KARIŞIK

24 Haziran 2021 Perşembe

 NUH PEYGAMBERİN TÜRBESİ / NAHÇIVAN.AZERBAYCAN



Nuh Tufanı yolculuğu Nahçıvan’a yakın bölgelerde nihayetlenmiştir. Nahçıvan’daki coğrafik yer adlarının Nuh Peygamber tarafından konulduğu, Nahçıvan kelimesinin “Nuh çıhan” la alakalı olduğu, söylenmektedir. Rivayete göre “Nuh çıkan” Nahçıvan’ın en kadim adıdır.
Nahçıvan’da Nevruz sözünün Nuhruz varyantına da rastlanır. Eski yerli sakinler (yerli halk) Nuhruz Nuh Peygamberle onun rızkını verdiği yeni günle arasında bağlantı kurmuşlardır. Nuh’un, tufandan kurtulup karaya çıktığı ve yeni bir hayata kavuştuğu Yeni yıl günü, Nuh’la beraber olanların yeni günü denilmiştir. Nuh’un, Nahçıvan’la olan bağlantısını tasdik eden bazı gerçekler de vardır. İlk önce Nahçıvan sözünün manasına bakmak gerekir. Bu söz üç terkipten ibarettir: Nuh / çı / van. Sözün kökü olan Nah, Nax, Nuh-Peygamber adıdır. Çı, söz düzenleyici,şekillendiricidir. Nuhcu, Nuh taifesinden olan demektir. “van” ise yer, mekân bildiren şekillendiricidir. Nahçıvan ise tamamıyla Nuhçuların (Nuh’la beraber bulunanların) meskûn olduğu yerdir, Nuh’un, Nuhçuların vatanı demektir. Sonuçta Nuhçıvan sözü Nahçıvan şekline dönüşmüştür.
Nuh peygamberin türbesi Nahçivan’da bulunmaktadır. Türbe, şehrin en eski kalesi olan ve “Köhne kala” diye isimlendirilen yerdedir. Türbenin duvarlarında Nuh Tufanı hakkında Kuran’dan alıntılar ve Haça Dağı’nda bulunanların fotoğrafları sergileniyor. Türbe, Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti yüksek meclisinin başkanı Vasıf Talibov tarafından restore ettirilmiştir. Meşhur ressam Behruz Kenkerli Nuh’un, Nahçıvan’daki mezarının yağlı boya ile tablosunu yapmış ve şu anda bu tablo Nahçıvan Tarih Müzesi’nde bulunmaktadır.
1836 yılında Nahçıvan’a gelen bazı Rus âlimleri Nuh’un mezarının Nahçıvan’ın kuzey tarafında bulunduğunu yazmışlar. Nahçıvan’da yaşayan Azerbaycan Türkleri ve onların ecdatlarının ise beş bin yıldan fazla bir süredir bu coğrafyanın en kadim sahipleri olduğu anlaşılmaktadır.
 İDRİS BABA TÜRBESİ -MACARİSTAN
MACARİSTAN’IN PÉCS ŞEHRİNİN, RÓKUSDOMB TEPESİNDE.






İdris Baba Güney Macaristan’ın Sancak merkezi olan Pécs şehrinde XVI. Yüzyılda yaşamıştır. Macaristan’a ilk gelen yerleşimci kafilelerin arasında olduğu sanılmaktadır. Neyle ilgilendiği, mesleğinin ne olduğu konusunda rivayet muhteliftir. Bazı tarihçilere göre tabip, bazılarına göre ise müneccimdir. Ölümünün ardından şehir sakinleri onu bir evliya olarak görmüşlerdir. Zamanla onun anısına yapılan türbe de sürekli ziyaret edilen bir merkez haline gelmiştir.
Ünlü tarih yazarı Peçuylu İbrahim Efendi İdris Babayı “Peçuy’da büdeladan İdris Baba denen bir meczüb-ı ilahi vardı. O nice keramet ve velayeti zahir bir aziz idi. Şimdi mezarının üzerine yüksek bir kubbe yapılmış olan baba o vakitler yaşıyordu, kendisine rastladım” cümleleriyle tanıtmak­tadır. Peçuylu ;onunla 1000 (1591) yılında Bosna Beylerbeyi Hasan Paşa’nın yanına giderken karşılaştığına göre İdris Baba XVI. yüzyılın sonlarında veya XVII. yüzyılın ilk yıllarında ölmüş ve kabri üstüne kubbeli bir türbe yapılmıştır.
Gerçekten yaşadığı bu bilgiden öğreni­len İdris Baba’nın sonradan kemikleri de bulunmuştur. Evliya Çelebi 1073 yılı Zilkadesinde (Haziran 1663) Peçuy’a da uğramış ve şehirdeki cami, medrese, tekke ve hamam gibi vakıf eserlerden bahsederken İdris Baba’yı “1000 tarihinde hayatta olup nice kerametleri nakledilir” cümlesiyle anmıştır. Evliya Çelebi, Peçuy’daki yatır ziyaretgahları arasında Sigetvar Kapısı dı­şında güneye meyilli yolun sağ tarafında dağlık yerde bir alim hekimden de söz eder. Kabri üzerinde kubbe olmayan bu kişi burada yaşamış ve mezarı üstüne çeşitli dillerde yazılar bulunan bir mermer levha konulmuştur. Evliya Çelebi’nin tarif ettiği bu yer. İdris Baba Türbesi’nin olduğu araziye topografya bakımından uygun düşmekteyse de ikisinin ayrı anılma­sı bunların değişik kişiler olduğunu belli etmektedir. Evliya Çelebi’nin İdris Baba’ya dair daha geniş açıklama yapmaması şaşırtıcıdır. Fakat 1000 yılında henüz hayatta olduğunu bildirmesi Peçuylu İbra­him’in verdiği bilgiyle tam uyum sağlar. Bu hususta akla gelen başka bir nokta da . Evliya Çelebi’nin İdrisBaba Türbesi’ni ciddi olarak incelememesi ve onunla ilgili bilgiyi Peçuylu’nun tarihinden aktarmış olmasıdır. Aksi halde adını belirtmediği hekime o kadar yer ayınrken İdris Baba’nın tek satırla geçiştirilmesine bir anlam vermek mümkün değildir.
İdris Baba Türbesi, Macaristan’ın elden çıkmasının ardından 1693’ten sonra Cizvit tarikatı tarafından şapele dönüştürül­müş , pencerelerinden biri bozularak buraya yarım yuvarlak çıkıntı halinde bir ap-sis eklenmiştir. Ancak yapının hristiyan­ların ibadetine tahsisi fazla sürmemiş. Macar yazarlarının ifadesine göre XVIII. ve XIX. yüzyıllarda baruthane olarak kullanılmıştır. 1912-1913 yıllarında Istvan Möller tarafından bir dereceye kadar restore edilmiş bu sırada apsis de kaldırıl­mış, fakat tepesindeki haç bırakılmıştır. 1917’de Budapeşte Yüksek Mimarlık Okulu çalışmaları arasında bu ülkedeki Türk yapılarının rölövelerini çizdirerek bir albüm halinde yayım­ladığında İdris Baba Türbesi’nin de plan ve kesitleri çıkarılmıştır. Bu çizimlerin teknik bakımdan mükemmel olduğu söy- lenemezse de yine o yıllardaki durumu gösteren birer belge olarak değerlidir.
İd­ris Baba Türbesi 1961-1963’te tekrar restorasyon görmüş, bu sırada evvelce sandukanın bulunduğu yerde bir kazı yapıl­dığında İdris Baba’nın iskeletine oldukça tamam bir halde rastlanmıştır. 1980’li yıllarda görüldüğünde bu küçük yapı, o sırada bir hastahanenin hemen yanında ağaçlık bir arazi ortasında bakımlı olup içi bir türbe görünümünde düzenlenmişti.
Rumeli’de birçok benzeri gibi daha önce belki bir tekkenin yanında bulunan türbe bugün tek başınadır. Burada eskiden bir tekkenin varlığını gösteren bir iz yoktur. Türbenin etrafındaki arazinin Osmanlı döneminde oldukça yoğun müslüman yerleşmesine sahne olan Peç’in Türk mezarlığı olduğuna ihtimal verilebilir. Türbe sekizgen bir plana göre yapılmış ve inşasında kaba moloz taşlar kullanılmıştır. Pencerelerden biri burası şapel yapıl­dığında sivri gotik kemerli bir kapıya dönüştürülmüş, diğer Türk dönemi pencereleriyle kapısı örülmüş, bir pencerede yarılarak büyütülmüştü. Son onarımda bunlardan bazıları düzeltilmiş, üst dizide olan yuvarlak pencerelerden bozulan bir tanesi eski şekline getirilmiş, gotik biçimli sövelere sahip kapıya ise dokunulmamıştır. Taştan örülmüş kasnaksız kubbe de kiremitle örtülmüştür. Türbenin içiyle duvarlarında hiçbir süsleme veya yazı izi bulunamamıştır. Herhalde Peç’te Türk idaresi sona erinçeye kadar duvarların iç yüzleri süslemesiz değildi. Bugün İdris Baba’nın ağaç parmaklıkla ayrılmış kabri üstünde bir sanduka, bunun da başında bir Kadiri tacı vardır. Ayrıca şamdan, seccade gibi mefruşatı da mevcuttur.

