KARIŞIK

13 Şubat 2016 Cumartesi

SEYİT BATTAL GAZİ TÜRBESİ . ESKİŞEHİR

 SEYİT BATTAL GAZİ TÜRBESİ .

ESKİŞEHİR

ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012
ESKİŞEHİR SEYİT   BATTAL GAZİ  TÜRBESİ 2012

ESKİŞEHİR SEYİT BATTAL GAZİ TÜRBESİ 

Fethibey’e giderken Seyitgazi’den geçtik ve tepede türbeyi gördük.Dönerken uğramak üzere yola devam ettik. Akşam saatlerinde dönerken türbeye çıktık. Arabayla tepeye kadar çıkılabiliyor.İyi ki de gezmişiz. Çok güzel  bir yapıt. Girişteki levhada, bu güzel yapıtta  hristiyanlıktan kalma bazı bölümler  olduğu  belirtiliyor.
Seyitgazi İlçesi ,Eskişehir’e  bağlı, 1922 yılında ilçe olmuş  küçük bir yerleşim yeri. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde (17.yüzyıl ortaları) Seyitgazi hakkında şu bilgiler geçiyormuş ”burada Seyyid Battal Gazi de gömülüdür. Rum harplerinde şehit olmuştur... ”
Ünlü İslam Komutanı’nın 8.yüzyılda yaşadığı tahmin edilmektedir. İslam ordularının Bizans’a karşı savaşlarında destanlaşmış varlıklar göstermiştir. Antakya,Şam ya da Malatya doğumlu olduğu söylenir. Agırlıklı  rivayet  ki  Seyit Battal Gazi’nin mezarının  bulunduğu büyük odada  yer alan  tabelada  da  bu yazmaktadır- Malatya Emiri’nin oğlu olduğu, annesinin soyunun Hazreti Muhammed’e kadar uzandığı, bu nedenle “seyit” olarak anıldığıdır. İstanbul kuşatmasında (M.S.717-718) ve M.S.740’a değin seferlerdeki kahramanlıkları halk tarafından destanlaştırılarak anlatılmıştır. Bir ara esir düşüp, Bizans zindanlarında yatmış, bu arada imparatorun kızı Elenora ile tanışmış, sonra nasıl olmuşsa olmuş birlikte kaçmışlar ve evlenmişler. Elenora’nın mezarı, Seyit Battal Gazi’nin yanıbaşında. Tabii manevi büyüklüğünü  anlatmak  adına  son derece  uzun olarak  yapılandırılan  Seyitbattal Gazi’nin mezarının  yanında  Elenora’nın mezarı  çok ufak kalıyor. Bu büyük savaşçı ,iki büyük destana konu olmuştur. Arapça, “Zatü’l-Himme” ve Türkçe “ Battalname” . Afyonkarahisar yakınlarındaki bir savaşta şehit düştüğü zannedilmektedir.
Adına 1207-1208 yıllarında Alaaddin Keykubat’ın annesi I.Gıyaseddin Keyhüsrev’in eşi olan Ümmühan Hatun tarafından bir külliye yaptırılmıştır. Rivayete göre Ümmühan hatun bu yeri rüyasında görmüş, bulmuş ve türbeyi yaptırmış ve kasabaya Seyitgazi adı verilmiştir.
Yapı  birkaç bölümden oluşuyor. En ilginç olanı  Kadıncık Ana Türbesi. Türbe’nin başında  mum yakılan bir  bölüm var  ve insanlar ufak taşları bu mezarın üzerine yapıştırmaya çalışıyorlar.Evet yanlış okumadınız. Taş mezarın üzerine taş tutturmaya  çalışıyorlar.Eğer  taş tutarsa  dilekleriniz olacak demekmiş. Ancak orada yaşayan ufak çocuklar diyorlar ki  bu taşlara  mum sürülmüş  olduğu için taşlar tutuyor. Bizden söylemesi…Bir de insanlar  gördük ki  taşları,duvarları öpüyorlar..İnanılmaz…

Tam girişte  betondan  yapılmış, haç benzeri , üzerinde  iki  tane  güneş  benzeri yuvarlak  şekillendirilmiş   bir  yapı var. Ne olduğunu  açıklayan bir bilgi yoktu. Belki de  hristiyanlıktan  kaldığı belirtilen bölüm burasıdır.  Medrese  bölümü ise çok  virane etraf mezbelelik gibi. Keşke Turizm  Bakanlığı  burayla  ilgilense. Türbenin bahçesinde  insanlar piknik yapıyor. Çeşmede  bulaşıklarını yıkıyorlar.Yolunuz düşerse uğramanızı  tavsiye ederiz.

12 İmamların Kabirlerinin Bulunduğu Şehirler Mumsema

12 İmamların Kabirlerinin Bulunduğu Şehirler 

Mumsema 


1-İmam Ali(as)-Irak-Necef Şehri
2-İmam Hasan(as)-Medine-Cennet-ülBaki
3-İmam Hüseyin(as)-Irak-Kerbela Şehri
4-İmam Zeynel Abidin(as)-Medine-Cennet-ül Baki
5-İmam Muhammed El Bakır(as)-Medine-Cennet-ül Baki
6-İmam Cafer-i Sadık(as)-Medine-Cennet-ül Baki
7-İmam Musa Kazım(as)-Irak-Bağdat Şehri,Kazimiyyye Bölgesi
8-İmam Ali Rıza(as)-İran-Meşhed Şehri
9-İmam Muhammed Taki(as)-Irak-Bağdat,Kazimiyyede Dedesi Musa Kazım ile aynı Türbede 
10-İmam Ali Naki(as)-Irak-Samarra Kenti
11-Hasan El Askeri (as)-Irak-Samarra Babası ile aynı yerde
12-Hz.Mehdi(as)------------------- 

ŞEMUN NEBİ ..kilis

Şemun Nebi ve Kütküt Dede..kilis




ŞEMUN NEBİ (HZ): Yakup aleyhselamın 12 oğlundan biri, Yusuf aleyhselamın kardeşlerindendir. İnsanları putlara değil, Allah'a inanmaya çağırmış ve bu uğurda bir devenin çene kemiğinden yaptığı silahla tam 84 yıl savaşmıştır.147yaşında vefat etmiştir. Kilis'in en eski türbelerindendir.

Küçük kubbeli kargir bir yapıdır.Yol tarafına bir pencere açılır.Penceresinin üzerinde yeni harflerle bir tamir kitabesi vardır. 
Kitabe de Şem-un’un peygamber olduğu söyleniyor,halk da böyle kabul ediyor.Evliya Çelebi Kilis’te ki bütün türbe yerlerini saydığı halde Şem-un nebi Ziyaretgahı’nı yazmamıştır. Yalnız vilayet salnamelerinde geçer.Bu ziyaretgahın yani Şem-un Nebi'nin bir peygamber olması gibi havariyyundan ,Hristiyan Azizlerinden birisi olma ihtimali de vardır. 
İsa'nın doğumundan 2206 yıl önce doğduğu ve 147 yaşında öldüğü kabul edilen ve bir adı da İsrail olan Hz. Ya’kub’un on evladının birisinin de adı Şem-un’dur.Oğlu Şem-un’un Mısır’da ölmüş olduğu kabul etmek lazımdır.Eğer bu şem-un ise Kilis’te ki onun bir makamı olur. 

