz Ahmet Dede tekkesi vardır, ancak tekkenin diğer yapıları yıkılmış sadece türbe ayakta kalmıştır. Donsuz Ahmet Dede'nin 1460 yıllında doğduğu, 20-25 yıl kadar Mısır’da dini eğitim aldığı, 1470-1480 yılları arasında da Akkent’te yaşadığı rivayet edilmektedir.
Lakabının “Donsuz Ahmet” olmasının nedeni ise, Türkmenistan'da şuan da cüppeye benzer pardösü şeklinde bir kıyafetin olduğu ve ona da “don” dendiği, bu cüppeyi giydiği için böyle bir lakap takıldığı söylenmektedir. Ancak aşağıda anlatılan ve diğer menkıbelere bakılacak olursa bize göre “Donsuz” lakabıyla anılması, giyim kuşam ve temizlik gibi toplumsal değerlere karşı tutum ve davranışlar sebebiyle bu isimle anıldığı düşünülmelidir. Bu bakımdan Donsuz Ahmet Dede’nin bir Melami-Kalenderi dervişi olması muhtemeldir.
Bir rivayete göre Donsuz Ahmet Dede, Yıldırım Bayezid’in padişahlığı döneminde yaşamış ve Yıldırım Bayezit tarafından 1392 yılında, babası ile birlikte “tımarlık” (Osmanlı Devleti’nde, belirli görev ve hizmet karşılığında kişilere verilen toprak) verilerek Akkent’e gönderilmiş. Zamanla babası yaşlanmış, tımarlığı oğluna devretmek istemiş ama Donsuz Ahmet Dede kendisini dini ilimlere adadığı için tımarlı olarak verilen arazilerle ilgilenmemiş. Üstelik giyim ve kuşamını da dikkat etmediği için de padişaha şikâyet edilmiş. Padişah, şikâyetin yerinde incelenmesi ve ilgili kişinin saraya getirilmesi için Akkent’e asker göndermiş. Donsuz Ahmet Dede abdest almak ve yol hazırlığı yapmak için askerlerden izin istemiş ve evine girmiş. Hazırlık sırasında biraz pamuğun üzerine yanmakta olan bir kömür parçası koymuş, koynuna sokmuş ve yola çıkmışlar. Padişahın huzuruna çıkınca padişah hakkındaki şikâyetleri sıralamış ve “Hem abdesten-namazdan bahsediyorsun hemde adam gibi giyinmiyor pis geziyormuşsun, birbirine zarar vermeden ateşle pamuk bir arada durur mu? diyerek hiddetlenmiş. Bunun üzerine Donsuz Ahmet Dede bir mendilin içerisinde sarılı koynunda olan pamuk ve közü çıkarıp padişahın önüne koyuvermiş. Bu manzarayı gören padişah, onun keramet sahibi bir Allah dostu olduğunu anlamış ve selametle işinin başına dön!” demiş.
Ahmet Dede hayatta iken Çal bölgesinde çok sevilen biridir. Öldüğü vakit, civar köylerdeki insanlar da ona sahip çıkmak istemiş ve her köy birer tabut getirerek onu kendi köylerine defnetmek istemiş. Köylüler anlaşamayınca aralarında: “Herkes tabutunu cenazenin yanına bıraksın, sabahleyin cenaze kimin tabutunun içinde olursa o köylüler götürüp gömsünler” diye kararlaştırmışlar. Sabah olunca her gelen köy kendi getirdiği tabutu alıp gitmiş ve köylerine defnetmiş. Bu yüzden şu anda ikisi Çal ilçe merkezinde, birisi Akkent’te olmak üzere en az üç yerde Donsuz Ahmet Dede mezarı bulunduğu söylenmektedir. Ama diğer mezarlar hakkında herhangi bir bilgiye ulaşılamamıştır.
Donsuz Ahmed Dede’nin sandukası 100 x 220 santimetre ölçülerinde, 110 santimetre yüksekliğinde, kuzey - güney doğrultusunda uzanmaktadır ve üzeri beton harcı ile sıvalıdır. Sandukanın yanında ve üzerinde sağaltım özelliği olduğuna inanılan topuzlu ağaç kökleri bulunmaktadır. Çeşitli dönemlerde onarım geçiren türbenin, daha önce taş yapılı toprak örtülü olduğu, en son olarak 1983 yılında bakım ve onarımı yapıldığı ve günümüzdeki duruma getirildiği bilinmektedir. Bakımlı ve temiz bir türbedir...

alıntıdır.

Ibrahim Afatoğlu hocama sonsuz teşekkürler..




18 Mayıs 2023 Perşembe

SEYYİD DERVİŞ MUHAMMED TÜRBESİ
anzahar divriği



 

17 Mayıs 2023 Çarşamba

 

DEDİĞİ SULTAN TÜRBESİ,
PAMUKKALE İLÇESİ, KARATAŞ KÖYÜ, DENİZLİ
Dediği Sultan, kendi adına yazılmış vilâyetnâmede ifade edildiğine göre Hacı Bektaş Velî ile amca çocuklarıdır. Asıl adının Şeyh Halid Dediği olduğu söylenmektedir. Horasan’dan Anadolu’ya Konya-Ilgın Bölgesi’ne yerleşen Turgut ve Bayburt toplulukları ile birlikte gelen Türkmen beylerinden ve Horasan Erenlerinden birisidir. Dört yüz seksen dört beyitten oluşan, Dediği Sultan Menakıbı adında küçük bir vilâyetnamesi bulunmaktadır.
Denizli’deki Dediği Sultan Türbesi; Pamukkale - Karataş köyü, Eski Tavas – Denizli kervan yolu üzerinde, Kazak Abdal Sultan Türbesi’nin elli metre kadar yukarısında, Yukarı Tekke Mezarlığı’nın içerisindedir. Türbede, sanduka odasında güzel bir hatla Allah, Hazreti Muhammed, On İki İmamlar ve On Dört Masum-u Pakların isimleri yazılıdır.
Rivayet odur ki; Dediği Sultan, annesinden habersiz askere yazılmıştır. Gün gelip Anadolu’nun fethi için sefere çıkan bir ordu birliğine çağırılmıştır. Annesi çaresizdir ama yolda yemesi için torbasına biraz yol azığı koymuştur. Günlerce süren savaş sırasında, annesinin çantasına koyduğu azığı bile unutmuştur, Dediği Sultan. Anadolu’nun bir bölgesinde düşmanla savaşırken, ordunun yiyeceği bitmiş, açlık çekmeye başlamışlardır. O zaman Dediği Sultan, annesinin torbasına koyduğu yiyecek aklına gelmiştir. Çantasından çıkardığı yiyecek kendisini ve silah arkadaşlarının tamamını doyurmuştur.
Başka bir rivayet odur ki; Demirci Mehmet Efe’nin adamaları Denizli’yi basınca adamlardan bazıları Denizli halkı tarafından öldürülmüştür. Bunu duyan Demirci Mehmet Efe, Denizli’ye gelerek adamlarını öldüren kişileri bulmaya çalışmıştır. Yaptığı araştırmalar neticesinde Bababalımlar’dan bir gencin olaylara katıldığını öğrenmiş ve adamlarıyla bu türbelerin olduğu yere gelip evlerdeki herkesi öldürmek istemiştir. Efe ve adamları akşamüzeri evlerin batı tarafındaki kayaların dibine saklanarak siper almışlar. Demirci Efe: “Burada biraz uyuyalım da gece saatlerinde evi basar hepsini öldürürüz” demiş ve uykuya dalmıştır. Demirci Efe rüyasında burada yatan Dediği Sultan’ı görmüş. Efe’ye : “Adamlarını toparla ve hemen buradan git, eğer gitmezsen senin için hiç iyi olmaz” demiştir. Demirci Efe hemen uykusundan uyanmış ve adamlarına : “Hemen gidelim buradan, burada yatan dedeler bizim başımıza iş çıkaracaklar” demiş ve oradan uzaklaşmışlardır. Demirci Efe çok sonraları, olayın yaşandığı yıllarda milletvekili olan Hacı Hüseyin Mazlum Bababalım’a : “Senin evini basıp seni ve bütün aileni yok edecektim ama oradaki dedeler buna izin vermedi” diyerek itirafta bulunmuştur.






değerli hocam
Ibrahim Afatoğlu çok teşekkürler

10 Mayıs 2023 Çarşamba

 DEMİR – BABA TEKKESİ – I

Ahmet Hezarfen’in DEMİR BABA Yazıları

Çok değerli, kâmil insan Ahmet Hezarfen (1920-27 Mayıs 2005) sürekli okuyan, araştıran, üreten bir yazarımızdı. On boyunca bir baba-evlat gibi süren dostluğumuz öldüğü güne kadar devam etti. Yaşamını, Bulgaristan’daki kültürel yapıyı, çeşitli dergilerde çıkmış yazılarının bir kısmını da derlediğim, Deliorman’ın Koca Çınarı: Ahmet Hezarfen (2008), isimli kitapta onunla ilgili derli toplu bazı bilgiler yer almaktadır. Aynı kitapta da yer alan ve halen Bulgaristan Türk ve Alevi toplumu üzerinde çok derin izlere sahip Demir Baba’yla ilgili Rahmetlik Ahmet Hezarfen’in yazılarını ilginize muhabbetle sunuyorum. Kendisin büyük bir sevgi, saygı ve muhabbetle anıyorum.
Aşk ile sevgili dostlar…
DEMİR – BABA TEKKESİ – I
Ahmet HEZARFEN
Bak, bak, Silistre’ye
KIZANA’YA, DEMİR-BABA’ya.