21 Haziran 2021 Pazartesi

 

ŞÂHİDÎ, Muğlalı İbrahim Dede türbesi ..afyonkarahisar

(d. 1440/875 - ö. 1550/957)





 

ŞÂHİDÎ, Muğlalı İbrahim Dede (d. 875/1470-ö. 957/1550), divan şairi. Asıl adı İbrahim’dir. Edebiyat tarihinde ismi “Muğlalı Şâhidî” ve “İbrahim Şâhidî” olarak geçer. Babası, Mevlevî şeyhlerinden Sâlih Hüdâyî Dede’dir. Esrar Dede, tezkiresine göre 875/ 1470 yılında Muğla’da doğdu. Şiirlerinde Şâhidî mahlasını kullandı. Ali Enver, ondan meşhur Şâhidî diye bahsetmektedir. Latifî, tezkiresinde Menteşe yöresinin Muğla isimli kasabasından olduğunu belirtir. Namık Açıkgöz, kendisinden önce Muğla yöresindeki Mevlevî akımıyla ilgili fazla bilgi ve belge bulunmadığına değinerek, Muğla’daki Mevlevi dergâhının Şâhidî ile üne kavuştuğuna dikkat çeker. Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân adlı eserde kerâmet sahibi bir kişi olarak da anılmaktadır.  İyi bir öğrenim görmüş olup tahsiline babasından aldığı dersler ile başladı. Ondan Mesnevî ve Farsça dersleri ile birlikte mevlevilik adabını öğrendi. Vakıf Köyü imamı olan Fenâyî’den tefsir dersleri tahsil etti.  18 yaşına geldiğinde tahsilini ilerletmek amacıyla önce İstanbul’daki Fatih Medresesi’nde öğrenim gördü ve daha sonra Bursa’ya giderek Yıldırım Han Medresesi’ne devam etti. Bursa’da yaşadığı bir olay üzerine Muğla’ya döndükten sonra tasavvuf yoluna girmeye karar verdi. Önceleri annesinin isteği üzerine Vefâî şeyhlerinden Şeyh Bedreddîn’e intisap etmişse de sonra Vakıf Köyü imamı Fenâyî ile birlikte Denizli ilinin Lazkiye kasabasındaki Fânî Dede’nin huzuruna vardı ve ondan el alarak Mevlevîlik tarikatına intisap etti. Divânî Muhammed Çelebi’ye olan intisabıyla alakalı ise değişik rivayetler bulunmaktadır. Kınalızâde Hasan Çelebi’ye göre Konya’da, diğer tezkirelerde ve kendi eserlerindeki ifadelerde geçtiği üzere ise Kütahya’da bu intisap gerçekleşmiştir. Daha sonra Baba Acem adında bir dervişle Bursa’dan Kütahya’ya giderken Mevlânâ’nın soyundan gelen Paşa Çelebi ile tanıştı ve ondan çok etkilendi. Bunun üzerine kendisini müritliğe kabul etmesini Çelebi'den istedi. Kendisi de yeni şeyhinin oğlu Emir Âdil’e hocalık yaptı. Bursa, Denizli, Kütahya ve Afyonkarahisar beldelerini gezerek buradaki Mevlevî şeyhleriyle sohbetlerde bulunmuş ve bu vasıtayla Konya’daki dergâhla iletişim kurma yoluna gitti. Bu temaslarından edindiği bilgi birikimini memleketine döndüğünde Muğla’daki dergâha aktardı. Eserlerinden çağının geçerli bilgilerini, tasavvufi düşünce dahil olmak üzere öğrendiği anlaşılmaktadır.Kaynaklarda kiminle evlendiği belirtilmemiştir. İki çocuğu olduğu bilinmektedir. Şuhûdî Dede oğullarından adı en çok bilinendir. O da Mevlevîliğe intisap etmiş olup babası gibi şairdir. Şâhidî, 82 yaşında, 1550 yılında vefat etmiş olup önceki mezarının Afyonkarahisar’da bulunduğu belirtilmektedir. Şeyhlerinden Divânî Muhammed Çelebi’nin ön tarafında, Abâpûş-ı Veli’yle aynı sırada ve İlyas Çelebi’nin sağ tarafında medfundur. Daha sonra Afyonkarahisar’daki mezarın tasfiye edilmesi üzerine memleketi Muğla’da defnedildi.

Hayatı boyunca şeyhlik görevi dışında herhangi bir resmî veya gayr-ı resmî görevi bulunmamaktadır. Latifî onun ilimde oldukça üstün olduğunu fakat şiirde ise ilmi kadar yeteneğinin olmadığını söyler. Kınalızâde de bazı güzel beyitlerinin olduğunu, fakat şiirlerinde şairane bir heyecanın bulunmadığını ifade eder. Şiirini daha çok Mevlevîliği yaymak ve görüşlerini anlatmak amacı ile söylediği için sanat yönünü önemsemediği ifade edilmektedir. Mustafa Çıpan ise onun özellikle Türkçe şiirlerinde vezne hâkimiyeti, üslubu, ifadelerindeki samimiyeti, kelime hazinesi ve kullandığı Türkçe deyimler itibariyle başarılı bir şair olduğunu ifade eder. Tasavvufî şiirlerinde Mevlânâ’nın, babası Hüdâyî Dede’nin ve şeyhi Divânî Muhammed Çelebi’nin etkisinde kaldığı belirtilmektedir.

