KARIŞIK

26 Ağustos 2016 Cuma

Salih Bedreddin NOYAN Dedebaba


250239_150269758375523_1975052_n










SALİH BEDREDDİN NOYAN DEDEBABA
Samsun’lu emekli subay İsmail Hakkı Noyan ve İstanbul’lu Refia Noyan’ın oğullarıdır. 1328 Rumî (1912) de, babasının ordu hizmetinde bulunduğu Serez’de doğmuştur.[ Noyan Dedebaba Serez’de doğruğu için, Şeyh Bedreddin’e nisbet edilerek, ona Bedreddin adı verilmiştir]. Ama bir aylık iken Serez’den Anadolu’ya göçüp, burada büyümüştür. 10 Şubat 1958 Pazartesi günü akşamı, Ankara’da Ali Nâcî Baykal Dedebaba’dan nasîb alarak ikrâr-bend olmuştur. Müsahibi (yol kardeşi) eski Bursa Mebusu Doktor M. Talat Simer Bey’dir. Dîvân-ı muhâsebât (Sayıştay) murakıblarından Kâzım Arslantüre de rehberliğini yapmıştır. O gecenin hâtırası olarak, aydınlatıcısına (mürşîdine) şu şiiri kaleme yazmıştır:

Dôst!.Huzûr-u Yâr’da [1] yoğ olduk serâb olduk bugün
Dôstuna dôst, münkîre sonsuz azâb olduk bugün.
     Biz koruk’tan hâm iken, tatsız iken, bû aşk ile
     Yana kavrula bu hâl üzre şerâb [şarap] olduk bugün.
Sûz-u dil, Sûz-u dilârâ, Sûzinâk’ten[2] dem çeküb
Nağme-i uşşâk ile şevk-u turab olduk bugün.
     Zümre-i Nâcî’den olduk mürşîdim “Baykal” diyüb
     Biz Erenlerden nasîb aldık turâb [toprak] olduk bugün.
Sundu câm-ı kevser’i Şâh-i vilâyet [Hazret-i Alî] al diyüb
Genc-i mahfî’den [gizli hazineden] harâb-ender-harâb olduk bugün.
     Mushaf-ı dîdâr-ı yâr’dan bulduk âyât-ı kemâl
     Hakk’a mi’râc eyleyüb mir’ât-ı Rabb [Tanrı aynası] olduk bugün.
Bir hakiyr Âşık Noyan’ız nâm ü şânı terk idüb
Nûra garkolduk güzelden âfitâb [güneş] olduk bugün.
Kendisine Ali Nâci Dedebaba Erenlerin 21 Şubat 1959 tarihli mektuplarıyla dervişlik payesi tevcih edilmiştir. Bu mektupta, “Dervîşlik tâc ve hırkanızı giydirmek hizmet-i fâhiresini (övülünecek hizmeti) Yunus Baba erenlerimize tevdi’ (veriyorum) ediyorum, mubârek bâdâ (olsun) sultânım efendim” diye yazmışlardı. Hazırlıklar yapılarak 6 Mayıs 1959 Çarşamba ve Hıdrellez günü Turgutlu’da Mücer-red Ali Rıza Baba Dergâh-ı Şerîfi’nde dervîş kısvelerini giyindi. Aynı gece, rahmetli Mücerred Ali Rıza Baba’nın yeğeni Mehmed Özbektâş’ın ve nasîb alan annesi Refia Noyan Bacı’nın rehberliğini de yaptı.
19 Temmuz 1959 Pazar günü sabahı aynı dergâhta mersiye okumuş ve akşamına açılan meydânda, bel oğlu Kurtcebe Noyan’a rehberlik etmiştir. 29 Eylül 1959 Salı günü Ankara’da, Alî Nâcî Baykal Dedebaba tarafından Baba’lık icâzet-nâmesi törenle kendisine verilmiş ve Aydın Dedekuyu Dergâhı Şerîfi Post-nişîni olmuştur. Bektâşîlik tarihinde bu icâzetnâmenin bir özelliği şudur ki, Lâtin harfleriyle, yani yeni Türk harfleriyle yazılmış ilk icâzetnâmedir. Büyük çift yapraklı bir kâğıdın iç sahifelerinin bir tarafına teberrüken Arab harfleriyle, karşı tarafına da yeni Türk harfleriyle yazılmış ve her iki taraftaki icâzetnâme metinleri de ayrı ayrı imzalanıp mühürlenmiştir.
Rahmetli Ali Nâcî Dedebaba’nın kızlarında kalan özel defterlerinde şöyle bir kayıt vardır: “Bir celse-i nûrânûr’da 27/28 Temmuz 1959 Pazartesi’yi Salı’ya bağlayan gece Hazret-i Pîr’in emir ve teblîği: ”Bedri Bey’i çok beğeniyorum. Aşkolsun O’na. Ders alınacak âdemdir. Çiçeği burnunda, kokusu tâze, idrâki geniş. Ben ondan uzakta değilim, Hü.”. [3]
2 Nisan 1960 Cumartesi günü Alî Naci Baykal Dedebaba tarafından kendisine Hilâfetnâme verilerek halifelik pâyesi ile görevlendirilmiştir. Bu hilâfetnâme de, icâzetnâmesi gibi, ilk defa yeni Türk harfleriyle yazılmış bir hilâfetnâmedir. Büyük bir tabaka kâğıdın iki iç sayfasından bir tarafına Lâtin harfleriyle, diğer tarafına Arap harfleriyle yazılmış ve her iki taraf da ayrı ayrı imzalanıp, mühürlenmiştir. Bu hilâfetnâmenin altında Alî Nâcî Baykal Dedebaba, Horasan’lı Ali Baba Dergâhı (Kandiye) Post-nişîni Mücerred Halife Cafer Sadık Bektâş Baba, Turgutlu Mücerred Ali Rıza Baba Dergâhı Post-nişîni Halife Yunus Ölmez Baba, İstanbul Çamlıca Dergâhı Post-nişîni Halife Ahmed Necmeddin Alpgüvenç Baba, İzmir Balpınarı Dergâhı Post-nişîni Halife Faiz Tuncer Baba, Yakova Bektâşî Dergâhı Post-nişîni Kâzım Bakali Halife Baba, Meydân Evi Post-nişîni Kâzım Arslantüre Baba, Turgutlu Kandıra Baba Dergâhı Post-nişîni Mümtaz Bababalım Baba, Tire Arappınarı Dergâh-ı Şerîfi Post-nişîni Hasan Hulki Cân Baba, İzmir Karadutlu Dergâhı Post-nişîni Ali Sâkii Pektaş Baba, Manisa Revak Sultan Dergâhı Post-nişîni İbrahim Taşkıran Baba’ların imza ve mühürleri vardır.
O sırada Ankara’da bulunan Alî Naci Baykal Dedebaba, sol ayağındaki damara ait beslenme bozukluğundan rahatsız idiler. Kendisini hastahaneye yerleştirdikten sonra, mevcut diğer Babagân ile Hazret-i Pîr’e ziyaret maksadıyla Hacıbektaş’a kadar gidildi. Orada, günün koşulları elverdiği ölçüde, halifelik erkânı yerine getirildi, birkaç gün orada kalındı.
13 Temmuz 1960 Çarşamba günü Alî Nâcî Baykal Dedebaba erenlerin Hakk’a yürümesi üzerine derhâl uçakla Aydın’dan Ankara’ya gitmiş ve mürşîdinin son hizmetlerini eliyle ifa etmiştir. Alî Nâcî Baykal Dedebaba 15 Temmuz 1960 Cuma günü Ankara’da Asrî Mezarlık’ta sırlanmışlardır. Bu Hakk’a yürüyüşten sonra Ankara’daki Muhibbân, Dervîşân ve Babagân ile, dışarıdan gelmiş olanlar toplanarak bir vesika tanzim ve imza ederek ve oy birliği ile, mevcut halifeler arasından, Halife Noyan Baba’yı, Dedebaba olarak seçmişlerdir. Bu belgeyi İstanbul, İzmir, Mersin, Denizli, Manisa, Söke, Turgutlu, Alaşehir ve diğer birçok yerde bulunan Babagân ve Dervîşan imzalamış, mühürlemişlerdir.
Aydın’a dönüşten sonra, uygun bir zaman beklenmiş, 25 Eylül 1960 Pazar günü, kendi eliyle kurbanlarını tığlayarak, Babalar, Dervîşler ve Muhibbân’ın yoğun katılımıyla meydân açılmış, erkân ile Dedebabalık Töreni yapılıp, kendisine biat edilmiştir. Bu merasime Ankara’dan, kendilerinin rehberleri olan Kâzım Arslantüre Baba da gelmişlerdir. Çeşitli illerden kalabalık bir topluluk bu törene katılmıştır.
Noyan Dedebaba, Dedebaba makamına ulaşmış ilk tıp doktorudur. “En’el Aşk” adlı 1955 de yayınlanmış 250 sayfalık tasavvuf şiirleri kitabı, “Aşk Risâ-lesi” adlı 1959 da yayınlanmış [4] 382 sayfalık tasavvufî kitabı, müze olarak açılması sağlanan Pîr-Evi’ni ve Hacıbektaş’taki diğer kutsal yerleri tanıtan Hacıbektaş’ta Pîr-Evi ve Diğer Ziyaret Yerleri adlı yüz sayfalık kitabı yayınlanmıştır. Bunlardan başka birçok gazete ve dergide iki yüze yakın yazısı yayınlanmıştır.
O, Bektâşîliğin sadece tasavvufî bir yol olmadığı, tam bir Türk İslâmiyeti, Türk’ün asıl İslâmiyeti olduğu düşüncesinde idi. Bu yol’un bütün dünyanın insanlarını biraraya getirecek ve dünya cennetini gerçekleştirecek nitelikte sağlam esasları bulunduğunu söylerdi.
Ney üfleyen, kemân ve Türk sazı çalan Bedri Noyan Dedebaba’nın birçok şiirleri Nebil oğlu Hakkı, Hayri Yenigün, Ali Rıza Avni, Sabri Akçagül, Tanburi Lâika Karabey gibi besteciler tarafından bestelenmiştir. Genç yaşında Hakk’a yürüyen Besteci Necib Celâl Antel’in bütün bestelerinin sözleri Bedri Noyan’ındır.
