KARIŞIK

5 Nisan 2019 Cuma



CİMCİME SULTAN TÜRBESİ  .ankara. haymana






Haymana’da ziyaretedilecek yerlerin başında Sultan Cimcime Hatun gelmektedir. Kaplıcaların şifa kaynağı olduğunu bulan ilk kişidir. Rivayete göre çocuğu olmayan bir aile Cimcime’yi saraydan evlat olarak almışlar. Cimcime Sultan’ı evlatları olarak büyütmeye başlamışlar. Cimcime Sultan gün geçtikçe gelişmiş büyümüş, aile Cimcime’yi öz evlatları gibi sevmiş bağırlarına basmışlardır. Bir müddet sonra aileninde bir kız çocukları dünyaya gelmiş. Saraydan aldıkları evlatlık ile öz kızları birlikte büyümüşler. Ailenin öz kızı evlatlık olan Cimcimeyi kıskanmaya başlamıştır. Annesiyle birlikte bu duyguya kapılarak Cimcime’yi evden uzaklaştırmaya karar vermişler. Evde huzuru bozulan baba çaresiz kalarak evlatlık Cimcime’yi evden çıkarıp bugünkü kaplıcanın sık orman ve ağaçlıktan ibaret olan sıcak    suyun
kaynağına getirmiş, uyutmuş, bırakmış ve hemen kaybolmuş. Korku içinde uyanan Cimcime Sultan’ı bir sıkıntı ve üzüntü almış. Cimcime Sultan’ın bütün vücudunu sivilceler kaplamış, kabuklu yaralar oluşmuş. Vücudunda oluşan sivilce yaraların ağrı ve sızılarına dayanamayan Cimcime yakınındaki yerde kaynayan sıcak suda yıkanmaya karar vermiş. birkaç defa yıkanınca sızıların geçtiğini görmüş. Yıkanmaya devam ettikçe yara, sızı ve sivilcelerin kaybolduğunu gören Cimcime Sultan, suyun yararına ve şifasına inanmış ve suyu  sahiplenmiş. Suyu etrafa tavsiye etmeye başlamış. Çok yararlı ve şifalı su olduğunu duyurmuş. Babası Cimcime’yi terk ettiği yere gelerek Cimcime’yi görmüş ve hayretler içinde kalmış. Cimcime’nin daha bir serpilmiş, eli yüzü nur içinde görmüş, bakakalmış, şaşırmış; ‘’ kızım ne olduki değişi verdin?’’ demiş. ’’Şu kaynak suyunda yıkandım böyle oldum, iyileştim.’’ demiş. o gün bu gündür suyun şifa kaynağı olduğu bilinmiş ve binlerce hastaya deva olmuştur. Günümüzde de Cimcime Sultan’a şifa olan bu sular hepimize şifa dağıtmaya devam etmektedir.

Yağmur Dede Türbesi . suriye . Afrin ..Mabeta 







Afri’nin Mabeta kasabası Alevi inancına mensup insanların yoğunlukta yaşadığı bir yerleşke. Kürt Alevi yurttaşlar yüz yıllar öncesinden Maraş, Adıyaman, Malatya  kentlerinden göç ederek buraya yerleşmişler. Göçle beraber kutsal değerlerini de beraberinde taşımışlar.
Türkiye ile Suriye sınırının uzun zaman önce kapanması ile beraber akrabalarından uzaklaşmışlar. İnançlarından da uzaklaşmış olsalar da Alevi değerlerini korumaya, onu yaşatmaya devam ediyorlar. Bu kutsal değerlerinden biri de Yağmur Dede inanışı ve Türbesi.
TÜRBE 30 YIL ÖNCE MABETA’DA YAŞAYAN ALEVİLER TARAFINDAN İNŞA EDİLMİŞ
Yağmur Dede tepe üzerine kurulu Mabeta kasabasının hemen batı ucunda bulunuyor. Yağmur Dede Türbesi  yaklaşık 30 yıl önce Mabetalı Alevilerin kendi imkanları ile inşa edilmiş. Mezarın üzerini örten iki odalı bir yapı bulunuyor. Bir kısmı mutfak olarak kullanılırken, bir kısmı da türbenin üzerini kaplıyor. Türbenin üzerinde küçük bir kubbe bulunuyor. Türbeyi kaplayan odanın dış duvarları dilek taşı olarak bırakılmış. Duvardaki küçük oyuklara insanlar dilek tutarak taşlarını tutturmaya çalışıyorlar. Taş tutarsa dileklerinin yerine geleceğine inanıyorlar.
KUTSAL MEŞE AĞAÇLARINI KESENLERİN İFLAH OLMAYACAKLARINA İNANILIYOR
Kapıdan içeri girerken orada bulunan meşe ve zeytin ağaçlarından yapılan küçük kazık haline getirdikleri dal parçaları yere çakılıyor. Bu da dileklerin tutması için yapılan bir ritüel. Türbenin etrafında üç dört tane yüz yıllık meşe ağaçları  bulunuyor. Ağaçlardan biri türbenin üzerini tamamen dalları ile kaplamış durumda. Bir ağacın dalları dilek çaputları ile donatılmış. Bu ağaçları kesmek ise yasak. Zira ağaç kesen kişinin iflah olmayacağına inanılıyor. Bu meşe ağaçlarının dikkat çeken bir yanıda yörede sadece tek türbe etrafında bulunması. Bu yerleşkede başka bir alanda meşe ağacı bulunmuyor. Binanın hemen önünde çok eski zamanlarda yapılmış bir su kuyusu bulunuyor. Bu kuyudan hem içmek, hemde yemek yapmak için su ihtiyaçlarını karşılıyorlar.
KESİLEN KURBANLARLA YAĞMUR VE SAĞLIK NİYAZ EDİLİYOR
Türbenin içerisinde bir mezar bulunuyor. Bu mezarın Yağmur Dede’ye ait olduğuna inanılıyor. Yağmur Dede’nin kim olduğuna ve nereden geldiğine yönelik bir bilgileri bulunmasada, yörede yaşayan halk yağmur dedenin kerametine inanıyorlar.
Türbenin içerisinde mezarla birlikte Alevi inancının temelleri olan Hz.Ali ve diğer Alevi kutsallarının resim ve tasvirleri bulunuyor. Bu resimler arasında  Hz. Ali ve 12 imamlar, Hacı Bektaş-ı Veli,  Hz. Ali’nin Hayber önlerinde olduğunu tasvir eden resim, ayrıca  Arapça bir bez üzerine yazılmış  Hz. Hüseyin yazısı ve Zülfikar  resmi bulunuyor.
Türbe hakkında bilgi veren Mabeta Alevilerinden Muhammet Ali Çoli, Yağmur Dede Türbesi’ni şöyle anlatıyor:
” Yağmur Dede köyün hemen yan tarafında. Mabeta genel olarak Aleviliği ile bilinir. Yağmur Dede’ye  genel olarak  her yıl gelinir, onun dışında da mevsim kurak geçerse Yağmur Dede ziyaret edilir. Allahın ve Yağmur Dede’nin izni ile kestiğimiz kurbanlarla  yağmur niyaz ederiz. Yağmur Dede’ye yağmur istemeye gelmeden önce tüm köylü ve kasabalı kendi aralarında para, bulgur, yağ, tuz biriktirerek kurban alır. Bu yardımda herkes eşit değildir, herkes kendi imkanına göre katılır. Kurban kesildikten sonra Yağmur Dede’den ricada bulunuruz “Bize yağmur yağdır” diye. Kesilen kurban ve yapılan yemek burada yenilir. Yağmur duasının dışında her cuma da gelinir. Hastası olanlar şifa dilemeye, çocukları olmayanlar çocuk dilemeye gelirler. Bu niyazda bulunanlar kurbanlarını keserler. Hem burada, hemde isterlerse köyde dağıtırlar. Ama kurbanlar illa burda Yağmur Dede huzurunda kesilir”

VAYLOĞ DEDE.. türbesi malatya



VAYLOĞ DEDE..  türbesi    malatya



Babası Şah Veli Dede’nin torunu Deli Mürteza Dede’dir. Anası aynı soydan Cenefer dedelerden İnsaf Anadır. Vayloğ Dede 1895 tarihinde Mezirme Köyü’nde doğmuş. Babası, dedesinin adı olan Mustafa adını koymuş. Osmanlı Devleti’nin son yıllarıdır. Halk harplerden bıkmış, usanmış. Erkeklerini harpte kayıp ettiği için insan gücü kalmamış. Ülke kıtlık ve yoksulluğa düşmüş. Böyle bir zamanda çocukluğu ve gençliği geçen Mustafa okumamış. Tarla ve bahçe işlerinde babasına yardımcı olmuş.
Vayloğ Dede ile ilgili anlatımlar şunlardır:

Denizli'de bir kadının rüyasına girer. "Adım Vayloğ. Hekimhan'ın Mezirme Köyü'ndenim. Ocağıma geleceksin." der. Çocuksuz olan kadın kocasıyla birlikte Hekimhan'a gelir. Mezirme'yi ve Vayloğ Dede'yi sorarken, çarşıda bizzat dedenin kendisiyle karşılaşır. Kadın "işte rüyamda gördüğüm adam bu" diyerek Vayloğ Dede 'nin elini öper. Birlikte köye giderler. Bir kurban alıp keserler. Kadın kocasıyla Denizli'ye döner ve ileride bir çocuk sahibi olduğu öğrenilir.
Vayloğ adı ile şu söylence anlatılmaktadır:

Vayloğ Dede, Arguvan'ın Dolaylı Köyü'nde sohbette bulunmaktadır. Arapkirli boyacı Karabet de o sırada aynı köydedir ve Abidin adlı birinin misafiridir. Karabet Abidin Efendi'ye " bizi de (görgüye) sohbet toplantısına kabul ederler mi ? " diye sorar. Abidin " bırakmazlar " der. Ermeni Karabet o akşam rüyasında üç kişinin semah döndüğünü görür. Sabahleyin Abidin'e gördüğü rüyayı anlatır. Abidin " bir çuval buğdayı al Vayloğ Dede'nin yanına git " der. Karabet buğdayı alır, Vayloğ Dede'nin kaldığı eve gider. Dedeyi kahvaltı ederken bulur.

Karabet, "Vayloğ Dede bir Allah Allah de " ricasında bulunur. Vayloğ Dede dua eder, bir lokma ekmeği Karbaet'e uzatır ve " al bu da semah dönen üç sofunun olsun " der. Karabet, Vayloğ Dede'nin elini bir kez daha öper.

İğdir Köyü’nden Cılış’ın Hürü kadının oğlu İsmail asker kaçağıdır, yakalanmış Keban’a götürülmektedir. İsmail, Jandarmalar arasında giderken anası arkalarında döşünü yumruklayarak ağlayıp sızlanmak-tadır. Keban yolu Mezirme’den Deli Mürteza’ların kapısının önünden geçmektedir. Anası Hürü kadın arkalarından türkü ile karışık Vay …. Loğ …. Vay …. Loğ… İsmairim yeni ev yaptırdın. Kapısı kurulmadı, tarlan sürülmedi, Benim hallerim ne olacak Vay………………….. Log………………….. Vay …. Log… diyerek döşünü yumruklayıp ağlamaktadır. Bunu gören Küçük Mustafa Hürü Ana’nın peşine takılmış. Onunla beraber Vay …. Loğ …. Vay … Loğ …. diyerek döşünü yumruklayıp peşi sıra gitmektedir. Bu olaydan sonra döşünü yumruklayarak Vay …. Loğ …. Vay …. Loğ … kelimesini dilinden düşürmemiş. Halk Küçük Mustafa’yı döşünü yumruklayarak Vay …. Loğ …. Vay ……………. Loğ … diyerek söylemeye başlamış. Vayloğ örede yaygın bir ad haline gelmiş.