Burada yatanlar, burada kalanlar
Bizim anamız, bizim babamız!
Demir-Baba Tekkesi YALNIZ Bulgaristan’da değil, Balkan Yarımadası’nda Osmanlı döneminden kalma, eşsiz ünlü bir yerdir.
Demir-Baba Tekkesi (Sboryanovo), Deliorman yöresinde Hezargrad kenti yakınında derviş tekkesi, ziyaret yeri. Ne zaman yapıldığı bilinmiyorsa da Osmanlı dönemine aittir.” (1)
Deliorman’ın Razgrad sancağında Mumcular (Sveştari) köyünün 4 km. batısında güzelliklerle dolu bir vadi uzanmaktadır. Bu derin vadide sarp kanaralıklar, henüz gereği gibi incelenmemiş doğal mağaraların altından yılan gibi büküle büküle “Demir-Baba Deresi” akmaktadır. Derenin başı güney batıda daralan yamacın sonundaki kaynaklardır. Bunlardan en önemlisi halkın kutsal saydığı “BEŞPARMAK” denen su Deliorman’ın en gür suyudur (saniyede 140 1). Bu suyun batısında iç avluda sarkan kanaralıklar altında taş türbe yükselmekte söylentilere göre burada Alevilerin evliyası “DEMİR-BABA” yatmaktadır. Bunun için buraya DEMİR-BABA TEKKESİ denir.
Bambaşka güzelliği ve heybetli görünümünden dolayı bu yer Deliorman’ın karakteristlik görünümünden ayrılmaktadır. Bu büyük taş türbe (mavzole) bir çok gezginin dikkatini çekerek onlarda buraya karşı ilgi uyandırdı, Demir Baba Tekkesi hakkında ilk defa Bulgar topraklarında 17.Y.Y. (1651) DA SEYAHAT EDEN Evliya Çelebi anılarında buradan söz etmektedir. 1860-1879 yıllarında Balkan ve Tuna Bulgaristan’ı hakkında buralarının tarihsel, coğrafya ve etnografyasını incelemek için F. Kanits yaptığı gezide bu tekkeyi de incelemiş daha sonra K. İreçek, K.İşkorpil, Fr. Babinger, An. Yavaşov ve S. Severnak da buraya ilişkin bir çok yazı yazmışlardır. Türbe pek büyük olmayan parlak iyi perdahlanmış taşlardan sarp kayalığın ağaçla kaplıyamacın dibine kurulmuştur. Binanın yönü doğudan batıya doğru olup tuğladan yapılmış alçak bir antereden geçince kubbesi sivri tepeli giriş binasından geçtikten sonra asıl mezarın bulunduğu 7 köşeli binaya girilir. Bu bina iki kayanın arasına yapıldığından duvarların boyları bir değildir. Türbenin ortasında ağaç bir lahit vardır.
Razgrad Arkeoloji Müzesi yöneticilerinden Anani Yavaşov 1934’te yayınladığı “Demir-Baba Tekkesi” kitabında derenin sol yakasında “Kalesırtı” ve “Dimitri Kalesi” kitabında iki kale bulunduğunu ve onların karşısında derenin sağ tarafında bir kale daha bulunduğunu, bu üç kalenin tam ortasında 500 m. kadar mesafede türbenin bulunduğunu yazar.
Arkeologlar çok eskiden burayı insanların kutsal saydığını, ziyaret ederek adak kurban kestiklerini söyler, hatta eski Bulgar Han’larından Omortag Han’ın buraya gömüldüğünü iddia ederler.
Buraya inşa edilen binaların çeşitli zamanlarda inşa edildiğini gösteren birçok kanıtlar vardır: Türbe binası iki kayanın arasına yapılmıştır ve iki yanında bütün kayadan yontulmuş merdivenler vardır. Bunlar, o zaman bina yapılırken iskele gibi kullanıldığını göstermektedir. Kuzey doğusundaki 6 merdiven hala durmaktadır. Türbenin bulunduğu yere eski Bulgar büyüklerinden birinin gömüldüğü sanılmaktadır.
Bulgarların kuzeyden geldikleri gibi Aleviler de kuzeyden Horasan’dan gelmiştir, birlikte yaşadıkları için birbirlerinin evliya ve azizlerine saygıları vardır. Buralara yerleşince buradaki yatırı ziyaret ederek her topluluk onu kendine mal etmeğe etmeğe çalıştıklarını ileri süren tarihçiler vardır. Müslümanlarda olduğu gibi Hıristiyanlar da burasını kutsal sayarlar.
Her yıl 1 Ağustos’ta İlinden (İliya günü) Bayramı yapılmaktadır. Burada adak kurbanları kesilir, Başparmak suyu zemzem gibi içilir, evlere götürülür. Türbenin batısındaki mağaralardaki Deliktaştan baş örtülerini geçirirler, güya başağrısına iyi geldiğine inanırlar. Türbenin güney tarafındaki taş duvardaki deliğe taş atarak şeytan taşlanır. Beşparmak suyunda yıkanıp bir gece orada kalınca hastaların sağlığa kavuşacağına inanılır. Evliya Çelebi bir zamanlar burada 150 derviş bulunduğunu, aş ocağının gece gündüz kaynadığını, gelene geçene yemek verildiğini yazıyor. Hatta bu gelenek yakın zamana kadar (30’lu yıllar A.H.) süre süregelmiştir.
K. İreçek ve Fr. Kanits’e göre Demir kelimesi lakab olup asıl adının Hasan olduğunu söylüyorlar. Demir Baba’nın pehlivan olduğu da söyleniyor, fakat lahit üzerindeki levhada: “Ali’den üstün süvari yoktur” yazılı olup Demir Baba’dan söz edilmemektedir. Türbede Demir Baba’nın olduğu söylenen büyük bir çakı ve 40 cm. uzunlukta 3-4 kg. ağırlığında bir çift madeni ayakkabı vardır, bunun için ona Demir lakabının verildiğini iddia eden tarihçiler vardır. Türbenin dış tarafında yuvarlak 75 kg. ağırlağında yalabık bir taş vardır, buna fındık taşı derler (Ekim 1944’te ziyarete gittiğimde bu taş yerinde yoktu, bazı nedenlerden ötürü ortadan kaldırıldığı söyleniyordu A.H.).
Söylenceye göre, Demir Baba mezarını kendisi yapmıştır. Halk arasında söylenenler: Demir Baba’nın Tatar ülkesine, Moldovya’ya Macaristan’a giderek birçok savaşlara katıldığı, Viyana savaşından dönüşte Budin Kalesi yanından geçtiği ve gelip şimdi türbenin bulunduğu yere yerleştiği şeklindedir, bunun için kesin tarih yoktur, bugüne kadar bu türbenin esrarı bir türlü çözülemiyor. Kimisi burasının eskiden beri kutsal bir yer (ayazma) olduğunu iddia ediyor, dayandıkları: Tırnova’da bulunan bir yazıda “Pliska (İlk başkent Pliska-Aboba) ile Tuna nehrinin tam ortasında suyu bol, sarp kayalıklar arasında doğal bir kal’a gibi yer olduğunu..” bildirmektedir. Türbenin iç avlu kapısı üzerindeki 2x0.9 m. taşın bir lahit olduğunu kanıtlamaktadır. (2)
“Deliorman’a tarikatlar çok eskiden yerleşmiştir. Şeyh Bedrettin Sinop’tan Eflak’a geçtiği zaman, Deliorman’dan etrafına binlerce kişi taraftar toplanmış, Kocobalkan’ın güney tarafına geçerek devlete kafa tutmuştu. Bunlar daha önce tarikata aşina adamlardı. Deliorman’a o zaman Ağaç Denizi denirdi. Çünkü sık, güneş geçmez ormanlarla kaplıydı. Aşık paşazade ayni tabiri kullanır. Şeyh Bedrettin’in torunu Hafız Halil’in atasını müdafaa için yazdığı mesnevisinde ayni tabir vardır: “Düştü Ağaç Denizi’ne merhale” diye yazmaktadır. Sonraları Deliorman denilmiş, resmi kayıtlarda ise Divane Orman tabiri geçer. Burada asırlarca halkın gönlünde yatan bir ermiş kişi vardır ki, o da DEMİR BABA’dır. Kayıtlarda Timur Baba, Timur Dede, Umur Baba diye üç şekilde yazılı olan bu zatın tekkesi Deliorman’ın göbeğinde tabiatın güzel bir köşesinde, yeşil orman içinde su kenarına kurulmuştur. Civardaki orman meşe, gürgen, ıhlamur, karaağaç, dişbudak, fındık, kızılcık, her nevi ağaçlarla kaplıdır. Ormanda kuşların ötüşü manzarayı daha da şairane süsler. İşte tarihi belirsiz Demir Baba, burayı kendine hem mesken hem medfen seçmiştir.” (3)
Evliya Çelebiden: RUSÇUK’tan SİLİSTRE YOLCULUĞU
Evvela şarka Tuna sahillerini takip ederek (İlhanlar) köyüne geldik. Rusçuk nahiyesidir. Burada Deliorman derler mamur nahiyelerdir. Paşaların has voyvodalığıdır. “Mum söndürüp, şah sevindirir” diye bir taifeyi kötülerler ve düpedüz iftiradır. Ancak bir alay rençber fukara levend meşreb adamlardır. Oradan (Küçük İlhanlar) köyüne geldik. Buradan yine şarka doğru Mustafa Baba (Demir Baba) tekkesine geldik.