Hz. İsa'nın da Şem-un adlı 2 havarisi vardır.İslam kaynaklarında Şem-un-üs-safa, Hristiyan kaynaklarında Petros şeklinde anılır.Hz. İsa'nın baş havarisidir.Öbür Şem-un’a da Yuda diyorlar. 

Hz.Peygamberin ashabında El-izdi şeklinde meşhur olan Ebu Reyhne Şem-un vardır.Kızı Hz.Peygamberin hizmetinde bulunmuştur. 

Bu türbede yatan veya adına makam yapılan bu zatın kimliği şimdilik tamamen bilinmezliğini korumaktadır. 
Yöredeki yaygın inanca göre bu türbe, Hz. Peygamber'imizin ashabından olan ve 83 yıl at üzerinde savaşan Şem’una aittir. 

HALİFE SULTAN TÜRBESİ.. seydişehir

HALİFE SULTAN TÜRBESİ..
seydişehir
Türbe seyyid Harun-ı Veli cami kuzey-doğusu bitişiğindedir. İçerisindeSeyyid Harun Veli’nin kızı Halife Sultan’ın Mezarı bulunmaktadır.  Ayrıca Türbenin içerinde iki sanduka yer almaktadır. Bunların Halife Sultan’dan sonra Seyyid Harun-ı Veli zaviyesine şeyh olan iki kişiye ait olduğu bilinmektedir.
Rüstem Bey ve Sultan Hatun Türbesi
Seyyid Harun cami’nin kuzeyindedir. Halife Sultan Kuzey duvarına bitişiktir. Turgutlu Oğlu Emir Şah kızı Sultan Hatuna aittir.
Türbenin içerisinde Turgut Oğullarından Emir Halil Bey oğlu Rüstem Bey ,  Ali Bey ,  Rüstem Bey kızı Dürrühant  Hatun  ve Yusuf Bin Mustafa’ya Ait beş  Sanduka bulunmaktadır.

SEYYİD HARUN TÜRBESİ.. seydişehir

SEYYİD HARUN TÜRBESİ
seydişehir
Seyyid Harun Caminin Kuzey cephesini bitişik, kümbetin sağında ki Seyyid Harun Veli Hazretlerinin Türbesidir. Türbe son zamanlarda vakıflar Tarafından onarılmıştır.
Kitabesi şöyledir. “Bu kutlu Türbe yoksulların efendisi Allahın Rahmetine kavuşmuş ve günahları bağışlanmış olan Seyİd, i Harun’un yirmi üç  rebi’ül –evvel yedi yüz yirmide ölmesi üzerine inşa edildi. “
Türbe (3 mayıs 1320 ) tarihinde ölen Seyyid Harun ölümünden sonra aynı yılda yapılmıştır.

Sinân-ı Ümmî Türbesi..antalya..elmalı

Sinân-ı Ümmî Türbesi..antalya..elmalı


Sinân-ı Ümmî Türbesi

  Tam adı Yûsuf Sinân-ı Ümmî olup, daha çok “Ümmi Sinan” veya “Sinân-ı Ümmî” olarak tanınmıştır. Hüseyin Ayvansarayî (ö.1201/1787) Muhammed Nûru’ l –Arabî (ö.1305/1887) ve Bursalı Mehmed Tâhir’ in (ö.1924) onun adını Muhammed şeklinde yanlış vermelerinden dolayı bu hata bazı eserlerde günümüze kadar süregelmiştir. Elmalı’ da doğan Sinân-ı Ümmî’ nin doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, bazı verilerden hareketle, 1563-1567 yılları civarında doğduğu tahmin edilmektedir.
Kendi ismini de verdiği bir şiirinde doğup büyüdüğü Elmalı’ dan dan şöyle söz eder:
"İsm-i a’zam bî-nişân ü lâ-mekân şehrindedir.
Şehr-i Elmalı Ümmî Sinân okurlar adıma
Yine bir muhammesinin son bendinde de şöyle der:
Gerçi adımdır Sinân-ı Ümmî aceb dîvâneyim
Girmişem meydan-ı aşka baş açık merdâneyim
Aşk elinden câm-ı nûş ettim bugün mestaneyim
Hayr u şerden geçtiğimden sâkin-i meyhâneyim
Geçmezdim dildârın aşkından câna olsun vedâ"
Tahsil hayâtı ve âilesi hakkında pek bir bilgi sâhibi olamadığımız Yûsuf Sinân’ ın Şeyh Süleyman (Hakîrî) (ö.1128/1716) ve Selâmi Halil adında iki oğlunun bulunduğu ve her ikisinin de babasından hilâfet alarak tekke şeyhi oldukları bilinmektedir. Döneminde tarîkati ve tekkesiyle bir yandan halka belli seviyede dini bilgileri öğretmesinin yanında, tâlipleri tasavvuf yolunda irşâd etmiştir. Bir taraftan halka vaaz ve nasihatlerde bulunurken, diğer yandan tekkesinde müridleri Hakk’ a vuslata hazırlayan ahlâkî ve mânevi bir eğitim vemiştir. 25 Cemâziye’ l Âhir 1067 Salı gecesi / 9-10 Nisan 1657 târihinde Elmalı’ da vefât eden Sinân-ı Ümmî’ nin kabri, kendi adıyla anılan câmiin kıble tarafına bitişik konumdaki türbededir. 1926’ da yıktırılan eski türbenin yerine 1959 yılında yenisi yapılmış olup, günümüzde bir ziyâret yeri işlevini sürdürmektedir. Halvetiyye’ nin Ahmediyye kolu silsilesi, Yiğitbaşı Velî, Vâhib-i Ümmî ve şeyhi Eroğlu Nûri’ den sonra Sinân-ı Ümmî’ ye geçer. Her ne kadar bir kaynak, müridi Niyazî-i Mısrî’ nin tarikat silsilesini verirken, onun üstadını Emirzâde eş Şeyh Ahmed Efendi olarak veriyorsa da başka hiçbir eser bu bilgiyi doğrulamaktadır. Esâsen bizzat kendisi, manzum olarak yazdığı silsilenamesinde şeyhini Eroğlu Nûri olarak vermektedir.
Ol dahi fehm eyle Şemsüddin’ e telkin eyledi
Anın içün bu taikat ehlinin merdânıdır
Ol dahi Vehhâb-ı Elmalu’ ya telkin eyledi
Anın içün ol Muhammed nûrunun mihmânıdır
Ol dahi bil anı Eroğlu’ na telkin eyledi
Anın içün zatı Hak’ da erdiği rahmandır
Ol dahi bil kim Sinân Ümmî’ ye telkîn eyledi
Anın içün kurulan sâdıkların meydânıdır..

