KARIŞIK

12 Mayıs 2017 Cuma

HZ.ZEYNEBİ KÜBRA







Kerbela denilince; Hz. İmam Hüseyin’den (a.s) sonra ilk akla gelen isim, hiç kuşkusuz Hz. Zeynep’tir. Elbette, bu Zehra ve Ali yadigârının Kerbela’daki eşsiz rolü, hayatının diğer sahalarını gölge altında bıraktığı için hayatının Kerbela faciasından öncesi çok fazla gündeme gelmemektedir. Oysa onu Zeynep yapan ve Kerbela’daki müstesna rolüne hazırlayan etkenler ve kısacası taşıdığı faziletler de fevkalade önemlidir ve bizler için, özellikle de kadınlarımız için her karesi birer ders niteliği taşımaktadır.

Bu yazının gayesi tarihin en müstesna birkaç kadınından birisi olan o yüce şahsiyetin faziletleri hakkında kısa da olsa bazı noktalara işaret etmektir. İnşaallah ki hepimiz için bir ibret vesilesi olur ve bizleri mahşeri Kubra’da onun ve annesi Zehra-i Merziye’nin (a.s) şefaatine nail olanlardan kılar.

Fakat önce Hz. Zeyneb’in hayatını birkaç satırda özetlemek istiyoruz.

Meşhur kavle göre Hicretin 5. senesinde, 5 Cemaziyülevvel’de Medine'de dünyaya geldi. Hz. Zeynep,  hayatını hicretin 17. senesinde amcazadesi Abdullah b. Cafer (Cafer-i Tayyar'ın oğlu) ile birleştirdi ve ondan Muhammed, Avn, Ali ve Ümmü Kulsum adlarında dört çocuk dünyaya getirdi.Muhammed ve Avn, Kerbela faciasında İmam Hüseyin'le birlikte şehit edildiler. Eşi Abdullah b. Cafer'in o sıralar 72 yaşlarında olduğu ve yaşlılığı ve rahatsızlığından dolayı Hüseynîlere katılamadığı rivayet edilmiştir.

Hz. Zeynep, evlenmeden önce nikâh akdinde İmam Hüseyin'den ayrı kalmaya dayanamadığı için o nerede olursa kendisinin de onunla olması gerektiğine dair Abdullah'a bir şart koşmuş, o da bu şartı kabul ettikten sonra onunla evlenmişti.

Kardeşleri İmam Hasan ve İmam Hüseyin'e inanılmaz derecede muhabbet ve sevgi besliyordu. Hatta Abdullah ile olan evliliği dahi onlara olan bu sevgi ve muhabbeti bir zerre azaltmamıştı. Her gün onları ziyarete gider, kucaklaşır, sohbet eder, sağ-salim olduklarını görüp sevinir, Allah'a şükrederek evine geri dönerdi. Ceddi Resul-u Ekrem'in, babası İmam Ali'nin, annesi Hz. Fatıma'nın ve kardeşi İmam Hasan'ın şahadetlerinin ardından geriye tek tesellisi İmam Hüseyin kalmıştı.

Kerbela'da onun da acısını sinesine çekerek esirler kervanıyla Kûfe'ye getirildi. Burada yeğeni İmam Seccad ile birlikte esir olmalarına rağmen Kerbela'nın mesajını korkusuzca insanlara tebliğ etti.

Şam'daki konuşmalarıyla Ehl-i Beyt'i tanımayan halkı aydınlattı. Medine'ye kadar varan esaret altındaki yolculukları sırasında geçtikleri her yerde olağanüstü hitabesiyle Kerbela kıyamını, İmam Hüseyin'in mazlumiyetini, Yezid ve Yezidilerin zulmünü çekinmeden insanlara aktardı. Bu konuşmalarla Ehl-i Beyt'in hakkaniyetini gözler önüne serdi. Yezid ve yandaşlarının gerçek kimliklerini gün yüzüne çıkarmayı başardı.

O, Kerbela faciasının ardından ölene dek gözyaşı döktü. Dedesi Resul-u Ekrem'in (s.a.a) ardından sabır gözyaşları döken anası Fatıma (s.a) gibi, o da "Sabırlı Kahraman" olarak tarihin en başköşesinde müstesna yerini aldı. Sonuç olarak hicretin 62. veya 64. senesinde hayata gözlerini kapadı. Zeynebiye adı verilen türbesi, bugünkü Suriye'nin başkenti Şam'dadır.

Şimdi Hz. Zeyneb’in faziletlerinden bazı örnekler:

1- Bu yüce şahsiyet, bizzat Hak Teala tarafından mübarek “Zeynep” ismiyle adlandırılmıştır.

Bu durumun sadece diğer 14 masum-i pak hakkında geçerli olduğunu görmekteyiz. Bu ise onun Allah indinde ne derece yüce bir makama sahip olduğunu göstermektedir. Bu hususta şöyle nakledilmektedir:

 “Hz. Zeynep dünyaya geldiğinde Resulullah (s.a.a) seferdeydi. Hz. Fatıma, Hz. Ali’ye dünyaya yeni gelen kızları için bir isim seçmesini önerince, Hz. Ali “Ben bu konuda Habibim Resulullah’tan öne geçmem” buyurdu. Hz. Resulullah (s.a.a) seferden dönüp de durum kendisine iletildiğinde, “Fatıma’nın çocukları benim çocuklarımdır. Ama onların isimlerini ancak Allah-u Teala tayin eder” dedi. Bu sırada Cebrail (a.s) inerek Hak Teala’nın selamını Resulullah’a ve Ehlibeyt’ine iletti ve şöyle dedi: “Hak Teala ‘Bu kıza Zeynep ismini verin; zira bu ismi Levh-i Mahfuzda yazmışız” buyurmaktadır. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) Hz. Zeynep’i kucağına alıp öptü ve şöyle buyurdu: “Bu kıza saygılı davranın; zira o Hatice-i Kubra gibidir!” (Reyâhinü’ş-Şeria, c.3, s.38)

İlginçtir ki Hz. Fatıma’nın Hz. Hatice’ye benzerliği Hz. Ali’den de nakledilmiştir. Rivayetlerde diyor ki Eş’as bin Kays, Hz. Ali’nin kızı Hz. Zeynep’e talip oldu. Hz. Ali (a.s) bu fasık insanın bu cüretine karşı şiddetle öfkelendi ve şöyle buyurdu: “Sen bu cüreti nerden buldun ki benden Zeynep’i istiyorsun?! Zeynep Hz. Hatice’ye benzer; o ismet kucağında büyümüş, ismet göğsünden süt emmiştir. Sen ona layık değilsin. Ali’nin canını elinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki bir daha bu sözünü tekrarlarsan, bu sefer kılıçla cevabını veririm…” Hz. Zeynep’in Hz. Hatice’ye benzemesinde de önemli nükteler vardır. Belki de en önemlisi şudur ki Hz. Hatice her şeyini, hatta hayatını bile Resulullah’a adayıp feda ettiği gibi, Hz. Zeynep de adeta her şeyini zamanının imamı hücceti olan Hz. Hüseyin’e (a.s) adamış ve feda etmiştir. 

2- Zeynep ismi hakkında üç farklı tefsir yapılmıştır ki üçü de Hz. Zeynep’e yakışıyor. Belki de üçü de dikkate alınarak bu mübarek isim Hak Teala tarafından ona verilmiştir:

a) Zenibe kökünden dolu, yoğun: Güzellik ve kemaller açısından dopdolu ve yoğun olduğu için bu adla adlandırılmıştır.

b) Güzel görünümlü ve güzel kokulu ağaç: Her değerli şahsiyet veya her değerli ve nefis şey, Arap edebiyatında ağaca benzetilir. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ben ve Ali bir ağaçtanız.”

c) Zeyn ve Eb kelimelerinin bileşiminden oluşmuştur: Babasının süsü-ziyneti anlamında...

Hz. Zeynep beş masum insandan talim terbiye almış bir şahsiyettir. Evet, o her yönüyle babasının süsü, ziyneti ve iftiharıydı. Annesi “Ümmü Ebiha” (babasının annesi) lakabını aldığı gibi, o da “Zeynu Ebiha” (babasının süsü-ziyneti) lakabını almıştı.

3- Bir gün Emirü’l-Mu’minin Ali (a.s) henüz küçük yaşta olan oğlu Hz. Abbası ve Hz. Zeynep’i yayına oturtmuş, onlarla muhabbet ediyordu. Önce Hz. Abbas’a dönerek ona “oğlum, söyle bir” buyurdu. Hz. Abbas ‘bir’ dedi. Ardından “Söyle iki” buyurdu. Hz. Abbas “Babacığım ‘bir’ diyen bir dille ‘iki’ demeye utanıyorum!” deyince, Hz. Ali (a.s) küçük yavrusunun bu tevhidî şuurunu hayranlıkla karşılayıp, onu okşayıp sevdi. Diğer tarafında oturan Hz. Zeynep babasının sorusunu beklemeden “Babacığım dedi, bizi seviyor musun?” Hz. Ali (a.s) “Evet yavrum, çocuklarımız bizim kalbimizin bir parçasıdır” buyurunca, minik Zeynep’inden şu şaşırtıcı cevabı aldı: “Babacığım, iki muhabbet bir kalpte yerleşmez; o halde şefkat ve merhametini bize, halis muhabbet ve sevgini ise Allah’a ayır!”

4- Hz. Zeyneb-i Kubra’nın bazı Önemli sıfatları:

* Razîetu’l-Vahy (Vahiy kaynağından beslenen)

* Mahbûbetu’l-Mustafâ (Hz. Muhammed Mustafa’nın sevdiği)

* Kurretu Ayn’il-Murtaza (Hz. Aliyyel-Murtaza’nın göz nuru)

* Sirru Ebihâ (Babasının sırrı)

* Seliletu’z-Zehra (Hz. Zehra kızı)

* Nâibetu’z-Zehra (Hz. Zehra’nın naibi)

* Sâniyetu’z-Zehra (İkinci Zehra)

* Es-Sıddîkatü’s-Suğra (Küçük Sıddîka, Hz. Fatıma da büyük Sıddîka olarak adlandırılmıştır.)

* El-Masûmetü’s-Suğra (Küçük masume)

* Nâibetü’l-Hüseyn (a.s) (Hz. Hüseyin’in naibi-vekili)

* El-Kâmile (Kemale ermiş kadın)

* El-Fâzile (Faziletler mazharı kadın)

* El-Ârife (Arife kadın)

* Âbidetu Âl-i'r-Resul (Resul evlatlarının abidesi)

* Âbidetu Âl-i Ali (Ali evlatlarının abidesi)

* Veliyyetullah (Allah’ın velisi olan kadın)

* Emînetullah (Allah’ın enini olan kadın)

* Âlimetun Gayru Mualleme (Öğretmensiz alim)

* Fehîmetun Gayru Mufehheme (Gerçekleri vasıtasız anlayan)

* El-Fasîhetu’l-Belîğa (Fesahat ve belagat sahibi)

* El-Müvesseqa (Hadiste güvenilir kimse)

* El-Muhaddese (Kendisine ilham edilen kimse)

* El-Müctehide (Hak yolunda çok çaba gösteren kimse)

* Hâfızetü'l-Vedâyi-i vel-Esrâr (Risalet hanedanının emanet ve sırlarını koruyan)

* Sâbiretun Muhtesibe (Allah için her zorluğa sabreden)

* Betaletu Kerbela (Kerbela kahramanı)

* Lebvetü’l-Haşimiyye (Haşimi aslan)

* Akîletu Beni Haşim (Haşimoğullarının akıllı-zeki kadını)

Görüldüğü gibi bu sıfatlardan her biri, Hz. Zeyneb’in müstesna şahsiyetinin farklı boyutlarına ışık tutmaktadır.