Üretken bir şair olan Şâhidî'nin çok sayıda eseri vardır: 1) Türkçe Dîvân: Eserde biri hece vezniyle 109 manzume yer almaktadır. Mustafa Çıpan’ın eser üzerinde yüksek lisans tezi bulunmaktadır. 2) Farsça Dîvân: Ali Enver Dede, Semâhâne-i Edeb'de Şâhidî’nin Farsça divanından söz etse de bu eserin herhangi bir nüshası bulunabilmiş değildir. 3) Gülşen-i Vahdet: Mevlânâ’nın Mesnevî-i Şerîf'ine benzer tarzda ve aynı vezinde yazılmıştır. Eserin tespit edilen nüsha sayısı yirmi bir olup 491 beyitten oluşur. Eserde, insan uzuvlarının tasavvufî remizlerle ele alındığı görülmektedir. 4) Mevlid: Mefâ’îlün mefâ’îlün fâ’ilün vezniyle yazılmış olup 823 beyittir. Hasibe Mazıoğlu, eserin Şâhidî’ye ait olduğu yönünde görüş bildirmiştir.  5) Gülşen-i Tevhîd:  Farsça olan bu eser de Mevlânâ’nın Mesnevî'sinin her cildinden 100’er beyit seçilip bu beyitlerin her birinin 5’er beyitle şerh edilmesiyle meydana gelmiştir. Eserin vezni Mesnevî ile aynıdır. Eser 1878 yılında Musul vilayetinde adliye müfettişi olarak görev yapan Serezli Ahmed Niyazi Efendi tarafından İstanbul Tıbbiye Mektebi’nde basılmış, 1967 yılında Midhat Bahari Baytur tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir. 6) Gülşen-i Esrâr: Eserin dili Farsça olup mefâ’îlün mefâ’îlün fâ’ilün vezniyle yazılmıştır. Kendisinden, babasından, şeyhinden ve Mevlevîlik tarikatının adabından bahsettiği bir eser olup üç nüshası bulunmaktadır. Eser üzerinde Nuri Şimşekler tarafından hazırlanmış doktora tezi bulunmaktadır. 7) Gülşen-i İrfân: Esrâr Dede, Şâhidî’nin bu eserini oğlu Şuhûdî’ye hitaben yazdığını belirtir. Yapılan araştırmalarda böyle bir esere ait herhangi bir nüsha bulunamamıştır. 8) Tuhfe-i Şâhidî: Türkçe-Farsça manzum bir sözlük olup mefâ’îlün mefâ’îlün fâ’ilün vezniyle yazılmıştır. Eser Şâhidî’ye çokça şöhret kazandırmış olup eser üzerine pek çok şerh ve nazîre yazılmıştır. Ayrıca eser Arap âlimlerinden İbrahim İbn-i Süleyman Ezherî, Allâme-i Hafacanî’nin öğrencilerinden Abdülkadir-i Bağdâdî ve Eğribozlu Ahmed Selâmî tarafından Arapça’ya tercüme edilmiştir. Manzum Rumca tercümesi de bulunmaktadır. Eser, 1858 yılında İstanbul’da basılmıştır. Antoinette Verburg’un eser üzerinde 1997 yılında yayımlanmış bir çalışması bulunmakta olup 2005 yılında Ahmet Hilmi İmamoğlu tarafından transkribe edilerek yayımlanmıştır. 9) Gülistân Şerhi: Eserin dili Farsça olup Şirazlı Şeyh Sadî’nin Gülistan isimli eserinin şerhidir. Kaynakların söz ettiği eserin nüshalarına rastlanmamıştır. 10) Sohbetnâme: Eserin dili Arapça olup tek nüshası bulunmaktadır. Mürşit ile müridin sohbet adabından bahseden bir eserdir. 11) Müşâhedât-ı Şâhidiyye: Eserin dili Arapça olup bu eserden bahseden tek kişi Sâkıb Dede’dir. Eserde Şâhidî’nin Mevlânâ’dan ve şeyhi Divânî Muhammed Çelebi’den aldığı feyizler anlatılmıştır. Risâle tarzında yazıldığı belirtilmektedir. 12) Tıraşnâme:  Farsça olup iki nüshası bulunmaktadır. Abdülbaki Gölpınarlı, eserin içerik, vezin, kafiye kuruluşu açısından Şâhidî’ye ait olduğunu belirtmektedir. 13) Risâle-i Âfâk u Enfûs:  Farsça olup iki nüshası bulunmaktadır. Abdülbaki Gölpınarlı, bu eserin de içerik, vezin, kafiye kuruluşu açısından Şâhidî’ye ait olduğunu belirtmektedir.

Kaynakça

Açık Önkaş, N. (2013). Mevlânâ Okyanusundan Muğlalı Şâhidî Denizine. Muğla: Muğla Belediyesi Yay.

Açıkgöz, Namık (2008). Şâhidî ve Muğla’da Mevlevîlik. Muğla.

Ali Enver Dede (1309). Semâ’-hâne-i Edeb. İstanbul.

Canım, Rıdvan (hzl.) (2000). Latifî, Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratü’n-Nüzemâ (İnceleme-Metin). Ankara: AKM Yay.

Çıpan, Mustafa (1982). Muğlalı İbrahim Şâhidî, Hayatı, Edebî Şahsiyeti, Eserleri, Divan ve Gülşen-i Vahdet: Tenkidli Metin. Yüksek Lisans Tezi. Ankara: Gazi Üniversitesi.

Çıpan, M. (1986). Muğlalı Şâhidî İbrahim Dede, Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri. Konya. 33.

Çıpan, Mustafa (2002). Divane Mehmed Çelebi. Konya: Konya Valiliği İl Kültür Müdürlüğü.

“Ebrāhim Dede Šāhedi” (1998). Encyclopaedia Iranica. Vol. VIII. California. 65-66.

Genç, İlhan (hzl.) (2000). Esrâr Dede, Tezkire-yi Şuarâ-yı Mevleviyye. Ankara: AKM Yay.

Gölpınarlı, Abdülbaki (1983). Mevlânâ’dan Sonra Mevlevilik. İstanbul: İnkılap ve Aka Kitabevleri. 

Ahmet Hilmi (2005). Muğlalı Şâhidî İbrahim Dede, Tuhfe-i Şâhidî, Farsça-Türkçe Manzum Sözlük. Muğla: Muğla Üniversitesi Yay.

İmamoğlu, A. H. (1993). Muğlalı Şâhidî İbrahim Dede. Tuhfe-i Şâhidî. Farsça-Türkçe Manzum Lugat. Muğla: Muğla Üniversitesi Yay. 28.

İsen, Mustafa (1991). Latifî Tezkiresi. Ankara: Akçağ Yay.

Kılıç, Atabey (2007). “Türkçe-Farsça Manzum Sözlüklerden Tuģfe-i Şāhidí (Metin)”. Turkish Studies 2/4: 517-548.

Kılıç, Filiz (hzl.) (2010). Âşık Çelebi Meşâ’irü’ş-Şu’arâ. İstanbul: İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Yay.

Kutluk, İbrahim (hzl.) (1989). Kınalızade Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş-Şuara. İstanbul: TTK Basımevi.

Külekçi, Numan (1996). Şâhidî İbrahim Dede, Gülşen-i Vahdet. Ankara: Akçağ Yay.

Mustafa Sâkıb Dede (1283). Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân 3. Kahire: Matbba-i Vehbiye.

“Şâhidî” (2007). Türk Dünyası Ortak Edebiyatı: Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi. C.VIII. Ankara.

Şimşekler, Nuri (1998). Şâhidî İbrahim Dede’nin Gülşen-i Esrâr’ı: Tenkidli Metin, Tahlil. Doktora Tezi. Konya: Selçuk Üniversitesi.