Bir taraftan da Karadirek tekkesinde Görüm ve Cemi ayinlere katilarak deyişler ve mersiyeler söylenmesini Cem birleyip görüm yap-masmi öğrenmiş. Dedeliğe başlamış. Halk kendisine Vayloğ Dede demeye başlamış. Kendi köyünden Hasi’nin Kızı Emine Hanim’la evlenmiş. Bu evlilikten Zeynep, İlyas, Fatma, Zöhre ve İnsaf adlı çocukları olmuş.

Geçim zorlaşınca Hasan Çelebi tarafından Karagüney köyüne göçer. Orada tarla edinir, yerleşir. Vayloğ Dede saf okur-yazar olmayan deli dolu bir insandır. Karagüney köyünde istediği yaşamı bulamaymca 1952 yılında Mezirme köyüne geri döner.

Babası Deli Murtaza’nın ölümünden sonra Vayloğ Dede taliplerini görüp – sormak için dedeliğe başlar. Taliplerden aldığı hakullahın bir kısmını köyün fakir fukarasına dağıtırdı. Hekimhan – Hacılar Köyü’nde, Arguvan – Kızık Köyü’nde kaynayan Abdal Musa pilavına elini daldırarak, kazanı karıştırmasını, içerisinden bir lokma eti çıkarması ve elinin yanmaması. Çocuğu olmayan kadınlara dua ederek çocuk sahibi olmaları. Pekçok kadının onun duası ile çocuklarının olduğuna inanılır. Bunlar erkek olan çocuklarına Mustafa adını verirler. Bu çocuklardan Vayloğ Dede’nin sakat gözü, çalık parmağının izleri görülmektedir. Bazılarında ise divanelik özelliği vardır. Bu çocuklara “Vayloğ Nazarlaması” adı verilmektedir.

Başkalarının düşüncelerini okuma, gaipten haber verme, nefes evladı verme gibi konularda mucizeleri olduğuna inanılan Vayloğ Dede herkesle içli dışlı olması, babacan davranışları ve ünlü ‘İçindeki babayı çıkar” deyimini kullanması ile tanınır.

Soyunun Hz. Ali’ye dayandırılması nedeniyle “Ocakzade” olması evinin ve mezarının ziyaret edilmesi gelenekselleşmiştir. Ziyarete gelenler, genellikle kurbanla gelirler ve niyaz ederler. Ziyarete gelen hastaların **** bulması, taliplerin kalbinden geçenleri bilmesi ile Arguvan, Hekimhan, Malatya ve Sivas çevresinde büyük bir üne kavuşur.
Adı İstanbul, İzmir ve Hatay’a kadar yayılır. Vayloğ Dede artık derman arayanlann dermangâhı olmuştur Evi ziyarete gelenlerle dolup, taşmaya başlamıştır. Dede köy çeşmesinin yanına yeni bina yaptırarak ziyarete gelenleri rahat ettirmeye, daha çok ziyaretçiyi kabul etmeye çalışıyordu. Yurdun dört bir yanından Alevisi, sünnisi, felçli, ağrı çeken hastalarını, çocuğu olmayan kadınların çocuk istemeleri ile gelen ziyaretçilerle dolup taşmaya başlamıştır. Çocuksuz kadınlar çocuk sahıbi olmuş, adlarını Vayloğ koymuşlardır. Bu çocuklar yaşamaktadır. Vayloğ Dede’nin yaptıklarını gören yüzlerce insan vardır. Hepsi canlı bir tanıktır.

Artık Vayloğ dede köy köy gezmez, taliplerin istediği ve gelip götürmeleri ile gider. Görüm işlerini yapar, tekrar evine bırakırlar. Dede kendini dine adamış özünü Allah’a bağışlamıştı. Halk dedelere dolu dolu gelmeye başlamış, Dede’nin duasını almak için ziyaretlere gelmeye başlamışlar.Ayrıca Yusuf oğlu Muzuk Abidin ve Divane adı ile anılan Divane Dede Çorum – Sivas – Tokat ve Amasya taraflarında dedelik yapardı. Kızkardeşi Satı, aynı köyden Süleyman’la evlenmişti. 1971 tarihinde Ballıkaya Köyü’nde 76 yaşında vefat eden Vayloğ Dede Orta mezarlığa defnedilir.

Daha sonra Dede’nin sevenleri bir Türbe yaptırarak Vayloğ ailesini türbe içine aldılar Halk artık Vayloğ Dede’nin türbesine ziyarete gelmeye başladılar. Aşırı ziyaretçi kalabalığı karşısında türbe yetersiz kaldı. Bu durumu gören talipleri yeni köyün batısına adına yakışır adak kesim yeri, lokma pişirme ve yeme yeri, türbesi ve hasta yatırma yeri, erkek ve kadın tuvaletleri ile modern bir türbe yaptırdılar. 1998 tarihinde Dede’nin naaşı nakledildi. Halk gruplar halinde adaklan ile gelen ziyaretçilerle dolup taşıyor.

28 Mart 2019 Perşembe

Kusem İbn Abbas türbesi. özbekistan semerkand


Kusem İbn Abbas türbesi.özbekistan semerkand









Özbekistan – Semerkand’da Büyük Şehir kabristanın içinde

‘ Şah-ı Zinda ”Özbekler Hz. Kusem İbn Abbas ‘ni Şah-ı Zinda (Yaşayan Sultan) olarak adlandırırlar . Bunun Sebebi ise ; Kusem hz.’i 7. yy da İslamı yaymak için geldiği Semerkand’da Çilehanesinde ibadet ederken Zerdüştler tarafından kafası kesilerek şehit edilmiştir. Çilehanesinde bulunan kuyuya düşen Kusem hz’i ; Özbeklere göre ölmemiş hep o kuyuda ibadet etmekte ve Özbekleri korumaktadır.
Hz. Peygamber (asv)’in amcası Hz. Abbas’ın oğludur. Annesi Ümmü’l-Fazl Lübâbe bint Haris el-Hilâliyye, Hz. Hatice (r.anha)’den sonra Müslüman olan ilk kadın olup Resûl-i Ekrem (asv)’in hanımlarından Meymûne (r.anha)’nin kız kardeşidir. Resûlullah (asv) kendisine benzetilen Kusem’i arkadaşlarıyla oynarken görmüş ve bineğinin arkasına bindirmişti.
Kusem, Hz. Peygamber (asv)’in cenazesi yıkanırken hazır bulunmuş, cesedi sağa sola çevirmiş, Resûlullah (asv)’ı kabrine yerleştirmiş ve kabirden en son o çıkmıştı. Bu sebeple Resûl-i Ekrem (asv)’e en son dokunan kişi olarak tanınır.
Kusem, Hz. Hüseyin (ra)’in süt kardeşiydi. Hz. Peygamber (asv)’den ve babasından, ayrıca kardeşi Fazl ve Talha b. Ubeydullah’tan hadis rivayet etmiş, kendisinden Hânî b. Hânî, Abdülmelik b. Muhammed b. Amr ve Ebû İshak es-Sebîî rivayette bulunmuştur.
Hz. Ali (ra)’in hilâfeti döneminde Mekke valiliğine tayin edilen Kusem, onun ölümüne kadar bu görevini sürdürdü. Kusem’in Medine valiliği yaptığı da söylenmiştir. Mekke’deki idarî görevleri yanında hac emirliği yaptı (38/658) ve fetvalar verdi.
Hz. Muâviye (ra)’in 39 (659) yılında Yezîd b. Şecre er-Ruhâvî’yi hac emîri olarak tayin etmesine karşı çıktı. Bunun üzerine Yezîd b. Muâviye kumandasında 3000 kişilik bir ordu Mekke’ye doğru hareket etti. Kusem, ordunun Mekke’ye girmesini engellemek için halka çağrıda bulunduysa da gerekli destek ve yardımı sağlayamadı. Yezîd herhangi bir mukavemetle karşılaşmadan Mekke’ye girdi. Kusem, hac emirliğine Yezîd b. Şecre er-Ruhâvî dışında birinin getirilmesi isteğini tekrarladı. Ebû Saîd el-Hudri’nin görüşü doğrultusunda hac idaresine Şeybe b. Osman getirildi.
Kusem, Muâviye döneminde Horasan Valisi Saîd b. Osman b. Affân’ın kumandasında Horasan civarındaki fetihlere katıldı. Savaşta gösterdiği kahramanlık karşılığında ganimetten bin hisse ayrılması teklif edildiyse de ganimetlerin beşe taksim edilip diğer kişilerin hakları verildikten sonra kendisine pay ayrılması gerektiğini belirtti. Fazilet ve takva sahibi olan Kusem, Saîd b. Osman’la birlikte Semerkant seferine katıldı (56/675) ve Semerkant’ta şehid oldu. Merv’de vefat ettiği de belirtilmiştir. Mezarı zamanla ziyaretgâh haline gelmiş, etrafına cami ve medrese yapılmıştır.
Semerkantlılar arasında “şâh-ı zend” (yaşayan sultan) olarak anılan Kusem’in mezarına Bâbür devrinde Mezarşah adı verilmiştir. (bk. TDV. İslam Ansiklopedisi, Kusem b. Abbas md.)

19 Mart 2019 Salı

HOCA İSHAK İSMAİL ATA TÜRBESİ..KAZAKİSTAN


HOCA İSHAK İSMAİL ATA TÜRBESİ


Kazakistan – Güney Kazakistan – Turbat kasabası

XIV. yüzyılda Taşkent ile Sayram arasındaki İspicab’da halkı irşad ile meşgul olmuştur. XIV. Yüzyılın ortalarında yazılmış olan “Hadikatu’l-Arifin”, hem genel anlamda tasavvuf, hem de ilk Yesevi şeyhlerinin düşüncelerini günümüze aktaran en eski eserlerden biridir. Kabri İspicab’ın (isficab) Hüziyan nahiyesinin Türbet diye anılan kasabasındadır. Bu kasaba bugün Kazakistan’ın güneyinde, Çimkent ile Taşkent arasındaki Kazıgurt ilçesinin doğusunda olup Turbat diye anılmaktadır. Emir Timur, mezarının üzerine bir imaret inşa ettirmiştir. Hadikatü’l-Arifî’ne göre silsile geriye doğru şöyle gider: İsmail Ata, İbrahîm Ata, Süksük Ata, Süfi Muhammed Danişmend, Hakim Ata, Ahmed Yesevî. Günümüzde mezarı. Güney Kazakistan Bölgesi’nde Lenin merkezinin Turbat köyünde yer almaktadır.

BABACI HATUN TÜRBESİ ...TARAZ KAZAKİSTAN

BABACI HATUN TÜRBESİ ...TARAZ ...KAZAKİSTAN





Türklerin Orta Asya’da İslamiyeti kabul etmeden önce mezar geleneği İslamın kabulünden sonra kısmen de olsa aynı geleneği devam etmiştir. Kabir üstüne anıt-mezar yapmak düşüncesi İslami inançlarla örtüşmemesine rağmen, 9. yüzyıldan itibaren mezar anıtları inşa edilmiştir. İslam dünyasında bilinen ilk türbe, Abbasiler döneminde (9. yüzyılın sonu) Halife Muntasır adına yaptırıldığı kabul edilen Kubbetü’s-Süleybiye’dir (Yetkin 1984: 71). Karahanlılar Devleti’nin kurucusu (960 – 1211) Satuk Buğra Han’ın ilk olarak İslamiyeti kabul ettiği bilinmektedir. Satuk Buğra Kağan’ın oğlu Harun Buğra Han 960 yılında İslam dinini devletin resmi dini olarak ilan etmiştir (Barthold 1963: 315-316-318). 10. yüzyıldan itibaren Müslümanlığın Türkler arasında yaygınlaşarak güçlenmesine rağmen mezar geleneği değişmekle birlikte ölen önemli kişilerin mezarlarını anıtlaştırma düşüncesi devam etmiştir. Bu anlayışla birlikte yeni inançlar ve âdetler bölge şartlarına göre farklı biçimde mezar türleri ortaya çıkmıştır. Basit tipteki mezarlarla birlikte ünlü kişilerin mezarlarını anıtsallaştırma yoluna gidilmiştir. Bu mezar geleneğinin Karahanlı, Gazneliler ve Büyük Selçuklularda da devam ettiği görülmektedir. Horasan ve Türkistan coğrafyasında, 10. yüzyıldan itibaren türbe veya mezar yapı örneklerine rastlanmaktadır. Türbe mimarisi esas olarak 11. ve 12. yüzyılda Gazneliler, Karahanlılar ve Büyük Selçuklular dönemlerinde günümüzdeki Azerbaycan, İran, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan topraklarında yaygınlaşmıştır. Bu dönemlerde Buhara (Özbekistan) şehrinde Samanilere ait en erken tarihli kübik gövdesi kubbeyle örtülü, tuğla malzemeli İsmail Samani (907) türbesidir (Tuncer 1986: 13, Cezar 1977: 112-115).