5-  Dünya kadınları içerisinde dört büyük kadını istisna edersek fazilette Hz. Zeynep’le kıyaslanabilecek başka hiçbir kadın yoktur.

6- Hz. Zeynep, Muhammedî asaletin, Alevî fesahatin ve Fatımî iffet ve ismetin, Hasanî sabır ve metanetin, Hüseynî şecaatin mazharıydı.

7- O, gözleriyle beş masumun firakını yaşamış ve bunlara sabretmiştir. Bu yüzden de Ümmü'l-Mesaib" (musibetler anası) lakabını almıştır.

8- O, bir Kur’an müfessiri idi. Medine kadınlarına tefsir dersi veriyordu. Bir gün Emirülmu’minin (a.s) ders esnasında gelip de Hz. Zeyneb’in Meryem suresini tefsir ettiğini gördü ve “Kaf Ha Ya Ayn Sad” harflerinin neye işaret olduğunu beyan etti. Kaf: Kerbela, Ha: Helaket, Ya: Yezid, Ayn: Ateş (susuzluk), Sad: Sabır…

9- Hz. Zeynep aynı zamanda bir hadis râvîsidir. Aziz anası Hz. Fatıma’nın Mescid-i Nebi’de halifenin önünde okuduğu Fedekiyye hutbesini daha dört beş yaşında olmasına rağmen ezberlemiş ve nakletmiştir! Ayrıca küçük yaşına rağmen ceddi Resulullah'tan (s.a.a) da hadis nakletmiştir. İmam Zeynül Abidin (a.s), İbn-i Abbas, Muhammed bin Cabir, İbad Âmirî, Muhammed ibn-i Ömer, Ata bin Sâib, Fatıma binti'l-Hüseyn (a.s) ve diğer bazıları ondan hadis nakletmişlerdir.

10- O masumların, Hz. Fatıma, Hz. Ali, İmam Hasan, İmam Hüseyin, İmam Zeynü’l-Abidin’in (a.s.)  bakıcılık ve koruyuculuğunu yaptığı gibi, onların hedef ve mekteplerinin de koruyuculuğunu, elçiliğini yapmıştır.
11- Hz. Zeynep’in İbadeti: Yukarıda da aktardığımız gibi Hz. Zeynep’in lakaplarından birisi “Resul ve Ali evlatlarının abidesi” idi. O gerçekten ibadet ve münacata âşıktı. Hiçbir zorluk ve sıkıntı onun ibadet, dua ve münacatına engel değildi. Hepimiz biliyoruz ki onun en zor ve sıkıntılı günleri Kerbela ve sonrasındaydı. Ama bakın Hz. İmam Zeynü’l-Abidin (a.s) bu Allah aşığının hakkında ne buyuruyor: “Halam Zeynep Şam’a kadar kat ettiğimiz süreçte farz ve sünnet bütün namazlarını ve gece ibadetlerini aksatmazdı. Ancak bazı menzillerde zaaf ve açlığın etkisiyle ibadetini oturarak yapardı!” (Reyâhinü’ş-Şerîa, c.3, 62)

Hz. İmam Hüseyin (a.s), o eşsiz makamına ve ismet derecesine rağmen Kerbela’da bacısıyla vedalaşırken “Bacı, gece nafilesinde bana da dua etmeyi unutma” buyurmuştu! (Reyâhinü’ş-Şerîa, c.3, 61-62)

Muhammed Gâlib-i Şâfiî-yi Mısrî şöyle yazıyor: “Hz. Zeynep, gecelerini ibadet, gündüzlerini oruçla geçiriyordu ve takvasıyla meşhur idi.”      
                                                                                                                                                               
12- Hz. Zeynep’in İffeti: Yahya Mâzinî şöyle diyor:  Uzun zaman Medine’de Hz. Ali’nin (a.s) hizmetinde bulundum. Evim Hz. Ali’nin kızı Hz. Zeynep’in evine komşuydu. Allah’a yemin olsun ki hiçbir zaman onu görmedim, sesini duymadım. Resulullah’ın ziyaretine giderken geceleri giderdi. Giderken de bir tarafında Hz. Ali, bir tarafında Hz. Hasan, bir tarafında da Hz. Hüseyin yer alırdı.”

Hz. Zeynep en zor şartlarda dahi iffet ve hayâsından ödün vermemiştir. Tarihler şöyle yazar Hz..Zeynep Kerbela olayında yüzünü elleriyle kapatırdı; zira peçesi elinden alınmıştı!” İbn-i Ziyad melunun meclisinde o zalim tarafından görülmesin diye esir kadınlarca etrafı sarılı halde onların ortasında oturuyordu.

Yezit melunun meclisinde ona şöyle haykırmıştı: “Ey (Resulullah tarafından) azat edilmişlerin oğlu, bu adalet mi? Kendi kadınlarını perde ardında tutarken, Peygamber kızlarını esir ederek (sağa sola) sürüyorsun; onların tesettürlerini yırtmış, yüzlerini açmışsın!” (Biharü’l-Envar, c.45, s.134)

13- Hz. Zeynep’in Fedakârlık ve Cömertliği: Bir gece Emirü’l-Mu’minin’in evine misafir geldi. Hz. Ali (a.s) “Ey Fatıma, evde misafire ikram edecek bir şey var mı?” diye sorunca Hz. Fatıma “Hayır dedi, sadece bir parça ekmek vardır ki kızım Zeynep’in payıdır!” Henüz uyumayan Zeyneb-i Kubra, bu konuşmayı duyunca “Anneciğim, ekmeği misafire ikram edin, ben sabredebilirim!” diyerek o minicik bedeninde ne denli büyük bir ruh taşıdığını ortaya koydu! O gün henüz dört beş yaşında olan Hz. Zeynep’in cömertliği böyle olursa, büyüdüğünde nasıl olur, artık siz tahmin edin. Esasen Hz. Zeynep’in en büyük cömertliği, adeta her şeyini Allah yolunda feda etmesiydi.

14- Hz. Zeynep’in Sabrı ve İrfanı: Bir insanın marifetullah derecesi ve sabrı gördüğü musibetler ve verdiği imtihanların büyüklük derecesiyle ölçülür. Hz. Zeynep küçüklüğünden beri birçok musibet, bela ve imtihanla karşılaşmış ve hepsine de en güzel şekilde sabretmiş ve imtihanlardan yüzünün akıyla çıkmıştır.

Zaten Ceddi Resulullah (a.s) Hz. Zeynep’in küçük yaşta gördüğü rüyayı yorumlarken bu musibetleri kendisine haber vermişti. Rivayetlerde nakledildiği üzere Resulullah’ın vefatına yakın bir zamanda bir gün Hz. Zeynep gördüğü bir rüyayı ceddine şöyle anlattı: “Ya Resulallah, dün gece rüyamda şiddetli bir fırtınanın estiğini ve dünyayı karanlığa boğduğunu gördüm. Ben fırtınanın şiddetiyle sağa sola savruluyordum. Bilahare büyük bir ağaca tutundum. Ancak fırtına ağacı da kökünden söktü ve ben yere düştüm. Ben yeniden ağacın bir dalına tutundum, ama o da kırıldı. Ardından bir başka dalına tutundum, fakat o da fırtınanın şiddetiyle kırıldı. Sonra birbirine yapışmış iki dala tutundum. Aniden o dallar da kırıldı ve ben rüyadan uyandım!” Hz. Zeynep’in rüyasını dinleyen Resulullah (s.a.a.) uzun uzun ağladı ve şöyle buyurdu: “İlk tutunduğun ağaç senin ceddindir ki yakında dünyadan göçecektir. Daha sonra tutunduğu iki dal annen ve babandır ki çok geçmeden onlar da dünyayı terk ederler. Birbirine yapışmış iki dal ise, kardeşlerin Hasan ve Hüseyin’dir ki onların musibetinde dünya kararacaktır.”

Bu musibetlerle küçüklüğünden beri bir bir karşılaşan Hz. Zeynep, hiç kuşkusuz en büyük imtihanını Kerbela’da vermiştir. Bir yandan onca musibeti göğüsleyen, yedi kardeşini, üç yeğenini ve diğer bir çok yakınının yanı sıra iki aziz yavrusunu da Allah yolunda feda eden bu Ali ve Zehra yadigârı, diğer yandan hasta olan masum İmam’ın (Hz. İmam Zeynü’l-Abidin’in) koruyuculuğunu, sahipsiz kadınların ve çocukların rehberliğini üstlenmiş, bunlarla birlikte en büyük görevi olan Hüseynî kıyamın elçiliğini yapmayı ve Hüseynî mesajları gafil insanlara ve tarihe ulaştırmayı da en mükemmel şekliyle yerine getirmiştir.

Zeynep ey Kerbubelâ'nın yarısı, ey kahraman
Zeynep ey şanlı kıyamın varisi, ey kahraman

Kerbelâ Kerbelâ'da kalırdı sen olmasaydın
Dökülen kanlar heder olurdu sen olmasaydın

Böylesine zor, böylesine çetin ve benzersiz imtihan sahnelerinde dahi, kimse onun ağzından Hakk’ın rızasına aykırı bir kelime duymamıştır. Tam tersine her zorluk ve her bela onun direnç ve imanını artırarak hareket ve sözlerine yansıtmakta, Hakk’a teslimiyetini defaatla ortaya koymaktaydı. İbn-i Ziyad melunun karşısında haykırdığı bu muhteşem ve emsalsiz cümle, onun sabır, rıza, teslimiyet ve irfanını, tarifi mümkün olmayan bir düzeyde ortaya koymuyor mu?: “Ben Rabbimden güzellikten başka bir şey görmedim!”