Noyan Dedebaba güzel yağlı boya resim ve kristal üzerine minyatür yaptığı gibi, sülüs ve ta’lik yazısı da güzel olan bir hattât idi. Her işte, sol ve sağ elini eksiksiz kullanırdı. Her iki eliyle de, aynı rahatlıkla yazı yazabilir, resim yapabilirdi. Operatör olarak yaptığı ameliyatlarında da her iki elini rahatça kullanır ve bundan çok kolaylık gördüğünü söylerdi.
26 Haziran 1961 Pazartesi günü Aydın’da yapılan Ayn-ül-cem’de kardeşi, yarbaylıktan emekli Sabahattin Noyan’a nasîb vermiş idi. Böylece annesi ve oğlunun rehberliğini, kardeşinin mürşîdliğini yapmış olduğunu anlatmak üzere şu parçayı yazmış idi:
Oğlumun annesi oldumsa ne var,
Annemi doğurdum huzûr-ullâhta.
Bir erkek kardeşten alınca ikrâr
Onun da Baba’sı oldum bu râh’ta.
                     Dostlar bilir bunu zâhir ne anlar,
                     Zorluk var gafile bunu izâhta.
                     NOYAN, altı def’a doğdum her bahâr
                     El ele vererek Pîr’le dergâhta.
[Bu nefesi herkesin anlayacağı hale şöyle getiririz:
Bektaşîlikte, Bektaşîliğe giren kişinin annesi rehberi, yani yolgöstericisidir. Babası ise aydınlatıcısı, yani mürşidididir. Noyan dedebaba oğlu Kurtcebe Noyan nasip alırken onun rehberi, dolayısıyla annesi olmuş (babası asla olamaz)/ Annesine de rehberlik ettiği için, “annemi doğurdum Tanrı huzurunda” demektedir. Bektaşîler Meydan Evi’nde Tanrı’nın hazır ve nazır olduğuna inanırlar. Bu nedenle Bektaşîliğe giren kişiyeFetih Sûresi’nin 10. âyetini okuyarak, “ bana verilen söz Allah’a verilmiş olur. Benim elimin üzerinde Allah’ın eli vardır” denilir/ Noyan Dedebaba merhum kardeşi Sabahaddin Noyan’ın aydınlacıcısı yani mürşidi olmuş, bu nedenle “erkek kardeşimin babası oldum” demektedir.
“Bu anlattıklarımı ancak Bektaşî olanlar bilir, Bektaşî olmayanlar [zâhirler] bunları anlayamaz./ Bedri Noyan Pîr’le el ele vererek dergâhta altı kez doğdu ( 1- Anasından 2- Bektaşiliğe girince rehber ve aydınlatıcısından 3- Derviş olunca 4- Baba olunca 5- Halife baba olunca 6- Dedebaba olunca altı kez ölmüş ve yeniden dünyaya gelmiş veya boyut değiştirmiş ya da miraca ermiş [Ş. Keçeli]]
Noyan Dedebaba, Pîr-Evi adı verilen Hacı Bektâş Velî Dergâhı’nın müze olarak açılışında (16 Ağustos 1964 Pazar) açılış konuşmasını yapmaya davet edilmiş ve bu konuşmayı yapmış; bundan sonra her yıl aynı günde yapılan Hacı Bektâş Velî’yi Anma Törenleri’nde yine birçok yıl konuşma yapmıştır.
1964 tarihli konuşmalarında Hacı Bektâş Velî’nin kişiliğini, Bektâşiliğin Türk toplumundaki önemini, bu yolun düşünüş ve inanışının öteki dünya ulusları üzerindeki etkilerini anlatmış; Üniversitelerin ve bilim adamlarımızın bu konu üzerine eğilmeleri gereğini, anma törenlerinde Hacıbektâş ilçemizde bilimsel kongreler kurulmasını, Pîr-Evi kitaplığının “Hacı Bektâş Velî ve Bektâşilik Enstitüsü” hâline getirilmesini, Bektâşî-Alevî folklorunun, müzik ve sema’larının bütün dünyaya tanıtılması için organize olmak gerektiğini açıklamıştır.
Bektâşîlik-Alevîlik konusunda istanbul’da yayınlanan “Yeni Gazete”de 1966 yılı Haziran’ında iki ay kadar süren seri yazılar yazmıştır.
Ankara’da Büyük Sinema’da, İzmir’de Fuar içindeki büyük bir pavyonda yapılan Hacı Bektâş Velî Anma Gecelerinde konuşan Dr. Bedri Noyan Dedebaba’yı binaların dışına taşan binlerce kişilik bir topluluk dinlemiştir. Malatya, Sivas, İstanbul’da bu gibi toplantılar için en başta aranan bir hatîp olarak tanınmakta idi.
Ayrıca dört bin sayfadan fazla tutan ve bu konuyu enine, boyuna, derinliğine inceleyen “Bütün Yönleriyle Alevîlik-Bektaşîlik” adlı yedi ciltlik büyük bir kitabını yıllarca gece-gündüz çalışarak tamamlamıştır.
1955 te tasavvuf şiirleri ve nefes’lerinin bir bölümünü içinde topladığı En’el-Aşk isimli 230 sayfalık bir kitap da yayınlamıştır. Bektâşî Ahlâkı ve Türk-İslâm tasavvufunu da Aşk Risâlesi adlı 382 sayfalık bir kitap olarak 1959 yılında yayınlamıştır.
Yayınladığı tüm kitaplarını sürekli bedelsiz olarak, konu ile ilgili kimselere, dostlarına ve her isteyene göndermiştir.
Tıp fakültesi öğrencisi iken de şiirlerinin bir bölümünü “Pınar Yolu” adlı bir kitapta yayınlamıştır (1934).
Dr. Veli Behçet Kurdoğlu, “Şair Tabîbler” adlı kitabında kendisine yer vermiştir.24
Noyan Dedebaba mesleğinde de değerli bir doktor olup, İstanbul Tıp Fakültesi öğretim üyeliği yapmış, Türk Oto-Larengoloji Cemiyeti asîl üyeliğine seçilmiş ve berâtı kendisine verilmiştir. Bir çok tıbbî makale, etüd ve araştırmaları “İstanbul Tıp Fakültesi Mecmuası” ve diğer tıbbî dergilerde yayınlanmıştır. Bir çok kongrede tıbbî tebliğlerde bulunmuştur.
Diyarbakır ve Aydın Halkevlerinde uzun yıllar Halkevi Başkanlığı, Aydın Lisesi Okul-Aile Birliği ve Okul Koruma Derneği Başkanlığı, Aydın İleri Türk Musikisi Derneği Başkanlığı, Aydın Çocuk Kütübhanesi Koruma Derneği Başkanlığı, Aydın Kültür Derneği Başkanlıklarında da bulunmuştur.
İlk yazılarını, 1927 tarihinde Samsun Ahalî Gazetesi’nde ve diğer dergilerde yayınlayan Noyan Dedebaba, Samsun’da lise son sınıfta iken (1930) arkadaşlarıyla Yürüyüş adlı bir dergi çıkarmıştır. Diyarbakır’da Karacadağ dergisinin ve Aydın’da Cıvıltı çocuk gazetesinin sahibi olarak bunların yayınlanmasında çalışmıştır. 1968 yılında, Aydın Gazeteciler Cemiyeti tarafından kırk yıllık basın mensubu olması ve Aydın gazetelerinde de sık sık yazılar yayınlaması dolayısıyla Basın Şeref Üyeliği Berâtı, bir tören düzenlenerek kendisine verilmiştir.
1970 yılında, Fransa’nın Strasbourg Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin Türkoloji Enstitüsü’nün Dînler Tarihi Araştırmaları Merkezi tarafından 26 Haziran 1970 de tertiplenen Altay Etüdleri ve Türkoloji kongresine onur üyesi olarak davet edilmiş ve bu kongrede Şamanizm ve Bektâşîlik, Bektâşîlik ve Masonluk konularında mevzuunda iki bilimsel bildiri de sunmuştur.
İstanbul’da yayınlanan “Musiki Mecmuası”nda Klasik Türk Musikisi hakkında yazılar yazmış, İzmir radyosunda bu konuda konuşmalar yapmıştır. 1970 yılında da İstanbul’da Mûsikî ve Nota dergisinde Bektâşîlikte Musiki, Sima’ başlığı altında uzun bir araştırması yayınlanmıştır.
İstanbul’da Türk Folklor Araştırmaları dergisinde de yazıları yayınlanmıştır.
İlk defa Bektâşîlik düşünüş ve inanışlarını bilimsel yönden sistemli bir şekilde inceleyip, ortaya koymak gibi bir çalışmayı Noyan Dedebaba başlatmış ve yürütmektedir. Onun zamanına kadar Bektâşî, Alevî olduğunu söylemekten kaçınanlar, çekinenler onun yayınları ve konuşmaları ile bunun gizlenecek değil, onur duyulacak bir durum olduğunu anlamışlardır.
“Hacı Bektâş Velî İncelemeleri Derneği, Arşiv ve Kitaplığı” adı ile bir dernek kurmak için de hazırlıklar yapmakta idi.
Haziran 1975 de istanbul’da yapılan Uluslararası Birinci Türk Folklor Kongresine katılmış ve Bektâşî ve Alevîlerde Hukuk Düzeni (Düşkünlük), konulu bir tebliğ sunmuştur.
Sabahattin NOYAN [5]
 Noyan Dedebaba 6 Kasım 1997 Perşembe günü (Regaip Kandili) Hakk’a yürümüştür. Görkemli, erkâna uygun bir cenaze töreni sonunda Aydın’da oğlu Ateş’in yanına sırlanmıştır. [6]



