KARIŞIK

22 Ocak 2016 Cuma

Canların Dört Kapısı (Alevilik Belgeseli)

ANADOLUDA ALEVİ OCAKLARI DERVİŞLER . Belgesel . Hü Dost !!!

Anadolu Erenleri - Yaren Dede

YÂREN DEDE



YÂREN DEDE

Horasan'dan Anadolu'ya İslâmiyeti yaymak için gelen gâzi dervişlerden. Hayâtı ve hangi devirde yaşadığı hakkında bilgi bulunamayan Yâren Dede'nin kabri, Aydın'ın Sultanhisar ilçesinin Kabaca köyünde olup ziyâret edilmektedir.

DEDEBAĞ DEDE

DEDEBAĞ DEDE


Ne zaman yaşadığı bilinmeyen Dedebağ Dede'nin kabri Aydın Karacasu'daki Dedebağ yaylasındadır. Bölge halkı tarafından sık sık ziyâret edilmektedir.

GANİ BABA

GANİ BABA




Horasan'dan Anadolu'ya İslâmiyeti yaymak için gelen gâzi dervişlerdendir. İsmi Şeyh Abdülganî el-Halveti olup bölgede Gani Baba diye meşhurdur. Bahar aylarında ziyâretçi akınına uğrar. Ziyâretçiler tarafından kurbanlar kesilip, eti fakirlere dağıtılır. Sevâbı Gani Babaya hediye edilerek duâlar edilir. Kabri Amasya Suluova'ya bağlı Saygılı köyünün altında Tersakan Irmağının kenarındadır.

YÛSUF HAKÎKÎ BABA

YÛSUF HAKÎKÎ BABA


Aksaray'da medfûn evliyâdan. Halk arasında Somuncu Baba diye meşhur olan Hamîd-i Velî hazretlerinin oğludur. Çocukluğundan îtibâren babasının terbiyesi altında yetişip kemâle eren Yûsuf Hakîkî Baba, Konya ve Aksaray medreselerinde de okudu. Babasından sonra vefâtına kadar Aksaray'daki hankâhda şeyhlik yaptı. Hakîkînâme, Muhabbetnâme, Metâli-ül-Îmân kitapları yanında tasavvuf âdâbıyla ilgili eseri ve babasının Şerh-i Hadîs-i Erba'în adlı eserine hâşiyesi olan Yûsuf Hakîkî Baba'nın türbesi Aksaray'da Şeyh Hamîd Mahallesindeki hankâhın bahçesindedir.