15- Hz. Zeynep’in Şecaat ve Belagati: Hz. Zeynep (s.a) Kerbela’da, özellikle Kerbela sonrası gittiği her yerde, tarihin en korkunç cinayetini işleyen o gaddar ve vahşi yaratıklara karşı zerre kadar korkuya kapılmadan hak ve hakikati, Hüseynî mesajları en gür sesiyle ve en beliğ ve fasih cümlelerle haykırmış ve zalimlerin tahtını, tacını sallamış ve onları cümle âleme ve tarihe rezil rüsva etmiştir. Onun Kufe ve Şam’da okuduğu hutbelerini duyanlar, babası Emirü’l-Mu’minin Ali’nin (a.s) hutbelerini hatırlamışlardı. Kufe halkına hitaben ve İbn-i Ziyad ve Yezid’in meclislerinde okuduğu hutbeler, onun ilim ve irfanını yansıttığı kadar, şecaat ve fesahatinin de ne düzeyde olduğunu bütün aleme ispat etmiştir. Biz Örnek olarak sadece Yezid’in meclisinde okuduğu hutbeyi aktarmakla yetiniyoruz:

Hz. Zeynep'in Şam'da Yezid'in karşısında okuduğu hutbe:

"Allah'a hamd-ü sena ve Resulüne salât u selamdan sonra şu ayeti okudu: "Sonra kötülük yapanların uğradıkları son, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları dolayısıyla çok kötü oldu!" (Rum, 10)

Sonra şöyle devam etti: "Ey Yezid, esir olarak şehir şehir dolaştırmakla bu geniş yeryüzünü ve bu fezayı bize dar ettiğini, bizi Allah katında hor ve zelil, kendini de yücelttiğini ve bu olayların da senin yüce makamından olduğunu mu sanırsın ki böyle övünüp seviniyorsun? Dünyayı abat ettiğin, şenlendirdiğin için çok mu mutlusun? Her şeyin istediğin gibi gerçekleşmesine ve saltanatı ele geçirmene çok mu seviniyorsun? Yavaş ol, yavaş ol! Allah'ın "O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi, sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar; biz onlara, ancak günahları daha da artsın diye süre vermekteyiz. Onlar için aşağılayıcı bir azap vardır" (Al-i İmrân, 178) buyurduğunu unuttun mu yoksa?

Ey (Mekke fethi sonrasında Peygamber tarafından) azat edilenlerin oğlu, kendi kadın ve cariyelerini örtüp Resulullah'ın kızlarını açık yüzlerle ve örtüsüz bir hâlde düşmanlarının yanında şehir şehir dolaştırman ve her konakta oranın sakinlerine teşhir etmen, yabancıya ve aşinaya bu himayesiz esirleri göstermen insaf ve adalet midir? Soylu ve necip insanların ciğerini ağzına alıp emen, sonra da dışarı atan ve şehitlerin kanıyla beslenen (Hz. Hamza'nın ciğerini çiğneyen Yezid'in büyük annesi Hind'e işareten) birinden nasıl merhamet beklenebilir? Her zaman itiraz, husumet ve kinle bize bakan biri, elinden gelen her türlü kötülüğü neden yapmasın? Şimdi de bu yaptığıyla sanki günah işlememiş gibi, sarhoş ve mağrur bir hâlde, cennet gençlerinin efendisi Eba Abdillah'ın (Hz. Hüseyin’in) dişlerine çubukla vuruyor ve pervasızca "Bedir savaşında ölen büyüklerim, keşke burada olsalardı da bu durumu görerek çığlıklar atıp 'ellerin dert görmesin ey Yezid' deselerdi” diyorsun.

Evet, niye söylemeyesin ve niye bu şiiri okumayasın ki? Sen Muhammed (s.a.a) evlatlarının kanına buladın ellerini ve yeryüzünün yıldızları olan Abdulmuttalip oğullarını katlettin. Fakat sen bununla kendi ölüm ve bedbahtlığına zemin hazırladın. Şimdi de duyuyorlarmış gibi kendi kavminin büyüklerine sesleniyorsun. Ne var ki çok geçmeden sende onlara katılacak ve "Keşke ellerim kırılsaydı ve dilim lal olsaydı da bunları söylemeseydim." diyeceksin.

Ey güçlü Allah'ım! Bize zulmedenlerden intikamımızı ve hakkımızı al ve gazabının ateşinde yak onları!

Ey Yezid! Sen bu yaptıklarınla ancak kendi derini yüzdün ve kendi etini parçaladın. Çok geçmeyecek; Peygamber evlatlarının kanını dökmek ve Ehlibeytine saygısızlıkta bulunmakla yüklendiğin bu vebalin altında Peygamber’in huzuruna çıkacaksın. O gün Allah onları bir araya toplayacak ve haklarını alacaktır. "Allah yolunda ölenleri sakın ölüler sanmayın. Hayır, onlar Rableri katında diridirler, rızıklanmaktadırlar." (Al-i İmrân, 169)

Allah'ın hükmedici, Muhammed'in (s.a.a) davacı ve Cebrail'in de ona yardımcı olacağı gün senin için yeterlidir. Seni bu makama getirerek Müslümanların sırtına bindirenler, zalimler arasında ne de kötü bir bedel seçtiklerini çok yakında anlayacaklar. Hangimizin daha bedbaht olduğunu bilecekler.

Sen konuşulmayacak kadar değersiz birisin. Ama bu durum seninle konuşmaya (bizi) mecbur etmiştir. Seni kınamak ve zemmetmekse benim gözümde değerli ve büyük bir iştir. Fakat gözler ağlıyor ve sineler de gam ateşiyle yanıyor. Ah, Allah ordusunun şeytan ordusunun eliyle öldürülmesi ne ilginçtir! Bizim kanımız bu ellerden akıyor ve etlerimiz ise ağızlarında çiğneniyor. O tayyib ve pak bedenler, yer üstünde kalmıştır...

Ey Yezid! Eğer bugün galip gelerek, bunu ganimet biliyorsan, yarın yaptıklarından başka bir şey göremeyeceğin gün bunun hesabını vereceksin. Allah kullarına zulmetmez. Biz de şikâyetimizi ona yöneltiyoruz. Çünkü O'dur sığınağımız.

Ey Yezid! Kendi işinle meşgul ol, istediğin şekilde düzen kur, hile yap ve çalış. Ancak Allah'a andolsun ki bizim adımızı silemeyecek, vahyimizi söndüremeyecek ve öldüremeyeceksin, işimizi bitiremeyeceksin. Alnındaki bu lekeyi de silemeyeceksin. Çünkü aklın alil, yaşayacağın günler az ve kalildir. Münadi "Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun" diye seslendiğinde, o gün bu topluluğun dağılmış olacaktır.

Allah'a hamdolsun ki başlangıcımızı saadet ve mağfiret, sonumuzu da şahadet ve rahmet kıldı. Allah'tan istiyoruz ki nimetini, şehitlerimize tamamlasın; mükâfatlarını artırsın ve bizleri de salih haleflerden kılsın. Çünkü o, bağışlayandır; şefkatlidir. Allah bize yeter; ne de güzel vekildir O." (el-Luhuf -Seyyid İbn-i Tavûs-, s.121)

 

Ya Zeynep!


Sen doğduğun zaman doğdu âdeta
Hüzünler, belâlar, fâni dünyada

Sabır, rıza senin ikiz kardeşin
Yiğitlikte olmaz yiğitler eşin

İlmin bir deryadır, üstadın Zehra
Senden aldı ziynet baban Murtaza

Övünür adınla senin her kadın
Zalimler titretir mukaddes adın

İzzet namın ile eder iftihar
İffet senin ile buldu itibar

Sabrın mesajların ile ya Zeynep!
Yaşayacak ilelebet bu mektep

Hutbelerin sarstı Kufe'yi, Şam'ı
Esaretin tekmil etti kıyamı

Acıklı feryadın titretti herkesi
Boğazından çıkan Murtaza sesi

Sesin kulaklarda hâla çınlıyor
Feryadından yerler gökler inliyor

Sen esir oldun ki kurtulsun esir
Zincire vuruldun, kırılsın zincir

Keşke yığsa âlem kuvvetini hep
Verse ümmete bir daha bir Zeynep




Hz Zeynep’in (s.a) temiz kabrinin mekânı hakkında üç ihtimal mevcuttur[i]: Medine, Şam ve Kahire. Bu üç ihtimalden her birinin taraftarları mevcuttur ve onlar kendi görüşlerini ispatlamak için bir takım deliller getirmişlerdir. Kesin bir şekilde Hz. Zeyneb’in (s.a) kabrinin nerede olduğu belli olmasa bile, bu büyük şahsiyete isnat edilen ziyaret ve mekânların zikir, Allah’a yönelme, insan yetiştirme ve şehitlerin Ehlibeyt ile bağlılık kurduğu yerler olduğu söylenebilir. Ehlibeyt’in defnedildiği yer neresi olursa olsun onların anı ve hatıraları diridir ve onlar kendilerine aşk duyan halkın kalbinde yer alır.

