KARIŞIK

6 Mart 2020 Cuma


Efkar Baba Kabri – (Balçova )





Efkar Baba’nın kabri Balçova’da Teleferiğin işletildiği tepede demir bir kafes içindedir. Türbeye ulaşmak şimdilerde zordur. Zira Türbe Tesislerin hemen yanında olduğundan izin verimemektedir.

Şahidi İbrahim Dede...muğla 




Muğlanın meşhur alimlerinden biri olan İbrahim Şahidî Dede,1470 (H.875) de doğdu. On sekiz yaşına kadar memleketinde, sonra Bursa ve İstanbul’da çeşitli ilimleri tahsil edip ilimde yetiştikten sonra,bir gün rüyasında Sultan Divani hazretlerini görür ve onunla sohbet eder. Bu rüyadan sonra gönlüne Sultan Divaniyi görmek arzusuna düşer.
Bu sırada Sultan Divani Çiltenanla ( 40 Müridi) beraber Muğlaya gitmek üzere yola koyulmuştur. Muğlalılar Mevlevî dervişlerin geldiğİnİ duyunca şehrin bir kaç kilometre yakınına karşılamağa çıktılar.
Şahîdi ise herkesten önce gördü ve kendi evine nıisafir olmasini rica etti. Bunun üzerine Sultan Divani «Biz yolumuz uğrunda canını ve basını feda edenlerin tnisafiri oluruz» dedi. Buna cevaben İbrahim Dede: «Senin gibi Sultanın, uğrunda canım ve başım feda ol sunî» dedi. Bu cevaptan memnun olan Sultan Divanî ,îbrahim Dedenin (Şahidi) evine misafir oldu. Biraz
istirahatten sonra Muğla ileri gelenleri ve Mevlevi dervişleri beraberce büyük bir salonda otururken, Sultan Divani, İbrahim Dedeye «Haydi vadini yerine getir dedi!» Şahidi boynunu uzattı ve ”Canım ve başım senin uğrunda feda olsun. Senin Velî, Mürşid-i Kamil olduğuna şahid olduk!” dedi ve Sultan Divanî’nin elini öptü. Sultan Divani de mükafat olarak kendisine Şahidi ismini verdi. Böylece Mevlevi tarikatına giren İbrahim dede , Şahidi ismiyle şöhret buldu ve şiirlerin bu mahlası kullandı.
Basını Mevlevi sikkesi sırtına , mevlevi elbisesini giyip zahiri ilimlerle olgun olan Şahidi, Sultan Divaniden feyiz almak suretiyle manevi bakımdan da coşkunlaşıp içli şiirler söylemeğe başladı
Söylediği şiirlerin (Gulşeni Vaıdet), (Gülşeni Tevhid) ve (Gülşeni Esrar) isimli üç kitapta topladı.
Şahidi , Sultan Divanî’nin zikir halkasına girdikten sonra evlad, mal, mülk, aile ve memleketinden, vazgeçdi bir gölge gibi Sultan Divani’nin arkasından takip etti. Aynı zamanda Sultan Divaninin söylediği şiir ve vecizelerini kaydetmek suretiyle, katiplik ödevi yaptı.(Ne yazı ki Afyonkarahisar Mevlevi Dergahının birkaç defa yanmasıyla Sultan Divanîye ait ancak yirmi kadar şiir zamanımıza kader gelebildi.)
Böylece Sultan Divanî’nin, hayranı olan Şahidî, onun arkasından yalın ayak başı açık bir şekilde Mısır çöllerini ve Anadolu bozkırlarında dolaşırken takip etti. Sultan Divani her gittiği şehirden Şahidiye binmesi için bir at ,ayaklarına giymesi için bir ayakkabı alırdı. Sultan Divanî önde, Şahidi arkada yol yürüdü. Bir müddet sonra Sultan Divani arkasına baktığında ne görsün? Şahidi attan inmiş ayaklarından ayakkabılarını çıkarmış arkadan geliyor.
Sultan Divani, Şahidiye ; ”Şahidi! Niçin bana eziyet ediyorsun? sen ayakların çıplak vaziyette, yürüdükçe ben üzülüyorum!..» dedi. Şahidi dede ise şöyle yanıt verir ” Ey velayet Şahı senin bastığın ve gölgenin bulunduğu bu topraklara ayakkabı ile basmaya utanırım . ‘

Sultan Divaninin vefatından sonra Muğla Mevlevihanesine Postnişin olur. (H. 957 / M 1556) senesinde seksen iki yaşında, bir rivayete göre Muğla bir rivayete göre de Sultan Divani’nin kabrini ziyaret için gittiği Afyon’da vefat eder.

Sultan Divani türbesi ..afyonkarahisar





Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi’den sonra Mevlevîlik tarîkatine mühim hizmetlerde bulunan önemli isimlerden  DSC01985olan Sultan Dîvânî (Dîvâne Mehmed Çelebi), Hz. Mevlânâ’nın yedinci kuşak torunlarındandır.
Doğum tarihi ile ilgili net bir bilgiye sahip olmamakla beraber, 1448 veya 1471 tarihlerinden birinde doğmuş olmasının kuvvetli bir ihtimal olduğunu söyleyebiliriz.
Afyonkarahisar bölgesi, 13. yüzyılda Germiyanoğulları beyliğine bağlı idi. Germiyanoğlu Bey’i Mehmet Bey, Hz. Mevlâna ve Mevlevîliğe karşı muhabbeti olan bir devlet idarecisidir. Bu muhabbetin neticesinde, oğlu Süleyman Şah’a, Sultan Veled’in kızı (Hz. Mevlâna’nın Torunu), Mutahhara Hatun’u almış ve Çelebi sülâlesi ile akrabalık kurulmuştur.
Mehmet Çelebi çok güzel semâ ettiği için babası tarafından kendisine “Semâî” lakâbı verilmiş, kendisi de şiirlerinde “Semâî” mahlasını kullanmıştır. Kendisine “Dîvâne” de den- miştir. Bu Farsça sıfat, “Hak yolunda kendinden geçen, aklını kaybeden, ilâhî aşkın etkisiyle hayrete düşen, şaşırıp kalan” anlamlarını içermektedir. Mehmed Çelebi’ye ait bazı menkıbelere baktığımızda, halkın kendisine bu sıfatı yakıştıracak bazı sebepler bulunmaktadır. Bu yakıştırmanın, tasavvufî düşünce geleneğinde kendine özgü bir konumu da mevcuttur.
Yaygın olarak kullanılan diğer lâkabı “Dîvânî”nin ise; Timur tarafından Semerkand’a götürülen, daha sonra da Şah İsmail’ce Tebriz’e nakledilen Hz. Mevlâna’nın Eseri “Dîvan- ıKebir”i, rüyasında gördüğü Hz. Mevlâna’nın manevî işaretiyle Tebriz’e gidip getirmesinden dolayı verildiği düşüncesi hakimdir.
Bu iki yaklaşımı kendi içerisinde bulunduğu şartlara göre değerlendirmemiz daha sağlıklı olacaktır. Zaman içerisinde her iki lakab da sıkça kullanılmış, özellikle “Dîvânî” halk arasında daha fazla tercih edilmiştir.
Sadık müridi Muğlalı İbrahim Şâhidî Dede’nin anlattığına göre Sultan Dîvânî; rind meşrep, coşkun ve cezbeli bir mevlevîdir.

Muğlalı İbrahim Şâhidî Dede; mürşidi ile yaptığı seyahatleri kayda geçirerek, türünün ilk örneği olan (ilk edebî seyahatnâme) “Gülşen-i Esrâr”ı yazmıştır. Şâhidî İbrahim Dede’nin 1544’te yazdığı Gülşen-i Esrar’ında, Dîvâne Mehmet Çelebi’nin sağ olduğuna dair işaretler ve 1545’te bir mesnevî vakfiyesine şahâdeti; Şâhidî Dede’nin Şeyhi’nin vefatından sonra, her sene kabrini ziyaret maksadıyla Afyonkarahisar’a geldiği, muayyen bir süre kalıp döndüğü, H.957/M.1550 tarihindeki ziyaretlerinde vefat ettiği ve şeyhinin yanına gömüldüğü dikkate alınırsa, Dîvâne Mehmed Çelebi’nin H. 953/M.1546 veya H.954/M.1547 yıllarında vefat etmiş olması gerektiği söylenilebilir. Kendisinden sonra Afyonkarahisar Mevlevî tekkesi postuna oğlu Hızır Şah oturmuştur.

