KARIŞIK

24 Şubat 2016 Çarşamba

PİR SULTAN ABDAL.banaz

PİR SULTAN ABDAL..
sivas yıldızeli..banaz




PİR SULTAN Sivas’ın Yıldızeli İlçesinin Çırçır bucağına bağlı Banaz köyünde yaşamıştır. Köy Yıldız Dağı eteklerinde, Çırçır’ 48km, uzakta olup denizden yüksekliği 1700 metredir. Evleri kerpiç, damları toprak, içi dışı ak toprakla sıvanmış, çoklukla tek katlı, soğuğa karşı birkaç metre yere gömülüdür.
İlk olarak köye araştırma yapmak üzere 1939 yılında Pertev Naili Boratav gitmiş, ondan yirmi yıl sonra öğretmen İbrahim Aslanoğlu, daha yakın yıllarda da Hüseyin buluz birer ziyaret yapmışlardır.
Bu kişilerin anlatıklarına göre; Pir Sultan’ın oturduğu ev şimdi de durmaktadır. Evin önünde, Pir Sultan’ın asasının ucuna takarak Horasan’dan getirdiği bir değirmen taşı, bir söğüt ağacı (Buluzun söylediğine göre çem ağacı)vardır. Bu ev, ağaç kutsal sayılır, ziyaret edilir. Pir Sultan yaz aylarında, havaların iyi olduğu günlerde , ağacın altındaki Horasan’dan getirdiği taşın üstüne oturup karısı ile sohbet etmeyi pek severmiş. Evinin yanında (bu günbakımsız bırakılmış) birde bahçesi varmış.
Buluz’un 1969’da yaptığı ziyaretten önce1966’da Akşam Gazetesi muhabiri Cengiz Tuncer de Banaz’a gitmiş, bilinen halk rivayetlerine dayanarak özellikle Hızır Paşa ile ilişkilerini hikaye etmiştir. B u dizi yazıların arasında ilk olarak köyle ilgili resimler çıkmıştır.
MEZARI
SİVAS’TA eskiden adı Keçibulan iken sonradan Pir SULTAN’IN ASILMASIYLA Darağacı denilen yerdir. Şimdi buraya Kepçeli denilmektedir. Bugün Sanayi Çarşısının tam karşısındadır. Şimdi Mal Pazarı olarak kullanılan bu alanın Gazhane bitişiğinde, sıra söğütlerin bitiminde hafif tümsek toprak yığını onun mezarıdır. Üstü moloz taşlarla örtülüdür. Mankıbeye göre taşlar asılma sırasında Hızır Paşa’nın emriyle Pir Sultan’ın taşlanmasında kullanılan taşlardır.
Gerçek mezarırnın burası olaması gerekir. Halk da burasını göstermektedir.. Her halde asaılmadan sonra ailesi ve müritleri hükümet korkusundan alıp köylerine götürmemiş olmalıdır. Eğer götürselerdi, bakımlı bir ziyaret yeri olurdu. Oysa, köyde böyle bir şey yokyur.
Yıllar sonra hakkında söylenenler geliştikçe efsanelere bürünmüş, bunun sonucunda bir söylentiye göre; Pir Sultan, Sivas’ta asılmış fakat darağacından inmiş, Erbil’e gitmiş orada gömülmüştür. Bir de S. Nüzhet’in Bektaşi geleneğine göre, Merzifon’da yattığını vardır ki, her iki rivayetin doğruluğu kabul edilemez.
Ayrıca Kemaliye (Eğin) ve Divriği ilçelerinin ortak yaylası olan Sarı Çiçek yaylasının bir bölgesinin adı <<Koca Haydar>>dır. Burada bir tepenin doruğunda bir kümbet vardır ki burada Koca Haydar adında bir veli yatmaktadır. Koca Haydar’ın sürüp gelen soyu ve oturdukları köy Kemaliye sınırları içindedir. Koca Haydar, Sivas ve Divriği bölgelerinde ünlü bir ocaktır.
Koca Haydar’ın türbesini çevreleyen dağın doğu yönünde bulunan Bizmişen, Ağıl, Dilli köyleri aynı yamaç üzerinde olup halkın hepsi Alevi’dir. Ağıl köyü bu bölgede ocak tanınır. Kemaliye ve çevresinde Alevi bulunmadığına göre, adı geçen köyler halkının XVI. Yüzyılda hükümetin Alevi’leri sıkıştırması üzerine Sivas yöresinden buraya geldikleri düşünüle bilir. Burada yatan Koca Haydar’ın Pir Sultan olduğu söylenmektedir. Bilndiği gibi Pir Sultan’ın adı Koca Haydar’dır. Sarı Çiçek yaylasının, Banaz köyünün bağlı olduğu Yıldızeli ile sınır sınır ortaklığı da vardır. Adı geçen köylerin 918/1512 tarihli Diyarbekir defterinde adları geçmektedir. Bu Koca Haydar mezarı Pir Sultan için yapılmış makam olmalıdır. (Bk. : Mehmet Hilmi Gür, Pir Sultan Abdal’ın Mezarı; Türk Folklor Araştırmaları, sayı 255)
PİR SULTAN’IN SÖYLEDİĞİ
ŞAH İSMAİL, Akkoyunlu Devletini yıkıp Şah olduktan sonra Bağdat şehri de kendisine geçmişti. Ölümünde yerine oğlu Şah Tahmasb geçmiş, Kanuni Sultan Sülayman 1534 yılında doğuya yaptığı seferde Bağdat’ı almıştı. Tahmasb’ın saltanatı sırasına rastlayan bu olay Anadolu Alevilerini çok üzmüş, Pir Sultan bunun üzüerine yanık şiir söylemiştir. Bu şiir aşağıya alınmıştır:
9
Güzel Şah’ım çok yerlerden görünür
Aslı nedir, neye verdin Bağdad’ı
Akıl edemedim senin sırrına
Aslı nedir, neye verdin Bağdad’ı
Yazık değil mi müminle müslüme
Ne getirdin Yezid’i Bağdad üstüne
………………………………………..
Aslın nedir, meyve verdin Bağdad’
Yok mu bunda erenlerin yardımı
Ne çekersin cevrin derdini
Yiğide ar değil mi vermek yurdunu
Ah Hünkar’ım neye verdin Bağdad’
Çeksen de askerini gelsen idi
Hacı Bektaş Hanı’na konsan idi
Kırsan ol yezid’i olmaz mı idi
Ah Hünkar’ım neye verdin Bağdad’ı
Ah gidi yezit hendekler doldurdu
Kırdı Hurmail’i aldı Bağdad’ı
Çağrışıp geliyor yeşil ördeği
Aslı nedir, neye verdin Bağdad’ı
PİR SULTAN’ım der ki, üçler yediler
Kırklar da hazır idiler
Bağdad’ı Basra’yı verdi dediler
Aslı nedir, neye verdin Bağdad’ı
Şiiri S. Nüzhet biraz değişik olarak Hatayi adına yayınlamıştı (Bektaşi şairleri, 1930). Sonradan çıkardığı Hatayi Divanı’nda yanlışlığı kabul etmiştir. (s. 231). Boratav da yanlışlığa tokunmuş, şiirde geçen Şah’ın Tahmasb olacağını bildirmişti (s. 71, not: 2). İlk olarak gerçek sahibini ortaya koyduğumuz bu şiir iki bakımdan önemlidir. Birisi Pir Sultan’ın yaşadığı zamanı bildirmesi, öteki de Şah Tahmasb’la, daha doğrusu İran’la yakın ilgidir. Bu ilgi ve sevgi, yeniçeriler arasında da sürmüştür. Ama, onlar doğrudan eyleme geçmişlerdir. Ancak uzaktan bir sevgi göstermişlerdir. Nitekim doksan yıl sonra, 1623’de Şah Abbas, Bağdat’ı geri aldıktan sonra yeniçeri şairi Kul Mustafa şu şiiri söylemiştir:
10
Pirliğinde düşman sözüne uydun
Şah ne akıl ettin aldın Bağdad’ı
Malum oldu kendi kendine kıydın
Şah ne akıl ettin aldın Bağdad’ı
Tuğlar çıkıp sancağımız çekilir
Bir od düştü cihan yanar yıkılır
Yine ilin vilayetin yıkılır
Şah ne akıl ettin aldın Bağda’ı
Gaziler şemşirin alıp destine
Dökerler kanını Irak çölüne
Ser veririz İmamlar yoluna
Şah ne akıl ettin aldın Bağdad’ı
Askerle doludur dağ ile taşlar
Akar gözlerimden kan ile yaşlar
Al-i Osman serdarı Tebriz’de kışlar
Şah ne akıl ettin aldın Bağdad’ı
Mustafa eydür, gel etme inadın
Nice kere kendi kendin sınadın
Sultan Murat kırar kolun kanadın
Şah ne akıl ettin aldın Bağdad’ı