Mazhar-ı Can-ı Canan türbesi..delhi ..hindistan







Mazhar Cân-ı Cânân kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: Şemsüddîn Habîbullâh Mîrzâ Mahzar Cân-ı Cânân b. Mîrzâ Cân b. Abdissübhân Dihlevî (ö. 1195/1781) Nakşibendiyye’den Müceddidiyye silsilesinin yayılmasında önemli rol oynayan Hindistanlı mutasavvıf. 1 Ramazan 1110’da (3 Mart 1699), ailesi Dekken’den Ekberâbâd’a (Agra) göç ederken Kâlâbâğ adlı küçük bir kasabada doğdu. Muhammed b. Hanefiyye yoluyla Hz. Ali soyundan geldiğini ileri süren Mirza Mazhar’ın ailesi, Afganistan’dan Hindistan’a gidip Bâbürlü İmparatoru Hümâyun’un hizmetine giren ilk kabile olan Kaşgal kabilesine mensuptur. Ekber Şah’ın hükümdarlığı sırasında bir isyana karıştığı için gözden düşen aile, Mirza Mazhar’ın babası Mirza Cân’ın Evrengzîb döneminde askerî bir göreve tayin edilmesiyle itibarını tekrar kazanmıştı. Cân-ı Cânân’ın babası bir Çiştî şeyhine intisap ederek tasavvuf yoluna girince 1110 (1699) yılında bu görevinden istifa edip ailesiyle birlikte göç etmiş, Mazhar bu yolculuk sırasında dünyaya gelmişti. Kendisine, babasının isminden kinaye olarak ve bir erkek çocuğun babasının asıl canı olduğunu ifade etmek üzere Cân-ı Cân adı verilmiştir. Bu adın Evrengzîb’in tavsiyesi üzerine konulduğu da rivayet edilir. Ancak bu isim kısa bir süre sonra Cân-ı Cânân (Câncânân) olarak değiştirilmiş, Farsça ve Urduca şiirlerinde kullandığı “Mazhar” mahlası zamanla adının bir parçası olmuştur.
Mirza Mazhar, muhtemelen babasının son yıllarında veya onun 1130’da (1718) ölümünden kısa bir süre sonra Ekberâbâd’dan ayrılarak Delhi’ye gitti. Başlangıçta tasavvufa pek az ilgi duyan Mazhar, Abdürresûl Dihlevî’den tefsir ve İmâm-ı Rabbânî’nin torunu Hacı Muhammed Efdal Siyâlkûtî’den hadis ve fıkıh tahsili gördü. Babasının mesleğini devam ettirme-yi düşünerek orduda bir görev almak için girişimde bulundu. Başvurusu reddedildiğinde Çiştî velîlerinden Kutbüddin Bahtiyâr Kâkî’nin (ö. 633/1236), kendisine mânen bütün gücünü mânevî arayışa vakfetmesi tavsiyesinde bulunduğu kaydedilmektedir. Mirza Mazhar, bunun üzerine Nakşibendî-Müceddidî şeyhi Nûr Muhammed el-Bedâûnî’ye intisap etti; Bedâûnî’ye bağlılığı onun vefatından sonra da devam etti ve türbesinde altı yıl süreyle inzivaya çekildi. Bedâûnî son dönemlerinde ona bir mürşid aramasını söylediği için Şah Muhammed Zübeyr, Şah Hâfız Sa‘dullah ve Muhammed Âbid Sünâmî adlı üç Nakşî-Müceddidî şeyhine daha intisap etti. Şah Hâfız Sa‘dullah bir şair olarak kabiliyetini geliştirmesine yardımcı oldu; Muhammed Âbid Sünâmî de ona Kâdirî, Sühreverdî ve Çiştî tarikatlarına intisap etmesi için ayrıca destek verdi. Böylece Mazhar, Nakşibendî-Müceddidî silsilesinin dört ana kolunu kendi şahsında birleştirmiş oldu.
Sünâmî’nin vefatından (1160/1747) sonra yoğun bir şekilde irşad faaliyetine başlayan Mazhar, dergâhını Delhi’de kurarak Müceddidîliğin merkezinin Sirhind’i de tehdit eden istikrarsızlığın hâkim olduğu Pencap’tan Delhi’ye kaymasını sağladı. Halifelerini Gucerât, Pencap ve Dekken başta olmak üzere Hindistan’ın her tarafına gönderdi. Bazan onların faaliyet merkezlerini bizzat ziyaret etti.
Mirza Mazhar, 1183’te (1769) Delhi’den ayrılıp aralarında çok sayıda müridinin bulunduğu Rohilla Afganlıları’nın geleneksel kalesi olan Rohilkband’a gitti. Ancak umduğu gibi karşılanmadığı için hayal kırıklığına uğradı ve Delhi’ye döndü. Vücudu oldukça zayıf düştüğünden sadece ileri gelen müridlerinin huzuruna çıkmasına izin veriyordu. Cuma namazına gidemez oldu. 1195 yılı Muharrem ayının başında (Aralık 1780 sonu) dergâhının önünden geçmekte olan Şiî bir grubun tâziye törenini görünce tören hakkında onur kırıcı bir değerlendirme yaptı. 5 veya 7 Muharrem’de (1 veya 3 Ocak 1781) dergâhına gelen silâhlı üç kişi tarafından vuruldu, üç gün sonra da öldü. Saldırganların, tâziye törenini kınadığından dolayı kendisinden intikam almak isteyen Şiîler olduğu iddia edilmekteyse de bu konuda kesin bir delil bulunamamıştır. Katilleri, siyasî ve dinî sebeplerden dolayı Rohilla Afganlıları’na düşman olan Necef Han’ın görevlendirmiş olması da muhtemeldir.
Mizacı ve olaylara yaklaşım tarzının İmâm-ı Rabbânî’den farklı olmasına rağmen Mirza Mazhar onun fikirlerine sadık kalmıştır. Vahdet-i şühûd görüşünün vahdet-i vücûd anlayışından üstün olduğunu söylemesi de kendisinin bu tavrıyla ilgilidir. Bununla birlikte vahdet-i vücûd anlayışının da doğru olduğunu kabul etmiştir. Çünkü Mazhar’a göre bu iki yaklaşım hakikat yolunda erişilen bir mertebenin neticeleridir.
Mazhar’ın Hinduizm hakkındaki değerlendirmesi İmâm-ı Rabbânî’nin görüşlerinden önemli ölçüde farklılık arzeder. Hinduizm’in altı temel ilkesinin (darshana) çıktığını söylediği Vedalar’ı ilâhî bir kaynağa atfeden Mazhar bütün Hindular’ın Allah’ın birliği konusunda müslümanlarla aynı görüşte olduğunu, dünyanın ebedî olmayıp yaratıldığını kabul ettiklerini, âhirette dirilmeye, ceza ve mükâfata inandıklarını belirtmiştir. Ona göre Ramachandra ve Krişna uyarıcı (nezir) ve müjdeleyici (beşir) olarak gönderilmiştir; bunların peygamber ya da velî olması muhtemeldir. Mirza Mazhar, Hindular’ın bu kişilerle irtibat kurmayı kolaylaştırmak için onların heykellerini yapmalarının ve önlerinde eğilmelerinin bir sûfînin, özellikle de zihninde şeyhin fizikî şeklini canlandırarak onunla râbıta kuran Nakşibendî dervişinin davranışına benzediğini söyler. Bu mânada sûfîlerle Hindular arasındaki tek fark sûfîlerin şeyhlerinin heykellerini yapmamalarıdır. Hindular’ın heykeller önündeki secdeleri ibadet değil bir çeşit selâmlama biçiminden ibarettir. Mirza Mazhar, Hinduizm’i tasavvufla telif etme çabasını Ramachandra’ya sülûk ve Krişna’ya cezbe atfedecek dereceye kadar götürmüştür (Kelimât-ı Tayyibât, s. 24-30; Abdullah ed-Dihlevî, s. 127-129). Onun zikir halkasına Hindular’ı da kabul etmiş olabileceği ileri sürülmektedir (Dahnhardt, s. 29). Hindular’ın son zamanlara kadar Mazhar’ın türbesini ziyaret etmeleri de bu görüşü desteklemektedir (Şah Ebü’l-Hasan Zeyd Fârûkî, s. 223). Nakşibendî-Müceddidî tarikatının kendisine nisbet edilen Mazhariyye kolunun bir Hindu şubesinin, Şah Fazl Ahmed Han’ın Hinduizm’i terkederek İslâm’ı kabul etmesini yasakladığı halifesi Mahatma Ramchandraji himayesinde ortaya çıkması da tesadüfî değildir (Dahnhardt, s. 78-79).
Bu dönemde Delhi’de müslümanlar arasında Sünnîler’in Şiîler aleyhine kışkırtılmasından kaynaklanan bir gerginlik mevcuttu. Mirza Mazhar, Hz. Peygamber’in ashabı arasındaki görüş farklılıklarının dinin özüyle ilgili olmadığını söyleyerek uzlaştırıcı olmaya çalışmıştır. Şiîler’in bazı ashabı lânetlemesini şiddetle kınamış, hatta bir defasında Hz. Ömer’e sövdüğünü işittiği bir Şiî’yi neredeyse bıçaklayacak dereceye gelmiştir. Ancak Şiîliğe “hasis / rezil ruh” denmesini uygun görmesi (Kelimât-ı Tayyibât, s. 31-32) ve ölümünden önce Şiîler’in tâziye töreni hakkında yaptığı değerlendirme onun mezhep taassubunu aşamadığını göstermektedir.
Mirza Mazhar üç önemli halife yetiştirmiştir. Bunlardan tefsir ve hadis alanında otorite olan Gâzî Senâullah Pânîpetî (ö. 1225/1810 [?]) Tefsîru Mazharî adlı Arapça tefsiri (I-X, Quetta 1412/1991; Urdu tercümesi, I-XII, Karaçi 1980) Mirza Mazhar’a ithaf emiştir. Diğer halifesi Naîmullah Behrâiçî (ö. 1218/1803) Mazhar’ın hayatı, görüşleri ve uygulamaları hakkında Ma’mûlât-ı Mazhariyye ve Beşârât-ı Mazhariyye adıyla iki kitap kaleme almıştır. Onun daha etkili halifesi Şah Gulâm Ali diye de tanınan Abdullah ed-Dihlevî’dir (ö. 1240/1824). Mürşidi hakkında Makâmât-ı Mazhariyye adlı bir eser yazan Gulâm Ali Dihlevî (İstanbul 1986), Mirza Mazhar’ın türbesinin yanında Hindistan’ın en önemli Müceddidî merkezi olan bir dergâh inşa etmiştir. İngilizler’in 1857’deki Hint ayaklanmasını bastırması sırasında yıkılan dergâh Şah Gulâm Ali’nin silsilesinden gelen Şah Ebü’l-Hayr tarafından onarılmıştır. Kendisine nisbetle Dergâh-ı Şâh Ebü’l-Hayr olarak tanınan dergâh bugün de faaliyetini sürdürmektedir. Şah Ebü’l-Hayr ayrıca Mirza Mazhar, Abdullah ed-Dihlevî ve Ebû Saîd’in (ö. 1250/1834) kabirlerini aynı alanda toplamıştır.
Mazhar’ın müridlerini irşad amacıyla Farsça olarak yazdığı mektuplar Kelimât-ı Tayyibât adlı eserde derlenmiş olup (Delhi 1309/1891) seksen dokuz mektup ihtiva etmektedir. Abdullah ed-Dihlevî’nin Makâmât-ı Mazhariyye’sinde de yirmi dört mektubu yer almaktadır (s. 112-146). Bütün mektupları Mîrzâ Mazhar Cân-Cânân ki Hutût adıyla Urduca’ya tercüme edilmiştir (nşr. Halîk Encüm, Delhi 1962). Mazhar’ın Farsça ve Urduca şiirlerini ihtiva eden bir de divanı vardır (Kanpûr 1271/1855).
SULTAN DİVANİ TÜRBESİ ...KONYA








Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi’den sonra Mevlevîlik tarîkatine mühim hizmetlerde bulunan önemli isimlerden olan Sultan Dîvânî (Dîvâne Mehmed Çelebi), Hz. Mevlânâ’nın yedinci kuşak torunlarındandır.
Doğum tarihi ile ilgili net bir bilgiye sahip olmamakla beraber, 1448 veya 1471 tarihlerinden birinde doğmuş olmasının kuvvetli bir ihtimal olduğunu söyleyebiliriz.
Afyonkarahisar bölgesi, 13. yüzyılda Germiyanoğulları beyliğine bağlı idi. Germiyanoğlu Bey’i Mehmet Bey, Hz. Mevlâna ve Mevlevîliğe karşı muhabbeti olan bir devlet idarecisidir. Bu muhabbetin neticesinde, oğlu Süleyman Şah’a, Sultan Veled’in kızı (Hz. Mevlâna’nın Torunu), Mutahhara Hatun’u almış ve Çelebi sülâlesi ile akrabalık kurulmuştur.
Mehmet Çelebi çok güzel semâ ettiği için babası tarafından kendisine “Semâî” lakâbı verilmiş, kendisi de şiirlerinde “Semâî” mahlasını kullanmıştır. Kendisine “Dîvâne” de den- miştir. Bu Farsça sıfat, “Hak yolunda kendinden geçen, aklını kaybeden, ilâhî aşkın etkisiyle hayrete düşen, şaşırıp kalan” anlamlarını içermektedir. Mehmed Çelebi’ye ait bazı menkıbelere baktığımızda, halkın kendisine bu sıfatı yakıştıracak bazı sebepler bulunmaktadır. Bu yakıştırmanın, tasavvufî düşünce geleneğinde kendine özgü bir konumu da mevcuttur.
Yaygın olarak kullanılan diğer lâkabı “Dîvânî”nin ise; Timur tarafından Semerkand’a götürülen, daha sonra da Şah İsmail’ce Tebriz’e nakledilen Hz. Mevlâna’nın Eseri “Dîvan- ıKebir”i, rüyasında gördüğü Hz. Mevlâna’nın manevî işaretiyle Tebriz’e gidip getirmesinden dolayı verildiği düşüncesi hakimdir.
Bu iki yaklaşımı kendi içerisinde bulunduğu şartlara göre değerlendirmemiz daha sağlıklı olacaktır. Zaman içerisinde her iki lakab da sıkça kullanılmış, özellikle “Dîvânî” halk arasında daha fazla tercih edilmiştir.
Sadık müridi Muğlalı İbrahim Şâhidî Dede’nin anlattığına göre Sultan Dîvânî; rind meşrep, coşkun ve cezbeli bir mevlevîdir.
Muğlalı İbrahim Şâhidî Dede; mürşidi ile yaptığı seyahatleri kayda geçirerek, türünün ilk örneği olan (ilk edebî seyahatnâme) “Gülşen-i Esrâr”ı yazmıştır.
Edebi Kişiliği
Sultan Dîvânî’nin, “Şiirleri” ve “Tarîkat’ül Arifîn” adlı tasavvufî bir risalesi mevcuttur. Şiir tekniği bakımından devrin üstad şairlerini aratmayan Semâî, özellikle bazı şiirlerinde ses tekrarları ve benzerliklerinden faydalanmak suretiyle âhenk bakımından mükemmeliyete ulaşmıştır.
Göründü karşıdan bir gevher-i pâk
(Karşıdan bir temiz cevher göründü)
Her lâle yanak dillere bir dâğ-ı nişândur
(Her lâle yanak gönüller için bir nişan yarasıdır)
Tasavvufi Kişiliği
Babası tarafından veliahd tayin edilen ve şeyhlik makamına oturtulan Dîvâne Mehmed Çelebi, denilebilir ki Mevlevîlik tarîkatinin Bânî-î Sânîsidir (İkinci Kurucusu). O, vecd ve istiğ- raka dalmış cezbeli bir şeyh, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinde büyük yararlılıklar gösteren bir alperen,Yavuz ve Kânûnî başta olmak üzere bir kısım üst düzey devlet ricali üzerinde etki- li olmuş bir siyaset ve teşkilat adamıdır. Hayatı ile ilgili bilgi veren kaynaklarda, bilhassa mürîdi Şâhidî İbrahim Dede’nin Gülşen-i Esrâr adlı eserinde, yaptığı faaliyetler ve kerametleri hakkında bilgiler mevcuttur.
Şâhidî İbrahim Dede, Dîvâne Mehmet Çelebi’ye intisabını ve birlikte yaşadıkları bazı hadiseleri şöyle anlatır. “…ben de ona uydum, yokluk denizine daldım. Daima önünde yalınayak koşardım. Yolda üzengilerine pabuç asılmış bir at verir, binmemi emrederdi. Binsem bile biraz sonra iner, ayaklarımdan pabuçları çıkarırdım. O, benim atımı bir abdala verir, ‘sakın kimse binmesin’ der, yedekte çektirirdi. Bir an bile bensiz olamazdı. Lutfeder de ‘Şâhidî’ derdi, ‘Neden böyle cefâlar ediyorsun, neden yaya yürüyorsun, neden ayakların yalın? Gönlüm inciniyor, acıyorum sana.’ Bense: ‘Ey şâh-ı velâyet, ayakkabılarımla senin bastığın yollara basamam ben’ derdim. Bunu duyunca: ‘Ah Şâhidî, yaktın beni’ derdi.
Sultan Dîvânî Tarafından Açılan Mevlevîhaneler
Burdur, Galata(İstanbul), Eğirdir, Muğla, Sandıklı, Bağdat(Irak), Cezayir, Kahire (Mısır), Lazkiye (Suriye), Midilli (Yunanistan), Sakız (Yunanistan).
Vefatı
Şâhidî İbrahim Dede’nin 1544’te yazdığı Gülşen-i Esrar’ında, Dîvâne Mehmet Çelebi’nin sağ olduğuna dair işaretler ve 1545’te bir mesnevî vakfiyesine şahâdeti; Şâhidî Dede’nin Şeyhi’nin vefatından sonra, her sene kabrini ziyaret maksadıyla Afyonkarahisar’a geldiği, muayyen bir süre kalıp döndüğü, H.957/M.1550 tarihindeki ziyaretlerinde vefat ettiği ve şeyhinin yanına gömüldüğü dikkate alınırsa, Dîvâne Mehmed Çelebi’nin H. 953/M.1546 veya H.954/M.1547 yıllarında vefat etmiş olması gerektiği söylenilebilir.
Kendisinden sonra Afyonkarahisar Mevlevî tekkesi postuna oğlu Hızır Şah oturmuştur.

Üç Kardeşler Türbesi, Artova, Tokat

Üç Kardeşler Türbesi, Artova, Tokat
Artova’ya 6 km uzaklıktaki Sağlıca köyünde bulunmaktadır. Bu üç kardeşten birinin mezarı köyün Kurtalanı denilen mevkisinde, birisi Doldurmanın Başı denilen mevkide, birisi de köyün içinde köy ortasındadır.



Üç kardeşlerin hayatları ve geçmişleri hakkında kesin bir bilgi yoktur. Köye dışarıdan geldikleri tahmin edilmektedir. Köyde öldüklerinden her biri ayrı ayrı yerlere gömülmüştür. Adı sanı belli olmayan bu üç kardeşin yüzü suyu hürmetine, köyün doğal afetlerden korunduğuna inanılmaktadır. Hatta bir kişinin altın aramak maksadıyla bunlardan birinin mezarını kazdığı, bundan dolayı o kişinin köyde bulunan tarlasındaki mahsullerin dolu felaketiyle telef olduğu söylenir. Her türlü dilek için halk tarafından ziyaret edilir.

11 Mayıs 2017 Perşembe

Nalıncı Baba türbesi..bergama




Nalıncı Baba’nın asıl adı, Muhammed Mimi Efendi’dir. Bergamalıdır. 1592’de vefat etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü ve onu evine defnetti. Kabri üzerine bir kubbe, önüne bir çeşme koydurdu. Bir tekke ile adını yaşattı. Türbesi Unkapanı’nda, eski Cibali Tütün Fabrikası’nın arkasında, Haraçzade Camii karşısındadır.

Padişahın İşi Ne!
Murat Han (III. Murat) o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister, sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah.
- Hayır mı, şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
- Hazırlan dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri ve kararlı adımlarla Beyazıd’a çıkar, döner Vefa’ya. Zeyrek’ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarlarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatli bakınır. İşte tam o sıra, orta yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Sorarlar ‘Kimdir bu?’ Ahali ‘Aman hocam hiç bulaşma.’ derler, ‘Ayyaşın, meyhur’un biri işte!’
- Nereden biliyorsunuz?
Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz. Bir başkası tafsilata girer. ‘Biliyor musunuz?’ der, ‘Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar Çarşısı’nda çalışır, nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem nerede namlı mimli kadın varsa takar peşine.’ Hele yaşlının biri çok öfkelidir:
‘İsterseniz komşulara sorun.’ der, ‘Sorun bakalım, onu bir kere olsun cemaatte gören olmuş mu?’
Hasılı mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar mı ortada. Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah önünü keser.
- Nereye?
- Bilmem. Bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz. Öyle veya böyle tebaamızdır. Defnini tamamlasak gerek. 
- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
- Olmaz. Rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne ya
 Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim. Nasıl kaldırırız?
- Basbayağı kaldırırız işte.
- Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini...
- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasılhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz. Vefat eden sen olaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim Ayasofya’dan, Süleymaniye’den. En azından Fatih Camii’nden.
- Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii’ni iyi dedin. Haydi yüklenelim.
Ve gelirler camiye. Siyavuş Paşa sağa sola koşturur kefen, tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa. Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şakilere benzemez. Hem mânâlı bir tebessüm okunur dudaklarında.

Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin ona keza. Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır ‘Sultanım’ der, ‘Yanlış yapıyoruz galiba’.
- Nasıl yani?
- Heyecana kapıldık, cenazeyi sorup araştırmadan getirdik buraya, Kimbilir hanımı vardı belki, belki de yetimleri?
- Doğru. Öyle ya. Neyse, sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.
Vezir cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur, nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler, sanki bu vefatı bekler gibidir. ‘Hakkını helal et evladım.’ der, ‘Belli ki çok yorulmuşsun.’ Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar.
Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, belki hatıralara dalar. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından. ‘Biliyor musun oğlum?’ diye dertli dertli söylenir, ‘Bizim efendi bir âlemdi vesselâm. Akşamlara kadar nalın yapar, ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya.’
- Niye?
- Ümmet-i Muhammed içmesin, diye.
 Hayret.
-Sizin zamanınızı satın almadım mı?
Sonra malum kadınların ücretini öder eve getirirdi. ‘Ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım.’ derdi. ‘Öyleyse şimdi dinleseniz gerek...’ O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı İlmihal, Hüccet-ül İslâm okurdum.
- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki.
- Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. ‘Öyle bir imamın arkasında durmalı ki...’ derdi, ‘Tekbir alırken Kâbe’yi görmeli.’
- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi.
- İşte bu yüzden Nişanca’ya, Sofular’a uzanırdı ya. Hatta bir gün ‘Bakasın Efendi!’ dedim,
‘Sen böyle böyle yapıyorsun; ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada’.
- Doğru öyle ya?
- ‘Kimseye zahmetim olmasın!’ deyip mezarını kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. ‘İş mezarla bitiyor mu?’ dedim. ‘Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?’
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra ‘Allah büyüktür hatun.’ dedi, ‘Hem padişahın işi ne?’


KARAŞAŞ ANA..KAZAKİSTAN ..ÇİMKENT











Hoca Ahmet Yesevi hazretlerinin annesi olan Ayşe Hanım , halk arasında Karaşaş Ana olarak bilinir. Ahmet Yesevi hazretleri 1-2 yaşlarında iken vefat etmiştir.

Ulu Arif Çelebi..konya

Konya'nın büyük velîlerinden. Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî'nin torunu,
SultanVeled'in oğludur.
 İsmi, Celâleddîn Emîr Ârif olup, 1271 (H.670) senesinde doğdu. 1319 (H.719)
senesinde Konya'da vefât etti. Kabri oradadır. Küçük yaşta dedesi Mevlânâ
hazretlerinin teveccühlerine kavuştu. Babası Sultan Veled'den zâhirî ve bâtınî
ilimleri öğrendi. Babasının vefâtından sonra onun halîfesi, vekîli oldu.