Aynı silsileyi daha sonra mensûr olarak tekrar yazan müridi Niyazi-i Mısrî, Uşak’ ta ilk karşılaşmasında söylediği beyitlerde Sinân-ı Ümmî’ den şöyle söz eder:
“Aşkın meyine ben kana geldim
Şevkin nârına hoş yana geldim
Şem-i tevhidi gördüm yakmışlar
Gitti karârım pervane geldim

Ümmi Sinân’ ın hâk-i pâyine
Sürmeğe yüzüm sultâna geldim
Yaramı bildim yârimden imiş
Bunda Niyâzî Lokman’ a geldim”
Bir başka şiirinde de şunları söyler:
“…Mâyenin zevkin alamaz şol kim
Şeyhi hak bilmez, yok riâyâtı
Şehr-i Elmalı, cânda bulmalı
Ümmi Sinan’ dır şöhret-i zatı
Hubbu cânımda, sırrı zatımda
Savar üstümden her beliyyatı
Şeyhini hak bil ey Niyazi kim
Pîr yüzündedir Hak hidâyâtı” Sinân-ı Ümmî’ nin Eroğlu Nûri’ ye intisâbı kesin olmamakla birlikte, Niyazi’ nin İrfan Sofraları adlı eserini istinsah eden halifesi Kârî-i Mısrî Mustafa Efendi’ nin kaydettiği bir nota göre, Halvetîlikte usûl sayılan yedi esmâyı Vahib-i Ümmî’ nin halifesi Mazhar Sultan’ dan ikmal eylemiştir. Sinân-ı Ümmî ile Niyazî-i Mısrî arasında geçen bazı menkıbevi hallerin yanı sıra, Elmalı’ da Sinân-ı Ümmî’ ye izafe edilen çeşitli menkıbeler de bulunmaktadır. Yıl 1655. Yani bundan 350 küsur yıl kadar önce… Günlerden Ramazan’ a bir gün kala… Yer Elmalı… Mehmed Mısri 39 yaşındadır. 9 yıl kadar şeyhi Sinân-ı Ümmî’ den irşad ve terbiye alan Mısri’ nin yine mürşidinin izniyle kısa bir süreliğine ayrıldığı Elmalı’ ya ikinci dönüşüdür. “-İyi ki döndün, evladım!” der, Ümmi Sinan Hz. : ”Ben de Ramazan’ ın ilk günü öğle namazı için câmiye gelen cemaate, orucun fazîletlerini lâyıkıyla anlatacak birini arıyordum. Artık sen vaaz edersin…” Ertesi gün, şeyhinin emrini yerine getirmek üzere, Elmalı’ nın Ulu Camii hükmündeki Ömer Paşa Camii’ ne doğru Sinân-ı Ümmî dergâhı’ ndan yola koyulmadan önce Mısri, mürşidinden destûr almak üzere huzuruna vardığında, dört can yoldaşını da (Kütahyalı Gülâboğlu Muhammed Askerî, Uşaklı Muslihuddin Mustafa, Ahmed Derviş ve Kütahyalı Çavdaroğlu Müfti Derviş) onun yanında bulur: “-Dört arkadaşın da seninle beraber gidip vaazını dinleyecek… Ha, aklımdayken (yanında duran somunu Mısri’ ye uzatarak) vaazdan sonra, camî avlusunda ki çeşme başında oturup, bu somunu suya katık eder, afiyetle yersin…” der, Ümmi Sinan. Her ne kadar bu emirden derin bir hayrete düşmüşse de Mısrî, bu yaşına gelinceye kadar, mürşid-i kâmilin emir ve tavsiyelerine hiç tereddütsüz, harfiyen ve derhal uyması gerektiğini; bu işin sonunda kendisinin hikmetini bilemeyeceği manevi bir fütuhatın gerçekleşebileceğini az buçuk öğrenmişti. Evet, bir Ramazan günü, hem de orucun faziletleri hakkında vaaz ettikten sonra, çıkıp cami avlusundaki çeşme başında ekmek yiyip içmek, olacak iş değildi. Mutlaka bir hikmeti olmalıydı; ama neydi? Demek ki, imtihanı gerçekten büyük olacaktı! Neden sonra zihnindeki tereddütleri atıp: “-Emredersiniz, Sultanım!” diyebildi. Oruçla ilgili, gönüllere nüfuz eden, dokunaklı ve etkileyici vaazı cemaat tarafından büyük bir dikkat, beğeni ve hayranlıkla dinlenen Mısri, camiden çıktıktan sonra, oruçlu olmasına rağmen mürşidinin emrini tereddütsüz yerine getirmeye koyulur: Şadırvana varır, tasını suyla doldurur ve yere bağdaş kurup oturur. Şeyhinin verdiği ekmeği yemeye başlar. Durumu görenler, onun zındıklığına hükmedip üzerine yürürler; türlü hakaretler ve tükürükler yağdırırlar. İş, onu tartaklamaya, sille tokat dayağa kadar varınca; olup biteni onun hemen yanı başında izlemekte olan dört can yoldaşı imdadına yetişir. Mehmed Mısri ortalarında olduğu halde beş can yoldaşı, Ümmi Sinan Dergâhı’ na uzanan yokuşu soluk soluğa tırmanırken, arkalarından da gazaba gelmiş kalabalık onları kovalamaktadır. Nihayet, ona en iyi cezayı şeyhinin vereceğini düşünerek dergâhın kapısına dayanan kalabalık, Sinân-ı Ümmî’ Hz.‘nin gür sesiyle irkilir:“-Demek Ramazan günü güpegündüz oruç bozmak, yiyip içmek ha! Bilerek oruç yemenin cezası nedir? İki ay oruç tutmak… Atın bunu hücresine! İki ay boyunca oruç tutacak!” Derviş Mehmed, sınavının ne denli çetin olduğunu işte o zaman anlamıştır. İki ay boyunca yemeden, içmeden çektiği tasavvufi riyazet ve mücâhede ile nefsinin son arzu, hevâ ve heves kırıntılarını da kazıyıp atmayı başarabilecek midir acaba? ! İki ayın sonunda Ümmi Sinan Hz. dört gözde müridini ve diğer dervişleri de yanına alarak Mısri’ nin hücresine gelir:
“-Mehmed Mısrî, nasılsın?” hitabına:
“-Sağlığınıza duacıyım şeyhim!” cevabını alan Ümmi Sinan Hz.:“-Bakıyorum da daha ölmemişsin (nefsin ölmemiş)! Sana kırk gün daha halvet, Mehmed Mısrî" buyurur. İmtihanın çetinliği bir kat daha artmıştır. Aynı minvâl üzere geçecek bir kırk günlük riyazete daha can mı dayanır? Dört can yoldaşının bundan hiçbir şüpheleri yoktu. Mısrî, bu çetin sınavı da başaracak ve nefsiyle giriştiği 100 günlük savaştan sapasağlam, belki de daha diri çıkacaktı. Buna yürekten inanıyorlardı. Eskiden beri o, kırkı günlük çile ve halvetin azlığından yakınmaz mıydı hep? ! Nihayet 100 günde doldu. Yüzüncü günün akşamı, namazdan sonra Sinân-ı Ümmî Hz. , doğruca Mısri’ nin hücresine yürüdü. Arkasında oğlu Süleyman, dört can yoldaşı, bütün dervişler ve en geride de durumu merak eden Elmalılar… Hücrede ses soluk yoktu, adeta. Ümmi Sinan Hz. , kapıyı hafifçe aralayıp içeri seslendi:“-Mehmed Mısrî, nasılsın? !” Üç kez aynı sesleniş… Ancak üçüncüsünden sonra, içeriden cılız bir inleme sesi duyulabildi: “-Hû!” herkes derin bir nefes almıştı. Sinân-ı Ümmî Hz. , kapıyı iyice açtı, yürüdü; arkasından da oğlu ve dört er onu takip etti. Mısri, kıbleye dönük, yüzükoyun yatıyordu. Başta şeyh hazretleri ve oğlu olmak üzere dört can yoldaşı atıldılar; onu tutup yerden kaldırdılar. Çok bitkin olan Derviş Mehmed’ in gözleri kapalıydı ve yürüyemiyordu. Şeyhi, o bilinen gür sesiyle: “-Yürü evladım Mehmed Mısri!” dedi. “-Ölmeden önce öldün, şükür! Yürü!” İlk gün sadece su içebildi Mısri, ertesi gün yoğurtlu çorba ve üçüncü gün bunun içine katılmış biraz ekmek içi… Üçüncü günden sonra gözleri açılmış, tam kendine gelebilmişti. Mısri halvete girdikten sonra şeyhi Sinân-ı Ümmî, kırk koyun aldırarak onları besiye çektirmişti. Dördüncü günden itibaren kırk gün boyunca birer birer kesilerek Niyazi’ ye, dervişlere ve hatta bütün Elmalı halkına kebap oldu, ziyafet oldu, bayram oldu… Niyazî-i Mısri, tıpkı Elmalı’ ya gelmeden önceki hayatında olduğu gibi, şeyhinin “-Yürü!” emrini verdiği o günden sonra da arayışına devam edecek, hep yürüyecekti. O cezbeli, coşkun, kabına sığmayan can için Anadolu toprakları bile dar gelecek ve nihayet ömrünü ege adalarından biri olan Limni’ de noktalayacaktı. Evet, Niyazî-i Mısrî bu çetin imtihandan alnının akıyla çıkmıştı. Elmalı’ da Ümmi Sinan Dergâh’ ında aldığı 9 yıllık manevi terbiyeyi, 100 günlük bu çetin, ama bir o kadarda faydalı ve erdirici oruç sınavını, halvet ve riyazet mücadelesini başararak taçlanmış; mürşidine kayıtsız şartsız teslimiyetin meyvelerini mânen devşirmiş ve icazetini şeyhinin elinden alıp Elmalı’ dan ayrılmıştı. O, alnının akıyla imtihanı başarmıştı; ama herkes, bu süreçte onun kadar başarılı mıydı acaba? ! Yolda dökülenler, tökezleyenler, yanlışa düşenler ve kaybedenler yok muydu? Tâ başa dönecek olursak: Ramazan günü ortalık yerde yiyip içen biri, işin iç yüzü araştırılmadan, sebebi sorulmadan, mutlaka azarlanmalı, yüzüne tükürülmeli, hakarete maruz bırakılmalı, tartaklanmalı, mıdır? Böyle yapmak, Müslümanlığın bir gereği midir? Ya da böyle yapmazsak Müslümanlıktan mı çıkarız? Nitekim, en çok sevdiği, en gözde müridini bu tür bir cilveyle ödüllendiren Sinan-ı Ümmi Hz.,görünürde onun cezasını, İslam’ ın kurallarına uygun bir şekilde “iki ay oruç tutmak” olarak ilan etmiş bunu vurgulamıştır. Ama işin iç yüzü göründüğü gibi değildir. Şeyh Hz. , takip eden kırk günde Mısrî’ nin tam kemale, manevi olgunluğa ermesi için, tasavvufi eğitim yöntemlerinden biri olan kırk günlük halveti uygulamıştır. Aslında bu, tatlı bir cilveleşmenin âdetâ ibretlik bir oyun halinde sergilenmesinden ibarettir.