[1] Hûzur-u yâr: Bu tamlamanın Türkçesi Sevgili huzurunda demektir. Fakat burada Yâr sözcüğü ile Tanrı ve aydınlatıcı (mürşid) kasdedilmiştir. Çünkü nasip töreninde mürşidin (aydınlatıcının) elinin üzerinde Tanrı’nın eli vardır. Bakınız: Fetih Sûresi 48. âyet [Ş. Keçeli]
[2] Bu üç tamlama ile Klasik Türk müziğindeki makamlar anlatılmaktadır. Bu makamların tamamı yakıcıdır [Ş. Keçeli]
[3] Ali Naci Baykal Dedebaba, zaman zaman yüzlerce yıl önce yaşamış Erenlerle bağlantı kuruyor ve onlardan mesaj alabiliyormuş. Nitekim  Bütün Yönleriyle Bektâşîlik ve Alevîlik  adlı eserin 9. cildindeNevruz Bölümünde Şehitlerin Başbuğu İmam Hüseyin’le 1959 yılında yaptığı görüşmenin tutanağı yayınlanmıştır.
Burada Hacı Bektâş Velî Hazretleri’nin mesajı aktarılmaktadır [Ş. Keçeli].
[4] Aşk Risâlesi  adlı kitabın Şerhli Baskısı yayınlanmıştır. Bakınız: Doç. Dr. Bedri Noyan, Aşk Risâlesi, Derleyen Şakir Keçeli, Ardıç Yayınları, Ankara 2013 [Ş. Keçeli]
[5] Hakk’a yürüyen ruhunun sevinçli ve mutlu olmasını dilediğiz Sabahattin Noyan Bektaşî Halifebabası’dır ve Bedri Noyan Dedebaba’nın kardeşidir. O yarbaylıktan emeklidir. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Bütünh Yöneleriyle Bektâşîlik ve Alevîlik c. 6. [Ş. Keçeli]

alıntıdır.http://www.bektasialevi.org/

KA’BE’NİN ŞERİFİ MİHRABIN ŞEHİDİ İMAM ALİ’DİR 



Biz Aleviler arasında Hz. Ali’nin İbn-i Mülcem Muradi tarafından Kufe Mescid’inde salat ederken secdede başından yaralanmış olduğu şüphe götürmeyen konulardan birisidir. Bizler atalarımızdan da böyle duymuş ve bunu dile getirmektende sakınmamışızdır. Bundan bir kaç yıl öncesine kadar “Siz aleviler neden camiye gitmiyorsunuz?” sorusuna “Hz. Ali camide öldürüldüğü ve Muaviye zamanında camilerde Hz. Ali’ye hakaret edildiği için gitmiyoruz” diye cevap verirdik. Bu söylediklerimi yirmi beş yaş ve üzeri çok iyi bilirler.

Ancak son zamanlarda bu yönde çok fazla eleştiri gelmesi, Alevi olmadığı halde kendisine Alevi süsü vererek içimize sızan bazı kimselerin tarihi belgeleri saptırmak veya tarihi bir senedi olmayan uydurma rivayetleri aktarmak suretiyle konuyu farklı mecralara çekmeleri ve olayı bilimsel olarak değerlendirme kudretine sahip olmayan canlarımızın bu süslü sözleri gelen eleştirilere karşı bir sığınak olarak görmeleri gibi sebeplerle farklı sesler yükselmeye başladı.

Öyleki yüzyıllardır Müminlerin Emiri Ali’nin mescidde yaralanması ve şehadetinden sonra Muaviye tarafından mescidlerde Hz. Ali’ye hakaret ve lanetin bir zorunluluk haline getirilmesi sebebiyle mescidlere gitmediğini beyan eden biz Aleviler arasında, Hz. Ali asla mescide gitmemiştir, hatta ibadet etmemiştir diyenler oldu. Şimdi bu makalede konuyla ilgili bazı tahribat ve çarpıtmalara açıklık getirmeye çalışacağız. Bu sebeple canlardan sabırla okumalarını umuyoruz.

Öncelikle konuyu değerlendirirken bugünün şartlarında değil, İmam Ali’nin şehit olduğu zamanın şartlarında değerlendirmemizin gerekliliğini bilmeliyiz. Yani o günkü mescid ile bugünkü mescid, cami, Hanegah veya cem evlerini karşılaştırarak yada bugünkü ibadethanelerin şekline ve içeriğine bakarak o günü değerlendirmek yanlış olacaktır. Bu yöntem, konuyu karmaşaya sürüklemek isteyenlerin çokça başvurdukları bir yoldur. Cemevi ve Cami gibi kavramlar o dönemde olmadığı gibi, şekil itibariylede ilk dönem mescidler çok farklıdır. Dolayısıyla bugüne bakıp değerlendirme yapmak ve Alevilere “Hz. Ali camide namazda öldürüldü. Siz neden camiye gelip namaz kılmıyorsunuz?” demek temelsiz bir eleştiridir. Çünkü biz Aleviler cem evlerinde ibadet ediyoruz. Şekil ve içerik olarak bugünkü cem evleri, Peygamberimizin ve İmam Ali’nin dönemindeki mescidlere camiden çok daha fazla benzemektedir.

Herkesinde bildiği gibi İslam tarihinde kurulan ilk ibadethane Peygamberimizin hicreti sırasında konakladığı Kuba’da yaptırdığı Kuba Mescidi’dir. İkincisi ise Mescid-u Nebevi’dir (Peygamberin Mescidi) ve Hz. Peygamber’in onu Medine’ye hicretinden hemen sonra yaptırdığı yine herkesçe bilinmektedir. Şekil olarak özetle tek katlı, minaresiz, kubbesiz ve toprak zemindir. İçerik olaraksa; toplu ve bireysel ibadetlerin yapıldığı, Ku’ran’ın okunduğu, savaş, barış veya önemli devlet kararlarının alındığı, fakirlerin doyurulup giydirildiği, toplumsal sorunların çözüme kavuşturulduğu, Hz. Peygamberin halka hitap ve nasihat ettiği, ilim öğrettiği ve evsiz Peygamber aşıklarının sığındığı bir mekandır. Ulu ve yüce Allah’ın indirdiği, inancımızın temelini oluşturan Kur’an ayetlerinde ve kitabın açıklaması olan Peygamberimizin ve Ehli Beyt’in sözlerinde ibadet hanenin adı “Mescid”dir. Öncelikle mescid kelimesinin geçtiği ilgili ayetlere kısaca bakalım;

“Deki; Rabbim adaleti emretti. Her mescidde yüzlerinizi (O’na) doğrultun...”(1)

“Ey Adem oğulları! Her mescidde süslerinizi (üzerinize) alın...”(2)

“Kim, Allah’ın mescidlerinde O’nun isminin anılmasına engel olandan ve onları yıkmak için çaba gösterenden daha zalimdir?...”(3)

“Şüphesiz mescidler Allah’ındır. Öyleyse Allah ile birlikte kimseyi çağırmayın.”(4)

Kur’an’ı Kerim’de İbadet hane olarak mescid ismi çok yerde geçmektedir ve ibadet hane için başka bir isim zikredilmemektedir.(5) Örnek olması açısından bu kadarı bize yeterlidir. Mescid kelimesi Arapça “Secede” kelimesinden türemiştir. İsm-u zaman ve ism-u mekandır. Yani secde edilen yer ve secde edilen zamanı anlatır. Peygamberimizin uygulamasında ise Mescid’in özelliklerini kısaca yukarıda açıklamıştık.

Bu kısa açıklamanın ardından Türkiye’de Hz. Ali’nin mescidde değilde evinin önünde başından yaralandığını iddia eden bir kaç kişinin makalelerine ve dayandıkları kaynaklara bakalım;

1 - A Mesut Gülşen adına www.islamdergisi.com web adresinde “Hazreti Ali’nin Şehadeti” başlığı altında yayımlayan yazıda şöyle diyor;

“İbn Mülcem.......Hz. Ali (ra) sabah namazı için evinden çıktığında, zehirli kılıcı ile Hz. Ali (ra)’in başının ön tarafına vurur.”

Makale sahibi yazmış olduğu bu cümleye kaynak göstermemiştir. Dolayısıyla kaynaksız ve senetsiz sunulan bu iddianın bilimsel hiç bir değeri yoktur.(6)

2 – Sabri Gültekin adına www.milatgazetesi.com web adresinde “Allah’ın Arslanı’nın Şehadeti” başlığı altında yayımlayan yazıda şöyle diyor;

“İbnü Mülcem, Hazret-i Ali’yi Kûfe sokaklarında kollamaya başladı. Bir gün sabah namazından önce Halifenin geçeceği yola pusuya yattı. Hz. Ali’nin geldiğini görünce İbni Mülcem aniden arkadan üzerine atılarak zehirli hançerini indirdi.”(7)

Bu yazının sahibide bu cümlelerine kaynak göstermemiştir. Böylece kaynaksız ve senetsiz olan bu iddiada bilimsel açıdan hiçbir değere sahip değildir.

Burada dikkatinizi çekmek istediğimiz bir noktada şudur ki anılan her iki yazarda farklı bir iddiada bulunmuştur. Birine göre Hz. Ali evinin önünde, diğerine göre ise evinin önünde değil geçeceği yolda yaralanmıştır. Artık kaynaksız verilen bu bilgilerin ne boyutta çarpıtılmaya müsait olduklarını siz değerli canlar rahatlıkla görebilirsiniz.