Ârif Çelebi dünyâya gelince, dedesi Mevlânâ çok sevindi. Fakirlere sadakalar dağıttı,
 akîka kurbanları kesti, ziyâfetler verdi. Üç gün çok neşeli sohbetler yaptı. Böylece,
 Konya'da bir bayram havası yaşandı. Mevlânâ torununun doğumunun yedinci günü
 onu kucağına alıp, oğlu SultanVeled'e; "Oğlum! Bu torunumun ismi, Celâleddîn Emîr Ârif
 olsun. Celâleddîn diye hitâb etmez, Emîr Ârif diye çağırırsınız. Çünkü babam
Sultân-ül-ulemâ, bana ismim Muhammed olduğu hâlde,Celâleddîn diye hitâb ederdi.
Bu yavruda, yedi evliyânın nûrunu görüyorum. Bunlar; Sultân-ül-ulemâ, Seyyid Burhâneddîn,
 Şems-i Tebrîzî, Selâhaddîn Konevî, Hüsâmeddîn Çelebi, dedesi ve babasıdır. Bu sebeple,
 onun kadrini, kıymetini bilerek iyi yetiştirin." buyurdu.

Ârif Çelebi, yaşına girmeden, öyle gösterişli, öyle güzeldi ki, görenler hayran kalır, bakmağa
 doyamazlardı. Hattâ ona ikinci Yûsuf derlerdi.

Sultân Veled anlattı: "Oğlum Ârif Çelebi, küçük iken boynundan rahatsızlandı. Öyle ızdırab
çekiyordu ki, biz ölecek sandık. Tabîbler tedâvisinde âciz kaldılar. Ârif, hastalığın güçlüğünden
 hiç süt emmedi, su içemedi. Artık hayâtından endişeye düştük. Onun çektiği ızdıraptan
gözümüze uyku girmiyordu. Nihâyet onu, babamın huzûruna götürüp; "Muhterem
efendim! Bundan artık ümîdimiz kesildi. Herhâlde vefât etmek üzeredir." diyerek üzüntümü
rdim. Bu sözlerimi sükûnetle dinleyen pederim Mevlânâ hazretleri; "Evlâdım Sultan Veled!
Öyle şeyler söyleyip perişân olmayınız. Üzülmeyiniz. Zîrâ oğlumuz Celâleddîn Ârif, hemen
gitmek üzere gelmedi. Onun, benim size bir yâdigârım olarak dünyâda uzun yıllar
kalacağını, insanların hidâyete, doğru yola kavuşmasına vesîle olacağını ümîd ediyorum."
 diyerek, Ârif Çelebi'yi kucağına aldı. Hastalığa sebeb olan yerin üzerine enine ve boyuna
yedişer çizgi çizdi ve; "Aklı olana bu işâret yetişir." yazısını yazdı. Bir ânda çocuk gözlerini
açtı. Hemen annesine götürdüm, süt emzirdi. Kısa zamanda hastalıktan kurtuldu. Bu, babamın
 kerâmetinden başka bir şey değildi."

Babası SultanVeled anlattı: "Oğlum Ârif, babamın yanında ağladığı zaman, babam onu
 kucağına alır, mübârek parmağını ağzına uzatırdı. Çocuk iştah ile babamın parmağını
emerdi. Bâzan öyle kuvvetli çekerdi ki, parmağı koparacak sanırdık. Bu şekilde babamı
üzüyor düşüncesiyle, bir daha böyle yaparsa çekip alayım, diye içimden geçirmiştim.
Yine parmağını hızla çektiği bir gün, babam, benim dikkatle baktığımı görünce,
 düşündüklerimi anlayarak; "Ey Veled! Ârif benim de oğlum değil midir?" deyince,
ben de; "Siz, bizim sultânımızsınız. Bizler ise, sizin köleniziz." dedim. Bu sözüm
üzerine; "Bizi seven köle de, talebe de, hep oğlumuzdur." buyurarak, merhametinin
ne kadar çok ve herkes için geçerli olduğuna işâret buyurdular."

Ârif Çelebi'yi bâzan Mevlânâ yanına getirterek, ona teveccüh ederdi. Altı aylık olduğunda ona;
 "Allah de, yâ Celâleddîn!" diye söyler, o da herkesin kolaylıkla anlayacağı bir şekilde üç defâ;
"Allah, Allah, Allah!" derdi. Bu sözleri büyük bir zevk ile dinleyen Mevlânâ hazretleri, onun
 ileride büyük bir velî olacağını söylerdi.

Ârif Çelebi'nin vâlidesi Fâtıma hâtun anlattı: "Kayınpederimin vefâtından sonra,
 onun ayrılık
 acısının şiddetinden, üç gün üç gece, Ârif'ime süt vermek aklıma gelmedi. O dahî hiç
ağlamadan
 bekleyip, açlığını hatırlatacak bir harekette bulunmadı. Fakat, üç gündür hiç
 yemeyip içmediği için, iyice zayıflamıştı. O gece bir mikdâr uyumuştum.
Rüyâmda Mevlânâ hazretlerini gördüm. Buyurdu ki: "Ey Fâtıma! Benim
ayrılığım sebebiyle üzülüyorsanız, üzülmeyiniz. Zîrâ, bende bulunan bütün
kemâlâtı ve feyzleri, oğlum Ârif'e aktardım. Beni arayan Ârif'imde bulur.
Şâyet sen de beni istersen, Ârif'de bulursun ve nûrumu onda müşâhede
edersin. Onun yetişmesiyle alâkalı her şeyi, mânevî olarak üzerime aldım."
 Bu rüyânın tesiriyle hemen uyandım. Ârif Çelebi'yi üç gündür hiç
doyurmadığım aklıma geldi. Artık göğsümden sütler akıyordu.
Emîr Ârif'in yüzünü açtığımda, bana doğru tebessüm ettiğini gördüm.
Kucağıma alıp doyururken, cemâli dikkatimi çekti. O güzel yüzündeMevlânâ'nın
 mübârek nûrunu gördüm. Öyle heyecanlandım ki, bakmaya tâkat getiremedim. Elimde 
olmıyarak bağırmışım. Bağırdığımı, bana sonradan efendim haber verdi."

Fâtıma Hâtun, Ârif Çelebi'ye çok hürmet, izzet ve ikrâmda bulunurdu. Her
 zaman onun hâtırını hoş tutardı. Bir gün misâfir hanımların yanında çocuğuna
aynı hürmeti gösterince, onlar; "Ey Fâtıma! İnsan hiç evlâdına bu kadar hürmet
eder mi? Nitekim Ârif daha çocuktur." dediler. Bu sözlere karşı Fâtıma Hâtun;
"Bizim bu tâzim ve hürmetimiz, Ârif için az bile. Onu bize Mevlânâ hazretleri
emânet etti ve Ârif'e hürmet ve isteklerine riâyet etmemizi, son derece
ikrâmlarda bulunmamızı emretti. Ârif'im ağladığı zaman, kayınpederim
parmağını ağzına koyar, büyüdüğünde zamânındaki evliyânın bir tânesi
olacağını söylerdi." diye konuşunca, oradaki kadınlar söylediklerine pişmân olup,
özür dilediler.

Ârif Çelebi'nin Kur'ân-ı kerîm hocası anlattı: "Sultan Veled, oğlu Ârif'e son 
derece hürmet ve tâzimde bulunurdu. Onu hiç incitmez, bütün arzularını
 yerine getirirdi. Ârif Çelebi ne zaman babasının meclisine gelse, babası
 hemen ayağa kalkıp, mihrâbdaki yerini ona verirdi. Bir gün haddi aşarak: "
Efendim! Ârif Çelebi daha küçüktür. Küçük bir çocuğa bu kadar iltifât 
etmeniz, tevâzu göstermeniz uygun mudur?" diye sordum. Sultan Veled,
 bu sözlerimi sükûnetle dinledikten sonra buyurdu ki: "Oğluma olan tevâzu 
ve hürmetim, babam Mevlânâ hazretlerinedir. Ârif'in yürüyüşü, yerinde 
hareketleri, sükûnetleri, oturup dinlenmeleri, ahlâkı, hâlleri hep babama
 benzemektedir. Elimde olmayarak ona tâzimde bulunuyorum. Babamın 
sağlığında o, süt emen çocuktu. Şâyet büyük olsaydı, bu hareketleri babamdan
 görüp öğrendi derdik. Görüldüğü gibi, onun hâl ve hareketleri, babamın 
tasarrufları ile olduğu meydandadır. Onu görünce, babam hatırıma geliyor. 
İşte ona olan hürmetimin sebebi budur."

Sultan Veled'in kerîmesi (kızı) anlattı: "Bir gün babam ile oturuyorduk. 
Bir ara babamın hizmeti için kardeşim Ârif Çelebi içeri girdi. Fakat içerde
fazla durmayıp, dışarı çıktı. O gidince, babam Sultan Veled buyurdu ki: 
"Sübhânallah! Babam Mevlânâ hazretlerinin hizmetlerinde çok bulundum.
 Bana, babamın bütün talebelerinin ve diğer kimselerin mânevî makamları
 gösterildi. Emîr Ârif'in makâmı gibi hiçbir makâma rastlamadım. Onun
makâmının yüksekliğini anlamaktan âciz ve hayran kaldık. Onu gördüğüm 
zaman, kendimde bir başkalık, hâlimde bir değişiklik hissediyorum. Onun 
gibi bir velîye daha rastlamadım. Cenâb-ı Hak nazardan saklasın! 
Vâlidem Fâtıma hâtun söze karışarak; "Mâdem ki, Ârif'in mertebesi bu kadar 
yüksektir, niçin talebelerinizden, dostlarınızdan gizli tutup söylemiyorsunuz?"
 dedi.Babam da; "Hased edip, nazarı değen kötü gözlü kimselerin çıkmasından 
korkuyorum." diye cevap verdi.

Sultan Veled, bir gün oğlu Ârif Çelebi'ye; "Evlâdım! Sen her nereye baksan, 
Mevlânâ'yı görür, Mevlânâ'dan bahsedersin. Küçük aklınla mârifetlerden, 
Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarına âit ince bilgilerden anlatırsın. Sen
 Mevlânâ'nın hâllerini ve makamlarını ve bu mârifetlerini nereden 
biliyorsun da, bize hiç tenezzül etmiyorsun?" diye sordu. Ârif Çelebi de: 
"Efendim! Ben o yüce zâtı, mânevî âlemde gördüm. O da bu fakîri gördü 
ve kendi kemâlâtını görebilecek gözün bağışlanmasına vesîle oldu." diye cevap verdi.

Lala Fahreddîn anlattı: "Arada sırada Ârif Çelebi'yi kucağıma alıp, Hüsâmeddîn
 Çelebi hazretlerinin evine giderdim. Hüsâmeddîn Çelebi, bizi hep kapıda karşılar,
 Ârif'i kucağına alarak odaya kadar götürürdü. Ona her türlü yiyeceklerden, 
nefis şerbetlerden ziyâfet çekerdi. Daha önceden alıp hazır ettiği güzel elbiseleri,
 kendi eliyle giydirirdi. Gideceğimiz zaman da, onu omuzuna alıp eve kadar götürür 
ve; "Ah! Mümkün olsaydı da Ârif Çelebi'nin lalası olup hizmetiyle
 şereflenebilseydim. Zîrâ, onun nûrunun doğu ile batıyı kuşatacağını ve âleme ışık
 salacağını, makâmının çok yüce olacağını hocam Mevlânâ hazretleri haber
 verdiler. Ne mutlu o kimselere ki, Ârif Çelebi'nin hizmetiyle şereflenip, sevgilisi 
oluyorlar." diyerek, hasretini dile getirirdi."