Vahib-i Ümmi Türbesi.antalya .elmalı

Vahib-i Ümmi Türbesi.antalya .elmalı
Vahib-i Ümmi Türbesi


 Tam adı Abdülvehhab el-Ümmî el Ümmî ismiyle tanınmıştır. Lakabı “ÜmmΔ olmakla birlikte, bu ümmiliğin okuryazarlıkla bir ilgisinin bulunmadığı, aksine tasavvufî mânâda irfan sahibi olmakla ilgili olduğu açıktır.
Bilindiği gibi ümm, Arapça ’da “ana” demektir. Ümmî ise “anaya mensup” mânâsına gelmektedir. Sûfilere göre bütün varlık Hak’tan ibârettir. Cenâb-Hak, kendi varlığından bir nûr yaratmış ve buna Nûr-ı Muhammedî denmiştir. Dört unsurun aslı bu nurdur. Hakk’ın sıfatlarındaki ilk tecellisi hava, ateş, su ve nihayet topraktan olmuştur. İnsânî hakikat bu toprakta gizlidir. Onun içindir ki, toprak her şeyin anasıdır. Toprağın hakikat, tevhid tamamlandığında anlaşılır. Bu idrak makamı, Ümmî (anaya mensup)likten ibârettir. Sonuçta bir sûfi, gerçekten öğreniminden geçmemiş de olabilir. Bu durumda söz konusu kavramı iki anlamda kullanacaktır. İşte tasavvuf edebiyatı ve düşüncesi tarihindeki Ümmî sûfi şâirlerin öğrenimleriyle ilgili yanlış anlaşılma ve tenkitlerin temel sebebi budur.
Ümmî ârifler, zâhiri ve bâtıni birikimleriyle geçmiş, şimdiki ve gelecekteki âlimler arasında yeni ufukların açılmasına sebep oldukları halde, elde ettikleri ilmi ve mânevi kazanımların Allah’ın mutlak ilmi karşısında kıyaslanamayacak kadar küçük olduğuna inanan kimselerdir. Dolayısıyla Ümmî, bu büyük tavâzuya sâhip âlimlerdir. İlmî birikimlerini ancak muhiti(içeriği/kapsamı) ile ölçen âlimler ise gerçekte câhillerdir.
Vâhib-i Ümmî’ nin silsilesini devam ettiren Eroğlu Nûri ve Sinân-ı Ümmî’ de de görüldüğü üzere, Abdülvehhablı sûfilerin geleneğinde “ Ümmî” lakabı tasavvufî / irfâni anlamda kullanılmaktadır.
Bugünkü Antalya ilinin Elmalı ilçesinde doğan Vâhib-i Ümmî’ nin doğum târihi kesin olarak belli değilse de Divân’ ında ihtiyarlıktan şikâyet etmesine bakılırsa, uzun bir ömür sürdüğü anlaşılmaktadır. Evli ve iki çocuk babası olan mutasavvıf şâirimiz, bir yerde “Anladım düşman imiş oğlum kızım malım benim” diyerek çocuklarının olduğuna dair hem bir gerçeği dile getirir; hem de Tegâbun sûresinin 15. âyetine telmihte bulunur. Bu âyette şöyle denilmektedir: “Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükafat ise Allah’ın yanındadır.”
Aşk-ı daimî sahibi olan bu büyük ârif, “Aşk oduna kim yanarsa ol bilir hâlim benim Cân u dilden kim Hû derse ol bilir kâlim benim”
diyerek kendisini ancak Hak aşıklarının anlayabileceğini belirtir. Bir yerde:
“Ömrüm tâmam olmayınca ölüm yokdur hergiz bana Âşık cânın mâ’şûk alır yok var eden gelsin beri” diyen Vâhib-i Ümmî, 1 Şa’ bân 1004/M. 30 Mart 1596’da memleketi Elmalı’da maşukuna dönmüştür. Vefatına “vefât-ı nâsût” terkibiyle tarih düşürülmüştür.
Elimizdeki Vâhib-i Ümmî ahfadından kaldığı anlaşılan elyazması nüshanın sonunda bulunan
“Ceddim Vehhâb Ümmî’ nin vefatı 1008 (M.”597)”
şeklindeki kayıttan mutasavvıfımızı, yukarıda verdiğimiz tarihten bir sene sonra vefat ettiği anlaşılmaktadır.
Pınarbaşı mevkiinde türbesi, halen bir ziyaret yeridir. Vaktiyle eğitim ve irşad faaliyetlerini sürdürdüğü, bugün medfun bulunduğu mezarının bitişiğindeki hankâhı, türbesiyle birlikte 1925 yılında dönemin Vâridât-ı Husûsiye (Mal Müdürü) memuru tarafından yıktırılmıştır. Ancak sonradan tekrar ahşap olarak yaptırılmış olan türbesinde, kendisiyle birlikte eşi ve çocuklarının da mezarı bulunmaktadır.
Evliyâ Çelebi, Seyahatname’ sinin “Ziyaretgâh-ı Elmalı Şehri” başlıklı bölümünde, Vâhib-i Ümmî türbesinden şöyle bahseder:
“Pınarbaşı’nda Abdülvehhâb Efendi’nin bir mesiregâh âsitânesi var kim cümle ehibbâ ve erbâb-ı zurefânın ârâmgâh ve namazgâhıdır. Anda bir kubbe-i âlî içinde medfûndurlar. (Ks.)”
Vâhib Ümmî hakkında Müstakimzâde Süleyman Sadeddin de Mecelletü’n Nisâb’ ında şunları kaydetmektedir:
“Mahlâsü’ş-Şeyh Abdülvehhab el-Ümmi el-Elmalî el-Halvetî ehaze et-Tarîkate an Yiğitbaşı el-Marmarî”
(Şeyhin mahlası Abdülvehhab el-Ümmi el-Halvetîdir. Yiğitbaşı el-Marmarî vasıtasıyla tarikate intisap etti).
Süleyman Fikri Bey’den öğrendiğimize göre Vâhib-i Ümmî, irşad faaliyetlerini, bugün medfun bulunduğu Pınarbaşı’ndaki asıl türbenin bitişiğindeki dergâhta sürdürmüştür. Bu hânkâh, 1925 tarihinde yıktırılmıştır.