Şeyh Ali Zülfikar .adana .merkez






Şeyh Ali Zülfikar Efendi’nin kabri şerifi ; Adana – Merkez’de Emniyet müdürlüğünün yanındaki Şıh Zülfü camii avlusundadır.
Şeyh Zülfo mescidinin banisi olan Şeyh Ali Zülfikar Efendi ; Tarikat-ı rifaiyye meşayıhındandır. Kabir taşındaki kitabe şöyledir ;
” Mürşidü’s Salikin Ve Gavsül Vasilin
Eş Şeyh ali Zülfü İbnuş Şeyh Es Seyyid
Müslim İbnu Muhammed Nam sahibul Hayrat Vel Hasenat ”
Şeyh Zülfo mescidi ile ilgili Adana Kültür Varlıkları envanterinde şu bilgiler vardır ;
”Kendi adıyla andan dergahın mescidi olan eser, küçük, fakat kunt ve sıcak bir mimarisiyle dikkati çekmektedir. Tamamen kesme taşlarla inşa edilen eser, üç adet sivri kemer gözünün her bir birer kubbeyle örtülü olan 2,80 genişliğindeki küçük bir son cemaat yeri ve içten içe 7,32 x 7,38 m. ölçüsündeki harimden meydana gelmektedir. Son cemaat yerinin kubbeleri iki yan tarafta “L” şeklindeki ayaklara, ortada ise Roma devri sütun başlıklarıyla dikkati çeken iki sütun üzerine oturmaktadır. Kubbeye geçiş için tromplardan istifade edilmiştir. Harimin kubbesinde de köşelerde tromplar kullanılmış, ve yine öncekiler gibi saç kaplama ile korunan bu kubbe de kirpi saçaklarla vurgulanmışür. Harimin bu büyükçe kubbesi ile, son cemaat yerinin kubbeleri arasında hafif bir boşluk bırakılmak suretiyle esere zarafet ve hareketli bir görünüş kazandırılmıştır. Mescit, kuzeyde ve güneyde iki, doğuda üç ve batıda bir pencere ile aydınlatılmaktadır. Doğu, batı ve güney duvarlarında ayrıca birer üst pencere ve yine batıda iki tane dolap nişi görülmektedir. Mihrap, kavsarasındaki mukarnaslarıyla dikkati çekmektedir.
Şeyh Zülfo veya Şeyh Zülfikar Mescidi’nde bezeme olarak dikkatimizi çeken en önemli unsur harimin kapısı ile üstteki kitabe arasına yerleştirilen Roma mimarisinden devşirilmiş bitkisel süslemeli bir levhadır.
Mescidin batısındaki minare yakın zamanda yenilenmiş olup, üzerindeki kitabe 24.6.1993 tarihini taşımaktadır.
Kitabe: Harimin kapısı üstüne yerleştirilmiş bir taş levha üzerine ikişerli dört satır halinde yazılı tamir kitabesi ne yazık ki yağlıboya ile berbat edilmiş olup şöyledir:
Huda Abdülmecid Han’ı muzaffer eylesün ya hu
Vezirinden Ziya Paşa sebeb tamîre ey mehru
Bi-hamdillah tamam oldı ibddethane-i dil-cü
Bina-yı mesdd-i Yortan Veli Dergdh-ı Ali bu
Bildd-ı Rüha’dır şeyhin…..
Nesebde Muslim oğlundan Rufai Şeyhi Şeyh Zülfü
Gafura hamd idüb Remzi, döküb cevher île incü
Didi ya Rab Şu hankahı, zülal nüra kıl memlü 1269 (1853)

Günümüz Türkçesiyle:
Allah, Abdülmecid Han’ı muzaffer eylesin
Vehimden Ziya Paşa tamire sebeb oldu
Allah’a şükürler olsun ki gönül açan dergah tamamlandı
Büyüce Yortan Veli Dergahı Mescidinin binası
Urfa Şehridir şeyhin….
Nesepçe Müslim oğlundan Rufai Şeyhi Şeyh Zülfi
Çalab’a hamd edip Remzi., inci ile cevher döküp
Dedi: Ya Rab Şu hanegahı pür nur île doltur
Şeyh Zülfikar Rufai Dergahı

Adana’da 5 Ocak Mahallesi 13. Sokakta, Askerlik Şubesi’nin kuzeyindeki aynı adla bilinen mescidin yanında olduğu anlaşılmaktadır. İlk yapılış tarihi belli olmayan Dergah’ın 1853 yılında tamir edildiğini ve eski adının Yortan Veli olduğunu, aynı adı taşıyan mescidin kitabesinden öğreniyoruz. Şeyh Ali Zülfikar için Adana Valisi Ziya Paşa’nın imar ettirdiği Dergah günümüze ulaşamamıştır. 1269 (1852) tarihli bir Şer’i Mahkeme sicilinden öğrenmekteyiz. Adana Şer’i Mahkeme Sicili’nin 67. Cilt, 141. sayfasına kayıtlı 1269 (1853) tarihli bir vakfiyesinin olduğu bilinmektedir.

Halkalı Evliya Türbesi - Amasya


Dört ayak üzerine oturmuş bir kubbe ile güney cephesi dışında kenarları açık, baldaken tarzda inşa edilen türbede Şadgeldi Paşa’nın torunlarından Reis-ül Asker Burak Bey’in kızı Şahruz Hatun’un mezarı bulunmaktadır. Bazı kaynaklara göre türbenin alt kısmında bir mahsen ve içerisinde Şahruz Hatun’un mumyası vardır. Türbe içindeki sandukanın kuzeyinde eskiden bulunan iki siyah taş ve bu taşların kenarlarındaki halkalardan dolayı türbeye Halkalı Evliya Türbesi denmektedir.

Pir Sücaeddin İlyas Türbesi - Amasya



Çilehane'nin güneyinde Pirler Parkı içinde bulunan türbe Yukarı Pirler Türbesi adıyla da bilinir. 1486 yılında Gümüşlüzade Ahmet Bey tarafından Gümüşlüzade ailesinden Şeyh Sücaeddin Pir İlyas için yaptırılmıştır. Türbede Pir İlyas’tan başka damadı Pir Celaleddin Abdurrahman, torunu Pir Hayreddin Hızır Çelebi ve bunların ailelerinin mezarları bulunur. 1688 yılında Gümüşlüzade İbrahim Paşa tarafından yenilenen bina 1895 depreminin ardından yıkılmışsa da sonraki bir tarihte yeniden yapılarak bugünkü halini almıştır.
Enine dikdörtgen planlı türbenin iç mekanı, kuzey ve güney duvarlardaki payandalara dayanan iki sivri kemerle üç bölüme ayrılmıştır. Bölümlerin üzeri kubbelerle örtülüdür. Batıda kalan bölüm, kıble duvarına açılmış bir mihrapla mescid olarak kullanılmaktadır. Yapımında düzgün kesme taş kullanılan türbe, cephelerinde bulunan yuvarlak kemerli pencerelerle aydınlanır. Giriş kapısı üzerinde türbenin orijinal yapım kitabesi ile II. Abdülhamit Dönemi onarım kitabesi bulunmaktadır

14 Ocak 2020 Salı



 Daha önce ifade edildiği gibi, Akkoyunlular 1462-1482 yıllarında Hasankeyf’e tam hakim olmuşlardır.
 Bu dönem içinde Hasankeyf'te bıraktıkları tek eser Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın oğlu Zeynel Bey
 Türbesi'dir. Dicle’nin kuzey yakasında yer alan bu eserin giriş kapısı üzerindeki kitabede, buranın Zeynel Bey'e 
ait olduğu ifade ediliyor.
Eser dıştan silindirik, içten ise sekizgen bir özellik arz eder .Türbenin silindirik gövdesi üzerinde turkuvaz 
ve lacivert, sırlı tuğla ile dört kuşak oluşturulmuştur. Birinci kuşakta '' ALLAH'' , ikinci ve üçüncü kuşaklarda
 baş kısmında “AHMET'' devamında ise ''MUHAMMED'' dipteki son kuşakta ise “ALİ'' isimleri hayranlık verici
 bir şekilde yazılmıştır.
Hem kapı hem de güneydeki pencere aynı renkteki sırlı tuğlalar kullanılarak süslenmiştir. 
Yapının birçok yerinde, bu sırlı tuğlaların söküldüğü, kasıtlı bir tahribatın yapıldığı göze çarpıyor.
Üst kubbesinde aynı tarzda süslerin izleri hala mevcuttur. Üst kubbedeki çatlakların gittikçe açıldığı ve
 yıkılma tehlikesi arz ettiği görülmektedir.

ALİ DEDE TÜRBESİ..DENİZLİ BOZKURT



Horasan’dan geldiği, asker olduğu, bu toprakların Türkler tarafından fethedilmesi sırasında yapılan savaşlarda şehit düşmüş ve bugünki bulunduğu yere defnedilmiş, Hatta bu görüşü desteklemek için, Tutluca köyünün 1693 yılında kurulduğu, bu tarihten önce de mezarın burada olduğu ifade edildiği söylenmektedir, rivayet odur ki; Bu bölgedeki çobanlardan birisi, türbenin arka taraflarında bir yere kış aylarında koyun ağılı yapmış, orada hayvanları ile yatar kalkarmış, Çoban bir gün Ali Dede’nin türbesinin olduğu ağaçlık yerden geçerken biraz odun alıp götürmüş. Uykusunda orada yatan zat gelip çobanın boynundan tutarak onun kafasını su kanalına sokmuş ve sen nasıl oradan odun getirir de yakarsın” demiş, Çoban kan ter içerisinde uyanmış ve hemen yanmakta olan odunları ocaktan alarak söndürmüş Bu olaydan sonra köylüler O bölgeyi kutsal saydıkları için odun almaz olmuşlar.