ŞAHKULU SULTAN TEKKESİ

ŞAHKULU SULTAN TEKKESİ

istanbul..merdivenköy














Kadıköy İlçesi’nde, Merdivenköy Mahallesi’nde yer alan ve İstanbul’un çevresindeki en eski Türk tesislerinden olan Şahku­lu Sultan Tekkesi, bazı kaynaklara göre, 1329’da Osmanlıların galibiyeti ile sonuç­lanan Pelekanon meydan savaşını müteakip Orhan Gazi tarafından bir Ahî zaviye­si olarak kurulmuştur.. Bu meyanda, söz konusu savaştan sonra Orhan Gazi İzmit Körfezi’nin kuzey kıyısını, Üsküdar’a kadar fethettiğinde, Bizans İmparatoru III. And- ronikos’un, Şahkulu Sultan Tekkesi’nin ye­rinde bulunan av köşkünde sulh müza­kerelerinin yapıldığı, bu görüşmeler sıra­sında, Orhan Gazi’nin, sulh şartları ara­sında, av köşkünün Ahîlere verilmesini is­tediği ve bu şartı Bizanslılara kabul ettirdi­ği, Orhan Gazi’nin dedesi olan Şeyh Ede- bâli’nin yeğeni Ahî Ahmed’in zaviyenin ilk şeyhi olduğu ileri sürülmektedir. Gerek söz konusu zaviyenin, gerekse de “Abda- lân-ı Rum” ve “Gaziyân-ı Rum” zümrele­rine mensup olan, ancak menkıbelerine ve hatıralarına daha sonra Bektaşî’lerin sahip çıktığı birtakım savaşçı-kolonizatör derviş­lerin (Sancakdar Baba, Mansur Baba, Se­merci Baba, Mâh Baba, Gözcü Baba, Yö­rük Baba, Gül Baba, Eren Baba, Garipçe Baba, Buhur Baba, Kartal Baba, Balcı Ba­ba) aynı yıllarda Kartal-Üsküdar eksenin­de tesis etmiş oldukları zaviyelerin, daha ziyade Bizans’ı gözetlemekle yükümlü, ile­ri karakol niteliğinde kuruluşlar oldukları söylenebilir.
Ankara bozgunundan (1402) sonra, Gebze’nin batısındaki Osmanlı toprakla­rının Emir Süleyman Çelebi tarafından II. Manuel Palaeologos’a terk edilmesi sonu­cunda, civarında bulunan diğer zaviyeler­le birlikte, burası da ortadan kaldırılmış, Bektaşî geleneğine göre bu sırada, tekke­nin banisi ve ilk şeyhi olarak kabul edi­len Şahkulu Sultan ile çevredeki zaviye­lerin, “40 erenler” olarak anılan şeyhleri şehit edilmişlerdir. Bu olaydan kısa süre sonra I. Mehmed (Çelebi) bu bölgeyi yeni­den Osmanlı topraklarına katarak Şahkulu Sultan Tekkesi’ni ihya etmiştir. Tekkeye adını vermiş olan, “Şahkulu Sultan” veya “Şahkulu Baba” olarak anılan şeyhin ha­yatı ve kimliği hakkında bilinenler Bektaşî mitolojisindeki birçok başka sima gi­bi, hemen bütünüyle menkıbelerin müp­hem verilerinden ibarettir. Bazı araştırma­cılar, Bektaşî geleneğinde Horasan kö­kenli bir veli olarak kabul edilen Şahkulu Sultan’m, aslında II. Bayezid dönemin­de vuku bulan Şah İsmail yanlısı ayaklan­manın başı olup Osmanlı tarihçilerinin “Şeytan Kulu” olarak adlandırdıkları Kızıl­baş şeyhi olduğunu iddia etmektedir. Şahkulu Sultan Tekkesi muhtemelen 15. yy’ın sonlarında veya 16. yy’m ilk çey­reğinde eski ağırlıklarını yitiren Ahilerden yeni teşkilatlanan, kendilerine bağlanan Yeniçeri Ocağı’nın da etkisiyle gitgide güç­lenen Bektaşîlere intikal etmiştir. Bundan sonra Şahkulu Sultan Tekkesi Bektaşîliğin İstanbul’daki âsitanesi, ayrıca bu tarikatın Osmanlı topraklarındaki bütün tekkeleri içinde en önemlilerinden birisi olarak var­lığını sürdürmüştür. Bazı kaynaklarda, Ba- bagân (mücerred) koluna bağlı Bektaşî tekkeleri arasında Şahkulu Sultan Tekke- si’nin Kırşehir’deki pir evinden ve Dimeto- ka’daki Seyyid Ali Sultan Tekkesi’nden sonra üçüncü sırayı işgal ettiği bildirilmek­te, diğer bazı metinlerde ise bu tekkeye “âsitane-i saniye” ve “ikinci pir evi” denil­diği görülmektedir.
Osmanlı başkentini Anadolu’ya bağla­yan yolun üzerinde bulunan Şahkulu Sul­tan Tekkesi’nin Devlet-Ordu-Bektaşîlik iliş­kilerinde ve teşrifatta özel bir yeri vardı. Bu meyanda pir evinden İstanbul’a gelen dedebabalar İstanbul’daki Bektaşî ricali ve Yeniçeri Ocağı’nm ileri gelenleri tarafın­dan, gösterişli bir merasimle Şahkulu Sul­tan Tekkesi’nde karşılanır, burada bir müddet dinlendikten sonra İstanbul’a nak­ledilirler, Kırşehir’e dönüşlerinde de yine bu tekkeden uğurlamrlardı. 1826’da Ye­niçeri Ocağı ile birlikte Bektaşî tarikatının da lağvedilmesi üzerine Şahkulu Sultan Tekkesi Bektaşîlerden Nakşibendîlere dev­redilmiş, o tarihteki postnişini Âhir Meh- med Baba dört dervişi ile beraber Tire’ye sürülmüştü. Bu hengâmede tekkenin yık- tırılmasa bile en azından tahribe uğradığı tahmin edilebilir. Bilindiği gibi 1826’dan tekkelerin kapa­tıldığı 1925’e kadar Bektaşîlik resmen mül­ga sayılmış, Tanzimat’tan ve özellikle bu tarikata yakınlığı olduğu bilinen Abdüla- ziz’in tahta çıkmasından (1861) sonra Bek­taşîlere devletçe müsamaha gösterilmeye başlanmış ve “Nakşibendî” adı altında ken­di geleneklerini sürdürmelerine göz yu­mulmuştur, Bu arada Şahkulu Sultan Tek­kesi’nin de bir durgunluk devresinden sonra geçen yüzyılın ortalarından itibaren yavaş yavaş canlandığı ve Bektaşîler nez- dindeki eski önemini kazandığı gözlen­mektedir. Tekkenin günümüze intikal et­miş olan yapıları bu ikinci kuruluş devri­ne aittir. Özellikle bu dönemin postnişin- lerinden Mehmed Ali Hilmî Dedebaba’ mn(->) (ö. 1’907) meşihatı (1863-1907) bo­yunca Şahkulu Sultan Tekkesi yoğun bir imar faaliyetine sahne olmuştur.
Cümle kapısında bulunan 1291/1874-75 tarihli kitabe tekkeyi oluşturan bütün bina­lar için geçerli bir ihya kitabesi olmadığı gibi, tekkenin çekirdeğini teşkil eden mey­dan evi ile buna bağlı büyük aşevi-“kiler evi” çamaşırhane-hamam kanadının mima­ri özellikleri, ayrıca tekkenin tarihçesine ilişkin bilgiler bu bölümlerin 19. yy’m or­talarında inşa edildiğini göstermektedir. M. Ali Hilmi Dedebaba’mn 1286/1869-70’te ikinci kere pir evini ziyaretinden dönüşün­de tekkeyi tamir ettirdiğini ve genişletti­ğini matbu divanındaki biyografisinden öğreniyoruz. İkametgâh bölümü meydan evinin kuzeyine bu tarihten sonra, cümle kapısındaki kitabenin işaret ettiği 1291/ 1874-75’te eklenmiş olsa gerektir. Aynı şe­kilde cümle kapısından başka bunun ya­nındaki bölümlerin (kapıcı can hücresi, ba­cılar mahfili, at evi) bu tarihte inşa edildi­ği, meydan evinin, büyük aşevi-“kiler evi” çamaşırhane-hamam kanadının da aynı ta­rihte esaslı bir onarım geçirerek son şek­lini aldığı tahmin edilebilir. 19. yy’m dör­düncü çeyreğinde de imar faaliyetinin de­vam ettiği, 1309/1892’de bir “zenbûr evi” (arı kovanı) ve 13’13/189Ğ’da da şeyh oda­sı niteliğinde bir mekânın inşa edildiği an­laşılmaktadır.
1925’te kapatıldıktan sonra mülkiyeti Vakıflar İdaresi’ne intikal eden Şahkulu Sultan Tekkesi bir müddet son postnişin Haşan Tahsin Baba’nm ve bazı dervişle­rin meskeni olarak kullanılmış, bu son ku­şağın vefatını müteakip terk edilerek harap olmaya başlamıştır. Günümüze ulaşama­mış olan bazı bölümlerin bu devirde or­tadan kalktıkları bilinmektedir. 1965 civa­rında Vakıflar İdaresi tekkenin bir kısmı­nı (meydan evi ile buna bitişik olan bazı bölümleri) restore ettirmiş, ancak herhan­gi bir fonksiyon verilmediğinden yapılar yeniden harabiyete yüz tutmuştur. Son yıl­larda kurulan Şahkulu Sultan Külliyesi’ni Onarma ve Yaşatma Derneği tekkeyi aslı­na uygun biçimde tamir ettirerek Bektaşî kültürünün yaşatıldığı bir merkez haline getirmiş bulunmaktadır.
İstanbul’da Bektaşîliğin en parlak tem­silcisi olan Şahkulu Sultan Tekkesi yeni- çerilik-Bektaşîlik bağından kaynaklanan askeri, siyasi öneminin yanısıra Bektaşî edebiyatı ve musikisinde de önemli bir ye­re sahiptir. Özellikle Bektaşîlerden başka diğer tarikat ehli arasında da sevilen ve sa­yılan, bir müddet Kırşehir’deki pir evinde dedebabalık yapacak kadar nüfuzlu olan şair ve bestekâr M. Ali Hilmi Dedebaba’mn meşihatı sırasında Şahkulu Sultan Tekke­si verimli bir kültür hayatına sahne olmuş­tur. Ayrıca haziredeki mezarlardan da gö­rüleceği üzere, mensupları arasında devlet ricalinden birçok kimsenin bulunduğu bu tekke “aristokrat” havalı İstanbul Bektaşîli­ğini temsil etmekteydi.
Kaynaklarda çeşitli başka adlarla da (Gadnî Dede, Hamdi Baba, Merdivenköy, Şahkulu Baba, Şeyh ıMehmed Ali Baba) anılan Şahkulu Sultan Tekkesi’nin ayin gü­nü perşembe idi. Mücerred erkânının uy­gulandığı tekkede, Dahiliye Nezareti’nin R, 1301/1885-86 tarihli istatistik cetvelinde 30 erkeğin ikamet ettiği belirtilmiştir. Vak’a-i Hayriye’den (1826) önceki dönemde adla­rı tespit edilebilen postnişinler Mustafa Ba­ba (ö. 1682), Yusuf Baba (ö. 1685), Mürşid Ali Baba (ö. 1697), Hacı Feyzullah Efendi iö. 1761), Mahmud Baba (ö. 1793), İsma­il Baba (o. 1796), Ali Baba (ö. 1813) ve Âhir Mehmed Baba’dır. Vak’a-i Hayriye’ den kısa bir süre sonra tekkenin Halil Rev- nakî Baba (ö. 1850) tarafından canlandı- rıldığı rivayet edilmekte fakat ikinci bâni olarak genellikle Ahmed Baba (ö. 1849) kabul edilmektedir. Daha sonra meşihat görevini üstlenen postnişinler ise Hacı Sa­dık Baba (ö. 1852), Hasan Baba (ö. 1857),
Ali Baba (ö. 1863), Mehmed Ali Hilmi De- debaba (ö. 1907), Filibeli Mustafa Yesarî Baba, Ahmed Burhan Baba, Hacı Ahmed Baba (ö. 1918), Ubeydullah Baba, Filibeli İbrahim Fevzî Baba, Ahmed Nuri Baba, Yalvaçlı Mehmed Tevfik Baba ve Merhaba Tahsin Baba’dır.
Şahkulu Tekkesi bütün Bektaşî âsitane- leri gibi şehrin dağdağasından uzak, mesi­re niteliğinde, asude bir mevkide, geniş bir arazi içinde yer alır. Günümüzde tekke­nin arsası doğuda imam Ramiz. (l’ekke Al­tı) Sokağı, batıda Mania Yolu, güney ve kuzeyde ise komşu parsellerle çevrilidir. İmam Ramiz Sokağı’nm ötesinde Şahkulu Tekkesi’ne bağlı olanların gömülü bulun­duğu geniş bir mezarlık doğuya doğru uzanır.
Tekkenin cümle kapısı kuzeyde, bu­günkü İstanbul-Ankara otoyolu yönünde yer alır. Cümle kapısının dışında, ulu bir çı­narın altında tekkeye bağımlı olan Mâh Ba­ba Çeşmesi bulunmaktadır. Bu çeşmenin yanında günümüze ulaşamamış bir namaz­gah ile tekkeyi ziyarete gelenlere selam­lık vazifesi gören bir kahvehanenin var ol­duğu bilinmektedir. Cümle kapısından tek­kenin bahçesine girildiğinde sağda “kapıcı can” hücresi ile kadınların ağırlandığı bacı­lar mahfili sıralanır. Aynı sırada yer alan üçüncü birimin de ahırların bakımı ile yü­kümlü olan at evi babasına ait olduğu tah­min edilebilir. Söz konusu mekânların ar­kasında kuzey yönündeki çevre duvarı bo­yunca tekkenin at evi (ahır) uzanır.
Cümle kapısının soluna, kuzey-güney doğrultusunda tekkenin en önemli bölüm­lerini barındıran ana bina yerleştirilmiştir. Bu bölümler kuzeyden güneye doğm, tek­kede yaşayan mücerred babalara ve der­vişlere (canlara) mahsus iki katlı ikamet­gâh, bu kanadın içinde gündelik yemeğin pişirildiği küçük aşevi, ayinlerin icra edil­diği meydan evi, özel günlerde kullanılan büyük aşevi ve bununla iç içe bulunan ça­maşırhane, “kiler evi”, hamam, aşevi baba­sı ile “kiler evi” babasının hücreleridir. Ana bina kuzey ve doğu yönlerinde daha zi­yade babaların gömülü olduğu bir hazire ile kusatılmıstır.,Sahkulu Sultan’ın acık türbesi de bu hazirededir. Ana binanın batı yönünde ise bahçeye nazır setler üzerin­de havuzlar ye çardaklar göze çarpar. Bu kesimde, cümle kapısının tam karşısında, tekkeye gelen hatırlı misafirlerin ağırlandı­ğı, şeyh odası niteliğinde bir mekânın bu­lunduğu bilinmektedir. Ayrıca tekkenin bahçesinde ekmek evinin (fırın), zenbûr e- vinin (arı kovanlarını barındıran yapı), ko­yun ve inek ağıllarının ve kozahanenin du­var kalıntıları, çeşitli bostan kuyuları ve bir su kulesi görülmektedir.
Tekkerin yakınındaki Çemenzar mev­kiinde ise kuruluşundan beri tekke ile bağlantılı olan ve M. Ali Hilmi Dedebaba tarafından 1307/1889-90’da tamir ettirilen GözcyJBaba makamı ve haziresi bulun­maktadır. Göztepe semtinin adını bu ma­kamdan aldığı unutulmamalıdır, Yine bu mevkide tekke sakinleri tarafından yazlık ikametgâh olarak kullanılan büyük bir ah­şap köşkün yer aldığı malumdur.
Önünde atlar için düşünülmüş uzun ya­lağı ile tipik bir kır çeşmesi olan Mâh Baba. “Çeşmesi’nin aynataşmda ve musluk yerin­de’teslim taşı kabartmaları dikkati çeker. Tepede Iİ. Âbdüİhamid’in tuğrası ve 1315/ 1897 tarihi yer almaktadır. îki mısralık.man­zum kitabenin, sülüsle yazılmış olduğu se­zilmekte ise de günümüzde okunması im­kânsızdır.-
Namazgâh bütünüyle ortadan kalkmıştır.. Buradan getirildiği anlaşılan 1161/1748 tarihli mihrap taşı yakın tarihe kadar mey­dan evinin duvarına dayalı olarak durmakta taşın üst kesiminde Lale Devri üslubunu anımsatan kabartmalar bulunmaktaydı.
Cümle kapısının dikdörtgen açıklığı kesme küfekiden sövelerle kuşatılmıştır. Düşey çubuklarla ve dairevi madalyonlar­la donatılmış olan yan sövelerin üst biti­minde teslim taşı kabartmaları yer alır. Üst söve başlığının tam ortasına da Bektaşîlerce kutlu ‘sayılan ve “Hacıbektaş taşı.” ola­rak adlandırılan oniksten bir teslim taşı ka­kılmıştır. Üst söve başlığı yanlarda pilastr- larla kuşatılmış, üst sınırı bir silme kuşağı ile belirtilmiş, silmenin üzerine oturan ki­tabe levhası bileşik kemer görünümünde bir alınlığın içine alınmış, yanlara, pilastr- larm hizasına, dikdörtgen prizma biçimin­de, üstlerinde birer kürenin bulunduğu ba­balar yerleştirilmiş, alınlığın tepesine alem olarak “horasanî” denilen tipte bir Bektaşî tacı oturtulmustur. Sülüs hatla yazılmış olan manzum kitabe 1291/1874-75 tarihlidir.
Boyutları en geniş yerinde 47×32 m’yi bulan ana binanın kuzey kesimi iki katli
ikametgâh bölümüne tahsis edilmiştir. “L” planlı bir kitle oluşturan ikametgâhın du­varları tuğla ile örülmüş, pencerelerin bü­yük çoğunluğu ile kapılar sepet küpü kemerlerle donatılmıştır. Alaturka kiremit kaplı  bir çatı île ortülü olduğu bilinmek­tedir. 1960larda vuku bulan bir yangın so­nucunda söz konusu kanat harap olmuş, son yıllarda yalnız cepheleri eski haline uygun olmak kaydıyla yeniden inşa edil­miştir. Bu yüzden özgün planı hakkında bildiklerimiz sınırlıdır. “Esâs giriş güneyde yer almakta, ayrıca kuzeye “Şahkulu Sultan” makamına açılan, diğer bir kapı bulunmak­tadır,
Ana binanın güney kesimini işgal eden tek katlı kanada batı cephesinden girilir. Duvarlar moloz taş. ve. tuğla, ile örülmüştür. Büyük aşevi ile çamaşırhanenin ortaklaşa sahip oldukları, düzgün olmayan bir plana sahip mekân yaklaşık 12×6 m boyutlarındâdır. Girince sağda aşevinin büyük oca­ğı göze çarpar. Burada ilginç olan ocağın aynı zamanda, hemen arkasında bulunan hamamın külhanı olarak kullanılacak şekilde tasarlanmasıdır. Aşevi ocağından sonra hamamın girişi bunun da ötesinde ça­maşırhane ocağı yer alır. Solda (kuzey yonünde) meydan evinden bu kanada açılan iki tane kapı-pencere görülür. Doğuda yan yana “kiler evi” ile “kiler evi” babasının hücresi sıralanmaktadır. Isı kaybını asga­riye indirmek için hamamın aşevi ocağı ile ile çamaşırhane ocağının arasına yerleştirilmiş olması dikkati çekmekte aynı ilginç çözüm daha önce 1748 tarihli Ab- dal Yakub Tekkesi’nde karşımıza çıkmakta’dır.
Bir câmekân-ılıklık, bir halvet ve bir heladan oluşan hamamda ilginç mimarı ayrıntılar göze çarpar. Bunlardan biri halvet ile camekan-ılıklık arasındaki duvarlarda bulunan tütekli bir lamba penceresidir. Diğeri de camekan-ılıklık  mekânının gü­ney duvarında yer alan, alçı kabartma perde motifleri ile çerçevelenmiş ve geç dönem halk resmi türünde hayali bir peyzaj­la  bezenmiş olan niştir. Aşevi babasının hücresi kanadın güneybatı köşesine sonradan eklenmiştir.
Bütun bu bölümler içinde, gerek tekke­nin fonksiyon şemasında odak noktasını teşkil etmesi, gerekse de mimari özellik­leri bakımından en önemlisi şüphesiz ki .meydan evidir. Tekkenin ana binasının or­tasında yer alan meydan evi kuzeyde tekke sakinlerinin odalarını ve küçük aşevini barındıran iki katlı yapıya., güneyde büyük aşevi “kiler evi”, hamam, hela ve çamaşırhane böÎümlerini ihtiva- eden iki katlı diğer bir yapıya bitişiktir. Meydan evi ile bu iki yan kanat_arasında kapılar ile geçiş sağlanmıştır. Batısında ise bir giriş mekanı mahiyetinde olan taşlık ile su haznesi yer almaktadır. Sonuçta meydan evi ancak doğu yönünde serbest kalmakta ve içinde yer aldığı yapı kitlesinden dışarı taşmaktadır.
Ayrıca komşu bölümler ile böylesine kuşa­tılmış olmasına karşılık  yan kanatlara nis­petle yüksek tııtulmuş üst yapıs  sayesinde dışarıdan bakıldığında bağımsız birbölüm olarak algılanabilmektedir.
Meydan evinin planı muntazam bir onikigenden oluşur. Moloz taş ve tuğla ile örgülü, içten ve dıştan sıvalı duvarlar, ke­narları içten 2,80 m uzunluğundaki bu oni- kigeni meydana getirmektedir. Şüphe yok ki bu mekânın tasarımında çokgenler için­de onikigenin seçilmiş olmasının yegâne sebebi On İki İmam kültüne sıkı sıkıya bağlı olan Bektaşîliğin rakam semboliz­minde söz konusu sayının kutsallıkta baş­köşeyi işgal etmesidir.
Meydan evinin güneydoğu (kıble) yö­nünde yer alan ve planda 1 no. ile göste­rilmiş olan kenarında ayinlerde “taht-ı Mu- hammed”in ve “kanun çerağı”nm konul­masına mahsus bir niş bulunmaktadır. Onikigenin doğu yönünde dışarıya taşkın­lık yapan dört kenarında (2, 3, 4 ve 5 no’lu kenarlar) yerden başlayan birer kapı-pen- cere açılmış olup bunlardan hazire ve özellikle tekkeye adını veren Şahkulu Sul- tan’ın kabri seyredilmektedir. Âdeta birer niyaz penceresi niteliğinde olan bu açık­lıklar, mekânda bulunan bütün diğer pen­cere ve kapılar gibi, tuğladan örgülü sepet kulpu kemerler ile taçlandırılmış ve dış­tan küfeki söveler ile çerçevelenmişlerdir.
Kuzeydeki 6 no’lu kenarda da 1 no’lu- dakine benzer diğer bir niş görülmekte ve bunun yanlarında birer devşirme sütun parçası yer almaktadır. 7 ve 8 no’lu kenar­larda taşlığa açılan ve doğudakiler ile ay­nı boyutlara sahip olan birer kapı-pence- re vardır. Taşlıktan hem dışarıya hem de ikametgâh bölümüne geçildiğine göre, bu açıklıklar gerek tekkede meskûn olanla­rın, gerekse de ayinlere katılmak için ge­lenlerin kullanmasına mahsustur. Bunlar­dan 8 no’lu kenarda yer alan kapı-pence- reden girince sağda yine devşirme bir sü­tun parçası vardır ki “sırac-ı münir” tabir edilen kandilin kaidesi olsa gerektir. Bu kandil meydan evinin esas girişi olan ve Bektaşîlerce kendisine büyük kutsallık at­fedilen. “eşiğin” sağında bulunduğuna gö­re bu kapı eşik olmalıdır. 9 no’lu kenar­da meydan evinin çatısına çıkan kâgir merdivene geçit veren açıkiık yer almak­tadır.
Arkasını su haznesine dayamış olan 10. kenarda ise önleri yalaklı üç adet abdest musluğu bulunmaktadır. Bektaşîlerin “tel­kin ayini” tabir ettikleri “ikrar verme” ya­ni tarikata girme merasiminde “talib”in “rehber” önderliğinde birbirini müteakip üç abdest aldığı ve bunlardan sonuncu­sunun bildiğimiz namaz abdestine çok benzediği düşünülür ise, buradaki abdest musluklarının alelade bir şadırvan niteli­ğinde olmayıp tarikat erkânı ile ilgili bir fonksiyonu olduğu ortaya çıkmaktadır, Ni­tekim taşlıkta bunların eşi olan üç adet musluk daha yer almaktadır ki, kanaati­mizce cemaatin abdest almasına mahsustur.
Meydan evinin güneyinde yer alan 11. ve 12. kenarlarda, büyük aşevi, “kiler evi”, hamam, hela ve çamaşırhane gibi mekân­ların etrafında sıralandığı taşlığa açılan bi­rer kapı-pencere bulunmaktadır. Ayin me­kânı ile yemek pişirme mekânı arasında böylesine doğrudan bir ilişki kurulmasının sebebi Bektaşîliğin erkânında, meydan
Meydan evi ile güneydeki bölümlerin planı:
  1. Giriş taşlığı,
  2. meydan evi,
III. büyük aşevi,
IV, kiler evi,
V, kiler evi babasının hücresi,
  1. çamaşırhane,
VII, hamam (camekân-ıiıkhk),
V7II. hamam (halvet), IV- hela,
  1. Aşevi babasının hücresi.
  2. Baba Tanman
evinde “ayin-i cenrlerce kumlan “muhab­bet sofra’lannda “lokma görülmesi” (ye­mek yenilmesi) ve “dem alınması’’dır (şa­rap ve rakı gibi alkollü içkiler içilmesi). Ay­rıca telkin ayininde talibin aldığı abdest- lerin ilk ikisinin gusül abdesti niteliğinde olması da meydan evinin hamam ile olan bağlantısını açıklamaktadır. Yine burada meydan evi ile “kiler evi”nin yakın ilişkisi de “kiler evi”n:in yalnız yiyecek ve içecek­lerin değil aynı zamanda ayinlerde kullanı­lan çeşitli tarikat eşyasının (tespih, buhur­danlık, kandil, şamdan, teber, keşkül, ne­fir vb) saklandığı bir bölüm olması ile açık­lanabilir. Nitekim Bektaşîlikten gayri tari­katların erkânından buna benzer husus­lar olmadığı için bu tarikatlara bağlı tekke­lerin hemen hiçbirisinde ayin mekânı ile mutfak, “kiler evi” ve hamam bölümleri arasında böylesine bir kaynaşma görül­mez.
Meydan evinin duvarlarının üst kısmın­da, her kenarda birer tane olmak üzere, toplam on iki adet pencere sıralanmak­tadır. Bunlar alttakiler ile aynı karakter­de, ancak biraz daha küçüktür. Bu üst pencerelerin altında, köşelerinde Bekta­şîliğin “alamet-i farikası” haline gelmiş olan on iki köşeli teslim taşlarının kabart­ma olarak yer aldığı birer dikdörtgen mer­mer levha bulunmaktadır. Bu levhalarda zamanında On İki İtnam’ın isimlerinin ya­zılı olduğu kolayca tahmin edilebilir. Meydan evinin mimari düzeninde en çok dikkati çeken ve tekkedeki bu bölü­mün tarikat mimarisi için olduğu kadar ge­nel olarak Türk İslam mimarisi tarihinde önemli bir yer işgal etmesine sebep olan husus ise yapıda kullanılmış olan değişik örtü sistemidir. Şöyle ki, meydan evinin onikigen alanının tam ortasında, kaidesi ve başlığı onikigen olan daire kesitli bir mermer sütun yükselmekte, bu sütunun ekseni etrafında 360° dönen ve bu sütun ile duvarlara oturan, tuğla ile örülmüş bir tür ^dpa2gJorwz]]jnekânı örtmektedir.
Bu arada sütunun yerÜIdığı noktanın Bektaşîlerce “dar” veya “dar-ı Mansur” di­ye adlandırıldığı “vahdet”, yani Tanrı ile birleşme makamı olarak kabul edildiği, ay­rıca sırat-ı müstakîm”i, yani Hakka giden doğru yolu sembolize ettiği ve ayinlerde  çok önemli bir yeri olduğu göz önünde tutulur ise; bu noktada yer alan taşıyıcının inşai (rasyonel) fonksiyonunun yanısıra en az onun kadar önemli bir de sembolik (ir­rasyonel) fonksiyonu olduğu ortaya çık­maktadır. Hattâ bu mekânı kendilerine has inanç ve sembollere göre şekillendirmiş ve kullanmış olan Bektaşîlerin bu sü­tunu üst-yapıyı- taşıyan sıradan bir mima­ri unsur olarak değil meydan evinin batini (ësotérique) muhtevasının en kutsal bir parçası olarak telâkki ettikleri rahatlıkla ileri sürülebilir.
Ayrıca Bu sistemde tarikat sembolizmi­nin bir tekkenin süsleme programını ne öl­çüde etkileyebildiğini göstermesi bakımın­dan dikkat çekici ayrıntılar yer almaktadır. Tabanında ve tepesinde silmeler ile do­natılmış olan onikigen mermer kaidenin yüzlerinde, her yüzde bir’tane olmak üze­re, toplam 12 tane, şamdan üstünde mum kabartması, kaş kemerli nişler içinde yer almaktadır. Bilindiği gibi Alevilik temayyülünün  bulunduğu bütün tarikatlarda ve özellikle Bektaşîlikte mum “çerağ” olarak isimlendirilir ve “nur-ı Muhammedi’yi, ay­rıca Hz Muhammed ile aynı nurdan yaratıldığı kabul edilen Hz Ali’nin nurunu ve onun neslinden gelen On iki İmam ile bu zatların manevi vârisleri olan velilerin nurlarını sembolize etmektedir. Şüphe yok ki kaidede yer alan on iki çerağ da On İki İmam’ın nuruna işaret etmektedir. Bu sembolik içerikli süslemenin meydan evini “sırat-ı müstakim”i ifade eden orta noktasında yer alması da ayrıca dikkate değer. Sanki bu şekilde, On İki İmam’ın Tanrı’ya giden doğru yolu nurları ile aydınlattıkları gerçeği anlatılmak istenmiştir. Hurufî etkileri ile yoğrulmuş Bektaşî sembolizminde Arap alfabesindeki elif harfinin söz konusu kaidenin yer aldığı dâr noktası ile aynı şeyleri ifade ettiği de hesaba katılır ise bu kaidenin üstünde bir elif gibi göğe doğru yükselen sütunun da sırat-ı mustakimi sembolize ettiği düşünülebilir.
Bu arada söz konusu sütuna ait ola halen İstanbul’da Türk-İnşaat ve Sanat Eserleri Müzesi’nde bulunan çok değişik bir bilezikten de söz etmek gerekir. Sutunû kaideye oturduğu yerden kavradığı anla-şılan bu bilezik tunçtan mamul ve parçadan müteşekkil.olup üzerinde eşit aralıklarla monte edilmiş on iki adet el yer almaktadır. Gerçekçi bir üsluba ve çok temiz bir işçiliğe sahip olan bu eller yumruk şeklinde sıkılmıştır. başparmakları ile işaret parmakları arasında kalan boşluklara ilerde uyandırılmak üzere çerağların yerleştirildiği muhakkaktır. Bu çerağ tutan ellerin herbiri kaidedeki çerağ kabartmalarının birinin üstüne isabet etmektedir. Tekkenin onarımı sırasında bu ilginç bilezik-şamdanın bir eşi imal edilerek özgün yerine monte edilmiştir. Sütun başlığına gelince altı yuvarlak üstü onikigen olan bu başlıkta ampir üslubuna bağlanan kabartma akantus yapıları ve yumurta dizisi gibi süslemeler üretilmektedir.  Bunun üstünde yine onikigen olan impost niteliğinde ikinci bir başlık yer almaktadır. Daha yukarıda ise bundan mamul olan 12 adet akantus yapılarından oluşan bir tür taç bulunmaktadır. Yaprakların uçları sola doğru kıvrılmış olup 5 ve 6. yy’ların Bizans Mimarisinde görülen bir başlık tipini hatırlatmaktadır. Bu tacın yapraklarından 12 adet ?? silme hareket etmekte ve B. N. Şehvaroğlu’nun tabiri ile “havai fişek gibi dökülerek” duvarların köşelerine varmaktadır. Böylece yelpaze tonozun yüzeyi oniki dilime ayrılmış olmakta ve plan ile üst yapı arasında görünüş bakımından bir bütünlük sağlanmaktadır. Yelpaze tonozun aslında dıştan onikigen piramit biçiminde ahşap bir külah ile örtülü olduğu halde son tamirlerde bu çalışma iptal edilmiş ve üst yapıya dışarıdan baktığında gözün yadırgadığı çok basık bir kubbe görüntüsü verilmiştir. Meydan evinin alemi mermerden oyulmuş elifi tipte bir Bektaşi tacıdır. Aynı tekkenin cümle kapısında da karşımıza çıkan tarikat tacının alem olarak kullanılma durumu geç devir tekkelerinde çokça görülen bir özelliktir. Meydan evine özgünlük katan bu ilginç tasarım Türk-İslam mimarisinde Şahkulu Sultan Tekkesi’nden önce 12.yy’dan itibaren farklı yapı türlerinde (kümbetlerde tekkelerde sivil mimari eserlerinde) gözükmekte büyük bir ihtimalle orta direkli çadır ve ev tipinden kaynaklanan bu çözüm söz konusu tekkede Bektaşiliğe özgü sembolik değerlerle ve Osmanlı ampir üslubuna bağlanan mimari ayrıntılarla donanmış olarak karşımıza çıkmaktadır.
Baha TANMAN
İstanbul Ansiklopedisi

http://sahkulu.org/ alıntıdır..