16 Mart 2019 Cumartesi

Alihan Baba Türbesi.. İzmir – Tire

 Alihan Baba Türbesi.. İzmir – Tire









Alihan Baba Türbesi.. İzmir – Tire İlçesinde Yeni camiinin güneyinde Alihan sokak’da
Aydınoğulları ile Horasandan gelen Alihan Babaya aittir. Evliya Çelebiye göre Alihan Baba Tire ve çevresinde bazı yapılar ile vakıflar yapmıştır.
Alihan Zaviyesi, her ne kadar vakıf kayıtlarında ve sicillerde Beylik Döneminin erken isimlerinden olan Alihan Baba Sultan üzerine kayıtlı ise de büyük olasılıkla daha önceye uzanmaktadır. Zira, Alihan’ın babası Ahi Mehmet’in de bir zaviyesi vardır. Ve bu zaviye oğlu Alihan’a kalmıştır. Bu zaviye, Beylikler Devrinden günümüze ulaşmış en önemli ve en eski zaviyedir. İki katlı bir yapı olup Alihan Sokak’ta bulunan zaviyenin alt katı türbedir. Zaviye girişi güney cephedendir. Alt kat güney batı köşesine yerleştirilen beş basamaklı merdiven oldukça dardır. Merdivenden sonra ana mekan öncesi tonoz yapılı bir girişe ulaşılmaktadır. Girişin kuzey yönünde mihrabi görüntülü bir ocaklık vardır. Batı duvarında önceleri pencere olma olasılığı bulunan bir niş yer almaktadır. Giriş bölümünün doğusunda bir kemer vardır. Kemerin kuzey ve güney cephelerinde derinlikli, oldukça uzun ve dar birer ışıklık bulunmaktadır. Zaviye kare plana yakın bir şemaya sahiptir. Kuzey ve doğu cephesi evlerle çevrili olan zaviyenin batı ve güneyinden yol geçmektedir. Türbede Alihan’ın oğlu Hoca Hasan yatmakta, ancak halk bu türbeye Alihan Türbesi demektedir. Türbe kare planlı olmakla birlikte zaviyenin batıdan sokulmasıyla planı dikdörtgensel bir görüntüye dönüşmektedir. Türbe kapısı doğu yönündendir. Güney ve doğuda mazgal tipi birer pencere yer almaktadır. Bina, dış cepheden farkedilemeyen konut tipi bir görüntü içermektedir. Türbede 1330 yılında ölen Hoca Hasan’ın dışında kitabesiz bir mezar daha vardır ki, muhtemelen Hoca Hasan’ın eşine aittir. Alihan’ın Tire halkı içinde hala yaşayan inançlara kaynaklık ettiği söylenebilir. Mesela, eşyalarını kaybedenler,
Ali Dede, veli dede
Üç kulhüvallahi bir elham adağım olsun Kayıbımı buluver Alhan Dede
.”
diyerek, Alihan Dede’den yardım isterlerdi. Hatta, Tireliler, 1916 yangınının tüm Tire’yi yok etmesini onun önlediğine inanırlar.
Alihan’ın Tire’deki merkez zaviyesi dışında, Orta Medrese ile Kırtepe ve Yeğenli zaviyeleri de vardır. Şehri ikiye ayıran Tabakhane Deresinin önemli sayıdaki köprüleri Alihan adına 1334 tarihini taşımaktadır. Evliya Çelebiye göre Aydınoğulları ile Horasan’dan gelen Alihan Baba Sultan Tire ve Aydın’da birçok eser yaptırır. Aydın’daki külliye Alihan Camii, Alihan Medresesi ve oğlu İsmail için inşa ettirdiği türbeden oluşur. Aydın’da da Tire’de olduğu gibi Alihan Türbesi olarak bilinen yapıda diğer oğlu Şeyh İsmail yatmaktadır. 1391 tarihli kitabeye sahip olan bu türbe Alihan sokakta yer almaktadır.

9 Mart 2019 Cumartesi

Kırklar Makamı (İsmail Efendi)

Kırklar Makamı (İsmail Efendi)



Erzincan Merkeze bağlı Çağlayan Beldesi'nde Kırklar Makamı (İsmail Efendi) Hz. Türbesi, Girlevik Şelalesi’nin güneydoğusundadır. Munzur Dağı’nın eteklerindeki bu mekân, gözlerden uzaktır. Aşağıdan bakıldığında görülmesi oldukça güçtür ancak ziyaretgâh, hâkim bir noktadadır.

Hasan Emmi (baba) türbesi -Nevşehir

Hasan Emmi (baba) türbesi -Nevşehir



Yazları kış, kışları yaz meyvesi getirdiği rivayet edilir.
Hasan Emmi türbesi
Nevsehir - Göreme yolu üzerinde bir türbe vardi. Nevsehir Belediyesi, sehrin çikisindaki yolu genisletme gayesiyle, bazi tadilâtlar yapti. Bu arada yolun genisletilmesi ve gidis - gelisli bir yolun yapilmasina da karar verilmisti.
Yol yapimi türbenin bulundugu yeri de' içine aliyor ve türbenin yikilmasi icab ediyordu. Fakat bir gün Belediye Baskanina bir sikâyet geldi.
azi isçiler ellerinde kazma oldugu halde türbeyi yikmak istiyorlar, fakat yikamiyorlardi.
Bu hâdise üzerine halk ve belediye baskani türbenin bulundugu mevkie geldiler ve elleriyle türbeyi yikmak istediler.
Fakat Allah Teâlâ, onun yikilmasina müsaade etmedigi takdirde nasil yikacaklardi.
Türbeyi yikmak için kazmayi alip da elini kaldiran isçilerin elleri, halkin bakislari arasinda havadan inmiyor ve adam yikmaktan vazgeçip geri çekildigi zaman ise, hiçbir sey yokmus gibi eski haline avdet ediyordu.
Bu durum karsisinda, Belediye türbeyi yikmaktan vazgeçti ve gidis - gelisli yol türbenin sagindan ve solundan verilerek türbe iki yolun ortasinda kaldi.
Hasan Emmi türbesi olarak bilinen bu türbe yikilamayan türbelerin içinden sadece bir tanesidir. Bunun gibi birçok türbe yol yapimlarinda olsun, bazi tasfiye hareketlerinde olsun, oldugu yerleri muhafaza etmisler ve yikimlarina müsaade etmemislerdir. Bunlardan birisi de Balikesir'deki Hasan Baba türbesidir.
Hasan Baba Türbesi de, Hasan Baba Çarsisinin yapimi zamaninda, bir türlü yikilamamis ve oldugu yerde çarsinin ortasinda kalmistir.