Mustafa Baba Tekkesi: Hacı Bektaş Veli tekkesidir. Rum, Arab, Acem’de meşhur tekkedir. Bir yerden geliri yoktur. Yüz elli baş ayağı açık erbab-ı maariften fakr ü fake erenleri vardır ki, gönülleri yanık dervişler asıl bunlardır. Alçak bir geniş meydanı var. Şiddetli kışta araba ile meydanı muhabbete pelit odunları yığıp, alev alev yakıp bütün aşıklar dört taraftan can sohbeti edip devletin devamına, padişahın şevketine duaya devam eder ki önder pir-i azizin mübarek mezarı etrafında o kadar sanatlı gece kandiller ve şamdanlar ve alem, tabıl, kudümler vardır ki, dillerle anlatılmaz. Gündüz gece mutfağında yemeği pişirip gelip geçene sabah akşam nimetleri boldur. Bu kadar masrafları olunca beyan ettiğim üzere belirli bir geliri olduğundan ileri gelmeyip ancak bazı hayır sahiplerinin adak ve ihsan gibi bazı hediyelerindendir.” (4)
Söylenceye göre Demir Baba civar köyleri (Kuvancılar, Kızılburun vb. köyleri) dolaşmış hiçbir köy ona yer vermemiş, o da onlara “Sizin öküzünüz kırmızı olsun... Sizin kızlarınız kocaya gitmeden evde doğum yapsın... Siz her Cuma günü camiden çıktıktan sonra kavga edin” diye ilenmiş, (büyükler o köyleri Demir Baba’nın ilenci tuttu diyordu. A.H.) Türbe küçük bir avlu içerisinde bulunmaktadır. Binaya girmezden önce sağ tarafta yerde delik taş olup bu delikten kadınlar çenber (yazma) lerini geçirerek başağrısından kurtulacaklarına, soldaki deliğe göz kapayarak işaret parmaklarıyla uzlatıp şeytanın gözünü çıkaracaklarına, Türbenin dışında sol tarafta (güney’ki büyük ağaca sarılıp istediğini diler, kuzey batıdaki türbe binasındaki merdivenlere çıkıp arkaca inerse çocuğu olmayan kadınların çocuğu olacağına kayalıktaki mağaradaki delik taştan üç kere geçilirse günahtan temizleneceğine, fındıktaşı yanında dilek namazı kılınırsa her istediği olacağına inanılır. Sandukanın ayak ucundan alınan toprak derde deva olduğu, türbe içinde mezar başında yeşil sarıklı bir kavuk vardır, herkes bunu başına giyer istek ister, başucunda büyük bir çakı vardır, bu çakı ile Dede’nin türbe taşlarını yonttuğuna inanılır bu çakı ile bacak ve kollara vurulur, demir ayakkabılar giyilerek “ayaklarım, dizlerim demir gibi sağlam olsun” derler. Fındıktaşını günahsız kişilerin kaldıracağına inanırlar, bu taşı kaldıran kadınlar, omuz başından arkasına atan erkekler olduğu gibi türbe önündeki ahşab binanın üst katına alıp merdivenlerden yukarı çıkaran erkeklerde vardır.
KAYNAK:
1- Bulgaristan’da Türkçe Yer Adları Kılavuzu – M. Türker Acaroğlu Ankara, 1988, s.132
2- Taynata ne edna grobnitsa (Bir Türbenin Esrarı) – Evgeniy Teodorov Sp. “Nauka i tehnika” 1972 Ludogoriya (Deliorman Gazetesi).
3- Bulgaristan’da Türkler-Osman Keskioğlu, Ankara, 1985 Kült. Bak. s. 51, 52
4- Evliya Çelebi Seyahatnamesi, 1970, Cilt: 5, s. 228
Cem Dergisi, Demir Baba Tekkesi 1, Sayı: 29, Yıl: 1993, Sayfa: 45-47
DEMİR – BABA TEKKESİ – II
Ahmet HEZARFEN
“Türbenin çıkışında bir kaynak vardır. Çok bol, berrak ve gür suyu bulunan bir kaynak, adı da Beş Parmak. Rivayete göre Demir Baba beş parmağı ile yeri şöyle bir dürtüvermiş ve yerden hemen su fışkırmış. Üzerine bir kameriye yapılmış. Kaynaktan fışkıran su aşağıya doğru Demir Baba vadisinden akıp gider, böylelikle de küçük bir dere, bir akarsu meydana getirmektedir. Biraz daha ileride, suyun üzerine bir köprü kurulmuş. Burası “Kurban Kesme” yeridir. Etrafta ahşap bina vardır. Bu binalar da Türk tarzı mimarisine uygun olarak yapılmıştır. Bir tanesinin ismi Meydan Evi’dir. Çünkü bina bir meydan kadar büyüktür. Şekli yuvarlaktır. Bir daireyi andırır. Tavan tahtaları kenardan başlayarak tavanın ortasında bir noktada birleşirler. Üçgen şeklindeki bu tahtaların uçları, tavanın tam ortasında bir noktada birleşir ve ortada bir delik meydana getirir. Ziyaretçiler ekseriya kadınlar bu deliğe parmak sokup dilekte bulunurlar. Demir Baba Tekkesinin bir camii vardır. Son zamanlarda burada kargir bir binanın da yapıldığını biliyorum. Tekke bir siteyi andırır. Demir Baba vaktiyle bütün bu siteyi çevirecek bir şekilde taştan bir duvar yapmış. Rivayete göre yalnız bu taş duvarları Baba, bir Cuma günü Cuma namazına kadar yapıvermiş. Türbe’nin bitişik olduğu kaya çok diktir. Özel bir dar yoldan yukarıya kayanın düzüne çıkılır. Kayanın düzünde taş üzerinde Demir Baba’nın ayak izleri vardır. Ayrıca namaz kıldığı yerlerde ayak izleri, secdeye vardığında dizlerinin yerleri ve ellerinin taşa dayandığı yerler, alnını yere koyduğunda meydana gelen oyuklar bellidir. Biraz daha ileride avlanmıştır. Buralarda av kovarken kendi izleri, kopoy ve tavşan izleri görülür. Bütün bu yazdıklarım işin efsanevi tarafıdır. Hakikat olan şudur ki, ortada şirin bir türbe değerli bir mimari eser mevcuttur. Zahiri şekline ve mimari tarzına bakılırsa Mimar Sinan veya onun bir çırağı da kalfası yapmıştır.
“Demir Baba halkın çok hürmet ettiği bir zattır. Her mevsimde ziyaretçiler eksik olmaz. Alevi, sünni hepsi akın akın gelir (Deliorman, Gerlova, Tuzluk ve Dobruca Alevi’leri Ekim ayının başında belli bir günde toplanarak ayin-i Cem yaparlar A.H.) Kurban kesilir, dilekler dilenir, adaklar yerine getirilir.Demir Baba’nın Romanya Voyvodası ile bazı menkıbeleri halk arasında hala söylenir. (Voyvodanın karnının şişmesi, bundan kurtulmak için tekkeye tuz vakıf yapması gibi.) Demir Baba Razgrad İslam cemaatine bağlıdır. (Bulgaristan Osmanlı devletinden ayrıldıktan sonra burasının vergisini civardaki Küçük Kokarca, Büyük Kokarca, Mumcular, Zavut, Duraçköy, Yunus Abdal köylerinden hiçbiri üzerine almadığı, bunu Razgrad’ın ödemeyi kabul ettiğinden orasının vakfı olduğunu söylüyordu köyümüz yaşlıları A.H.) Tekkenin geniş arazisi, vakfı vardır, fakat elde vakfiyesi yok, belki mütevelliler elinde kalmış. Vakfın mütevelli, nazır kayıtları mevcuttur. Tevliyet ciheti akrabaya şart edilmiş. Vakıflar Genel Müdürlüğü Defterlerince Demir Baba’nın nezahat, tevliyet, hatiplik cihetleri kayıtları vardır.” Hezargrad’da medfun Şeyh Timur Baba zaviyesi evkafının hasbi nazareti seyyid Molla Osman’a Tevcih, 18 Safer, 1195 (1780) (Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi 1168 No.lu defter). (6)
1930-31 yıllarında Demir Baba türbesinde yatanın Han Omortag olması olasılığı üzerine kemikleri çıkarılıp bilimsel incelemeler sonucu buradaki cesedin kemiklerinin üç-dört yüzyıl önce yaşamış bir kimseye ait olduğu anlaşıldı, kemikler yeniden türbeye gömüldü. Bu mezar davasında Razgrad İslam cemaatı çok uğraştı, bu hususta Rusçuk mebusu Hafız Sadık’ın çok yardımı olmuştur. Tarihçi Trenkov (Şumnulu) Demir Baba hakkında inceleme yapmıştır. Anani Yavaşov (Razgrad’lı) Demir Baba hakkında kitap yazdı.
Dobruca ve Deliorman’da Demir Baba ile GİZLİ SULTAN (Bedrettin ) adı geçer. Bugün tarikatlar gittikçe artan bir dejenerasyon seyri içindedir.
Rumeli’de Abdalların (Rum Gazileri) dervişlerin rolü büyüktür (7). Yavuz ve Kanuni zamanında Alevilerin Anadoludan Balkanlara sürülmesinde Alevilik yayıldı. Dobruca’da Sarı Saltık Dede Ahmet Yesevi ile Hacı Bektaş Veli’nin mürididir (😎. Demir Baba Sarı Saltık Dede’nin mürididir. Bulgarlar Demir Baba Tekkesine Sveti Dimitar (Aziz Dimitar) derler, bu tekke 1944 yılına kadar Razgrad İslam Cemaatı’nın idaresindeydi (9).