7 Ocak 2020 Salı

ERZURUMLU EMRAH TÜRBESİ ....NİKSAR



Erzurumlu Emrah (19.yy)
19.yüzyıl saz şairi.
Erzurum'un Ilıca ilçesine bağlı Tanbura köyünde doğdu.
Doğum ve ölüm tarihleri tartışmalıdır. Genel olarak 18.yüzyılın son çeyreğinde doğduğu kabul edilen şairin ölüm tarihi kesin olmasa da 1860 olarak kabul edilmektedir.
İlk gençlik yıllarında köyünden ayrılarak Erzurum'a giden şair medrese eğitimi almıştır.
O dönemin aşık hayat tarzının gereği olarak bir süre sonra Erzurum'dan ayrılarak Trabzon, Kastamonu, Sivas, Tokat, Çankırı, Niğde gibi çeşitli yöreleri gezmiştir.
Emrah gezdiği yerlerde birçok çırak yetiştirmiş ve adıyla anılan âşık kolunun kurucusu olmuştur.
Hem tasavvuf hem de divan edebiyatına ilgi duymuştur.
Aruzla yazdığı şiirlerindeki şekil ve dil kusurlarının çokluğu onun divan şairi kabul edilmesine engeldir.
Divan şiiri etkisiyle yazdığı şiirlerinde dili ağırdır:
Sevgilim hayal-i vuslatın beni
Diyar-ı gurbette hayran gezdirir
Haşre dek cemal-i firkatin beni
Neş'e-yi vaslımla giryan gezdirir
Ona asıl şöhretini kazandıran hece vezniyle yazdığı şiirlerdir.
Şiirlerindeki temel konular aşk, gurbet, ayrılıktır.
Gönül gurbet ele varma
Ya gelinir ya gelinmez
Her dilbere gönül verme
Ya sevilir ya sevilmez
Bu konuların yanı sıra şiirlerinde tasavvufi düşüncelere de yer vermiştir. Ayrıca dönemin diğer halk şairlerinde görüldüğü gibi bazı sosyal problemlere de değinmiştir.
Konu bakımından geniş bir yelpaze sahip olsa da Erzurumlu Emrah, her şeyden önce bir aşk şairidir:
Sabahtan uğradım ben bir fidana
Dedim mahmur musun dedi ki yok yok
Ak elleri boğum boğum kınalı
Dedim bayram mıdır söyledi yok yok
Dedim inci nedir dedi dişimdir
Dedim kalem nedir dedi kaşımdır
Dedim on beş nedir dedi yaşımdır
Dedim daha var mı söyledi yok yok
Dedim Erzurum nen dedi ilimdir
Dedim gidermisen dedi yolumdur
Dedim Emrah nendir dedi kulumdur
Dedim satarmısan söyledi yok yok