SULTAN DÎVÂNÎ

SULTAN DÎVÂNÎ



Afyon'da yaşayan büyük velîlerden. İsmi Mehmed Çelebi olup, babası büyük velî Abapûş-i Velî'dir. On altıncı yüzyılda yaşamıştır. Afyon'da doğdu. Doğum târihi belli değildir. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Sultan Dîvânî, babasının yanında yetişti. Abapûş-i Velî zamânında Afyon'da şiddetli bir vebâ salgını hüküm sürdü ve yakınlarını birer birer kaybetti. Abapûş-i Velî'ye bir gün en çok sevdiği küçük oğlu Mehmed Çelebi'nin vefât haberi geldi. O zaman, Abapûş-i Velî; "Hakk'ın rahmetine mi kavuştu? Hayır yanlışınız var, uyuyor o. Bu sefer yanıldınız." dedikten sonra, hemen küçük oğlunun yattığı odaya sessizce girdi. Üzerindeki örtüyü kaldırarak; "Uyuyor musun Mehmed'im? Bu ne uykusu? Senin bu dünyâda hizmetin var. Uyan Mehmed'im uyan!" dedi. Mehmed Çelebi, uykudan uyanırcasına, tatlı bir mahmurlukla gözlerini açtı ve babasına uzun uzun baktı.
Abapûş-i Velî hemen oğlunu dergâha götürerek, kırk günlük riyâzet ve uzlete soktu. Bu müddet içinde Sultan Dîvânî tasavvufta büyük dereceler elde etti. Babasının sağlığında, yerine geçerek talebe yetiştirmeye başladı.
Sultan Dîvânî, babasının yerine geçtikten sonra, Konya'ya Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin kabrini ziyâret için yola çıktığında şehrin ileri gelenleri tarafından uğurlandı. Yolun yarısında Beşâre denilen yere geldiğinde Konya'dan karşılamaya gelenler oldu. Sultan Dîvânî burada nice tesirli sohbetler yaptıktan sonra yoluna devâm etti. Konya'da Celâleddîn-i Rûmî'nin kabr-i şerîflerini ziyâreti esnâsında, Sultan Dîvânî'yi bir hal kapladı. Bu durumu garipsiyenlerin halleri Sultan Dîvânî'ye mâlûm olunca, dergâh hamamının yanmakta olan ocağına girdi.Allahü teâlânın izni ile ocaktaki ateş ona hiç tesir etmedi. Bu durumu gören sû-i zan sâhiplerinin kalplerindeki bozuk düşünceler kayboldu ve o büyük zâta samîmî olarak bağlandı.
Tîmûr Han zamânında, devlet hazînesinin süsü olmak üzere bir fermanla Celâleddîn-i Rûmî'ninDîvân-ı Kebîr'i türbeden alınarak Mâverâünnehr'e götürüldü. Daha sonra bölgede çıkan karışıklıklar sırasında Dîvân-ı Kebîr bozuk bâtınî fırkasından olan Şah İsmâil'in eline geçti. Bu yüzden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sultan Dîvânî'ye mânevî işâretle Dîvân-ı Kebîr'i o bid'at ehlinin elinden kurtarması, eski yerine koyması emredildi. Bu sebeple Afyon'dan yola çıkan Sultan Dîvânî, önce Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin kabrini ziyâret etti. Sonra İran'a doğru yola çıkan Dîvânî, her uğradığı yerde insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. İran sınırında Şah İsmâil'in muhâfızları ile karşılaştı. Onlar, gelip geçenlere nereden gelip, nereye gittiklerini sorarlardı. Bu sorgulamada muhâfızların başındaki çavuş, Sultan Dîvânî'ye edepsizlik etti. Bu yüzden dili tutulup, bu halde reislerinin yanına gittiğinde, oradakiler, çavuşun hâlini görünce, içlerinden biri Sultan Dîvânî'nin üzerine doğru yürürken eli felç oldu. Onlardan Sultan Dîvânî'ye zarar vermek isteyenlerden herbirinin başına bir iş geldi.
Böylece Sultan Dîvânî'ye zarar veremeyeceklerini anlayıp, ona iyi muâmelede bulunmak zorunda kaldılar. Sultan Dîvânî rahat bir şekilde Şah İsmâil'in başkentine vardı.Şah İsmâil, Sultan Dîvânî'nin geldiğini duyunca, görünüşte, gelişini tebrik etmek hakikâtte ise, onun ahvâlini araştırmak maksadıyla adamlarını yanına gönderdi. Adamlarından herbirisi kendilerine göre Şah İsmâil'e rapor verdi. Şah İsmâil adamları ile görüştükten sonra ikrâm görünüşünde, onun için bir dergâh yaptırıp, her bakımdan onu kayıt altına almak ve onun tekrar memleketine dönmesine mâni olmak istedi. Bunun üzerine Sultan Dîvânî; "Dervişlere ikrâm, Dîvân-ı Kebîr'in teslimi iledir." buyurarak, maksadını ifâde etti. Şah ve vezîri aralarında anlaşarak bir ziyâfet esnâsında Sultan Dîvânî'nin zehirlenmesine karar verildi. Bu durum Allahü teâlânın izni ile Sultan Dîvânî'ye mâlûm oldu. Yemek sırasında verilen zehirli şerbet kâsesini alıp, Şah İsmâil'e hitâben; "Bu can eriten kâseyi Şah mı yoksa, vezir ile mi içeyim?" dedikten sonra vezire yüzünü çevirdi. Bir yudumda içti. Allahü teâlânın ihsânı olarak, zehrin tesiri kalmadı. Şâh İsmâil onun bu kerâmeti karşısında istemeyerek de olsa, Dîvân-ı Kebîr'in kendisine verilmesini emretti. Sultan Dîvânî'nin bu kerâmetini gören devlet ricâli arasında onu sevip, Eshâb-ı kirâm düşmanlığı inancından vazgeçerek Ehl-i sünnet îtikâdına dönenler oldu.
Sultan Dîvânî, Dîvân-ı Kebîr'i teslim alacağı yere talebeleri ile birlikte büyük bir şevk ve heyecanla vardı. Halk onları büyük bir merakla tâkib ediyordu. Sultan Dîvânî orada insanlara nasîhat dolu güzel bir vâz verdi.Teslim işleri bitip ayrılacakları sırada, birçok kimse Ehl-i sünnet îtikâdına dönerek, Sultan Dîvânî'nin elini öpmek için sıraya girdiler. Bunlar arasında Şah İsmâil'in oğlu da vardı. Şah İsmâil bunu duyunca çok kızdı ve Sultan Dîvânî'nin arkasından askerler gönderdi. Askerler Sultan Dîvânî'nin bulunduğu kervana yaklaşınca, başındaki külahı kılıç gibi onlara doğru tuttuğunda, askerler perişan oldu. Kurtulanlardan bâzısı kaçtı, bâzısı da tövbe ederek Ehl-i sünnet îtikâdına girdi.
Sultan Dîvânî dönüşünde Bağdât, Halep üzerinden Konya'ya geldi. Dîvân-ı Kebîr'i yerine koydu. Bu sırada kırk kişi ona halîfe olmakla şereflendi.
İbrâhim Gülşenî, Mısır'da Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yaymak için çalışıyordu. Herkes kâbiliyeti nisbetinde ondan istifâde ediyordu. Onun ismini zamânın sultanı Kansu Gavri de duydu. Zâhirî ve bâtınî himmetlerine kavuşmak için çeşitli ikrâmda bulundu ise de İbrâhim Gülşenî onun bu ihsânlarını kabûl etmedi. Ayrıca, adâlet ve iyilik üzere olması, bozuk îtikâdından ve taşkınlıklardan vazgeçmesi husûsunda tehdîdkâr nasîhatlarda da bulunup, kendisine Allah için buğzettiği intibâını verdi. Bu sırada Kansu Gavri'nin kâtibi Tomanbay, İbrâhim Gülşenî hakkında koğuculukta bulundu ve İbrâhim Gülşenî aleyhine ona eziyet ve sıkıntı vermek için tahrik etti. Bununla da kalmayıp onu zindana attırdı. Bu sırada Yavuz Sultan Selîm Han, Eshâb-ı kirâm düşmanı Şâh İsmâil üzerine sefere karar verince, Kansu Gavri, Şah İsmâil ile anlaşarak Osmanlı ordusunun İran tarafına geçmesine mâni olmak istedi. Sonra Mısır'a yapılan seferde iki ordu Mercidabık'da karşılaştı. Yapılan savaşta Kansu Gavri öldü. Mısır ordusu büyük bir mağlubiyetle geri döndü. Tomanbay, Mısır sultanı oldu. Tomanbay, İbrâhim Gülşenî ve talebelerine daha fazla eziyet etmeye başladı. Bu sırada SultanDîvânî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin mânevî işâreti ile, İbrâhim Gülşenî'yi kurtarmak için Mısır'a gitti.
Sultan Dîvânî, Mısır'da Bulak denilen yerde kendisi için hazırlanan yerde ikâmet etti. Bu sırada bir köşede unutulmuş olan İbrâhim Gülşenî'yi bulunduğu hapishâneye gidip, ziyâret etti. Mânevî bir himâye altında olduğunu müjdeledi. Buradaki sohbet sırasında hapishânenin içi ve dışı insanla doldu. Bunun üzerine Sultan Tomanbay ve devlet ricâli yapılan toplantı netîcesinde, topluluğun dağıtılmasına karar verdi. Görevli askerler Sultan Dîvânî'nin bulunduğu yere gelip, halkı dağıtmaya başladıkları sırada Sultan Dîvânî başındaki külahını eline alıp onlara doğru tuttu. Gelen askerlerin hepsine bir hal gelip, kaçmaya başladılar. Külahın karşısına rastlayanların vücudunda vurulmuş gibi izler bulunduğu görüldü. Tomanbay'ın vücûdunun bâzı kısımlarına felç geldi. Bu durum karşısında çâresiz kalan Tomanbay ve devlet erkânı, özürler dileyerek, İbrâhim Gülşenî'yi serbest bırakmak mecburiyetinde kaldı.
Sultan Dîvânî, Mısır'daki vazîfesini tamamladıktan sonra, geri dönmek üzere yola çıktı. Şam'ın bağ ve bahçelerine yaklaştıklarında henüz bahçelerde çiçekler daha yeni açmaya başlamıştı. SultanDîvânî'nin gelmekte olduğunu duyanlar, onu karşılamaya çıktılar. Bunlar arasında bağ ve bahçelerin sâhipleri de vardı. Bahçe sâhiplerinden SultanDîvânî, kavun karpuz istedi. Onların; "Henüz daha çiçekte ve bir kısmı da daha olmadı." demeleri üzerine; "Belli olanı, bilineni beyâna ne hâcet. Siz gidiniz getiriniz." buyurdu. Bunun üzerine bahçe sâhiplerinden üç kişi koşup, bahçelerinde olgunlaştığını tahmin ettikleri bir karpuz ile kavunu alıp, Sultan Dîvânî'ye hediye ettiler. İlk önce getireninki, olgun çıktı. Ondan sonra getireninki, biraz olmuş, en son getireninki ise henüz olgunlaşmamıştı. Sultan Dîvânî olgunlaşmış olanı kesip, orada bulunanlara ikrâm etti. Kavundan yiyenler, o zamâna kadar o tatta bir kavun yemediklerini söylediler.
Sultan Dîvânî bir müddet Şam'da kaldı. Bu sırada Şam'da bir kâdı vardı. Tasavvuf ehlinin aleyhine çalışırdı. Onlara eziyet ve sıkıntı verirdi. Hattâ Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin eserlerini satın alıp yakması, tasavvuf ehlini çok üzdü. Onun bu hareketlerinin gayret-i ilâhiyyeye dokunup cezâsını bulmasını bekliyorlardı. Sultan Dîvânî, Şam'ı teşrif edince, kâdının bu durumu arzedildi. "Onun hakkında hüküm verildi." buyurdu. Afyon'a dönerken yolda, Mısır üzerine sefere çıkmış olan Yavuz Sultan Selîm Han ile karşılaşan Sultan Dîvânî, sultana bâzı nasîhatlerde bulundu. Muhyiddîn-i Arabî'nin kabrinin ortaya çıkarılmasını, temizlenip, tâmir ettirilmesi husûsunda Yavuz SultanSelîm'e teşvik ve kâdının terbiye edilmesi husûsunda nasîhatte bulundu. Sultan Dîvânî, Afyon'a döndükten sonra bir gün âniden; "O kâdı kendi ateşi ile yandı. Onun işi halledildi. Muhyiddîn-i Arabî'nin türbesi temizlenip, tâmir edildi. Mısır, Yavuz Sultan Selîm'e teslim oldu." buyurdu.
Babası Abapûş-i Velî ile Sultan İkinci Bâyezîd-i Velî arasında nasıl yakınlık ve samimiyet var idiyse, SultanDîvânî ile Yavuz SultanSelîm arasında da o derece yakınlık vardı. Yavuz ekseriyetle mühim ve müşkil zor meselelerde SultanDîvânî ile istişâre için mektuplaşırdı. Aldığı cevâba göre hareket etmesiyle o sıkıntısı gider, işleri hayırla netîcelenirdi.
Sultan Dîvânî, ömrünün sonuna doğru ansızın vefât edeceğine dâir bâzı alâmetler gördü. Bir Cumâ günü sohbetten sonra baş ağrıları başladı.Ağrılar günden güne arttı. Ziyâretine gelen sevenleri ilaç almasını söylediklerinde; "Bu baş ağrısı, ölüm habercisidir. Ölümden başkası ile geçmez." buyurdu. Hastalığının ikinci Cumâsında ateşlendi. Rahatsızlığı sebebiyle, sevenlerinin üzülmesini görüp; "YarınCumartesidir. O gün biz rahata kavuşuruz." arkasından; "Yarın derd ve ilaç gâilesi düşüncesinden kurtulacağız." buyurdu. Cumartesi günü rûhunu teslim etti. Çok kalabalık bir cemâatle kılınan namazdan sonra Abapûş-i Velî'nin yanına defnedildi.
Sadrâzam KaraMustafa Paşa, SultanDîvânî'nin kerâmetlerini ve yüksek hallerini duyup, onun dergâhına hizmet etmek istedi. Türbesini ve dergâhının baştan başa tâmir ve yenilenmesi için çok miktarda para ve usta gönderdi. Tâmir sırasında âni bir yangın çıktı. Bunun üzerine gerekli hazırlıklar tamamlanıp tekrar tâmir işine başlandı. Bu sırada dergâhın hizmetçilerinden Gülüm Dede, SultanDîvânî'yi rüyâsında gördü. Ona; "Ayak ucumda gömülü olan hazîneyi aç. Türbenin tâmiri için lâzım gelen masraflara oradan sarfet. Hiçbir kimseden maddî yardım kabûl etme." diye tenbihte bulundu. Gülüm Dede söylenilen yeri kazınca bir küp altın çıktı. Sadrâzamın memurları bu duruma çok hayret ettiler. Durumu sadrâzama bildirecekleri sırada paşanın ölüm haberi geldi ve dolayısıyla tâmir için gerekli yardımın yapılamayacağı bildirildi. Çıkan altınlar ile Gülüm Dede türbeyi tâmir ettirdi ve kalanını da fakirlere ve Sultan Dîvânî'nin çocuklarına verdi.
Sultan Dîvânî'nin şiirlerinden birisi şöyledir:

Şem-i rûyına cismimi pervâne düşürdüm
Evrâk-ı dili âteş-i sûzâne düşürdüm

Bir katre iken kendimi ummâna düşürdüm
Eyvah yolumu vadi-i hüsrâna düşürdüm.

Takrîr edemem, derd-i derûnum elemim var
Mevlâ'yı seversen beni söyletme gamım var!

KERÂMET ve MENKÎBELERİ

MESNEVÎ OKUTABİLİRSİN
Sultan Dîvânî, Burdur'a gitmişti. Burada Mehmed Efendi isminde bir dokumacının evinde misâfir kaldı. Mehmed Efendi tam bir bağlılık, ihlâs ve samîmiyetle Sultan Dîvânî'ye yardım etti. Sultan Dîvânî onun bu derece misâfirperverlik göstermesinden çok memnun oldu ve; "Gel bizim fedâimiz ol ve mükâfatını gör." buyurdu. O da bu dâveti nîmet bilip, kabûl edip, Sultan Dîvânî'ye talebe oldu. Sultan Dîvânî onu oturtup, Mesnevî'nin ilk on sekiz beytini îzâh ederek okuttu. Sonra; "Artık Mesnevî'yi okutabilirsin." buyurdu.Dokumacılıktan başka bir şey bilmeyen Mehmed Efendi, Sultan Dîvânî'nin teveccüh ve nazarları bereketiyle zâhirî ve bâtınî ilimlerle dolu hâle geldi. Burdur Mevlevî Dergâhı şeyhi oldu.