14 Şubat 2019 Perşembe

Eşrefoğlu Rumi  türbesi...iznik..bursa






Anadolu’da yaşayan büyük velilerden , şair. İsmi Abdullah olup , babasınınki Eşref’tir. Babasının ismi ile şöhret buldu. Babası , Mısır’dan İznik’e göç etti. Eşrefoğu Rumi İznik’te doğdu. Doğum tarihi belli değildir. 1484 (H.889) ‘da İznik’te vefat etti. Türbesi İznik’tedir. Eşrefzade-i Rumi diye de bilinir. Babasının terbiyesi altında büyüyen Eşrefoğlu Rumi , önce İznik’te bulunan medreselerde çeşitli alimlerden ders aldı. Zamanın zahiri ilimlerinde üstün başarılar elde etti. Sonra Bursa’ya giderek Padişah Çelebi Mehmed’in medresesine girdi. Burada tefsir , hadis ve fıkıh ilimleri üzerinde söz sahibi olan alimler derecesine yükseldi. Buradan mezun olunca , Bursa’da müderrislik yapan hocası büyük alim Alaeddin Ali hazretlerinin yardımcısı oldu. Çelebi Mehmed Han medresesinde bir müddet ders veren Eşrefoğlu Rumi bir sabah vakti medrese civarında dolaşırken , zamanın velilerinden olan Ebdal Mehmed’e rastladı. Kalbinden ; “ Tasavvuf yolundan bana nasib var ise alametler görünsün. ” diye geçirerek ona yaklaştı. Ebdal Mehmed kendisine bakarak ; “ Ey medreseli ! Bize köfteli çorba getir.” Dedi. Bu söz üzerine çarşıya gidip , köfteli çorba aradı. Fakat bulamadı ve eli boş dönmemek için köftesiz çorba aldı. Ebdal Mehmed’e gelirken yolda birkaç parça ekmek alarak yuvarlak köfte haline getirip , çorbanın içine attı. Ebdal Mehmed çorbayı karıştırıp köfte bulamayınca Eşrefzade’ye ; “ Hani bunun köftesi ? ” diye sordu. Daha sonra çorbayı iyice karıştırdı ve Eşrefoğlu’na uzatarak ; “ Ye bunu! ” dedi. Eşrefoğlu büyük bir teslimiyet ile tereddüd etmeden çorbayı yedi. Çorbanın içine atılan ekmek parçaları köfteye dönmüştü. Bunun üzerine o zat ; “ Ya sen olmayıp da kim olsa gerek. ” şeklinde bir söz söyleyip oradan uzaklaştı. Eşrefoğlu bu sözlerden bir mana çıkaramamasına rağmen , tasavvuf yoluna girmesi hususunda bir işaret olduğuna inandı.
Nefsini terbiye etmek , kalp aynasını cilalamak için kendi kendine uğraşmaya başladı. Bu yolda bir hoca bulmanın şart olduğunu düşünerek , kitaplarını dağıttı ve Bursa’da bulunan Emir Sultan’ın huzuruna gitti. Talebesi olup , hizmetiyle şereflenmek istediğini bildirdi. Emir Sultan , Abdullah’ın tasavvuf yolunun aşkıyla yandığını görünce , onu evliyanın büyüğü Ankara’daki Hacı Bayram-ı Veli’ye gönderdi. Sonra Ankara’ya gidip , yeni hocasına teslim oldu.
Hacı Bayram-ı Veli hazretleri , Abdullah’daki kabiliyeti keşfederek ona nefsini terbiye edecek vazifeler verdi. Yaşı kırkın üzerinde ve büyük bir alim olduğu halde , hocasının emirlerine “ Başüstüne ” diyerek sarıldı. Kendisine verilen hela temizleme vazifesini , bütün gayretiyle yapmaya başladı. Nefsinin isteklerini terk edip , istemediklerini yapmak için büyük çaba sarfetti. Bu şekilde riyazet ve mücahedeye devam etti. Hocası Hacı Bayram-ı Veli’ye on bir sene hizmet etmekle şereflendi. Bu kadar zaman zarfında hocasının ; “ Üstadın huzurunda lüzumsuz konuşmak edebe aykırıdır.” Sözü üzerine , yanında bir kelime bile konuşmadı. Sadece sorulan suallere kısa ve öz olarak cevap verir , edebe , ziyade dikkat ederdi. Eşrefoğlu Abdullah , on bir sene içinde pek çok imtihandan geçti. Yaptığı güç işlerden hiç şikayette bulunmadı. Bu sabrı ve hocasına karşı muhabbeti ve hürmeti üzerine , Hacı Bayram-ı Veli kızı Hayrünnisa’yı ona nikah ederek zevceliğe verdi. Bir müddet daha hizmete devam eden Eşrefoğlu Abdullah , hocasından izin alarak Allahü tealanın emir ve yasaklarını bildirmek üzere İznik’e gitti. Orada kendi iç alemiyle baş başa kaldı. Hocasından ayrılığı onu yaktı , hasretine fazla dayanamadı ve tekrar Ankara’ya döndü. Hacı Bayram-ı Veli , damadını , tasavvuf yolunda derecelerinin ilerlemesi için tekrar İznik’e gönderdi. Orada kırk gün nefsini terbiye etmesi için halvete girmesini , sonra Ankara’ya gelmesini emretti.
İznik’e gidip geldikten sonra , hocasının ; “ Hama şehrinde Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin torunlarından Şeyh Hüseyin Hamevi’nin huzuruna gidip , Kadiri yolunu öğreniniz.” buyurdu. Bu emri yerine getirmek üzere hazırlığa başladı. Hanımını ve biricik kızı Züleyha’yı bir merkebe bindirerek , Hacı Bayram-ı Veli ile vedalaştı. Günlerce zahmetli ve yorucu yolculuktan sonra , Hama’ya yeni hocasının huzuruna vardı.
O gün hacdan dönen Hüseyin Hamevi , ilahi bir ilham ile Eşrefzade’nin gelmekte olduğunu anlayarak , talebelerine ; “ Bugün Anadolu’dan bir er geliyor. Gidip karşılayınız.” buyurdu. Karşılamaya çıkan talebeler , zahmetli ve zorlu yolculuktan dolayı elbiseleri eskimiş olduğu için Eşrefoğlu Rumi yanlarından geçtiği halde , hocalarının söylediği zatın o olduğunu anlayamadılar. Dergahın kapısına varan Eşrefzade Rumi , Hüseyin Hamevi tarafından itibarla içeri alındı. Hanımı ve çocuğu ise Hüseyin Hamevi’nin hanımı tarafından kendilerine ayrılan odaya götürüldü. Hüseyin Hamevi bu yeni talebesinin önce nefsini terbiye etmek üzere kırk gün halvet için bir hücreye koydu. Eşrefoğlu Abdullah , sıkı ve riyazet ve mücahedeye tabi tutuldu. Kırk gün içinde Hüseyin Hamevi , Abdullah’a ziyade teveccühlerde bulundu. Bir gün bir hizmetçi hücresine yemek götürdü. Eşrefoğlu’nu hareketsiz görünce , öldü zannedip , telaşlandı ve durumu hocasına bildirdi. Fakat kırk gün dolmadığı için Hüseyin Hamevi bu duruma aldırış etmedi. Abdullah , kırkıncı gün hücreden çıkartıldığında , büyük bir vecd hali içinde kendinden geçmiş , gözleri kapalı ve hareketsiz bir halde görüldü. Kendisini melekle alemini seyretmenin lezzetinden ayırdıklarında ; “ Sultanım bize kıydınız.” diyerek gözlerini açtı. Bu kırk günlük imtihanı başarıyla veren Abdullah , tasavvufta pek yüce mertebelere çıkmış olarak icazetname aldı. Hüseyin Hamevi’nin halifesi olarak Anadolu’da Kadiri yolunu yaymak üzere vazifelendirildi.
“ Halk senin zahirine de bakar. Onun için kıyafetini biraz düzeltmen lazımdır. Şu hırkayı ve pabuçları al , giy. ” buyurunca , Eşrefoğlu hırkayı giydi , pabuçları da başına geçirerek ; “ Hocamın verdiği pabuç ayağıma değil , başıma olsa gerektir. ” dedi. Hocasının emri üzere yola çıkmak üzere hazırlık yaptığı sırada , Hüseyin Hamevi’nin eski talebeleri aralarında ; “ Biz bu kadar zamandan beri hocamızın hizmetindeyiz. Bize himmet verilmedi. Bu Rumi denilen ve Anadolu’dan gelen kimseye kırk günde hem himmet , hem de icazet verildi. Bu nasıl iştir ? ” diye konuşuyorlardı. Hüseyin Hamevi , Allahü tealanın izniyle bu duruma vakıf oldu. Talebelerini toplayıp bir konuşma sırasında ; “ Ya Rumi ! Bu kadar misafirimiz oldun. Sana bir ziyafet veremedik. Bir ziyafette bulunalım. İnşaallah ondan sonra gidersin. ” dedi. Yemeler hazırlanıp talebeleri ile yeşillik bir yere gittiler. Hüseyin Hamevi , suyu bulunmayan bir yerde oturulmasını emretti. Talebeleri ; “ Sultanım , burada su yoktur, namaz zamanı abdest almak icab ettiğinde sıkıntı çekeriz. ” demelerine rağmen Hüseyin Hamevi oturulmasını istedi. Talebeler hocalarının emri üzerine oturdular. Namaz vakti girince abdest almak icab etti. Hüseyin Hamevi , Eşrefoğlu hariç bütün talebelerine su aramalarını söyledi. Talebelerin ; “ Sultanım burada su yoktur. ” demelerine rağmen ; “ Hele siz bir arayın belki vardır. ” buyurdu. Talebeler aramalarına rağmen bulamadılar. Bunun üzerine Hüseyin Hamevi ; “ Rumi ! Gerçi sen misafirsin. Misafire hizmet ettirmek doğru değildir. Bir de sen ara. Belki su bulursun. ” deyince , Eşrefoğlu ; “ Emriniz başım üstüne. ” diyerek hemen aramaya başladı. Bir ağacın yanına gidip , teyemmüm etti ve secdeye varıp Allahü tealaya şöyle yalvardı : “ Ya Rabbi ! Hocam su istiyor. Lütfet , su ihsan eyle. ” Daha sonra başını secdeden kaldırdı. Secde ettiği yerden bir pınarın kaynadığını gördü. Hemen tası doldurup hocasına götürdü. Hüseyin Hamevi talebelerine dönerek ; “ Su olmadığını iddia ediyordunuz. Bakın Rumi nasıl bulmuş ! ” dedi. Talebeler hemen suyun bulunduğu yere gittiler. Suyun daha yeni çıkıp akmaya başladığını görünce , hocalarının Eşrefoğlu’na himmet etmesinin sebebini anladılar.
Hüseyin Hamevi , Abdullah’ı Anadolu’ya uğurladıktan bir müddet sonra , arkasından baktı ve ; “Abdullah-ı Rumi koca bir deniz imiş. Bizde bulunan her şeyi çekip sinesine aldı.” buyurdu. Çocukları ile birlikte Ankara’ya giden Abdullah-ı Rumi , kayınpederi Hacı Bayram-ı Veli’nin yanında bir müddet daha kaldıktan sonra İznik’e gitti.
İznik’te önceleri münzevi , yalnız bir hayat yaşayan Eşrefoğlu , şan ve şöhretten hiç hoşlanmazdı. Kimsenin dikkatini çekmeden fakirane bir hayat yaşadı ve insanlardan uzak kalmaya çalıştı. İznik’e Hama’dan bir zatın gelmesi durum değişti. O zat herkese Eşrefoğlu’nun menkıbelerini anlatmaya başlayınca , İznik halkı kendisine hürmet ve itibar göstermeye başladı. Bundan rahatsız olan Eşrefoğlu Rumi dağlara çekildi , tekrar uzlet hayatına başladı. Dağlarda dolaşırken bir köylü onu gördü ve suçlu sanarak yakaladı. Gayesi onu teslim alıp mükafat almaktı. Fakat onun şöhretini duyan köylünün annesi , kendisini tanıyınca mesele anlaşıldı , köylü ve annesi de Eşrefoğlu’na talebe oldu. Bunun üzerine İznik’e dönen Eşrefoğlu asıl vazifesi olan insanlara doğru yolu anlatmaya başladı. İlk talebesi olan ve kendisini yakalayan köylü onun için Pınarbaşı denilen yerde bir dergah yaptırdı. Eşrefoğlu Rumi , burada talebelerine ders vermeye , Kadiri yolunu yaymak için çalışmalara başladı. Talebelerinin nefsini terbiye etmek için , riyazet ve mücahedeler yaptırmaya , gurur , kibir , ucb gibi kalp hastalıklarından kurtarmaya büyük gayret gösterdi.
Bir gece Eşrefoğlu Rumi , dergahında ibadet ediyordu. Bu sırada bir ışık peyda oldu. O ışıktan şöyle bir hitap duyuldu : “ Ey kul ! Dile benden ne dilersen. Bütün haram olan şeyleri sana helal kıldım.” Eşrefoğlu bir anda Allahü tealanın izni ile sesin sahibi olan şeytanı yakaladı. Avucunun içinde sıkmaya başladı. O anda şeytan ; “ Ya şeyh ! Ne yapıyorsun ? Allah bana kıyamete kadar mühlet vermiştir. Sen ise beni öldürmek istiyorsun.” deyince Eşrefoğlu ; “ Ey mel’un ! Sen benim talebelerimin ve dostlarımın imanlarına kasdetmeyeceğine dair söz verirsen salarım.” dedi. Şeytan da ; “ Onların imanlarına kasdetmeyeceğime söz veriyorum.” dedi. Bunun üzerine Eşrefoğlu Rumi ; “ Ey mel’un ! Allahü Teala ile olan ahdine vefa etmedin. Benimle olan ahdine mi vefa edeceksin. Bildiğin şeyden geri kalma.” dedi ve saldı. Talebeleri ; “ Onun şeytan olduğunu nereden anladınız ?” diye sorunca ; “ Bütün haramları sana helal kıldım , deyince anladım. Çünkü Allahü tealanın haram ettiği şeyler zata mahsus değildir. Kıyamete kadar bakidir.” buyurdu.
DEDE HALİFE TÜRBESİ  .... İZNİK    ...BURSA