21 Aralık 2019 Cumartesi

SEYİT SULTAN ŞÜCAATTİN VELİ.SEYİTGAZİ. ESKİŞEHİR





SÜCEADDİN VELİ OCAĞI BELGELERİ Şücaaddin Veli, XIV. Yüzyılın sonu ile XV. Yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan önemli ve karizmatik Türkmen dedelerindendir. Anadolu’da dört büyük Veli’den birisidir. Şücaaddin Veli’nin Türbe ve zaviyesi, Eskişehir’e bağlı Seyyidgazi ilçesinin, Arslanbeyli köyünde bulunmaktadır. İmam Rıza soyundan olan Süceaddin Veli, İran’ın Horasan bölgesinden Anadolu’ya gelmiştir. Süceaddin Veli’nin yaşadığı dönem hakkında kesin tarih olmamakla birlikte, aşağıda verilen bilgilerden 14. asrın ikinci yarısı ile 15. yüzyılın 1. nci yarısında yaşamış olduğu anlaşılmaktadır. Şücaaddin Veli, yaşadığı dönemde etkin faaliyetlerde bulunmuş, çok önemli bir velidir. Bu önemli veli hakkında en önemli bilgileri, Otman Baba Velayetnamesinden anlıyoruz. Velâyetnamede yazıldığına göre: O kani velayet ve Kutb-ül Aktab Otman Baba günlerden bir gün, bütün abdallarını bir yere topladı: “Biz bu mülkte iki kişiyiz ki, birimize Hüssem Şah ve birimize de Şefküllü Bey derler ve o benim koçumdur. Şefküllü Bey dediği, Sultan Şücâaddin Veli’dir” diyerek, dervişlerine Şücaaddin Veli hakkında bilgi veriyor. Otman Baba velâyetnamesinde, Otman Baba’nın 1430 yılında Anadolu’ya geldiği yazılıdır. 1478 yılında da Hakk’a yürüdüğünü biliyoruz. Buna göre Otman Baba, 1430-1478 yılları arasında İstanbul ve genellikle Balkanlarda yaşamıştır. Süceaddin Veli, Otman Baba ve Karpuzu Büyük Hasan Dede, her üçü de Kalenderi Şeyhi idiler. Süceaddin Veli, sadece bir şeyh veya yerel halkın arasında yaşayan bir eren olmayıp, yüksek Osmanlı komutanları ile de yakın ilişkisi bulunan bir kimse idi. Balkanların fethi sırasında Gazi komutanlardan Evrenos Gazi, Seyit Ali Sultan’ın (Kızıldeli) yanında yer almıştı. Evrenos Bey’in işgal ettiği yerlere, yani Edirne, Dimotoka, Selanik, Kırcali, Arnavutluk, Makedonya ve Macaristan bölgeleri, Kızıldeli’ye bağlı “Bektaşilerin” yoğun olduğu bölgeleridir. Yine Balkanların fethi sırasında Gazi komutanlardan Timurtaş Paşa’ın işgal ettiği bölgeler, yani Edirne, Haskova, Kırcali, Şumlu, Razgrad, Silistre ve Varna (Deliornman ve Dobruca) bölgeleri ise Sarı Saltık, Otman Baba ve Süceaddin Veli’ye bağlı “Babai Bektaşilerin” yoğun olduğu bölgelerdir ve bugün bu bölgelerde yaşayan veya muhtelif tarihlerde Türkiye’ye göç etmiş olan “Babai Bektaşiler”, Süceaddin Veli’ye bağlıdırlar. Evrenos Paşa, Seyit Ali Sultan’ın yanında yer alırken, Timurtaş Paşa da Süceaddin Veli’nin yanında yer almıştı. Çünkü Timurtaş Paşa da Şücaaddin Veli’in müridi idi. Daha sonra da Timurtaş Paşa’nın oğlu “Mürvet Ali Paşa”, Süceaddin Veli’nin müridi olmuş ve bugünkü Şücaaddin Veli külleyesi Müvrvet Ali Paşa yaptırmıştır ve onun türbesi de Süceaddin külliyesinde ve Süceaddin Veli türbesinin yanındadır. Mürvet Ali Paşa ile Sücaattin Veli arasında geçen vaka şöyle naklolmuştur. Osmanlı ordusunun komutanı olan Demirtaş paşa, askerleri ile savaşa çıkar. Yolu şimdiki şücaattin köyünden geçer. Ve köyde konaklaması gerekir. Köyün şeyhi Seyit Şücaattin Veli, garip fakir kulübesinde oturmaktadır. Köye gelinceye kadar kendisinden bahsedilen Şeyh’ten hayır himmet almak isteyen Demirtaş Paşa, Şeyh’in huzuruna çıkar; elini öper sefere çıkacaklarını, hayır duasını almak isteyen Demirtaş Paşa, bir gece de köyde misafir olmak istediklerini belirtir. Bu duruma sevinen şeyh, misafirlerinin Tanrı misafiri olduğunu onları ağırlayabileceklerini söyler. Böylece köyde konaklarlar. Konaklamadan önceki olaylar olağan üstülüklerle doludur. Demirtaş Paşa dört büyük Veliden biri olan Seyit Şücaattin Veli’nin yanına gelir. Hünkarım biz çok kalabalığız görüyorumki köyünüzün askere yetecek kadar ne ekmeği nede suyu var. Seyit Şücaattin Veli: paşa! Zaman her şeyi çözümler biz hele biraz gezinelim ne kadarsınız bir görelim. Şimdiki adı “çayırlık” olan askerlerin bulunduğu mevkiye gelirler. Kudretine inandığımız o güzel veli elindeki asayı yere vurur; asayı vurduğu yerden suyla birlikte arpa gelmeye başlar. Bu atlarınızın suyu ve yemi olsun der. Yüz metre ileriye gidilir, tekrar asasını batırır. Bu sefer suyla birlikte bal akmaya başlar. Buda askerlerin yiyeceği olsun der, ( burası şu anda çeşme haline getirilmiş imside bal pınarı olmuştur. )suları aynı kaynaktan gelir ama dışarı akarken birirsi daha koyu renktedir. Birlikte kulübesine gelirler. Sohbet etmeye başlarlar. Demirtaş Paşayı çok etkileyen Seyyit Şücaattin Veli Hazretleri ekmekçisini çağırır. Bir tekne un ister onu dualayıp ekmekçiye verir. Hamur yapılır fırına verilir. Bir tekne hamurdan bir tabura yetecek kadar ekmek alınır. Bu durum paşanın dikkatini çeker. Fırına eğilip bakar bir mum yanmaktadır. Fırının ateşi sadece budur. Tabii şaşırıp şeyhe sorar. Şeyh’im bu mum nasıl olurda bu fırını ısıtır? Seyyit Şücaattin Veli yapığım dua, Nur suresinin 35 ayeti idi sönmeyen ışık olan alemlerin kalbinide aydınlatan, kibritsiz de yanan bu ateş sayesinde ekmekler pişti der. Demirtaş Paşa çok etkilenir ve sabaha kadar Seyyit Şücaattin Veli ile sohbet eder. Paşa hasta olan hayvanlara ve Askerlere de himmet etmesini ister. Seyyit Şücaattin Veli arpa ile akan suda banyo yapmalarını ve hayvanlarını geçirmelerini ister. Bu suyun onlara şifa vereceğini söyler Bu olağan üstü olayların sonunda: Seyyit Şücaattin Veli’den memnun olan Demirtaş Paşa sabah müsaade isteyip ayrılırken Şeyh’in yeşil taşlı yüzüklü elini öper, hayır duasını alır. Şeyh’te Demirtaş Paşa’nın Atını okşar ve muzfferiyetler dileyerek Allah’ın yardımcı olmasını diler. Yola çıkan Demirtaş Paşa muharebe alanına gelir. Alanda çok yüksek kayalar vardır. At ürker ve yüksek bir kayaya fırlar, At kayadan inmez Paşa kızar Ben bir ulu veliye uğradım medet sende ey pir der. Atını mahmuzlayıp at cesarete gelir ve aşağıya inmeye başlar. Atını sevip okşayıp mükafatlandırmak isteyen Paşa, eğildiğinde bir bakar. Atının döşünde elini Öptüğü Seyit şücaattin Veli’nin yeşil taşlı yüzüklü elini görür. Aşağı inince el kaybolur. İşte o zaman demirtaş paşa kendi kendine söz verir: bundan sonra kimseyi öldürmeyip ömrümün geri kalan kısmını seyit Şücaattin Velinin huzurunda geçireceğim ona hizmet edeceğim diye söylenir. Savaş bitiminde askerlerini toplayan Demirtaş Paşa savaş ganimetlerini askerleri arsında eşit olarak dağıtır. İsteyen dilediği yere gidebilir, benimle gelmek isteyenler Seyyit Şücaattin Veli köyüne gelsin der. Yanında Menezgah baba, Tokmakçı baba, Davulcu Baba, ve Saciyak Baba ile birlikte köye gelir. Derviş olup ikrar verip hizmet ederler. Demirtaş Paşan’nı adı değişir Mürvet Ali Paşa olur. Çok zengin olan mürvet Ali paşa Şeyh’ten rıza alıp memleketine gider. Bütün malını mülkünü satar, tekrar köyüne döner. Seyit Sultan Şücaattin Veli’ye Şeyhim senin mezarının bir taşı altın bir taşı gümüş olarak ben yaptıracağım der. Seyyit Şücaattin Veli Sen o şekilde mezar yaptırırsan benim başıma yıkarlar. Benim mezarımı yaptıracaksan bir sırası sarı taş bir tarafı beyaz taş olsun der. Sultan Sücaeddin Veli, Balkanlarda da faaliyet göstermiş olmasına rağmen genellikle, Eskişehir-Seyit Gazi Merkez olmak