Vâhib-i Ümmî, Halvetiyye tarikatının Ahmediyye kolunun pîri Yiğitbaşı Veli ahmed Şemseddin-i Marmaravi’nin (ö.910/1505) müridir. Ne var ki bir-iki kaynak, sisilede bu iki zât arasına Talib-i Ümmi adında bir şeyhi daha koymaktadırlar. Ancak Halvetiyye silsilesinin yer aldığı pek çok eserde Vâhib-i Ümmî, doğrudan Yiğitbaşı Veli’nin talebesi olarak gözükmektedir. Ayrıca Vâhib-i Ümmî’ nin talebesi Eroğlu Nûri (ö.1012/1603) mensûr olarak ve onun talebesi Sinan-ı ümmi (ö.1067/1657) de manzum olarak verdikleri kendi silsilelerinde Vâhib-i Ümmî ile Ahmed Şemseddin-i Marmaravî arasında böyle bir zâtı zikretmezler.
Kenan Erdoğan tarafından yakın tarihlerde bulunan bir mecmûa içinde kayıtlı bazı bilgi ve şiirler Talib-i Ümmî adlı bir zâtın yaşadığını kesin olarak ortaya koymuştur. Erdoğan bu konuda şunları söylemektedir:
“Silsilelerde bulunmamasına, kaynakların çoğunda kendisinden bahsedilmemesine rağmen yine de Talib-i Ümmi’ nin yaşamadığı söylenmez. Kendisinin, silsilelerde niçin yer almadığını bilemiyoruz. Bunun çeşitli sebepleri olabilir… Ahmed Şemşeddin Marmaravi’nin 1505’te, müridi Vâhib Ümmî’ nin ise 1596’da vefat ettiği göz önünde bulundurulursa, arada 90 yıl gibi bir süre, Talib-i Ümmî gibi bir başka (Halife)’sının olmasını gerektirmektedir…”
Erdoğan, araştırmasının devamında haklı olarak Vâhib-i Ümmî’ nin 110-120 yaşına kadar yaşadığı kabul edilse bile, yinede yiğitbaşı ile arasındaki 90 senelik uzun bir sürenin izahını yapmanın zorluğuna işaret etmektedir.
Bu durumda, silsilede Talib-i Ümmi’ nin var olup olmadığı konusunda şunlar söylenebilir:
Bilindiği gibi tarikatlerin ana silsilesin de çoğu zaman halifelerin isimleri kaydedilmekte veya halifeler için başka silsilenâmeler tanzim edilmektedir. Talib-i Ümmi de Vâhib-i Ümmî gibi Yiğitbaşı’nın başka bir halifesi ise Vâhib-i Ümmî’ den gelen silsileye alınmamış olabilir. Erdoğan’ın da söylediği gibi, diğer bir sebep de Tâlib-i Ümmi silsilede unutulmuş olabilir; ama bu yine de zayıf bir ihtimaldir.
Bizim kanaatimize göre Tâlib-i Ümmi Yiğitbaşı’nın bir halifesi olmakla beraber silsileyi devam ettiren bir postnişin değildir. Yoksa Vâhib-i Ümmî’ den itibaren yazılan silsilenâmelerde mutlaka bu zâtın da adına yer verilmesi gerekirdi. Nitekim Muhammed Nazmi’nin ’’Yiğitbaşı’dan bir şube dahi Talib-i Ümmi ve Eroğlu ve Elmalî Sinan-ı Ümmi’ den Elmalı’ da Uşşak’ ta ve Kütahiyye ’de ve etrafında hulefâ ve fukarâ bâkîdir’’ cümlesindeki Talib-i Ümmi ve (Vâhib-i Ümmî’ den gelen) Eroğlu, Yiğitbaşı’nın şubeleri gibi anılmakta ve Nazmi’nin ifadeleri yukarıdaki kanaatimizi güçlendirmektedir.
Vâhib-i Ümmî’ nin bizzat kendisi, Dîvân’ının değişik yerlerinde
Ahmed Şemseddin-i Marmaravî’ den şeyhi olarak
söz etmektedir:
”Mürşidim Ahmed-durur aşktan haber veren bana Cânımı hâyran eden nutkumdaki esrar imiş” (258/5)
“Mürşidim Ahmed yüzünden bildiğim budur benim, Alem-i ma’nâdaki Rahman’a düşmüştür bu can” (183/6)
“Ehl içinde evliya mürşidüm Ahmed’ dir benim Râh-ı Hakk’a azm eden kerbâna virdüm gönlümü” (455/8)
“Göre göre şol aşkı Yiğitbaşı’ya uğramış Yiğitbaşı irşâdın derde derman eylemiş” (44/21)
“Ben İlâhî, keşfinin mestanesiyem halle vehab-ı bu aşk ile Ahmed’ dir irşad eyleyen” (21/5)
“Rü’yetim ta’bir edipdir mürşidim Ahmed benim Halık’ ın veçhindeki envâr, bize seyran imiş” (184/14)
Mutluluklar "Küçük" Karelerde Gizlidir...
Şiirlerinde Vâhib-i Ümmî, Vâhib-i Vehhab, Vâhab, Vehab, Vehabi gibi mahlaslar kullanan Vâhib-i Ümmî’ nin Yunus Emre ve onun etkisindeki üstadı Yiğitbaşı Veli’nin tesir ve üslûbunda kaleme aldığı, içinde hece ve aruz vezinleri ile yazılmış 500’e yakın ilahi bulunan oldukça hacimli, Türkçe mürettep bir Divan’ı vardır ki günümüze 6 kadar elyazması nüshası ulaşabilmiştir. Mustafa Tatcı ve Ahmet ögkenin bu elyazması nüshalardan hareketle edisyon kritikli olarak yayına hazırladıkları söz konusu Divan, 2012 yılında (H) Yayınları tarafından yayınlanmıştır. ,
Talebesi Eroğlu Nûri, şiirlerinde şeyhi Vâhib-i Ümmî’ den şöyle
söz eder:
“Girdik Hakk’ın Bâbına
ErişdikVehhâb’ına
Gönülü sahibine
Verdik elhamdüli’llah
Daim banlar aşkın minaresinde
Benim şeyhim gibi ulu şeyh olmaz