HZ.ALİ EFENDİMİZİN TORUNU.MİRZA MAZHAR


HZ.ALİ EFENDİMİZİN TORUNU.MİRZA MAZHAR

Canlar Canı-Sevgililer Sevgilisi
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri Hz. Ali Efendimiz’in (r.a) torunlarındandır. Pâk nesli, Kerbelâ’da şehid edilen Hz. Hüseyin Efendimiz’in (r.a) kardeşi Muhammed b. Hanefiyye hazretlerine dayanır.
Hindistan’da soylu ailelerden gelenlere ve seyyidlere özel bir unvan verilirdi. Bu yüzden kendisine Hz. Ali’nin (r.a) neslinden geldiği için “Mirza” denildi.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri insanlara huzur veren bir candı. İlham kaynağı bir sevgiliydi. Canlara can olan bir veliydi. Âlimlere, âbidlere, velîlere canlılık kazandıran bir candı. Bu yüzden kendisine “Cân-ı Cânân” (canlar canı, sevgililer sevgilisi) denildi. O, meşhur hadis ve fıkıh âlimi Şah Veliyyullah Dihlevî’nin dediği gibiydi:
“Bu dünyada Hz. Mazhar’ın bir benzeri daha yoktur.”
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri 1111 (1700)yılında doğdu. Henüz beş yaşlarında iken bile üzerinde görülen olağan üstü güzellikler bambaşkaydı. Allah sevgisi dillere destandı. İlâhî aşk onda doğuştandı. O seçilmişti.
Dokuz yaşlarında iken Hz. İbrahim aleyhisselâmın pek çok mânevî güzelliklerine şahit olmuştu. Yolda yürürken, “Ben, sıfatıyla Kur’an’da geçen ve ikinin ikincisi diye anılan Hz. Ebû Bekir Efendimiz’i (r.a), yolda yürürken daima önümde görüyorum” derdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine âşıktı. O hep gözünün önündeydi.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretlerinin sözlerin yetersiz kaldığı nice mânevî güzellikleri vardı. Bu yüzden olsa gerek babası, onun yetişmesine çok daha fazla özen gösterdi. Zâhirî ilimleri tamamladığında yaşı henüz on sekizdi.
İlâhî irade onu, mânevî âlemlere sevketti. Tatlı bir esintiydi bu. Rahmetti, lutuftu, şerefti. Bu ilâhî ikram Hz. Mazhar’ı, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) pâk neslinden gelen bir zatın nurlu ellerine ve gönüllerine bağladı: Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretleri…
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri nur-ı Muhammedî olan bir velînin dergâhında yetişti. Onun nurlu nazarları altında, daha önce kimsenin içmediği ağzı mühürlü kadehlerle bâtın ilminden içti. Onun irşadı ile kendinden geçti. İlâhî mertebelere kavuştu. Mânevî âlemleri seyretti ve ona “Habîbullah” denildi. Habîbullah “Allah sevgilisi” demekti.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri mürşidi Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretlerinin terbiyesi altında Muhammedî nurlara kavuşunca, özünü buldu. Sözleri insanlara tesir eder oldu. Hayret makamlarından bilinmezlik âlemine daldı. Cehaletten hayret mertebelerine yükseldi. Asla durmadı ve dinlenmedi. Çünkü onu, Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretleri yanından hiç ayırmadı. Onu gözetti, sâfîleştirdi. Maddî ve mânevî nazarlarını onun üzerinde topladı.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri bu yüzden, velîler meclisinden ayrı kalmadı. Varlıklar âleminde adeta parlayan bir güneş oldu. Zâhir ve bâtında yetenekleri çoktu. İnsanları irşad etmek ise artık onun göreviydi. Bir gün Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretleri etrafındakilere,
“Vefatımdan sonra Mirza Mazhar Cân-ı Cânân halifemdir” dedi. Böylece ona bir sıfat daha verildi. Şemseddin yani dinin güneşi… Artık onun tam adı şöyleydi: “Şemseddin Habîbullah Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri.” Zâhirde ve bâtında alması gereken sıfatları almıştı.
Mürşid-i Kâmillere Hayran
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri mürşidi Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretlerinin vefatından sonra iki yıl süreyle onun kabrinde tefekkür âlemine daldı. Ondan mânevî feyizler aldı. Ancak Allah sevgisi kendisinde coşkuluydu. O, kâmil velîlerden nurlar almaya doymuyor, can tazelemek istiyordu. Bu yüzden mürşidi hayatta iken onun, diğer kâmil velîlerle irtibat kurmasına izin vermişti.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri, bundan sonra dört mürşid-i kâmilden daha mânevî terbiye gördü. Bu zatlar, silsilenin diğer kollarından gelen büyük halifelerdi. İsimleri şöyle:
1. Mevlânâ Şeyh Muhammed Efdal hazretleri…
Bu zat, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğlu Muhammed Ma‘sûm hazretlerinin oğlu ve halifesi Hüccetullah Muhammed Fârûkî hazretlerinin halifesiydi.
2. Mevlânâ Şeyh Hafız Sa‘dullah hazretleri…
Bu zat da, yine Muhammed Ma‘sûm hazretlerinin halifesi ve oğlu Şeyh Muhammed Sıddîk hazretlerinin halifesiydi.
3. Mevlânâ Şeyh Muhammed Âbid Senâmî hazretleri…
Bu zat ise, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğullarından ve babası tarafından Kâdirî şeyhi olarak tayin edilen Muhammed Saîd Fârûkî hazretlerinin oğlu Şeyh Abdülahad hazretlerinin oğlu ve halifesiydi. Bu yönüyle Hz. Mazhar, hem Nakşibendî hem de Kâdirî tarikatından icâzet almış oluyordu.
4. Mevlânâ Şeyh Muhammed Zübeyr hazretleri…
Bu zat, Muhammed Ma‘sûm hazretlerinin oğlu ve halifesi olan Hüccetullah Muhammed Fârûkî hazretlerinin torunu ve en tanınmış halifesiydi.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri bütün bu zatlarla yirmi yıl birlikte oldu. Onlara hizmet etti. Nice mânevî sırlar buldu. Böylece kemâlâtını tamamladı. İnsanları irşad etmeye başladığı zaman âdeta bir irfan deniziydi. Dalga dalga coşmaya ve taşmaya başladı. Mürşidi Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretleri ona şöyle demişti:
“Seni müjdelerim. Yüce Allah katında kabul edildin.”
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri Mevlânâ Şeyh Muhammed Âbid Senâmî hazretlerinin huzurunda iken de iltifat görmüştü:
“Şimdiye kadar sana benzeyen bir müridim olmadı. Zira senin Allah sevgin sonsuz, Resûlullah Efendimiz’e (s.a.v) muhabbetin bambaşka. Bu tarikat, sayende çok yüce mertebelere ulaşacak. İnanıyorum ki sana ‘Şemseddin ve Habîbullah’ adını Allah Teâlâ verdi.”
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri şöyle anlatıyor:
“Bir defasında da huzuruna gittiğimde Mevlânâ Şeyh Hafız Sa‘dullah hazretleri, ‘Sende gördüğüm bu muhabbete, Allah ve Resûlü’ne olan bağlılığına hayranım’ demişti.”
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri böylece çeşitli şeyhlerden ve mürşidlerden aldığı icâzetlerle Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Çiştî tarikatlarında de mürşid-i kâmil oldu. Şöyle dedi:
“Üç tarikatta velîliği (Kâdirî, Sühreverdî, Çiştî) ve bunların terbiye metotlarını, ilimlerini ve zikir usullerini Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretlerinden aldım.
O beni daha sonra Muhammedî velâyete yükseltti. O zaman daima Muhammed Mustafa Efendimiz’i (s.a.v) görmeye başladım. O her an karşımdaydı. Bulunduğum her yerde onu görüyordum.
Yedi hakikat denilen farklı terbiye usullerini de kendisine yedi yıllık hizmetim sırasında Mevlânâ Şeyh Muhammed Âbid Senâmî hazretlerinden aldım. Bundan sonra o, tam bir yıl içinde beni pek yüce mânevî güzelliklere kavuşturdu. Hemen hemen tasavvufî her mertebenin üstünlükleri bende görülmeye başladı.”
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri mürşidi Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretlerinden sonra, adı geçen dört mürşid-i kâmil de âhirete irtihal edince, sûfîlerin mânevî terbiyesini tamamen üstlendi. İrşad makamının kutbu oldu. Böylece Nakşibendî yolu ve bağlı olduğu bütün sâdât-ı kirâmın nurları, Hz. Mazhar’ın üzerinde açıkça görülmeye, bütün bölgelerden akın akın insanlar dergâhına gelmeye başladı. Kafilelerle gelen nice müridleri vardı. Her biri onu görünce kendinden geçiyordu.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri yaklaşık otuz yıl mürşid-i kâmillik yaptı. Bu süre içinde ne dünyaya ne dünyalık insanlara yöneldi. Onun tercihi sadece Allah’a kul olabilme özelliği kazanabilmekti. Buna tasavvufta “fakirlik” deniliyordu. Onun dünyevî bir isteği yoktu. Ne kendisi için görkemli bir ev yaptırdı, ne de şatafatlı bir dergâhı vardı. Onun tek bir sermayesi vardı. Onu da şöyle dile getirdi:
“Bu yolda elde ettiğim bütün sermayem, sâdât-ı kirâmı çok sevmiş olmamdır.”
Sohbetlerinden Seçilenler
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri şöyle anlattı:
Tasavvuf yolunu tercih edebilmek, Allah sevgisinden kaynaklanır. Bu sevgiyi Allah Teâlâ, sadece ilâhî bir ikram olarak kullarına bağışlamıştır. Kaldı ki şartlarını yerine getirmek suretiyle Allah’ı zikretmek herkese farzdır.163
Kalp gözü ancak Allah’ı zikretmekle açılır. Zikir esnasında bir mânevî dalgınlık (istiğrak) olursa dikkatli olmak gerekir. Bu hal geçince zikre daha istekli bir şekilde devam etmelidir. Zikirden fayda görebilmek için, zikri bırakmamak gerekir. Çünkü asıl gaye fayda görmektir.
Tüm bu uğraşma ve nefsin zorlanması ahlâkın güzelleştirilmesi içindir. Buna “tehzib-i ahlâk makamı” denir. Bundan maksat, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v), “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim”164 hadisinin sırrına erişebilmek içindir.
Bu zamanda dini tam anlamıyla yaşamak, kolaylıklara yönelmemek (azimet) kolay değildir. Çünkü yapılacak işlerde İslâm’ın tavsiyeleri göz önünde tutulmuyor. Hal böyle olunca özellikle bid‘atlardan kaçınmak, İslâm dininin emirlerine uymak büyük bir ganimet oluyor.
Kerametlerinden Bazısı
Hz. Mazhar efendimiz yanında bir grup müridiyle yolculuğa çıkmıştı. Yanlarında binit ve yiyecek yoktu. Ama dinlendikleri her konaklama yerinde, Allah tarafından önlerinde hazırlanmış yiyecek buluyorlardı.
Bir gün çok şiddetli yağmur yağmaya başladı. Neredeyse fırtına ağaçları devirecekti. Seller yolları kapattı. Hz. Mazhar efendimiz ve müridleri yolda kaldılar. Hz. Mazhar, ellerini kaldırdı ve şöyle dua etti:
“Ey Allahım! Yağmur bize zahmet değil rahmet olsun, âfet olmasın?”
Kısa sürede yağmur dindi. Onlar da yollarına devam ettiler.
Şehadet
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri âhiret yurduna göç etmesine çok az bir zaman kala, vefat edeceği kendisine mâlûm olmuştu. Son günlerinde ilâhî aşkta sonsuzluğa dalmıştı. Her an yüce Allah’ı müşahede ediyordu.
Her zamankinden daha fazla ibadetlere düşkün oldu. Dergâhına gelenlerin sayısı giderek artıyordu. Her namaz vakti elini tutup biat edenlerin sayısı yüzlerce idi. Gelenler görüşebilmek için sıraya geçerlerdi.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri ihtimal en yüce dosta gitme vaktinin yaklaştığını hissetmişti ve şöyle diyordu:
“Artık gönlümde olmasını ümit ettiğim iş kalmadı. Yüce Allah tarafından bana verilen nimetlere fazlasıyla kavuştum. Allah Teâlâ, bana müslüman olma şerefi verdi. İlim nasip etti. Hayırlı işler yapma fırsatı verdi. Tasavvuf yolunda sâdât-ı kirâma hizmet etmek için mürşidlik, tasarruf, keramet, keşif ihsan etti. İlâhî mertebelere ulaşabilmek için ancak tek bir şey kaldı. O da, Allah yolunda şehid olabilmek.
Sâdât-ı kirâmın pek çoğu bâtınî şehidliğe ulaşmışlardır. Mânevî âlemde kendilerini feda etmişlerdir. Bu ise çok yüce bir mertebedir. Bana gelince, ben âciz bir kulum. Allah uğrunda cihad etmeye gücüm yetmez. Bu, benim için oldukça güç.
Halbuki ölüm, yüce Allah’ın huzuruna çıkmaktır.
Halbuki ölüm, Muhammed Mustafa Efendimiz’e (s.a.v) kavuşmaktır.
Halbuki ölüm, bütün kâmil velîlere ulaşmaktır.
Halbuki ölüm, bütün sâdât-ı kirâm ile buluşmaktır.
İşte şimdi ben, bu büyük zatları çok özlüyorum. Hz. Muhammed Mustafa Efendimiz’in (s.a.v) ve İbrahim Halîlullah Efendimiz’in (s.a) yanına gitmek istiyorum.
İşte şimdi ben, Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk Efendimiz’i (r.a) görmek istiyorum. İmam Hüseyin Efendimiz’i (r.a) görmek istiyorum.
Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini, Şah-ı Nakşibend efendimizi, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini görmek istiyorum.
Artık ben, onların hepsine kavuşmak istiyorum.”
Tarih 7 Muharrem 1195 (3 Ocak 1781) ve günlerden Çarşamba idi. Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretlerinin evinin kapısı çalındı. Üç Mecûsî kapıda belirdi. İzin istediler, verildi ve içeri girdiler. Hz. Mazhar gelenleri tanımıyordu. Bu yüzden gelenlere hürmet etmek için yatağından doğruldu. Gelenlerden biri elindeki hançeri kaldırdı. Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretlerinin kalbine sapladı. Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri o zaman seksen dört yaşlarındaydı. Gelenler ilerlemiş yaşını düşünerek şöyle dediler:
“Daha fazlasına dayanamaz ölür.”
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri aldığı darbenin de tesiri ile yere düştü. Ağır yaralanmıştı. Şehrin hâkimi hemen doktor gönderdi ve,
“Bu cinayeti işleyen zanlı veya zanlılar şu an bilinmiyor, ama bulunduğu anda kısas yapılacaktır” dedi.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri şu cevabı gönderdi:
“Eğer bu işi yapanlar bilinir ve bulunursa ben, onlara hakkımı helâl ediyorum. Siz de onları affedin. Allah bu yaradan kurtulmamı murad etmişse elbette şifasını verecektir.”
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri bu olaydan sonra üç gün daha yaşadı. Muharremin onuncu günü Cuma günü akşamı âhirete irtihal etti. Tıpkı neslinden geldiği Hz. Hüseyin Efendimiz (r.a) gibi bir aşure günü… 10 Muharrem 1195 (3 Ocak 1781).
Allah’ın rahmeti üzerine olsun.
Allah Teâlâ bizleri şefaatlerine kavuştursun.
Geride Bıraktıkları
Velîlerden biri rüyasında Kur’ân-ı Kerîm’in yarısının yok olmuş olduğunu ve İslâmî hareketin duraksadığını gördü. Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretlerinin halifesi Şah Veliyyullah hazretleri bu rüyayı şu sözleriyle yorumladı:
“Bu rüya bana anlatılınca, Hz. Mazhar’ın, ‘Bizden sonra bu tarikatın yüksek makamlarına çıkışı duracaktır. Tasavvufa girenler ne kadar yükselirlerse yükselsinler, hal ehli olarak yüksek mertebelere ulaşamazlar’ sözlerini hatırladım. Hz. Mazhar’ın vefatından on altı yıl sonraydı. Halifelerinin müridlerini gördüm. Uzak beldelerde olup da bu yola girenlerin mânevî yaşantılarından sorular sordum. Onlar, şekil olarak bile velîliğe ulaşabilmeyi bir ganimet biliyorlardı.”165
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri ardında nice kâmil velîler bırakarak Hakk’a yürüdü. Onun nurlu elleri ve rahmet nazarları içinde pek çok insan Allah’a vâsıl oldu. Sohbetlerinden ilâhî feyizler aldı. Kalplerinde iman coştu. Hem de dalga dalga…
Geride binlerce kâmil derviş, onlarca mürşid-i kâmil bırakarak irşad nimetini tamamladı. Ama bu nurlu Muhammedî yol bitmedi, tükenmedi, yok olmadı. Bilakis arttı, çoğaldı, büyüdü ve gelişti.
İşte Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretlerinin yetiştirdiği halifeleri:
Mevlânâ Şeyh Senâullah Osmanî hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Mîr Müslüman hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Fazlullah hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Ahmedullah b. Senâullah hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Muhammed Murad hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Abdurrahman hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Mîr Alîmullah hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Gulâm Kâkî Muradullah hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Muhammed İhsan hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Gulâm-ı Nakşibendî hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Muhammed Münîr hazretleri.
Mevlânâ Şeyh İbadullah hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Allâme Kalender Bahşî hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Mîr Naîmullah hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Abdülgafûr Sindî hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Musa Han hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Şah Veliyyullah Senâullah hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Muammer Senâullah hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Mîr Abdülbâki hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Muhammed Cemil hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Muhammed Behîk Fârûkî hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Abdullah-ı Dihlevî hazretleri.
Nakşibendî yolunun günümüze kadar gelen silsilemizin devamı Mevlânâ Şeyh Abdullah-ı Dihlevî hazretleri ile oldu.
Şimdi sıra onda…
Allah Teâlâ bizleri kendisinden ayırmasın.
Allah Teâlâ hepsinin makamını yüceltsin.

SEYYİD ŞEYH AHMED ..bingöl

SEYYİD ŞEYH AHMED 




Şeyh Ahmet Türbesi merkeze 17 kilometre mesafede, köy mezarlığı içinde köye hakim tepede yer alıyor. Dört köşeli, tek kubbeli olarak inşa edilen türbenin yapımında kubbe dahil tamamı taş kullanılmış. 1815-1885 yılları arasında yaşadığı tahmin edilen Şeyh Ahmet’in türbesi, yörede yoğun bir şekilde ziyaret ediliyor.

SEYYİD ŞEYH AHMED 

Seyyid Şeyh Ahmet 1815 yılında Göltepesi (Çan) Köyü’nde doğmuştur. Temel dini bilgileri babasından almıştır. 11 yaşında iken babası Şeyh Eyyüb Efendi’nin vefat etmesi üzerine hocası Molla Muhammed Kazi’nin yanında dini tedrisatına devam etmiştir. Daha sonra Palu’ya gelen Şeyh Ali Sebti Efendi, Şeyh Ahmed Efendiyi yanına alarak medresesinde okutmuş ve Nakşibendi tarikatında icazet vermiştir. Şeyh Ahmet Efendi, icazet aldıktan sonra Çabakçur, Göynük, Kiğı ve Lice bölgelerinde irşada başlamış, bu alanda birçok ilim adamı yetiştirmiştir. Seyyid Şeyh Ahmed Efendi, 1884’ün ilkbaharında vefat etmiştir

23 Şubat 2016 Salı

MA’RİFÎLİK...... Atabey KILIÇ

MANİSA-DEMİRCİ’DE GÖRÜLEN ALEVÎ-BEKTAŞÎ-RIFÂ’Î MEŞREPLİ BİR TARİKAT :

MA’RİFÎLİK
Atabey KILIÇ*


ÖZET
19. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasında yaklaşık bir asırlık gelenek olan Ma’rifîlik, âsitânesi Kartal’da bulunan Alevî-Bektâşî-Rıfâ’î meşrepli bir tarikattır. Tarikatın izlerine Ege bölgesinde, bilhassa Manisa-Demirci’de de rastlanmaktadır. Günümüzde geçerliliğini kaybetmiş olan bu geleneğin izlerini ancak tarikat dervişlerinin verdikleri eserlerden takip edebilmekteyiz. Ege Üniversitesi Merkez Kütüphanesi’nde tarikatla alakalı mecmua türünde pek çok eser muhafaza edilmektedir. Bu çalışma çerçevesinde bu mecmualardan hareketle tarikatın erkânı ve kisvesi hakkında bilgi verilmeye çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Ma’rifîlik, tarikat, Manisa-Demirci, kisve, gelenek, mecmua
MA’RİFÎLİK IS A TARİQA WHICH SHOWS ALEVÎ-BEKTAŞÎ-RIFÂ’Î CHARACTERISTICS IN MANİSA-DEMİRCİ
ABSTRACT
Ma’rifilik is a tariqa, which was alive between 19-20th centuries, shows Alevî-Bektâşî-Rıfâ’î characteristics and it’s âsitâne takes place in Kartal. Today we can see it’s tradition in Ege Region especially in Manisa-Demirci. There are many mecmuas in Ege University Centural Library about this tariqa. In this paper we aim to give informatin about this tariqa’s tradition, rules and apparel.
Key words: Ma’rifîlik, tariqa, Manisa-Demirci, apparel, tradition, mecmua
Türk ve İslâm dünyasında asırlardır önemli bir rol üstlenmiş bulunan tarikatların, çeşitli sebeplerden dolayı bugüne kadar tam bir sayısı çıkartılabilmiş değildir. İslâm dininin yayılmış olduğu geniş coğrafî alan ve tarikatların bulunduğu bölgelerde dallanıp budaklanmaları, yeni inanç sistemleriyle kolaylıkla içli dışlı oluşları göz önüne alındığında, tarikatların sayısının tespitinin ne derece zor olduğu az çok tahmin edilebilecektir. Yine de şimdiye kadar yapılmış olan birkaç tahmine göre, bilinen tarikatlar ile bunların kol ve şubelerinin sayısının yaklaşık 400 civarında olduğu iddia edilmektedir.1
Tarikatların halkla bire bir yüzleşmesini sağlayan tekke, tasavvuf düşüncesinin işlendiği, olgunlaştırıldığı ve yine halka sunulduğu bir müessese olarak karşımıza çıkmaktadır. İslâm coğrafyasında buk’a, duveyre, ribât, zâviye, hânkâh, dergâh, âsitâne gibi isimlerin verildiğini bildiğimiz tekkelere Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde ise daha çok zâviye, hânkâh, dergâh ve âsitâne denmiştir. Bunların yanısıra kalenderhâne, mevlevihâne gibi tarikata göre adlandırmalar da söz konusu olmuştur. Bir tarikatın bütün tekkelerinin bağlı bulunduğu ve tarikatın en üst makamındaki şeyhinin kaldığı tekkeye "âsitâne", "hânkâh" veya "pîr evi" denir. Âsitâneye bağlı olan alt birime tekke, tekkelerin küçüğüne de "zâviye"2 denilmektedir. İslâm medeniyetinde câmi,
* Prof. Dr., Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
1 Bkz. “Tarikat”, İA, c. 12/I, İstanbul 1979, s. 4-17. Ayrıca bkz. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1997, s. 450-467.
2 Zâviye özellikle 15. yy.’ın sonlarından itibâren sırf şehir, kasaba ve köylerdeki küçük tekkelerle, geçit, derbent ve yol üzerinde bulunan misâfirhâneler için kullanılmıştır. Daha geniş bilgi için bkz. “Zâviye”, A.Y.Ocak-S. Fârukî, İA, c. 13, İstanbul 1986, s. 468-476.
Manisa-Demirci’de Görülen Alevî-Bektaşî-Rıfâ’î Meşrepli Bir Tarikat : Ma’rifîlik 3