Osmanlı âlimlerinin meşhurlarından. On altıncı asırda yaşamıştır. 1565 (H.973)’te vefât etti.
Gençliğinde ticâret ve deri dabağcılığı yaptı. Yirmi yaşına kadar ilimden bir harf okumamış, bir ilim ehlinin sohbetinde bulunmamıştı. Yirmi yaşından sonra bir hâdise sebebiyle ilme başlayıp devrinin meşhur âlimlerinden oldu. Amasya’da deri dabağcılığı ile meşgul iken, Amasyalılar şehirlerine gelen bir müftüyü ağırlamak için bir bahçeye götürmüşlerdi. Dede Halîfe de bir tanıdığı vâsıtasıyla bahçedeki cemâatın arasına katılmıştı. Yemek hazırlıkları yapılacağı sırada biraz odun lâzım oldu. Dede Halîfe; “Ben toplayayım.” diye yerinden fırladı. Bu arada misâfir müftü ona bakarak; “Bu câhil gitsin.” dedi. Müftünün bu sözlerini duymuştu ve kendinin ilimden habersiz bir câhil olduğunun da farkında idi. Ancak o anda bu şekilde hor görülmesi kendisini başından kaynar sular dökülür gibi yakmıştı. Birdenbire büyük bir kırıklık hâline girmiş, son derece mahzunlaşmıştı. Perîşân bir halde kalabalıktan yavaş yavaş uzaklaşarak odun toplamaya gitti. Kalabalık gözden kaybolunca, oradaki bir sudan abdest aldı. İki rekat namaz kıldı. Sonra yüzünü yere koyarak secde hâlinde tam bir teslimiyet ve yakarışla Allahü teâlâya duâ edip, câhillikten kurtarmasını istedi. İlim ve fazîlet sâhibi kimselerden olmak için içli duâlar yaptı. Duâ için yüzünü toprağa koyduğu sırada o kadar kendinden geçti ki, bu sebeple toprakta yüzü çizilip kanamış ve farkında olmamıştı. Sonra kalkıp odun topladı. Götürebileceği kadar yüklenip bahçede oturan cemâatin yanına getirdi. Kalabalığa yaklaşınca yüzündeki çizikleri ve kanları görerek ağaç toplarken yüzünü yaralamış diye gülüştüler. Bahçede bulunanların hepsinin biraraya toplanmış olduğu bir anda Dede Halîfe misâfir ve ilim sâhibi müftünün yanına yaklaşıp elini öptü. “İşimi bırakıp, ilim öğrenmek istiyorum!” dedi. Müftü; “Çok zor senin bu isteğin. Çok çalışıp, gayret sarfetmeden ve bir hocanın dersine, hizmetine devâm etmeden mümkün değildir. Sen bu yükün altından kalkamazsın.” dedi. Ama o çok kararlı bir halde yalvararak ısrâr etti. Müftü sonunda ona ilim öğretmeyi kabûl etti.
Ertesi gün işini bırakıp dükkanında bulunan mallarını satıp ilim öğrenmek için hazırlık yaptı. Kitaplar satın aldı. Derhal ilim tahsîline başladı. Büyük bir gayret ve şevkle günden güne ilmini ilerletti. Sonunda Bursa’da Sultan Murâd Medresesinin meşhur müderrislerinden Müderris Sinânüddîn’e muîd, yardımcı müderris oldu. Bu vazîfesinden sonra ise müderris olarak değişik yerlerde ve çeşitli medreselerde uzun müddet müderrislik yaptı. En son İznik’teki Süleymân Paşa Medresesinden emekliye ayrıldı. Daha sonra müftülük vazîfesi de verildi.
Tefsîr ve fıkıh ilimlerinde büyük ve fazîlet sâhibi bir âlim idi. Ayrıca eserler de yazdı. Sarf ilminde en meşhûr kitaplardan olan Taftazânî kitabının şerhi üzerine bir hâşiye (açıklama) yazmıştır. Fıkıh ilmine dâir bir manzumesi ve çeşitli ilimlere dâir risâleleri vardır.

7 Şubat 2019 Perşembe

Seyyid Dede Mezarı – Eğridere köyü – ( Tire )

Seyyid Dede Mezarı – Eğridere köyü – ( Tire )




Eğrider köyü İzmir ilinin Tire ilçesine bağlı Tire,nin doğusunda Tire - Gökçen yolunun Gökçen ‘ i 500 metre geçip sağa dönüp 2 km içerde ve Tire'ye 14 km.uzaklıktadır.

SEYYİD DEDE Şeyh Bedreddin’in oğlu Seyyid İsmail Beşe’nin lakabıdır.Eğridere’de dedesinin köyündeki mezarı çok sade ve bakımsızdır.Köy halkı ona Seyyid Dede demektedir.Köyde ona ilginç bir bağlılık vardır. Eğridereliler, ona her mevsim yiyecek götürürler. Hatta Osmancık ve Yenişehir köylüleri ölülerini ona yakın olmak için Eğridere Mezarlığına gömme adetleri vardır. Yağmur duaları da Seyyid Dede’ye uğrayarak yapılmaktadır.
Kaynak: A. Munis Armağan.

Şemsi Baba Dergahı izmir.yağhaneler

Şemsi Baba Dergahı  izmir.yağhaneler









Şemsi Baba Dergahı İzmir’de Yağhaneler semtindedir. Dergahı, Hacı Bektaş Veli halifelerinden” Eğriboz İstefesi göçmenlerinden Feyzullah oğlu Yusuf Şemseddin Baba yaptırmıştır. Dergahın ilk postnişinidir. Dergah, kitabesine göre, 1865- 66 yılında yapılmıştır. Vakfiyesi 1882’de hazırlanmıştır. Bu Bektaşi dergahı 15 dönümlük arazi içerisinde iki kattan oluşan bir yapıdır. Tekkedeki mezartaşları on iki dilimli(terkli) “Hüseyni taclı” olarak Bektaşiliği yansıtırlar. Dergahın mezarlığında birçok Bektaşi dervişi yatmaktadır.
Yusuf Şemsettin Baba, 1795'te Mora’da doğmuştur. Müderris Feyzullah Efendi’nin oğludur. Askerde tabur kâtipliğine kadar yükselir. Ayrıldıktan sonra İzmir’e yerleşir. Rüsumat memurluğu yapar. Karadutlu Dergahı’nın postnişini olur. 1884'te ölmüştür. Dergahına gömülür. Babalık icazetini ve halifeliği Mehmet Ali Hilmi Dedebaba’dan almıştır. Öldükten sonra posta önerisi üzerine torunu Fuat Bey Baba(öl. 1928) getirilir. Ondan sonra da dergahın postnişinliğine jandarma subaylarından Kazım Baba atanır.

Şemsi Baba Haziresi İzmir Eşrefpaşa’dan Bozyaka’ya giden yol üzerinde Yağhaneler bölümünde Sabit bey Camii bahçesindedir. 
Yusuf Şemsettin Baba, 1795’de Mora’da doğmuştur. Müderris Feyzullah Efendi’nin oğludur. Askerde tabur kâtipliğine kadar yükselir. Ayrıldıktan sonra İzmir’e yerleşir. Rüsumat memurluğu yapar. Karadutlu Dergâhı’nın postnişini olur. 1884’de ölmüştür. Dergâhına gömülür. Babalık icazetini ve halifeliği Mehmet Ali Hilmi Dedebaba’dan almıştır. Öldükten sonra posta önerisi üzerine torunu Fuat Bey Baba(öl. 1928) getirilir. Ondan sonrada dergâhın postnişinliğine jandarma subaylarından Kazım Baba atanır.

Hacı Bektaş-ı Veli’nin müridlerinden olan Şemsi Baba rumi 1270 miladi 1855 ‘li yıllarda, bağlık ve zeytin bahçeliği olan bu yerde, önceden var olup sonra yıkılan KARADUTLU TEKKESİni yeniden yapmak suretiyle insanlara irşad hizmetlerini anlatmaya ve davet etmeye burada devam etmişlerdir.
Yıllarca sürüp giden bu zikir ve hizmet kervanına katılanların sayısı çoğaldı. Hepsi de tekke müfredatına kayıtsız şartsız teslim olmuşlardır. Ömrü vefa edemeyip dar-ı bakaya irtihal edenler (ölenler) derviş ve ermiş tabir edilenler, yine bu tekkenin etrafında defn edilmişlerdir.
Tekke sorumlusu ve pir-i olan ALAADDİN ŞEMSİ ( Şemsi Baba) rumi 1301 miladi 1885 tarihinde vefat edince buraya gömülmüştür. (baştaki yüksek kabir) Bundan sonra burası ŞEMSİ BABA TEKKESİ adını almış ve bir süre ( yaklaşık 25 yıl) rumi 1322 miladi 1906 yılına kadar Şemsi baba Tekkesi olarak devam etmiştir. Bütün hanedanı (hanımı, çocukları, yakınları) buraya defn edilmiştir.
Karadutlu Dergâhı ya da halk arasında bilinen adıyla Şemsi (Şemseddin) Baba Dergâhı Haziresi içinde tespit edilen yirmi dört mezar bulunmaktadır. Bu mezarlardan bazıları kadın ve çocuklara ait olmakla birlikte birçoğu da bu dergâhta yetişen Bektaşi dervişlerine aittir

Sayın Prof. Dr. Necmi Ülker'in Karadutlu Dergâhı hakkında yapmış olduğu çalışmadan dergâhın kitabesinin tercümesi :
Yetişti Hacı Bektaş Veli Abdal Musa Sultan,
Seza gördü bu mevkide esasıyle hankabı,
Müridan Sıdk ile gelsün erenlere olsun teslim,
Kul olsun Al-evlada idüb ikar şahan şahı,
Müdavim ola hizmetle bu meydan-ı muhabbedde,
İrişup pir ü irşada tuta erkaniyle rahı,
Zuhüratla gelüp bir er didı şevkiyle tarihin,
Yeniden kıldı bünyad Şemsi Baba iş bu dergâh sene 1281

Dergâhın kurucusu Şemseddin Babanın Mezar Taşında ise;

“Hüvel Hayyü’llezi la yemut
La ilahe illallah Muhammeden Rasulullah
Ali Veliyullah tarikat alliyye-i Hünkâr
Hacı Bektaş Veli Hazretlerinin 
Hulefasından işbu Kradutlu Dergâhı 
Şerifi banisi Eğriboz istefesi 
Muhacirinden murşidi agâh arif-i billâh
Yusuf Şemseddin baba ruhuna Fatiha
18 Fi Şevval sene 1302 (12 Ağustos 1885)

19 Ocak 2019 Cumartesi

ŞEHİTLİK YATIRI ..MUŞ ..VARTO..DAĞCILAR KÖYÜ

ŞEHİTLİK YATIRI ..MUŞ ..VARTO..DAĞCILAR KÖYÜ




Varto Caneseren (Dağcılar) köyünün yaylasında yer alan bir şehitliktir. Şehitlik etrafının büyük taşlarla çevrilerek koruma altına alınması ile oluşan ziyaret, yöre insanı tarafından “marew” denilmektedir (Asna, 2016: 320). Özellikle Varto Alevileri tarafından kutsal kabul edilmekte ve yaz aylarında kurbanlar kesilmektedir. Çocuğu olmayan kadınlar burayı ziyaret eder ayrıca her türlü hastalığa iyi geldiğine inanılan torağından az miktarda tadına bakılarak şifa umulur. Başta Alevi inancına mensup kişiler olmak üzere toplumun farklı kesimlerinden ziyaret edenler olmaktadır