3 – Mustafa Cemil Kılıç adına internette farklı sitelerde “HZ. ALİ CAMİDE NAMAZ KILARKEN Mİ ÖLDÜRÜLDÜ” başlıklı bir yazı yayımlanmaktadır. Şöyle diyor;

“Hazreti Ali, Hicretin 40. yılı Ramazan ayının 19. gününün sabahı evinden çıkıp 8 adım atmışken(8) Abdurrahman İbn Mülcem adındaki bir Haricinin zehirli kılıcı ile yaptığı saldırı sonucu yaralanmış, 3 gün boyunca yaralı olarak yatağında yatmış, bu sırada zehir vücuduna yayılmış ve 3. gün yani Ramazanın 21. günü(9) “Kâbe’nin rabbi olan Allah’a hamdolsun ki kurtuldum!”(10) diyerek Hakk’a yürümüştür.”

Bu yazının sahibide diğer ikisi gibi kaynak göstermemiştir. Dolayısıyla kaynaksız ve senedsiz olan bu iddianında bilimsel anlamda bir değeri yoktur. Önceki iki yazar Hz. Ali’nin namaz için çıktığını söylerken, M. Cemil Kılıç diğer iki yazardan farklı olarak Hz. Ali’nin namaz kılmadığını iddia etmiştir. Bu konu şuan makalemizin konusu dışındadır. Ama görülüyor ki kaynaksız ve senetsiz olan bu aktarımları dilyen dilediği gibi istismar edebilmektedir.

Bu üç makale sahibi dışında Hz. Ali’nin mescidde secdede yaralanmadığını iddia edenlerden biriside Ziya Şakir’dir. Kerbela Vakası ve Kerbela’nın İntikamı adlı kitabında şöyle aktarıyor;

“Tellal elindeki değneği yere çarparak “Namaz vakti, ey müslümanlar!” diye bağırdı.

Yürümeye başladı. Onu takip eden Ali de kapıdan henüz beş, altı adım kadar uzaklaşmamıştı. O anda, karanlıklar içinde üç gölge fırladı ve bu üç gölge, Ali’nin üzerine saldırdı. Ali, hiç beklemediği bu saldırı karşısında bir an şaşırarak elindeki asayı ileri uzattı. Fakat asa, şiddetle inen kılıç darbesi altında parçalandı. Ali, derhal kılıcına davrandı. Lakin elini kılıcının kabzasına koymaya vakit bulamadan şiddetli bir darbe başına indi.”

Ziya Şakir’de yukarıdaki üç makalenin sahibi gibi Hz. Ali’nin mescid dışında evinin önünde yaralandığını iddia etmiştir ve bu iddiasına herhangi bir kaynak göstermemiştir. Ziya Şakir diğerlerinden farklı olarak dip notta şöyle bir de açıklama yapmıştır; ‘Bazı kitaplar; Bu olay camide oldu ve Ali secdeye vardığı zaman, İbn-i Mülcem kılıçla başına bir darbe indirdi’ diye yazmaktadırlar.”(11)

Ziya şakir’in kitabındaki bu dip nota iki adet kaynak gösterildiği göze çarpıyor. Birincisi (Tarihi) Taberi’dir ve diğeri ise ilerde değineceğimiz Fuzuli’nin Hadikatu’s Sueda (Saadete Ermişlerin Bahçesi) kitabıdır. Ne hikmetse Ziya Şakir hiç bir kaynağa dayandırmadığı “Ali evinin önünde yaralandı” iddiasını kabul etmiş ve kendisinin kaynak göstermiş olduğu “secdede yaralandı rivayetine” ise sadece dip notta işaret etmiştir. Diğerlerine nazaran insaflı gibi gözüksede aslında bu mesnetsiz iddiayı ilk olarak ortaya atan, biz Aleviler arasında yayılmasını sağlayan ve diğerlerinin yolunu açan odur. Ziya Şakir’in kitaplarında Alevi inanç ve tarihine yönelik çok daha fazla çarpıtmalar vardır ki bunlar konumuzun dışında olduğu için sadece işaret ediyoruz.
Şimdi bu üç yazarın bir ortak özelliği göze çarpmaktadır. Her üçüde sünni mezhebindendir. İlahiyatçı olan Mustafa Cemil Kılıç her ne kadar doğma Alevi değilim, ama sonradan Alevi oldum desede gördüğünüz gibi savunduğu bu düşünce aslında sünni inanca sahip bazı kimselerin düşüncesidir. 
Peki Alevi kaynaklarının Hz. Ali’nin şehadeti konusundaki aktarımları nedir? İlk olarak öyle bir kaynak zikredeceğiz ki aslında onu duyan bir Alevinin ikinci bir kaynağa ihtiyaç duymaması gerekir. Çünkü o Alevi inancında otorite olan yedi ulu ozanlardan, yedi alevi bilgininden biridir. O değerli Ehli Beyt aşığı, yolumuzun alimi ve şairimiz Fuzuli’dir. İmam Ali için yazdığı mersiyesinde şöyle diyor; 

“Ey Sipihri bivefa biyhude devran eyledin,
Kasd-ı din ettin binay-ı şer’i viran eyledin, 
Sernegun kıldın ibadet minber ü mihrabını,
Mabed-i İslam’ı toprak ile yeksan eyledin, 
Leşker-i İslam’ı koydun server ü serdarsız,
Noldun ey zalim ki kasd-ı Şah-ı merdan eyledin.”(12)

Açıklaması;

Ey vefasız gökyüzü, boşa devran eyledin,
Dine kastettin, şeriat binasını viran eyledin,
İbadetin minber ve mihrabını devirdin,
İslamın mabedini toprak ile yeksan eyledin,
İslam ordusunu koydun başsız ve serdarsız,
Ne oldun ki ey zalim (ne geçti ki eline ki) Şah-ı Merdan’a kast eyledin.

Fuzuli bu şiirinde çok açık bir şekilde Hz. Ali’nin mescidde mihraptayken yaralandığını beyan etmektedir. 

Hz. Ali’nin şehadetini anlatan kaynaklarda olay detaylı anlatılmaktadır. Ancak bir konumuzla ilintili olan kısmı özet olarak yazımıza alıp bir kaç kaynaktan aktaracağız. Olay şöyledir;

Haricilerden bir grup Mekke’de toplanıp emirler (yönecitiler) hakkında konuştular. Onları ve kendilerine karşı davranışlarını kınadılar. Nehrevan ehlini anıp onlara rahmet okudular. Ardından birbirlerine şöyle dediler; 

“Allah için canlarımızı feda edelim. Sapıklık imamlarına gidip “dikkatsiz oldukları anı kollayarak,” kulları ve şehirleri onların elinden kurtaralım ve Nehrevan’da şehit olan kardeşlerimizin intikamını alalım.” 

Haccın bitiminde bu sözler üzerinde sözleştiler. Mülcem oğlu Abdurrahman; “Ben Ali’yi (öldürmeyi) size garanti ediyorum” dedi. Abdullah oğlu El-Burek Temimi; “Ben de Muaviye’yi (öldürmeyi) size garanti ediyorum” dedi ve Bekr oğlu Amr Temimi ise; “Ben de size As oğlu Amr’ı (öldürmeyi) garanti ediyorum” dedi. Ardından bu sözler ve bu sözleri tutmak üzerine anlaşıp sözleştiler. (Suikasti yapacakları zaman olarak) Ramazan Ayı’nın on dokuzuncu gecesi için karar alıp dağıldılar. 

İbn-i Mülcem Kufe’ye geldi. Orada babası, kardeşi ve akrabaları Nehrevan’da Hz. Ali tarafından öldürülen Kutam adında bir kadınla karşılaşıp aşık oldu.(13) Onunla evlenmek isteyince Kutam, mihriye olarak ondan “Üç bin dirhem, bir köle, bir hizmetçi ve Müminlerin Emiri Ali’yi öldürmesini” istedi. İbn-i Mülcem kabul edince Kutam ona yardım etmesi için Mucalid oğlu Verdan’a haber gönderdi ve olayı anlattı. Verdan da Kutam için bu yükü üstlendi. O sırada İbn-i Mülcem de Becere oğlu Şebib’e sırrını açarak kendisine yardım etmesini istedi. İkisi İmam Ali’yi öldürmek üzere anlaştılar ve o sırada Mescid’de itikaf için çadır kurmuş olan Kutam’ın yanına gittiler.(14) Kutam’a, İmam Ali’yi öldürmek üzere anlaştıklarını bildirdiler. Kutam; “Madem anlaştınız, işi yapacağınız zaman yanıma geldin” dedi. Sonra ikisi Kutam’ın yanında ayrıldılar. Daha öncesinde planlarını Eş’as oğlu Kays’a anlatmışlardı. O gece Eş’as’da onlara yardım için geldi. İmam Ali’nin yakın dostlarından Adiy oğlu Hucr’da mescidde ibadet ediyordu. Eş’as’ın İbn-i Mülcem’e; “Çabuk ol! İstediğin şeyi yapmak için çabuk ol! Sabah ettin” dediğini işitti. Bunun üzerine Hucr, Eş’as’ın ne istediğini hissetti ve Eş’as’a; “O’nu öldürebileceğini mi sandın?” deyip Müminlerin Emiri’ni uzaklaştırmak ve duyduklarını haber verip bu grup hususunda O’nu uyarmak için aceleyle yola koyuldu. Ancak Müminlerin Emiri başka bir yoldan gelip Mescid’e girdi ve İbn-i Mülcem erken davranıp O’nu kılıçla vurdu. O sırada Hucr geri döndü. Halk “Müminlerin Emiri öldürüldü! Müminlerin Emiri öldürüldü” diyorlardı.(15)

Allame Meclisi Biharu’l Envar kitabında yukarıdaki rivayeti aynı kaynaklardan aktarmış ve İmam Ali’nin şehadetiyle ilgili rivayetleri oldukça detaylı olarak kaydetmiştir. İbn-i Mülcem’in İmam Ali’yi yaraladığı kısmı şöyledir; 

“(O gece) İbn-i Mülcem Mescid’de sabahladı. Becere oğlu Şebib ve Mucalid oğlu Verdan’da onunla birliktelerdi. Ali’yi öldürmek konusunda ona yardım ediyorlardı. (İmam Ali) ezanı okuyunca damdan indi. Allah’ı tesbih ediyor, O’nu kutsuyor, ululuyor ve çokça Peygambere salat ediyordu. Mescidde uyuyanları gözden geçirmek onun güzel ahlakındandı. Uyuyanlara Salat! Allah sana merhamet etsin! Salat! Üzerine yazılmış olan salata kalk!” diyor sonra “Şüphesiz salat çirkin ve kötü şeylerden alı koyar”(16) ayetini okuyordu. 