KAYNAKLAR

1) Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân; s.15

DESTÎNE HÂTUN

DESTÎNE HÂTUN



Konya'da yetişen evliyâ hanımlardan. Mevleviye tarîkatının büyüklerinden. On yedinci yüzyılda yaşadı. Babası, Mevleviye tarîkatının ileri gelenlerinden Şeyh Muhammed'dir. Doğmadan önce annesi rüyâsında Şeyh Dîvânî'nin kendisine süslü bir bilezik taktığını, ayrıca bir bilezik daha verip; "Bu da doğacak kızınızın." dediklerini gördü. Rüyâsını ertesi gün beyine anlatınca, doğacak çocuğun kız olacağına, ona Destîne ismi konmasına işâret vardır, diye yorumladı. Doğum târihi belli değildir.
Destîne Hâtun küçük yaştan îtibâren ibâdet etmek, Allahü teâlânın be?endi?i iŞleri yapmak, nefsinin istedi?i Şeyleri yapmamakta çok gayretli olup, dünyâ süsüne ve lezzetlerine kİymet vermezdi. Babasİndan; tefsîr, hadîs ve medreselerde okutulan bütün ilimleri ö?rendi ve Mesnevî'yi incelikleri ile okudu. Zamânİnİn büyük bir kİsmİnİ, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin türbesinde sâlihâ hanİmlar için yapİlan kafeste ibâdet, zikir ve murâkabe ile geçirirdi. Babasİnİn vefâtİndan sonra dergâhİ idâre etmek kendisine kaldİ. Fakat Mesnevî okutmak ve ders vermeye babasİnİn yetiŞmiŞ talebelerinden birisini tâyin etti. Herhangi bir müşkil ortaya çıktığında ve bir husus hakkında görüşü alınmak istendiğinde, yazılı olarak kendisine arz edilir, o da cevap gönderirdi.
Karahisar Mevlevî Dergâhına âit vakıflar vardı ve dergâha mensup kimseler tarafından işletiliyordu. Devlet, Mevlevîleri bâzı yükümlülüklerden muaf tutmuştu. O sırada Karahisar sancağı vâlisi bâzı kötü kimselerin teşviki ile devletin Mevlevîlere tanıdığı muâfiyet hakkına riâyet etmeyip, sırf onların mallarını müsâdere etmek için iftirâ ile zengin olanları yakalatıp hapsettirerek, mallarına el koydu. Bunların çoluk-çocuğu gelip durumlarını Destîne Hâtuna anlattılar. O da; "Eğer vâli onları hapisten çıkarmazsa yakalanacağı hastalıktan kurtulamaz." diyerek gelenleri teselli etti. O sırada vâli çeşitli yerlerinden rahatsızlandı. Doktorlara gidip ilaç kullandıkça hastalığı daha da arttı. Vâlinin hanımı, Destîne Hâtunu sever ve ona hürmet gösterirdi. Kocasının rahatsızlığına çâre bulunamayınca, Destîne Hâtundan duâ istemeye gitti. Destîne Hâtun; "Sevdiklerimiz hapisten ve ayakları zincirden kurtulmadıkça murâd hâsıl olmaz." dedi. Vâlinin hanımı bunları işitince kocasının hastalık sebebini ve o kadar tedâvî görmesine rağmen niçin iyileşmediğini anladı. Durumu kocasına bildirince, derhal hapsettiği o şahısları serbest bıraktı. O anda iyileşti ve yaptığına pişmân oldu. Allahü teâlânın lütfu ile hastalıktan kurtulmasının şükrânesi olarak dergâhta bulunanlara ikrâmda bulundu.
Destîne Hâtun, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin türbesi yakınlarında dar ve karanlık bir odada yaşardı. Gündüzleri oruç tutar, vakitlerini Allahü teâlâyı anmakla geçirirdi. Allah korkusu ile göz yaşları dökerdi. Onun bu hallerini görüp, gönülleri râzı olmayan sâlihâ hanımlar; "Kendinize çok eziyet ediyorsunuz. Birazcık bedeninizin rahatını düşünseniz olmaz mı?" dediklerinde, onlara; "Bunlarsız olmaz. Binicinin serkeş, dikbaşlı, itâatsız ata yumuşaklık yapması onun serkeşliğini arttırır." diye cevap verirdi.
Destîne Hâtun'un bedeni zayıf idi. Bir kerre yanına gelenler bir tek post üzerine oturduğunu ve üzerinde eski bir elbise olduğunu gördüler. "Bedeninizi rahat tutacak birkaç elbise ile birkaç yaygı alsak." dediklerinde; "Biz postu, Allahü teâlânın yolunda ayağımızın altına koyduk. Üstelik bu, Allah yolunda kurban olan koyunun postudur. O binlerce güzel elbiseden daha iyidir." buyurarak dervişlerin post üzerine oturmalarının sırrını da beyân etmişlerdir.
Küçük Muhammed Efendinin annesi vefât edince, Destîne Hâtun onu yanına alarak, bizzat terbiyesi ile meşgul oldu ve yetiştirdi. Maddî ve mânevî her şeyini ona teslim etti. Dergâh işlerini ona bırakıp, kendisi bütün dünyevî alâka ve düşüncelerden sıyrılıp, odasında ömrünün sonuna kadar uzlet ve yalnızlık hâlinde kaldı. Seksen senelik ömrünü hep Allahü teâlâ ile berâber bulunarak, âhireti düşünüp hazırlık yaparak geçirdi. Bu halde iken vefât etti.

KAYNAKLAR

1) Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân; c.1, s.246

CABBÂR DEDE

CABBÂR DEDE




Çukurova bölgesi velîlerinden. On altı ve on yedinci asırda yaşamıştır. Hayâtı hakkında fazla bilgi bulunmayan Cabbâr Dede, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yoluna yâni Kâdiriyye tarîkatına mensûbtur. Türbesi, Adana'nın Yakapınar (Misis) bucağına bağlı Kütüklü köyü yakınlarındadır.
Halk arasında mütevâzî bir hayat yaşayan Cabbâr Dede, çevredeki aşîretlere İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâ ve âhirette kurtuluşa ermeleri için çalıştı. Kendisine karşı çıkanlar olduğu gibi, sohbetlerine koşup ondan feyz alanlar da çoktu. Onu sevenler çocuklarına Cabbâr ismini koydular. Bu sebeple Adana bölgesinde Cabbâr ismi yaygındır. Onun birçok menkîbe ve kerâmeti dilden dile anlatılarak günümüze kadar gelmiştir.
Cabbâr Dede'nin hâl ve kerâmetleri meşhûr olmuş, ünü zamânın pâdişâhına kadar gitmişti. Sultan Dördüncü Murâd Han, Bağdât seferine giderken, Ceyhan Nehri üzerindeki târihî Misis Köprüsünü geçip Havrâniye köyüne geldiği zaman; "Bu yörede Cabbâr Dede diye meşhûr bir zât olduğunu işitiriz. Çağırın gelsin, kendisiyle görüşmek dileriz." dedi. Vazîfeliler gidip Sultanın emrini bildirdiler. Cabbâr Dede, Sultânın emrini alır almaz atına binerek huzûruna geldi. Allahü teâlânın kudretiyle kerâmet olarak orada bulunanlar, Cabbâr Dede'nin atının kaplan, elindeki kamçının da kara yılan olduğunu gördüler. O zamâna kadar Cabbâr Dede'nin üstünlüğünü kabûl etmeyenler ise, gördükleri bu kerâmet karşısında pişmân oldular. Sultan Dördüncü Murâd Han, Cabbâr Dede'ye;
"Bağdât'ın fethi bana müyesser olacak mı?" diye sordu. Cabbâr Dede cevâbında;
"Haşmetlü pâdişâhım! Havraniye köyünde Genç Osman isminde bir delikanlı vardır. Onu da götürürsen, Bağdât geri alınacaktır". Sultan Dördüncü Murâd Han, Genç Osman'ı sefere götürdü. Böylece Bağdât fetholundu.
Cabbâr Dede'nin büyüklüğünü anlayamayan, onun devlet adamları ve diğer insanlar yanındaki îtibârını çekemeyen bâzı kimseler; "Cabbâr Dede'nin koyunları ekinlerimizi yiyerek zarar veriyor." diye, zamânın Misis Zaptiye Karakol Kumandanına şikâyet ettiler. Karakol kumandanı, iki zaptiye göndererek Cabbâr Dede'yi getirmelerini emretti. Zaptiyeler, Cabbâr Dede'nin dergâhına varıp, hakkında şikâyet olduğundan bahisle kumandanın kendisini istediğini bildirdiler. Cabbâr Dede, zaptiyelere güler yüz ve hoş bir edâyla;
"Evlatlarım! Siz gidin ben kısa zaman içinde geliyorum." dedi. Zaptiyeler onun yanından ayrıldıktan kısa bir zaman sonra Ceyhan Irmağının kenarına gitti. Seccâdesini ırmak üzerine atıp üstüne oturarak kısa bir zaman içinde karşı tarafta bulunan Zaptiye Karakoluna ulaştı. Köprüden geçerek gelen zaptiyeler, Cabbâr Dede'nin kendilerinden önce geldiğini görünce hayret edip, büyük bir velî olduğunu anladılar. Zaptiye Karakol Kumandanı, Cabbâr Dede'ye;
"Köylüler senden şikâyetçi. Koyunlarına köylünün ekinlerini yediriyormuşsun. Onlara zarar veriyormuşsun, aslı var mı?" dedi. Cabbâr Dede, Kumandana;
"İki asker gönder, koyunlarımı onların ekin tarlasına sürsünler. Eğer ekini yerlerse suçlu olduğumu kabûl edeceğim." dedi. Bunun üzerine kumandanın vazîfelendirdiği iki zaptiye, Cabbâr Dede'nin dergâhının yanına gitti. Koyunlarını o civârdaki köylülerin ekin tarlalarına sürdüler. Fakat hiç bir koyunun başkalarına âid olan bu tarlalardaki ekin ve otları yemediğini, Cabbâr Dede'ye âid olan tarla ve otlağa sürdükleri zaman ekin ve otları yediklerini gördüler. Tekrar karakola gelip olanları kumandanlarına anlattılar. Kumandan, Cabbâr Dede'nin iftirâya uğradığını hükmedip, köylüleri azarladı. Câhil köylülerin bu hareketlerine üzülen Cabbâr Dede, köylülere hitâben;
"Mahsülünüz bol olsun, fakat bereketi olmasın." diye duâ etti.
İlk zamanlar Cabbâr Dede'nin büyüklüğünü takdir edemeyen köylüler ve diğer insanlar, durumu anlayınca onun sohbetlerine koşup, feyzinden istifâde ettiler. Pekçok gayr-i müslimin hidâyete erip müslüman olmasına vesîle olan Cabbâr Dede'nin dergâhı, gelip gidenlerle doldu taştı. Dergâhının bitişiğinde bir mescid yaptırdı. Vefât ettiği zaman mescidin bitişiğindeki kubbeli türbeye defnedildi. Adana ilinin merkez ilçesine bağlı Yakapınar (Misis) bucağının Kütüklü köyüne varmadan bir kilometre kadar sol tarafta bulunan türbesinin etrâfında en az dört-beş asırlık meşe ağaçları ve bu ağaçlar arasında da eski mezarlar bulunmaktadır. Bölge halkı, Cabbâr Dede'nin türbesini ziyâret etmekte, onu vesîle ederek Allahü teâlâya duâ edip murâdlarına ermektedirler.
Cabbâr Dede'nin hayâtı boyunca birçok hâl ve kerâmetleri görüldüğü gibi, vefât ettikten sonra da görülmüştür. Bir Ermeni, Cabbâr Dede'nin türbesinin karşısından yüklü olan kağnı arabasıyla gidiyordu. Kağnısı çamura saplandı. Bir hayli uğraşmasına rağmen çabaları boşa çıktı ve bir türlü kurtaramadı. Kendi kendine;
"Müslümanlar darda kaldıkları zaman; "Yetiş yâ Abdülkâdir Geylânî!" diyorlar. Bir de ben çağırayım." dedi ve; "Yetiş yâ Abdülkâdir Geylânî!" diye seslendi. Bu sırada Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin rûhâniyeti tecessüm ederek Ermeniyi ve kağnısını bataklıktan kurtardı. Ermeniye yönelerek; "Bizi Bağdât'tan buraya kadar yoracağına, işte şu karşıda Cabbâr Dede var. Çağırsan hemen yetişir, sizi kurtarırdı." buyurdu. Zaman zaman darda kalanların imdâdına yetişen Cabbâr Dede'nin türbesinin üzerine büyük bir nûr indiği ve geceleri türbesinde Kur'ân-ı kerîm okunduğu nakledilmektedir.