üzere Bursa, Afyon, Kütahya, Isparta, Manisa ve Ankara bölgeleri, faaliyet alanları içersinde bulunuyordu. ŞücaaddinVelî Ocağı, Otman Baba süreklileri ve Karpuzu Büyük Hasan Dede ocaklıları aracılığı ile hem Balkanlarda hem de Anadolu’da örgütlenmiş, etki ve denetim kurmuş, demografik hacmi oldukça büyük bir inanç-kültür merkezi konumundadır. ŞücaaddinVelî Ocağı, Alevî-Bektaşî inanç ritüelleri açısından da önemli özellikler gösterir. “ikrar” olarak tanımlanan ritüel, ocağın talip topluluğuna katılmanın başlangıcıdır. “Görgü Kurbanı”, “Dar Kurbanı” ŞücaaddinVelî ocaklılarının gerçekleştirdiği diğer cem ayinleridir. ŞücaaddinVelî Ocağı, “pençeli” ocaklar grubuna dâhildir. Bu bağlamda ŞücaaddinVelî Ocağı’nm önemli bir özelliği daha ortaya çıkmaktadır. Gerek Karpuzu Büyük Hasan Dede Ocağı ve bu ocağa bağlı Şah Kalender Velî, Cibâlî Sultân, seyyid Hacı Ali Turabî, Seyyid Hacı Murâdî ve Mehemmed Abdal Ocakları, gerekse Otman Baba süreğini takip eden Alevî-Bektaşî toplulukları “tarıklı”, “erkânlı” ocaklar grubundadır. Tarıklı ocaklar, ocak tâlipliğinin başlangıcına, “musahiplik” ritüelini alan ocaklardır. Bu karakteri ile ŞücaaddinVelî Ocağı merkezli Otman Baba Süreği ve Karpuzu Büyük Hasan Dede Ocağı bağlantılı ocak Pîramit yapılanışı, “pençeli” ve “tarıklı” inanç-dede ocaklarını bünyesine alan bir özellik göstermektedir. ŞücaaddinVelî Ocağı’na bağlı inanç-dede ocaklarının dışında direkt bağlı Alevi-Bektaşi toplulukları da bulunmaktadır. Bu topluluklar Eskişehir, Kütahya ve Bilecik yörelerinde yoğunluk göstermektedir. ŞücaaddinVelî Zaviyesi, Eskişehir-Kütahya-Bilecik ve Afyon yöresi Alevî-Bektaşî toplulukları açısından önemli bir inanç-kültür merkezidir. Yöre, Alevî-Bektaşîlerinin Seyyid Battal Gazi Zaviyesi sonrası, yoğunluklu olarak ziyaret edip kutsadıkları, adak adadıkları, kurban ritüelini gerçekleştirdikleri kutsal mekânların başında, ŞücaaddinVelî Zaviyesi gelmektedir. ŞücaaddinVelî Ocağı’nın özelliklerinden biri de “post-nişînlik” uygulamasıdır. Arslanbeyli köyünde yerleşik “Demirtaş sülalesi” ŞücaaddinVelî Ocağı dede ailesidir. Demirtaş sülalesine mensup her erkek üye “dede” kimliği taşımaktadır; fakat aileye mensup bir kişi ocağın post-nişînlik görevini yürütmektedir. Benzer yapılanışlar, Karpuzu Büyük Hasan Dede ve Cibalî Sultân Ocakları’nda da bulunmaktadır. Karpuzu Büyük Hasan Dede ve Cibali Sultân Ocakları’nda “post-nişîn”, “Ulu” olarak adlandırılmaktadır. Günümüzdeki ŞücaaddinVelî Ocağı Postnişini Sayın Nevzat Demirtaş Dede’den Eskişehir ŞücaaddinVelî Kültür ve Tanıtma Derneği Başkanı Sayın Nusrettin Demirtaş aracılığı ile Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Merkezi’ne gönderilen, vakıf senedi, ferman, berat, icazet türü tarihî belgeler üzerine yapılan belgebilim çalışmalarıyla, ŞücaaddinVelî Ocağı ile ilgili belli kritikler yapma imkânı oluşmuştur. ŞücaaddinVelî ocaklı dedeleri, günümüze kadar ulaşan sözlü bilgiler bağlamında, ŞücaaddinVelî’nin İmâm Rıza soyundan geldiğini belirtmektedirler. Merkezimize ulaşan belgelerden biri de özel vakıflara ait bir senet taslağı olup, bu senet taslağında ŞücaaddinVelî, İmâm Ali Rıza soyundan bir seyyid olarak tantılmaktadır. (Belge 1). ŞücaaddinVelî ocaklıları, yörede tarihsel anlamda üç önemli Alevî-Bektaşî zaviyesi bulunduğunu ve bunların Seyyid Battal Gazi, ŞücaaddinVelî ve Üryan Baba Zaviyeleri olduğunu ifade etmektedirler. Yapılan belgebilim çalışmalarıyla, özellikle Üryan Baba Zaviyesi ile ilgili önemli bilgiler ortaya çıkmıştır. Bulgulardan çıkan sonuçta, her üç zaviyenin de birbiriyle bağlantılı ve ilişkili olduğu görülmektedir. Üç zaviyede de post-nişînlik kurumu var olup, üç post-nişînin de aynı düşünce ekseni içerisinde yer aldığı görülmektedir. (Belge 7-10). Belgeler üzerinde yapılan analiz çalışmaları sonucunda, üç zaviyenin de vakıflara sahip oldukları tespit edilmiştir. Özellikle “Sultân Suca’ Baba Vakfı” yörede geniş bir sahada etkinlik ve denetime sahiptir. (Belge 7-8). Belgebilim çalışmamızla ortaya çıkan en önemli tespit ise, Anadolu ve Balkan Alevî-Bektaşî inanç-dede ocakları arasında önemli bir yere sahip ŞücaaddinVelî Ocağı’nın, bir üst zaviye olarak Hacı Bektaş Zâviyesi’ne bağlı olan “Çelebiler” ekolünü takip ettiğinin belirlenmiş olmasıdır. Tarihsel süreçte ŞücaaddinVelî ocaklı dedelerinin, Hacı Bektaş Çelebilerini kutsadıkları ve Pîr kabul ettikleri görülmektedir. Belgelerde, ŞücaaddinVelî ocaklı dedelerinin, Hacı Bektaş Velî Dergâhı’na gelip, evliyanın yolunu kabul ettikleri, kendilerine post ve halifelik verildiği, Bektaşi tarikatında kutsal emanetler olarak bilinen, “sofra”, “çerağ”, “kılıç” ve “teslim taşı”nın kendilerine verildiği ve halifeliğe layık görüldükleri belirtilmektedir. Bu belgelerin veriliş sebebi açıklanırken şu ifade veya benzer ifadelere yer verilmektedir; ” Mübarek dedem, ariflerin sultânı, âşıkların en yücesi Hacı Bektaş Velî hazretlerinin mübarek dergâhlarına gelip evliyanın yolunu kabul eden Derviş Kerim Dede’ye icazet, sofra, çerağ, kılıç ve telsim taşı verilerek halifeliğe layık görülmüştür.” (Belge 4-5-6). Belge 4 ‘teki şahitler kısmına ve belgeyi verenin bulunduğu bölüme bakıldığında, belgenin Feyzullah Çelebi tarafından verildiği ve Hacı Bektaş Dergâh’ından çıktığını açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Belgelerin tarihleri incelendiğinde, en eskisinin 18.yüzyıla kadar (1791) gittiği görülmektedir. (2) Buradan hareketle, ŞücaaddinVelî ocaklı dedelerinin, Hacı Bektaş Velî Çelebileri ile tarihsel bir ilişki içerisinde olduğu tespit edilmektedir. 2005 yılında, Arslanbeyli köyünde yaptığımız saha çalışmaları sırasında, tespit ederek inceleme olanağı bulduğumuz bu tarihî vesikalar üzerinde yaptığımız bu çalışmanın, ŞücaaddinVelî Ocağı ile ilgili yeni bilimsel açılımlar sağlayacağını umuyoruz. Şücâaddîn Velî Sultân Belgeleri Belge 1 Vakıf senedi Evkâf-ı Müstesnaya Mahsus Senedir 4 Kuruş Bismillahirrahmânirrahim. Seyyidi Sultân Şücâaddîn Velî, kutbu evliya İmâm Rıza neslinden üçüncü toru¬nudur. 1255 yılında 90 yaşında olup laka¬bına Pîr-i Fânî derlerdi. Amasya tarihinde dört oğlu olduğu mevcuddur. Kayıd mevcûd Tekke Kütüphanesi iki Mühür var(okunamadı) Günümüz Türkçesine Çevirisi Özel Vakıflara Ait Vakıf Senedidir Dünya’da tüm insanları ve canlıları, ahirette ise, sadece inananları bağışlayıp koruyan Allah’ın adıyla başlarım. Seyyit Şücâaddîn Sultân Velî, evliyanın başı imâm Rıza’nın soyundan olup, üçüncü kuşaktan torunudur. 