Tatçı, Mustafa (hzl.) (2003). Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri I-II-III. Ankara: Bizim Büro Yay. 

 Verburg, Antoinette (1997). “The Tuģfe-i Şāhidí: A Sixteenth Century Persian-Ottoman Dictionary In Ryhme”. Archivum Ottomanicum 15: 5-88.

Madde Yazım Bilgileri

Yazar: BÜNYAMİN TAN
Yayın Tarihi: 28.09.2013
Güncelleme Tarihi: 29.10.2020

Eserlerinden Örnekler

 Gazel

Zâhid ibâdet eylediginden riyâ ile

Yegdür şarâb-ı nâb içe bir dilrübâ ile

Zerk ile halka tâatin itmekden âşkâr

Hoşdur günâh-ı sır ide havf u recâ ile

Devlet anun ki ola murâdı rızâ-yı Hak

Hâlis ibâdet eyleye zevk ü safâ ile

Âşık çü aşk u şevk ile müştâk-ı rûy-ı yâr

Her dem niyâzı sûz ile derd ü belâ ile

Ey Şâhidî-i âşık-ı şeydâ-yı Mevlevî

Gel gir semâa raks idelüm def ü nây ile

(Genç, İlhan (hzl.) (2000). Esrar Dede, Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye, Ankara: AKM Yay. 252.)

Tuhfe-i Şâhidî

Leb tudak u ruh yanak çeşm ü göz ü rûy yüz

Kirpige müjgan müje dest el ayag oldı pây

Gûş kulag u dûş omuz mûş sıçan u hûş us

Dûd tütün bûd idi zûd tiz ü rûd çay

Kârd bıçak ârd un demrene peykan dimiş

Nîze sünü zih kiriş tîr ü kemân ok u yay

Hûr güneş ü yir zemîn jâle çiy gök âsmân

Yagmura bârân digil ebr bulut mâh ay

Gâv öküz ester katır har eşek üştür deve

Esb at u mâdiyan kısrag u hem kürre tay

(Kılıç, Atabey (2007). “Türkçe-Farsça Manzum Sözlüklerden Tuģfe-i Şāhidí (Metin)”. Turkish Studies 2/4: 521.)

 
 
 
 
 

Sûfîyâ nûş it mey-i sâf-ı ger istersen safâ
Âşık ol mestâne çâk it perde-i havf ü recâ

Ârdur ‘uşşâk içinde nâm u nâmûs vakâr
Hîle vü sâlûs u zerk ü hod-furûşî vü riyâ

Vasl-ı Hak’dan lâf urursun cîfe-keşsin zâg-veş
Sen degülsin bülbül-i şeydâ-yı bâg-ı kibriyâ

Lâf urursun kim bekâ mülkinde şâh-ı bâkıyem
Pes neden sen tâlib-i dünyâ-yı dûn-ı bî-vefâ

Şâhidî sen şâh-ı mahfîsin sana sen perdesin
Senligi mahv it senünle âşinâ ol âşinâ

*

 Derde düştü can
 Bulmadan dermân
 Olmuşam nalân
 Aşka düşelden

 Bî-karar oldum
 Hâki sâr oldum
 Zâr u mâr oldum
 Aşka düşelden

 Yüreğüm yare
 Bulmadum çare
 Oldum avare
 Aşka düşelden

 Zâr u giryânum
 Mest ü hayrânum
 Gûy u çevgânum
 Aşka düşelden

 Şâhidî câne
 Koyup merdâne
 Girdi meydâne
 Aşka düşelden

7 Mayıs 2021 Cuma

Seyyid Muhammed Kattal türbesi elazığ-maden









seyyid Muhammed Kattal türbesi, ilçeye 37 km. mesafede bulunan Kartaldere Köyündedir. Şeyh Muhammed Kattal’ın Hicri 764 yılında irşad hizmetini ifa ederken Ermeni ve Bizanslılarca katledildiği rivayet edilir. Bu sebeble Kartaldere köyünün eski adı ‘katledilen şeyh’ anlamına gelen “Şeyhkatülan” olarak anılmıştır. Türbe köy içerisine az yükseklikte düz bir arazi üzerinde bulunur.

Türbe, üstü çatılı olup, türbegâh, misafirhane, mescit ve mutfak olmak üzere dört bölümden oluşmaktadır.
Türbegâh kısmı demir parmaklıklarla kapatılmıştır. Türbenin herhangi bir mimari özelliği bulunmamaktadır. Ayrıca türbenin arkasındaki dış duvarına iki tane Türk bayrağı işlenmiştir. Türbenin karşısında ve alt tarafında köy mezarlığı bulunur. Muhammed Kattal, Osmanlı İmparatorluğu döneminde hazırlanan berat ve fermana göre Evlad-ı Resül’den olup Zeynelabidin’in oğlu Muhammed Bakır’ın oğludur.

Türbe duvarında yer alan mermer levhaya göre Muhammed Kattal’ın şeceresi şöyle verilmiştir: “Bu türbede yatan Evlad-ı Resül’den beşinci imamın oğlu Seyyid Muhammed Kattal Hazretleri’dir. Muhammed Kattal Muhammed Bakır’ın, Muhammed Bakır Ali Zeynel Abidin’in, Zeynel Abidin İmam Hüseyin’in, İmam Hüseyin’de İmam Ali’nin oğludur. Radiyallahü Anhüm. Şecere Tarihi: 764” Muhammed Kattal’ın asıl adı Ali’dir. Babası Muhammed Bakır büyük bir hadis ve fıkıh âlimidir. Bugün mevcut birçok sahih hadise kaynaklık etmiştir. Devrin hükümdarı Ömer bin Abdulaziz birçok konuda ona fikir danışıp istifade etmiştir. Muhammed Kattal, İslam ordularıyla birçok savaşlara katılmış ve başarılar göstermiştir. Onun, İslamı yaymak amacıyla Anadolu’ya yönelik akınlardan birinde tahminen genç bir yaşta görev alarak bugünkü Kartaldere yakınlarında Bizanslılarla yapılan bir savaşta şehit düştüğü ve buraya defnedildiği söylenir. Türbenin bulunduğu köyün kuzeyinde yer alan dağın zirvesinde Muhammed Baki ve eteğinde ise Muhammed isimli zâtların bugün yerleri belli olmayan mezarları yer alır. ruh ve sinir hastalıkları başta olmak üzere her türlü hastalık için gelinmektedir. Rahatsızlığı olan bazı hastalar şifa bulma ümidiyle burada yatıya kalır. Şifa bulup da adak dileyenler daha sonra buraya gelip kurban kesmekte ve tasadduk etmektedirler.[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma

27 Nisan 2021 Salı


EDİRNE HIDIR BABA TÜRBESİ ...HIDIRLIK TEPESİNDE









I. Murad’ın Edirne’yi almasından evvel gelen horasan erenlerinden olduğu da söylenmektedir. Osmanlı’nın Edirne’yi almasından sonra Çelebi sultan zamanında yaşayan Şahmelek paşa buraya bir zaviye yaptırmıştır. Sultan İbrahim zamanında Koca Mustafa Paşa tarafından yanlış ibadet yapılıyor diye Edirnelilerin isteği ile harap edilmiş sonra Avcı Mehmed buraya köşk yaptırınca tekke tekrar açılmıştır.