NEFES
Arzulayıp sana geldim
Ol mübarek yüzün gördüm
Eşiğine başım koydum
Timur Baba Hu.
Kubbelerin yaldızlıdır
Kandilleri dizilidir
Anda Allah gizlidir
Timur Baba Hu.
Matbahında kaynar aşı
O’dur anların hem başı
Hüseyin Dedem kardaşı
Timur Baba Hu.
Baş ucunda durur tacı
Erenler ana duacı
Ana varan oulr Hacı
Timur Baba Hu.
Etrafında yeşil bağlar
Ortasında sular çağlar
Dertli Katip (10) durmaz ağlar
Timur Babam Hu.
Kaynak:
5- Kader Kurbanı- Osman Kılıç, Ankara, 1989, Kült. Bak. s.8,9
6- Bulgaristan’da Türkler-Osman Keskioğlu, Ankara,1985,Kült.Bak.s.52,5
7- Yeni Hayat- Edebi Makaleler, Rıza Mollov s.115
8- Gacanov ve Marinov
9- Bulgaristan Türkleri – M.Necmettin Deliorman – s.64
10- Dertli Katip, Şumnu’ludur. Deliormanda Bektaşi Tekkesi Demir Baba’nın mürididir. Naki Baba’nın verdiği bilgiye göre 1694 yılında yaşıyordu.
Cem Dergisi, Demir Baba Tekkesi 2, Sayı: 30, Yıl: 1993, Sayfa: 48-49
ADALETİN SAVAŞÇISI
DEMİR BABA
Ahmet HEZARFEN
Demir Baba yalnız bilginler bilgini olarak değil yoksulların, zulme uğrayanların adil savunucusu olarak da ün yaptı. Birçok haksızlığa çaresizliğe uğrayanlar hemen yardım ve himaye etmesi için ona koşuyor, o da mazlumları ezip geçiren paşa, bey tahsildar ve kadılara yeri geldikçe layık oldukları cezayı veriyordu.
Ona, ilk önce Kemaller Köyü’nün sürü sahipleri başvurdu. Padişah’ın tahsildarları düzmece çizelgelerle, hayvan sayısını iki, üç kat fazla yazıp, yılda üç defa vergi toplamaya geliyorlar, gelirken de yanlarına yağlı kamçılı jandarmaları alıp getiriyor, hayvan sahipleri üzerine çörekleniyor, hafta boyu kendilerini kuzuyla beslettiriyorlardı. Bilginler bilgini, adaletin savaşçısı Demir Baba, köylünün şikayeti üzerine, sahtekarlık, düzmecelik olup olmadığını anlamak üzere, tahsildarların kitap ve defterlerini görmeye gitti. Onları “Üçpınarlar” yanındaki “Kitap Kulağı”nda ziyafette bir kızartılmış kuzunun üzerine çökmüş, habire tıkınırken buldu. Etraflarındaki jandarmalar yan gelmiş yatıyorlardı. Bilginler bilgini Demir Baba bunlara yaklaşarak: “Bu bölgedeki yoksul kişilere niçin bu kadar vergi yükletiyorsunuz? Bilmez misiniz haksızlığın her zaman hoşnutsuzluk, başkaldırı doğurduğunu?” Tahsildarlar başlarıyla jandarmaları işaret ederek: “Şu Pir-i faniye bizim adaletimizi gösteriverin!” der demez jandarmalar yerlerinden fırladı, vurmak için kamçılarını kaldırdılar. Fakat adaletin savaşçısı sağ elini yukarı kaldırınca yukarı kalkan kamçılar aşağı inip sırtında şaklayacağı yerde, kızgın yılan gibi kasırga halinde dolana dolana yukarı çıkarken tahsildarların kitap, defter ve hesap pusulalarını da alıp gökyüzüne kaldırdı. Yırtılan kâğıtlar “Kitap Kulağı” ve tüm Deliorman alçağına dağıldı. Sürü sahipleri, “Kurtulduk!” diye sevinçten bağrışıyor, “Akkoyun meler gelir-Dağları deler gelir” türküsünü söyleyip oynuyorlardı. Vergiden kurtulanlar Demir Baba’ya minnettar kalarak ona bir kuzu hediye ettiler. Bu olaydan sonra bu yere “Kitap Kulağı” sonraları ise “Kurtuluş Kulağı” denmeye başladı. Daha sonra kısaca “Kurt Kulağı” ve çevredeki ormanda “Kurt Ormanı” adını aldı.
Yıllar sonra, 1876 yılının Mayıs ayında Tanö Voyvoda çetesiyle bu ormana saklanmıştır. Padişahın tahsildarları bir daha buraya Demir Baba’nın sihirli gücünden korkarak yaklaşmaya cesaret edemediler. Yetkililer başları önde, yüzleri kıpkırmızı, boyunlarını eğerek İstanbul’a savuldular. Bir daha onlardan haber alınmadı. Sürü sahipleri birkaç yıl vergiden kurtuldu.
Adaletin savaşçısı Demir Baba’ya ikinci şikâyet, Razgrad ahalisinden geldi. Kadıdan şikâyetçiydiler: Razgrad kadısının şeriata göre hüküm vermediği, yargıladığı kişilerden, kim rüşvet verirse onu haklı çıkardığı çok açgözlü olduğunu, rüşvet olarak topladığı paralarla tefecilik yaptığı, borç verdiği paraları iki üç kat olarak topladığı... Allah göstermesin, bir kişi borcunu ödemeden ölürse, gömülmesine izin vermediği, eğer gizlice ölen olursa gidip sırıkla mezarını döverek üzerine kaynar su döktüğü anlatılıyordu. Eğer biri cesaret edip bu haksızlıklarından dolayı şikayet edecek olursa hemen cezaevine kapatır, yada isyancı olarak Razgrad, Popköy yolu kenarındaki “Darağacı”na yollayıp, malına mülküne el koyuyordu. Kadı, özellikle haksızlıkları hakkında türkü düzen aşıklara, fıkralarla onunla alay eden yada halka onu buradan kovalamalarını telkin eden hikayecilere hiç soluk aldırmaz, onlara elinden gelen kötülüğü yapardı. Razgrad ahalisi Demir Baba’nın ayaklarına kapanarak: “Aman Demir Babacığım. Bizim Razgrad kadısı bize akgün göstermiyor. İnim inim inletiyor. Gel bizi ondan kurtar!” diye yalvardılar. O da kalkıp Razgrad’a gitti. Kadıyı mahkemede aradı, mübaşir: “O, ona borcu olan birini cezalandırmaya mezarlığa gitti” dedi. Mezarlığa gitti, ne görsün kanunun temsilcisi kudurmuş halde, elinde kalın ve uzun bir sırıkla taze bir mezara vur ha vur, hem dövüyor, hem sövüyor: “Borcunu ödemeden savuşacaksın ha? Seni kırk gün etin kemiğinden ayrılıncaya kadar öyle döveceğim ki, benim elimden hiçbir borçlunun kurtulamayacağını bilesin!” Bilginler bilgini yaklaşarak hayretle: “Sen nasıl insansın, hiç kimseden sıkılmıyor musun? Ölünün mezarını küfür ederek dövüyorsun, günah değil mi?” “Sen de kim oluyorsun, nereden çıktın?” diye kadı, köpek gibi hırladı. Demir Baba: “Ben adaletin savaşçısıyım” deyince de: “Burada adaleti yallnız ben veririm” diyerek dişini gösterdi. “Savul git işine, elimdeki şu sırıkla sana da paysınırsam, görürsün gününü!” “Sırığın iki ucu vardır” diyen Demir Baya’ya padişahın hakimi, sırığı yukarı kaldırarak: “Al sana bir ucunu” diyerek var güçle Baba’nın üstüne yürüdü. Demir Baba sağ elini kaldırınca, kadı neye uğradığını anlayamadı. Sırığa sarılmış olarak yere çöktü, ağzı köpürmeye başladı. Meğer felç gelmiş! Alacaklasının üzerine düşerek tepine tepine can verdi. Oraya gömüldü. O günden sonra burasının adı “Kadı Mezarı” olarak kaldı. “Başpınar” üzerindeki mezarı, yakın zamana kadar yaşlılar tiksine, tiksine gösteriyorlardı. Demir Baba bu kadının cenazesinde bulunan halka: “Bu kadı, sultan kadar zenginliğe sahip olmak isterdi. Şimdi, al sana iki ve üç arşın dödüğün borçlu fakirin mezarı kadar toprak. Sana verilen bu yüce makamda bu açgözlülük neydi? Para yada, toprağa da doy şimdi!” diye konuştu.
Demir Baba, Kara Davut Paşa
Sultan I. Murad. Başkomutan Kara Davut Paşa’nın 1000 süvari ile Balkan’a yürümesini Maçin, Deliorman, Dobruca, Batova ve Tuna’dan denize kadar tüm ülkeyi, yeri göğü birbirine katmasını emretti. Kara Davut, bir zamanlar Tiça denen Kamçı Çayı’nı geçerek Balkan’ı astı. Karapanca. Dobruca, Batova ve Çukurköy vadilerindeki tüm kilise ve manastırları toz duman etti. Tuna nehri ve Karadeniz arasındaki toprakları zaptederek İstanbul’a döndü. Sultan’a: “O toprakları toz ettim. Kül ettim” dedi. Sultan da bundan sonra o yerlere “Tozluk” densin diyerek Kara Davut Paşa’yı Deliorman’ın en güzel ile mükafatlandırdı. Beşparmak kaynağından Ayazına kasabası duvarların yıkıntılarına kadar olan vadi Kara Davut Paşa’nın mülkü oldu. Balkanla Deliorman arasındaki yerle “Tozluk” dendi.