Tarikat pirlerinin arasında
Benim şeyhim gibi ulu şeyh olamaz
Hazret-i Ali’ den kisvet-i daldir
Mayesi kimyadır, telkini baldır
Ehl-i kâl değildir, bir ehl-i haldir
Benim şeyhim gibi ulu şeyh olamaz

Yedi esmâ sürer zâhir dilinde
Kudret kılınçları bâtın elinde
Hiç mâsivâ hicap olmaz yolunda
Benim şeyhim gibi ulu şeyh olamaz
………

İlm-i ledünniden her sözü dürler
Zikr-i kalbi ileher sözü birler
İsmi Abdülvehhab Efendi derler
Benim şeyhim gibi ulu şeyh olamaz”

Yine:
“Aşk ile fâş olduk cümle âleme
Bugün bize Abdülvehhablı derler
Bizi tanlar kamu ümmi-ulema
Bugün bize Abdülvehhablı derler”

Dörtlüğüyle başlayıp;
“Eroğlu’ nda gedadervişiyokdur
Yolunda eksiği vü aczi çokdur
Bize yar olanın menzili Hak’dır
Bugün bize Abdülvehhablı derler”

Eroğlu Nûri Türbesi

Eroğlu Nûri Türbesi..antalya .elmalı

Eroğlu Nûri Türbesi

 Tam adı, Eroğlu Nûri Yahşi Efendi’ dir. Elmalı İlçe Halk Kütüphanesi’inde şiirlerinin bulunduğu bir mecmûadaki “Merhum ve mağfûrun leh Eroğlu, ismühü eş-şeyh Yahşi Efendi…” kaydına göre adı Yahşi, lakabı Eroğlu’ dur. Her ne kadar Abdullah Ekiz, bu kayıttan hareketle, onun adının Yahşi olduğunu ve Nûri isminin “yerel olmayan kaynaklarda” geçtiğini, dolayısıyla dayanağı olmayan bu adı kullanmaktan sakındığını belirtmekteyse de Eroğlu’ nun bizzat kendisi, şiirlerinden birinin bitiş dörtlüğünde ismini “Nûri” olarak vermektedir:
“İsmin Nûri cân gıdâsı, aslıdır verir Hudâ’sı
Eroğlu’ dur en gedâsı, biz esmâ-yı Halveti’ yiz”
Şu halde “Nûri” isminin ona ait olduğu husûsunda hiçbir şüpheye mahal kalmamaktadır. Elmalı ya da Elmalı ile Finike arasında bir yerde doğduğu belirtilen Eroğlu Nûri’ nin doğum tarihi bilinmemektedir. “Ümmi” sıfatını Eroğlu kendisi için kullanmasa da Malatî mahlası şâir bir dervişi, onun için: Ol şarabın sâkisi Eroğlu Nûri’ dir bugün, bezm-i dosta lâyık olan durmasın gelsin beri denmektedir. Bu da gösteriyor ki, Ümmî sıfatı burada sûfiyâne bir mânâda kullanılmakta ve Vâhib-i Ümmî’ den itibaren silsilenin bütün kâmilleri için söylenmektedir. Âilesi hakkında pek bir bilgiye sahip olamadığımız Eroğlu Nûri’ nin muhtemelen Finike’ de veya oraya yakın bir belde olan Turunçova’ da ikamet ettiği anlaşılmaktadır. Yaşadığı yörenin bugünkü durumuna ve bazı şiirlerinde ekincilikle ilgili motifler kullanmasına bakılırsa, onun geçimini zirâatle kazandığı sonucuna varılabilir. 1012/1603 senesinde Finike’ de vefat eden Eroğlu Nûri’ nin mezarı, Finike’ nin kuzey-batı yönündeki Turunçova’ da Alacadağ’ ın zirvesine yakın bir yerdedir. Taş ve kayalarla kaplı mezar, basit bir şekilde demir çubuklarla çevrilmiştir. Onun mezarıyla ilgili olarak Bursa’ lı Mehmed Tâhir’ in “Kula ile Eşme kazâları arasında nâmına muzaf Eroğlu karyesinde medfûndur” şeklinde verdiği yanlış bilgi, başka yazarlar tarafından da aynen tekrarlanmıştır. Kaldı ki, Elmalı İlçe Halk Kütüphanesi’ nde bulunan bir mecmuada; onun Finike’de medfûn bulunduğu kayıtlıdır. Halvetiyye’ nin Ahmediyye kolu silsilesi, Yiğitbaşı Veli ve şeyhi Vâhib-i Ümmi ’den sonra Eroğlu Nûri’ ye geçer. Mürîdi Sinan-ı Ümmi, Divan’ ındaki bazı şiirlerinde onu saygıyla anar:
”Bu sırra erdiğim hâlim sorarsan
Baş kodum bir zaman yollar içinde
Ümmi Sinan Eydür Eroğlu derler
İsmini şeyhimin iller içinde”
“Yâ İlahî! Sen meded eyle ki bu Ümmi Sinân aldanıp düşmeye tâ kim bunda mekr ile âlâ Pîr-i azizdir Eroğlu hürmetine kıl nazar Tâ varıp dergâhına ol zatının âsân bula" Kaynaklarda, Tasavvuf bi’ t Tarikat (Risale-i Şerif Elmalî Eroğlu Efendi) Mir’ âtü’ l –Aşıkin ve Divan-ı İlahiyat adında üç ayrı eseri olduğu kayıtlı bulunmakla birlikte, bunlardan ilk ikisinin ayrı başlıklarla istinsah edilmiş aynı eser olma ihtimali yüksektir. Esâsen ikinci sırada saydığımız eser günümüze ulaşmış değildir. Tasavvuf bi’ t-Tarikat adlı risalesi, tasavvuf ve mürşidin gerekliliğini izah sadedinde talibler için yazılmış “Tasavvufa giriş” mâhiyetinde bir eserdir. Dîvâniçe-i İlahiyat ise 51 adet ilahinin bulunduğu mürettep olmasa da küçük bir divan niteliğindedir. Şiirlerini aruz ve hece vezinleriyle, yer yer kafiye ve redif üzere Türkçe olarak yazan Eroğlu’ nun, bir