KAYNAKLAR

1) Çukurova Evliyâları

21 Ocak 2016 Perşembe

KÜÇÜK ÇAMLICA TEKKESİ

KÜÇÜK ÇAMLICA TEKKESİ
Âyin günü bilinmeyen bu Bektâşî Tekkesi, Küçük Çamlıca Tepesi'nin güney eteklerinde ve bu isimle bilinen mesirenin sol tarafında ve yüksek bir mahalde idi. Hadîkatü'l-Cevâmi yazarı: "Eskiden bir tekke iken yerine Sultan IV. Mehmet Han bir saray-ı âli yaptırmıştır." demektedir.
Sultan IV. Mehmet, (1648-1687) bu sarayı, Küçük Çamlıca Çeşmesi ve camisi ile beraber 1064 (1654) tarihinde yaptırdığına göre, tekke bu sıralarda mevcut idi.

Alemdar Baba Türbesi

Alemdar Baba Türbesi



İsmini verdiği Alemdağı üzerinde ve bu dağın köye bakan yamaçlarında ve oldukça yüksek bir mevkidedir. Alemdağı-Şile Yolu'nun sol tarafında bulunan bu açık türbe, bugün askeri bölge içinde kalmış bulunduğundan çok bakımlıdır
Alemdar Baba Türbesi
İsmini verdiği Alemdağı üzerinde ve bu dağın köye bakan yamaçlarında ve oldukça yüksek bir mevkidedir. Alemdağı-Şile Yolu'nun sol tarafında bulunan bu açık türbe, bugün askeri bölge içinde kalmış bulunduğundan çok bakımlıdır. Türbeye, Kışla Otobüs Durağı'nda indikten sonra, önünüze çıkan asfalt yoldan gidilir. Yolun iki başında birer bakkal dükkânı vardır. Takriben kırk dakika yüründükten sonra varılır. Diğer bir yol da, Alemdağı Köyü içinden geçmektedir.
Alemdağı merkezinde otobüsten indikten sonra soldaki yola sapılır. Biraz ileride ve solda 1972 tarihinde yapılan yeni cami vardır. Daha sonra da dört yol ağzı mevkiindeki eski köy meydanına varılır. Burada set üzerinde bir kahve, Ermeni Kilisesi iken sonradan cami haline getirilen ve yeni cami yapıldıktan sonra terk edilen mabetle birlikte onun yan tarafında ve yol üzerinde de kitâbesiz bir çeşme vardır. Çeşmenin önündeki yoldan 40 dakika kadar yüründükten sonra türbenin önüne varılır. Etrafını alçak bir duvarın çevirdiği Alemdar Baba kabrinde kitâbeli bir taş yoktur. Üzerinde her zaman iki Türk Bayrağı dalgalanmaktadır.

Alemdar Baba Kimdir?
Türklerin Anadolu'ya yerleşmesinde büyük emeği geçen Alemdar Baba, ünlü bir Türk kumandanı olup asıl adı Tur-Hasan Bey'dir. Bundan bozma olarak Turasan veya Torasan isimleriyle de anılır. Battal Gazi Destanı'nın bir devamı olan Danişmendname'ye göre, merkezi Malatya'da bulunan Danişmendliler emaretinin kurucusu ve Sultan Melik Şah'ın (1072-1092) ümerası Emir Danişmend Ahmed Gazi (öl. 1104 Niksar) "Hazreti Peygamber'in bir işareti ile Rum (Anadolu) gazasına memur olur." Cihada başlamak için Bağdat'a Halife'ye adam gönderip izin ister, Halife de Danişmend Gazi'ye ve Turasan Bey'e ferman yazar, onlara hil'at ve sancak ile, Battal Gazi (öl. 740 Seyitgazi) ve Ebu Müslim'in (öl. 755) bayraklarını da gönderir.

Yedi Eminler Türbesi

Yedi Eminler Türbesi



Halk arasında "Yedi Emirler Türbesi" adıyla da bilinen türbe, İnadiye semtinde ve meşhur İnadiye Tekkesi'nin ön tarafında, Gündoğumu Caddesi ile İnadiye Mezarlık Sokağı'nın birleştiği yerde ve sokağın sol köşesine yakın bir yerde idi. Tam köşede ise Haşim Baba'nın türbesi vardır.