Sürekli olarak mescidde uyuyanlara karşı sergilediği bu adeti üzere (yine) böyle yaptı. O melunun yanına gelince yüz üstü uyuduğunu görüp ona şöyle dedi; “Uykundan uyan. Bu Allah’ın sevmediği uykudur. O Şeytan’ın ve ateş ehlinin uykusudur. Tam tersi sağ yanına yatıp uyu! O bilginlerin uykusudur. Yada sol yanına yat! O hekimlerin uykusudur. Ama sırt üstü yatma. O peygamberlerin uykusudur.”

İbn-i Mülcem hareketlendi. Sanki kalkmak istiyordu. Ama yerinden ayrılamıyordu. Müminlerin Emiri ona şöyle dedi; “Öyle bir şeye gayretlenmişsin ki onun yüzünden neredeyse gökler parçalanacak, yeryüzü yarılacak ve dağlar devrilecek. Eğer istersen elbisenin altında ne olduğunu (sakladığın kılıcı) sana haber veririm.”

Sonra onu bıraktı ve yanından ayrılıp mihrabına yöneldi. Kıyama durup salat etti. Farzlarda ve nafilelerde adeti olduğu üzere kalp huzuruyla rukuları ve secdeleri uzatıyordu. Melun (İbn-i Mülcem) bunu farkettiğinde hızlıca kalktı ve öne doğru yürüyüp imamın yanında salat ettiği direğin önünde durdu. Birinci rekatı salat edene kadar oyalandı. İmam ruku yaptı. Birinci secdeye gitti ve başını kaldırdı. O anda (İbn-i Mülcem) kılıcını kapıp salladı. Kılıcı İmam’ın keremli ve şerif başına indirdi. Darbe (Hendek savaşında) Abduved oğlu Amr Amiri’nin vurduğu darbenin üzerine geldi.(17)

İmam Ali’nin nasıl şehit olduğuyla ilgili rivayetlerin konumuzla ilgili olan kısmı özetle böyledir. Örnek olması açısından bir kaç kaynak zikrettik. 

Yukarıda kısaca yaptığımız açıklamalar dışında İmam Ali’nin secdede şehit edildiğine dair akli bir kaç delil getirererek evinin önünde veya sokakta öldürüldüğü iddialarını çürütebiliriz. İşin aslı zaten bu iddianın sahipleri herhangi bir kaynak sunmayarak kendi kendilerini çürütmüş olmaktalar. Şöyle ki;

1 - İbn-i Mülcem ve arkadaşları suikasti yöneticilerin dikkatsiz bir anında yapmayı planlamışlardı. Bunun içinde en uygun zamanın salat olduğu düşüncesinde birleşerek Ramazan ayının 19. Gecesinin sabahında salatta saldırma kararı almışlardı. Nitekim Muaviye ve Amr As’a suikast düzenleyenlerde sabah salatında saldırmışlardır. Buda İbn-i Mülcemin Hz. Ali’yi salatta secdeden kalkarken yaraladığı aktarımını doğrulamaktadır. 

2 - Hz. Ali mescide yalnız gitmiyordu. Evden çıktığında etrafı kalabalıktı. Dolayısıyla kalabalık bir grup içinde İmam’ı yaralayabilmesi, yaralayabilcek olsa bile darbenin başına isabet etmesi çok olası değildir. 

3 – İmam Ali’nin savaşçı kişiliği, girdiği hiç bir savaşta yenilmediği, karşısına çıkmaya cesaret edilemediği, karşısına çıkan olsa bile onları büyük bir yenilgiye uğrattığı, yiğitliği, savaştaki ustalığı ve dahi bir komutan olduğu herkesin malumudur. Hayber kalesinin kapısını tek eliyle söküp önce kalkan, sonrada askerlere köprü yapacak manevi güç ve kudrete sahip olan böyle yüce birine sokakta saldırılabileceğini veya en azından İbn-i Mülcem gibi onu çok iyi tanıyan ve yiğitliğinden haberdar olan birinin bunu göze alacağını kabul etmek hiç olası değildir. Ayrıca tarihi belgelerde İbn-i Mülcem’in Kutam ile yaptığı konuşmalarda “Ali gibi birini nasıl öldüreyim? Kimse onun karşısına çıkamaz.” Deyince kutamın “O’nun dikkatsiz bir anını kolla. Salattayken öldür.” Dediği aktarılmıştır. Buda bizim sözümüzü doğrulayan diğer bir belgedir. 

Konuyu burada sonlandırırken İmam Ali’nin şehadetini bütün detaylarıyla kaleme almak için bir çalışma yapmayı düşündüğümüzüde belirtmek isteriz. Bugün bazı insanların belgesiz ve senetsiz inancımızı çarpıtmak ve yolundan çıkarmak için yazdıkları olur olmadık makaleler, kitaplar ve yaptıkları konuşmalara kısa bir cevap olması için, İmam Ali’nin şehit olduğu bu mahzun günlerde, belki Şah’ın şehadetinden dolayı duyduğumuz azcımıza bir nebze teselli olur diye bu yazıyı kaleme aldık. Çünkü Şah’ı Merdan’ın yolunu bozmak isteyenlerin burnunu yere sürmek, O’nun acılarıyla acılanmak kadar değerlidir. Tüm Ehli Beyt sevenlerine faydalı olacağını ve ard niyetli kimselerin öfkesini kazanacağımızı biliyoruz. Allah’tan ve Ehli Beyt’ten inayet umuyoruz. 

Ya Ali Meded
Araştırmacı/Yazar/Çevirmen
Kemal KÜNTAŞ

Dip Notlar;
12- Hadikatu’ Sueda (Saadete Ermişlerin Bahçesi), Fuzuli Kerbela Şehitleri, S. 222.
13- İbn-i Mülcem’in diğer arkadaşlarıyla anlaşma yapmadan önce Kutam ile görüşüp aşık olduğu da aktarılmıştır. 
14- Burada detaya girmedik ama; Kutam, ibadet bahanesiyle İbn-i Mülcem ve arkadaşlarının silahlarını Mescid’de saklamak ve onlara yardım etmek için itikaf çadırı kurmuştur. 
15- Bakınız; İ’lamu’l Vera, s. 199-200-201.; İrşad c. 1 s. 17’den 23’e kadar.
16- Ankebut Suresi, 45. Ayet. 
17- Biharu’l Envar, c. 42, s. 282-281.; Montehal A’mal, İmam Ali’nin Şehadet Sebebinin Beyanı Bölümü.
Dip Notlar;

1-Araf Suresi, 29. Ayet.
2- Araf Suresi, 31. Ayet.
3- Bakara Suresi, 144. Ayet.
4- Cin Suresi, 18. Ayet.
5- Bizler için kutsal ibadet mekanları olan Mescidu’l Haram (Ka’be) ve Mescidu’l Aksa da Kur’an’ın bir çok yerinde zikredilmiştir.
6- http://www.islamdergisi.com/genel/hazreti-alinin-sehadeti/
7 -http://www.milatgazetesi.com/allahin-arslaninin-sehadeti/52122/
8- Doğrusu kaynaksız verilen bu bilgide adım sayısı verilmesine söylenecek söz bulamıyoruz.
9- Hesap edilirse 3 değil 2 tam gün olduğu görülür. Buda bariz bir hatadır.
10- Sözü yanlış aktarmıştır. Doğrusu “Andolsun Ka’be’nin rabbine ki kurtuldum” dur.
11 - Kerbela Vakası ve Kerbela’nın İntikamı, s. 19. Cevahir, Demos Yayınları.


İMAM ALİ NEREDE ŞEHİT OLDU?


"İmam Ali'nin nerede ve ne şekilde şehit edildiği tarihsel bir olgudur. Ben bu konuda akademik bir çalışma yapmadım fakat bu konuda tamamıyla bilgisiz de sayılmam. İmam Ali Mescid'de şehit edildi diyen tarihçiler ve hadis yazarları da bilinmekte, İmam Ali evinin önünde ya da Mescidin kapısında şehit edildi diyen de bellidir. Şimdi Ehl-i Beyt âşıklarına düşmanlık yapmak isteyenler Ehl-i Beyt'in ismini kullanarak saldırıyorlar. Bu Abbasî siyasetidir. Hakkını vermek gerekirse de Abbasî siyasetini Abbasîler kadar iyi kullanmaktadırlar. Her zaman Hakkın taraftarı azdır. İnsanlar genelde batıla yol almaktadır. O yüzden yazdıklarım bazılarının hoşuna gitmeyecek biliyorum. Bazı kişiler diyor ki İmam Ali evinin kapısında öldürüldü? Cevap vermeden önce sormak lazım neden? Neden sorusundan da önce sormak lazım tarihsel bir olguyu ispatlamak için tarihsel aktarımları kaynak göstermek lazım hangi kaynağa dayanarak ya da kime dayanarak böyle bir iddia da bulunuyorsun? Kaynaksız tarih yazanların sadece saraylardan ve padişahlardan beslendiklerini iyi biliyoruz.

Biz “Kalender”iz, padişahların keselerinden yiyenlere karşı, Ebu Zer gibi ayaklanırız. Zalimin zulmünü başına yıkmak için yeri gelir İmam Hasan gibi barışırız, İmam Hüseyin gibi savaşmak için. İmam Zeynelabidin gibi susup dua ederiz, bilginin kapılarını açacak aslanlar doğması için. Bazen bilginin sınırlarından taşarız İmam Muhammed Bakır yolunda, Kurtuluş kapısının açılması için.