Sultan Veled anlattı: "Ârif Çelebi, beş yaşlarında idi. Bir gün, başı iple bağlı bir 
öküzün yularından tutmuş götürüyordu. Onu o hâlde görünce; "Ey Ârif, bu öküz 
de nedir? Onu nereye götürüyorsun?" dedim. Cevâbında; "Bu yular, filân beyin başına 
takılan yulardır.Çünkü Mevlânâ dergâhına dil uzatmaktadır." dedi. Çocuğun bu hâline
 güldüm, fakat üç gün sonra duyduk ki, o beyin evini yağma edip, başını kesmişler.

Ârif, yine bir gün toprakla oynuyordu. Bir müddet onu seyrettim. Toprağı mezar gibi 
balık sırtı yapıp, başlarına taş dikti. Ona; "Ârif bu nedir?" diye sordum. Cevâbında;
 "Bu, falanın kabridir." dedi. O gün, dediği gibi o kimse vefât etti.

Ârif Çelebi on iki yaşlarında idi. Birgün medresede dolaşırken, cübbesini yere serip; 
"Buyurun, cenâze namazını kılalım." dedi. Ben yine hayretle; "Bu kimin cenâzesidir?"
 diye sorduğumda; "Üstâdımız Hüsâmeddîn Çelebi'nin cenâzesidir!" dedi. O gün, 
Hüsâmeddîn Çelebi'nin bağda hastalandığı haberi geldi. Birkaç gün sonra da vefât etti.

Kendi yaşlarında bir çocuk, bize bir tas içinde keşkek yemeği getirmişti. Ârif Çelebi, 
verilen keşkeği oturup Besmele ile yemeğe başladı. Çocuk da başında bekliyor,
 onu seyrediyordu. Küçük tas içindeki keşkeği bitirip ağzını kapattı, boş tası, bekleyen 
çocuğa verdi ve; "Tasın kapağını aç da bir bak bakalım ne göreceksin?" dedi.
 Çocuk kapağı açınca, içinin keşkekle dolu olduğunu hayretle gördü. Artık
 o çocuk, Ârif'ten hiç ayrılmaz oldu. Büyüyünce de, en sâdık talebeleri arasına girdi."

Ârif Çelebi, küçük yaştan îtibâren Kur'ân-ı kerîm, hadîs, tefsîr, fıkıh ilimlerini
 öğrenmeye, tasavvufda yükselmeye başladı. Kısa zamanda zâhirî ve bâtınî
 ilimlerde söz sâhibi olacak şekilde yetişti. Çok zekî, pek edebli idi. Her
 hâliyle Mevlânâ'ya benzerdi. Geceleri sabahlara kadar ibâdet eder, 
boş yere hiç vakit geçirmezdi. Devamlı ilim öğrenmeye ve insanlara 
faydalı olmağa gayret ederdi. Çok heybetli idi. Görenlerde, korku ile
 karışık bir saygı hâsıl olurdu. Yanına beyler, emîrler, makâmı yüksek 
kimseler, âlimler, velîler gelir, sükût ederek onu dinlerlerdi. Herkesin 
mertebelerine göre konuşur, sözlerinin herkes tarafından 
anlaşılmasını sağlardı. Kimsenin kabahatini yüzüne vurmaz, 
sohbetlerinde ortaya konuşurdu. Mânevî derecesine göre herkes 
hissesini alırdı. Başkalarının kalblerindeki gizli bilgileri, sormak 
istedikleri suâlleri anladığını belli etmez, dolaylı yollardan suâllerin
 cevaplarını verirdi. İslâmiyeti yaymak, Ehl-i sünnet îtikâdını her
 tarafa duyurmak için çeşitli memleketlere gitti. Doğu Anadolu'yu, İran'ı, Âzerbaycan'ı gezdi. Her gittiği yerde İslâmiyetin güzelliğini, büyüklüğünü anlatıp, doğru ibâdet etmenin, ihlâslı olmanın, her işi Allah rızâsı için yapmanın ehemmiyetini îzâh ederdi. Geçtiği şehirlerdeki âlimler, onun sohbetlerine hayran kalırlar, ayrılırken şehir dışına kadar çıkarak, onu teşyî ederlerdi.

Bir defâsında Tebrîz'e gitmek üzere yola çıktı. Yolda, Selçuklu sultânının vâlilerinden birinin oğlu olanTeoman Beyle karşılaştı. Teoman Bey, görünüşü insana huzur veren nûr yüzlü bu kimseye yakınlık göstererek, kim olduğunu ve nereye gittiğini sordu. O da, Mevlânâ hazretlerinin torunu olduğunu ve Tebrîz'e gittiğini söyleyince, Teoman Bey çok sevindi ve kendisinin de Tebrîz'e gittiğini bildirdi. Kabûl ederse berâber gidebileceklerini ve kendisine yol boyunca hizmet etmekle şereflenmek istediğini de ayrıca bildirdi.

Ârif Çelebi'nin, sohbet ederek giderlerken, TeomanBeyin elinde bulunan doğana gözü takıldı.Teoman Beyden doğanı istedi. O da kafesten çıkarıp teslim etti. Ârif Çelebi, doğanın ayaklarını çözüp salıverdi. Hürriyete kavuşan doğan uçup gözden kayboldu. TeomanBey, şaşırmış bir hâlde doğanın arkasından bakakaldı. Bir müddet Mevlânâ hazretlerinin torunu olan Ârif Çelebi'ye ses çıkaramadıysa da, dayanamıyarak konuşmaya başladı: "Efendim! Bu doğan öyle bir doğan idi ki, ava gönderip de eli boş döndüğü hiç olmamıştı. Böyle bir doğanı bulmak ve ele geçirmek için neler çektim, ne masraflar yaptım. Bu doğanın misli yok idi. Sonra bunu, Tebrîz'de bulunan pâdişâh Gâzan Hâna hediye edecektim. Kimbilir bana ne kadar çok bahşişler verecekti. Üstelik, bir adamımla, ona bir doğan getireceğimi de bildirmiştim. Şimdi ben ne cevap vereceğim?" gibi teessürünü bildiren birçok sözler sarfetti. Sanki bu sözleri bekliyormuş gibi sükûnetle dinleyen Ârif Çelebi hazretleri, tebessüm ederek buyurdular ki: "Ey Teoman Bey! Bir doğan için insan bu kadar üzülür mü? Asıl üzülünecek hâl, Allahü teâlâya karşı yaptığımız hatâ ve kusûrlar, işlediğimiz günahlar ve isyânlardır. Mâdem ki, doğanın için bu kadar üzülüyorsun, çağıralım gelsin ister misin?" Teoman Bey; "Muhterem efendim! Eğer bu doğan tekrar elimize gelirse, ziyâdesiyle sevinirim. Ne kadar malım varsa, hepsini vermeye hazırım. Beni yeniden hayata kavuşturmuş gibi olursunuz" dedi. Bunun üzerine Ârif Çelebi; "Ey kıymetli doğan! Dedem Mevlânâ hazretlerinin hatırı için buraya gel!" diye seslendi. Bir ânda, kaybolan doğan, yükseklerden süzülerek Ârif Çelebi'nin omuzuna konuverdi. Omuzundan kuşu alıp Teoman Beye verince, Teoman Bey ne yapacağını şaşırdı. Ârif Çelebi'nin eline sarılıp öpmeye başladı. Orada, üzerinde bulunan iki bin altını ve yedeğinde bulunan en güzel atı, Ârif Çelebi'ye hediye etti. Teoman Bey, bu kerâmeti görünce, Ârif Çelebi'ye karşı muhabbeti pek ziyâdeleşti.

Uzun yolculuklardan sonra Tebrîz'e vardılar. Teoman Bey, Gâzan Hâna doğanı hediye edince, sultan, doğanı çok beğendi; otuz iyi cins at ve altmış bin altın ihsânda bulundu. Teoman bey bir fırsatını bulup, yolda geçen hâdiseyi Gâzan Hâna anlattı. Ârif Çelebi'nin İslâmiyete olan bağlılığını, geçtikleri şehirlerde insanlara emr-i mârûf yapmak, dîn-i İslâmı yaymak için nasıl çırpındığını uzun uzun îzâh etti. Gâzan Hân, Ârif Çelebi'yi hiç görmediği hâlde, ona karşı kalbinde büyük bir muhabbet hâsıl oldu. Onu görmekle şereflenmek, sohbetiyle bereketlenmek için, çok sevdiği âlimlerden birkaçını onu dâvet etmek için vazifelendirdi. Ârif Çelebi de, bu nâzik dâvete karşılık verdi. Tebrîzli birçok âlimin ve velîlerin de bulunduğu dâvette, kalblere şifâ olan çok kıymetli sohbetlerde bulundu. Başta sultan olmak üzere, orada bulunanlar, bilgisinin derinliğine, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit mârifetlerinin üstünlüğüne hayran kaldılar. Ârif Çelebi'ye olan sevgileri, kat kat arttı. Oradan Konya'ya döndü.

Ârif Çelebi, bir gün dedesi Mevlânâ hazretlerinin türbesini ziyâret ederken, Emîr Hayran isminde bir velî yanına geldi. Onunla uzun uzun sohbet ettiler. Sohbet esnâsında, Emîr Hayran kalbinden; "Ârif Çelebi keşke sarığını bana verse de, bereketlensem." diye geçirdi. O ânda Ârif Çelebi, başından sarığını çıkararak, Emîr Hayran'ın başına koydu. Sonra da; "İnşâallah önümüzdeki bayramda yine buluşur, sohbet ederiz." dedi. Hakîkaten, bayramda yine buluşup sohbet ettiler.

Ârif Çelebi hazretleri, bir defâsında Sivas'a gitmişlerdi. Orada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi çok seven Ahî Muhammed isminde biri vardı. Ahî Muhammed, o günlerde çok hasta olmasına rağmen, Ârif Çelebi'nin geldiğini işitince, başta Ârif Çelebi'yi ve Sivas'ın ileri gelen âlimlerini, velîlerini yemeğe dâvet etti. Yemekten sonra Ârif Çelebi, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildiren, Cennet'i, Cehennem'i ve evliyânın hâllerini anlatan bir sohbete başladı. Sohbet esnâsında Ahî Muhammed kalbinden; "Âh, Ârif Çelebi hazretleri duâ etseler de, benim de hastalığım iyi olsa, şifâ bulsam." diye geçirdi. O ânda Ârif Çelebi, Ahî Muhammed'e dönerek; "Ey Ahî Muhammed! Merâk etme.Cenâb-ı Hak her şeye kâdirdir. Hastalığı veren de, şifâsını yaratan da O'dur. Allahü teâlâ sana şifâlar ihsân eylesin!" buyurdu. Bu sözlerden sonra, Ahî Muhammed vücûdunda bir değişme hissetti. Ağrıyan yerlerinin sızısı durdu ve Ârif Çelebi'nin duâsı bereketiyle şifâ buldu.