Yedi Eminler Türbesi
Halk arasında "Yedi Emirler Türbesi" adıyla da bilinen türbe, İnadiye semtinde ve meşhur İnadiye Tekkesi'nin ön tarafında, Gündoğumu Caddesi ile İnadiye Mezarlık Sokağı'nın birleştiği yerde ve sokağın sol köşesine yakın bir yerde idi. Tam köşede ise Haşim Baba'nın türbesi vardır.
Hadîka yazarı bu türbe hakkında şu bilgiyi vermektedir: "Şeyh Yusuf Efendi, 1166 (1752) senesi vefat etmiş ve Bandırmalı Tekkesi Türbesi'nde medfundur. Türbesi kadim (eskiden kalma) olup içinde medfun bulunanlardan biri, İstanbul'un fethinde ilk defa cuma namazı kılıp hutbe okuyan zattır. Ve etrafında medfun olanlar dahi o zatın akraba ve müteallikasındandır." Hüseyin Efendi'nin bu açıklamasından türbenin, İstanbul'un fetih yılı olan 1453 tarihinden bir müddet sonra yapılmış olduğu ve Üsküdar'ın en eski türbelerinden bulunduğunu anlamaktayız. Fetih günü, ilk defa cuma namazı kılıp hutbe okuyan bu zatın adı, Hadîka yazarı'nın diğer eseri Mecmua-yı Tevarih'e göre İbrahim Efendi'dir. Kendisi, Hatibzâde ailesinin başı idi. Ahşap olan türbe, Şeyh Yusuf Efendi hayatta iken, Kâmil Ahmet Paşa tarafından "bina ve ihya" edilmiş ve bu arada da mescit olarak kullanılan "Zaviye-i reŞasını tamir ve tevsi" ettirmiştir. Bu tamir sırasında türbe içinde bulunan "Meşayih-i sairenin sandukaları da" elden geçirilmiştir.
Kâmil Ahmet Paşa, muhtelif valiliklerde hizmet görmüş, reisü'l-küttab, başdefterdar ve sadaret kethüdalığı gibi yüksek görevlerde bulunmuş değerli bir devlet adamı idi. 1177 senesi Cemaziyelevvelinde (Kasım 1763) vazife ile bulunduğu Girit Adası'ndaki Hanya Kalesi'nde vefat etmiştir. İsmi cismine mutabık, fukaraya merhametli idi. 1930 tarihlerinde harap olan ve bugün yeri arsa halinde bulunan türbede, Hatipzâdeler'den ve Şeyh Yusuf Efendi'den başka, Yusuf Efendi'nin büyük oğlu ve Selâmi Ali Efendi adına yaptırılan Acıbadem Tekkesi şeyhi Ömer Efendi ve Sadrazam Koca Yusuf Paşa'nın (öl. Medine 1800) torunu ve ulemadan Mahmut Bey'in oğlu olup 1300 (1882) tarihinde vefat eden, Mollabey lâkabıyla ünlü bulunan Şeyhülislâm Mir Ahmet Muhtar Beyefendi'nin ve Muhsin Bey'in sandukaları vardır. Şeyhülislâm Ahmet Muhtar Beyefendi, oğullarından birine bu tekkenin şeyhi Haşim Baba'nın, diğerine de Ali Haydar'ın ismini vermiştir.
Şeyhülislâm Ahmet Muhtar Beyefendi'nin oğlu, Mustafa Haşim Beyefendi, medrese eğitimi gördüğü halde sonradan ilmiye rütbesini mülkiyeye çevirerek vezir yani paşa ve 21 Temmuz 1908'de de, Küçük Said Paşa kabinesinde Maarif Nazırı olmuştur. 1920 tarihinde vefat etmiş ve bu türbeye gömülmüştür. Üsküdar'da, Salacak Semti'ndeki köşkünde vefat ettiği söylenir. Haşim Paşa, 17 Rebiyülevvel 1298 (17 Şubat 1881)'de, Temyiz Mahkemesi Ceza dairesi azası olduğundan, Mithat Paşa'nın Yıldız Mahkemesi sırasında bu görevde bulunmuştur.

ABDURRAHMAN GAZİ TÜRBESİ

ABDURRAHMAN GAZİ TÜRBESİ



Türbe, Samandra Köyü'ndedir. Dört yol ağzı olan köy meydanında Yakacık, Kurtköy ve Sarıgazi taraşarından gelen yollar birleşmektedir. Türbeye dördüncü yoldan girilir.





ABDURRAHMAN GAZİ TÜRBESİ
Türbe, Samandra Köyü'ndedir. Dört yol ağzı olan köy meydanında Yakacık, Kurtköy ve Sarıgazi taraşarından gelen yollar birleşmektedir. Türbeye dördüncü yoldan girilir. Bu yol, Yakacık yolunun karşısında olup sağ tarafta bir kasap dükkânı, sol tarafta ve set üzerinde ise, bir kahve vardır. Bu toprak yoldan, biraz ilerideki 'Dede Bayırı' adı ile anılan tepeye çıkılır. Tepenin eteklerinde ve yol kenarında kitâbesiz bir çoban çeşmesi vardır. Abdurrahman Gazi'nin türbesi bu tepe üzerindedir. Türbe yüksek bir yerde bulunduğundan Aydos ve Alemdağı taraşarını gören geniş ve güzel bir manzarası vardır. Açık türbenin etrafını alçak bir duvar ve demir parmaklık çevirmiştir. Üç taş basamakla türbeye girilir. Burada ulu ağaçların altında biri küçük diğeri büyük iki kabir vardır. Baş ve ayak taraşarına kısa, yuvarlak şâhideler dikilmiştir. Üzerlerinde ve türbenin diğer bir yerinde yazı ve tarih yoktur.
Abdurrahman Gazi kabrinin baş tarafında zemini taş döşeli bir namazgâh mahalli vardır. Büyük bir fenerde daima mum yakılmaktadır. Köyün arkasındaki Büyükbakkalköy, Samandra ve Aydos mevkileri Orhan Gazi zamanında, Abdurrahman Gazi tarafından feth edildiğine göre, bu havali de, bu kahraman Türk kumandanı idaresindeki atlı birliklerce ele geçirilmiştir. Merdivenköy Tekkesi de bu sırada kurulmuştur. Bektâşî inancına göre bu harplerde şehit düşenler 40 erenlerdir ki, bunlardan biri Dâver Baba, diğeri Başıbüyük Köyü içinde Çiğdem Suyu Çemesi'nin karşısında son yıllarda kabir taşı kaybolmuş bulunan Ahmet Baba'dır. Hammer'e göre, Orhan Gazi'nin silâh arkadaşları bulunan Akçakoca, Konuralp, Abdurrahman Gazi, Kara Cebes, kuzeyde Karadeniz, güneyde İzmit Körfezi, batıda İstanbul Boğazı ile sınırlı yarımadaya girdiler, ancak Boğaziçi kıyılarında durdular...
Boğaziçi kıyılarında ve birincisi Üsküdar'dan 4, ikincisi 3 fersah (45 km.) uzaklıkta bulunan Aydos ve Semendre (Samandra) kalelerine doğru ilerlediler. Dâver Baba ile Ahmet Baba, Abdurrahman Gazi kumandasındaki küçük ordunun sadece iki cengâveri idi.

NAKKAŞ BABA TÜRBESİ



Türbe, Nakkaş Baba Mezarlığı'nın caddeye açılan üç kapısından, Beylerbeyi tarafındaki merdivenli kapıdan girildiğinde, merdivenler bitmeden sol tarafta asırdîde bir servinin gölgesindedir.