24 Mart 2021 Çarşamba

 BALTASI GEDİK MAHMUT DEDE TÜRBESİ..ELMALI





Abdal Musa Dergahı'nın da bulunduğu Elmalı İlçesi'nde, Abdal Musa'nın oduncusu, bir rivayete göre de kardeşi olarak bilinen Baltası Gedik Mahmut Dede Türbesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca 'korunması gereken kültür varlığı' olarak tescil edildi.

Antalya'da, aleviler için büyük öneme sahip Abdal Musa Dergahı'nın da bulunduğu Elmalı İlçesi'nde, Abdal Musa'nın oduncusu, bir rivayete göre de kardeşi olarak bilinen Baltası Gedik Mahmut Dede Türbesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca 'korunması gereken kültür varlığı' olarak tescil edildi.

 HAYDAR BABA TÜRBESİ elmalı




Baba Haydar (Haydar Gazi veya Haydar Sultan da denir), Yesevi dervişlerinden ve Abdal Musa`nın atalarındandır. Mezarı, Elmalı, Antalya`dadır. Mezarının bulunduğu yerde tekkesi kurulmuştur. Bu tekke 1826`da devletçe yıktırılan Bektaşi tekkelerindendir.

 (DEBBAĞ)TABAK BABA TÜRBESİ MEZARI. elmalı



antalya elmalı ilçesi merkezinde.. iplik pazarı. baharlar sok .ibrahim Peker evinin bahçesindedir. üstü acıktır, türbesi yoktur.mezarın.
debbağ, baba da gecer bazı kaynaklarda adından anlaşılacagı gibi deri işinle uğraşan bir allah dostu evliya imiş abdal musa hazretlerinin talebelerindendir. başkada bilgi yoktur.
elmalı.da ismi az bilinen, bir evliya mezarıdır

20 Mart 2021 Cumartesi

 

Çilehane Mescidi (Musalla Mescidi) bulgurlu.üsküdar

 



Mescit, eski Bulgurlu Dağı, şimdiki Küçük Çamlıca Tepesi üzerinde ve bu tepenin Ümraniye'ye bakan yamacındadır. Buraya, Bulgurlu Caddesi'nden ayrılan eski adı Tuzak, yeni adı Çiçek olan bir sokak yolu ile çıkılmaktadı r. Mescit ve meşrutanın önünde geniş bir bahçe vardır. Krokiden de anlaşılacağı üzere 5 x 10 metre boyutlarında, küçük bir mabettir. Ahşap çatısı kiremit döşeli olup yerden iki metre yüksekli ğindedir. Şimdiki mabet, beş pencereden ışık alan bir XIX. yüzyıl eseridir. Mescidin yerinde, Aziz Mahmud Hüdâyî Efendi'nin Bursa'dan Üsküdar'a geldiği zaman ailesini barındırmak için yaptırdığı iki oda bulunuyordu. Bunun altında veya civarında toprak altında ayrıca bir çilehanesinin bulunduğu rivayet edilmektedir. Bu sırada vefat eden küçük oğlu, üst bahçenin köşesine gömülmüştür. Kabrin üzerine küçük bir mermer lâhit yerleştirilmiştir. Şâhideleri yok olmuştur. Müslüman mezarında altın bulunmayaca ğını bilmeyen mezar hırsızları, bu kabri yan tarafından kazarak içeride altın aramışlardır. Fakat bu sırada som lâhdin, mezar çukuruna düşmesiyle de Şneciyi yararladığı buradaki kan izlerinden anlaşılmıştır. Lâhit hâlâ o çukurdadır. Hüdâyî Efendi, mürşidi Üftade Efendi'nin 988 (1580) yılındaki vefatı üzerine, Üsküdar'daki bu yere gelmiş ve irşada başlamıştır. Kendisinin burada ne kadar oturduğu belli değildir. Fakat hadiselerin akışı takip edilirse, 1588- 1590 senesine kadar bu iki odalı evde kaldığı ve sonra Rum Mehmet Paşa Camii içinde ve sol taraftaki ikinci odaya göç ettiği söylenebilir

 

Aksaray Somuncu Baba Çilehanesi



Şeyh Hamidi Veli Somuncu Baba Hazretleri’nin Anadolu’da yurt edindiği mekânlardan bir tanesi de Aksaray’dır. Hem Bursa yıllarından önce hem de Bursa’dan ayrıldıktan sonra Aksaray’da ikamet eden Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, Aksaray’ın meşhur ervah mezarlığı civarına halvethanesini ve çilehanesini kurmuştur.

Başta Hacı Bayram-ı Veli olmak üzere talebelerinin yetişmesi için çalışan Hamidi Veli Hazretleri irşât vazifesi için Hacı Bayram-ı Veli’yi Ankara’ya buradan görevlendirmiştir. Oğullarından Yusuf Hakiki Baba’yı da Aksaray’a görevlendiren Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri Hac yolculuğuna diğer oğlu Halil Taybi Hazretleri ile beraber çıkmışlardır.

Aksaray Belediyesi tarafından restore edilen Somuncu Baba Çilehanesi günümüzde ziyaretçilere açık konumdadır. Aksaray Somuncu Baba Camii ve Aksaray Somuncu Baba Çilehanesi ervah mezarlığı bünyesinde gelen ziyaretçilere hizmet vermektedir

 

Merkez Efendi Çilehanesi..zeytinburnu..ist





Zemini avludan yedi metre kadar aşağıda olan çilehaneye türbenin hemen arkasından on beş - yirmi basamaklı bir merdivenle iniliyor. Burası otuz metrekarelik bir kuyu üzerine oturtulmuş küçük bir kapısı ve penceresi dışında hiçbir donanımı olmayan bir barakadır esasen. Bununla diğer çilehanelere nazaran epeyce de ferahtır. 

Barakayı kırmızı balıkların yüzdüğü havuz çevresini dolanan dar bir yol kuşatır. Havuzdaki suyun ayazma (Hıristiyanların inanışına göre kutsal kabul edilen şifalı su) olduğuna inanılıyor. Genelde bir tekkede olması gereken mutfak, taamhane yani yemekhane, derviş hücreleri, selamlık ve hünkar köşkü gibi müştemilata ait herhangi bir ize burada rastlanmıyor. Bugün avlu içerisinde kalan tekke haziresi büyük mezarlıkla birleşmiş durumda. Bu hazirede birçok meşhur simanın da mezarı yer alıyor. Bunların başında Şeyh Kenan Rıfai ve onun ardıllarından olan meşhur yazar Samiha Ayverdi, kardeşi mimar ve sanat tarihçisi Ekrem Hakkı Ayverdi geliyor.

Tekke ve zaviyelerin 1925 senesinde kapatılmasını izleyen dönemde camitevhidhanesi, sadece cami olarak kullanılmaya devam etmiş olan tekke, 1965 senesinde bir onarım daha geçirmiştir.Bu günkü görünümünü ise son yıllarda bir kez daha yapılan restorasyon çalışmaları neticesinde kazanmıştır.

 

Battal Gazi Külliyesi Çilehanesi






Kesikbaşlar Türbesi’nin kuzeyinde bulunan iki çilehane odasının da inşa kitabesi bulunmamaktadır. Sofaya bakan duvar yüzlerindeki tuğla süslemeler, bu odaların Selçuklu dönemine ait olduğuna işaret etmektedir. 

Odalardan diğerine göre daha büyük boyutlu olan kuzeyde yer alanı, kuzey güney, güneyde yer alanı doğu batı doğrultusunda dikdörtgen planlıdır. Her iki odanın da sofaya açılan sivri kemerli kapıları tuğla örgülüdür. 