Zamanında Fethullah Gülen’le komşu olmalarının (Fethullah Gülen’in Cami & Cem evi Projesinin) engellenmesine kızanların bugün İmam Ali’nin secdesine laf etmesinin, son zamanlara kadar adını bile duymadıkları ritüelleri asırlardır yaşamış inançları gibi göstermek istemelerini anlamak lazım. Şimdiye kadar Ehl-i Sünnet inancını Alevi inancı gibi gösterip bir anda kendileri dışında herkese düşman olup aşağılayıp hakaret edenlerin, Fethullah Gülen’le namaz kılma şansını yitirdikleri için kahırlarından İmam Ali’yi sokakta İbn Mülcem gibi savaştan anlamayan bir dangalağın öldürdüğüne inandırmaya çalışabilirler. Dedim ya “Hakkın taraftarı ve Hakkı duyar duymaz kabul eden azdır” bu sözün kanıtı bahsettiğimiz Fethullah âşığı kendisine Alevi diyenlerin yaptıklarıdır. Gerçi bunlar Fethullah âşığı mı yoksa Fethullah’ın paralarının mı âşığı bilinmez.

İmam Ali en tehlikeli grubu şöyle tarif etmiştir:

“İnsanların en tehlikelisi hakkı ve batılı karıştırıp insanlara sunanlardır.”

Gerçek Hak Âşıklarının ortaya çıkması için böyle para sevdalılarının olması lazım. Sonuçta İmam Ali’nin söylediği gibi;
“13 grup beni sevdiğini söyleyecek ama bunlardan sadece birisi gerçekten hak olacaktır.”

Savaşların yenilgisiz Kerrar’ı altmış yaşında şöyle söylüyordu:

“Bana savaştan anlamaz diyorlar. Altmış yaşına geldim istesem bütün Arapları öldürebilirim.”

Bunları söyleyebilen Allah’ın Aslanı’nı sokakta İbn Mülcem gibi birinin öldürebileceğine hangi akıl ve mantık kabullenebilir ki? Eğer İmam Ali’nin sokakta öldürüldüğünü iddia edenler varsa bunlar o dönem Şamlıların, İmam Ali’ye dediği “savaştan anlamıyor” iddiasını dile getirmiş olurlar ki İmam Ali, savaşçılığını az önce aktardığımız sözünde anlatmaktadır. Bu kadar iddialı bir savaşçı her zaman tetikte olup her türlü suikasta karşı koyabilecek kadar yeteneklidir. Kaldı ki biz İmam Ali’den bahsediyoruz. Haydar-ı Kerrar, yani; döne-döne savaşan ve asla geri dönmeyen aslan, söz konusu.

Kaldı ki İbn Mülcem’in sokakta şehit edildiğini iddia eden, İmam Ali’nin nurunun o sokağı baştanbaşa aydınlattığını göremiyor mu? Kalbinde aşk nuru olan, irfan sahibi her rahmanî Arif, İmam Ali’nin bulunduğu mekânı eşsiz nuruyla aydınlattığını çok iyi bilir.

İmam Ali’nin secdede öldürüldüğüne delil şudur. İmam Ali, daima tetikte ve her türlü tehlikeye karşı hazırlıklıydı. Bu yüzden Ona karşı yapılan yüzlerce hatta daha fazla suikast geri tepmiş ve suikast hayaliyle yanıp tutuşanlar başarısız olacaklarının farkına varmışlardı. İmam Ali’nin en zayıf anını düşünenler Onun, Allah’a ibadet hâlindeyken asla başka bir şeye yönelmeyeceğini biliyorlardı. Böylece İbn Mülcem, İmam Ali’yi iyi tanıyan Kays oğlu Eş’as ve Verdan (veya Şebib) adlı iki Kûfeliyle İmam Ali secde hâlindeyken suikast yapmaya karar verdi. Onlar çok iyi biliyorlardı ki Allah’ın Aslanı’nı ibadet hâlinden başka bir hâlde asla rakibine fırsat tanımazdı. İmam Ali, Sıffin Savaşı sırasında yaklaşık bir buçuk yıl savaş meydanlarında altmış bir yaşındaki bir aslan olarak kükredi. Tarihçiler anlatıyor ki o yaşında savaş meydanında genç ve kuvvetli Muaviye askerlerinden iki tanesini kemerinden tutarak yere öyle kuvvetli bir şekilde çarpmış ki o iki genç orada ölmüş. Sıffin Savaşında İmam Ali’nin sürekli savaşa girmesinden korkan, İmam Ali’nin dostları, İmam’a yalvarıp vazgeçirmeye çalışmışlar fakat yine de İmam Ali’yi savaş meydanından çekilmeye ikna edememişlerdi. Altmış yaşında bu cesur ve kuvvetli bir savaşçının sokakta öldürülebileceğini iddia eden zavallılara acıyamıyorum bile. Tabi yazdıklarımı bazıları anlayamayacak sonuçta bu asırda helal ve haram kavramıyla uğraşanların oranı genelin % 5-10’u kadarıdır. Eğer herkes buna dikkat etseydi burada yazdığım mantıksal ve fikirsel kanıtları rahatça görüp hakka teslim olurlardı. Fakat haramla doldurulmuş karınlar hakkı inkârdan başka yol bulamazlar.

Alevilerin yedi ulu ozanından birisi olan Fuzulî, Kerbela Şehitlerini anlattığı Hadikatu’s-Sueda (Ermişlerin Bahçesi) kitabında İmam Ali’nin ibadet hâlinde birinci secdeden başını kaldırdığında İbn Mülcem tarafından başına zehirli kılıçla vurulup yaralandığını iki gün sonra Ramazan’ın yirmi birinde şehit olduğunu aktarıyor. (Hadikatu’s-Sueda [Ermişlerin Bahçesi], Fuzulî, s. 221, Huzur Yayınları, 2003 İstanbul. Eğer kitabın aslında olan bu kısım değiştirilmemişse diğer basımlardaki nüshalarda da bu kısım mevcuttur)
İbadet hâlinde Rabbinden başka bir şeyle ilgilenmeyen, Rabbine yönelmiş bir hâlde secdeden başını kaldıran İmam Ali, Ramazan ayının on dokuzuncu gecesinin sabaha dönen saatlerinde Kufe Mescidinde İbn Mülcem Muradî tarafından zehirli kılıçla başından vurularak yaralandı ve iki gün sonra Ramazan’ın yirmi birinde şehit oldu.

Burada yazacağım son sözler Allah’ın şu ayetidir:

“Secde et ve yaklaş.” (Alak Suresi 19. Ayet)

İmam Ali, yaralandığında Allah’ın bu kelamına cevap olarak secde ediyordu. Şehit olurken de Allah’ı anıyordu. İbret almak isteyenlere…

Ya Muhammed Ya Ali…

Araştırmacı-Tarihçi Yazar: Muharrem UÇAN

alıntıdır..
http://www.imamrizadergahi.com/

25 Ağustos 2016 Perşembe

HZ.SUBE TÜRBESI

AYVANSARAY .istanbul


Hz.Şu’be Hazretleri Türbesi;  İstanbul Suriçi Ayvansaray Şişhane Caddesi üzerinde bulunan açık bir türbedir. İstanbul sahabelerinden daha birisinin türbesi İstanbul Belediyesi tarafından restore edilmiş. Belediyenin koyduğu kitabede Hz.Şabe olarak yazılmış. Türbenin üstü açık. Türbenin ortasında bulunan bir ağaç maalesef konmuş mezar taşını kırmış. Hazreti Şube’nin kimliği ile ilgili pek bir bilgi bulunmuyor. Sadece kitabede bir dörtlük bulunuyor.
Yolun sarpmış sarpa,sa’be,
Bi-hakkın Zemzem-i Kabe.
Aman ya Hazret-iŞu’be
Seaate ir gör bizi.
Bu mezarlar arasında Fatih Sultan Mehmet’in Avcıbaşısı Mehmet Efendi’nin de mezarı bulunuyor. Bundan dolayı bu mahalenin ismi Avcıbey olarak geçiyor.