şair olarak çok başarılı olduğu söylenemez. Nitekim şiirlerinde yer yer vezin ve kafiye yanlışlıklarına rastlanmaktadır. Bununla birlikte, yukarıda saydığımız Abdülvehhablı sûfilerin diğer karakteristik özelliklerini taşır. Ayrıca Ahmed-i Yesevi’ den Hacı Bektaş-ı Veli’ ye, Yûnus Emre’ den Yiğitbaşı Veli’ ye ve Âşık Paşa’ ya kadar uzanan çizgide olduğu gibi, Vahib-i Ümmi’ nin öğrencisi Eroğlu Nûri’ de tasavvuftaki “dört kapı-kırk makam” anlayışını sürdürmüştür. Yöre halkı arasında “Eren” olarak bilinen Eroğlu Nûri Hz. ile ilgili yaygın bazı söylenceler bulunmaktadır. Türk Halkbilimi uzmanlarının ayrıca değerlendirmesi gereken bu anlatılara göre, halk arasında bu erenin pisliği ve pis insanları kabul etmediği yönünde yaygın bir inanç vardır. Ziyarete giden insanlar orada bir şeyler yiyip içse ve çöplerini de orada bıraksa bile Allah’ ın hikmetiyle sabaha kadar orada hiçbir şeyin kalmadığı söylenmektedir. İklim şartları ve fiziksel konum da buna müsaade etmemektedir. Yrd. Doç. Dr. Melek Dikmen’ in tespitlerine göre Alacadağ köyü muhtarı konuyla ilgili olarak şahit olduğu iki olaydan bahsetmiştir:
”Elmalı ve Kumluca’ dan gelen kadın ve erkeklerden oluşan kalabalık bir grup ereni ziyarete gittik. Erkekler yukarıya yatırın yanına çıkıp Kur’an okuyup dualar etti. Kadınlar alttaki köşkün yanında bulunuyordu. Eşim âdetli olan varsa içinizde gitmesin diye uyarmasına rağmen kadınlardan birisi” bir daha gelirim veya gelemem düşüncesiyle kadınlar arasındaki gruba katılıp diğer kadınlarla birlikte yukarıya çıkmış ikindi namazını kılıp Yasin okuyan erkeklerin yanına kadınların gelmesiyle birlikte insanı götürecek şiddette bir kasırga geldi.” İkinci olayda da erkeklerden birisinin uygunsuz bir durumda ziyarete gitmesi ile ocakta yanmış gibi kabarmış bir vaziyette döndüğü ifade edilmiştir. Erene ziyarete gidenlerin, genellikle mezarın yanında uykuya yattığı, çok kısa bir süre de olsa rüyada görülen şeylerin gerçekleşeceği inancı mevcuttur. Çocuğu olmayanların bu yatıra gelerek adakta ve dilekte bulunduğu, kurban kesip kan akıttığı, kısa sürede olsa uyuduğu, gördüğü rüyaya göre amel ettiği yaygın bir inanç olarak göze çarpmaktadır. Asarönü köyünden üç kızı olan birinin hiç oğlu olmadığı için bir gün erene ziyarete gidenlerle birlikte gidip orada uyuduğu, rüyasında kundağa sarılı bir erkek çocuğunun kendisine verildiği ve devam eden süreçte de bir oğlan çocuğunun olduğu da anlatılanlar arasındadır.
Anlatılan başka bir olaya göre, Antalya Koyunlar’ da Tahtacı olarak bilinen Alevilerden ormanda kesim yapan bir adamın altı tane çocuğu doğmuş ve her biriside doğumdan on gün sonra ölmüştür. Erene gidip mevlit okutan bu adamın bir oğlu olmuş ve yaşamını sürdürmüş ve bunun üzerine yedi yıl her yaz gelip burada mevlit okutmuştur. Şimdi yirmi yaşlarında olan çocuğun adı da Eren konmuştur. Zira orada görülen rüyanın, ziyaret ve adağın akabinde dünyaya gelen erkek çocuklara Eren adının verilmesi şeklinde bir uygulamada bulunmaktadır. Eroğlu Nûri ile ilgili olarak anlatılanlarda göze çarpan ortak bir husus da, parlayan bir ışıktır. Anlatıldığına göre 1951 yılında Alacadağ’ dan dan Halil Efendi Hoca olarak bilinen bir kimse trafik kazası geçirir ve yaralı olarak deniz yoluyla Antalya’ ya götürülür. Giderken Alacadağ üzerinden saban demiri gibi bir yıldız ve ışığın göründüğü anlatılır. Bunun üzerine Halil Efendi Hoca çocuklarına öldüğü yere defnetmelerini vasiyet eder ve Antalya mezarlığına defnedilir. Ayrıca 1975 yılında Kıbrıs savaşı sırasında mezarın bulunduğu tepeden kuyruklu yıldız gibi bir topun atıldığı halk arasında bilinen bir olaydır. Bazı geceler bu tepede kendiliğinden ışık yandığına da şahit olunmaktadır. Böyle durumlarda halk arasında “Bugün yine sabaha kadar erende ışık yandı” denilmektedir.
Turunçova Merkez Camii eski imalarından Âdem Hâfız’ ın “Finike çukuru ayakta duruyorsa, Eroğlu ve onun gibi zatların hatırına ayakta durmaktadır.” Şeklindeki sözü, yöre halkı tarafından çok hürmet edilen Eroğlu Nûri’ nin halk muhayyilesindeki manevi şahsiyetini ifade etmesi bakımından oldukça önemlidir.