medrese, kervansaray gibi binaların taştan yapılmış olmasına rağmen tekkelerin3 çoğunlukla ahşap malzeme kullanılarak basit bir mimari tarzla inşâ edildikleri görülmektedir. Osmanlılar devrinde de tekkelerin genellikle ahşap bir mimarî yapıya sahip oldukları ve bir veya iki katlı olarak inşâ edildikleri bilinmektedir. Sâdece geniş bir odadan müteşekkil tekkeler olabildiği gibi Bektaşî ve özellikle Mevlevî zâviyelerinde olduğu gibi geniş bir alanda kurulmuş, çeşitli bölümlerden oluşan tekkeler de mevcuttu.
Bilindiği gibi Cumhuriyet döneminde 30 Kasım 1341 (1925) tarihinde alınan bir kararla tamamen kapatılmış olan tarikatlar, tekke ve zâviyeler, zamanla işlevlerini yerine getiremez olmuş, artık miskinlerin, işsiz güçsüz takımının barındığı yerler hâline gelmişti.
Hakkında kaynaklarda yakın zamana kadar herhangi bir bilgi bulunmayan, hatta tasavvuf ve tarikatlar hakkında yazılmış olan ilmî eserlerde adından bile bahsedilmeyen Ma’rifî tarikatı hakkındaki ilk bilgiler, tarafımızdan sunulan iki tebliğ ile ilim âleminin dikkatlerine sunulmuştu.4 Ma’rifîlik, Ege bölgesinin özellikle Manisa, İzmir ve Aydın illerinde yakın zamana kadar varlığını takip edebildiğimiz, esâsen Rifâ’î5 tarikatına bağlı, dolayısıyla Alevî-Bektaşî itikadından da fazlasıyla etkilenmiş bulunan, aynı zamanda bünyesinde ahî-fütüvvet teşkilâtı izleri taşıyan bir tasavvufî müessese özelliği arz etmektedir.
Yakın zamana kadar elimizde bulunan yazma kaynaklardan hareketle, Demirci merkezli diye tavsif ettiğimiz tarikatın âsitânesinin aslında İstanbul Kartal’da bulunduğunu öğreniyoruz. Baha Tanman’a ait bilgileri fikir vermesi açısından bir kısım teferruatı da atlamak suretiyle veriyoruz: “Kartal’daki Maarifî Tekkesi, Kartal ilçesinde Çavuşoğlu mahallesinde Ankara caddesi üzerinde yer almaktadır. Tekke Rıfâ’îliğin Maarifî kolunu kuran Şeyh Seyyid Mehmed Maarifî (öl. 1824) tarafından tesis edilmiştir. Günümüzde kısmen mevcut olan tekkenin 1234/1818’de inşa ettirildiğine dair bazı kayıtlar bulunduğu gibi tevhidhane binasının mimarî özellikleri de bu tarihlere ait olduğunu destekler niteliktedir. Diğer taraftan Şeyh Mehmed Maarifî’nin 1785
3 Tekkeler hakkında daha geniş bilgi için bkz. Mustafa Kara, “Tekkeler ve Zaviyeler”, İstanbul 1977; İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, İstanbul 1984; A. Y. Ocak ve S. Farukî, “Zâviye”, İA, c. 13, s. 468-476; Ömer Lütfi Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi, Ankara 1942, II, s. 293-338.
4 Bkz. Atabey Kılıç: “Ma’rifî Tarikatı ve Kuşadası Şeyhi Ferdî Baba’nın Aruzla Yazılmış Bazı Şiirleri”, Geçmişten Günümüze Kuşadası Sempozyumu, 23-26 Şubat 2000, Kuşadası/AYDIN; aynı yazar, “Ege Bölgesine Âit Alevî-Bektâsî Esasli Bilinmeyen Bir Mahallî Tarikat: Ma’rifîlik”, Uluslararası Anadolu İnançları Kongresi, 23-28 Ekim 2000 Ürgüp/NEVŞEHİR; aynı yazar, “Ma’rifî Tarikatı Şeyhi Ferdî Baba ve Aruzla Yazılmış Şiirleri”, İlmî Araştırmalar Dergisi, sayı: 12, İstanbul 2001, s.121-134; aynı yazar “Ege Bölgesine Âit Alevî-Bektaşî-Rifâ’î Esaslı Bilinmeyen Bir Mahallî Tarikat: Ma’rifîlik”, Bilimname, sayı: 1, 2003/1, s. 197-205. Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
5 “Anadolu’nun ilk tarikatı” olarak nitelendirilen Rifai tarikatı, XII. yüzyılın ortalarında Seyyid Ahmedü’r-Rifâ’î tarafından kuruldu. Rifâîlik bid’at ve hurafelere yer vermeyen, riyakârlıktan uzak bir ibadet, Allah dışındaki varlıklara bağlanmayan bir yürek, bayağı zevklere tutsak düşmeyen bir nefis temeline dayanır. Ahmedü’r-Rifâ’î’nin dedeleri, 7’nci imam Hz. Mûsâ Kâzım’a kadar uzanıyor. Ayrıca Kâdirî tarikatının kurucusu Abdülkâdir-i Geylânî’nin Ahmedü’r-Rifâ’î’nin dayısı olduğu biliniyor. Kâdirîlik ve Rifâ’îlik tarikatlarının ilişkileri çok içiçe olduğu için birbirinin kolları gibi değerlendiriliyor. Selçuklular döneminde ve sonrasında Kâdirîlik ve Rifâ’îlik Anadolu’da en yaygın tarikatlardı. Anadolu’da Rifâ’îliğin önemli merkezleri arasında Çorum’daki Mustafa Çorumî’nin dergâhı, Erzurum’daki Mevlüt Efendi’nin dergâhı ve Manisa’daki Antakî kolu yer alıyor. Urfa da Rifâ’îler için Basra’dan sonra ikinci merkez olarak adlandırılıyor. Özellikle Anadolu’da hâlâ yaygın olan Rifâ’îlik tarikatına mensup kişilerin sayılarının dünyada 150 bin, Türkiye’de 45 bin olduğu tahmin ediliyor. Rifâ’îliğin Ma’rifî kolu, ABD hükümetince özerk tarikat olarak tanındı. Amerikalı Müslümanların ilgi gösterdiği ekolün başında Şerif Baba var. Avrupa’da ise özellikle İngiltere’de yaygın olan tarikatın Piri Muhammet Şekur. Rifâ’îlik’in Sayyadiyye, Ma’rifîlik, Kavyaliyye, Niriyye, İzziyye, Fenariyye, Burhaniyye, Fazliyye, Cündeliyye, Cemiliyye, Diriniyye, Ataiyye, Sebsebiyye, İmadiyye ve Kantaniyye gibi bir çok kolu bulunuyor.” Özlem Yılmaz-Ulaş Yıldız, http://arsiv.sabah.com.tr/2005/10/08/gnd113.html and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
4 Atabey KILIÇ
civarında Mısır’dan İstanbul’a geldiğini ve tekkesini kurduğu rivayet edilmektedir. Birçok tarikat yapısının tarihçesinde görüldüğü gibi, burada da şeyh efendinin, başlangıçta yaşadığı evi tekke gibi kullandığı, daha sonra aynı yere tam teşekküllü bir tarikat tesisi inşa ettirdiği tahmin edilebilir. Nitekim 1808’de tahta geçen II. Mahmud’un Şeyh Mehmed Maarifî’yi ve tekkesine yakınlık gösterdiği, zaman zaman yardımlarda bulunduğu bilinmektedir. Rıfâ’îliğin piri Seyyid Ahmed Rıfaî’nin neslinden geldiği rivayet edilen ve “Fethü’l-Maarif” lakabı ile tanınan Şeyh Mehmed Maarifî’nin bazı tasavvufî şiirleri tespit edilmiştir. Yapmış olduğu ictihatlarla Rıfaîliğin Maarifî kolunu kurmuş, hayatının sonuna kadar bu yeni kolun âsitanesi ve pir makamı olan tekkesinde irşat faaliyetinde bulunmuş ve tekkenin türbesine gömülmüştür. ... Esasen İstanbul’da pek yaygın olmayan, Kartal’daki âsitane dışında Kasımpaşa’daki iki zaviyede faaliyet gösteren Maarifî kolunun, Vak’a-i Hayriye’den (1826) sonra lağvedilen, tekkeleri kapatılan ya da yıktırılan ve sıkı bir takibata maruz kalan Bektaşîlerden bir kısmının Rıfaî kisvesine bürünmesi sonucunda ortaya çıktığı bile ileri sürülmüştür. Ancak tekkenin Vak’a-i Hayriye’den önce tesis edilmiş olması bu iddiayı geçersiz kılmaktadır. ... Şeyh Mehmed Maarifî’den sonra tekkenin meşihatı oğlu Şeyh Seyyid Ali Sabit Efendi’ye (öl. 1863) intikal etmiştir. Sabit Efendi’nin Kasımpaşa’da, günümüzde Kulaksız Mahallesi’ne katılmış bulunan İbadullah Mahallesi’nin sınırları içinde, Kartal’daki âsitaneye bağlı bir Maarifî zaviyesi tesis ettiği ve bu zaviyenin postuna oğlu Şeyh Seyyid Mehmed Efendi’yi (öl. 1892) oturttuğu anlaşılmaktadır. “Maarifî-i Sânî olarak anılan Şeyh Mehmed Efendi babasının vefatı üzerine Kartal’daki âsitanenin meşihatını üstlenmiş, Kasımpaşa’daki zaviyenin meşihatını da oğlu Şeyh Seyyid Hüseyin Tâhâ Efendi’ye bırakmıştır. Kartal’daki âsitanenin son şeyhi ise Maarifî-i Sânî’nin diğer oğlu olan Şeyh Seyyid Hasan Tâsîn Efendi’dir (öl. 1927). ... Kasımpaşa’daki diğer Maarifî zaviyesi ise Şeyh Mehmet Maarifî’nin halifelerinden Şeyh Ali Kuzu (öl. 1815) tarafından Çürüklük semtinde tesis edilmiştir. Kuruluşunda mimari programının geniş tutulduğu ve tevhidhane, türbe, harem, selamlık, derviş hücreleri, mutfak vb. bölümlerden oluştuğu bilinen Maarifî Tekkesi’nin binaları 1894 depreminde hasar görmüş, bu tarihten hemen sonra onarım geçirmiştir. Tekkelerin kapatılmasından (1925) sonra, son şeyhin ailesi tarafından mesken olarak kullanılmaya devam eden harem dairesi dışında kalan bölümler kaderine terk edilererek harap olmaya yüz tutmuş, 1940’tan sonra tevhidhane ve türbeden başka diğer bölümler tarihe karışmıştır. Bâninin torunlarından olan Mehmed Maarifî Yalvaçtorunları 1964 civarında tevhidhane ile türbeyi tamir ettirmiş, çevre sakinlerinin yardımları ile 1976’da tekrar onarılan tevhidhane bu tarihten itibaren cami olarak kullanılmaya başlamış, son olarak da 1980’de türbe onarım geçirmiş, ayrıca tevhidhaneye son cemaat yeri, minare ve şadırvan eklenmiştir. Eski İstanbul’un uzak banliyölerinden Kartal’ın güney sınırında, Kartal-Pendik yolu üzerinde, meskûn alanların uzağında inşa edilen ve yakın zamana kadar çevresi bostanlarla kaplı olan Maarifî Tekkesi günümüzde oldukça yoğun bir yerleşme bölgesi ile kuşatılmış bulunmaktadır. Tekkenin yerinde, daha önce, Orhan Gazi döneminin savaşçı dervişlerinden, bu semte adını vermiş olan Kartal Baba’nın makamının bulunduğu rivayet edilir. Tevhidhane arsanın batısında, Ankara Caddesi üzerinde yer almakta, bunun kuzeyinde türbe ile küçük hazire bulunmakta, ortadan kalkmış olan diğer bölümlerin ise konumları tespit edilememektedir.
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
Dikdörtgen bir alanı (10,30x8,80 m) kaplayan, iki katlı tevhidhanenin duvarları moloz taş ve tuğla ile örülmüş, üzeri kırma çatı ile örtülmüştür. Aslında alaturka kiremitlerle kaplı olduğu tahmin edilebilen çatı günümüzde çinko levhalarla kaplanmıştır. Yapı, aynı zamanda ardiye olarak kullanılan bir bodrumun üzerine oturur. Tevhidhanenin planı, duvarların sınırladığı dikdörtgenin içine yerleştirilmiş 6,30 m çapında bir daireden meydana gelmektedir. Ayinlere tahsis edilmiş olan bu yuvarlak planlı kesim, mihrap cümle kapısı ekseni üzerine ve mihraba teğet olarak yerleştirilmiştir. Çatı altında gizlenen, bağdadi sıvalı bir kubbe, iki kat yüksekliğinde bu bölümü taçlandırmakta, dikdörtgen ile dairenin arasında kalan ve ayin mekânını üç yönden (batı, doğu, and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
Manisa-Demirci’de Görülen Alevî-Bektaşî-Rıfâ’î Meşrepli Bir Tarikat : Ma’rifîlik 5
kuzey) kuşatan iki katlı mahfillerin sınırında, eşit aralıklarla on ikişer adet ahşap sütun sıralanmaktadır. Her iki katta da ikisi mihrap duvarına gömülmüş bulunan bu sütunlar daire kesitli olup Dor nizamında başlıklarla donatılmıştır. Erkeklere mahsus zemin kat mahfilinin sınırında, sütunların arasında yer alan korkuluklar ile kadınlara ayrılan fevkani mahfilde, aynı şekilde sütunların arasına yerleştirilen kafesler ortadan kalkmıştır. Zemin katta, kuzey duvarının ekseninde sepet kulpu biçiminde bir kemere sahip olan giriş, güney duvarının ekseninde yuvarlak kemerli ve yarım daire planlı mihrap yer alır. Bu katta güney ve kuzey duvarlarında ikişer, batı ve doğu duvarlarında üçer, üst katta ise her duvarda ikişer pencere açılmış, bütün bu açıklıklar sepet kulpu biçiminde kemerlerle taçlandırılmıştır. Kadınlara ait fevkani mahfilin, doğu cephesine açılan bağımsız bir girişi bulunmaktadır.
Dış görünümü ile tek katlı bir meskeni andıran türbe kâgir duvarlı ve çatılı, basit bir yapıdır. Dikdörtgen planlı (7,60x6 m) esas türbe mekânının kuzeyinde yine dikdörtgen planlı (2,75x1,60 m) bir giriş bölümü yer alır. Küçük bir mihrapla donatılmış ve sepet kulpu biçiminde kemerleri olan toplam sekiz adet pencere ile aydınlatılmış bulunan türbede tekkenin dört postnişini, ayrıca ikinci postnişin Şeyh A. Sabit Efendi’nin eşi Enise Hanım (ö. 1834), kızı Şerife Hadiye Hanım ve oğlu Şeyh Seyyid Ahmed-i Sayyâd (ö. 1856) gömülüdür. Türbenin hemen yanındaki küçük hazirede tekkenin bazı mensuplarına ait kabirler vardır.
Tekkenin, ortadan kalkmış olan bölümlerinin, konumları gibi mimari özellikleri de tespit edilememekte, ancak padişahlardan, tekkenin zengin mensuplarından ve Evkaf Nezareti’nden gelen yardımlar sayesinde mutfağın bir imaret ölçeğinde faaliyet gösterdiği şeyh dairesinin, büyük taş merdivenli geniş kapısı üzerinde “Âsitane-i Maarifiyye” yazılı bir kitabenin bulunduğu bilinmektedir.
Ampir üslubunun özelliklerini yansıtan tevhidhane ve türbe binalarında herhangi bir süsülemeye rastlanmaz. Maarifî Tekkesi’nin mimari açıdan en ilginç yönü tevhidhanede ayin alanının yuvarlak planlı olarak tasarlanması ve on iki adet sütunla kuşatılmasıdır. On İki İmam’a bağlanan aynı sembolik düzenleme Rıfaî tarikatının on iki terkli (dilimli) tacında görüldüğü gibi, Bektaşîliğe ilişkin hemen her türlü tarikat eşyasında, ayrıca Merdivenköy’deki Şahkulu Sultan Tekkesi’nde meydanevinin tasarımında da karşımıza çıkar.”6 Tanman’ın madde sonunda verdiği kaynakçadaki eserlerden Osmânzâde Hüseyin Vassâf’ın Sefîne-i Evliyâ adlı eserinde tarikatın Kulaksız ve Kartal’da iki tekkesinin bulunduğu bildirilmektedir. Buna göre “1343 sene-i hicriyyesinde (1924-25) İstanbul ve bilâd-ı selâsede mevcûd tekâyâ ve zevâyâdan tarîkat-ı aliyye-i Rufâiyyeye mensup Kulaksız’daki Ma’rûfî Tekkesinin yevm-i mahsûsu Pazartesi gecesidir, şeyhi ise Şeyh Tâhâ Efendi’dir.7 Kartal’daki Ma’rûfî Tekkesinin ise yevm-i mahsûsu Cuma gecesi, şeyhi de Şeyh Yâsîn Efendi’dir.”8 Diğer esere ise bütün gayretlerimize rağmen ulaşma fırsatı bulamadık.9 Kullandığımız bu iki kaynaktan da anlaşılacağı üzere adı geçen tarikatın daha adı konusunda bile bir ittifak bulunmamaktadır. Baha Tanman, tarikat adını Maarifî şeklinde verirken, Vassâf, Ma’rûfî’yi kullanmaktadır. Amacımız, zâten hakkında yeterli bilgi bulunmayan, bilgi veren tek kaynağın da bu konuda çok önemli boşluk bulunduğunu, yeni araştırmalara ihtiyaç




6 M. Baha Tanman, “Maarifî Tekkesi”, Dünden Bugüne İstanbul, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 1994, s. 232-233. Aynı yazı için bkz.: M. Baha Tanman, “Mârifî Tekkesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi 28. Cilt, Ankara 2003, s.62-63.
7 Osmânzâde Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ , c. 5, Kitabevi, İstanbul 2006, s. 305.
8 a.g.e., s. 306. Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
9 N. Tarkan, Kartal’da Kurulmuş Bir Tarikat: Ma’rifiye, İstanbul 1964. and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
6 Atabey KILIÇ
duyulduğunu bildirdiği tarikat hakkında elimizdeki kaynaklardan hareketle bazı yeni malumâtı bilim âleminin istifadesine sunmaktır.
Tarikatın Kartal’da bulunduğu söylenen tekkesi/âsitânesinin bazı fotoğraflarını aşağıya alıyoruz:







MANİSA-DEMİRCİ’DE GÖRÜLEN ALEVÎ-BEKTAŞÎ-RIFÂ’Î MEŞREPLİ BİR TARİKAT : MA’RİFÎLİK
Atabey KILIÇ*
ÖZET
19. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasında yaklaşık bir asırlık gelenek olan Ma’rifîlik, âsitânesi Kartal’da bulunan Alevî-Bektâşî-Rıfâ’î meşrepli bir tarikattır. Tarikatın izlerine Ege bölgesinde, bilhassa Manisa-Demirci’de de rastlanmaktadır. Günümüzde geçerliliğini kaybetmiş olan bu geleneğin izlerini ancak tarikat dervişlerinin verdikleri eserlerden takip edebilmekteyiz. Ege Üniversitesi Merkez Kütüphanesi’nde tarikatla alakalı mecmua türünde pek çok eser muhafaza edilmektedir. Bu çalışma çerçevesinde bu mecmualardan hareketle tarikatın erkânı ve kisvesi hakkında bilgi verilmeye çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Ma’rifîlik, tarikat, Manisa-Demirci, kisve, gelenek, mecmua
MA’RİFÎLİK IS A TARİQA WHICH SHOWS ALEVÎ-BEKTAŞÎ-RIFÂ’Î CHARACTERISTICS IN MANİSA-DEMİRCİ
ABSTRACT
Ma’rifilik is a tariqa, which was alive between 19-20th centuries, shows Alevî-Bektâşî-Rıfâ’î characteristics and it’s âsitâne takes place in Kartal. Today we can see it’s tradition in Ege Region especially in Manisa-Demirci. There are many mecmuas in Ege University Centural Library about this tariqa. In this paper we aim to give informatin about this tariqa’s tradition, rules and apparel.
Key words: Ma’rifîlik, tariqa, Manisa-Demirci, apparel, tradition, mecmua
Türk ve İslâm dünyasında asırlardır önemli bir rol üstlenmiş bulunan tarikatların, çeşitli sebeplerden dolayı bugüne kadar tam bir sayısı çıkartılabilmiş değildir. İslâm dininin yayılmış olduğu geniş coğrafî alan ve tarikatların bulunduğu bölgelerde dallanıp budaklanmaları, yeni inanç sistemleriyle kolaylıkla içli dışlı oluşları göz önüne alındığında, tarikatların sayısının tespitinin ne derece zor olduğu az çok tahmin edilebilecektir. Yine de şimdiye kadar yapılmış olan birkaç tahmine göre, bilinen tarikatlar ile bunların kol ve şubelerinin sayısının yaklaşık 400 civarında olduğu iddia edilmektedir.1
Tarikatların halkla bire bir yüzleşmesini sağlayan tekke, tasavvuf düşüncesinin işlendiği, olgunlaştırıldığı ve yine halka sunulduğu bir müessese olarak karşımıza çıkmaktadır. İslâm coğrafyasında buk’a, duveyre, ribât, zâviye, hânkâh, dergâh, âsitâne gibi isimlerin verildiğini bildiğimiz tekkelere Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde ise daha çok zâviye, hânkâh, dergâh ve âsitâne denmiştir. Bunların yanısıra kalenderhâne, mevlevihâne gibi tarikata göre adlandırmalar da söz konusu olmuştur. Bir tarikatın bütün tekkelerinin bağlı bulunduğu ve tarikatın en üst makamındaki şeyhinin kaldığı tekkeye "âsitâne", "hânkâh" veya "pîr evi" denir. Âsitâneye bağlı olan alt birime tekke, tekkelerin küçüğüne de "zâviye"2 denilmektedir. İslâm medeniyetinde câmi,
* Prof. Dr., Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
1 Bkz. “Tarikat”, İA, c. 12/I, İstanbul 1979, s. 4-17. Ayrıca bkz. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1997, s. 450-467.
2 Zâviye özellikle 15. yy.’ın sonlarından itibâren sırf şehir, kasaba ve köylerdeki küçük tekkelerle, geçit, derbent ve yol üzerinde bulunan misâfirhâneler için kullanılmıştır. Daha geniş bilgi için bkz. “Zâviye”, A.Y.Ocak-S. Fârukî, İA, c. 13, İstanbul 1986, s. 468-476.
Manisa-Demirci’de Görülen Alevî-Bektaşî-Rıfâ’î Meşrepli Bir Tarikat : Ma’rifîlik 3