NAKKAŞ BABA TÜRBESİ
Türbe, Nakkaş Baba Mezarlığı'nın caddeye açılan üç kapısından, Beylerbeyi tarafındaki merdivenli kapıdan girildiğinde, merdivenler bitmeden sol tarafta asırdîde bir servinin gölgesindedir. Bu açık türbenin etrafını alçak bir duvar çevirmiştir. İnce, silindir şeklindeki baş ve ayak şâhidelerinde yazı yoktur. Baş taşı üzerine altı parçalı bir sikke yerleştirilmiştir ki, bu tip serpuş başka hiç bir yerde mevcut değildir.
Duvar üzerindeki demir korkuluğa: "Yavuz Sultan Selim ricalinden Nakkaş Baba İstanbul Belediyesi 1953" diye bir levha asılmıştır. Bu tarihte yol genişletilmiş ve merdivenler yapıldığı gibi mezarlık duvarı da geri alınmıştır. Mir'at-i İstanbul adlı eserin sahibi Mehmet Raif Bey: "Bu mevkiin bu nam ile anılmasına sebeb üst tarafındaki makberede 'Nakkaş Baba' namındaki bir zatın türbesi bulunduğundan ileri gelmiştir." demekte ve "Nakkaş Baba, Cennetmekân Sultan Selim Han-ı Kadîm'in Çaldıran muzafferiyetini müteakib Tebriz şehrini feth ve istilâ ile Dersaâdet'e avdet buyurdukları esnada Tebriz ahalisinden Dersaâdet'e getirdikleri erbab-ı san'at ve maarif arasında Şeyh Nakkaş Baba dahi mevcut idi. O asırda meşhur bulunan Habib-i Karamanî'den inabet birle kesbi kemalet ederek ismine mensup köyde zıraatla meşgul olurdu." demektedir. Bugün Cemil Molla ismiyle yad edilen eski Nakkaş Baba mevkii hiç bir zaman bir köy olmadığına göre bu köyü başka yerde aramak icap eder.
Baba Nakkaş Kimdir?
Üstünde Fatih Sultan Mehmet'in altınlı ve etrafı yazılı tuğrası olan Safer 880 (Haziran 1475) tarihli Arapça bir vakŞyeden öğrendiğimize göre, Baba Nakkaş, Fatih devri (1446- 1481) sanatkarlarından bir zat olup "üstad-ı muazzam, Hazreti padişahın yakınlarından" idi. İsmi, "Mehemmed ibni Şeyh Bayezidü'şşehir bi-Baba Nakkaş" yani Baba Nakkaş diye anılan ve Şeyh Bayezid'in oğlu olan Mehmed'dir. Yine aynı vakŞyeye göre Fatih, 'Kutlubey' denen ve Çatalca yakınlarında bulunan bir köyü arpalık olarak 870 (1465-66) tarihinde bu zata vermiştir.
Bundan on sene sonra Baba Nakkaş bu köye bir cami yaptırarak burasını vakfetmiş ve köy bundan sonra onun adı ile anılmaya başlamıştır. Bu köy bugün de mevcut olup Büyük Çekmece Gölü ile Terkos Gölü arasında ve Hadımköy'ün kuzey batısındadır. Peçevî İbrahim Efendi (1574-1650), tarihinde: "Derviş Mehmed, Şeyh Baba Nakkaş'ın oğlu idi. Ve bölük ulûfesine mutasarrıf idi.
Babası namına olan karyede ziraat ve harasetle meşgul olurdu, merhum ve mağfurün-leh Sultan Süleyman Han sayd ü şikâr bahanesiyle ol semtlerde seyran ettikçe Baba Taamı diyu mahazar ihsar iderdi. Saadetlu padişah kendüde kabiliyyet müşahede itmeğle riyasete nasbedüb ba'dehu Defter Emini oldu...." demektedir. Bu açıklamadan Baba Nakkaş'ın Derviş Mehmet ismindeki bir oğlunun Kanunî devrinde (1520-1566) defterdar olduğunu öğreniyoruz.
Derviş Mehmet Çelebi ismiyle bilinen bu zat 1561-62 tarihleri arasında ve 1569-1573 tarihleri arasında olmak üzere iki kere baş defterdarlı k görevinde bulunmuştur. VakŞyeye göre Mehmet Baba Nakkaş'ın oğlu "Mahmudü'l-Defterî"dir.
Bunun oğlu "İbn Baba Nakkaş" namıyla maruf Defterdar-ı esbak Derviş Mehmet Çelebi'dir. İşte Sultan Süleyman'a 'Baba taamı' ikram eden bu zattır. Derviş Mehmet Çelebi'nin 'Şeyh Mustafa' adlı bir kardeşi vardır. Her ikisi de Baba Nakkaş diye ünlü idi. Şeyh Mustafa dedesi gibi nakkaş olup "eski saray kapısı üzerinde o sihr-asar münakkaş saçağı ve Saray-ı Cedîd'de Divanhanei Bayezid Han'ın kubbelerini" işlemiştir. "Nukûş-ı bukalemun sanat ve halini Diyar-ı Rum'da ilk defa kendileri şâyi etmiştir."
Evliya Çelebi'ye göre, Şeyh Mustafa Baba Nakkaş "Bayezid-i Velî musahibidir. Özbekiyyü'l- asl olub ilm-i nakşda gûya Mani ve Bihzad imiş."

19 Ocak 2016 Salı

Seyyide Zeynep Camii Ve Türbesi






Seyyide Zeynep Camii Ve Türbesi
Burada Peygamber Efendimizin (S.a.v) Torunu, İmam-I Ali Ve Hz. Fatıma'nın Kızları, İmam-I Hasan Ve Hüseyin'in Kızkardeşi Hz. Zeynep Yatmakta.
Cami Her Ne Kadar Ayasofya Gibi Cami Olmaktan Çıkartılmış Ise De Namaz Kılanlara Kimse Ses Etmiyor. Türbenin Içine 5 Ton Altın Katıldığı Söylenen Büyük Bir Kubbesi Var. Hz. Zeynep (R.a.) Kerbela Vakasını Bizzat Yaşamış, Bütün Yakınlarının Ölümünü Izlemiş, Çok Cefalar Çekmiş En Yüksek Manevi Makamlara Sahip Hanımlar Arasında. Bu Sebeple De Her Milletten Pek Çok Kişi Ziyaretine Koşuyor.

Hızır Suyu

Hızır Suyu

Rivayete göre, Ardıçalan köyüne bağlı olan Yeşilova (eski adı: Birestik) mezrasında Şehsüvaroğullarından Mahmut Beyin bir konağı varmış. Konak, Ardıçalan köyünün kuzeyindeki tepenin eteğinde imiş.

Anlatıldığına göre, Mahmut Bey’in beyliği zamanında, Birestik’teki konağında misafirleriyle yemek yerken kapıya bir atlı gelir. Mahmut Bey, atlıyı sofraya buyur eder ve hizmetçisine de atı yemlemesini söyler. Hizmetçi kendisine söyleneni yaptıktan bir süre sonra atın önüne koyduğu yemin at yedikçe arttığını fark eder. Diğer taraftan, misafirlerle birlikte yemek yiyen atlı, aniden yerinden kalkıp ‘Şehsüvaroğlu Hüseyin Bey şu anda çok darda ona yardım etmem gerekir’ diyerek izin ister ve atına atlayıp oradan ayrılır. Çevredekiler bu şahsın Hızır olduğuna inanırlar. O andan itibaren onun suyundan içtiği çeşmenin önemi artar ve kutsal görülmeye başlanır.[18]

Bölge insanı tarafından Çorakdere Suyu diye de bilinen Hızır Suyu’ndan içilme nedenlerini şu şekilde sıralamamız mümkündür:

-Onlara göre bu su, çeşitli hastalıklar için şifadır.