12 Ocak 2019 Cumartesi

GÖKÇEALİ YATIRI VE ŞEYH İDRİS ZÂVİYESİ



KARADENİZ’DE İLK DÖNEM TÜRK ZÂVİYELERİNE BİR ÖRNEK:
 GÖKÇEALİ YATIRI VE ŞEYH İDRİS ZÂVİYESİ

Mehmet FATSA* ÖZET


 Bu çalışmada Giresun’un Piraziz ilçesine bağlı Gökçeali Köyündeki Şeyh İdris Türbesi ve yine aynı bölgedeki Şıhlı-Şeyhli köyündeki Şeyh İdris Tekkesi hakkında bilgi verilmektedir. Öncelikle Şeyh İdris’le ilgili halk anlatımlarına yer verilmekte ve daha sonra Şeyh İdris Vakfiyesinin ve Şeyh İdris Dergâhının tahrir defterlerindeki ve şer’iye sicillerindeki yeri belirtilmektedir. En son olarak Türbe ve Tekke’nin, yapılış tarihi ve fizikî özellikleri anlatılmaktadır. ABSTRACT In this writing, information about Sheikh Idris Turbeh in Gökçeali Village of Piraziz district in Giresun, and about Sheikh İdris Tekke and “Vakfiye” (charter of a waqf) of Sheikh İdris in Shari’a registers. Lastly, are told the construction date and the physical features of the Tekke and the Tomb Anahtar Kelimeler: Şeyh İdris, Şeyh İdris Dergâhı, Gökçeali, Şıhlı, Derviş Key Words: Şeyh İdris, Şeyh İdris Dergâhı, Gökçeali, Şıhlı, Dervish 1-Şeyh İdris Zâviyesi Hakkında Tevatür “1386 yılında, Şeyh İdris, yanında kırk mollası ve aile efradı ile Buhara’dan batıya doğru yola çıkmışlar. Kendilerinden önceki Horasan erenlerinin yolunu takip ederek, Harran üzerinden Anadolu’nun Bizans Uç’unda kurulmuş olan Osmanlı Devleti topraklarına girmişler. Bu tarihlerde Osmanlı tahtında hükümdar olan Sultan Murat Hüdavendigâr ile Bursa’da görüşerek, ondan Karadeniz’de İslâm’ı yayma konusunda talimat almışlar. Şeyh İdris’in ailesi ve halifeleri, henüz meskun mahal olmayan Piraziz ve çevresine yerleşmişler. Yanındakilerle birlikte Şeyh İdris, Şeyhli köyüne gelmeden önce, buranın batı yönünde bulunan Gelincik Kayası’na çıkarak doğu yönünde iki ok atmışlar, oklardan birisi bu günkü türbenin bulunduğu yere düşmüş, o da buraya evini yaparak yerleşmiş. Diğeri de tekkenin bulunduğu yere düşmüş, burayı da dergâhının merkezi olarak seçmiş. Şeyh İdris, talebelerinden Molla Hasan’ı Hasanşıh Köyü’ne, Molla Musa’yı Şımusa Köyü’ne, Pir Aziz’i de Nefs-i Piraziz Köyü’ne göndermiş.” “Şeyh İdris, tekkesinin yapımı için ikinci okun düştüğü yerin tespit edilmesini istemiş ve tespit edilen yere ağaçlar istif edilmeye başlanmış. Ancak müritlerin hazırladığı ağaç malzemenin gece bilinmeyen birileri tarafından daha yukarıya taşındığı görülmeye başlanınca, şeyhin gelini bu olayı gece uyumayarak izlemeye koyulmuş. Gerçekten de tekkenin inşası için hazırlanan ağaçların yabanî geyikler tarafından taşındığına şahit olmuş. Şeyh İdris, gelinine şahit olduğu bu durumu sır olarak saklamasını, başkalarına anlatmamasını söylemişse de, gelin bu tembihe uyamamış; geyiklerin boynuzlarının sebepsiz yerden kırıldığı görülünce, sırrın ifşa edildiği anlaşılmış. Vefat eden gelinin cenazesi Tekkenin giriş kapısının altına konulmuş”. Halkın anlattıklarından oluşturulan bu tevatürde yer alan ve Şeyh İdris’in nereden hangi yollarla Gökçeali köyüne geldiğini ve Osmanlı hükümdarı Sultan I. Murat ile ilişkisini ortaya koyan bilgileri doğrulayacak somut bir belge henüz elde edilebilmiş değildir. Üstelik bu tevatür, tarihî verilerle de önemli ölçüde çelişmektedir. Kanımızca, vakfiye metninde geçen ve sultan anlamında kullanılan hüdâvendigâr kelimesinden hareketle Şeyh İdris, Sultan I. Murat ile ilişkilendirilmiştir. “Şeyh İdris’in Karagöl Dağı çevresindeki yaylalarda otlattığı koyun sürüsü, “Çoban Totak” adında ermiş bir kişi tarafından bakılmaktaymış. Şeyh İdris’in de yaylada bulunduğu bir sırada, beklenmedik bir zamanda Çoban Totak ölmüş. Ölüm olayı ikindi vaktinde gerçekleştiğinden cenazenin kaldırılması için yeterli vakit de yokmuş. Ayrıca olayın yaşandığı yayla ile Şeyhli köyü arasında –yürüme- bir günlük mesafe vardır. Bu durum karşısında Şeyh İdris abdestini almış ve ikindi namazına başlamadan önce kuzeye yönelerek mollası Aziz’e seslenmiş; “- Totak öldü bez getir, kazma kürek tez getir, koyuna da tuz getir...!” demiş. Şeyh İdris namazını bitirdiğinde Molla Aziz’in siparişler ile yanına geldiğini görmüş. İşte Şeyh İdris, mollasının eriştiği manevî dereceyi takdir anlamında “Pir kişisin” diyerek onun adını Pir Aziz koymuş.” Konuyla ilgili olarak nakledilen hikâyeler üzerinde duracak değiliz. Ancak anlatılanlar içinde yer alan bazı olay ve figürlerin Anadolu’da gaza faaliyetinde bulunan Horasan/Türkistan kökenli bir çok Türk dervişi için de nakledildiğini burada ifade etmiş olalım. 2-Şeyh İdris Vakfiyesi a)Vakfiyenin Özet Transkripsiyonu Karahisar-ı şarki sancağına merbût Pazarsuyu kazasına tâbî Piraziz nahiyesinde vâki Seyyid Şeyh İdris –kuddise sırrıhu’l aziz- hazretlerine haliyyen Hüdâvendigâr hazretlerinin temlik ve ihsan eylediği nahiye-i mezburede malum Kayabaşı ve Çağlak ve Mekidinos ve Yazıköy ve Hüseyinli ve yine Horzeybete nâm mevkiler rızaenlillah, zaviye-i mezbureye misafir olan ve şeyh ve tekkenişin olan kimesne ta’am pişirip yedirmek için arazi-i mezbur öşrü ile sair rüsum evlad-ı evladıma neslin ba’de neslin, vakf-ı sahih ile vakfeyledim ki devlet-i padişahiye abd-i hazirun ruhuna hayır dua üzre olalar. Ve zaviye-i mezburede evladımdan şeyh ve tekyenişin kimesne tekkemize ait rüsûm, hukuk, cüz’i ve külli her ne var ise tekyeye misafir olanlara ve âyendeye ve revendeye ve sair harca ve kendüsü ma’kul ve münasip gördüğü üzere cemi’lerin kabz edüb sarf eylesün. Her kim bu temessükü tebdil ve tağyire kast eylerse Hazret-i celle ve alâ hazretlerinin lâneti üzerine olsun. Sene-800 b)Değerlendirme Vakıflar Genel Müdürlüğünde muhafaza edilmekte olan Şeyh İdris tekkesine ait vakfiye 800/1397-1398 tarihini taşımaktadır. Ancak bahse konu tarih, elde bulunan vakfiye belgesinin yazıldığı tarih olarak değil de vakfın teşkili aşamasında yazılan ve fakat orijinali elde bulunmayan ilk belgenin tanzim tarihi olmalıdır. Zira istinsah vakfiyede geçen “Karahisar-ı şarki sancağına merbut Pazarsuyu kazasına tabii Piraziz nahiyesinde vâki Seyyid Şeyh İdris” ifadesinden de anlaşılacağı gibi, eldeki belge Piraziz’in nahiye olarak Pazarsuyu kazası ile birlikte Osmanlı Devleti’nin bir sancağı olan Karahisar-ı şarki’ye bağlı olduğu dönemlerde yazılmıştır. Milâdî 1398 yılında Osmanlı Devleti’nin sınırlarının buralara kadar henüz gelmediğini ve bu tarihte Piraziz nahiyesi adıyla da bir nahiye olmadığını herkes bilir. Şu kadar var ki, söz konusu vakfiye belgesindeki ifadeler bir vasiyet niteliği taşıdığı için, 1398 tarihini Şeyh İdris’in son yılları veya ölüm tarihi olarak kabul etmek mümkündür. Yöreye ait -eldeki- ilk tahrir defterinin tarihi 1455’tir. Bu defterde onun yaşadığı köyün adı Karye-i Şeyh İdrislü biçiminde yazılmıştır. Buna göre Şeyh İdris’in, tahririn yapıldığı tarihten çok önce vefat ettiği, onun anısına tekkeye ve köye kurucu şeyhin adının verildiği açıkça anlaşılmaktadır. 1455 tarihli tahrir defteri ile bundan 30 yıl sonra yazılmış olan mufassal tahrir defterinde, Şeyh İdris zaviyesinin şeyhi olarak Şeyh Ali oğlu Şeyh İdris kaydedilmiştir. Öyle anlaşılmaktadır ki, kurucu şeyhin muhtemelen oğlu olan Şeyh Ali 1398 yılında Şeyh İdris zâviyesi şeyhliğine getirilmiş ve ilk tahririn yapıldığı 1455 yılına yakın bir zamanda vefat etmiş yerine de yine -kuvvetli ihtimal- torun İdris şeyh olarak getirilmiştir. Vakfiyede geçen ifadelerden anlaşıldığına göre Şeyh İdris, kendisine -kim olduğu henüz kesinleşmemiş- bir sultan tarafından malikane olarak tahsis edilmiş olan yerleri zaviye hizmetlerinde kullanılmak üzere rızaenlillah vakfetmiştir. Vakfiye metninde geçen ifadelerden de anlaşılacağı gibi Şeyh İdris zaviyesi, benzeri olan diğer zaviyeler gibi yörede, gelip geçen yolculara, misafirlere imkân sunan bir sosyal hizmet kurumu şeklinde kurulmuş ve bu amacına hizmet edecek şekilde ileriki zamanlarda da Şeyh İdris’in neslinden gelenlerce yürütülmesi istenmiştir. 1455 tarihli mufassal tahrirde belirtilen köylerin bir nesil öncekiler tarafından, 1397 tarihinde Hacıemiroğulları beylerinde Süleyman Bey’in Giresun’un batısını fethinden sonra kurulduğu dikkate alınacak olursa, Şeyh İdris’in Süleyman Bey’in ordusunda görev almış gâzi bir Türk dervişi olduğuna kesin gözü ile bakmak yanlış olmaz. Bölgeyi fetheden grupların, başında bulunan kişilerle birlikte gelip yerleştikleri yerlere sonradan kethüda, divanbaşı veya şeyh gibi liderlerinin adlarını verdiklerini de biliyoruz. Ömer Lütfi Barkan’ın kolonizasyon metoduna örnek olarak gösterdiği bu dönem Türk zaviyelerinden biri olan Şeyh İdris zaviyesi de kurucusunun adı ile tahrir kayıtlarına girmiştir. Başka çalışmalarda üzerinde durduğumuz Yakup Halife, Hacı İlyas, Ede Derviş, Hasan Dede ve Şeyh Mustafa zaviyeleri örneğinde olduğu gibi, Şeyh İdris zaviyesi de Türk-İslâm kültürünün bölgeye yerleşmesi, yayılması ve yörenin bir Türk yurdu hâline gelmesi görevini üstlenmiş vakıf tekkelerdendir. 