EBU EYYÜP EL ENSARI TÜRBESI

                                            istanbul.eyüp

Ebu Eyyüp el Ensari Türbesi; İstanbul Surdışı Eyüp semtinde, Eyüp Sultan Camii avlusu, 47. ada, 13. parselde yer almaktadır. Eyyüp Sultan’nın, asıl adı Halit bin Zeyd Ebu Eyyub el-Ensari’dir. Medine’nin yerlilerine ensar denilmesi nedeniyle “Ensari” adını almıştır. Sahabe-i Kiram’dan büyük bir zattır. Hazrec kabilesinin Neccaroğulları kolundandır. Hz. Peygamber Efendimize, dedesi Abdülmuttalib Efendi’nin annesi tarafından akrabadır. Hicret’ten iki sene kadar evvel hanımı Ümmü Eyyub ile birlikte müslüman oldu ve Ensardan İslamiyet’i ilk kabul edenler arasında yer aldı. İkinci Akabe Biatı’nda bulundu (622). Hz. Peygamber Efendimiz ile birlikte bütün savaşlara katıldı. Kendisi Hicret’ten sonra Hz. Peygamber Efendimiz’i  evinde yedi ay misafir ettiği için “Mihmandar-ı Nebî” ünvanıyla da anılır. Ebu Eyyub el-Ensari’nin evini karargah edinen Hz. Peygamber ilk İslam Devleti’ni burada kurdu. Resul-i Ekrem Efendimiz’in yanından hiç ayrılmaz, O’nun muhafızlığını yapardı. Bu sayede “Alemdar-ı Resul” payesini kazanmıştır. Mutlaka her müslümanın Allah yolunda cihad etmesi gerektiğini işaret ederek “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız” (el-Bakara, 2/195) ayetini doğru anlayarak buradaki tehlikenin cihat etmek değil müslümanların sadece kendi dünyalıkları ile meşgul olması olarak açıklardı. Cihat şuuruyla dopdolu bu kıymetli sahabe, İslam Ordusu’yla birlikte, doksan küsur yaşındaki hasta bedenine aldırmadan, binlerce kilometre zorlu yolculuktan sonra İstanbul surlarının dibine kadar gelerek İslâmiyet’i yaymak için savaşmıştır. 669 senesinde vefat etmiştir. Vasiyeti üzerine, yaşlı bedeni genç ve yüksek maneviyatıyla birlikte sanki o kutlu komutanı (Fatih Sultan Mehmet) beklercesine surlara yakın bir yere defnedilmiştir. Ebu Eyyüp el-Ensari haksızlıklara tahammül edemez, doğru bildiğini söylemekten çekinmezdi. Hz. Peygamber’in yanından hiç ayrılmadığı halde son derece titiz olması ve ömrünün cihat meydanlarında geçmesinden dolayı ancak yüz elli hadis rivayet etmiştir.
1453 senesinde Fatih Sultan Mehmet Han’ın İstanbul’u feth etmesinden sonra, Akşemsettin Hazretleri’ne, Eyyüp Sultan Hazretleri’nin kabrini bulmasını istemiştir. Akşemsettin Hazretleri de keşf ve kerametiyle, gece bir ışık topunun indiği alanı, kabrin yeri olarak göstermiştir. Gösterilen yer kazılmış ve “Ebu Eyyüp’un kabri burası” yazan mezartaşı bulunmuştur. 1458 yılında, kabrinin üzerine bir türbe inşa edilmiştir. Cami ile türbe arasında kalan iç avludaki tarihi çınar ağacını Fatih Sultan Mehmet Han, Eyyüp Sultan’ın cenazesinin gasl edildiği yerin üzerine kendi eliyle dikmiştir. Eyyüp Camii ise daha sonra (1459) inşa edilmiştir. Manevi değeri yüksek olan bu yer bütün insanların ilgi odağı olmuştur. Özellikle Osmanlı Padişahları tahta ilk çıktıklarında bu türbenin içinde kılıç kuşanarak vazifelerine başlarlardı. Burada yapılan duaların çevrilmediğine inanan insanlar burasını sıkça ziyaret ederek manevî hazza ulaşmaya çalışmaktadırlar. Pek çok müslüman öldükten sonra da buraya gömülmek ve buraya inen nurdan faydalanmak arzusundadır.
Türbe, Sultan I. Ahmet devrinde, Sultan III. Selim devrinde 1798 yılında ve Sultan II. Mahmut döneminde 1819 senesinde onarım görmüştür. Lale Devri’nde de esaslı bir onarımdan geçirilmiş ve günümüzdeki halini almıştır. Türbe, sekizgen planlı, kubbeli bir yapıdır. Kesme küfeki taşından inşa edilmiştir. Kubbe sağır ve kasnaksızdır. Üst duvarlar ve kubbe Geç devirde, Sultan III. Selim devrindeki onarımda yapılmıştır. Türbeye Hacet penceresi yanından girilir ve sol taraftan çıkılır. Giriş kapısında, Sultan III. Ahmet devrinde konulmuş, mermer bir kitabe vardır. Asıl türbe kısmı, Sultan I. Ahmet’in inşa ettirdiği ziyaret bölümünün içinde yer alır. Sultan I. Ahmet, ziyaret bölümünün yanına, bir sebil yaptırmıştır. Daha sonra bu sebile Darüssaade Ağası Mustafa Ağa gömülmüştür. Türbenin her cephesinde altlı üstlü birer pencere vardır. Türbe süsleme bakımından zengindir. İçi ve dışı 16-17. yüzyılın en güzel çinilerinden oluşmuş panolarla süslenmiştir. Türbenin ziyaret salonunda Peygamber Efendimiz’in ayak izinin bulunduğu pano yer almaktadır. Bu panoyu Sultan III. Osman hediye etmiştir. Eyyüp Sultan Hazretleri’nin yattığı kısmın duvarları, çinilerle kaplıdır. Bir ayet kuşağı türbeyi dolanır. Sandukayı çeviren gümüş şebekenin uzun kenarında, ortada yer alan parçada, iç içe iki yuvarlak madalyon, Sülüs hatlı“Besmele” ve “Fatiha Suresi” yazılıdır. Sandukanın ayakucu tarafında bir kuyu yer almaktadır. Bu kuyuya“Kısmet Kuyusu” denilmektedir. Sandukanın üstünde Sülüs hat ile yazılıp, simle işlenmiş puşide yer alır. Puşidenin üstündeki yazıların büyük kısmı devrin ünlü hattatı Mustafa Rakım Efendi’ye, bir kısmı da Sultan II. Mahmut’a aittir.
Türbeki gümüş şebeke Sultan III. Selim’in hediyesidir. Dua edilen salonda yer alan ve Kutsal Emanetler’den olan Hz. Peygamber Efendimiz’in ayak izini Sultan III. Osman koydurmuştur. Hacet penceresi ve sebil kısım Sultan I. Ahmet’in hediyesidir. Sedef parmaklığı Sultan I. Abdülhamit bizzat kendi boş vakitlerinde imal edip türbeye hediye etmiştir. Sandukanın üzerindeki puşide Sultan II. Mahmut’un hediyesidir. Ayrıca türbeye pek çok tanınmış kişi çok kıymetli eserler hediye etmiştir. Bu eserlerin bir kısmı Topkapı Sarayı ve Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’ndedir. Türbede, Eyyüp Sultan Hazretleri tek başına yatmaktadır. Ayrıca, cami iç avlusundan, dua salonuna girerken hemen sağda Nişancı Ahmet Paşa’nın mezarı bulunur. Fatih Sultan Mehmet Han ve Sultan II. Beyazıt Veli devrinde Baş Deftardarlık ve Lalalık görevi yapmıştır. 1500 yılında vefat etmiştir. Türbe ziyarete açıktır. Bugün bakımlı ve iyi durumda olup, sadece çini onarımı gerekmektedir. İstanbul’un en fazla ziyaret edilen türbesidir.
MERKEZ EFENDİ TÜRBESİ..istanbul .topkapı

Merkez Efendi Türbesi; İstanbul, Zeytinburnu'nun Topkapı semti, Merkez Efendi mahallesinde, Merkez Efendi Camii bahçesinde yer alır. Türbe günümüzde İstanbul Türbeler Müdürlüğü’nün yönetiminde olup, ziyarete açıktır. Merkez Efendi, 1463 yılında Denizli’de doğmuştur. Asıl adı Musa Muslihittin olan Merkez Efendi, ilköğrenimini Manisa'da tamamlamış, daha sonra İstanbul’a gelerek Hızır Velüyittin Efendi ve Mevlana Ahmet Paşa’dan dersler almıştır. Müderrislik için Bursa, Karaman ve Amasya’ya gitmiştir ve bu dönemde “Halveti Tarikati” icazetini almıştır. Sonrasında İstanbul’a döndüğünde Etyemez Tekkesine devam eden Merkez Efendi, “Sümbül Efendi” lakaplı Şeyh Yusuf Sinanettin Efendi’nin öğrencisi olmuş, döneminin ileri gelen sufilerinden ve hekimlerinden olmuştur. Mesir macunu Merkez Efendi'nin icadıdır.
1514 yılında Merkez Efendi, mensubu olduğu Halvetilik tarikatın halvet geleneğine uygun olarak bir tekke kurmak için Merkezefendi Mahalllesine Mevlanakapı surları dışındaki bu tenha yere yerleşmiştir. Yavuz Sultan Selim’in kızı “Şah Sultan”, Merkez Efendi'nin 1551 yılında ölümünden sonra tarikat külliyesi niteliğindeki bu yere 1552-1572 tarihleri arasında cami ve tevhithane ilave ettirmiştir. Türbe 1837’de Sultan II. Mahmut tarafından yeniden inşa edilmiştir. Merkez Efendi Türbesi, cami, türbe, çilehane, şadırvan, mutfak, derviş hücreleri, hünkâr köşkü ve hamamdan oluşan bir külliye içinde yer almaktayken, bu yapıların bazıları günümüze kadar gelememiştir. Günümüzde türbenin yakınında Abdülbaki Paşa Kütüphanesi, hamam, Merkez Efendi Camii ve Merkezefendi Mezarlığı bulunmaktadır.
Türbenin giriş bölümündeki ahşap tavanlı bölümdeki parmaklıkla çevrili tarafta Şeyh Hüseyin Efendi, Şeyh Ahmet Mesut, Mustafa Efendi, Nurullah Efendi, Hatice Hanım, Sıdıka Hanım, Fatma Hatun, Şeyh Mehmet Nurettin yatmaktadır. Bağdadi kubbeli bölmede ise Merkez Efendi'nin sandukası bulunmaktadır. Önünde Hattat Aziz Efendi'nin bir levhası vardır. Türbe dış duvarında ve içerdeki duvarda bulunan Türkçe kitabelerde, Merkez Efendi'nin Kanuni Sultan Süleyman ile harbe gitmiş gazi, hekim, din ve tasavvuf alimi olduğu yazmaktadır. Bugünkü türbe Sultan II. Mahmut'un yenilediği halindedir. Türbenin ilk yapıldığı durumu hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Sultan II. Mahmut’un yaptırdığı türbe iki dikdörtgen bölüm halindedir. Bunlardan birinde Sultan II. Mahmut’un sandukası, diğerinde de dergâh şeyhlerinin ve ailelerinin sandukaları bulunmaktadır. Sonraki yıllarda asıl türbe kısmının kuzeydeki duvarı yıkılmış ve her iki bölüm birleştirilmiştir. Türbeleri birleştiren duvar yıkıldıktan sonra buraya iki sütunun taşıdığı üç kemerli bir ara bölüm eklenmiştir.
Türbe moloz taş ve tuğladan yapılmış olup, ampir özellikler göstermektedir. Kare planlı 7.50 x7.50 m. ölçüsündedir. Türbenin batı cephesi mermer kaplıdır. Asıl türbenin üzeri ise içten bağdadi sıvalı, dıştan da kurşunlu bir kubbe ile örtülüdür. 1836 yılında ilave edilen ek bölüm kırma çatılıdır. Türbenin batı cephesinde çıkıntılı kilit taşları olan yuvarlak üç pencere bulunmaktadır. Merkez Efendi’ye ait olan türbenin duvarları kubbe eteğine kadar XIX. yüzyıl Avrupa çinileri ile kaplanmıştır. Kubbe içerisinde ise yıldızlı bir bezeme görülmektedir. Kubbe içerisindeki yazı “Hattat M.Şevket Vahteti”’nin eseridir. Merkez Efendi’nin sandukası ahşap parmaklıklar içerisine alınmış olup XVIII. yüzyıl üslubunda sedef ve bağa kakmalıdır. Sandukanın önünde de Hattat Aziz Efendi’nin yazdığı Osmanlıca bir levha bulunmaktadır.