1255/1839 yılında 90 yaşında olup, lakabına Rr-i Fâ-nî(Yaşlı ve bilgili kişi) denirdi. Amasya tarihinde dört oğlu olduğu mevcuddur. (Bu bilginin)Kaydı Tekke kütüphanesinde vardır. Mühür SEYİYD SULTAN ŞÜCEADDİN VELİ DERGÂHI VE POST-NİŞİNLER Aşağıdaki bilgilere dayanarak, yaklaşık olarsak iki yüz kırk beş yıl öncesine kadar Şüceaddin Veli Dergâhı’nın başında bulunan post-nişinler ve bugün dergâhın başında bulunan Nevzat Demirtaş Dede. Sultan Seyyid Battal Tekkesi’nde Pir Mehmet Dede, onun Hakk’a yürümesinden sonra yerine oğlu Ali İlhâmi Dede geçiyor. Sultan Şüceaddin Veli Tekkesi’nde Mehmet Şüceaddin Dede ve onun Hakk’a yürümesinden sonra yerine oğlu şair Ali Rıza Hadi Dede geçiyor. [1][1] Sadrazam Yusuf Kâmil Paşa’nın zevcesi Zeynep Hanım, ikrar bent olmak için, yukarıda isimleri geçen Pir Mehmet Dede ile Mehmet Şüceaddin Dede’yi, İstanbul’a çağırmış ve dedeleri misafir olarak konağında aylarca alıkoymuştu. Anadolu’nun en maruf iki post-nişini olan bu mümtaz şahsiyetleri görmek emeliyle, İstanbul’un hemen bütün Bektaşileri, güruh güruh ziyaretlerine gelmişler. Bu vesile ile Zeynep hanımın konağında müteaddit Bektaşi âyinleri açılmıştır. Bu arada, konağın belli başlı müdavimlerinden bir Bektaşi, ahbabı olduğu bir divan kâtibini de Zeynep Hanım’ın konağına getirir ve dedelerle görüştürür. Bu aziz, misafirlerin sohbet ve muhabbetlerinden pek ziyade mahzur ve müteleziz olan divan kâtibi, ziyaretlerini sıklaştırır ve her gün yanlarına gelip gitmeye başlar. Bu genç kalem efendisi, bir aralık dedelere ikrar-bent olmak arzusunu açarsa da: “Evlât, dur bakalım! Biraz yan yakıl! Öyle ca’li bir isteyiş, kuru bir arzu ile adamı hemen Bektaşi yoluna alıvermezler” diye mukabelede bulunurlar. Bu târize hedef olan divan kâtibi, sarsılır. Gün gectikçe bu zatlara olan meftunluğu artar. Muhabbetlerine olan mey’ü rağbeti daha da ziyade çoğalır. Git gide tahammülfersa bir hal alır. O sırada, artık memleketlerine dönmek üzere hazırlanmakta olan dedelerin eteklerine sarılarak göz yaşları akıtmağa ve: “El’eman, medet, mürüvvet erenler! Beni mahrum bırakmayın, gerçekler yoluna alın beni” diye yalvarmağa başlar. Bu gençteki yüksek kabiliyet ve istidadı, sarsılmaz azm-ü itikadı gören dedeler, artık dayanamazlar; İstanbul’lu Bektaşilerin de şefaat ve kefaletleri üzerine, bu sadık Türk çocuğuna, Zeynep Kâmil Hanım’ın konağında meydan açarak, nasip verirler. Beş sene Sultan Seyid Battal Tekkesinde hizmet ettikten sonra, Pir Mehmet Dede’nin Hakk’a yürümesi üzerine, Sultan Şücaaddin Veli Tekkesi’ne gelerek postunu serer. Bu sırada Mehmet Şücaaddin Dede Hakk’a yürümüş, yerine oğlu şair Ali Rıza Hâdi geçmişti. Genç Abdal, bu defa bu zâta bağlanır, dergâhın hizmetlerine can-ı gönülden koşar ve Hadi Dede’nin her emrine itaat eder. [2][2] Şair Ali Rıza Hâdi’yi, Zeynep hanım bir aralık İstanbul’a davet etmiş, mumaileyh bu davete icabed ederek, İstanbul’a gelirken yanında Genç Abdal’ı da götürmüştür. Zeynep Hanım, misafirlerini, uzun müddet konağında alıkoymuştu. Bu hanımefendinin de şiirle ülfeti olduğu, söylediği bir şiirinden anlaşılmaktadır. Bu şiiri, Genç Abdal misafirliği esnasında kendi cönk defterine kaydetmiştir. [3][3] Gudemayı Üdabâ’dan Veysi Paşazade Zeynel Abidin, Reşit Bey merhum, bu muhterem kadını, “Zübdetün-nişa” namıyla yad etmektedir. Mehmet Ali Paşa, evladı arasında akl-ü fitnat ve kerem-ü mürüvvet ile kendisine benzeyen üçüncü kızı Zeynep Hanımı, evlât ve akrabinin (akrabalarının) muhalefetine rağmen, Yusuf Kâmil Paşa’ya tenkih (nikah) eyledi. Hicri, 1261/Miladi, 1845’te Yusuf Kâmil Paşa, Zeynep Hanımla evlenince, Drama’lı şair Hüseyin Kâzım Efendi, şu tarihi söylemiş: Eder Tahsin (Kâzım) ümm-i dünya böyle tarihi Aziz-i Mısr’a Yusuf oldu izzetle güzel damat Hicri 1261/ Miladi 1845. O sırada Mısır’da tahsilde bulunan Münif Paşa’da: Zehi oldu aziz-i Mısr’a bir Yusuf-Şiyem damat Hicri, 1261/Miladi, 1845 mısraları ile tarih koymuştur. [4][4] Genç Abdal, Hicri 1290/Miladi 1874 tarihinde 85 yaşında Hakk’a yürümüştür. Kabri, Sücaaddin Veli Dergâhı’nda bulanan garipler mezarlığındadır. [5][5] Özetleyecek olursak, Mısır’da kendi hükümdarlığını ilan etmiş bulunan Mehmet Ali Paşa, evlatlarının ve akrabalarının karşı çıkmasına rağmen, mizaç bakımından kendisine çok benzeyen üçüncü kızı Zeynep Hanımı, 1845 yılında Yusuf Kâmil Paşa ile evlendiriyor. Sadrazamlığa kadar yükselen Yusuf Kâmil Paşa’nın eşi Zeynep Kâmil Hanım, ikrar bent olmak, yani ikrar vererek Hakk, Muhammed, Ali yoluna girmek istiyor. Bunun için de Battal Gazi Tekkesi Post-nişini olan Pir Mehmet Dede ile Şüceaddin Veli Tekkesi Post-nişini olan Mehmet Şüceaddin Dede’yi İstanbul’a çağırmış ve dedeleri misafir olarak konağında aylarca alıkoymuştu. Anadolu’nun en maruf iki post-nişini olan bu mümtaz şahsiyetleri görebilmek için İstanbul’un hemen bütün Bektaşileri, güruh güruh ziyaretlerine gelmişler. Bu vesile ile Zeynep Hanım’ın konağında defalarca Bektaşi meydanları açılmıştır. Bu arada bir dostu ile birlikte Genç Abdal’da bu ayinlere katılmış, pek çok etkilenerek ikrar-bent olmak istemiş ve sonunda bu emeline kavuşarak önce Seyid Battal Tekkesine, daha sonra da Şücaaddin Veli Tekkesine yerleşerek 85 yaşında bu Dergâh’ta Hakk’a yürümüştür. [6][6] Ancak Genç Abdal sağlığında Zeynep Hanım’ın konağına l874 yılından önce ikinci bir defa daha gelmiştir. Genç Abdal, 1874 yılında ve 85 yaşında Hakk’a yürüdü ise 1789 yılında doğmuş demektir. Genç Abdal Zeynep Kâmil Hanım’ın konağında dedelerle tanıştığı zaman, genç bir divan kâtibi olduğuna göre, dedeler, ondan çok daha yaşlı olmalıdır. Bu duruma göre dedelerin doğum tarihleri, yaklaşık olarak 1760 veya 1765 yılına tekabül eder. Zeynep Hanım’ın Pir Mehmet Dede ile Mehmet Şüceaddin Dede tarafından ikrar-bent olduğu tarih ise 1845-1850 yılları olabilir. Bu bilgilerin dışında daha sonra da şu aşağıdaki bilgiye ulaşıyoruz. Ariflerin sultanı, âşıkların burhanı, Hazret-i Hünkâr Hacı Bektaş Veli (Allah Sırrını mukaddes kılsın) Efendimiz hazretlerinin dergahına gelip Sultan Şücâaddin Baba post-nişini Şüca Dede, evliyanın yolunu kabul idüp, kendisine sofra ve çerağ ile icazet ve inabet ve halifelik virildi. Kendisine safa ve nazar olundu. Müritler kendisine tutuna, muhipler onu bile. Yüce tarikatımız üzere ola ve icazetnamenin gereği ile işler işleye. Bu işlerinde kimse ona engel olmasın. Tarikat dışı hareket edenlerin hakkından gelsin. Hakk’a tabi olanlara selam olsun. 1206/1791 yılının cemaziyet evvel ayını ortaları. [7][7] Ali YÜCE Dede Kaynak: Hakkı SAYGI ( Baba) Mehmet DEMİRTAŞ (Dede) Türk Kültürü Hacı Bektaşı Veli Araştırma dergisi (Gazi Üniversitesi) ________________________________________ [8][1] Mehmet Tefik Oytan Bektaşiliğin iç yüzü, Cilt 1. S. 15, 1945 -İstanbul [9][2] Mehmet Tefik Oytan Bektaşiliğin iç yüzü, Cilt 1. S. 18, 1945 -İstanbul [10][3] Mehmet Tefik Oytan Bektaşiliğin iç yüzü, Cilt 1. S. 18, 19, 1945 -İstanbul [11][4] İbnl Emin Mahmud Kemal İnal. Cüz. 2. Osmanlı devrinde son sadrazamlar. [12][5] İsmail Onarlı, Yusuf Paşa ve zevcesi Zeynep Kâmil Hanımla ilgili olarak yukarıdaki bilgileri vermektedir. Cem Dergisi Mart 2002 sayı 119, sayfa 36 [13][6] Zeynap Kamil Hanım, 1845 yılında evlendiğine göre, Dedeleri İstanbul’daki konağına getirtip, ikar vermesi, bu tarihten sonradır. Zeynep Hanım’ın konağına ilk olarak gelen ve dedelerle tanışan Genç Abdal, “genç bir kalem efendisi olarak tanıtılıyor.” Verilen tarihlere göre Genç Abdal, 1789 yılında doğmuştur. Buna göre 1845 yılında, yani Zeynep Kamil Hanım’ın evlendiği yıl olan 1845’te (45+11= 56) yaşındadır. Burada bir çelişki olabilir. [14][7] Türk Kültür ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi Sücaaddin Veli Özel Sayı. S. 28 Bahar 2006/37 Kaynak: Hakkı SAYGI Mehmet DEMİRTAŞ Türk Kültürü Hacı Bektaşı Veli Araştırma dergisi (Gazi Üniversitesi)