Karapança Deresi Vadisi’nin Sahibi
Karapança Deresi Vadisi’ne bir ıssızlık çöktü. Canlı cansız her şeyin üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi uyuyordu. Yalnız Beşparmak kaynağından fışkıran durucacık sular şırıl şırıl akıyor, karaca ve sığınlarla arasıra Aziz Georgi Tapınağı’nın yıkıntılarına mum yakmaya gelen karamsar dindar köylülerin susuzluğunu dindiriyordu. Bu insanlar buraya geldikçe dertli dertli: “Neredesin Aziz Georgili!”, yahut; “Neredesin Demir Babacığım?” diye haykırdıkça. Vadinin sahibi de üç defa yankılanan “Eee! Eee!” diye ölmediği. İnsanları korumasını sürdürdüğünü onlara sezdiriyordu. Her yıl bahar gözünü açtığında Hıdırellez (Hızır İlyas) günü çevre köyler halkı Beşparmak kaynağı yanındaki manastır yıkıntıları üzerine yine mumlar yakıyor bunların savkı titreye titreye gecenin geç saatlerine kadar parlıyordu. Bu bölgeyi zapteden Kara Davut Paşa bu mum yakma işine bir türlü razı olmuyor. “Manastır yıkıntıları üzerine her kim mum yakarsa öldürülüp cesedi de gömülmeden bırakılsın, bu cesetlerin ruhu geceleyin hortlak gibi dolaşıp feryat etsin. Yolcuları korkutsun” dedi. Bundan sonra her ilkbahar yerden som sarı çiğdemleri çıkıyor. Canlı mumlar gibi ışık saçtıkça dağ yalıma desiyor, taş yalıma kesiyor toprak yalıma kesiyor, her gece yakındaki vadide gömülmeyenlerin ağlayış ve inlemeleri gece kuşlarının çığlıklarına karışarak yolcuları korkutuyordu. Bundan ötürü Türkler buraya “Cinkulağı” diyordu. Her yıl manastırın tapınak bayramı Hıdırelle’de çevre köy ahalisi Hıristiyan, Müslüman yine buraya akın ederek Beşparmak kaynağı yanındaki manastır yıkıntıları üzerine yaktıkları mumların şavkı vadinin kuytu yerlerini aydınlatırken insanların ruhunda da bu vadinin sahibi “Demir Baba” sağ. Karanlıkta yankılanan onun sesi, ondan başka burası kimsenin olamayacağı ümidi uyanıyordu. Fakat komutan Kara Davut Paşa bu durumu anlıyor ve buna çok öfkeleniyordu. Kılıcıyla birçok yerleri. Kal’aları alıp insanları dize getiren. Şimdi bunları mı itaat altına alamayaak? Burasını çiftlik haline koyup sürü sürü koyun. Sığır geçtirecek Beşparmak Kaynağı yanındaki kenara altına da ahır, ağıl yapmaya karar verdi. Karapança Vadisi’nin tam sahibi oldu. Irgatlar çobanlar artık manastıra mum yakmaya gelen kimseye buraya ayak bastırmayacaktı. Kara Davut Karanlık altına ahır ve ağıllarını yaptırdı. Koyun ve sığır sürüleri geldi Artık Beşparmak Kaynağı çevresinde çoban ve sığırtmaçların bağrısı, köpeklerin bağırmaları işitiliyordu. Derenin mezrasında bol mera vardı. Çiftlik sahibi ve çobanlar da çok memnundu. Hıdırellez de yaklaşıyor onu karşılama hazırlığı yapılıyordu. Bayram akşamı yüzlerce Hıristiyan Bulgar ve Müslüman ahali yine gelmiş vadide yanan mumlardan çıkan mülayım ışıklar parlıyordu. Tam bu sırada Kara Davut askeriyle gelerek kime yetişebilirse kimini kurşuna dizdi, kimini kılıçtan geçirdi. Çevredeki ovalarda sarı çiğdemler daha çoğalırken Çinkulağı’nda gece kuşlarının çığrışları daha da arttı. Ve çok geçmeden Kara Davut’un hayvanlarında salgın hastalığı belirdi: Kelebek hastalığı koyunları kırıp geçiriyor, sığırlar da bilinmeyen bir hastalığa yakalanınca sığırtmaçları bir korku aldı. Kara Davud’a buradan başka bir yere gidelim diye yalvarmaya başladılar. Fakat o dere boyundaki meradan çığ geç kalktığı bunu otlayan koyunlarda bu nedenle kelebek hastalığı olduğu, bunun için koyunları oraya salmamları güneşli yamaçlarda otlatmalarını emir etti. bu emre uyan çobanlar sürüleri yamaçlardada otlatmalarını emir etti. Bu emre uyan çobanlar sürüleri yamaçlardaki merada otlatmaya başlayınca hayvanlar yine döllenip semirdi. Bu düzelme Hıdırellez’e kadar sürdü.
Hıdırellez gelince yine Hıristiyan Bulgarlar Müslüman Bulgarlar manastıra geldiler. Tarih tekerrür etti. Kara Davut yine bayram yerini kan gölüne döndürünce, yine intikam da gecikmedi. Bir gece hayvanlar sakin sakin geviş getirirken çobanlar ve sığırtmaçlar Cinkulak’taki gece kuşlarının çığlıklarını korkuyla dinliyordu. Tam bu sıra yukarıki kanaradan kopan büyük bir kaya parçası yuvarlanarak Beşparmak kaynağı yanındaki ahır ve ağılları içindeki hayvanlarla birlikte ezip geçirdi. Irgat ve çobanlar yine çiftlik sahibi kara Davut’a koşarak bu lanetli yerden başka bir yere göçmelerini rica ettilerse de yine razı olmadı. Bu defa kanaralık üzerindeki Taşlı Bayır düzlüğüne ahır ve ağılları yapmaları burada koyunlara ne kelebek hastalığı ne üzerlerine kaya gelmeyeceği hayvanların orada güdülmelerini emir etti. Irgat ve çobanlar buna uydu kanaralık yaylasına taşındılar. Aşağıda manastırlık kenarında uzaklaştıkları, gece kuşlarının acı acı çığlıklarını duymadıkları için biraz sevinir gibi oldular. İşler Hıdırellez günü mumların şavkı manastır yıkıntıları üzerinde parlamaya başlayıncaya kadar iyi gitti. Hıdırellez günü Kara Davvut vadiyi askerle kuşattı, manastıra mum yakmaya gelenlerden kimse sağ çıkmadı. Kara Davut kendi kendine: “İşte görün, vadinin sahibi bak ne yaptı! Sürüler Kanaralık üzerindeki güneşli yaylada yayılıyor. Artık onlara kelebek hastalığı gelmiyeceği gibi üzerlerine kaya da düşmeyecek!” diye gülümseyerek söylenirken tam bu sıra Taşlı Bayır tarafından acı acı haykırışlar. Korkunç sesler gelmeye başladı. Başını kaldırıp baktı, kuyruğunu diken, böğürü böğürü önüne geçilmeyen sığırlar kendini uçurumdan aşağı atıyor çobanlar ürkmüş sürünün bir türlü önünü alamıyor sel gibi önündekini silip süpürüyor.
Bunu gören Kara Davud korkudan donup kaldı. Olanlara hayretle bakıyordu ürken sığırlar kanaralığın başdöndürücü yüksekliğinden kendilerini aşağı attıkça olgun karpuzlar gibi kayalığın altında parça parça dağılıyordu. Hiç biri sağ kalmadı. Ardından koyun sürüsü akın etti. Onların sonu da sığırlar gibi oldu. Kara Davud kederinden inleyerek: “Allahım beni niçin cezalandırıyorsun? Bu dinsiz ülkede senin kutsallığını yaymak için ateş ve kılıçla az mı uğraştım. Beni bu vadinin sahibi sen yapmadın mı? Gavur manastırlarını yıkıp onların üzerinde mum yakmaya cesaret edenlerin tümünü cezalandırmadım mı? Bu bölgedeki ahalinin dinlerini bırakarak onlara İslamiyeti kabul ettirmedim mi?” diye söyleniyordu. Bu uğursuzluğun nedenini öğrenmek için okumuş hocaları, bilginleri topladı. Hocalar kalın kitaplarını açarak başlarını eğdiler. Kendi aralarında mırıldandılar ve sonra Paşa’ya:
- Bu yer kutsal bir yerdir. Vakt-ı zamanında burası çiftlik yapılıp hayvan bakmaya tahsis edilmemiş bir vakıf arazidir. Bu vadinin ve su kaynaklarının başka sahibi var. Burasının sahibi sen değil kısmetini başka yerde ara Paşa Efendi! Burada manastır varmış yine olacak. Her yıl bahar bahar gözünü açıp Hıdırellez geldiğinde manastır üzerinde yüzlerce mum yanacak. Bölgediki insanların dinini değiştirsen de yüzyıllardan beri yapılan gelenek ve görenekler, adaklar yapılacak!