medrese, kervansaray gibi binaların taştan yapılmış olmasına rağmen tekkelerin3 çoğunlukla ahşap malzeme kullanılarak basit bir mimari tarzla inşâ edildikleri görülmektedir. Osmanlılar devrinde de tekkelerin genellikle ahşap bir mimarî yapıya sahip oldukları ve bir veya iki katlı olarak inşâ edildikleri bilinmektedir. Sâdece geniş bir odadan müteşekkil tekkeler olabildiği gibi Bektaşî ve özellikle Mevlevî zâviyelerinde olduğu gibi geniş bir alanda kurulmuş, çeşitli bölümlerden oluşan tekkeler de mevcuttu.
Bilindiği gibi Cumhuriyet döneminde 30 Kasım 1341 (1925) tarihinde alınan bir kararla tamamen kapatılmış olan tarikatlar, tekke ve zâviyeler, zamanla işlevlerini yerine getiremez olmuş, artık miskinlerin, işsiz güçsüz takımının barındığı yerler hâline gelmişti.
Hakkında kaynaklarda yakın zamana kadar herhangi bir bilgi bulunmayan, hatta tasavvuf ve tarikatlar hakkında yazılmış olan ilmî eserlerde adından bile bahsedilmeyen Ma’rifî tarikatı hakkındaki ilk bilgiler, tarafımızdan sunulan iki tebliğ ile ilim âleminin dikkatlerine sunulmuştu.4 Ma’rifîlik, Ege bölgesinin özellikle Manisa, İzmir ve Aydın illerinde yakın zamana kadar varlığını takip edebildiğimiz, esâsen Rifâ’î5 tarikatına bağlı, dolayısıyla Alevî-Bektaşî itikadından da fazlasıyla etkilenmiş bulunan, aynı zamanda bünyesinde ahî-fütüvvet teşkilâtı izleri taşıyan bir tasavvufî müessese özelliği arz etmektedir.
Yakın zamana kadar elimizde bulunan yazma kaynaklardan hareketle, Demirci merkezli diye tavsif ettiğimiz tarikatın âsitânesinin aslında İstanbul Kartal’da bulunduğunu öğreniyoruz. Baha Tanman’a ait bilgileri fikir vermesi açısından bir kısım teferruatı da atlamak suretiyle veriyoruz: “Kartal’daki Maarifî Tekkesi, Kartal ilçesinde Çavuşoğlu mahallesinde Ankara caddesi üzerinde yer almaktadır. Tekke Rıfâ’îliğin Maarifî kolunu kuran Şeyh Seyyid Mehmed Maarifî (öl. 1824) tarafından tesis edilmiştir. Günümüzde kısmen mevcut olan tekkenin 1234/1818’de inşa ettirildiğine dair bazı kayıtlar bulunduğu gibi tevhidhane binasının mimarî özellikleri de bu tarihlere ait olduğunu destekler niteliktedir. Diğer taraftan Şeyh Mehmed Maarifî’nin 1785
3 Tekkeler hakkında daha geniş bilgi için bkz. Mustafa Kara, “Tekkeler ve Zaviyeler”, İstanbul 1977; İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, İstanbul 1984; A. Y. Ocak ve S. Farukî, “Zâviye”, İA, c. 13, s. 468-476; Ömer Lütfi Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi, Ankara 1942, II, s. 293-338.
4 Bkz. Atabey Kılıç: “Ma’rifî Tarikatı ve Kuşadası Şeyhi Ferdî Baba’nın Aruzla Yazılmış Bazı Şiirleri”, Geçmişten Günümüze Kuşadası Sempozyumu, 23-26 Şubat 2000, Kuşadası/AYDIN; aynı yazar, “Ege Bölgesine Âit Alevî-Bektâsî Esasli Bilinmeyen Bir Mahallî Tarikat: Ma’rifîlik”, Uluslararası Anadolu İnançları Kongresi, 23-28 Ekim 2000 Ürgüp/NEVŞEHİR; aynı yazar, “Ma’rifî Tarikatı Şeyhi Ferdî Baba ve Aruzla Yazılmış Şiirleri”, İlmî Araştırmalar Dergisi, sayı: 12, İstanbul 2001, s.121-134; aynı yazar “Ege Bölgesine Âit Alevî-Bektaşî-Rifâ’î Esaslı Bilinmeyen Bir Mahallî Tarikat: Ma’rifîlik”, Bilimname, sayı: 1, 2003/1, s. 197-205. Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
5 “Anadolu’nun ilk tarikatı” olarak nitelendirilen Rifai tarikatı, XII. yüzyılın ortalarında Seyyid Ahmedü’r-Rifâ’î tarafından kuruldu. Rifâîlik bid’at ve hurafelere yer vermeyen, riyakârlıktan uzak bir ibadet, Allah dışındaki varlıklara bağlanmayan bir yürek, bayağı zevklere tutsak düşmeyen bir nefis temeline dayanır. Ahmedü’r-Rifâ’î’nin dedeleri, 7’nci imam Hz. Mûsâ Kâzım’a kadar uzanıyor. Ayrıca Kâdirî tarikatının kurucusu Abdülkâdir-i Geylânî’nin Ahmedü’r-Rifâ’î’nin dayısı olduğu biliniyor. Kâdirîlik ve Rifâ’îlik tarikatlarının ilişkileri çok içiçe olduğu için birbirinin kolları gibi değerlendiriliyor. Selçuklular döneminde ve sonrasında Kâdirîlik ve Rifâ’îlik Anadolu’da en yaygın tarikatlardı. Anadolu’da Rifâ’îliğin önemli merkezleri arasında Çorum’daki Mustafa Çorumî’nin dergâhı, Erzurum’daki Mevlüt Efendi’nin dergâhı ve Manisa’daki Antakî kolu yer alıyor. Urfa da Rifâ’îler için Basra’dan sonra ikinci merkez olarak adlandırılıyor. Özellikle Anadolu’da hâlâ yaygın olan Rifâ’îlik tarikatına mensup kişilerin sayılarının dünyada 150 bin, Türkiye’de 45 bin olduğu tahmin ediliyor. Rifâ’îliğin Ma’rifî kolu, ABD hükümetince özerk tarikat olarak tanındı. Amerikalı Müslümanların ilgi gösterdiği ekolün başında Şerif Baba var. Avrupa’da ise özellikle İngiltere’de yaygın olan tarikatın Piri Muhammet Şekur. Rifâ’îlik’in Sayyadiyye, Ma’rifîlik, Kavyaliyye, Niriyye, İzziyye, Fenariyye, Burhaniyye, Fazliyye, Cündeliyye, Cemiliyye, Diriniyye, Ataiyye, Sebsebiyye, İmadiyye ve Kantaniyye gibi bir çok kolu bulunuyor.” Özlem Yılmaz-Ulaş Yıldız, http://arsiv.sabah.com.tr/2005/10/08/gnd113.html and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
4 Atabey KILIÇ
civarında Mısır’dan İstanbul’a geldiğini ve tekkesini kurduğu rivayet edilmektedir. Birçok tarikat yapısının tarihçesinde görüldüğü gibi, burada da şeyh efendinin, başlangıçta yaşadığı evi tekke gibi kullandığı, daha sonra aynı yere tam teşekküllü bir tarikat tesisi inşa ettirdiği tahmin edilebilir. Nitekim 1808’de tahta geçen II. Mahmud’un Şeyh Mehmed Maarifî’yi ve tekkesine yakınlık gösterdiği, zaman zaman yardımlarda bulunduğu bilinmektedir. Rıfâ’îliğin piri Seyyid Ahmed Rıfaî’nin neslinden geldiği rivayet edilen ve “Fethü’l-Maarif” lakabı ile tanınan Şeyh Mehmed Maarifî’nin bazı tasavvufî şiirleri tespit edilmiştir. Yapmış olduğu ictihatlarla Rıfaîliğin Maarifî kolunu kurmuş, hayatının sonuna kadar bu yeni kolun âsitanesi ve pir makamı olan tekkesinde irşat faaliyetinde bulunmuş ve tekkenin türbesine gömülmüştür. ... Esasen İstanbul’da pek yaygın olmayan, Kartal’daki âsitane dışında Kasımpaşa’daki iki zaviyede faaliyet gösteren Maarifî kolunun, Vak’a-i Hayriye’den (1826) sonra lağvedilen, tekkeleri kapatılan ya da yıktırılan ve sıkı bir takibata maruz kalan Bektaşîlerden bir kısmının Rıfaî kisvesine bürünmesi sonucunda ortaya çıktığı bile ileri sürülmüştür. Ancak tekkenin Vak’a-i Hayriye’den önce tesis edilmiş olması bu iddiayı geçersiz kılmaktadır. ... Şeyh Mehmed Maarifî’den sonra tekkenin meşihatı oğlu Şeyh Seyyid Ali Sabit Efendi’ye (öl. 1863) intikal etmiştir. Sabit Efendi’nin Kasımpaşa’da, günümüzde Kulaksız Mahallesi’ne katılmış bulunan İbadullah Mahallesi’nin sınırları içinde, Kartal’daki âsitaneye bağlı bir Maarifî zaviyesi tesis ettiği ve bu zaviyenin postuna oğlu Şeyh Seyyid Mehmed Efendi’yi (öl. 1892) oturttuğu anlaşılmaktadır. “Maarifî-i Sânî olarak anılan Şeyh Mehmed Efendi babasının vefatı üzerine Kartal’daki âsitanenin meşihatını üstlenmiş, Kasımpaşa’daki zaviyenin meşihatını da oğlu Şeyh Seyyid Hüseyin Tâhâ Efendi’ye bırakmıştır. Kartal’daki âsitanenin son şeyhi ise Maarifî-i Sânî’nin diğer oğlu olan Şeyh Seyyid Hasan Tâsîn Efendi’dir (öl. 1927). ... Kasımpaşa’daki diğer Maarifî zaviyesi ise Şeyh Mehmet Maarifî’nin halifelerinden Şeyh Ali Kuzu (öl. 1815) tarafından Çürüklük semtinde tesis edilmiştir. Kuruluşunda mimari programının geniş tutulduğu ve tevhidhane, türbe, harem, selamlık, derviş hücreleri, mutfak vb. bölümlerden oluştuğu bilinen Maarifî Tekkesi’nin binaları 1894 depreminde hasar görmüş, bu tarihten hemen sonra onarım geçirmiştir. Tekkelerin kapatılmasından (1925) sonra, son şeyhin ailesi tarafından mesken olarak kullanılmaya devam eden harem dairesi dışında kalan bölümler kaderine terk edilererek harap olmaya yüz tutmuş, 1940’tan sonra tevhidhane ve türbeden başka diğer bölümler tarihe karışmıştır. Bâninin torunlarından olan Mehmed Maarifî Yalvaçtorunları 1964 civarında tevhidhane ile türbeyi tamir ettirmiş, çevre sakinlerinin yardımları ile 1976’da tekrar onarılan tevhidhane bu tarihten itibaren cami olarak kullanılmaya başlamış, son olarak da 1980’de türbe onarım geçirmiş, ayrıca tevhidhaneye son cemaat yeri, minare ve şadırvan eklenmiştir. Eski İstanbul’un uzak banliyölerinden Kartal’ın güney sınırında, Kartal-Pendik yolu üzerinde, meskûn alanların uzağında inşa edilen ve yakın zamana kadar çevresi bostanlarla kaplı olan Maarifî Tekkesi günümüzde oldukça yoğun bir yerleşme bölgesi ile kuşatılmış bulunmaktadır. Tekkenin yerinde, daha önce, Orhan Gazi döneminin savaşçı dervişlerinden, bu semte adını vermiş olan Kartal Baba’nın makamının bulunduğu rivayet edilir. Tevhidhane arsanın batısında, Ankara Caddesi üzerinde yer almakta, bunun kuzeyinde türbe ile küçük hazire bulunmakta, ortadan kalkmış olan diğer bölümlerin ise konumları tespit edilememektedir.
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
Dikdörtgen bir alanı (10,30x8,80 m) kaplayan, iki katlı tevhidhanenin duvarları moloz taş ve tuğla ile örülmüş, üzeri kırma çatı ile örtülmüştür. Aslında alaturka kiremitlerle kaplı olduğu tahmin edilebilen çatı günümüzde çinko levhalarla kaplanmıştır. Yapı, aynı zamanda ardiye olarak kullanılan bir bodrumun üzerine oturur. Tevhidhanenin planı, duvarların sınırladığı dikdörtgenin içine yerleştirilmiş 6,30 m çapında bir daireden meydana gelmektedir. Ayinlere tahsis edilmiş olan bu yuvarlak planlı kesim, mihrap cümle kapısı ekseni üzerine ve mihraba teğet olarak yerleştirilmiştir. Çatı altında gizlenen, bağdadi sıvalı bir kubbe, iki kat yüksekliğinde bu bölümü taçlandırmakta, dikdörtgen ile dairenin arasında kalan ve ayin mekânını üç yönden (batı, doğu, and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
Manisa-Demirci’de Görülen Alevî-Bektaşî-Rıfâ’î Meşrepli Bir Tarikat : Ma’rifîlik 5
kuzey) kuşatan iki katlı mahfillerin sınırında, eşit aralıklarla on ikişer adet ahşap sütun sıralanmaktadır. Her iki katta da ikisi mihrap duvarına gömülmüş bulunan bu sütunlar daire kesitli olup Dor nizamında başlıklarla donatılmıştır. Erkeklere mahsus zemin kat mahfilinin sınırında, sütunların arasında yer alan korkuluklar ile kadınlara ayrılan fevkani mahfilde, aynı şekilde sütunların arasına yerleştirilen kafesler ortadan kalkmıştır. Zemin katta, kuzey duvarının ekseninde sepet kulpu biçiminde bir kemere sahip olan giriş, güney duvarının ekseninde yuvarlak kemerli ve yarım daire planlı mihrap yer alır. Bu katta güney ve kuzey duvarlarında ikişer, batı ve doğu duvarlarında üçer, üst katta ise her duvarda ikişer pencere açılmış, bütün bu açıklıklar sepet kulpu biçiminde kemerlerle taçlandırılmıştır. Kadınlara ait fevkani mahfilin, doğu cephesine açılan bağımsız bir girişi bulunmaktadır.
Dış görünümü ile tek katlı bir meskeni andıran türbe kâgir duvarlı ve çatılı, basit bir yapıdır. Dikdörtgen planlı (7,60x6 m) esas türbe mekânının kuzeyinde yine dikdörtgen planlı (2,75x1,60 m) bir giriş bölümü yer alır. Küçük bir mihrapla donatılmış ve sepet kulpu biçiminde kemerleri olan toplam sekiz adet pencere ile aydınlatılmış bulunan türbede tekkenin dört postnişini, ayrıca ikinci postnişin Şeyh A. Sabit Efendi’nin eşi Enise Hanım (ö. 1834), kızı Şerife Hadiye Hanım ve oğlu Şeyh Seyyid Ahmed-i Sayyâd (ö. 1856) gömülüdür. Türbenin hemen yanındaki küçük hazirede tekkenin bazı mensuplarına ait kabirler vardır.
Tekkenin, ortadan kalkmış olan bölümlerinin, konumları gibi mimari özellikleri de tespit edilememekte, ancak padişahlardan, tekkenin zengin mensuplarından ve Evkaf Nezareti’nden gelen yardımlar sayesinde mutfağın bir imaret ölçeğinde faaliyet gösterdiği şeyh dairesinin, büyük taş merdivenli geniş kapısı üzerinde “Âsitane-i Maarifiyye” yazılı bir kitabenin bulunduğu bilinmektedir.
Ampir üslubunun özelliklerini yansıtan tevhidhane ve türbe binalarında herhangi bir süsülemeye rastlanmaz. Maarifî Tekkesi’nin mimari açıdan en ilginç yönü tevhidhanede ayin alanının yuvarlak planlı olarak tasarlanması ve on iki adet sütunla kuşatılmasıdır. On İki İmam’a bağlanan aynı sembolik düzenleme Rıfaî tarikatının on iki terkli (dilimli) tacında görüldüğü gibi, Bektaşîliğe ilişkin hemen her türlü tarikat eşyasında, ayrıca Merdivenköy’deki Şahkulu Sultan Tekkesi’nde meydanevinin tasarımında da karşımıza çıkar.”6 Tanman’ın madde sonunda verdiği kaynakçadaki eserlerden Osmânzâde Hüseyin Vassâf’ın Sefîne-i Evliyâ adlı eserinde tarikatın Kulaksız ve Kartal’da iki tekkesinin bulunduğu bildirilmektedir. Buna göre “1343 sene-i hicriyyesinde (1924-25) İstanbul ve bilâd-ı selâsede mevcûd tekâyâ ve zevâyâdan tarîkat-ı aliyye-i Rufâiyyeye mensup Kulaksız’daki Ma’rûfî Tekkesinin yevm-i mahsûsu Pazartesi gecesidir, şeyhi ise Şeyh Tâhâ Efendi’dir.7 Kartal’daki Ma’rûfî Tekkesinin ise yevm-i mahsûsu Cuma gecesi, şeyhi de Şeyh Yâsîn Efendi’dir.”8 Diğer esere ise bütün gayretlerimize rağmen ulaşma fırsatı bulamadık.9 Kullandığımız bu iki kaynaktan da anlaşılacağı üzere adı geçen tarikatın daha adı konusunda bile bir ittifak bulunmamaktadır. Baha Tanman, tarikat adını Maarifî şeklinde verirken, Vassâf, Ma’rûfî’yi kullanmaktadır. Amacımız, zâten hakkında yeterli bilgi bulunmayan, bilgi veren tek kaynağın da bu konuda çok önemli boşluk bulunduğunu, yeni araştırmalara ihtiyaç
6 M. Baha Tanman, “Maarifî Tekkesi”, Dünden Bugüne İstanbul, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 1994, s. 232-233. Aynı yazı için bkz.: M. Baha Tanman, “Mârifî Tekkesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi 28. Cilt, Ankara 2003, s.62-63.
7 Osmânzâde Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ , c. 5, Kitabevi, İstanbul 2006, s. 305.
8 a.g.e., s. 306. Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
9 N. Tarkan, Kartal’da Kurulmuş Bir Tarikat: Ma’rifiye, İstanbul 1964. and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
6 Atabey KILIÇ
duyulduğunu bildirdiği tarikat hakkında elimizdeki kaynaklardan hareketle bazı yeni malumâtı bilim âleminin istifadesine sunmaktır.
Tarikatın Kartal’da bulunduğu söylenen tekkesi/âsitânesinin bazı fotoğraflarını aşağıya alıyoruz:


Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
Manisa-Demirci’de Görülen Alevî-Bektaşî-Rıfâ’î Meşrepli Bir Tarikat : Ma’rifîlik 7
Bugün câmi olarak kullanılan tekkenin fotoğraflarından anlaşıldığı kadarıyla haziresinde ondan fazla kabir bulunmaktadır. Elimizde bulunan bu kabirlere ait fotoğraflardan birkaçını ekte sunuyoruz10:
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
10 Fotoğrafları çekip istifademize sunan değerli bilim âşığı ve hizmetkârı İsmail Çilsaldı Beyefendi’ye şükranlarımızı arz ederiz. Daha sonra yapacağımız bir çalışma ile hazirede bulunan kabirlerin kitabeleri ve türbede bulunan tablolar hakkında detaylı bilgi vermeye çalışacağız. and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
8 Atabey KILIÇ
Yä Hù
Ey felek n’itdim saña Δäk ile yeksän eylediñ
Ben °arìbi °urbet elde zär giryän eylediñ
Áteş-i ≈asret ile °urbetde ser-gerdän eyleyip
Derdile äh etdirip ≈älimi perìşän eylediñ
~asret-i när ile yandı pederimiz bì-çäre äh
Välidemi äΔır benim derdimle sùzän eylediñ
Üçünci ordu-yı hümäyùn mìr-alayı
™äli≈ bin Mu≈ammed (...) rù≈larıyiçün
Fäti≈a
1303 19 Känùn-ı §änì (19 Ocak 1885-86)
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
Manisa-Demirci’de Görülen Alevî-Bektaşî-Rıfâ’î Meşrepli Bir Tarikat : Ma’rifîlik 9
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
10 Atabey KILIÇ
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
Manisa-Demirci’de Görülen Alevî-Bektaşî-Rıfâ’î Meşrepli Bir Tarikat : Ma’rifîlik 11
Ma’rifî tarikatına dâir bizim elimizde bulunan bilgiler şimdilik, bu tarikatın terekelerinden olup derleme faaliyetleri çerçevesinde özellikle Manisa ili Demirci ilçesinden Hulusi Emetli’nin bağışlamış olduğu el yazması eserler arasında olan ve bugün Ege Üniversitesi Merkez Kütüphanesi’nde bulunan yazmalardan elde ettiklerimizle sınırlıdır. Kataloğunu hazırlamış olduğumuz adı geçen yazmalardan yaklaşık olarak 25’i, özellikle bu tarikatın âdâb, erkân ve usûlünden bahseder niteliktedir.11 Kalanların büyük bir kısmı ise çeşitli vesilelerle Ma’rifî tarikatına dâir bir alâkaya sahiptir. Biz bu çalışma çerçevesinde bunlar arasında, özellikle içerisinde hem tarikat bilgileri hem de tarikatın önde gelenlerine ait şiirlerin bulunduğu, Ma’rifî Tarikatı Mecmuası diye adlandırabileceğimiz, ilgili katalogda da 36 numara ile kayıtlı mecmuayı esas almayı uygun bulduk.12 Bu mecmuayı çok kısa bir şekilde sadece maddî özellikleri bakımından şu şekilde tavsif etmek mümkündür:
Krem renginde kalın kağıtla kaplanmış, sırtına koyu mavi kot kumaş geçirilmiş, şirazeli, kalın mukavva cilt, 168x118 mm; az âharlı, orta kalınlıkta, enine su yolu filigranlı, krem renginde, muhtelif kağıt, 165x112 mm; harekeli, kalın nesih yazı, metin siyah önemli ibareler kırmızı ve yer yer pembe mürekkeple, muhtelif satırlı (en az 12, en fazla 16), 121 varak.
Mecmuanın içinde sadece Ma’rifî tarikatına ait âdâb, erkân ve kisve ile ilgili bilgiler ve şiirler bulunmaktadır. Bu mecmuadan ve hâlen Üniversite kütüphanesinde muhafaza edilmekte olan mecmualarla diğer bazı eserlerin çeşitli yerlerinde bulunan kayıtlardan öğrendiğimiz kadarıyla tarikatın kurucusu ŞeyΔ Seyyid Mu≈ammed Fet≈ü’l-Maúärif’tir. Hayatı hakkında
11 Bu konuda daha geniş bilgi için “Ege Üniversitesi Merkez Kütüphanesi Yazmaları Alfabetik Kataloğu I (Türkçe-Arapça-Farsça)” Kayseri 2001, adlı çalışmamıza bakılabilir.
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
12 a.g.e., s. 52-57. Ayrıca bkz. Meliha Gül, Kisve-i Ma’rifî Seyyid Muhammed b. Sâbit Ali, (Bitirme tezi), Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İzmir 1999. and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
12 Atabey KILIÇ
kaynaklarda herhangi bir bilgi bulunmayan bu zâtın H. 1270/M. 1853-5413 yılında vefat ettiğini, tarikatın Kuşadası Dergâhı Şeyhi Ferdî’nin yazmış olduğu nazım şekli mütekerrir müseddes olan sekiz kıt’alık tarih manzûmesinin
Mu≈ammed Mehdi’niñ remzin oøuyup düşse Δan £äbit
™afälar baΔş iderdi úäşıøän[ın]a da can £äbit
Dü-´ad heftädına 14 tärìΔ lu≠fında nihan £äbit
Ne gelür ne gider Ferdì cihäna an-be-an £äbit
Fenäsın eyledi tebdil beøä mülkine dil-därım
úAzìzim mürşidim şähım benim devletli ≈ünkärım15
şeklindeki son kıt’asında bulunan ifadelerden anlamak mümkündür.
Belgelerden öğrendiğimiz kadarıyla ŞeyΔ Seyyid Mu≈ammed Fet≈ü’l-Meúärif’in oğlu, ŞeyΔ Seyyid úAlì £äbit bin Fet≈ü’l-Meúärif’tir. Torunu ise yine mecmuadaki şiirlerden öğrendiğimize göre ŞeyΔ Seyyid Mu≈ammed Maúrifì-i £änì’dir.
Tarikatın Demirci’deki dergâhının iki kez bina edildiğini, adı geçen katalogda 36 numara ile kayıtlı bulunan Ma’rifî Tarikati Mecmuasındaki “Timurcı Dergähı Bänìsi Eş-ŞeyΔ Es-seyyid Mu´≠afä Lu≠fì ≈a◊retleri” ile “`ulefä-yı Maúrifìden Timurcı Maúrifì Dergähı Bäniye-i §änìsi Eş-ŞeyΔ Es-seyyid A≈med úAşøì ≈a◊retleri” ibarelerinden anlamak mümkündür.16 Buna göre Demirci Ma’rifî Dergâhı’nın ilk bânîsi yani, yaptıranı Mu´≠afä Lu≠fì Efendi, ikinci kez yaptıranı ise A≈med úAşøì Efendi’dir.17
Yukarıda çeşitli vesilelerle bahsettiğimiz mecmuanın içerisinde tarikatın önde gelenlerine âit çeşitli şiirler de bulunmaktadır. Büyük bir kısmı hece ölçüsü ile yazılmış olan bu şiirlerden bazılarında aruz vezninin kullanıldığını da görmekteyiz. Yazmanın 50b-71b varakları arasında “Seyyid Mu≈ammed Fet≈ü’l-Meúärif“in, 74b-84a varakları arasında “ŞeyΔ Seyyid £äbit úAlì ibni Fet≈ü’l-Meúärif“in, 84b-86a varakları arasında “ŞeyΔ Seyyid Mu≈ammed Maúrifì-i £änì“nin, 90b-92b varakları arasında “Timurcı Maúrifì Dergähı Bänìsi Eş-şeyΔ Es-seyyid Mu´≠afä Lu≠fì“nin, 94b-96b varakları arasında “ŞeyΔ Es-Seyyid A≈med úAşøì“nin, 99b-100b varakları arasında “ŞeyΔ Es-Seyyid ~asan Æäsìn Efendi“nin, 106b-117a varakları arasında ise “æuşa≠ası Dergähı Post-nişìni Ferdì Baba Efendi“nin ilâhî ve nefesleri bulunmaktadır.18
Mecmuadaki kayıtlardan öğrendiğimize göre Ma’rifî Tarikatı’nın Demirci hâricindeki tek dergâhı, Kuşadası’ndadır. Bu gün bu dergâh aşağıya alacağımız fotoğraflardan da anlaşılacağı
13 Tanman, bu zâtın ölüm tarihini 1824 olarak vermektedir. Yazar bu hususta kaynağını zikretmediği için bizim şimdilik bir yorum yapmamız da sözkonusu değildir. Bkz. M. Baha Tanman, “Maarifî Tekkesi”, s. 232.
14 dü-´ad=200, heftad=70 olduğuna göre bu mısra’da verilen ölüm tarihi (1)270/1853-54 yılına karşılık gelmektedir. Tanman’ın verdiği 1824 vefat tarihi hakkında şimdilik, kaynak verilmediği için yorum yapabilecek durumda değiliz. Bkz. Baha Tanman, “Maarifî Tekkesi”, s. 232.
15 Mecmua, vr. 117b.
16 Kılıç, Ege Üniversitesi Merkez Kütüphanesi Yazmaları Alfabetik Kataloğu I, s. 52-57.
17 Kılıç, “Ege Bölgesine Âit Alevî-Bektaşî-Rifâ’î Esaslı Bilinmeyen Bir Mahallî Tarikat: Ma’rifîlik”, s. 198-199.
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
18 Ferdî Baba hakkında daha geniş bilgi için bkz. Atabey Kılıç, “Ma’rifî Tarikatı Şeyhi Ferdî Baba ve Aruzla Yazılmış Şiirleri”, İlmî Araştırmalar, Dil, Edebiyat, Tarih İncelemeleri, S. 12, İstanbul 2001, s. 121-134.; Atabey Kılıç, “Ma’rifî Tarikatı ve Kuşadası Dergâhı Halifesi Ferdî Baba’nın Aruzla Yazılmış Bazı Şiirleri”, (Geçmişten Geleceğe Kuşadası Sempozyumu 23-26 Şubat 2000, Kuşadası/AYDIN) s. 10-15.; ayrıca bkz. Atabey Kılıç, Eski Türk Edebiyatı Üzerine Yazılar, Kayseri 2001, s. 87-110, 225-242, 243-254. (Manisa-Demirci Belediyesi’nin destekleyeceği bir proje çerçevesinde, adı geçen bu mecmua metnini yakın zamanda neşretmek düşüncesinde olduğumuzu burada ayrıca zikretmek isteriz.)
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
Manisa-Demirci’de Görülen Alevî-Bektaşî-Rıfâ’î Meşrepli Bir Tarikat : Ma’rifîlik 13
üzere ayakta değildir.19 Tarikatın, Manisa, İzmir ve Aydın illerinde başka dergâh veya tekkelerinin olup olmadığını da bilemiyoruz. Bu mecmuanın verdiği bilgilerin sâdece tarikat geleneğine göre yazılmış şiirlerden hareketle oluşturulduğu göz önüne alınacak olursa, Ma’rifîliğin en azından yukarıda saydığımız üç ilde, ismi her hangi bir şekilde zikredilmemiş dergâh, zâviye ya da tekkesinin bulunabileceği kuvvetle muhtemel olmalıdır.20
2007 Mart’ında ziyaret ettiğimiz Demirci Ma’rifî Dergâhı, aşağıya alacağımız fotoğraflardan da anlaşılacağı üzere ne yazık ki bu gün harap vaziyettedir. İzmir yönünden şehre girişte yolun sağında kalan dergâhın haziresinde bugün iki kabir taşı bulunmaktadır. Hazirede başka kabirlerin de bulunduğu, muhtemelen bunların tahrip olduğu veya edildiği de anlaşılmaktadır. Günümüzde ehl-i sünnet akidesine sık sıkıya bağlı yerli halkın çok da iyi hatırlamadığına şâhit olduğumuz Ma’rifîlerin, üzerinde çalıştığımız yazmalardan hatırladığımız kadarıyla Hz. Peygamber aşkını sıkça zikreden insanlar olduğunu söylediğimizde insanların çok şaşırdığını ifade etmeliyiz. Ma’rifî meşrepli insanların hâlâ bulunup bulunmadığını sorduğumuzda da çelişkili cevaplar almıştık, kimine göre hâlen bu meşrepte olan insanlar var fakat gizleniyorlar, bir kısmına göre de Demirci’yi terk etmişlerdi. İlçenin en yetkili ağızlarından birinin ifadesi, burada hâlen bu tarikata bağlı insanların yaşamakta olduğunu, fakat yanlış anlaşılmaktan ve algılanmaktan kaynaklanan bir kaygı ile gizlendiklerini göstermektedir.
19 Manisa-Demirci’ye 22 Mart 2007 tarihinde Demirci Belediye başkanı değerli kültür ve hizmet adamı Mithat Erşahin Bey’in, Mevlânâ’nın doğumunun 800. yılı vesilesiyle düzenlenmiş olan panele konuşmacı olarak daveti üzerine gittiğimizde, bir türlü gitme fırsatı bulamadığımız bu tarihî ve güzel şehri görmek nasip olmuş, ne zamandır ilgilendiğimiz Ma’rifîlikle alâkalı mekânları görmeyi de istemiştik. Bu çalışma boyunca vereceğimiz resimler, bu ziyaret esnasında çektiğimiz görüntülerden sadece bir kısmıdır. Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
20 Daha geniş bilgi için bkz. Kılıç, “Ma’rifî Tarikatı ve Kuşadası Dergâhı Halîfesi Ferdî Baba’nın Aruzla Yazılmış Bazı Şiirleri”; Kılıç, “Ma’rifî Tarikatı Şeyhi Ferdî Baba ve Aruzla Yazılmış Şiirleri” s. 121-134; Kılıç, “Ege Bölgesine Âit Alevî-Bektaşî-Rifâ’î Esaslı Bilinmeyen Bir Mahallî Tarikat: Ma’rifîlik”, s. 200.
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
14 Atabey KILIÇ
Baødı dil-cù øıldı inşä bu Rıfäúì tekyesin
Anda Ÿikrulläh olunduøça bula ol rä≈atı
Duúä eylesün Na®ìfüè “mur°-dili” tärìΔ ola
Cennet içre bula ~asan Dede şän u şevketi
Rù≈ına Fäti≈a
(H. 1284/M. 1867-68)
Yukarıdaki mezar taşından anlaşıldığı üzere, kabir Hasan Dede adlı şeyhe ait olup Dede tekkenin bânîsidir. Nazîf mahlaslı şâirin düştüğü tarihe göre de Hasan Dede’nin vefat tarihi hicrî 1284, miladî 1867-68’dir. Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
Manisa-Demirci’de Görülen Alevî-Bektaşî-Rıfâ’î Meşrepli Bir Tarikat : Ma’rifîlik 15
Yolun hemen kenarında bulunan diğer mezar ise muhtemelen yine aynı zâta aittir. Anlaşıldığı kadarıyla mezarın ilk baştaşı Arap harfleriyle yazılmış olan yukarıya aldığımız taştır. Tahrip neticesi kırıldıktan sonra yeniden
“Hu dost
Öksüz kalmasın diye
Geçti derğah başına
Mevlam azap göstermesin
Ruhuna hem nasına
Seyyid Sultan Muhammed
Fethùlmarifi dergähından
Şeyhmer Hasan Dede
Ölüm 1284. H”
ibareleri işlenmek suretiyle muhtemelen 1950-60 yılları aralığında kabre baştaşı olarak dikilmiştir.
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
16 Atabey KILIÇ
Ayakta kalan bu iki parçanın haricinde resimlerin de işaret ettiği üzere dergâh binası perişan vaziyettedir.21
21 Türk kültür tarihi için önemli bir merkez olduğu belli olan bu mekânın özellikle belediyenin öncülüğünde bir an evvel onarılması sadece Demirci için değil, Türk kültürü için de unutulmaz bir hizmet olacaktır.
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
Manisa-Demirci’de Görülen Alevî-Bektaşî-Rıfâ’î Meşrepli Bir Tarikat : Ma’rifîlik 17
Demirci’deki Ma’rifî emarelerinden bir diğeri de bahsi geçen dergâh kalıntısından yaklaşık 100-150 m. ileride solda, bir hayli meyilli bir alanda bulunmaktadır. Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
18 Atabey KILIÇ
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
Manisa-Demirci’de Görülen Alevî-Bektaşî-Rıfâ’î Meşrepli Bir Tarikat : Ma’rifîlik 19
İki servi ağacı altında bulunan ve bir parça tahribata uğramış olan mezarın baş taşında Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
20 Atabey KILIÇ
Huv
Perdei zulm
Ref oldu bugün
Didemden ben
Müyesser oldum
Ânîde bana
Didarı cemâl
Li sene 1332 mahı
Ramazan 3 tarıkı Marifi
Şeyhi Eş şih
Es seyyit
Koyunoğlu Ali
Galip Efendi
Ruhuna Fatiha
ibarelerini okumaktayız. Muhtemelen burası da ana dergâha bağlı bir birim idi ve zamanın tahribatına boyun eğmişti.
Demirci’nin çeşitli medeniyetlerin izlerinin yanısıra, tarikatlar açısından da zengin bir birikime sahip olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır. Belediye binası bahçesinde teşhir edilen aşağıya resimlerini aldığımız iki mermer tâcı da burada ayrıca zikretmek isteriz.
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
Manisa-Demirci’de Görülen Alevî-Bektaşî-Rıfâ’î Meşrepli Bir Tarikat : Ma’rifîlik 21
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
22 Atabey KILIÇ
Tarikatın Demirci’de bulunan dergâhı hakkındaki bilgilerimiz bir hayli kısıtlıdır. Mekânın sanat tarihi uzmanları tarafından incelendikten sonra Kartal’da bulunduğu bildirilen âsitâne ile mimarî açıdan benzerliğinin olup olmadığına ayrıca dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bunun gibi tarikatın Kuşadası dergâhı postnişîni Ferdî Baba’nın hayatı hakkında da henüz yeterli bilgiye sâhip değiliz. Ne zaman, nerede doğduğu, aslen nereli olduğu, nasıl bir eğitim aldığı hakkında da bu sebeple her hangi bir bilgi verebilecek durumda değiliz. Ancak, anlaşılıyor ki Ferdî Baba, Ma’rifî tarikatına gönül vermiş, tarikat içerisinde çeşitli mertebelerden geçtikten sonra Kuşadası Dergâhı postnişîni olmuştur. Ferdî’nin uzunca bir süre Ma’rifî Dergâhı postnişîni olarak Kuşadası’nda bulunduğunu tahmin etmek güç değilse de, onun en azından H. 1270/M. 1853-54 yılında Kuşadası’nda Ma’rifî Dergâhı şeyhi olduğu kesin olarak bildiğimiz bir gerçektir.22
Ferdî Baba Efendi de tarikatın önde gelen halifeleri gibi tasavvufî tarzda şiirler yazmıştır. Ma’rifî Tarikatı Mecmuası’nda kayıtlı bulunan şiirlerin hece ve aruz ölçüleri ile yazıldığını görmekteyiz. Aruzla yazılmış şiirlerine bakıldığında, pek çok tasavvufî şiirde gördüğümüz üzere edebî bakımdan fazla değerli olmadıklarını ancak, bunların samîmî bir edâ ve dervişâne bir ruh ile kaleme alındıklarını görmek mümkündür. Ferdî’nin aruzu kullanma bakımından bir hayli başarılı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Şiirlerinde aruz kusurlarının neredeyse yok denecek ölçüde az olması onun iyi bir klâsik eğitimden geçtiğinin de işâretlerinden olmalıdır.23
Ma’rifî tarikatı pek çok bakımdan dikkat çekici karakteristik özellikler arz etmektedir. Öncelikle samîmî duygulara sahip, nefsi terbiye etme konusunda kendilerine has yöntemleri bulunan inançlı Alevîler olarak karşımıza çıkan Ma’rifî tarikatı mensupları, zamanla tekkelerinin, dergâhlarının birer kültür merkezi hâline gelmesini de sağlamışlardır. Elimizde bulunan
22 Ferdî Baba için bkz. Kılıç, “Ma’rifî Tarikatı Şeyhi Ferdî Baba ve Aruzla Yazılmış Şiirleri”, s. 121-134.
23 a.g.m., s. 200. Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
Manisa-Demirci’de Görülen Alevî-Bektaşî-Rıfâ’î Meşrepli Bir Tarikat : Ma’rifîlik 23
belgelerden öyle anlaşıyor ki Ma’rifîlik, bölgenin daha çok Türkmen kökenli olan halkının irfânının gelişmesi hususunda da inkârı mümkün olmayan katkılarda bulunmuş olmalıdır.24
Üniversite kütüphanesinde bulunan yazmalar arasında bu tarikatla çeşitli bakımlardan ilgisi bulunan eserler de bulunmaktadır. 80 tanesini tavsif etmeye çalıştığımız adı geçen yazmalardan yaklaşık 25’i, özellikle Ma’rifî tarikatının âdâb, erkân ve usûlünden bahseder niteliktedir. Kalanların büyük bir kısmı ise çeşitli vesilelerle Ma’rifî tarikatına dâir bir alakaya sahiptir. Bu yazmaların bir kısmı ya Ma’rifî tarikatı şeyh veya müridlerinden birine âittir, yani üzerinde sahiplik mührü veya temellük kaydı vardır, ya da tarikat mensuplarından biri tarafından telif veya istinsah edilmişlerdir. Hazırlamış olduğumuz katalog incelendiği takdirde görülecektir ki, yazmaların, özellikle mecmualar başta olmak üzere bir kısmı telif25; Kitâb-ı Devâü’l-Ebdân ve Tıbbü’n-Nebî ve Hacâmat26, Kitâb-ı Melhame Li’t-Tasnîfi Dânyâl27, Risâle-i ‘Aynü’l-Hakîka Fî Râbıtati’t-Tarîka28 gibi olan diğer kısmı ise istinsah edilmiş eserler olarak tarikat bünyesinden çıkmış olmaları bakımından dikkat çekmektedir. Bunların haricinde kalan pek çok yazma ise, üzerinde bir mühür, temellük kaydı veya istinsah kaydı bulunmamasına rağmen, kullanılan kağıt, mürekkep ve hatta yazı tarzı bakımından Ma’rifî tarikatı tekkelerinden, özellikle de Manisa Demirci’de bulunan merkezden çıktıklarını gösterir pek çok işaret taşımaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla Demirci’deki âsitânenin en gözde ve velûd müstensihi, kendisini “Bende-i Ma’rifî” yani Ma’rifî kölesi olarak niteleyen Demircili, Es-Seyyid Hâfız İsmâil Hakkı’dır. İsmâil Hakkı’nın yazmalar arasında hemen fark edilen kendine has bir yazı tarzı ve kullandığı özel renkte mürekkebi vardır: İri ve okunaklı, biraz süslü nesih; açık maviye yakın lacivert mürekkep. İsmail Hakkı’nın kalın uçlu çelik veya kamış kalem kullandığı da yazı kalınlığından dolayı anlaşılmaktadır.29
Ma’rifî tarikatının aynı zamanda bir kültür merkezi görevi gördüğünün en önemli delili olarak yaklaşık 100 kadar el yazması eserin günümüze kadar ulaşabilmiş olmasını göstermek tabiî ki mümkündür. Üstelik bu yazmaların en azından 50-60 yıl boyunca hiç de müsait olmayan şart ve yerlerde saklandığını, bir çoğunun bu arada kaybolduğunu da göz önünde bulunduracak olursak, aslında tarikat merkezi olan Demirci’de muhafaza edilen yazma eser sayısının 100’ün çok çok üzerinde olması gerektiği rahatlıkla anlaşılacaktır. Yazmaların kendileri aslında başlarından geçenleri hâl diliyle anlatacak ölçüde üzerlerinde emâreler taşımaktadır. Pek çok yazma su gördüğü için tahrip olmuştur, ancak bir kaç yazma bu felaketten uzak kalabilmiştir. Bir kısım yazmanın ise yangın felâketinden zar zor kurtulduğunu anlamak mümkündür. Bu yazmaların
24 a.g.m., s. 200.
25 Meselâ 36. sırada kayıtlı bulunan ve içerisinde Eş-Şeyh Seyyid ‘Alî Sâbit bin Fethü’l-Me’ârif tarafından kaleme alınmış bulunan Risâle-i Sâbit Kisve-i Ma’rifî adlı mensur eserin de bulunduğu, “Bende-i Ma’rifî” Hâfız İsmâil Hakkı’nın istinsah ettiği mecmu’a ile 52. sırada kayıtlı bulunan ve 1b-41b varakları arasında kalan ilk kısmı Hâfız Hüseyn er-Rifâ’î Lebsü’d-dîn el-Mustafâ tarafından telif edilen, 24 Muharrem 1228/ 27 Ocak 1813’te de istinsah edilen mecmua, bunlar arasında en önemli örnekler olarak gösterilebilir. Tavsifi için bkz. Kılıç, a.g.e., s. 52-57.
26 Eser, 53 varak hacminde olup “Bende-i Ma’rifî” Hâfız İsmâil Hakkı tarafından H. 1254 Muharrem/ M. 1838 Nisan’ında istinsah edilmiştir. Bkz. Kılıç, a.g.e., s. 36-37.
27 Eser, 3252 beyitlik bir mesnevî olup 98 varaktan oluşmaktadır. “Bende-i Ma’rifî” Hâfız İsmâil Hakkı tarafından H. 1329 Muharrem/ M. 1911 Ocak’ında temize çekilmiştir. Yazmanın tam metni için bkz. Melike Derya Yıldırım, Danyal’ın Kitâb-ı Melhame’sinin Transkripsiyonlu Metni, (Mezuniyet Tezi), Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İzmir 2000. Tavsifi için bkz.: Kılıç, a.g.e., s. 38-39.
28 Eser, Edirne müftüsü Es-Seyyid Muhammed Fevzî tarafından telif edilmiş olup “Bende-i Ma’rifî” Hâfız İsmâil Hakkı Temürci tarafından istinsah edilmiştir. Tavsifi için bkz. Kılıç, a.g.e., ss. 105-106.
29 a.g.m., s. 200-201. Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
24 Atabey KILIÇ