Kemerleri üç yönden çevreleyen şeritlerde, tuğlaların yatay ve dikey yerleştirilmesiyle oluşturulmuş geometrik süslemeler bulunur. Şeritler arasında bir sıra tuğla örgülü çerçeve yer alır. Duvarlarda tuğlayla birlikte kaba yontu ve düzgün kesme taş kullanıldığı görülür. Odaların iç duvarları düz istifli tuğla örgülüdür.

26 Aralık 2020 Cumartesi

 Seyyid Dede Mezarı.... Eğridere köyü .. Tire izmir




Eğrider köyü İzmir ilinin Tire ilçesine bağlı Tire,nin doğusunda Tire - Gökçen yolunun Gökçen ‘ i 500 metre geçip sağa dönüp 2 km içerde ve Tire'ye 14 km.uzaklıktadır.

SEYYİD DEDE Şeyh Bedreddin’in oğlu Seyyid İsmail Beşe’nin lakabıdır.Eğridere’de dedesinin köyündeki mezarı çok sade ve bakımsızdır.Köy halkı ona Seyyid Dede demektedir.Köyde ona ilginç bir bağlılık vardır. Eğridereliler, ona her mevsim yiyecek götürürler. Hatta Osmancık ve Yenişehir köylüleri ölülerini ona yakın olmak için Eğridere Mezarlığına gömme adetleri vardır. Yağmur duaları da Seyyid Dede’ye uğrayarak yapılmaktadır.
Kaynak: A. Munis Armağan.

 Şeyh Yusuf El Hekim Türbesi Defne..hatay






Şeyh Yusuf’un ünü Türkiye sınırlarının dışına taşmıştır. Harbiye’ye nereden ve ne zaman geldiği kesin olarak bilinmemektedir. Tahminlere göre 15. yy da Lazkiye’den göç etmiş ve Harbiye’ye yerleşmiştir; hekimdir ve yaşamı boyunca şifa dağıtmıştır. Kendisi gibi çok sayıda hekim yetiştirmiştir. Bunların en ünlüsü Şeyh Davut el-Antaki’dir .
Şeyh Yusuf ile ilgili şöyle efsanevi bir olay anlatılır.
“Şeyh Yusuf herkese şifa dağıtmakta fakat yoksul bir yaşam sürmekteydi. Hekimliğini bir çıkar için yapmıyordu. Şenköyü (Harbiye yakınlarında bir köy) beylerinden biri, yoksul olduğunu bilmesine rağmen O’nun yanına adamlarını gönderir ve O’ndan buğday ister. Şeyh Yusuf, eşine ‘kalk, beylere buğday ver’, diye seslenir. Eşi biraz tuhaf bakınca, bir kez daha seslenir, ‘kalk, Allah’tan bereket dile ve beylerin istediği buğdayı ver’, der. Eşi besmele çeker çekmez ambardan buğday dökülmeye başlar ve adamların çuvallarını doldurarak köylerine gönderir” .
Vefat tarihi bilinmemekle birlikte, türbesi hala il merkezine 7 km uzaklıktaki Harbiye’nin (Antakya) sulak ve zümrüt yeşili serin vadisinde bulunmaktadır. Halk arasında Yusuf el-Hekim’in hastalıkları iyileştirdiği yolunda bir inanış mevcuttur.
Adana, Antakya ve çevre illerden her yıl binlerce kişi tarafından ziyaretçi akınına uğrar. Özellikle Cuma ve bayram günlerinde türbe dolup taşar.
Halk arasında yaygın inanışa göre, tıp iliminin çözemediği sorunları, hastalıkları Yusuf el-Hekim çözmektedir. Bu tür inançlar eskiden daha da yaygındı.
Yusuf el-Hekim, Habib-i Neccar’da ömer ağanın yaptırdığı zincirli medresede eğitim görmüş ve Kur’an’ı da ezberlemiştir. Bilgin Muhammed Şerif’ten özel eğitimle tıp ve ilaç ilmini öğrenmiştir. Sağlığında bir çok hastayı iyileştirdiği rivayeti yaygındır

26 Kasım 2020 Perşembe

HUYSUZ BABA TÜRBESİ... EDİRNE






Ne zaman yaşadığı bilinmeyen Huysuz Baba ; Edirne’de Uzun kaldırım caddesinde sırlanmıştır. Ziyaretçiler Huysuz Baba‘yı vesile ederek çocuklarının yaramazlıktan kurtulmaları için dua etmektedir. Rivayete göre ; yüz on , yüz yirmi okka gelen , uzun boylu, gayet iri cüsseli bir zat imiş. Mevlevi semazenlerinden imiş. O dergahta sema’a başladığı zaman, heybetli cüssesiyle yel gibi dönerken, küçük çocuklarında ” Havale ” denen bayılma rahatsızlığı olan anneler , kundaktaki çocuklarını onun ayakları altına koyarlar, o da çocuklara bir ayağıyla hafifçe basarak aralarında dolaşıp sema edermiş. Allah’ın izniyle çocuklar iyileşirmiş.

Kaynaklar;
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
Necati Seçkin , Edirne Evliyaları , 1971

 ZENGİ ATA TÜRBESİ






 

Türkistan'ın büyük velîlerinden Hoca Ahmed Yesevî’nin ilk halîfesi olan Mansur Ata’nın torunu olan Tac Hoca’nın oğludur. Mansur Ata ise Ahmed Yesevî’nin tasavvuf yolundaki ilk mürşidi olan Arslan Baba'nın oğlu olarak bilinmektedir. Bu durumda Arslan Baba’nın da torununun torunu olmaktadır. Babası Tâc Hoca gibi dedesi Abdü'l-Melik Ata da Yeseviyye silsilesi meşayıhindendir.

 

Mansur Ata'nın ölümü, H. 594 (M. 1197-98) olarak, Zengî Ata’nın babası Tâc Hoca’nın vefatı ise H. 596 (M. 1199-1200) (Hazînetü’l Asfiyâ, c. I, s. 535) verilir.

 

Arslan Baba'nın, Zengî Ata vasıtasıyle gelen sülalesi efradından Müzekkir-i Ahbâb adlı tezkirenin yazarı Seyyid Hasan Hoca Nakibü'l-Eşraf-ı Buhâri, kendi ceddi Abdü'l-Vehhab Hoca'nın maddi-manevî silsilesini şöyle  (Müzekkir-i Ahbâb s. 299-300)  kaydetmiştir:

 

Arslan Baba --> Mansur Ata --> Abdülmelik Hoca --> Tac Hoca --> Zengî Ata -->  Sadr Hoca --> Harun Hoca --> Yahya Hoca  --> Süleyman Hoca --> Abdul-Vehhab Hoca

 

Yeseviyye tarikatının en önemli tarihi kaynağı olan Cevahirü'l-Ebrâr min Emvaci'l-Bihâr kitabının yazarı Hazinî de, kendisini Mansur Ata evladından dolayısıyle Arslan Baba neslinden olarak göster­mektedir (Cevahirü'l-Ebrâr min Emvaci'l-Bihâr, s. 231).

 

Zengî Atâ, uzun yıllar dedesi ve babasından zâhir ve bâtın ilimlerini öğrendi. Ahmed Yesevî halîfelerinden Süleyman Hakîm Ata’nın hizmetine girerek ilim ve feyzinden istifâde etti. Taşkent’te ikâmet eder, Taşkent halkının hayvanlarına çobanlık yapardı.