Eğer bu halkın inancına, kutsal yerlerine saygı göstermezsen bu manastırın laneti, bu manastırın gazabı bu manastırın hışmı senin üzerinden kalmayacak!” deyip kara kaplı kitaplarını kapadılar. Kara davut birden öfkeye kapıldı. Yanına önüne bakmadı. Bir emir vermek istedi. Ağzı kurudu sonra düşündü... gün geçtikçe bir lanet çemberiyle kuşatıldığını ta yüreğinin başında duydu. Birden kararını değiştirdi. Irgat ve çobanlarına hemen başka yere göçmelerini emretti. Beşparmak kaynağı alçağına yine karanlık bir ıssızlık çöktü. yAlnız eski Bulgar Krallığı’ndan kalma bu çevrenin gelenekleri ve eski tapınağın bayramı unutulmasın diye Hıdırellez günü uzak ve yakın köylerden gökten düşer. Yerden biter gibi bir kalabalık manastır yıkıntıları üzerine mum yakmaya geliyor bunların şavkından karanlık Cinkulağı yolumu kesiyor. Aradan çok yıllar geçti. Nihayet buraya Kızılbaş Dervişi Hasan Pehlivan Baba gelerek bu ıssızlığı bozdu. Hasan Pehlivan Baba hakkında gizli kitap “Velayetname”nin 21. sayfasında belirtildiği üzere anası soylu bir Hıristiyan aileden olduğu Derviş Hasan Pehlivan Baba bu manatır ve vadideki kaynakların daha eski sahibi olan Demir Baba (jelezniya Başta) denen zatın kendisi olduğu onun hakkında söylenen efsanelerin kendisininmiş gibi kabul ettirmeye çalıştı. Eski tapınağın bayramı olan Hıdırellez’i bayram olarak tanıdı. Eski adet ve gelenekleri yapmaya gelenlere engel olmadı. Demir Baba ölünce mezarı üzerine yedi köşeli bir tekke yapıp kubbesine ortasında hac olan hilal (polummesets)i koydular. Doğudaki kayalara da kaynakların suyunu kesen ejderi öldüren “Aziz Georgi”nin resmini yerleştirdiler.
Çar İvan ve Hekim Ali Baba
Çar İvan Şişman Anadolu Türkleri ve Kara Araplarla savaş yaptığı güçlü zamanında bir defa Deliorman’dan geçmişti. Askerlerinin hepsi zırhlı süvari, atlar da at, yiğitler de yiğit! Hepsinin par par yanan kılıçları ve uzun mızrakları vardı. Önlerinde Çar İvan Şişman koyu kırmızı takımla donatılmış bir beyaz aygır üzerinde, yanında genç kraliçe de al bir kısrağa binmiş. İyi donatılan asker insana cesaret verir!
Çar İvan Şişman, Şumnu Ovası’ndaki Şumnu Kalesi’ne savaşa gitti. Bu savaşta Kraliçe ağır yaralandı. Her ne kadar tedavi etmeye çalıştılarsa da bir türlü iyileşmediği gibi yara daha da azdı bu nedenle Çar İvan Şişman onu kilise ve manastırlara götürürken yolda her dinden hıristiyan olmuş ve olmamış insanlara rastladı. Kimine yardım etti kimini tepeledi. İlk önce Gökçe-su yakınında Tekke-Mahalle (Manastrisko-Razgrad ilçesi) Manastırına sonra Sene-bir Şumnu ilçesi) yanında Karabaşlı (Çernoglavtsi) Manastırına, daha sonra Sipahiler (Lomtsi-Eskicuma ilçesi) köyündeki Aziz İliya manastırına, Musa Baba (Tsarkvina-Razgrad ilçesi) köyündeki “Aziz Simeon” manastırına, en nihayet Mazharpaşa (Voden) köyündeki “Aziz Dimitri” manastırına dayandı, oradan Demir Baba’ya gitmeyi düşünüyordu. Ormanda koyunlarını güden Demir Baba’nın en büyük kardeşliğine rastladı. Yüzyaşındaki Bilgin lülesini tüttürmeye çalışıyor, kavı ateşlemek için ha bire çakmak çakıyordu. Çar İvan Şişman: Hayarlı günler ihtiyar, “Aziz Georgi” Manastır’ının yolu bu mudur? Kraliçenin derdine derman aramaya çıktık, günden güne fenalaşıyor.
- Bu yol Demir Baba Manastırı’nın yoludur. Demir Baba benim kardeşliğimdir, fakat yüzyıldan beri taş kapıları kapayıp içeri çekildi, kimseye açmıyor, eğer derman arıyorsanız biraz aşağıda Ayazma kasabasındaki manastırda benim diğer kardeşliğime, Denizlerli Hekim’e gidiniz, ancak sizin derdinize o çare bulur, o tüm şifalı bitkilerin etkisini bilir ve bütün hastalıklardan anlar dedi. Çar İvan Şişman:
- “Bu Hıristiyan mı, değil mi?” diye sorunca:
- “Orası sana ne lazım, çok önemli mi siz derman aramaya çıkmadınız mı? Uğurlar olsun, sağlıkla gidiniz, dille, elle yardım, iyilik yapana dua edin!” Diye yüz yaşındaki Bilgin yanıt verdi.
Çar İvan Şişman Çayırdere boyunca Demir Baba altından Zavut (Razgrad ilçesi) yoluyle Karapança alçağına çıktı, bu vadideki güzelliği görünce hayran oldu. Askere bir dönemeçte durup istirahat etmelerini buyurdu.
- Burada biraz durup soluklanalım ileride insanlar buraya yerleşip köy kuracak, bu köyün adı İvan Şişmanovo (Yeni-Balabanlar Kemaller ilçesi) olacak. Şimdi hemen haberciler Ayazma kasabası arkasındaki manastırı bulsun, Kraliçeyi ilaçlamak için oradaki ünlü büyücüyü buraya getirsinler, emrini verdi. Haberciler gitti, Ayazma kasabını geçip derenin sapa yerlerini hayli dolaştılar nihayet Belitsa (Tutrakan ilçesi) köyüne vardılar, manastır ve büyücüyü sordular. Köylüler:
- Manastır Hıristiyanlar’a ait adı “Aziz İliya” dır, fakat büyücü Hıristiyan dinini kabul etmemiş, çok eski zamandan kalma bir putperesttir dediler. Haberciler Denizlili Hekim’in yanına giderek Çar’ın buyruğunu söylediler. Hekim onlara:
- Yıllar bini iyice kocattı, baksanıza hepten çöktüm, ancak bastona dayanarak yürüyebiliyorum. Çar hem genç ve güçlü. Güçsüzü zorla güçlüye iyilik yaptırmaktan hayır gelmez. Çar’a öyle söyleyin. Kraliçeyi buraya getirsin de burada ilaçlayayım!dedi.
Haberciler geri dönüp işittiklerini ve gördüklerini bir bir anlattılar. Bu sözleri dinleyen Çar bir düşünceye vardı ve sonra şöyle dedi:
- Gencin yaşlıyı ayağına getirtmesi doğru değil, ihtiyar Hekim gerçeği söylemiş. Ordugahı hemen kaldırınız, gidiyoruz!..
- Denizlili Hekim’e ulaştılar. İhtiyar, Çar İvan Şişman’a bakş eğerek saygı gösterdi. Yarayı açıp gösterdiler, hekim yaraya bakıp inceledi. Şifalı Bitkileri, Melhamlerini ne lazımsa çıkardı. Yaraya koyup sardı. Yorgunluk kahvesi içerken öteden beriden konuşuyorlardı. Bir ara kraliçe gülümseyip ayağa kalktı, sızıları dinmişti. Çar buna o kadar çok sevinmişti ki, ne yapacağını şaşırdı. Büyücüye dönerek:
- İste benden ne isteyeceksin? Bu iyiliğine karşı sana ülkemin yarısını vermeye hazırım dedi. Denizlerli Hekim gülerek:
- Bana yarısı lazım değil, bana göç açıp kapayıncaya kadar Çarlık salahiyeti verecek misin? Elimdeki şu değneği yukarı fırlatacağım, yere düşünceye kadar Çar olacağım, o süre söyleyeceklerim yerine getirilecek! dedi. Çar İvan Şişman gülümseyerek:
- Bu az zamanda ne söyleyebilirsin. Haydi öyle olsun! Dedi. Denizlili Hekim elindeki değneği yukarı fırlatarak yere düşünceye kadar çabuk, çabuk:
- Şu gözgörümü topraklar Denizlili Tekkesi’nin vakfı olsun, hiçbir zaman devlet adamlarının buraya girmeye hakkı olmasın... diye bağırdı. Çar şaşarak:
- İsteğin bu muydu? Öyle olsun Çar sözü birdir, iki olmaz! Fakat niçin Denizlili Tekkesi dedin, “Aziz İliya” Manastırı demedin, niçin Çar’ın adamlarından korkuyorsun?
- Çünkü Çar İvan Şişman’dan sonra başka Çar gelecek, senin buyruğunu tanımayacak. Bu manastır sonsuza kadar duracak, insanların din değiştirdiği gibi adını da değiştirecek. Ey kahramanlar kahramanı Çar İvan Şişman! Hükümdarlığını korkunç olaylar sarsacak, haçlar indirilerek yerine hilal (yarım ay) konacak. Anlayan anlasın, sel gidip kum kalacak dedi. Çok geçmeden korkunç Sultan Murat askerleriyle kükremiş sel gibi geldi. Orduda Anadolu Türkleri en önde arkada pis manavlar, zeybekler, çirkin Tatarlar, simsiyah Araplar, daha üstelik Firavun Çingeleri geçtikleri yere hemen konup kilise ve manastırları yakıyor yahut da camiye çeviriyorlardı. Kısaca haç düşerek yerine hilal yükseliyordu. Çar İvan Şişman kraliçeyi ve hazineyi bilinmeyen bir mağaraya saklayarak yalnız başına, doğudan batıya kadar vatanı, dini ve hacı korumak için kahraman yiğitleri toplamaya çıktı. Deli Marko Makedonyalı ve Transilvanyalı Yanko’yu buldu. Oradan Deliorman’da avlusunun taş portaların arkasında, çevrede olan biten kötülüklerle ilgilenmeyen öfkeli Demir Baba’ya gelirken, arkasından Anadolu Türkleri, kapkara Araplar onu izliyordu. Çar İvan Şişman atını saldı, kuş gibi uçarak Karapança deresinden uzaklaştı.