özellikle cilt kapakları, ağız ve etek kısımları hatırı sayılır bir yangından etkilendiklerini işaret etmektedir. Hasılı, elde bulunan yazmalar göz önünde bulundurulduğunda, tarikatın sadece Manisa Demirci için değil, çevre iller ve hatta bütün Ege Bölgesi için bir hayli zengin bir kültür merkezi olarak görev gördüğünü iddiâ edebiliriz.30
Elimizde bulunan yazmadan öğrendiğimiz kadarıyla, merkezi Manisa ili Demirci ilçesinde bulunan bu tarikatın bağlı bulunduğu asıl tarikat Rıfâ’î tarikatıdır. Ege Üniversitesi Merkez Kütüphanesi yazmaları arasında bulunan ve hazırladığımız katalogda 33 numarada yer alan Ma’rifî Dergâhı İlâhî Mecmû’asında 83a varağında kayıtlı bulunan şu müfred tarikatın meşrebi hakkında yeterince bilgi verir niteliktedir:31
Mu≈ammed Fet≈ü’l-Meúärif bir vücuddur Rıfaúìler32
Mu≈ammed úAli neslinden gelenlerdür Rıfaúìler
Bilindiği gibi aktâb-ı erba’a33 (dört kutup)dan biri olarak kabul edilen Ahmed er-Rıfâ’î (Öl. Vâsıt 578/1183)’nin kurucusu olduğu Rıfâ’iyye34, Ortadoğu, Anadolu ve Rumeli’de yaygın olan bir tarikat olup Anadolu’da daha çok Bektaşî tarikatı ile birbirine girmiş mâhiyettedir. Bu hususiyet Ma’rifî tarikatındaki Alevî-Bektaşî unsurlarına da açıklık getirmektedir.
Mecmu’anın mensur kısmı, tarikatın alâmetlerinden olan kisve yani kılık kıyafet ile ilgili bilgiler verirken, aynı zamanda bizi Ma’rifiyye’nin usûl ve âdâbından da haberdar etmektedir. Tarikatlar için kılık kıyafetin, ayırıcı özellikler arz etmesi bakımından önemli olduğu bilinmektedir. Yine bir kısım tarikatların birbirlerine göre farklı kıyafetler kullandıkları da öteden beri bilinen bir gerçektir. Genellikle bir dervişin giydiği kıyafetten onun hangi tarikata mensup olduğunu tayin etmek mümkündür. Mevleviyye ve Bektaşiyye gibi bazı tarikatlarda kıyafete çok
30 a.g.m., s. 201-202.
31 Kılıç, a.g.e., s. 49-50.
32 “Mefâîlün Mefâîlün Mefâîlün Mefâîlün” vezni ile yazılmış olan beytin vezni 2. ve 3. tef’ilelerde aksamaktadır.
33 “Ricâlullah, merdân-ı Hudâ, merdân-ı gayb, hükûmet-i sûfiye gibi terimlerle de ifade edilen ricâlu’l-gaybın başında gavs, gavsu’l-a’zam, kutbu’l-aktâb gibi isimler de verilen bir kutub bulunur. Kutub, kelimesi aslen değirmen taşının miline verilen isimdir. Değirmenin taşı nasıl bu milin etrafında dönüyorsa, tasavvufî inancı göre dünya da kutubla dönmektedir. Kutbun sağında ve solunda iki imam bulunur. Sağdaki melekût âlemini, soldaki mülk âlemini yönetir. Kutub vefat edince yerine soldaki geçer. Aktâb-ı erba’a (4 kutub) ile genellikle Abdulkâdir Geylânî, Ahmed er-Rıfâ’î, Ahmed Bedevî ve İbrâhim Desûkî kasdedilmekle beraber bazan dördüncü isim olarak Ebu’l-Hasan Şâzelî de zikredilmektedir. Anadolu’nun dört kutbu tabiriyle de Mevlâna, Hacı Bayram-ı Velî, Hacı Bektaş-ı Velî ve Hacı Şabân-ı Velî kasdedilir. Çeşitli tarikatlara göre bu isimlerin değişiklikler gösterdiği de bilinmektedir. Daha geniş bilgi için bkz. Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 251-254.
34 Ahmed er-Rıfâ’î’nin vefat yeri olan Vâsıt, İran’ın Betâih bölgesine bağlı bulunduğundan Betâihiye diye de adlandırılan Rıfâ’iyye tarikatının en dikkat çekici özelliği, başlangıçta karşılaşılmayan, fakat zamanla ortaya çıkan, tarikat mensuplarının, vücudun bazı yerlerine şiş sokmak, kılıcın keskin tarafına basmak, ateşle oynamak, kızgın demir yalamak gibi çeşitli gösterilerde bulunmalarıdır. Bilindiği kadarıyla Rıfâ’iyye, Anadolu’da fütüvvet ve ahi teşkilatıyla, Rumeli’de ise Bektaşîlikle karışmıştır. “Her Rıfâ’î şeyhinin tâcı altından, bir Bektaşî tâcı çıkar” sözü bu alâkaya işaret etmek için kullanılan bir ifade olmuştur. Son zamanlara doğru Bektaşî tekkeleri gibi Rıfâ’î tekkelerinin de sazlı, sözlü, içkili âlemlere sahne olduğu bilinmektedir.
Kaynaklar Rıfâ’iyye tarikatının esaslarını şu şekilde sıralamaktadır:
1. Allah’ın emrini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak,
2. Şeriat ve tarikata ters düşen şeylerden sakınmak,
3. Dininde ve ahdinde muhkem durmak,
4. Şeriat ve tarikata lazım olan şeyleri öğrenmek ve onları uygulamak,
5. Kişilerin ayıp ve kusurlarını öğrenmemek,
6. Muhtac olanlara insaf ve merhamet etmek,
7. Yaramaz ve çirkin huyları terketmek,
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
8. Şeyhinin nasihatını kabul etmek. and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
Manisa-Demirci’de Görülen Alevî-Bektaşî-Rıfâ’î Meşrepli Bir Tarikat : Ma’rifîlik 25
önem verilirken, Nakşbendiyye’de kıyafetin fazla önemsenmediği, sade ve temiz giyinmekle ve bazan başa sâde bir sarık sarmakla yetinildiği bilinmektedir. Melâmîler ise bu bakımdan meşreplerini imâ eden herhangi bir özel kıyafete baştan beri karşıdırlar.
Sûfîler tarafından giyilen hemen hemen her tarikat kıyafetinin kendilerine göre genellikle mistik mânâları vardır.35
Ma’rifî tarikatının diğer tarikat ehline göre alâmet sayılabilecek olan kisvesi36 sırasıyla şu yedi unsurdan oluşmaktadır: Tâc, gül, saç, hırka, deste-gül, tennûre ve şeddü’l-kemer.
Tâc veya fahr yünden yapılmış, çeşitli renkteki serpuşlara verilen genel isimdir. Mevlevîlerin sikke diye isimlendirdikleri tâcın üst kısmına kubbe, başa geçen kısmına da lenger denir. Bektaşî, Rifâî, Kâdirî ve Sa’dî tâclarının kubbesi genellikle 12 dilimdir. Tâcın üzerinde sarılan sarığa destâr denir. Pâyelî, Hüseynî, Örfî, Cüneydî, Dolama gibi çeşitleri vardır. Bilindiği gibi Bektaşî tâcı on iki terkli (dilimli) olup, alt kenar kısmı yani lengeri dört parçalıdır. Bektaşîlere göre kubbedeki her bir dilim, on iki imamı temsil eder. Alt kenardaki parçaların her birine ise kapı denmekte olup bunlar şeriat-tarikat-ma’rifet-hakikat kapılarını sembolize etmektedir ki bu tür tâclara Hüseynî tâc denmektedir. Lengeri gibi kubbesi de dört parçadan ibâret olan tâclara Horasanî veyâ Edhemî tâc, yedi terkli tâclara da şemsî tâc dendiğini kaynaklar bildirmektedir. Bektaşî tâcları içerisinde sıklıkla kullanıldığını bildiğimiz bir diğer tâc ise Elifî tâcdır ki, lengeri dört, kubbesi iki parçadan dikilmiş olduğu için karşıdan bakıldığında elif harfine benzediği için bu şekilde adlandırılmışlardır.38
35 Bu makalede örnek olarak kullanılan resimler: Nurhan Atasoy, Derviş Çeyizi Türkiye’de Tarikat Giyim Kuşam Tarihi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2005; Yahyâ Âgâh b. Sâlih el-İstanbulî, Tarikat Kıyafetlerinde Sembolizm Mecmû’atü’z-Zarâ’if Sandûkatu’l-Ma’ârif, Ocak Yayıncılık, İstanbul 2002 isimli eserlerden alınmıştır.
36 Tâc, hırka, destâr gibi kıyafetlere “cihâz-ı tarîkat” denir ve bunlar müride şeyhi tarafından belli dualar okunarak, tekbirler getirilmek suretiyle giydirilir. Yapılan bu merasime de “tekbîrlemek, tekbîr etmek, tekbîrletmek” denir.
37 “Bu yedi kisve-i dervìşän üzerine bir Risäle-i Kisve-i Maúrifì deyüp isim tesmiyye olunup bendemiz olan geysün ve beyän olsun didikde väøıúan cemìú-i ≠urùø-i úaliyye fuøarälarında var. Dürlü eşkäl olup kisve olur. Täc ve gül ve ´aç / ve Δırka ve deste-gül ve tennùre ve şeddü’l-kemer her birine birer isim tesmiyye itmisler. Kimine kisve-i Rıfäúiyye ve æädirì ve Bedevì ve Desùøì ve Elvänì ve Şaúbanì ve Bekrì ve úÍsevì ve A≈medì ve Veysì ve Melämì ve Yesärì ve Celälì ve Saúdì ve Bayrämì ve Täcì ve Edhemì ve Şemsì ve Mevlevì ve ~amzavì ve ~alvetì ve Celvetì ve Sünbülì ve ~alavì ve Naøşì ve Nùrì ve Sinänì ve Häşimì ve Esräfì ve Hüdäyì ve Mısrì. Bunlara em§äl ne øadar ehlulläh ve úärif-i billäh mürşid-i kämil var ise fuøarälarına bellü olsun için her biri birer úalämet-i nişän ictihäd idüp dam°a-i kisve-i dervìşän / taúbìr eylediler. Ancaø bize läzım olan kendi meslegimiz Maúrifì øolunda ve yolunda bulunan sälikìne beyän olsun içün yedi nevúi kisve tertìb olundı. Täc, gül, ´aç, Δırøa deste-gül, tennùre, şeddü’l-kemer.” Mecmua, vr. 4ab. Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
38 Bektaşî düşüncesine göre on iki dilimli tâcın her bir diliminin “bilgi sâhibi olmak, isyankâr olmamak, nefsine uymamak, kibirsiz olmak” gibi ayrı ayrı anlamları olduğu da bilinmektedir. Bkz. Bedri Noyan(Dedebaba), Bektaşîlik Alevîlik Nedir?, İstanbul 1995, s. 239-240. Bu çalışma boyunca vereceğimiz tarikat kıyafetlerini Nurhan Atasoy’un Derviş Çeyizi isimli eserinden alıntıladık. and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
26 Atabey KILIÇ
Ma’rifî tâcının da Bektaşî ve Rıfâ’î tâclarının 12 dilimli oluşundan hareketle, 12 dilimli olduğunu düşünmek tabiî ki mümkündür. Ancak mecmuada, Ma’rifî tâcının üzerinde 19 işaret bulunduğu belirtilmektedir: "Dört øapunıñ maøämları tamäm olup üzerinde tertìb olunan on sekiz ≠urùø üzerine müretteb täc-ı şerìfiñ suõäli içinde. On sekiz ≠urùøıñ suõäli ceväbı daΔı dört øapu üzerine tertìb olunup işäret oldı°ı gibi ol daΔı dörtdür. Maúlùm ola evvelki işäretimiz budır. Yä dervìş on ikisi on iki imäm efendilerimize işäretdir. İki daΔı a´l-ı u´ùl / ~adìce-i Kübrä ve Fä≠ımatü’z-Zehrä’ya işäretdir ve dört daΔı çäre-i maú´ùm-ı päke işäret idüp on sekiz ≠urùø her biri biñ yirine øaõim-maøäm olup on sekiz biñ úäleme işäret ve on sekiz biñ úälemiñ fevøında ~abìb-i Ekrem Mu≈ammedü’l-Mu´≠afä efendimizdir. Täcımızıñ üzerinde dügmesiyle on toøuz işäretimiz anıñ içün bu cümlesine işäreten başımız onlara ba°lu olma°ıla däõimä taú®ìm idüp başımıza geyeriz." 39 Metinden anlaşılacağı üzere Ma’rifî tâcında 18 dilim vardır ve bu dilimlerin on ikisi, on iki imama yani Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Zeyne’l-Âbidîn, Muhammedü’l-Bâkır, Ca’ferü’s-Sâdık, Mûsâ-yı Kâzım, Aliyyü’r-Rızâ, Muhammedü’l-Takî, Aliyyü’n-Nakî, Hasanü’l-Askerî ve Muhammed Mehdî’ye işarettir. İkisi Hz. Hatice ile Hz. Fâtıma’ya ve dört de ‘çâre-i ma’sûm-ı pâk’e işaret eder, böylece 18 rakamına ulaşılır. Bunların her biri bin yerine konulduğunda da 18 bin âleme işaret eder. 18 bin âlemin üstünde ise ‘~abìb-i Ekrem Mu≈ammedü’l-Mu´≠afä’ bulunur ki bu da Ma’rifî tâcının üzerindeki düğme ile temsil edilmektedir. Tâcın giyilmesi, bu sayılan zevâtın hepsine baş bağlılığını ve onlara duyulan hürmettendir. Aşağıya aldığımız resmin de işaret ettiği üzere Ma’rifî tâcı 18 dilimlidir, Hz. Muhammed’i temsil eden düğmesi ile toplam 19 işaret taşır.
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
39 Mecmua, vr. 13b-14a. and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
Manisa-Demirci’de Görülen Alevî-Bektaşî-Rıfâ’î Meşrepli Bir Tarikat : Ma’rifîlik 27
Gül, terim olarak iki anlama gelmektedir. Birincisi, ucu yassı, avuç içi büyüklüğünde, iki karış uzunluğunda demir bir çubuktur. Rifaî dervişlerinin bunu mangalda kıpkırmızı olunca çıkartıp, zikrederken yalaya yalaya soğuttukları bilinmektedir. Gülün ikinci anlamı ise, tarikat taçlarının tam üstüne, yani kubbe kısmına dikilen ve çuha üstüne işlenen şekiller için kullanılır.40 Tâcın tepesinde dilimlerin birleştiği noktaya “mühür” ya da “gül“ denilen ufak yuvarlak parça konurdu ki bunların havuzlu, kız gülü, Bağdat gülü, kafesli gibi çeşitleri yapılmıştır.41 “İkinci tertìb ve nişänımız olan mihr-i gül Maúrifì ≠arìøında bende olup dervìşänların gerek şerbetler ve gerek / biúatlar ve gerek şükür ve gerek ünäs ve gerek ≈izmet ve gerek müfred olan fi’l-cümlesine eger istegi olup dervìş oldı°ımıza başımızda ®ähiren bir úalämet-i dam°a ≠arìøımıza bir nişän isteriz deyene bir mihr-i gül virilüp ≠aøıla cümlesi bir ´ùret üzere olup biline bir säõil suõäl eylese bu başınızdaki úalämet-i nişänıñ ismi nedir ve neye işäretdir? El-ceväb yä dervìş ≠arìøımızıñ nişän-ı dam°a-i mehridir. İsmine gül dirler ve neye işäretdir derseñ, ortasındaki däõirede on iki tı° on iki İmam-ı mäh-ı münìr efendilerimize işäretdir. Ve e≠räfınıñ yazısı f, c, ş, §, ®, Δ, Ÿ okunur. Ve bu oøunan esmänıñ her bir ≈urùfı / daΔı esmädır. ... Yedi ≈arf yedi esmä ve keväkib-i sebúa üzeredir. Yä dervìş evvelki işäreti ve ≈urùf esmäsı beyän olunan işäreti budır... Ve ≈urùfı f ve esmäsı Ferdun. İkinci işäreti ... ve ≈urùfı c, esmäsı Cabbärun, üçünci esmäsı işäreti ... ≈urùfı ş ve esmäsı Şekùrun. Dördünci işäret ... ve ≈urùfı § esmäsı £äbitun. Beşinci işäreti ... ve ≈urùfı ® ve esmäsı ßähirun. Altıncı işäreti ... ≈urùfı Δ ve esmäsı `abìrun. Yedinci işäreti ... ve ≈urùfı z esmäsı Zekiyyun Ve bu daΔı yä dervìş æurõän-ı úa®ìmü’ş-şän yedi ≈arf üzere näzil olmuşdur didiñ didi. / Bizim başımız æurõän-ı úazìmü’ş-şän’a ba°ludır. Başımızda gül gibi ≠aşırız. Eger derseñ yä dervìş kimiñiz iç fesiñizde gezleyüp ve kimiñiz äşikär idüp başıñızda ≠aşırsıñız. Neçündür derseñ sırr-ı æurõän Fäti≈a-i şerìf’de tekmìl olup f, c, ş, §, ®, Δ, z bu yedi ≈urùf Fäti≈a’da äşikär olmayup gizli olup erbäbına äşikär oldu°ı için kimimiz äşikäre ve kimimiz gizleyüp ≠aşırız.” şeklindeki alıntıladığımız metinde; Ma’rifî gülünün üzerinde 12 tığ bulunduğu, bu tığların her birinin 12 imamın birini temsil ettiği, tığların etrafında f (ف), c ( ج), ş ( ش), § ( ث), ® ( ظ), Δ ( خ), z ( ز) harflerinin sıralandığı,
bu harflerin de sırasıyla f (Ferdun), c (Cabbârun), ş (Şekûrun), §, (£äbitun), ® (ßähirun), Δ
40 Cemal Kurnaz, “Gül”, DİA, c. 14, İstanbul 1996, s. 222; Noyan(Dedebaba), Bektaşîlik Alevîlik Nedir?, s. 240. Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
41 Gül hakkında Derviş İbrâhîm el-Eşrefî el Kâdirî’nin yazdığı ve Süleymâniye Kütüphanesi, Esad Efendi, nr. 270’te bulunan “Gül Risâlesi”, Mustafa Kara tarafından yayımlanmıştır. Bkz.: Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, V/5 [1995], Bursa 1995, s. 11-23. and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
28 Atabey KILIÇ
Saç, Ma’rifî tarikatı kisvesi arasında gördüğümüz unsurlardandır. "Üçünci úalämet-i nişänımız başımızda olan ´açımız. Eger suõäl olunsa baú◊ı dervìşänıñ ve ≠arìøımızda bu baş üzerinde olan ´aç nedir? Temiz midir? Mekrùh mıdır? Yä dervìş bilmiş ol bu baş üzerinde olan ´aç İslämda temiz, papasda mekrùhdur. Ne sebebden İslämda temiz papasda mekrùhdur derseñ yä dervìş. Şu sebebden ki bu ´açıñ / bu øadar ´orısı ve suõäli var ve cänı ve teni vardır. Papas cänın ve tenin bilmez. ™orısın ve suõälin añlamaz. Anda pis ve mekrùhdur. İslämda sünnet-i şerìfdir ve temizdir. Yä dervìş bu ´açıñ cänı ve teni nedir? YoΔsa kefere başındaki ´aç gibi midir derseñ eşid bilmiş ol øarındaşım. Bu benim başımdaki ´açıñ cänı "Bismillähi’r-ra≈mäni’r-ra≈ìmdir. Ve teni yüz yigirmi dört biñ teldir ve her bir teli bir nebìye işäretdir. úAlä-riväyetin yüz yigirmi dört biñ pey°am-berdir ve benì Ádemiñ başındaki ´aç daΔı yüz yigirmi dört biñ tel oldı°ı içün aña sebeb başımda ≠aşırım. Ve bir daΔı yä dervìş vücùd-i ädem / bir úälemdir ve bu baş üzerinde olan ´açıñ her bir teli semävät-ı sebúada olan keväkibe işäretdir. Ol daΔı úalä-riväyetin yüz yigirmi dört biñ keväkib olup aña işäreten başımızıñ ´açın küşäd keväkib-i semäúı úayän oldı°ı içün biz de beyän ider ≠aşırız. Ve bir daΔı cümle vücùd-ı ädem böyle midir derseñ ´ùreti ve sìreti ädem maúnen ve insän-ı kämil olunca elbet öyledir. YoΔsa ´ùretä ädem sìreti ≈ayvän olan kişiniñ ´ùretinde ve sìretinde elbet bir ´ıfat näøı´dır. Eger derseñ yä dervìş bu ´aç cänlı mıdır? Cänludır, çün cänludır aña °asli iøti◊ä ider. / Evvelä başı nedir ve teni nedir ve cänı nedir ve kendi nedir ve °asli nedir ve ìmänı nedir ve kilidi nedir ve far◊ı nedir ve sünneti nedir ve ≈ayätı nedir ve memätı nedir ve yemişi nedir ve toΔumı nedir yä dervìş? Eşit bilmiş ol evvelä başı Mu≈ammede’l-Mu´≠afä ´allallähu teúälä úaleyhi ve sellemdir ve teni "Bismillähi’r-ra≈mäni’r-ra≈ìm”dir. Ve cänı enbiyäullahdır ve kendi nùrullähdır ve °asli ≠arìødır ve ìmanı tevä◊uúdur ve kilidi teslìmlikdir. Bir mürşid-i kämili bulup ´aç insäna teslìm oldu°u gibi teslìm olmaødır. Ve far◊ı ~aø Teúälä emr eyledi. Päk ≠utmaødır ve sünneti yuyunca øurutmaødır. / ve ≈ayätı temiz itmekdir. Ve memätı kirli olur ise dökülmekdir. Ve øıblesi bu´urdır ve namäzı her kişiden selämın kesmemekdir. Ve göki ìmändır ve a´lı nùr-ı `udä’dır. Ve ferci dünyädır. Ve yemişi däõimä ´alavät-ı şerìf idüp Resùlulläh ´allallähu teúälä úaleyhi ve sellem efendimize hediyye itmekdir ve toΔumı oniki imäm efendilerimiz Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
42 Mecmua, vr. 22a-23b. and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
Manisa-Demirci’de Görülen Alevî-Bektaşî-Rıfâ’î Meşrepli Bir Tarikat : Ma’rifîlik 29
cümlesi ´açlu idi. Anlardan toΔumı olup bize mìrä§ øaldı." şeklindeki metinden anlaşıldığı kadarıyla müridlerin saçı normalin üstünde bir uzunluğa sahiptir ve temiz tutulması özellikle istenmektedir.43
Anlam bakımından bez parçası ve elbise anlamına gelen hırka, tarikat ehlinin giydiği önü açık, yakasız, kollu, geniş ve topuklara kadar inen uzun bir cins kıyafettir. Hırka giymek, dervişin kendi iradesinden soyunup şeyhin iradesine teslim olmasını sembolize etmektedir. Dervişin, mensup olduğu tarikat şeyhinin elinden giydiği hırkaya "hırka-yı inâbet" ya da "hırka-yı irâdet" denir ki bu ancak ehil olana giydirilir. Seyr-i sülûkunu tamamlayıp şeyhlik yapmaya hak kazanan sûfîye icâzet-nâme veya hilâfet-nâme verilir. İcâzet-nâme vermeye "ilbâs-ı hırka" (hırka giydirmek), almaya ise "lubs-i hırka" (hırka giymek) adı verilir. Bunun neticesi giyilen hırkaya ise "hırka-yı tarikat" denir. Ayrıca "Hırka-yı teberrük" tabir edilen ve henüz tarikata girmemiş, fakat zaman zaman zikir meclislerine ve şeyhin sohbetine iştirak eden kimseye isteği üzerine giydirilen bir başka hırka giydirme de söz konusudur ki, böylece kişinin tarikata ısınması ve intisâba ehil hâle gelmesi teşvik edilmiş olur. İsteyen herkese giydirilen bu hırkaya "muhib hırkası" ve "muhib kisvesi" de denmektedir. “Dördünci úalämet-i dam°a-i nişänımız olan kisve-i Maúrifì Δırøadır. Yä dervìş cemìú-i dervìşän ve meşäyıΔ efendileriñ ve ≠arìøımızda arøamıza geydigimiz Δırøa nedir? Eşit bilmiş ol ki Δırøa dimek vücùd-ı insänı setr içündür ve Δırøa geymek far◊ mıdır, yoΔsa sünnet midir? Hem far◊ hem sünnetdir, emrullähdır, far◊dır. Resùlulläh ´allallähu teúälä úaleyhi ve sellem efendimiz geydi sünnet-i şerìf oldı. Yä dervìş eger derseñ el-≈äletü häŸä şu Δırøanıñ far◊ı nedir, sünneti nedir, cähı nedir, binäsı nedir ve teni nedir ve cänı nedir ve namäzı nedir, øıblesi nedir ve °asli nedir ve kilidi nedir? / Eşit bilmiş ol evvelä far◊ı mu≈abbet-i ehlullähdır. Ve sünneti ≈adì§-i Resùlullähdır. Oøuyup ve diñleyüp ≈ıf®ına alma°a saúy eyletmekdir ve cähı temiz tutmaødır ve binäsı tekbìr ve tehlìlullähdır. Ve teni iΔlä´dır ve cänı geyen insändır ve namäzı şäzılıødır. Ve øıblesi şeyΔdir. Ve °asli terk-i mäsivädır. Ve kilidi ≠o°rılıødır. Yä dervìş fi’l-a´l bu Δırøa geymeniñ başı øanı var mı? Bilmiş ol vardır ve beşdir. Evveli Ádem pey°am-ber Ebu’l-Beşer ´allallähu úaleyhi ve sellem. İkinci Ádem-i §änì Nù≈ nebiyulläh ´allallähu úaleyhi ve sellem. Üçünci ceddü’l-enbiyä İbrähìm `alìlulläh ´allallähu úaleyhi ve sellem. Dördünci úÍsä min rù≈ulläh ´allallähu úaleyhi ve sellem. / Beşinci Δätemü’l-enbiyä Mu≈ammed Resùlulläh ´allallähu teúälä úaleyhi ve Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
43 Mecmua, vr. 25a-27a.
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
30 Atabey KILIÇ
sellem. İşte reõis-i erkän başı bunlardır. Yä dervìş Δırøa giyen dervìş ve şeyΔ çoødur ancaø Δırøa geyinmek şar≠ı var mı? Bilmiş ol vardır ve beşdir. Ve inkär idüp işlenmezler. Ve ol beş şar≠ı işlemeyin deyü birbirlerine tenbìh ü teõkìd iderler ve işledigin duyarlar ise içlerinden ≠ard idüp çıøarırlar ve ol beş şar≠ın birisini İsläm iseñ sen daΔı işleme eger işler iseñ bizim ile bir daΔı görüşme dirler ve ol beş şar≠ın birisi yalan söylememek, ikinci / şar≠ı zinä eylememek, üçünci şar≠ı ≈aräm yememek, dördünci şar≠ı ≈ırsızlıø itmeyüp eli ile øomadı°ıñ şeyi almayup bir kimseniñ mälına ≠amäú itmemekdir. Beşinci şar≠ı ~aø teúälänıñ e≈adiyyetine güzel ìmän eyleyüp kendini bilerek Ÿerreten a´lä şirk itmemekdir. İşte bu beş nesne şar≠ı işlemezler ve tenbìh iderler.” ifadelerinden anlaşıldığı üzere, Ma’rifî’ye göre hırka giymek hem sünnet hem farzdır. Sırasıyla Hz. Âdem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. İsâ ve Hz. Muhammed giymişlerdir. Hırka giymenin beş şartı vardır: Yalan söylememek, zina yapmamak, haram yememek, hırsızlık yapmamak ve son olarak Allah’a iman edip ona şirk koşmamak.44