HIDIR ABDAL SULTAN TÜRBESİ..kemaliye .erzincan



Elimizde Hıdır Abdal’ın doğum ve ölüm tarihlerini kesin olarak bildiren bir belge yok.  Anlatılan Hacı Bektaşi Veli ve Karaca Ahmet Sultan ile ilgili olayların ışığı altında düşünülecek olursa,  13. yüzyıl ortalarıyla, 14. yüzyılın ilk çeyreğinde, yaşadığı kesinlik kazanır.  O dönemde yaşamış mücahit evliyalar gibi, Hıdır Abdal’ın hayat öyküsü de, toplum vicdanında oluşan menkıbelerde sıkışıp kalmıştır.
Söylenceler, pozitif bilim sınırlarını aşan bir görüşü yansıtır, söylenceler doğduğu çağlarda, toplumun sevgi ve saygısını kazanmış ulu kişileri, sıradan insanlar gibi normal ölçüler içinde görmek, kamu vicdanını doyurmamış ve onlar fizik üstü kudretleriyle anlatılmıştır. Bu türden olup, anlatmaya çalışacağımız Hıdır Abdal Sultan’a ait söylenceler de, toplum dilinde yüzyıllar boyu söylene gelmiştir.
Anlatılan birinci söylenceye göre;
“Çok sıcak bir gün de, Hıdır Abdal’ın yolu, İstanbul’da Üsküdar taraflarına düşmüş. Yürüdüğü sırada yol kenarında, etrafı yüksek duvarlarla çevrili bahçesinde ulu ağaçların yükseldiği görkemli  bir saray görmüş. Kapı önünde bekleyen muhafızlardan burasının ülkenin hükümdarın ait olduğunu öğrenmiş, gözlerini çevirerek kapıda beklemiş. Bu sıralarda hükümdar da bahçede dolaşıyormuş. Kapıda bekleyen derviş dikkatini çekmiş. O’nu muhafızlara emir vererek içeri aldırmış. İkisi de bahçede dolaşmaya başlamış. Derviş (Hıdır Abdal) ın, tavır ve konuşması hükümdarın hoşuna gitmiş, ona saygı duymuş. İçinden dervişe ihsanda bulunmak geçmiş, söyleşi bitmek üzere iken hükümdar:
“- Dile benden, ne dilersen, derviş!...” demiş.
Hükümdardan böyle bir teklifin geleceğini bilen can gözü açık derviş’de, bahçenin bir köşesinde duran uzun bir mermeri göstermiş:
“-Bunu bana ver… Hükümdarım, başka bir şey istemem.” Diye cevap vermiş.
Bu fakir görüşlü dervişin basit talebi, hükümdarı hayrete düşürmüş. Kendisinden bir çok mal mülk isteyeceğini sandığı halde, değersiz bir mermeri istemesine şaşa kalmış. Yine de sarayından bir şeyler bağışlamak istemiş. Hükümdarın ısrarına rağmen, derviş hiçbir şey almayacağını tekrarlamış. Onun gözü de, gönlü köşedeki mermerde takılı kalmış…
Sonun da hükümdar mermeri vermeyi kabul etmiş. Ancak, dervişten mermeri ne yapacağını öğrenmek istemiş:
“Hükümdarım, bu mermer nereye düşerse mekanım orasıdır”  diye Hıdır Abdal, mermeri tutarak havaya kaldırmış, parmakları mermere gömülmüş… “Yetiş Ya Allah… Ya Pirim… diyerek erlik kuvvetiyle sallayıp, ufuklara doğru fırlatmış, mermer bir anda gözlerden kaybolmuş…
Hıdır Abdal Sultan’ın attığı mermer, arzu ettiği yere ulaşmış, ancak biraz aşağı düşmüş… Oysa O’nun gönlünde mermerin daha yukarılara düşmesi varmış.
“Hayvah!... Aşut düştü…” Hıdır Abdal Sultan’ın hükümdara söylediği son sözü olmuş. Hemen yönünü Doğu tarafına çevirmiş, uçar gibi gaiplere karışmış. Hükümdar neye uğradığını şaşırıp kalmış. Dervişi bulup saraya getirmeleri için etrafa saldığı adamları eli boş dönmüş…
Hükümdarın sarayından bir anda sır olan Hıdır Abdal Sultan, mermerin düştüğü yere gitmek için acele etmiş. Bir arada yoldan geçerken ekmek pişiren kadınlara rastlamış. Karnı aç olduğu halde, işinin acele olduğunu söyleyerek verilen ekmeği almamış, sonraya bırakmış, yine gaiplere karışmış. Yerleştiği Ocak Köyü’ne geldiği zaman, karnı daha çok acıkmış. İlk işi yolda ekmek pişiren kadınlardan ekmek istemek olmuş. Çok uzaklara doğru elini uzatarak aldığı ekmekle karnını doyurmuş.
Daha sonra Hıdır Abdal Sultan İstanbul’dan fırlattığı mermerin düştüğü ve “Hayvah !... Aşut düştü…” dediği, aşağı yer anlamına gelen bugünkü Aşutka (Dutluca) ya yerleşmemiş… düz bir arazi konumunda olan bu yeri, geçimini sağlayacak tarlalar ve bağlar olarak düşünmüş. Asıl mekanın da, daha yukarılarda, arkasını yayvan dağların çevirdiği yüksek bir tepe üzerine kurmuş. Görünümü ve yayla havası ile Hıdır Abdal Sultan’ı etkileyen bu yurt köşesi önceleri başka bir isimle bilinirken, onun döneminden sonra Hıdır Abdal Sultan Ocağı, “Düşkün Ocağı” ve en sonra da, Ocak Köyü olarak anılmış olsa da günümüzde halk arasında hala Hıdır Abdal Sultan Ocağı da denilmektedir.
Toplumda, “Bu dünyanın düzeni, evliyalar elindedir. İpleri oynatanlar da onlardır, taşı uçuranlar da, kuşu uçuranlar da… inancı egemendir. Hıdır Abdal’da, bu inanç doğrultusunda değerlendirilir. İstanbul’dan mermer taşını atarak, şimdiki mekanına 3 km. lik Dutluca (Aşutka) ya ulaştıran ünlü bir evliya… Anlatmaya çalıştığımız söylencesi de, 700 yıldan bu yana dillerde söylenmiş, durmuş… Bu söylenceyi dile getiren bir ozanımız da olayı;
İstanbul’dan mermer taşını attı
Vardı Aşutka’ya bir nişan etti
Gediğin başına tekkesin tuttu
Güzel pirim Karacaahmet evladı
Dizelerinde özetlemiş.
Ozanın “gediği başı” başı olarak nitelendirdiği yer de, tepeler üzerine kurulmuş, doyulmaz manzarası ile doğayı kucaklayan Ocak Köyü’dür.
Üsküdar nerede; Aşutka nerede? Aralarında yaklaşık, 1350 km. uzaklık var. Dağlar aşılır, ovalar gerilerde bırakılır, İstanbul’un Üsküdar’ından, mermerin düştüğü Aşutka’ya karayolu ile yaklaşık 20 saatte varılabilir. Ancak, inanış uyarınca ermişler pınarından nasibini almış evliya için bu uzaklık, göz açıp kapatıncaya kadar geçen süreden daha da kısadır.
Dedik ya… Bu dünyanın ipleri onların elinde olduğu gibi, keşif ve keramet kapılarının anahtarları da yine onların elindedir. Menkıbe, bu inançla dolu kişilerin dillerinde böylece sürüp gide dursun… Buna bir diyeceğimiz yoktur.  Bunun yanı sıra, burada üzerinde durulması gereken bir konu da, Hıdır Abdal Sultan’ın bugünkü yeri Ocak Köyü’ne geçerken İstanbul’dan mı veya başka bir yerden mi geldiğinin açıklığa kavuşturulmasıdır. Elimizde bu hususu kesin olarak belirleyen tarihi bir belge veya kanıt yoktur. Böyle olmakla beraber, bize ışık tutan iki önemli olguyu, bu yolculuğun İstanbul’dan başlayıp, Ocak Köyü’nde bittiğini kanıtlayan olgular olarak buluyoruz.
Hıdır Abdal menkıbeleri, onun hayat öyküsünün kısa birer destanıdır. Bu destanın kahramanı bugünkü köyüne, İstanbul’dan başka bir yerden gelmiş olsa idi, menkıbe de, o yerin ismi söylenirdi. Hiç ilgisi olmayan İstanbul adı kullanılmazdı. Hıdır Abdal Sultan’ın İstanbul’dan geldiğini kanıtlayan olgulardan ikincisi ise, babası Karaca Ahmet Sultan’a ait makam ve Türbelerden birinin de İstanbul’da bulunmasıdır. Bu görüşten yola çıkıldığı takdirde, Hıdır Abdal Sultan’ın İstanbul’dan gelip şimdiki mekanına yerleştiği sonucuna varılabilir.
İkinci söylenceye (menkıbe) de şöyle:
“Zamanın İstanbul padişahının parmağına bir yara çıkar, o çağın tıbbi olanakları yarayı tedavi edemez. Saray, yarayı iyileştirecek bir çare bulmak için her yana adamlar salar. Padişahın yaranın iyileşmesinden umudunu kestiği günlerde saraya bir haber gelir. Arapkir kazası Ocak karyesinde (Köyünde), Hıdır Abdal Sultan adında bir derviş vardır. Padişahın yarasına bulsa bulsa bu çare bulabilir.
Padişah bu habere çok sevinir ve dervişin İstanbul’a getirilmesi için ferman çıkarır. Posta tatarına yolda yardım edilmesi için ayrıca buyruk düzenler. Posta tatarı, deniz yoluyla Giresun’a çıkar. Yolda bir dervişe rastlar. Derviş posta tatarına, nereye gittiğini, neye acele hareket ettiğini sorunca tatar, Padişahımızın yarasına em (çare), bulacağı söylenen Hıdır Abdal Sultan adında bir derviş varmış, onu bulmaya gidiyorum… deyince, “O aradığın derviş benim, ben de zaten İstanbul’a gitmek için yola çıktım.“ cevabını alır. Tatar birlikte gitmek için çok ısrar ederse, de Hıdır Abdal, “var sen gemiyle git, ben kendim varırım” der.
Tatar, dervişten ayrılıp gide dursun. Hıdır Abdal seccadesini denize salar, “Ya Allah… Ya Pir’im…” diyerek keramet kuvvetiyle İstanbul’a varır. Padişah’ın sarayına kabul edilir. Padişaha çareyi anlatır, “Padişahım birlikte, sabahleyin iki rek’at hacet namazı kılacağız. Seccadelerimizin altında bir tür ot bitecek. Bu ottan yapacağım merhem, yaranızı Allah izniyle iyi edecek…” Sabahleyin ikisi de, seccadelerini serer ve namaza dururlar. Namazın sonunda Hıdır Abdal Sultan, “Padişaha, Seccadeninizi kaldırın padişahım!...”  der. Hıdır Abdal Sultan’ın seccadesinin altında ise yeşil otlar, çıkar. Düğmecik otu denilen bu oton Hıdır Abdal Sultan’ın yaptığı merhem, padişahın parmağına sürülünce yara iyi olur, rahata kavuşur.
Padişah, bu mutluluğunu kendisine kazandıran dervişe bir karşılık vermek için sorar, “Dile benden, ne dilersen derviş…” Padişahın bu teklifine Hıdır Abdal Sultan, “Padişahım, benim dünya malına ihtiyacım yok tek dileğim sizin sağlığınızdır” der. Aşağı bahçe kapısına birlikte inerler, bu sırada Hıdır Abdal Sultan’ın gözü kapı önünde duran bir mermer taşına takılır.
“Padişahım bana bu mermeri verin kafi” deyince, Padişah “Ey derviş baba, bu taşı ne yaparsın?” diye sorar. Hıdır Abdal Sultan çok ısrar eder ve Padişah mermeri ona verir.  
Hıdır Abdal Sultan velilik mermeri uzaklara doğru atar, peşinden de “Eyvah!... Aşut düştü…” der.
Bu sözüyle de, taşın Ocak Köyü’ne değil, Aşuttka’ya düştüğünü bildirir. Sonra kendisi ve evlatları için yazılan fermanı alır Padişahla vedalaşıp yola koyulur. (Bu fermanla, Hıdır Abdal Sultan evlatları askerlikten, vergiden, öşürden muaf tutulur.) Ocak Köyü'ne Türk’ün ölümsüz nice anıtlardan ve en çok ziyaret edilen erenlerden biri olur…” (34)
Tarihler, Moğol akınları sırasında, Horasan’dan Anadolu’ya gelen Türk boylarına bayrak tutanlardan birinin de, Karaca Ahmet Sultan olduğunu söyler O’da ailesiyle birlikte Anadolu’da yurt tutar. Bu göçlerin yoğun bulunduğu ve Selçuklular devletinin çöküntüye uğradığı13. yüzyıl Anadolu’sunun karışık ve çankaltılı bir dönem olduğunu biliyoruz. Moğollar, rastladıkları her yeri yakmış, yıkmış, sosyal düzen bozulmuş, toplum ümitsizlik içinde kaderine itilmiştir.
Selçuklular Devleti, tarih sahnesinden silinmek üzeredir. Bu durumdan faydalanmak isteyen Bizans, Türklük ve İslamlığa bir darbe indirmenin hazırlıkları içindedir. Oysa karabulutların ufuklarda görüldüğü bu ümitsizlik gerdabına düşen insanlar, ülkenin kurtarıcıları olarak evliyaları karşılarında bulmuşlar ve onlara bağlanmışlardır.
Böylece en büyük tehlike olan Bizans, kurulan bu mücahit evliyalar ordusuna hedef olmuştu. Hıdır Abdal Sultan’da babası Karaca Ahmet Sultan gibi, o dönemde Türklük ve İslamlığa karşı yönelen tehlikelere karşı görev üstlenen bu evliyalar ordusunun bir eridir. O’nun dillerde dolaşan menkıbesinin Üsküdar’dan başlayıp, Doğu Anadolu’ya kadar uzaması da bunu doğrulamakta…
Hz. Muhammed, bir hadisinde:  “İstanbul elbette alınacaktır. Onu fetheden komutan, o asker ne güzel askerdir”  buyurmuş ve bu kentin er geç İslam’ın eline geçeceği haber vermişti. Bütün İslam mücahitleri gibi, keramet bayrağını ellerinde tutan “mücahit evliyalar”da, bu uyarının gerçekleşmesinde, ordulara emreden komutanlara birer ışık olmuşlardı.
Atalarımızdan gelen bir başka menkıbe de, Hıdır Abdal Sultan’ın feyz aldığı Hacı Bektaş Dergahından köyüne nasıl geldiğini anlatır…
Bu söylenceye göre Hz. Pir gereken eğitimi yapan ve “mürşit” payesine erişen Hıdır Abdal Sultan, verilen görevi yapmak üzere Pir’den icazetini alarak yola koyulur. Yolu, Karaman ilinden geçer. Hizmetini yapmak üzere buradan yanına aldığı Karamanlı bir aile ile birlikte şimdi türbesinin bulunduğu Ocak Köyü’ne gelir.  Yeni yurdu, kendisinin hayatta olduğu süre içinde on iki hanelik bir yerleşim yeri olur.