12 Şubat 2016 Cuma

Baltası Gedik Türbesi..elmalı

Baltası Gedik Türbesi..elmalı

Baltası Gedik Türrbesi


 Baltası gedik Mahmut Baba; Abdal Musa Hazretlerinin oduncusu, bir rivayete göre kardeşidir. 1300’lü yıllarda yaşamıştır.
Alanya Beyi’nin oğlu Gaybi, bir av sırasında Abdal Musa dergâhına gelir ve burada Abdal Musa Hazretlerine... intisap eder. Alanya Beyi, oğlu Gaybi’nin Abdal Musa dergâhında zorla tutulduğunu zanneder. Adamlarını Elmalı’ya Abdal Musa Hazretlerinin üzerine gönderir. Hıristiyan Teke Beyi Kılağası İsa Elmalı’ya hareket eder. Bu haberi alan Abdal Musa Hazretleri de dervişleriyle onları karşılamaya çıkarlar.
Hıristiyan Teke Beyi Kılağası İsa’nın adamlarıyla Abdal Musa Hazretlerinin dervişleri bu günkü Elmalı’nın kuzeybatısındaki Baltası Gedik Türbesinin olduğu yerde karşılaşırlar. Savaşta Abdal Musa’nın oduncusu Mahmut Baba, Kılağası İsa’nın kafasını baltasıyla uçurur. Kılağası İsa’nın adamları da dağılırlar. Bu olaydan sonra Abdal Musa Hazretleri:
—Beni ziyarete gelen önce seni ziyaret etsin, sonra bana gelsin! Diyerek Mahmut Baba’ya bu olayın olduğu yere dergâhını kurmasını söyler. (Anadolu Erenleri-Nezihe ARAZ)
Mahmut Baba dergâhını burada kurar. O zaman ki Elmalı’ya gelen Antalya yolu Baltası Gedik mevkiinden geliyordu. Bu gün Baltası Gedikte doğudan Elmalı’ya üç yol geldiği görülür. Bunlardan güneydoğudan gelen yol Gökpınar’dan, ortadan gelen yol Semahöyük’ten, üstten gelen yolda Bayındır’dan gelir. İşte ortadan gelen Semahöyük yolu Elmalı’nın eski Antalya yoludur.
Baltası Gedik dergâhı Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar açıktır. 1925 yılında çıkarılan Tekke ve Zaviyelerin kapatılması Kanunu’yla bu dergâhta kapatılmıştır. O günleri çocukluğunda yaşayan 1336 doğumlu bir zat 90’lı yıllarda şunları anlattı:
— Oğlum, burada biz çocukken dervişler yaşardı. Dergâhın her tarafı meyve ağaçlarıyla doluydu. Dergâhın içinde şadırvanı, aşevi bulunuyordu. Şu koca meşenin altında dervişlerin mezarları yer alıyordu. Buradaki dervişlerin birinin adı “Çuldum puldum” idi. Üstü başı eski giysilerden olduğu için onu böyle çağırıyorlardı. Birisi ona “Çuldum puldum!” diye seslendi mi O da “Baltası Gedik’te buldum!” diye cevap veriyordu. Çuldum puldum ve iki dervişin mezarı türbenin üst(kuzey) tarafındadır. Dedi ve mezarların yerlerini gösterdi.
2000’li yılların başında Elmalı Belediyesi Baltası Gedik Türbesinde düzenleme çalışmaları yapıyordu. Türbenin etrafı dozerlerle açılırken, Türbenin kuzeyinde üç dervişin mezarı çıkmış. Ben de o anda oraya geldim. Kemikleri görünce hayretle:
— Bu mezarlar Çuldum puldum ve öteki dervişlerin mezarları, demek anlatılanlar doğruymuş. Dedim. Çalışanlara mezarların kimlere ait olduğunu anlattıktan sonra burayı neden kürüdüklerini sordum. Çalışanlar burada böyle mezarlardan haberleri olmadıklarını, bilmediklerini söylediler. Bu defa bana:
— Madem sen biliyordun neden bize söylemedin dediler. Ben çevreme bakınıp benden yaşça çok büyük olanları görünce onların söylemeleri gerektiğini belirttim. Oradaki büyükler:
— Biz de bir şey bilmiyorduk. Dediler. Daha önce dervişlerle ilgili bana bilgi veren yaşlı kişinin söyledikleri doğru çıkmıştı. Belediye çalışanlarından Selahattin çavuş ve Zühtü Ağabey daha sonra dervişlerin mezarlarını başka yere aktardılar.
Bu gün buraya pek çok ziyaretçi gelmektedir. Elmalı’ya tepeden hâkim olması, soğuk suyu ve söğütlerin gölgesiyle beğenilen bir mesire yeridir. Yine Abdal Musa’yı seven Müslümanlar burada kurbanlarını kesmekte, dualarını ve ziyaretlerini yapmaktadırlar. Özellikle kadir gecelerinde ve Abdal Musa’yı anma şenliklerinde ziyaretçisi pek çok olmaktadır
.

Hz. Hıdır Türbesi

Hz. Hıdır Türbesi..hatay samandağ



Hz. Hıdır Türbesi

 


Hz. Hıdır Türbesi


Hz. Hızır Türbesi Samandağda ve denize çok yakın bir konumda kutsal bir mekandır. Rivayete göre Hz. Hızır ile Hz. Musanın buluştuğu yer olan kutsal bir kaya olarak anılmakta ve kutsal mekanın çevresinde geleneksel olarak bir veya üç kez dönülmektedir. Müslüman ve Hristiyan halkları için büyük öneme sahip olan türbe, her yıl büyük bir ziyaretçi akınına uğramaktadır. Hz. Hızır Türbesi Samandağ ilçe merkezine yaklaşık 3 km uzaklıktadır.

Seyyid Karaman Baba Türbesi


Seyyid Karaman Baba Türbesi





sakarya

Seyyid Karaman Baba Türbesi




Karaman Baba, kendisi ile ilgili ilk bilgeler menkıbe 
olarak Vilâyet-nâme 
(Manakıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî)’de yer almaktadır.
 Hacı Bektaş-ı Veli dönemi erenlerindendir. 


Karaman Baba, Anadolu’ya gelen, etraflarındaki inanlarla birlikte
büyük kahramanlıklar ve kerametler gösteren “Horasan Erenleri”
 ve “Alp Erenleri” arasındadır. Asıl adı “Can Baba”dır. Kara lakabı
 ise, üstündeki kara elbise ve başındaki kara külahtan ötürü
Hacı Bektaş Veli tarafından kendisine verilmiştir. Söylencelere
göre, Can Baba, Hünkâr Hacı Bektaş Veli’yi ziyarete giderken,
 karalar giyinir, huzura öyle çıkar. Bir süre de orada kalır.
 İlk olarak Hacı Bektaş Veli tarafından Doğu Anadolu yöresinde
görevlendirilir. Karaman (Can) Baba, Tatarları, gösterdiği
kerametlerle; fokur fokur kaynayan bir kazanın içine girmesi,
keskin bir tas zehiri içmesi, yanan bir fırına girip yanmaması
 gibi her seferinde sapa sağlam kalması vb. olağanüstü
 olaylarla çevre insanları kendisine bağlar yola getirir,
 Müslümanlaştırır. Aslı ipek bir bez üzerine yazılmış olup,
 daha sonra aynı ölçüde büyük kâğıtlara fotokopi edilen
beratta yer alan bilgilere göre; Karaman Baba, XIII.
yüzyılda önce Horasan’dan kalkıp Diyar-ı Rum’a (Anadolu’ya)
 Erzincan’a gelir. Bir süre Erzincan’da kalan Karaman
 Baba, önce Anadolu’nun Türk toprakları olmasında ve
Müslümanlaşmasında önemli görevler üstlenip, kerametler
gösterir. Doğu’da Hacı Bektaş-ı Veli tarafından kendisine
verilen görevleri tamamladıktan sonra ve Batı Anadolu’da
 görevlendirilir. İstanbul'un Fethi için Batı Anadolu'ya
gelen Karaman Baba bugünkü Sakarya topraklarında yer
 alan tekfurlarla savaşırken şehit olur. Bu hadiseden
sonra yerli-yerleşik Türkmenler o mevkiiyi
Karaman Baba Tepesi ve Ormanı olarak adlandırmışlardır.

Halk arasındaki söylencelere göre 10 metreyi aşan mezarına
 ayağının sığmadığı söylenmektedir. Aynı yüzyıllarda
yaşamış olan ve I.Alaattin Keykubat’ın annesi
Ümmühan Hatun tarafından 1227-1228 yıllarında yaptırılan
 Eskişehir Seyitgazi’deki türbede yer alan
“Seyyid Battal Gazi”ye ait olan sandukada yaklaşık
9 metre civarındadır. Bu döneme ait mezar ve
 sandukalarında bu uzunluk genellikle benzer özellikler
 taşımaktadır. Karaman Baba Türbesi son çeyrek yüzyılda
ziyarete ve Hıdırellezi kutlamaya gelenler tarafından
yapılmış ve son dönemde de üzeri kapatılarak tam bir
türbe haline dönüştürülmüştür. Uzun yıllar halk arasında
bereketin artması yönelik olarak ve çocuğu olmayan
kadınların ziyaret edip adak adadığı bir türbedir.
Yörede Karaman Baba, Peygamber soyundan gelmesinden
 de dolayı “Seyyid Karaman Baba” olarak da anılmaktadır.

Karaman bölgesinde bulunan Karaman Baba Türbesi, 
şehir merkezine 15 km. uzaklıktadır.