-Hamile bir bayan doğumunun kolay olması için banyo yaptığı suya bu sudan katarak yıkanır.

-Yeni doğan çocuklar, iyi huylu olsun diye buradan getirilen su ile yıkanır.

-Ardıçalan ve Gelintarla köylülerinden cilt hastalıkları, özellikle de egzama için bu suya gidildiği, bu suda banyo yapıldığı, suyun kaynadığı yerde yetişen iğde ağacına çaput bağlandığı, dilek tutulduğu ve buradan alınan çamurun yaranın olduğu yere sürüldüğü anlatılmaktadır. Bütün bunlar, şifa niyetiyle yapılmaktadır.

Hızır’ın Taşı ve Hızır’ın Çeşmesi

Hızır’ın Taşı ve Hızır’ın Çeşmesi

Altınca köyü sınırları içinde yer alıp köyün kuzeydoğusunda bulunan Şah Tepesi üzerinde köylülerin Hızır ile irtibatlandırdıkları iki tane ziyaret yeri bulunmaktadır.

Hızır Taşı: Hızır’ın taşı diye bilinir. Hızır’ın çeşmesinin yanındadır. Burası, Şah Tepesi’nin kuzeydoğusunda zirveye yakın bir yerdedir. Köylülerden aldığımız bilgilere göre, Hızır (as) burada konakladığında, şaha kalkan atı nallarını kayaya vurunca, atın ayak izleri kayaya çıkar. Hızır'ın atının ayak izlerini üzerinde taşıdığından dolayı, köylüler bu taşı kutsal kabul etmişler ve ondan medet ummaya başlamışlardır.

Bu taşı dilek taşı olarak gören bu insanlar, burayı ziyaretleri esnasında ellerine aldıkları taşları Hızır’ın Taşı’na tutturdukları zaman istedikleri şeye kavuşacaklarına inanmaktadırlar. Ayrıca bu çevrede çocuğu olmayan veya düşük yapan kadınların da burayı ziyaret ettikleri belirtilmektedir.

Hızır Çeşmesi: Hızır’ın Çeşmesi diye bilinen bu ziyaret yeri, aynı yerde yani şah tepesinin kuzeydoğusunda, Hızır Taşı’nın yanındadır. Köylülerden aldığımız bilgilere göre, Hızır, atını sulamak için burada konaklamış ve atını suladıktan sonra yoluna devam edip gitmiştir. Burada yaşayan insanlar,bu sudan içmenin insanlara şifa ve mutluluk getirdiğine inanmaktadırlar. Onlara göre bu su, dermansız dertlere devadır. O nedenle insanlar, sevdikleri kişilerle buraya gelip adı geçen çeşmenin suyundan içerler. İçilen suyun insana sağlık ve mutluluk getireceğine inanırlar.

Bu çeşmenin ziyaret edilme nedenleri arasında, İnsanların çeşitli sıkıntı ve ihtiyaçları esnasında bu çeşmeye gelip burayı ziyaret ederek kurbanlar kesmelerini, sonrasında da dua ve niyazda bulunmalarını belirtebiliriz. Buraya gelenler, dilek ve arzularını bildirerek Hızır (a.s)'ın manevi şahsiyetiyle Allah'tan yardım isterler. Burada dilek tutup Hızır’ın taşına çaput bağlarlar. Köylüler, eskiden buraya yağmur duası için de gidildiğini belirtmektedirler.

Geley Tepesi ve Gürlan Baba

Geley Tepesi ve Gürlan Baba

Kele Tepesi Ziyareti olarak da bilinen Geley Tepesi Ziyareti, Karacaören ile Cerit arasında yer almaktadır. Konum olarak Karacaören'e girişte sağ tarafta ve Gürlan Baba ziyaretinin karşısındadır Bir tepe üzerinde olan bu ziyaret, bir ağaçtan ibarettir. Şu anda kurumuş vaziyette bulunan ağaç, önceki yıllarda yıkılmış ve daha sonra gelen ziyaretçiler tarafından tekrar olduğu yere dikilmiştir. Buranın özellikle yaz aylarında ziyaretçisinin olduğu belirtilmektedir. Buraya gelen ziyaretçiler, dilek tutup ip bağlarlar ve bu şekilde istedikleri şeye kavuşacaklarına inanırlar.

Karacaören’nin güneydoğusundaki bir tepenin üzerinde (Geley Tepe’sinin karşı tarafında) yer alan ve Hırcibil diye de bilinen Gürlan Baba ziyareti de vardır. Gürlan Baba’nın mezarının da çok sık olmamakla beraber ziyaret edildiği belirtilmektedir.

Karacaören nahiyesinde bulunan bir başka ziyaret de Karacaören'den bakıldığı zaman Ali Baba Ziyareti’nin bulunduğu dağın sağ tarafında kalan tepenin üzerindeki Tek Mezar Ziyareti dir. Buradaki mezarın bir askere ait olduğu söylenmektedir. Bir rivayete göre de bu tepede, burada savaşırken şehit olan yedi kahraman asker yatmaktadır. Ali Baba ve Gürlan baba’yı ziyaret edenlerin Tek Mezar ziyareti’ne de uğradıkları verilen bilgiler arasındadır.

Anlatıldığına göre, Gürlan Baba ve Tek Mezar Ziyaretini genellikle eklem ağrısına yakalananlar ile evlenecek yaşa gelmiş kız ve erkeklerin ya evlenmeden önce ya da evlendikten sonra burayı ziyaret ederek dilek tutup adak adadıkları ve dileklerinin gerçekleşmesi halinde tekrar burayı ziyaret ederek adak kurbanı kestikleri anlatılmaktadır.

Ahmet Dede Suyu...boganak

Ahmet Dede Suyu
Ahmet Dede Suyu
Ahmet Dede suyu, Boğanak köyü girişinde sol tarafta yer alır. Anlatıldığına göre, şu anda suyun aktığı yer, Ahmet Dede diye bilinen zatın mezarının bulunduğu yerdir. Mezarın, defineciler tarafından altın aramak amacıyla söküldüğü belirtilmektedir. Şu anda bahsedilen yerde sadece Ahmet Dedenin Suyu vardır. Köylüler Ahmet Dede’nin kimliği konusunda detaylı bilgiye sahip değiller. Bilinen bu şahsın ermiş birisi olduğudur.

Edindiğimiz bilgiye göre, eskiden buranın ziyaretçisi daha fazla imiş. Eskiler, Ahmet Dede suyunu şifa niyetiyle içerlermiş. Havalar kurak gittiği ve yağmur yağmadığı zaman, halk buraya gelir, Ahmet Dede’nin mezarının başında yağmur duası yaparlar ve bereket getirmesi için suya para atarlarmış. Günümüzde suya para atma adetinin dışında diğerleri uygulanmamaktadır.

Anlatıldığına göre, bugün bu ziyaret yerine çocuk sahibi olmak isteyen kadınlar giderek suya bir yumurta atıp o sudan içerler ve bu şekilde çocuklarının olacağına inanırlar. Ayrıca sık sık düşük yapan kadınların da buraya gelerek şifa amacıyla bu sudan içtiklerinden bahsedilmektedir