Kisve-i Ma’rifî’de bahsi geçen destegül hakkında mecmuada yeterli bilgi bulunmamaktadır. Büyük bir ihtimalle, Hz. Ali’nin vefatı sırasında yanında bulunan Selman’dan bir deste gül istemesi ve Selman’ın getirdiği gülü kokladıktan sonra ruhunu teslim etmesi rivayetiyle alakâlı bir kisve olmalıdır. Mecmuadaki “Dördünci úalämet-i dam°a-i nişänımız olan kisve-i Maúrifì Δırøadır. Yä dervìş cemìú-i dervìşän ve meşäyıΔ efendileriñ ve ≠arìøımızda arøamıza geydigimiz Δırøa nedir? Eşit bilmiş ol ki Δırøa dimek vücùd-i insänı setr içündür ve Δırøa geymek far◊ mıdır, yoΔsa sünnet midir? Hem far◊ hem sünnetdir, emrullähdır, far◊dır. Resùlulläh ´allallähu teúälä úaleyhi ve sellem efendimiz geydi sünnet-i şerìf oldı. Yä dervìş eger derseñ el-≈äletü häŸä şu Δırøanıñ far◊ı nedir, sünneti nedir, cähı nedir, binäsı nedir ve teni nedir ve cänı nedir ve namäzı nedir, øıblesi nedir ve °asli nedir ve kilidi nedir? / Eşit bilmiş ol evvelä far◊ı mu≈abbet-i ehlullähdır. Ve sünneti ≈adì§-i Resùlullähdır. Oøuyup ve diñleyüp ≈ıf®ına alma°a saúy eyletmekdir ve cähı temiz tutmaødır ve binäsı tekbìr ve tehlìlullähdır. Ve teni iΔlä´dır ve cänı geyen insändır ve namäzı şäzılıødır. Ve øıblesi şeyΔdir. Ve °asli terk-i mäsivädır. Ve kilidi ≠o°rılıødır. Yä dervìş fi’l-a´l bu Δırøa geymeniñ başı øanı var mı? Bilmiş ol vardır ve beşdir. Evveli Ádem pey°am-ber Ebu’l-Beşer ´allallähu úaleyhi ve sellem. İkinci Ádem-i §änì Nù≈ nebiyulläh ´allallähu úaleyhi ve sellem. Üçünci ceddü’l-enbiyä İbrähìm `alìlulläh ´allallähu úaleyhi ve sellem. Dördünci úÍsä min rù≈ulläh ´allallähu úaleyhi ve sellem. / Beşinci Δätemü’l-enbiyä Mu≈ammed Resùlulläh ´allallähu teúälä úaleyhi ve sellem. İşte reõis-i erkän başı bunlardır. Yä dervìş Δırøa giyen dervìş ve şeyΔ Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
44 Mecmua, vr. 27b-29a. and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
Manisa-Demirci’de Görülen Alevî-Bektaşî-Rıfâ’î Meşrepli Bir Tarikat : Ma’rifîlik 31
çoødur ancaø Δırøa geyinmek şar≠ı var mı? Bilmiş ol vardır ve beşdir. Ve inkär idüp işlenmezler. Ve ol beş şar≠ı işlemeyin deyü birbirlerine tenbìh ü teõkìd iderler ve işledigin duyarlar ise içlerinden ≠ard idüp çıøarırlar ve ol beş şar≠ın birisini İsläm iseñ sen daΔı işleme eger işler iseñ bizim ile bir daΔı görüşme dirler ve ol beş şar≠ın birisi yalan söylememek, ikinci / şar≠ı zinä eylememek, üçünci şar≠ı ≈aräm yememek, dördünci şar≠ı ≈ırsızlıø itmeyüp eli ile øomadı°ıñ şeyi almayup bir kimseniñ mälına ≠amäú itmemekdir. Beşinci şar≠ı ~aø teúälänıñ e≈adiyyetine güzel ìmän eyleyüp kendini bilerek Ÿerreten a´lä şirk itmemekdir. İşte bu beş nesne şar≠ı işlemezler ve tenbìh iderler.” ibarelerinden anlaşıldığına göre destegül, tâc, hırka ve tennûre giyen dervişin uyması gereken 12 şart vardır.45
Tennûre, genel olarak, üst tarafı dar, aşağısı geniş, yakasız, kolsuz bir tür derviş elbisesine verilen isimdir. Alevî Bektaşî geleneğine göre ise ince kumaştan yapılma düz yakalı, kollu, önü yukarıdan aşağıya doğru açık, geniş, uzun etekli bir cins entâridir. Ayrıca Bektaşîlerin ince deriden yapılma tennûreler giydikleri, hattâ Mevlevî, Kalenderî ve Hayderîlerin de tennûre kullandıkları bilinmektedir. Bektaşîlere göre tennûre Arap harflerine göre ters çevrilmiş lâm-elif harfi gibidir. Bunu giyen insan da içinde bir elif harfi gibi durur, böylece ortaya çıkan şekil “illâ” yazısına denk Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
45 “ Beşinci kisve-i ≠arìø-ı nişänımız bu ki deste-gül / dinür. Deste-gül dimek nedir? Säõir şecere-i benì ädem şükùfe-i dervìşän içlerinde bir täze gülüm dimek. Täc ve Δırøa ve deste-gül ve tennùre geyen dervìşlere on iki şar≠ vardır. Nedir derseñ yä dervìş? Bilmiş ol ibtidäsı bir mürşìd-i kämili arayup bulup mürìd olup meyyit °assäla teslìm olup durdı°ı gibi mürşìdini °assäletü’Ÿ-Ÿünùb bilüp durmaødır. İkinci şar≠ı mürşìdi her ne emir ider ise emrine mu≠iú ferman-ber olmaødır. Üçünci şar≠ı her ne øadar cefä görür ise ´afä bilüp ´abr u ta≈ammül itmekdir. Dördünci şar≠ı mürşìdinden her ne ki görse ve ne øadar taúŸìr ü tekdìr işidir ise iútiøädına Δalel ve ◊arar getürmemekdir. / Beşinci a°zına ve diline ve gözine ve göèlüne ~aø Teúälädan °ayrı bir şey øomamaødır. Altıncı şar≠ı mälä-yaúnì çoø çoø dünyä kelämıyla meş°ùl olmamaødır. Yedinci şar≠ı az uyøu uyumaødır. Sekizinci şar≠ı näs ile çok ülfet itmeyüp münzevì olmaødır. Æoøuzuncı şar≠ı ≈ubb-ı dünyä olmayup terk-i dünyä olmaødır. ... Onuncı şar≠ı terk-i vücùd olup benlikden geçmekdir. On ikinci şar≠ı terk-i terk eyleyüp cümle ile bir olup şerìúat øapusından girüp / ≠arìøat ve maúrifet ve ≈aøìøat øapusuyla äşinä olup ke§reti va≈det-i vücùdı bulmaø. İşte bu on iki şar≠ ile on iki burùc devr-i felek ve on iki mäh-ı münìr ve on iki imäm ra◊iyallähu úanhu efendilerimiziñ nùrıyla nùrlanup enfüsì ve äfäøì insän-ı kämil olup dervìş-i ≈aøìøat olmaødır.” Mecmua, vr. 31b-33a. and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
32 Atabey KILIÇ
gelir ki bu da kelime-i tevhidi karşılamaktadır.46 ”Altıncı kisve-i nişänımız bu ki ≠arìøımıza girüp ve Maúrifì yolunda dervìş olan arøasına geydikleri nedir? İsmine ne dirler? Geydigimiz gömlekdir ve ismine tennùre dinür. Däõimä mürşìd ≈u◊ùrında ≈idmetde olup geyen dervìş øale’n-nebì ´allallähu teúälä / úaleyhi ve sellem "mùtù øable ente mùtù” emriyle ölmezden evvel öldüm. Arøamdaki geydigim Δırøa kefenim dimek. Yä dervìş bir daΔı meydän-ı ehlullähda Δalaøa-i evräd ve Ÿikrulläh ider iken ta≈´ì´ idüp geyen dervìşänlar evräd ve Ÿikrullähıñ nùrı ile nùrlandıø. ™ırtımızdaki gömlegimiz tenimizde bulunup bizim ile ber-ä-ber nùr olma°ıla ismi tennùre taúbìr olundı. Eger derseñ yä dervìş bu tennùreniñ fi’l-asl øadìmì geyen var mı? Vardır, evveli Ádem úaleyhi’s-seläm, ikinci Nù≈ úaleyhi’s-seläm, üçünci İbrähìm úaleyhi’s-seläm, dördünci Mùsa úaleyhi’s-seläm, beşinci Mu≈ammede’l-Mu´≠afä / ´allallähu teúälä úaleyhi ve sellem efendimize emr-i ~aø ile nùrdan bir täc ve bir ≈ulle bir kemer gönderildi. Emrullähdır, geymesi far◊ oldı. Resùlulläh ´allallähu teúälä úaleyhi ve sellem geydi, sünnet-i şerìf oldı. Yä dervìş eger derseñ bu tennùreniñ øadìm geymeniñ şar≠ı var mıdır? Vardır ve dörtdür. Evvelki şar≠ı yalan söylememek, ikinci şar≠ı zinä itmemek, üçünci şar≠ı ≈aräm yememek, dördünci şar≠ı serìøa itmemek zìrä, ≈ırsızlıø ideni şerìúat ve ≠arìøat ve maúrifet ve ≈aøìøatda øabùl itmezler.” ifadelerinden anlaşılacağı gibi, Ma’rifî dervişlerinin "gömlek" de dedikleri tennûre, mürşide kesin itâate ve nefsin her türlü arzusundan uzak durulacağına işarettir. Tarikata göre tennûre giymenin 4 şartı vardır: Yalan söylememek, zinâ etmemek, haram yememek ve hırsızlık yapmamak.47
Kemer, 5-10 cm. eninde yünden dokunan, kenarları genellikle deriyle çevrilmiş, bele bir kat sarılan bir cins kalın kuşaktır.48 Mürşid tarafından tekbir ve dualarla kuşatılır. Hizmete bel bağlamayı sembolize eder. Fütüvvet ehli ve ahî teşkilâtında da kemer bağlamanın âdet olduğu bilinmektedir. Deyim olarak kullanılan kemeri sıkmak ise, canla başla devam etmek anlamına gelir. Bektaşî ananesine göre Hz. Ali on yedi dostuna kemer, kuşak ve silah kuşatmış olup bunlara Alevî Bektaşî gülbânklerinde de sık sık karşılaştığımız gibi "on yedi kemer-beste" veya “on yedi kemer-best“ denirdi.49
46 Bkz. Noyan, Bektaşîlik Alevîlik Nedir?, s. 243.
47 Mecmu’a, vr. 33a-34a.
48 Bektaşî kemerleri ise 12-14 cm. eninde, 275-300 cm. uzunluğundadır. Daha çok koyu kırmızı veya vişne çürüğü renginde olup, kenarında sarı, kırmızı, yeşil ve diğer renklerden çizgiler bulunur. Baş tarafında deriye dikilmiş kemer tokaları bulunan kemer, bunlarla bele bağlanarak dolanır. Uç kısmı bir üçgen oluşturacak şekilde oluşturulmuştur.
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
49 Bkz. Dr. Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi, İstanbul 1985, s. 269. and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
Manisa-Demirci’de Görülen Alevî-Bektaşî-Rıfâ’î Meşrepli Bir Tarikat : Ma’rifîlik 33
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
Şed, ise yünden yapılıp bele bir kaç kat kuşatılan kuşağa verilen isimdir. Ehl-i fütüvvet arasında yaygın olup zamanla, fütüvvet teşkilâtı ile alâkası kuvvetli olan Bektaşî, Rıfâî ve Ma’rifî tarikatlarında da şed kullanıldığı görülmüştür. Şed kuşatılmış bulunan dervişe "şed-bend" denilmektedir. Sûfîler 10 tane şed olduğunu ifade ederler. Bu şedlerin sahipleri sırasıyla Hz. Âdem, Hz. İbrahim, Hz. Nûh, Hz. Muhammed, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hamza ve Hâlid b. Velid’dir. “Yedinci dam°a-i nişänımız tertìb olunan kisve-i ≠arìøımız budur. Dervìş olan kişi şed-bend olur, ba°lanurlar. Çün şed-bend kemer-best olmanıñ úan-a´lı nedir? Emrulläh ve sünnet-i Resùlulläh ´allallähu teúälä úaleyhi / ve sellemdir. Şäd olup ba°lanmaødır. Şeddin tedbìri däõimä menäøıb-ı ehlulläh erenler ´o≈betidir ve cänı däõimä şükri ve senä-yı tesbì≈dir. Ve gözi ≈ayädır ve kilidi oøunan sùrelerdir ve yemişi kelime-i tev≈ìddir. Yä dervìş eger derseñ bir şedd olmanıñ a≈kämı var mı? Vardır øaçdır? Altıdır. / Evveli tevbedir, ikinci mücähededir, üçünci dosta yaøın olmaødır, dördünci ´adäøatdir, beşinci tevekküllükdür, altıncı terk-i mäsivädır. Yä dervìş øarındaşım maúlùmıñ olsun ki bir sälik meydän-ı erenlerde gerek ≈izmet ve gerek müfred bä≠ınen şed-bend olmayınca ®ähiren kemer-best olmaz zìrä ibtidä Ádem pey°am-ber bili ba°landı, üzüm çıbu°ı ile. Ádem pey°am-berden ´oñra on yedi pey°am-ber beli ba°landı. İbtidä Şìt pey°am-ber beli ba°landı. İkinci Nù≈ pey°am-ber, üçünci Şuúayb pey°am-ber dördünci Eyyùb pey°am-ber, beşinci Mùsa pey°am-ber, altıncı úÍsa pey°am-ber, yedinci İdris, sekizinci İbrahìm pey°am-ber, ≠oøuzuncı İsmäúil pey°am-ber, onuncı Cercis pey°am-ber, on birinci Uryä pey°am-ber, on ikinci Zülkifil pey°am-ber, on üçünci / Yùsuf pey°am-ber, on dördünci, Zekeriyyä pey°am-ber, on beşinci Säli≈ pey°am-ber, on altıncı ~ı◊ır İlyäs pey°am-ber, on yedinci ~a◊ret-i `ätemü’l-enbiyä Mu≈ammede’l-Mu´≠afä ´allallähu teúälä úaleyhi ve sellem efendimiziñ emr-i ~aø ile üç kere beli ba°landı. Cebräõil úaleyhi’s-seläm cennetden bir täc ve bir ≈ulle ve bir kemer ve bir Buraø getürüp belin ba°ladı. Evvelä far◊ulläh, ikinci sünnet-i Ádem, üçünci sünnet-i Δätemü’l-enbiyä Mu≈ammede’l-Mu´≠afä ´allallähu teúälä úaleyhi ve sellem sünnet-i şerìfi olup bel ba°lanur. Gerçekle ≈u◊ùrunda ve erenler meydänında icräsı olur ve ~a◊reti Mùsä pey°am-beriñ belin ~ızır İlyäs pey°am-ber ba°ladı, mürşìdi oldı. ... Maúlùm ki Mùsä pey°am-ber İlyäs / pey°am-beri mürşìd tutup bel ba°laması úilm-i ≈aøìøat ve úilimledür ve maúrifetulläh duymazdı. Hiçbir nebì ve hiçbir velì mürşìd ≠utmayınca úilm-i ≈aøìøatı bilmez ve mürşìdsiz ~aø añlaşılmaz. Velìler de ~a◊ret-i A≈mede’r-Rifaúì’niñ belini úArafat Æa°ında mürşidi yedi kişi içinde belin ba°layup yedi Δilúat tennùre geydirdiler. Şol maúnì üzere kim yedi úarşun şedd dimek idi. Şerìúat úarşunı ile semävät yedi ve ar◊ daΔı yedi tabaøadır. ... ve hem anıñçün Ádem Ÿürriyetlerine yedi úu®vı üzere evøät-ı Δamsede secde-i ´alät emr olunup ve ≈acca / gidene yedi ≠avaf ile ~acerü’l-esvede yüz sürmek anıñçün yedi úarşun bend ü şed ba°lamaø üzere her birinde muräd olan bir yaramaz fiúli ba°layup bir eyü fiúli açmaødır. Áyet-i kerìme ile ba°lanur ve äyet-i kerìme ile açılur. Meydän-ı erenlerde icräsı olur. Yä dervìş eger derseñ bu şed-bend olup ba°lanmanın bir e§er-i fa◊ìleti var mıdır? Vardır. Bu cümle esrär-ı İlähiyyeyi bilüp emri nehyi ögrenüp úamel-i and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
34 Atabey KILIÇ
iútiøäd ider iseñ fa◊ìletiniñ e§eriniñ evveli buΔul ´ıfätın ba°layup seΔäveti açar. İkinci °a◊äbını ba°layup ≈ilmin açar. Üçünci ≈ırsın ba°layup øanäúatin açar. Dördünci cehlin ba°layup úilmin ve úaølın açar. Beşinci şehvetin ba°layup şeføatini ve ´abrını açar. Altıncı kibr ´ıfätın ba°layup ≈üsn-i Δuløın açar. / Yedinci türrehätın ba°layup maúrifet øapusı bendlerini açar. Çün bu vechile ~aø yolına bend ü şedd olup ba°ludır. Böyle dervìş-i sälik olan ol vaøit müfredlik ismi müsemmä §äbit olup käfì dinür.” şeklindeki ifadelerinde işaret ettiği üzere, Ma’rifî tarikatına göre şed-bend olmanın ahkâmı altıdır: Tevbe, mücâhede, dosta yakın olmak, sadâkat, tevekkül sahibi olmak ve terk-i mâsivâ yani Allah’tan gayrı olan her şeyi terk etmek. Tarikata göre ilk kez Hz. Âdem’in beli üzüm çubuğu ile bağlanmış, daha sonra ise sırasıyla 17 peygamberin beli bağlanmıştır: Hz. Şît, Hz. Nûh, Hz. Şu’ayb, Hz. Eyyûb, Hz. Mûsâ, Hz. İsâ, Hz. İdris, Hz. İbrâhim, Hz. İsmâil, Hz. Cercis, Hz. Uryâ, Hz. Zülküfl, Hz. Yûsuf, Hz. Zekerriyâ, Hz. Sâlih, Hz. Hızır-İlyas ve son olarak da Hz. Muhammed. Tarikata göre şed yedi kez kuşanılıp çözülür. Her şed kuşanıp çözmenin ise yedi ayrı faydası vardır: Cimriliği giderir, cömertliği açar; gazabı bağlar, yumuşak huyluluğu açar; hırsı bağlar, kanâati açar; cehli bağlar, ilmi ve aklı açar; şehveti bağlar, şefkat ve sabrı açar; kibri bağlar, güzel ahlâkı açar; türrehât yani saçma sapan söz söylemeyi kaldırır, ma’rifet kapısını açar.50 Bektaşî geleneğinde de buna benzer bir şekilde kemerin yedi kez bağlanıp çözüldüğünü, her bağlama ve çözmede ise tâlibin bir hususunun bağlanıp bir diğerinin açıldığını görmekteyiz.51 Ma’rifî tarikatına göre yedi kez şed-bend olan kişi İlâhî hediyeye ulaşır. Bu hediyelerin her biri ise şu manaya gelmektedir: Tevekküllük, mükerremlik, mürüvvet, fütüvvet, şecâ’at, sehâvet ve ru’iyyet. Bu yedi hil’ati giyip beli bağlanan kişi ancak bundan sonra ilm-i şeri’at, ilm-i tarikat, ilm-i ma’rifet, ilm-i hakikat ve kerâmet-i Hakk’ı elde edebilir. Bel bağlamak iki türlü olur: Hizmet beli bağlamak, Müfred beli bağlamak.
Yukarıda saydığımız bu 7 kisve, yani tâc, saç, gül, hırka, destegül, tennûre ve kemer Ma’rifî tarikatı için son derece önem taşımakta olup, tarikatın kurallarına uymayan, özellikle de yalan söyleyen, zina yapan, haram yiyen, hırsızlık yapan ve Allah’a iman etmeyip ona şirk koşan kişi önce bu elbiselerden soyundurulur, sonra da mutlakâ tarikattan uzaklaştırılırdı.52
Sonuç olarak, Ma’rifî tarikatının Türk kültür tarihi ve inançlar manzumesi içerisinde, özellikle de Ege Bölgesi için önemli bir yere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ma’rifîliğin esâsen
50 Mecmua, vr. 36b-39b.
51 1) Tecellisi açılır, yerine muhabbeti getirir, 2) Cehli açılır, yerine hidâyeti, 3) Şüphesi açılır yerine hilmi, 4) Kibri açılır, yerine alçak gönüllülüğü, 5) Kizbi açılır, yerine doğruluğu 6) Masharalığı açılır, yerine azameti, 7) Ma’siyeti açılır, yerine taatı getirir...” Noyan, Bektaşîlik Alevîlik Nedir?, s. 242. Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
52 “Täc ve gül ve ´aç bir Δırøa ve deste-gül ve tennùre ve kemer. Bu yedi kisveniñ biri üzerinde bulunan dervìş bu beş şar≠ı eger işler ise onı içimizden ≠ard idüp øonaø zuøaø memleket-ez-memleket gezer, berränì ve zındıødır, içimize giremez. Kendü gibilerini bulur, birbirleriyle düşer øaløar cerrärdır.” Mecmua, vr. 29a. and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
Manisa-Demirci’de Görülen Alevî-Bektaşî-Rıfâ’î Meşrepli Bir Tarikat : Ma’rifîlik 35
eski Türk esnaf teşkilatlarından olan ahîliğin ve fütüvvetin izlerini taşıdığını, daha sonra mahallî unsurlar ile Alevî-Bektaşî ve Rıfâ’î etkilerinin karışımı sonucu genel görünüş olarak Alevî tarikatlarından biri hâline geldiğini söylememiz mümkündür. Bugün artık izlerini göremediğimiz Ma’rifîlik, anlaşıldığı kadarıyla 19. yy.’da en faal devresini geçirmiş ve öyle zannediyoruz ki bu yüzyılın başlarında da artık unutulmaya yüz tutmuştur. Bugün belki gizli kalmış muhiblerinin de olabileceğini düşündüğümüz tarikat, en azından bir asırlık bir süreçte adı geçen bölgenin kültür hayatında hatırı sayılır bir görev üstlenmiş, özellikle bölgedeki Alevî-Rifâî kökenli halkın inanç dünyasında önemli roller üstlenmiş olmalıdır. Bir kültür merkezi gibi çalıştığını düşündüğümüz Manisa Demirci’deki dergâhtan kalan ve pek çoğu orijinal olan el yazmaları, kültür hayatımız ve klâsik edebiyatımız için son derece kıymetli eserler olarak Ma’rifî tarikatının, en azından sadece bu bakımdan bile önemini göstermeye yetecek delillerdendir. Ancak, künyesini vermiş olduğumuz iki çalışmamız haricinde şimdiye kadar ne bu mahallî inanç sistemi ile ne de bunların verdiği kültürel ve edebî ürünlerle ilgili herhangi bir araştırma yapılmıştır. Bu tarikatla ilgili olup hâlen Ege Üniversitesi Merkez Kütüphanesi’nde muhafaza edilmekte olan pek çok yazma eserin ilmî usullerle metinlerinin neşredilmesi ve böylece ilim âleminin istifâdesine sunulması, Türk kültür, edebiyat, tarih, tasavvuf ve inanç tarihi açısından önemli bir hizmet olacaktır. Bu eserler üzerinde yapılacak olan müteakip bilimsel çalışmalar, eminiz ki tarikat hakkında daha teferruatlı yeni bilgilerin ortaya çıkmasını sağlayacaktır.
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic
Volume 2/4 Fall 2007
36 Atabey KILIÇ
KAYNAKÇA
ATASOY, Nurhan, Derviş Çeyizi Türkiye’de Tarikat Giyim Kuşam Tarihi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2005.
BARKAN, Ömer Lütfi, “Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi, Ankara 1942, II, s. 293-338.
ERAYDIN, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1997.
GÜL, Meliha, Kisve-i Ma’rifî Seyyid Muhammed b. Sâbit Ali, Bitirme tezi, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İzmir 1999.
GÜNDÜZ, İrfan, Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, İstanbul 1984.
KARA, Mustafa, Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul 1977.
KARA, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi, İstanbul 1985.
KARA, Mustafa, “Gül Risâlesi”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, V/5 [1995], Bursa 1995, s. 11-23.
KILIÇ, Atabey, “Ma’rifî Tarikatı Şeyhi Ferdî Baba ve Aruzla Yazılmış Şiirleri”, İlmî Araştırmalar Dergisi sayı:12, İstanbul 2001, s.121-134.
KILIÇ, Atabey, “Ma’rifî Tarikatı ve Kuşadası Şeyhi Ferdî Baba’nın Aruzla Yazılmış Bazı Şiirleri”, Geçmişten Günümüze Kuşadası Sempozyumu, 23-26 Şubat 2000, Kuşadası/AYDIN.
KILIÇ, Atabey, “Ege Bölgesine Âit Alevî-Bektâsî Esaslı Bilinmeyen Bir Mahallî Tarikat: Ma’rifîlik”, Uluslararası Anadolu İnançları Kongresi, 23-28 Ekim 2000 Ürgüp/NEVŞEHİR.
KILIÇ, Atabey, “Ege Bölgesine Âit Alevî-Bektaşî-Rifa’î Esaslı Bilinmeyen Bir Mahallî Tarikat: Ma’rifîlik”, Bilimname, sayı: 1, Kayseri 2003, s.197-205.
KILIÇ, Atabey, Ege Üniversitesi Merkez Kütüphanesi Yazmaları Alfabetik Kataloğu I (Türkçe-Arapça-Farsça), Kayseri 2001.
KILIÇ, Atabey, Eski Türk Edebiyatı Üzerine Yazılar, Kayseri 2001.
KURNAZ, Cemal, “Gül”, DİA, c. 14, İstanbul 1996.
NOYAN, Bedri (Dedebaba), Bektaşîlik Alevîlik Nedir?, İstanbul 1995.
OCAK, A. Y. ve S. Farukî, “Zâviye”, İA, c. 13, s. 468-476.
Osmânzâde Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ , c. 5, Kitabevi, İstanbul 2006, s. 305.
TANMAN, M. Baha, “Maarifî Tekkesi”, Dünden Bugüne İstanbul, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 1994, s. 232-233.
TANMAN, M. Baha, “Mârifî Tekkesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
28. Cilt, Ankara 2003, s.62-63.
"Tarikat", İA, c. 12/I, İstanbul 1979, s. 4-17.
TARKAN, Necmi, Kartal’da Kurulmuş Bir Tarikat: Ma’rifiye, İstanbul 1964.
Yahyâ Âgâh b. Sâlih el-İstanbulî, Tarikat Kıyafetlerinde Sembolizm Mecmû’atü’z-Zarâ’if Sandûkatu’l-Ma’ârif, Ocak Yayıncılık, İstanbul 2002.
YILDIRIM, Melike Derya, Danyal’ın Kitâb-ı Melhame’sinin Transkripsiyonlu Metni, (Mezuniyet Tezi), Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İzmir 2000.
YILMAZ, Özlem - Yıldız, Ulaş, http://arsiv.sabah.com.tr/2005/10/08/gnd113.html
Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic

Volume 2/4 Fall 2007