Bulgaristan Halklarının Efsanevi Babası:
DEMİR BABA
Ahmet HEZARFEN
Azak denizinde yedi başlı ejderi öldürüpte geri dönen
Demir Baba gibi yiğit dünyaya gelmedi
Zindanın demir parmaklarını söken
Demir Baba gibi yiğit dünyaya gelmedi. (1)
Efsaneler uzak geçmişimizin bizlere bıraktıkları birer mirastır. Bu nedenle efsaneleri, kadim zamanların tarih kayıtları olarak algılayabileceğimiz gibi, onları aynı zamanda insanoğlunun dünyaya geliş serencamı esnasında, varoluşun gizini çözmeye yönelik bir tepki olarak da ele alabiliriz. Belki de bu nedenden efsaneler tarihçilerin, ilahiyatçıların, psikologların, antropologların ve felsefecilerin ilgisini çekmiştir.
23 – 25 Ağustos 1996 tarihlerinde Cem Vakfı’nın Bulgaristan Alevileri’ni tanımak ve onlara kendisini tanıtmak amacıyla düzenlediği gezi esnasında, ziyaret ettiğimiz Demir Baba söylencesi, Alevilerin bölgedeki yerel kültürlerle kurduğu yakınlaşmanın bir sonucu olarak Hıristıyan unsurlar da taşıyan bir efsane. Yerel halk arasında hayli yaygın olan bu efsaneyi, Bulgarlar kendilerine mal etmek için, epeyce bir çaba harcamışlar. Bunun en bariz örneği, kayalıklarda varolduğu söylenen ayak izlerinin ve söylencede Demir Baba’ya ait olduğu belirtilen ve on yıl öncesine kadar dergahta muhafaza edilen demir baltanın artık ortada olmaması. Sergilenen vandalizm (kültür yıkıcılığı(, tümüyle somut, elle tutulur fiziksel şeylere önem veren bir kütürün kendisini inkar eden kanıtları yok etme çabasının traji komik bir örneği sayılabilir.
Demir Baba Söylencesi
Demir Baba Tekkesi’nin öyküsü üzerine ilk kez eğilen Bulgar araştırmacı Boris İliev, kitabında bu öyküyü şöyle anlatıyor: “Çok eski zamanlarda Kral Jid Deliorman ve Dobruca’daki su kaynaklarını kapatıp kuruttuğunda, bu topraklarda hiç görülmemiş bir kuraklık başladı, bu kuraklıkta canlı cansız tüm varlıklar susuzluktan kavruluyordu. İşte tam o sırada su ve ateşe emir veren devler devi Demir Baba meydana çıktı. Bugün, Karapança Alçağı (Demir Baba Çayırlığı) denen vadide, su kaynaklarını yeniden açıp suları akıttı. Bununla da yetinmeyip çakmak taşından ateş elde etti, demiri bularak bundan insanlara silah, çalışmak için araç gereç yapmasını öğretti. Taş, kemik baltalar, demirden yapılma kalkanlarla boy ölçüşemezdi.
Demir Baba kömür ve demirle uğraşırken avuçları simsiyahtı, bundan dolayı ona Karapençeli Demir Baba da denirdi.
O ayağında demir ayakkabıları, belinde demir kasaturası, omzunda demir baltasıyla ortaya çıkmıştı. Bu balta şimdikiler gibi değil, ikiyüzlüydü, bir yüzüyle yüz yıllık ağaçları kesiyor, diğer yüzüyle kayalıklardan kopardığı taşları yontuyordu. Bu demir ayakkabılarla taşlara bastıkça, derin izler kalıyordu, (yöre halkının söylediğine göre bu izler daha on yıl öncesine dek varlığını muhafaza ediyormuş A. H). Attığı adımlar o kadar büyüktü ki, bir tepeden diğerine, Dipsizgöl’den Kanaralık’a (tekkenin üst başındaki kayalıklara) ulaşıyor, bir sıçrayışta yukarı yaylaya varıyordu. Bir defasında Karapança deresi henüz akmazken o vadiye şöyle bir baktı çok beğendi. Kendine bir ev yapmaya ve buranın sahibi olmaya karar verdi.
Bir sabah erkenden kalkarak, demir ayakkabılarını ayağına geçirdi, demir kasaturasını beline taktı, demir baltasını omuzlayarak yola koyuldu. Küçük Burun yamacında duraklayarak evi için ağaç kesmeye başladı. Düzgün ağaçları kesip devirdi, öğleye kadar öyle çok çalıştı ki, sonunda yorulup dinlenmek istedi. Çok susamıştı. Etrafına bakınıp su kaynağı aradı. Ancak hiçbir yerde su yoktu, çünkü tüm su kaynakları Ceneviz Kralı tarafından kurutulmuştu. Bunun üzerine Demir Baba define pınarı kayasının altını baltanın sapıyla şöyle bir eşeledi, açtığı delikten duru bir soğuk su fışkırmaya başladı. Demir Baba bu sudan kana kana içti, susuzluğunu giderdikten sonra hiç kurumaması için dua etti. Bu su hala akmaktadır. Yeterince ağaç ve sırık (pardı) kestikten sonra bunları kanara altına sürükleyip getirdi. Evin kazıklarını kakıp, bunlara sırık örüp duvarı yaptıktan sonra yine susadı, kalkıp ta Balta Sapı kaynağına gitmeye üşendi. Karapençeli dev, su ve ateşin amiri, kapanıp kuruyan kaynakları açıp akıtan, bu vadiyi verimli hale sokmaya ve burasının sahibi olmaya karar veren Demir Baba parmaklarını şöyle bir açarak kanara altına daldırdı. Parmakların açtığı deliklerden sular fışkırmaya başladı. (bu sudan tekkeye yaptığımız ziyaret esnasında biz de kana kana içtik A.H.) Demir Baba bu sudan içtikten sonra, hasta olanlara şifa vermesi, insan ve hayvanların susuzluğunu dindirmesi, hiç kurumaması, sonsuza kadar akması için dua etti ve bu suya ‘beşparmak suyu’ denmesini istedi.
Öyküde Demir babanın dostlarından da söz ediliyor. Denizli’li Hekim Ali Baba’nın bir çok zenaat ve marifeti vardı. Deniz aşırı bir yerde bulunan ülkesinde yaşarken şifalı otların etkisini öğrenmiş, şimdi burada onlarla hastaları tedavi ediyordu. Aynı zamanda arıcılık. Elde ettiği balı halka parasız dağıtıyordu. Derdine derman arayanlar ona başvurup şifa buldukça Ali Baba halk arasında efsaneleşmişti. Herkes ondan çok memnundu. Demir Baba bir gün yaralanan tazısını iyileştirmek için Ali Baba’ya gelir ve böylece tanışırlar. Ali Baba ona bal ikram ettikten sonra Demir Baba ona dua eder ve Ali Baba’ya balı nasıl toplayacağı, kalan bal mumunu geceleri mum olarak nasıl kullanacağını öğretti, ona demir baltasını verip bununla ağaç keserek ve taşları işleyerek bir tekke yapmasını öğütler.
Aynı baltayı diğer kardeşliği Hüseyin Baba’ya da vererek ona da kendisine bir tekke yapmasını öğütler, bu esnada baltasını ormanlardan ve kanaralığın üzerinden fırlatarak ona yardımda bulunur.
Üçüncü kardeşliği Yunus Abdal ise yoksul bir çiftçidir. Yoksulluğunun nedeni sabanının tahta olması ve sabana hayvan yerine kendisini koşmasıdır, bu nedenle herkesin sabanı toprağı derin kazarken onunki birkaç parmak kazabiliyordu, bu da ürünün karnını zor bela doyuracak kadar yetişmesine yol açıyordu. Demir Baba onu ziyaret ederek ektiği karpuzların zamanından önce olgunlaşmasını sağlar ve ona demir saban yapmasını öğretir. Bütün bu olaylardan sonra Demir Baba bir süre ortadan kaybolur. Onun yokluğunda ülke Osmanlı işgaline uğrar, halk uzun bir süre acı çeker, Demir Baba çekildiği yerden çıkıp Osmanlı sultanı ile savaşır, ancak ona yenilir ve esir düşer. Fakat lanetini araziyi işgal eden Sancak Beyi üzerinde sürdürerek, onun işgal ettiği araziden çıkmasını sağlar. Sonra bir gün Demir Baba’nın tekkesine bir Alevi Dervişi (Hasan Baba Pehlivan) yerleşir ve halka Demir Baba’nın yeniden ama bu kez kendi soylarından geleceğini söyler. Onun’da öyküsü farklıdır.
Buraya ilk yerleşen Akyazılı Baba adlı kızılbaş dervişi halkın inancına dokunmaz ve adetlerinin aynen süreceğini vurgular. Akyazılı Baba Demir Babanın mirasını korumak ve onun anısını yaşatmak için yöre halkından bir kızla kendi oğlunu evlendirir ve onlardan doğan oğulları Hasan Baba Pehlivan Demir Babanında adını alarak onun etkisini sürdürür. Demir Baba söylencesi yöresil inançlarla Alevi Bektaşi inançlarının bir sendezi gibidir. Söylencenin Kızılbaşlar döneminden sonraki çeşitlemesi bu inançlardaki hoşgörüyü, olgunluğu ve biçimden çok öze düşkünlüğü anlatması bakımından hayli hikmetlidir denilebilir.