24 Ağustos 2016 Çarşamba

Peyk Dede Tekkesi

Peyk Dede Tekkesi’nin yeri

Peyk Dede Tekkesi, Fâtih’in Veled-i Karabaş Mahallesi’nde, Karagöz Câmii yakınlarında, eski adı ‘Karabaşçeşmesi’ olan Peyk Dede Sokağı’nda idi. Kurucusu, Gülşenî şeyhi Hasan Sezâî (r. 17 Ramazan 1151/29 Aralık 1738) Hazretleri’nin halîfelerinden olan ve ‘Peyk Dede’ diye tanınan Ahmed Remzi Efendi’dir. Tekkede Gülşeniyye’den, Kādiriyye’den ve Sünbüliyye’den şeyhler, irşad postuna oturmuşlardır. Tekke bir dönem Resmiyye’ye bağlı olmuştur.

Peyk Dede Tekkesi şeyhleri

Peyk Dede

Tekke’nin bânisi Ahmed Remzi Efendi (Peyk Dede), Edirne’de Hasan Sezâî Hazretleri’ne intisâb etmiş, onun tarafından halvete konmuş, kemâle erince İstanbul’a gönderilmiş ve Silivrikapı yakınlarındaki tekkesini kurmuştur. Ahmed Remzi Dede’nin Etvâr-ı Seb‘ası vardır. Süleymâniye Câmii vâizi Âşık İsmâîl Efendi, onun halîfesidir. Bir diğer halîfesi de oğlu Mustafa Efendi’dir.

Şeyh Mustafa Efendi

Ahmed Remzi Efendi’nin irtihâlinden sonra posta onun oğlu Peykzâde Şeyh Mustafa Yeksân Efendi geçti.

Hilâci Şeyh İbrâhim Efendi

Şeyh Mustafa Efendi’den sonra şeyhlik, Kādiriyye’den Şeyh İbrâhim Efendi’ye verildi. Bu zât-ı şerîf 1238/1822-23 te göçtü.

Şeyh Ahmed Sırrî Efendi

Bu zât-ı şerîf de Kādiriyye’dendir. 1254/1838 te göçtü. Kitâbesi şöyledir:
Yâ Hazret-i Sultan Abdülkādir Geylânî

Tarîk-i Kādiriyyeden
bu makamda
seccâdenişîn eş-Şeyh
es-Seyyid Mehmed Saîd
Efendi’nin birâderi
merhûm eş-Şeyh es-Seyyid
Ahmed Sırrî Efendi’nin
rûhiyçün el-fâtiha
sene 1254 h
fî 29 Safer[?]

Mehmed Saîd Aşkî

Şeyh Ahmed Sırrî Efendi’den sonra posta, onun kardeşi Tiryâkî Şeyh Saîd Aşkî Efendi oturdu. Şeyh Saîd Efendi, Kabakulak postnişîni Süleyman Sâfî Efendi’nin halîfelerindendir. Onunla birlikte tekke Resmiyye’ye geçmiş oldu.
Şeyh Saîd Aşkî Efendi hoşsohbet bir zât imiş. Hekimoğlu Ali Paşa (Abdal Yâkub) şeyhi Mehmed Nasreddin Efendi’den de hilâfeti vardır; ayrıca 1245/1829-30 yılında Seyyid Baba Tekkesi şeyhi Hâfız Ali Efendi’den Nakşibendiyye icâzetnâmesi almıştır. Hekimoğlu Ali Paşa Tekkesi ile Kādirîhâne şeyhi Mehmed Emin Efendi’nin meclislerinden ayrılmazmış.
Mehmed Saîd Efendi Hazretleri 10 Rebîülevvel 1271/1 Aralık 1854 târihinde göçmüş, tekkesinin hazîresine sırlanmışdır. Şâhidesinde şunlar yazılıdır:
Yâ Hû
Tarîk-i Âliyye-i Kādiriyye’den
bu dergâh-ı şerîfde seccâde
nişîn olan merhûm ve mağfûr
eş-Şeyh es-Seyyid Saîd
Efendi’nin rûhçün
el-Fâtiha
sene 1271
fî 10 Ra
Mehmed Saîd Aşkî Efendi’nin mezar taşı
Mehmed Saîd Aşkî Efendi’nin mezar taşı

Şeyh Saîd Aşkî Efendi Hazretleri’nin halîfeleri

Mehmed İzzet Efendi
Zâkirbaşı Mehmed İzzet Efendi, mükemmel bir zâkirdi. Kendisi de, oğlu Hayri Efendi de, torunu İbrâhim Halil Efendi de, Merkez Efendi Tekkesi’nde ve diğer kıyâmî devrân tekkelerinde zâkirbaşılık etmişler ve meşhur olmuşlardır.
Mehmed İzzet Efendi’nin bir tekkede postnişîn değildir. Tâc ve gül işlerdi. Bunları Kabakulak Âsitânesi şeyhi İsmâil Hakkı Efendi’ye de öğretmişti.
Hazret 25 Muharrem 1290/25 Mart 1873 Pazartesi günü irtihâl etdi. Kocamustafapaşa’da, Ağaçkakan Bedevî Tekkesi hazîresinde gömülüdür. Mezar taşı yoktur.
Şeyh Attar İbrâhim Efendi
Attar İbrâhim Efendi, Eyüp’te bulunan Molla Çelebi Tekkesi şeyhi idi.
Şeyh Ahmed Sıdkî Efendi
Şeyh Abdülhalîm Zikrî Efendi
Mehmed Saîd Aşkî Efendi’nin halîfelerinden biri de Bülbülcüzâde Tekkesi şeyhi Hacı Abdülhalîm Zikrî Efendi’dir. Bülbülcüzâde Tekkesi’ni Resmiyye’ye geçiren bu şeyh 3 Zilhicce 1320/3 Mart 1903’de göçdü, tekkesinde sırlandı.

Şeyh Abdülkādir Efendi

Tiryâkî Şeyh Saîd Efendi’den sonra posta onun oğlu ve Kādirîhâne şeyhi Mehmed Şerâfeddin Efendi’nin halîfesi olan Şeyh Abdülkādir Efendi geçti (doğumu 1262/1845-46, rıhleti 28 Ramazan 1298/24 Ağustos 1881). Çocuğu yoktur. Tekkenin hazîresinde yatıyor.

Şeyh Hacı Hasan Efendi el-Kādirî

Tekkenin bir sonraki şeyhi, iç bostan dellallarından Şeyh Hacı Hasan el-Kādirî Efendi olup, bu zât-ı şerîfin zamânında tekke yenilenmiştir. Bu yüzden Şeyh Hasan Efendi, tekkenin üçüncü bânisi sayılır. Tertemiz kalpli bir insan olan Hacı Hasan Efendi, 6 Zilkāde 1307/23 Haziran 1890 Pazartesi günü fânî âlemi terk etti. Mezar taşında şöyle yazılıdır:
Yâ Hû

Bu dâr-ı mihneti zannetme câ-yı istirâhatdır
Cihân içre saâdet âkil isen terk-i râhatdır
Deni dünyânın âhir mülkü fânî hükmü zâildir
Sürûru gam, san‘atı bâis-i renc ü meşakkatdir
Bu hânkâh-ı şerîfde postnişîn
iken irtihâl-i dâr-ı bekā eyleyen Tarîkat-i
Âliyye-i Kādiriyyeden bânî-i sâlis
eş-Şeyh Hacı Hasan Efendi’nin rûh-i
şerîfine el-fâtiha
1307 sene
fî 6 Zilkāde yevm-i isneyn

Şeyh Mehmed Gâlib Efendi

Şeyh Hacı Hasan Efendi’den sonra irşad görevini onun üvey oğlu ve halîfesi, gümrük ketebesinden Şeyh Mehmed Gâlib Efendi aldı. Aksaray’da Kara Mehmed Paşa Câmi-i şerîfinin imamı olan bu zât da 1327 Zilkādesi’nde/1909 Kasım-Aralığı’nda göçtü.

Şeyh Abdünnebi Efendi

Gâlib Efendi’den sonra Merkez Efendi tekkesi şeyhi Ahmed Mesud Efendi’nin (r. 6 Rebîülevvel 1332/2 Şubat 1914) küçük kardeşi Abdünnebi Efendi posta geçdi. ‘Nebi Efendi’ diye de anılan bu zât-ı şerîf 8 Receb 1330/23 Haziran 1912 günü rıhlet etti. Merkez Efendi hazîresinde yatmaktadır.

Şeyh Mesud Efendi

Abdünnebi Efendi’nin irtihâlinden sonra posta onun oğlu Mesud Efendi geldi. Tekkelerin sırlanmasına kadar irşad görevinde bulundu. Mesud Efendi de 1930 yılında göçdü.

ALINTI..
http://mustafaresmiahi.net/mustafaahi/tekkeler/peykdede.html