3-Tahrir Defterlerinde Şeyh İdris Zaviyesi Şeyh İdris Zaviyesi ile ilgili olarak sağlıklı bilgiler veren ilk önemli kaynak 1455 tarihli tahrir defteridir. Bahsi geçen defterde köyün adı “Karye-i Şeyh İdrislü” diye yazılmıştır.Canik-i Bayramlu Vilayeti’ne bağlı Davut Kethüda Bölüğü’nün bir köyü olarak ”iki başdan zâviye-i mezkur Şeyh İdris” biçiminde kaydedilmiştir. Daha açık ifadeyle, köyün hem divani hem de malikâne hisseleri bahsi geçen zaviyeye tahsis edilmiştir. Bu köyden başka Canik-i Bayramlu içinde 1455 tarihi itibariyle Şeyh İdris Zaviyesi’ne gelirleri bütünüyle kaydedilmiş olan bir başka köy görülmemektedir. Ancak Gökesen’de Ali Hasan oğlu Emir Mahmut “tımar-ı Şeyh İdris”; Tayluca’da reâyâdan Hüseyin “tımar-ı Şey İdris”; Ekserendu’da Ali oğlu Halil “hizmetkâr-ı Şeyh İdris”; Gökçeali’de sipahi beyi olan Kara Mehmet ve hizmetkârı olan Yavlı,“reâyâ-yı zaviye-i Şeyh İdris” ; Ebülhayır Çukurköy’de ise “hisse-i Şeyh İdris an karye-i mezkur” kaydı yapılmıştır. Demek oluyor ki, 1455 tarihinde Şeyh İdris (Şıhlı) köyünden başka, söz konusu zaviyeye gelirlerinin bir kısmı kaydedilmiş yerler de vardır. Milas(Mesudiye) kapsamında kalan Hevekse mezrası, Davut Kethüda’ya bağlı Kayabaşı ve Şemseddin Ketüda’ya bağlı Talipli köyleri de, daha sonraki tarihlerde Şeyh İdris zâviyesine gelir yazılmış yerlerdendir. 1485 tarihli mufassal tahrir defterinde Bozat Divanı’na bağlı Sıracalu’da “Menteşe veled-i İbrahim, hizmetkâr-ı Şeyh İdris”; Elmalu nahiyesine bağlı Ekserendu köyünde “Menteşe veled-i Halil, tımar-ı Şeyh İdris”; Ebülhayır’a bağlı Gökesen’de “Pir Ahmet veled-i Sıddık, tımar-ı Şeyh İdris”; yine Ebülhayır’a bağlı Çukurköy’de “Ali birader-i Musa, tımar-ı Şeyh İdris”; Bazarsuyu ve Talipli köylerinde “zemin”; Bozat’a bağlı Kayabaşı köyünde ise “iki baştan vakf-ı zaviye-i Şeyh İdris mefruz” şeklinde, bahsimizin konusunu oluşturan zaviyeye gelir kaydedilmiştir. 1455 yılında yapılan mufassal tahrirde Şeyh İdrislü (Şıhlı) köyünde “el-muâfiye: zâviyederân” olarak yazılmış isimler arasında zaviye şeyhi görevi ile kaydedilmiş olan Şeyh Ali oğlu Şeyh İdris, bu tarihten 30 yıl sonra yazılmış olan bir başka mufassal tahrir defterinde de yine aynı görevi yürüten kişi olarak gözükmektedir. Bu duruma bakarak, Şeyh Ali oğlu Şeyh İdris’in göreve getirildiği 1455 tarihine yakın zamanlarda henüz olgunluk yaşında biri olduğunu düşünmek yanlış olmaz. 1455 yılındaki kayıtlarda Şeyh İdris zâviyesindeki konumlarından dolayı vergiden muaf tutulan isimler ise şu şekilde zikredilebilir: Şeyh İdris’in kardeşi Şeyh Halil, Şeyhoğullarından İlbey oğlu İbrahim, Şeyh İsmail’in damadı Hasan, Şeyhoğullarından İsrail oğlu Şeyh Murat, Şeyh Murat’ın oğlu İbrahim, Mikayiloğullarından Şeyh Hüseyin, Karamanoğlu Şeyh Ali, Şeyh Ali’nin oğlu Yusuf, Hüseyinoğlu Şeyh Hasan, Tekinbeyoğlu Şeyh Akil, Şeyh Saltukoğulları Abdal ve Hasbun, Şeyh Ahioğlu Şeyh Murat, Şeyh Akiloğulları Kasım ve Tursun, Zaviye hizmetçileri Yusuf, Bahaeddinoğlu İzeddin, Beybeylü Çakır, Timurtaş oğlu Ali, Hüseyin ve Musa, Bekişoğlu Bayram Bey, İdris Düdenoğlu Hüseyin Fakih, onun kardeşi Ali ve cami imamı Mevlana İshak Fakih. Öte yandan Şeyh İdris reâyası yazılan ve dolayısıyla vergiden muaf olmayan kimseler arasında şeyh payesiyle anılan veya “hısm-ı mezkur şeyh” şeklinde Şeyh İdris’in akrabalarından yazılmış olan başka kimseler de vardır. Bunların adlarını da burada zikretmek faydalı olacaktır: Sandal oğlu Şeyh Musa, Bekiş oğlu Ali, Aykut, Şeyh Murat’ın damadı İbrahim ve şeyh hizmetkârı Musa. 1485 tarihine gelindiğinde ise, zâviyederân yazılmış olan kimselerden vergi muafiyetini devlet bütünüyle kaldırmış gözükmektedir. 1455’de vergiden muaf tutulan kimselerin bir kısmının artık yaşamadığı veya şeyhlik payesi ile başka köylere/yerlere gönderildiği 1485 tarihli kayıtlardan anlaşılmaktadır. İki kayıt arasında dikkat çeken farklılıklardan biri de 1455 yılında “el muafiye: zâviyedarân” olarak yazılanlar içinde yer alan 8 şeyh efendiden hiç birinin veya onların oğullarının adı 1485 yılı kaydında yoktur. Büyük ihtimalle bu zatlar 1485 yılına gelinceye değin ya vefat etmişler veya başka yerlere giderek yerleşmişlerdir. Nitekim 1455 yılı ile 1485 yılı arasında bölgede en önemli olay Trabzon çevresinin Osmanlı yönetimine katılmasıyla başlayan İslamlaşma sürecidir. Elde somut bir veri olmamasına karşın ikinci ihtimalin akla daha yatkın olduğu kabul edilebilir. Şeyh İdris zâviyesinin nesep veya manevî bağlılığı olan başka köylerin var olup olmadığı, eğer varsa buraların nereler olduğu konusunda henüz bilimsel nitelikli bir bilgiye rastlayabilmiş değiliz. Kayabaşı, Sıracalu, Ekserendu ve Çukurköy gibi yerlerin, bahsi geçen zaviyeye tımar yazılmış olmasına bakarak da, buralarla bir nesep ilişkisi kurabilecek kesin iddialarda bulunmak zordur. 1530 tarihli muhasebe defterinde Şeyh İdris zâviyesine dair “evkaf ve emlak der kaza-i Canik” başlığı altında yer alan kayıt “karye-i Kayabaşı, iki baştan vakf-ı zâviye-i Şeyh İdris, mefruz, hâsıl 270 / karye-i Şeyh İdris iki baştan vakf-ı zâviye, mefrûz, nefer 126, hane 76, mücerret 50, hâsıl 3740” şeklindedir. Bu ifadeden de anlaşılacağı gibi, bölgede Kayabaşı ile Şeyh İdrislü köylerinin gelirlerinin zâviyeye akar olarak yazılması durumunda herhangi bir değişiklik olmamıştır. Yani her iki köyün de mâlikâne ve divani gelirlerinin, zâviyeye tahsisi durumu devam etmektedir. Bu bilgiler –doğrudan zâviye ile ilgili olmasa da- bize, 1485 tarihli tahrirde boş olarak (hânesiz) yazılmış olan Kayabaşı’nda 1530 tarihinde de hâne kaydı olmadığını göstermektedir. Buna karşılık Şeyh İdrislü köyünün hâne sayısında önemli değişiklikler olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim 1455 yılında muaf olarak 27, çift-hanesi reâya olarak 29, mücerred olarak ( yâni yetişkin-bekar erkek) bir kişi ile birlikte 30, toplam 57 nefer yazılmışken; bu sayı 1485 tarihli kayıtta –muaflarıyla birlikteçiftçi hânesi sayısı 27, yetişkin fakat bekar erkek sayısı 11 kişi, toplam 38 nefer olarak yazılmıştır. 1530 yılında yapılan mücmel kayıtta ise köy 76 hâne, yetişkin bekârlar 50, toplam 126 nefer olarak yazılmıştır. Bu rakamları Şeyh İdrislü köyündeki mutlak nüfus varlığı olarak görmek mümkün olmasa da, gelişmeler tarih içinde nüfusun istikrarını koruyamadığı konusunda bize bir fikir vermektedir. Öte yandan 1530 tarihinde Canik Livasına bağlı Nahiye-i Milas kapsamında yer alan Mezra-i Hevekse, “mâlikane vakf-ı zaviye-i Şeyh İdris, divani tımar, hasıl 570, mâlikane 570” şeklinde tahrir kaydına girmiştir. Demek oluyor ki Canik livası içinde mâlikane ve divani gelirleri Şeyh İdris zâviyesine kaydedilmiş üç yerden söz edebiliriz. Bunlar Kayabaşı, Havekse ve Şeyh İdrislü köyü. 1530 tarihli mücmel defterde bu kayıtlardan başka da Şeyh İdris zâviyesine ait her hangi bir bilgi yer almamaktadır. XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde yapılan bu tahrir, özet (mücmel) nitelikli olduğu için belki de, daha önce söz konusu zaviyeye, gelirlerinin bir kısmı kaydedilmiş olan Ekserendu, Gökesen, Tayluca, Sıracalu ve Gökçeali köylerinde vakıf kaydı yazılmamıştır. 4-Şer’iyye Sicillerinde Şeyh İdris Zaviyesi Şeyh İdris zviyesi ile ilgili Giresun kazasına ait şer’iyye kayıtlarında önemli bilgiler vardır. Bu bilgilerin ağırlık merkezini gâlle (gelir) mutasarraflığı ile ilgli olan tutanaklar oluşturur. Sicillerde genel olarak yer alan klişe giriş ifadesi “Nezaret-i evkaf-ı humayun u mülûkhaneye mülhak evkafdan, Anadolu’da Trabzon Vilayeti dahilinde Giresun kazasına tâbi Piraziz nâm-ı diğer Pazarsuyu nahiyesinde defin-i hak ıttırnâk olan Şeyh İdris kuddise sırruhu’l- aziz hazretlerinin tekyesi vakfına...” şeklindedir. Bu ifadelerden Piraziz nahiyesinin diğer adının da Pazarsuyu olarak anıldığı ve Giresun kazasına bağlı olduğu neticesi çıkmaktadır. Şeyh İdris zâviyesinden bahseden 1300/1883 tarihli kadı sicilinde yer alan metnin bir kısmı şöyledir: “... Şeyh İdris hazretlerinin mezra’ası vakfının nısf hissesine mutasarrıf olan es-Seyyid Mehmet Emin Halife ibn es-Seyyid Ali, bundan akdem sulbi kebir oğulları Mehmet Şerif ve Hüseyin ve Mustafa; sulbi sağir oğulları Mehmet ve Hasan ve Abdullah ve Süleyman ve Emin ve Ali' yi terk eylediği halde vefat edip, cihet-i mezkure mahlul vehizmet-i lâzıması muattala kalmağla (...) zaviye-i mezkur ileyhi’l-yevm mevcut ve ma’murdur, âyendeye ve revendeye it’am-ı ta’am olunmakta (...)müteveffa mumâileyhin oğulları eda-i hizmet edinceye değin Mehmet Şerif Halife bilâ-asale ve bin-niyâbe idare-i hizmet etmek üzere...” Tamamını aktarmaya lüzum görmediğimiz bu kayıttan açıkça anlaşılmaktadır ki Şeyh İdris neslinden olan Seyyid Ali oğlu Seyyid Mehmet Emin Halife bu tarihten önce vefat etmiş ve geriye Mehmet Şerif, Hüseyin, Mustafa adında üç büyük oğul; Mehmet, Hasan, Abdullah, Süleyman, Ali ve Emin adında da altı küçük çocuk bırakmıştır. Bunlardan büyük olanlar, ehil görüldükleri için zâviyedarlık görevine getirilmişlerdir. 