Demir Baba Tekkesini ve menkıbesini araştıranlar
Rumeli Bektaşiliğinin önemli Merkezlerinden biri olan Demir Baba Tekkesine ilişkin ilk bilgileri veren kişi Evliya Çelebi’dir. 1651 yılında Silistre yolculuğunda Tekkeyi ziyaret eden Evliya Çelebi Seyahatnamesinde tekkeyi uzun, uzun anlatır. Tekke ve onun yapılışına ilişkin söylentileri araştıran yabancılar F. Kanitz, K. J. Jirecek, F. V. Hasluck, F. Babinger, İ. Melikoff, K. Şkorpil, S. Saverenak gibi isimler tekkeyle ilgilenmişler araştırmalar yapmışlardır. Bulgarlar arasında Konuyla ilk ilgilenen Razgard’lı öğretmen Anani Yavaşov 1934’de (Bulgar antik eseri kutsal Demir Baba Tekkesi) adlı broşüründe tekkeyle ilgili ilk derli toplu bilgileri vermiştir. Yavaşovdan sonra konuyla ilgilenen ikinci kişi ise St. Stoyonov olmuştur. Evgeniy Todorov ise Demir Baba’yı Bulgar hanı Omortag ile özdeşleştirir.
Konuyla ilgili en geniş, en objektif sayılabilecek bilgiler ise Bulgar araştırmacı Boris İliev tarafından verilmiştir. İliev tekke ile ilgili bilgileri de bir araya getirerek Demir Baba’yı adeta bir başka uygarlık getirici, efsanevi kahraman Prometheus ile özdeşleştirir. Bu esere değerini veren bir başka nokta ise İliev’in Osmanlıca basılmış orijinal bir kaynak olan Velayet-name-i Timur Baba Sultan’dan yararlanarak eserini yazmasıdır.
Hiç kuşku yok ki Demir Baba söylencesi üzerine daha çok şey yazılacak, daha pek çok araştırmacı bu konuya ilgi duyacak, ancak bu konuda asıl Alevi Bektaşilere düşüyor çünkü bu inancın orijinal kaynakları bu efsanelerde yatıyor, bu efsaneler genç kuşalara aktarılmalı, onları bu konuda çalışmaya yöneltmeliyiz. Ne de olsa inanca asıl ruhunu onlar verecek.
(1) 2.5.1982’de Akkadınları Lütfi Cıbırcıev tarafından yazılan Kızılbaş nefesi.
NEFES
Bektaşi yolunun azametinden
Pir Balın eseri Demir Baba’dır
Akyazılı hakkın kerametinden
Beliren Hak eri Demir Baba’dır
Münkir’in kalbinden uzağa kaçan
Kanaralarından yıldırım saçan
Dipsiz gölde engin deryalar açan
Gerçeler serveri Demir Baba’dır
Sanında az gelir onun ne desen
Muhiplere aşkı sabaca esen
Batın kılıcıyla ejderha kesen
Dervişler haberi Demir Baba’dır
Hep akar deresi yadigarınca
Pir Hacı Bektaş’ın Akpınar’ınca
Beşparmak suyunu o çıkarınca
Gösteren hüneri Demir Baba’dır
Türbe kubbesinde olan nişanın
Tarzı ey Haydari Balım Sultanım,
Hacı Bektaşım söyler Beyanım
Hakk’ım erenleri Demir Baba’dır.
Cem Dergisi, Sayı: 60, Yıl: 1996, Sayfa: 70-72
Akyazılı Sultan’ın Müridi Derviş Hasan Pehlivan:
DEMİR BABA
Yazan : Boris İliev
Bulgarca’dan Çev: Ahmet HEZARFEN
Ali Baba’ya der orman
Himmetinden DELİORMAN
Ruhaniyet verir her an
Deniz Ali Baba Sultan
(Denizlerli Haydar Baba)
Allah yukarıda; göremiyor. Padişah da uzakta; işitemiyor. Bu, Deliorman’da boyunduruk altında olanlar kimden yardım bekleyecek? Denizlerin ve dağların ardında, çok uzaklarda Hıristiyanların koruyucusu Rusya olduğu işitiliyor. Fakat Karapança Vadisi’ne topların sesi henüz ulaşamıyor. Demir Baba’nın sesi ise çağrıldığında, kayalıklarda yankılanıyordu. Onun sağ olduğu, hangi bir mağaranın derin bir yerine gizlendiği yahut bir zindanda zincire vurulduğu sanılıyordu. Deliorman’daki insanlar: “O bir gün mutlaka gelecek, halka baskı yapanları cezalandıracak, zalimleri kovalayarak, boyunduruk altında olanları kurtaracak, haksızlığa uğrayanların da hakkını alıp-mükâfatlandıracak!” diyorlar.
“Demir Baba” adında bir kişinin meydana çıkması, insanlarında da ona inanıp arkasından gitmesi gerekti. Bunu idrak eden, Muhammed’in damadı Hazret-i Ali’nin inancını yayan bir grup Kızılbaş dervişlerinin mürşid (önder)i Akyazılı Baba idi. Bu Kızılbaşlar Anadolu, İran, Sarımdağ ve Bulgardağı’ndan hayvan sürüleriyle göçüp Dobruca ve Deliorman yerleşmiş, oldukça kalabalık yürük ocakları (zadruga)ndan idiler.
Akyazılı Baba müritlerine (öğrenci): “Biz şarap içmeyi yasaklamayacağız, kadınlara ferece de giydirmeyeceğiz, mum yakmayı da yasaklamayacağız. Burada İslamiyet’i zorla kabul ettirmişler. Buradaki Hıristiyanlar Hazreti Ali’nin mezhebini gönüllü olarak kabul etsinler, burada taraftarlarımızı çoğaltmak için buranın yerli kadınlarıyla evlenip çoluk çocuk yetiştirsinler.
Buradaki insanlar bir Demir Baba bekliyor. O’nu, onlara biz vereceğiz. O, bir derviş baba ve buradaki yerlilerden, soylu aile kızı olan anadan doğacak. Bu mürşit, Demir Baba’nın tüm şan ve şöhretini miras olarak alıp, bizim adımızı, şanımızı yüceltecek! Diyordu. Bunun için müritlerini Dobruca, Deliorman, Tozluk ve Polamie’ye yolladı. Kendisi de, Balçık kasabası yakınındaki Batovo alçağında kalarak bu günkü Obroçişte (….) köyündeki Aziz Atanas manastırının üzerine tekke ve ocağına kurdu. Yolladığı dervişler Dobruca, Deliorman, ve Polomie’ye giderek, her yeri dolaştı. Birçok insanla karşılaşarak onların, dertlerini, isteklerini dinlediler. Dönüp geldiklerinde her biri, görüp işittikleri Akyazılı Baba’ya anlattılar. Bu dervişlerin arasında Akyazılı Baba’nın çok değer verdiği “Ali” adında bir derviş vardı. Güçlü, heybetli biriydi. Mürşidini Bulgardağı’ndan Batova’ya sırtında getirebilecek güçteydi.
Mürşit, ona “Ali sen neredeydin-ne gördün? Anlat bakalım” dedi. O da, “Ben Deliorman’da Kuvancılar (Pçelina) denen bir köyde, varlıklı Müslüman ailede konuk olarak kaldım. Orada dikkatimi çeken, kadınlar şalvarlı değil, fistan giyiyorlar. Bunu ev sahibine sordum, o da; “İslam dinine alıştık, fakat kadınlar bu çuval (torba) gibi şalvara alışamadılar. Biz buranın yerlisiyiz yanıtını” verince, Akyazılı Baba (Boba): “İşte böyle bir aileden, Demir Baba’yı temsil edecek biri doğmalı” diyerek, merakla: “Daha ne oldu? Öte tarafını da anlat!”
Derviş:”Akşam namazı kılmaya namazlağı (kilimçe) getirildiğinde hane sahibinin Zayde adındaki küçük kızı koşarak:”o benimdir, kimseye vermem” diyerek, koltuğumdan namazlağı çekip aldı?” dedi. Akyazılı Baba: “işte bu küçük kız, Demir Baba’nın anası; Ali, sen de babası olacaksın!” dedi.
İş yolunda girdikten sonra Akyazılı Baba büyük düğün cemiyetine kalktı. Düğün çok tantanalı oldu. Edirne’den, İstanbul’a, Silistre’den, Babadağı’na kadar anlatıla anlatıla dilden düşmedi.
Akyazılı Baba’nın Kuvancılar köyündeki yerlilerinden zengin Zayde Hanım’la evlenen Akyazılı Baba’nın müridi Ali Dede’nin bir oğulları dünyaya geldi. Adını Hasan koydular.
Bakalım, büyüyünce, babasının mürşidine layık mürid olabilecek mi? Hasan Baba’nın öğretileriyle (irşat) çok az ilgileniyor, daha çok akranlarıyla güreşiyor ve hepsini de yeniyordu. Bu nedenle ona, “Hasan Pehlivan” denmeye başlandı.
Ana tarafından ünlü soydan geldiği için Osmanlı ordusuna süvari sipahi yazıldı.


ayhan aydın beye çok teşekkürler ..alıntıdır...https://www.facebook.com/ayhan.aydin.125