 

Ahmed Yesevî’nin tasavvuf yolundaki ilk mürşidi olarak Arslan Baba, Yeseviyye tarikatındaki çok önemli bir kişi olmanın yanında  tarihi bir şahsiyettir ve koyu renkli Arab, siyah ırktan olduğu için, soyundan gelen Zengî Ata gibi  evladının da tenlerinin  koyu renkli oluşları ile ilgili bazı menkıbeler   teşekkül  etmiştir.

 

Menkıbeye göre Zengî Ata, Taşkend dağlarında sığır güden kalın dudaklı, zenci bir çobandı; kendini ve ailesini çobanlık ücreti olarak Taşkendlilerden aldığı beş-on para ile geçindirirdi. Ömrü daima kırlarda geçtiği için, namazı da kırlarda, ovalarda kılar ve namazdan sonra cehri zikir yapardı. Zikre başladığında  menkıbeye göre, bütün sığırlar otlamayı bırakırlar, Zengî Ata’nın etrafında bir halka teşkil ederek Zengî Ata’nın zikrini dinlerlerdi.

 

Mürşidi olan Süleyman Hakîm Ata, 1186 (H.582) yılında vefât edip, Harezm’de Akkurgan’a (Bağırgan’a) defnedildi. Ahmed Yesevî’nin halifelerinden Süleyman Hakim Ata'nın birçok halîfesi arasında en tanınmışı olan Zengî Ata, Taşkend'de bulunurken, mürşidi Hakim Ata'nın vefatını haber aldı ve derhal Harezm'e giderek kabrini ziyaret ederek ailesine ta'ziyelerini sundu. Menkıbeye göre Zengî Ata Arab kökenli  Arslan Baba'nın evladından olduğu için siyah tenli, o zamanki değerlendirmelere göre  çirkin denebilecek bir adamdı. Nikah için şer'an beklenilen müddet bittikten sonra, ölen mürşidi Süleyman Hakim Ata'nın manevî işa­retiyle, dul kalan zevcesi Anber Ana'yı istedi. Anber Ana ilk başta Hakim Ata’dan sonra her ne kadar evlenmek istemediyse de, nihayet Zengî Ata'nın gösterdiği bir keramet neticesinde nikaha razı olmayı mecburi gördü.

Menkıbeye göre Hakim Ata çok esmer renkli olduğu için, Anber Ana birgün nasılsa, "Keşke eşim siyah olmasaydı!" diye düşünür. Kerâmet nuru ile bunu anlayan Hakim Ata, "Tiz ola ki benden siyaha musahib olasın!" diye dua eder. Hakikaten, biraz sonra Hakim Ata ölür ve Zengi Ata gelip, Anber Ana'nın dest-i izdivacını taleb eder. Anber Ana yüzünü hiddetle döndürüp, "Ben Hakîm-Ata'dan sonra kimseye varmam, hele böyle zencî'ye.." diye reddeder; fakat boynu o vaz'ıyette kalır. O zaman Zengî Ata haber yollayarak, vaktiyle, ölen eşi ve kendisinin mürşidi  Hakim Ata  ile aralarında geçen vakı'ayı hatırlatır. Anber Ana bu izdivacın sırf bir keramet mahsulü olduğunu anlayınca ağlar ve zaruri razı olur (Reşahat tercemesi, s. 16-17).

Hakim Ata Kitabı bu menkabeyi başka bir şekilde göste­riyor : Hakim Ata kara renkli olduğu halde, Anber Ana beyaz tenli ve güzeldi. Birgün, Hakim Ata gaslederken Anber Ana yatağında idi; Buğra Han'ın kızı iken bu kara adama düşmesindeki hikmeti düşündü. Hakim Ata'ya bu düşünce ma'lûm oldu; "Sen beni beğenmiyorsun amma, benden sonra, dişinden başka beyazı olmayan  bir karaya düşeceksin!" dedi. Anber Ana pişman olup ağladı; lakin iş işten geçmişti. Hakîm Atâ vefâtına yakın, Harezm’de ilim tahsîl etmekte olan oğulları Muhammed Hoca ile Asgar Hoca’yı çağırttı ve onlara dedi ki, "Ölümümden sonra ‘kırk aşı'nı verirken gün-doğusundan Ka'be ahalisinden kırk Abdal gelecek; aralarında bir gözü zayıf ve ayağının biri aksak bir “Kara Abdal” vardır. Ananızı, evlenmesi için beklemesi lazım gelen iddet süresi sona erince ona nikahlayın!". Hakikaten, Ata'nın vefatından kırk gün sonra Abdallar geldiler; fakat içlerinde kara Abdal yoktu. Çocuklar onu sorup geri kaldığını anladılar ve çağırttılar. Onun adı Zengî idi. Babalarının vasiyetine göre, analarını Zengî'ye nikahladılar. Bu Zengî'nin veliliğini o zaman kimse bilmezdi. Zengî Baba, karısını alıp kendi vilayeti Taşkend’e çekilip gitti. Anber Ana, eski kocasının kerameti eseri olarak bu Zengî'den çok sıkıntı çekti; lakin ona tahammül eder ve başka kadınlara da bu hususta nasihatte bulunurdu (Hakim Ata Kitabı).

 

Zengî Ata  Silsilesinin Teşekkülü Menkıbesi

 

Zengî Ata, birgün dağda çalılıklar arasmda koca bir yük dikenli çalı toplayıp evine götürmek üzere iple bağlıyordu; o aralık önüne dört genç adam çıktı. Selam verdiler, selamlarını aldı ve nereden gelip nereye gittiklerini sordu. Gençler o zamanın ilim merkezi Buhara'da bir medresede tahsil ile meşgul iken Hak tarîkına sülûk niyetiyle yola düştüklerini, kendilerini irşada muktedir bir şeyh aradıkları ve Taşkend’e gelene kadar böyle birisine rastlayamadıklarını anlattı. Buhara'dan şeyh aramak üzere yola çıkarak Taşkend’e kadar gelmiş olan bu dört genç, sonraları dört büyük halîfesi olacak olan Uzun Hasan Ata, Seyyid Ahmed Ata, Sadr Ata, Bedr Ata idi.  Zengî Ata onlara: "Biraz durun, dünyanın dört tarafını koklayayım. Nerede kamil mürşid kokusu alırsam size bildireyim!" dedi. Gençler sevinçle Zengî Ata’nın vereceği müjdeyi beklediler. Zengî Ata, yüzünü dört tarafa çevirerek kokladı ve sonunda : "Sizi tasavvuf yolunda kemale erdirmeğe kadir benden başka kimse yoktur!" dedi.