Kaynak : Yazı Mehmet ŞİMŞEK; Hıdır Abdal Sultan Ocağı İstanbul 1991

22 Kasım 2019 Cuma

Erenler Evliya Türbesi..samsun




Havza’nın 22 km Kuzey Doğusunda bulunan Taşkaracaören Köyü Erenler mevkiinde tepe üzerinde bulunmaktadır.


TARİHÇE: Halk arasında “Erenler Evliya Türbesi” şeklinde anılan türbeye ait herhangi bir kitabe bulunmadığından türbenin tarihi hakkında bilgi edinilememektedir.
MİMARİ ÖZELLİKLERİ: Tarihi ve mimari özelliği olmamakla birlikte Türbe; dört tarafı dikdörtgen şeklinde 1 metreyüksekliğinde taş duvarlarla çevrilmiştir. Duvarların üzerinde demir kazıkların bulunduğu türbenin içerisinde 2 adetkabir bulunmaktadır.
RİVAYET: Yöre halkı tarafından evliya olarak nitelendirilen ve korunan Erenler Evliya Türbesi hakkında çeşitli rivayetler anlatılmaktadır. Türbe halk tarafından Rıza-i İlahi için veli ziyaretinde bulunmak, çocuğu olmayanlar içindeAllah’ın (c.c) izni ile evlat sahibi olmak umuduyla ziyaret edilmektedir.
Kul Yusuf Kümbeti - ığdır




İğdır'ın yaklaşık 11 km. kuzeyinde Çakırtaş köyünün batısında, bugün tamamen yok olan bir mezarlığın içerisinde yer alır. Türbenin giriş kapısı üzerinde dikdörtgen bir çerçeve içerisinde, zincirek motifi ile ayrılmış iki satırlık bozuk bir sülüs ile Arapça yazılmış kitabeden kümbetin 890 H./ 1485 M. yılında Kul Yusuf adlı bir zat için yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Kümbeti inşa eden mimar bilinmemektedir.
1400-1508 yılları arasında Doğu Anadolu ve İran Azerbaycan'ında önemli bir siyasal güç olan Akkoyunlu soy kütüğünde, Yusuf veya Kul Yusuf adlı birisine rastlanılmıyor". Birinci derecede önemli bir şehzade veya sultan akrabalarından biri olmadığı100, ancak bölgede tanımmış ve hatırı sayılır bir zat olduğu türbenin yapısından anlaşılmaktadır.

Diğer yandan 14. yy. sonları ve 1468'li yıllarda yaşayan Karakoyunlıüarda Kara Yusuf un mezarı Erciş'tedir ( Ölüm: 1420 ). Bu durumda Kul Yusuf Kümbeti doğrudan bir Akkoyunlu eseri olmasa da onların siyasal dönemlerinde yapılmıştır denilebilir. Diğer yandan Uzun Hasan'm emirlerinden Yusuf Bey için sağlığında bu kümbet yaptırılmış olabilir. Uzun Hasan 1453-76 yılları arasında hüküm sürmüştür. Bir beylik olan hükümetinin ilk merkezi Diyarbakır idi. Genişleyip güçlenince Tebriz yeğlendi. Tarih ve İğdır'a yakınlığı kümbetteki 1485 yılı ile uyum içindedir. Bugünlerde bölge Akkoyunlular'dan Uzun Hasan'm oğlu Sultan Yakup ( 1478-1490 ) yönetiminde idi. Kul Yusuf Kümbetinin mimarlık yönü de, Akkoyunlu yapıtı olduğuna kuşku bırakmıyor101.
Kümbet iki katlı, sekizgen gövdeli, orta ölçülerde ve düzgün kesme taş malzeme ile inşa edilmiştir. Sekizgen gövde dairemsİ bir temel üzerine oturmaktadır.

Gözedeci Dede türbesi-bursa




Adı Gözedeci Mehmed Efendi‘dir . Ravza-i evliya ve Gülizar-ı İrfan’da ;” Mezarı ihtiyar ve genç, ziyaret edenlerin Allah rızası için yaptıkları duaların kabul olduğu yer olup her ne husus için ruh-ı şeriflerinde istimdad etseler , elbette muradlarına kavuşup faydasını gördükleri tecrübe ile sabittir. ”denir. Türbesi Bursa’da Tahtakale mahallesinde yer alan İnebey Caddesi ile gözede sokağının kesiştiği yerdedir.
Bir başka rivayete göre de ; Bu zatın ” Aşık Cemal ” adında birisi olduğu ve sevdiği uğruna fedakarlık gösterdiği söylenmektedir.
Kaynaklar;


Hasan Turyan , Bursa evliyaları , Merassa Yayınları
Kömür Baba Türbesi-ardahan-göle


Ardahan,Göle’nin 2 km. batısında bulunan bu türbenin ne zaman yapıldığı bilinmemektedir. 1969 yılında yapılan onarım türbenin bütün özelliğini ortadan kaldırmıştır. Moloz taşlardan yapılmış olan türbede yatan kişinin kimliği de bilinmemektedir.

Yöre halkı bu türbenin Kömür baba’ya ait olduğunu söylerlerse de Kömür Baba’nın da kim olduğu bilinmemektedir.
Serçoban Türbesi / AMASYA –Merkez –
Karasenir Mahallesi




Türbenin Yeri: Serçoban Türbesi, Amasya İli merkez ilçesi Karasenir Mahallesine yakın bir tepenin üzerindedir

Serçoban Kimdir: Ser Baş anlamındadır. Dolayısıyla Baş Çoban anlamında olan Ser Çoban geçimini çobanlıkla sağlayan evliyalarımızdandır. Sade yaşamıyla, sessizliğiyle tanınmaktadır. Kardeşi İğneci Baba’dır. Gerçek adı İbrahim Tebrizi Bahaddin Mevlana olup İran’ın Tebriz kentinden bölgeye gelmiştir. Eğitimini Tebriz’de Şeyh Taceddin Ebu Hamid Abdurrahman et Tebrizi’den almıştır. Moğol despot Kongortay’ın zulümlerinden kaçarak Karasenir Köyüne gelip yerleşmiş ve burada çobanlık yapmaya başlamış.

Türbenin Durumu: Türbe bir tepenin üzerindedir. Betonarmeden sade olarak inşa edilmiştir. Türbenin haricinde adak kurban yerleri ve pişirme yerleri bulunmaktadır. Ser Çoban’ın mezarının üzeri açıkmış. Hicaz Komutanı Karasenirli Mirliva Hasan Paşa tarafından 1878/79 yıllarında ahşaptan yapılan türbe 2001 yılında günümüzdeki haliyle betonarmeye dönüşmüştür.     


Ziyaret Nedeni: Türbe özellikle hayır duası için ziyaret edilmektedir. Serçoban vefat edince koyunları birer ağaç olup türbesinin etrafına dizilmiş. Bu yüzden türbe etrafından ağaç kesilmez. Ser Çoban Amasya merkezine yakın olması sebebiyle ve türbenin etrafının mesire yeri olarak kullanılmasıyla yoğun olarak ziyaret edilmektedir. Türbe her türlü hastalık ve dilek için ziyaret edilmektedir. Ziyarete gelen  özellikle Cuma günü gelip namaz kılıp, kuran okurlar. Diğer kesimler haftanın her günü gelip türbenin etrafında yedi kez dönerler, mum adağında bulunurlar, türbeyi değişik yerlerinden öperler. Çocuksuz kadınların dilekleri türbedar ile birlikte yapılır. Adaklar genellikle kurban adağıdır.


Menkıbeler: 

1-) Serçoban kardeşi İğneci Baba’ya ziyarete gelir. Yanında bir mendil içine koyduğu sütü getirir. Dükkana girince elindeki mendilini askıya asar. İçeri giren bir bayan müşterinin topuğuna bakınca askıdaki mendilden süt akmaya başlar. Müşteri gidince İğneci Baba durumdan utanan kardeşine seslenir: “Keramet dağ başında ermekte değil, keramet burada, çıkındaki sütü damlatmamakta.”    

2-) Serçoban koyunlarını otlatırken başkasının bahçesine koyunu girerse üç gün sütünden içmez, köylülere bedavaya verirmiş.

3-) Serçoban bölgeden geçen bir komutan ve binlerce askerini azıcık yemeğiyle doyurmuş ve bir kez daha keramet göstermiştir.

4-) Serçoban’a misafir gelecektir. Onları layıkıyla ağırlamak için bir koyun kesmek ister. Bir koyunu gözüne kestirir ama koyun erenden köşe bucak kaçar. Bu durumu gören köylüler Serçoban’ın çok kızacağını düşünürler. Ama SerÇoban koyunu yakalayınca ona şöyle seslenir: “Seni yordum mübarek. Gel seni gözlerinden öpeyim.” Sonra koyunu kesmek için kuytu bir yere götürür, fakat etrafını bir sürü yabani hayvan çevirir ve koyunu kesmesini söylerler. Bunu üzerine Serçoban aralarından bir karaca seçer ve onu keser.