1892 tarihli şer’iyye sicilinin bir kısmı ise şöyledir: “... Şeyh İdris hazretlerinin tekyesi vakfının yevmi beş akçe vazife ile ber vech-i meşrûta tekyeşinlik ve tevliyet cihetine ibraz olunan bin iki yüz doksan üç senesi Cemaziyelahirin on ikinci günü tarihli bir kıt’a berat-ı şerif-i âlişan suret-i tasdikiyle mutasarrıf olan evlad-ı vâkıfdan, Ahmet Halife’nin vuku u vefatıyla ciheteyn-i mezkureteyn mahlul olup, şürût-u vâkıf vechiyle ciheteyn-i mezkureteyne evlad-ı vâkıfın sulbi oğulları Salih ve Abdullah mutasarrıf olup; ve ba’de Abdullah’ın dahi gable’t-tevcih vuku-u vefatıyla, kezalik şurud-u vâkıf vechiyle ciheteyn-i mezkureteyne ber vech-i meşrutiyet mutasarrıf olan evlad-ı evlad evlad-ı vâkıftan mezbur Ahmet Halife’nin sulbi oğlu ba’sül arz Salih ile hafidleri, yani müteveffa Abdullah Halife’nin sulbi oğulları Hasan ve Hüseyin Halifeler, (...) halâ kaza-i mezkur evkaf muhasebecisi vekili Hafız Mehmet Efendi ibn İbrahim Efendi hazır olduğu halde Tir Ali-zade İbrahim Bey ibn Ahmet ve Tir Alizâde Süleyman Ağa ibn Emin ve Boduroğlu Mehmet Ağa ve Şeyhoğlu Ali Şeyh ibn Emin nâm kimesnelerin ihbarıyla (...) ciheteyn-i mezkureteynin nısfı, mezbur Salih ve nısf-ı diğeri mezburan Hasan ve Hüseyin Halifelere tevcihen ilam olundu...” Bazı kısımlarını atlayarak verdiğimiz bu kadı sicilinden anlaşıldığına göre, 1876 yılında kendisine zâviyenin tevliyet görevi verilmiş olan Ahmet Halife, bu görevini yaklaşık 16 yıl sürdürdükten sonra 1892 yılında vefat etmiş, gâlle mutasarrıflığı oğulları Abdullah ile Salih’e kalmış; sonra Abdullah’ın da çok yaşamayıp ölmesi üzerine mirası oğulları Hasan ve Hüseyin’e kalmıştır. Kadı sicilinin bitiminde Şeyh Hasan bini Abdullah, Şeyh Hüseyin bini Abdullah ve Şeyh Salih bini Ahmet adlarının altına imzalar atılmıştır. Demek oluyor ki kaydın tutulduğu 1892 yılında zâviyenin şeyhlik makamında Şeyh Salih, Şeyh Hasan ve Şeyh Hüseyin aktif durumdaki zâviyede görev yapmaktadırlar. Aynı şer’iyye sicilinin devamında yer alan bir başka kayıtta ise “evlad-ı vâkıftan Mehmet Halife’nin vuku-u vefatıyla, tekyenişinlik ve tevliyet cihetine” oğlu Süleyman Halife; “diğer tekyenin tevliyet cihetine” mutasarrıf olan Emin Halife’nin oğulları Ali ve Abdullah getirildikleri ifade edilmektedir. 1893 ve 1898 tarihli iki şer’iyye kaydında ise Şeyh Ahmet oğlu Şeyh Salih’in oğlu Mehmet Halife’nin vefat etmesi ile yerine zâviyedarlık görevine oğlu Süleyman Halife’nin getirildiği ifade edilmektedir. Yine aynı dönemde “evlad-ı vakıftan” şeklinde kaydedilmiş olan Ali oğlu Mehmet Emin’in vefatı üzerine oğulları Ali, Mustafa, Şerif, Hüseyin, Mehmet, Emin, Abdullah ve Süleyman adları da kayıtlara girmiştir. Emin Halife zâviyedarlık görevine getirilmiş, bundan sonra da zâviyedarlık oğlu Şeyh Hasan’a geçmiştir. Şeyh İdris zâviyesi ile ilgili olarak, naklettiklerimizden elde edilebilecek en önemli netice şu olabilir: XIV.asır sonlarında kurulmuş olduğu anlaşılan bu tekke, XX.asır başına kadar faaliyetini sürdürmüştür. Hiç ara vermeden devam eden bu süreklilik, kurumun halk tarafından gördüğü desteği ve söz konusu tekkenin Anadolu Türk-İslam kültürü içinde oynadığı rolü göstermektedir. 5-Şeyh İdris ve Pir Aziz Türbeleri Şeyh İdris’in tekkesi Şeyhli, türbesi ise Gökçeali köyünde bulunmaktadır. Türbe, geniş tarihi mezarlık içinde, köy camisine yakın bir noktada bulunmaktadır. Halk, burada yatan zâtın ortak ataları olduğunun bilinciyle, türbe ve tekke binasını koruma altında bulundurmakta, gerekli bakımlarını yapmaktadır. Sonradan yapıldığı bilinen türbenin üzeri bakır kaplama, dışı sıva ve beyaz boya ile kapatıldığı için duvarlarda kullanılan malzemenin ne olduğunu tespit etmek mümkün olmamaktadır. Sekizgen geometrik bir mimariye sahip olan türbenin içinde dört adet sanduka vardır. Bu sandukaların hiç birinde şahide yoktur. Halkın ifadelerine göre bunlardan biri Şeyh İdris’e, diğerleri oğluna, gelinine ve hanımına aittir. Ancak bu gibi kamuya mal olmuş şahsiyetlerin türbeleri içinde aile efradının mezarlarının olması sık görülebilen bir uygulama değildir. Bu yüzden, mezarların Şeyhin oğlu, gelini ve hanımına ait olduğuna dair halk rivayetini mutlak doğru kabul etmek yanlış olur. Ayrıca yukarıda ifade etmeye çalıştığımız gibi, vakfiye ve 1455 tarihli tahrire konu olan iki ayrı Şeyh İdris bu zaviyenin şeyhliğini yapmıştır. O yüzden türbe içindeki mezarların zâviye kurucusu şeyhten başka onun soyundan gelen şeyh efendilere ait olabileceğini düşünmek daha sağlıklı bir yaklaşım olur. Zira yakın çevrede başka da bir yatır olmaması bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. Şeyhli köyünde bulunan tekke ise istinat duvarının ihata ettiği bir bahçe içinde yer almaktadır. Dışarıdan bakıldığında tek katlı bir köy evi görünümünde olan tekkenin tarih içinde çok tamir gördüğü anlaşılmaktadır. Giriş kapısının sağında ve solunda yer alan ahşap duvarların, ilk yapılan binadan kalma olduğu halk tarafından nakledilmektedir. Bu gün hâlen köy odası gibi kullanılan tekkenin zemini halı, kilim ve seccadeler ile kapatılmış, duvarlarına çeşitli dinî tablolar asılmıştır. Mihrap kısmının varlığı burada vakit namazlarının kılındığını, ibadete açık bulunduğunu göstermektedir. Türbe ve tekke içinde, Osmanlı döneminin izlerini taşıyan kayda değer bir eşya yoktur. Önceden tekke içinde muhafaza edilen, şeyhlik icazeti beratların da kaldırıldığı ifade edilmektedir. Şeyh İdris’in mollalarından olduğu halk tarafından kabul edilen ve fakat tahrir kayıtlarında hakkında daha farklı bilgiler bulunan Pir Aziz türbesi ise, Nefs-i Piraziz köyü mezarlığında bulunmaktadır. Türbe içinde bulunan tek sanduka şahidesizdir. Mezarlığın üst/batı kısmında yer alan türbe ile Şeyh İdris türbesi aynı tarzda yapılmıştır: Sekizgen betonarme ve bakır kaplama çatı. Her iki türbenin de kubbe yarine Selçuklu eserlerinde görülen kümbet tarzı çatıları bulunmaktadır. 6-Netice: Bahse konu yüzyıl içinde örneğine Anadolu’nun uç bölgelerinde sıkça rastladığımız kolonizatör Türk dervişlerinden biri olan Şeyh İdris’in, en önemli özelliği, kurduğu zâviye ile bir yandan hânedan tesisi ile iskan faaliyeti, bir yandan vakıf ve sosyal hizmetler üstlenmiş olmasıdır. Şeyh İdris örneğinde olduğu gibi, ilk dönem Türk dervişleri bir çok köye, mezraya adını vermiş, elinin emeği ve alnının teri ile dağ başlarında, kuytu, izbe mekânlarda yer açıp bağ bahçe yetiştirmiş; cami, medrese, imâret, köprü ve değirmenler kurarak buraları şenlendirmiş, bayındırlık hizmetlerini yerine getirerek devlet otoritesini/hizmetini aratmamışlardır. Sonraki yüzyıllarda giderek bozulan, daha çok şehirlerde sadaka ile geçinip sadece ibâdet ile meşgul olan mümessillerinin aksine, son derece dinamik ve pozitif değer üreten bu dervişler ve onların tesis ettiği kurumlar incelemeye değerdir. DİPNOTLAR *Araştırmacı-Yazar Ülkü Kara, Giresun’da Adak İnancı ve Adak Yerleri (Yüksek Lisans Tezi), Ankara-1999, s.101 Yücel Kaya-Arslan Turan tarafından hazırlanmış olan broşür, s.3-4 Hüdâvendigâr kelimesi için bkz. Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, s.452; Rivayete göre Şeyh İdris türbesinin eski kapısı üzerinde “Bursa üçüncü padişahı tarafından hicri 800 tarihinde vakıf olarak yaptırılmıştır.” ifadesi yer almaktaymış. Bu ifadenin neye dayandırıldığı da bilinmemektedir. Ülkü Kara, a.g.e; Ordu’nun Kabataş ilçesi Kuzköy Yatırı/Şidlü Dede, ve Niksarlı Ahi Pehlivan için bkz. Bahaeddin Yediyıldız,Ordu Tarihinden İzler, İstanbul-2000, s. 141,145-152 ; Bu konuda Gazi Üniversitesi yayınlarından Hacı Bektaş Veli Araştırmaları Dergisine bakılabilir. www.gazi.edu.tr/hbektas Vakıflar Genel Müdr. Defter no 598, (müceddet ana XII) s.86; Ayrıca mükerrer kayıt için Trabzon VBM,Vakfiyeler Dosyası No 1/598, s. 86; B.Yediyıldız, Ordu Kazası, s.143 VGM, Defter No. 598 (Müceddet ana. XII), s.86 Ordu Yöresi Tarihinin Kaynakları-I, s. 56; B. Yediyıldız, a.g.e, s.143 BahaeddinYediyıldız, a.g.e, s.54 Ömer Lütfi Barkan, “Vakıflar ve Temlikler-I”, Vakıflar Dergisi, C. II, Ankara-1942, s.279- 365 bkz. M. Fatsa, Giresun’da Kırsalın Sosyal Tarihi, Giresun-2002, s.217-285; Bu hususta müstakil bir çalışmayı önümüzdeki günlerde ilgililerin dikkatine sunacağız. B.Yediyıldız, a.g.e, s.140 B. Yediyıldız, s.140 OYTK-II, s.329,348,355,366,372,419,443 OYTK-II, s.346 OYTK-I, s.56 OYTK-I, s.57 OYTK-II, s.346-347 Muhasebe-i Vilayet-i Karaman ve Rum Defteri(1530)-II, Başbakanlık Osmanlı Arşivi Yay. Ankara-197,s.627-628 OYTK-III, s.24 OYTK-III, s. 46,47,48 Giresun Şer’iyye Sicilleri (GŞS), Defter No. 1437, s.108, vd GŞS, 1407, s.73,74,75 GŞS, 1437, s.107-108 /1436, s.219 GŞS, 1437, s.108-109 /1436, s.127 GŞS, No: 1431, s.66/ 1423, s.4; Bundan başka bkz.1433, s,83;1424, s.21;1432, s.195; 1437, s.108 GŞS, No:1432, s.95; 1424, s, 21; 1422, s.232; 1437, s.62;vd. GŞS, No.1432, s.195; Belgede Mehmet Emin’in diğer oğulları Ali, Şerif,Hasan, Mustafa, Mehmet, Abdullah, Süleyman olarak yazılmıştır. Şerif’in oğulları: Ömer, Hasan, Tevfik, Mustafa, Raşit, Mahmut, Şevki ve Ahmet. B.Yediyıldız, s.143 Ü. Kara, s.102

değerli bilğiler için sayın Mehmet FATSA  hocama teşekkür ederim..