Zengî Ata'nın sözü üzerine dört gençten önce Uzun Hasan ile Sadr Zengî Ata’yı mürşid olarak kabullendiler ve intisabdaki bu öncelikleri nedeniyle, tasavvufî kemal mertebesine daha önce erdiler. Seyyid Ahmed az-çok tahsil görmüş ve seyyid olmakla soyca saygın olduğu halde, böylesi bir siyah sığır çobanının kendisini irşad etmeğe kalkmasını biraz garibsedi ise de o da Zengî Ata’ya biat etti. Fakat başlangıçta gönlünden geçirdiği o gurur duygusu irşad yolunu kapadı, bütün gayretinden mücahedelerinden hiçbir fayda görmüyordu. Sonunda, Seyyid Ahmed Anber Ana'ya yalvararak, bu hususta Zengî Ata nezdinde aracı  olmasını istedi. Anber Ana, Seyyid Ahmed’e yardımını va'detti ve dedi ki : "Sen bu gece kendini bir siyah keçeye sarıp Zengî Ata'nın yolu üzerine bırak; o, seher zamanında taharete çıktığı zaman seni o halde görüp acısın!". Hakikaten, o akşam çok iyi kalbli Buğra Han'ın kızı olarak asil bir kadın olan Anber Ana, eşi Zengî Ata’ya Seyyid Ahmed'i niçin layık olduğunu gördüğü inayetine mazhar etmediğini sordu. Zengî Ata Anber Ana'ya gülümseyerek, kendisini ilk gördüğü zaman Seyyid Ahmed'in kalbinde nasıl bir gurur uyanmış olduğunu anlattı; lakin Anber Ana'nın nezdindeki şefaatı vesilesiyle Seyyid Ahmed'in o ilk kusurunu afvettiğini söyledi. O gecenin ertesinde; sabahın seher vaktinde Zengî Ata taharet için evinden dışarıya çıktığı zaman, yolu üstünde siyah bir şeyin yattığını gördü. Ne olduğunu anlamak için ayağıyle dokununca, Seyyid Ahmed yüzünü gözünü mürşidi Zengî Ata'nın ayağına sürerek af diledi. Zengî Ata bu candan özür dilemesine karşılık Seyyid Ahmed'e o kadar iltifat etti ki, bütün maksudu o anda kendisine münkeşif oldu (Reşahat tercemesi (s. 17-19). ) Seyyid Ata, Anber Ana'nın vasıta olması ile, şeyhinin afvına mazhar olduktan sonra, manen çok ilerlemiş, çağdaşı olan Nakşbendiyye ulusu Hâce Azîzan ünvanı ile tanınan Ali Ramitenî “Pîr-i Nessâc” ile birçok sohbetlerde bulunmuştur.

Zengî Ata'nın üçüncü ve dördüncü halîfeleri olan Sadr Ata ile Bedr Ata için de benzer bir rivayet nakledilmektedir. Sadr Ata ile Bedr Ata’nın isimleri Sadreddin Muhammed ve Bedreddin Muhammed'dir. Bu iki candan arkadaş eğitimleri için Buhara'da bulundukları zaman medresenin aynı hücresinde otu­rurlar, aynı dersleri ta'kip ederler, birbirlerinden hiç ayrılmazlardı. Zengî Ata'ya mürîd olduktan sonra Sadreddin'in mertebesi yükseliyor, buna karşılık Bedreddin'inki daima geride kalıyordu. Sonunda, Bedreddin bundan müteessir olarak ağlaya ağlaya Anber Ana'ya geldi ve halini anlattı. Anber Ana da, kocasının gönlü ferah bir zamanında Bedreddin'in üzüntüsünü izah etti. Zengî Ata gülerek dedi ki, "Benimle ilk defa görüştüğü zaman, Bedreddin, içinden, “Bu deve dudaklı zencî haddinden fazla iddia eder”, diye düşünmüştü. Şimdiye kadar feyz alamamasmın sebebi budur; lakin madem ki sen vasıta oluyorsun, ben de o kusurunu afvettim!" Hakikaten, bundan sonra bu iki arkadaşın sülukdaki seyirleri de birbirinden farksız oldu (Reşahât tercemesi (s. 20-21).

Zengî Ata’nın hatırası Türkistan mutasavvıf şairleri tarafından asırlarca terennüm olunmuştur. Türkistanlı Şems isminde bir şairin Zengî Ata'ya hitaben musammat tarzında yazılmış bir Münacât'ı, Yesevî'nin Divân-ı Hikmet'inde basılmıştır :

 

Ol Seyyid-i âdem hakkı yâ Zengî Baba himmeti

Ol mefhâr-i âdem hakkı yâ Zengî Baba himmeti

 

matla'iyle başlayan bu aruz vezni ile yazılmış eser, Prof. Dr. Fuad Köprülü’ye göre nazım bakımından çok kusurludur (Divân-ı Hikmet, İstanbul baskısı, s. 285) .

 

Prof. Dr. Fuad Köprülü’ye göre Zengî Ata'nın memleketlisi Kemmî Taşkendî'nin,

 

Dergeh-î Hak pâsbânı Hazret-i Zengi Ata

Sırr-ı gaybî râzdâni Hazret-i Zengî Ata

 

İrdiler zahir siyeh-fam-ü likin bâtınen

Tabtılar nûr-ü ziya'nı Hazret-i Zengî Ata

 

Turfa bir keşf-i kerâmet görgüzüb dehr ehliga

Aldılar Anber-Ana'nı Hazret-i Zengi Ata

 

parçalarını içine alan medhiyesi edebi yönden Türkistanlı Şems’in manzumundan daha üstündür (Mecmuâ-i Hazini, Taşkent taşbasması, s.47).

 

Zengî Ata'nın ölüm tarihi H. 656 (M. 1258-59) olarak verilmiştir. Zengi Ata'nın vefatı, Hazinetü'l-Asfiya (c. I, s. 539)’ya göre de aynıdır.

 Yaşadığı kasabada vefât edip, oraya defnedilen bu ünlü Yesevî şeyhinin kabri, Taşkend şehrinden sekiz mil uzakta Semerkand yolunun onbirinci kilometresindedir. Schuyler, Türkistan Seyahatnamesi tercemesi (s. 189). Reşahat'ta da Zengî Ata’nın mesken ve medfeni Şaş (Taşkend) olmak üzere kayıtlıdır (s. 16)

 

Zengî Atâ’nın kabri Türkistan’da herkes tarafından bilinir ve ziyâret edilirdi.  Türkistan’ın ünlü ve tanınmış mutasavvıfı Nakşbendiyye ulusu Hoca Abdullah Ahrar, Zengî Ata hakkında büyük bir saygı besler ve kabrini her ne zaman ziyaret ettiğinde, kabrin içerisinden cehri olarak “Allah-Allah” zikrini işittiğini söylerdi. Reşahat tercemesi (s. 16). Hazini de, bu meşhur rivayeti zikreder.

 

Kemmî Taşkendî'nin bahsedilen Zengî Ata medhiyesindeki,

 

"Eylegaylar ta mematîdan beri  vird-i zeban

Allah Allah Rabbenâ’nı Hazret-i Zengi Ata"

 

beyti de buna işarettir.

 

Yesevîye silsilesi, sonraki asırlara bilhassa Zengî Ata'nın halifelerinden Seyyid Ata ile Sadr Ata’dan gelen farklı  silsileler vasıtası ile intikal etmiştir.

Daha uzun süreyle  Yesevîlik yolunu devâm ettiren Sadr Ata halîfeleri Eymen Baba, Şeyh Ali, Mevdud Şeyh şeklinde sıralanır. Mevdud Şeyh’in iki meşhûr halîfesi vardı. Bunlar; Hoca Abdullah ve Kemâl Şeyh idi. Hoca Abdullah’ın halîfesi Hadım Şeyh, onun da halîfesi Cemâlüddîn Buhârî’dir. Reşahât adlı kaynak kitabın yazarı Safi, Yesevilik konusundaki bilgileri Cemâlüddîn Buhârî’den nakletmiştir.

1) Hakîm Atâ Kitabı

2) Hazînet-ül-Asfiyâ

3) Cevâhir-ül-Ebrâr min Emvâc-il-Bihâr (Hazînî)

4) Reşahât Ayn-ül-Hayât (Safî)