Ladik şehrinde, Kâdı Necmeddîn isminde biri vardı. Mevlânâ'yı çok sevdiğini ve onun yolunda olduğunu söylerdi. Hattâ Ladik şehrinde, Mevlânâ'nın halîfesi bile oldu. Fakat, kendisinden ders almak için gelen talebelerin çokluğundan gurûra ve kibre kapıldı. Ârif Çelebi Ladik'e geldiğinde, Kâdı Necmeddîn, "Mevlânâ'nın talebelerinden olup da ziyâfet vermedi demesinler." diye onu dâvet etti. Yemekten sonra Ârif Çelebi, orada bulunanlarla sohbet etmeye başladı. Kâdı Necmeddîn ve ona uyan birkaç kimse, gizlice dışarı çıkıp, Ârif Çelebi'nin yaptığı sohbet ile aralarında alay etmeye başladılar. Onun hakkında dedikodu yaparak, lâyık olmayan hareketlerde bulundular. Bunları yaparken, Ârif Çelebi'nin, bu durumdan habersiz olduğunu sandılar. Bir ara içeri girdiklerinde, Ârif Çelebi onlara dikkatle baktı. Bu bakış ile, herbirinin başlarına bir ağrı saplandı. Öyle ki, Ârif Çelebi'ye olan düşmanlıkları çoğaldıkça, ağrıları da fazlalaşıyor, kinleri azaldıkça ağrıları da azalıyordu. Ağrıları öyle dayanılmaz hâle geldi ki, ne yapacaklarını şaşırdılar. Sonunda, "Allahü teâlânın evliyâsına olan düşmanlığın, kendi zararlarına olacağını" anladılar. Kalblerindeki kin ve düşmanlığı muhabbete çevirmek mecburiyetinde kaldıkları ân, başlarındaki ağrı geçti. Ârif Çelebi'yi çok severek hastalıktan kurtuldukları gibi, onun iltifâtlarına da kavuştular.

Emîr Bey Abgiri anlattı: "Kardeşim Mecdüddîn ve Ahî Muzafferuddîn ile anlaşıp, kimyâ ilmini öğrenmeye karar verdik. Bu anlaşmamızı da kimseye söylemeyeceğimize söz verdik. Birgün bu arkadaşlarımla Konya'ya geldik. Önce Mevlânâ hazretlerini ziyâret etmeye gittik. Biz türbenin kenarında dururken, içeriden Ârif Çelebi çıkıp yanımıza geldi. Hepimize dikkatle baktığında, onun heybetinden aklımız gidecek sandık. SonraAhî Muzafferüddîn'in yakasından tutarak; "Ey Muzaffer! Eğer kimyâ ilminde başarılı olmak istiyorsan, zirâat ile meşgûl ol. Eğer kimyâ ilmini istersen, Mevlânâ hazretlerinin ve cenâb-ı Hakkın evliyâsının muhabbetini kazan." buyurdu ve tekrar içeri girdi. Hepimiz şaşırmıştık. Muzafferuddîn söz dinledi, zirâat işleriyle meşgûl oldu. Kısa zamanda servet sâhibi oldu. Bizler de başka işler bularak, o düşündüğümüzden vazgeçtik."

Ârif Çelebi'yi sevenlerden biri anlattı: "Bir kurban bayramı arefesi idi. Sultâniye şehrinde bir medresede, o gün kuşluk vakti, Ârif Çelebi hazretleri kaylûle yaparak istirahat ediyordu. Bir ara uykusunun arasında; "Yapmayınız!" diyerek doğruldu ve tekrar uyudu. Bir müddet sonra uyandığında; "Efendim uykunuz arasında doğrulup, "Yapmayınız!" diye konuştunuz. Acabâ hikmeti nedir?" diye sordular. Cevâbında; "Konya'da bulunan talebelerimizden Nâsıruddîn ile Şücâeddîn, babamın türbesi yakınında münâkaşa ediyorlardı. Onları, münâkaşa ederek birbirlerinin kalblerini kırmamaları için îkâz ettim. Ben onlara böyle söylerken, yanlarından geçmekte olan iki erkek ile bir kadın da beni orada gördüler." buyurdu. Konya'ya geldiğimizde, Nâsıruddîn'e; "Siz arefe günü ne yaptınız?" diye sorduk. O da; "Şücâeddîn bana uygun olmayan bir söz söyledi. Onu bu sözden men edince, aramızda bir münâkaşa başladı. O sırada hocamız Ârif Çelebi hazretlerinin yanımıza gelip bize; "Yapmayınız!" sözü ile münâkaşayı kestik ve utanıp barıştık." dedi. Bu hâdise olurken yanlarından geçen erkekler ve kadın ise; "Biz, Ârif Çelebi'yi orada hem gördük, hem de sesini işittik." dediler.

Ârif Çelebi'yi sevenlerden Kerîmüddîn anlattı: "Ârif Çelebi, bir gün kaleye gitmek istedi. Hemen kale muhâfızına haber verdik. Muhâfız ve yardımcıları hazırlanıp, Ârif Çelebi'yi hürmetle karşıladılar. Ârif Çelebi uygun bir yerde oturup sohbet etmeye başladılar. Sohbet esnâsında, kale muhâfızı kalbinden; "Ârif Çelebi hazretlerine ne ikrâm etsem ki, bostan tarlasına kavunları da yeni ekmiştim. Keşke daha önce ekseydim, şimdiye kadar biter, olgunlaşırdı." gibi şeyler geçirdi. Bu sırada Ârif Çelebi, muhâfıza dönerek; "Bize kavun ikrâm etmeyecek misiniz? dedi. Muhâfız da; "Efendim! Ben de şimdi bunu düşünüyordum. Fakat kavunun çekirdeklerini yeni ekmiştim, daha çıkmamıştır bile" dedi. Ârif Çelebi ise tekrar; "Siz gidiniz, misâfirlerinize kavun ikrâm ediniz." buyurunca, muhâfız; "Bunda bir hikmet olsa gerektir." diyerek bostana girdi. Kavunların ekildiği yere varınca, hayretinden aklı gidecek gibi oldu. Yeni diktiği çekirdekler, yetişmiş, kavunlar meydana gelmiş ve olgunlaşmıştı. Hemen en olgunlarından birkaç tâne alıp götürdü. Kesip, ikrâm etti. Bu hâdiseye, orada bulunanlar da hayret etti. Kale muhâfızı Emîr Necmeddîn kalbinden; "Acabâ şimdi Ârif Çelebi'nin bu kerâmeti gibi kerâmet gösterebilen var mıdır?" diye düşünüyordu. Ârif Çelebi, bu kerâmetini görüp hayret edenlere karşı da; "Allahü teâlâ, hazret-i Meryem için kuru hurma ağacından tâze hurma yarattı. Cenâb-ı Hakk'a, bir dostunun hâtırı için birkaç kavun yaratmak zor değildir. Bunda hayret edecek bir şey yoktur." buyurdu. Sohbet bittikten sonra, Ârif Çelebi evine döndü. Orada olanlar, muhâfızla birlikte bostana gittiler. Bostana geldiklerinde, tohumların daha yeni çimlenmekte olduğunu ve yaprakların çıkmaya başladığını gördüler. Hepsinin de Ârif Çelebi'ye olan bağlılıkları arttı. Ona kalblerinde daha çok muhabbet beslediler."

Ârif Çelebi, Konya'nınAkşehir kazâsına dostlarını ziyârete gitmişti. Akşehir'de her gün sohbetler ederek, birkaç gün geçirmişti. Şehrin hâkimi olan İzzeddîn ismindeki kimse düşündü ki; "Akşehir'in yedisinden yetmişine herkes, Ârif Çelebi'ye pek fazla muhabbet besliyorlar. Ola ki tarafımdan, onun hoşuna gitmeyen bir hareket meydana gelir de kalbi kırılır. Bu durum ise bizim mahvolmamız demektir. En iyisi, Ârif Çelebi'yi uygun bir şekilde Konya'ya göndermek lâzım." Hâkim İzzeddîn, bu düşünce ile evinden çıktı. Atına binmiş giderken, yolda Ârif Çelebi'ye rastladı. İzzeddîn daha bir şey söylemeden, Ârif Çelebi; "Ey İzzeddîn! Bâzı dostlarımız bizi Akşehir'den göndermek isterler. Sanırım ki, biz daha buradan ayrılmadan, onlar tekrar yalvarıp yakararak kalmamızı isterler. Fakat artık iş işten geçmiştir. Onların tekliflerini red ederiz. Bir daha da Akşehir'e gelmeyiz ve ebedî olarak pişmân olurlar." dedi. Bunları ter dökerek dinleyen Hâkim İzzeddîn, atından aşağı atladı ve Ârif Çelebi'nin ellerini öpmek için sarıldı, suçunu îtirâf etti. Bundan sonra, Ârif Çelebi'yi en çok sevenlerden ve ona en bağlı talebelerinden oldu.

Ladik şehrinde Nâzıroğlu isminde bir Emîrzâde vardı. Şehrin ileri gelenlerinden bâzıları Emîrzâdeye; "Hepimiz Ârif Çelebi'ye talebe olmakla şereflendik. Allahü teâlânın velî kullarına talebe olmak bulunmaz nîmettir. Onlar ki, vefât ânında şeytânı kovalarlar, âhirette şefâat edip kurtarırlar. Gel sen de onun talebesi ol ve kurtul!" dediler. Emîrzâde de; "Elbet ben de talebesi olmak isterim. Fakat bir şartım var, o da; bana duâ edip, cenâb-ı Hak bir çocuk ihsân ederse, talebe olurum. Yoksa talebesi olmam." dedi. Ertesi gün Emîrzâde, sabahın erken saatlerinde hamama gitmek için evinden çıktı.Yol üzerinde durmakta olan birini gördü. Yanına yaklaşırken; "Acabâ bu saatte yol üzerinde bekleyen kimdir? Yoksa sarhoş falan mıdır?" diye düşünüyordu. Yanına geldiğinde, o kimsenin Ârif Çelebi hazretleri olduğunu görünce şaşırdı, öyle düşündüğüne pişmân oldu ve ellerini öpmek için eğildi. Ârif Çelebi ise; "Düşüncelerinde yanılıyorsun Emîrzâde! Ben sarhoş değilim. Bu erken saatte burada olmamın sebebi ise, senin kurtuluşuna vesîle olmak içindir. Al bu gül demetini evine git!Allahü teâlâ sana hayırlı evlât ihsân eylesin." buyurdu. Emîrzâde, ÂrifÇelebi'nin ellerini öptükten sonra, gül demetini alarak evine gitti. Bir sene kadar sonra bir erkek evlâdı oldu.Emîrzâde de Ârif Çelebi hazretlerine gelerek, hizmetiyle şereflendi ve onun en kıymetli talebelerinden, keşif ve kerâmet sâhibi bir kimse oldu.

Ârif Çelebi, 1319 (H.719) senesinde, Aksaray ilçesine dostlarını ve talebelerini ziyârete gitti. Bir gece rüyâsında, peşpeşe aralıksız birkaç defâ âh ederek, bir müddet ağladı. Orada bulunan dostları, bunu öğrendiler ve kendisine, ağlamasının hikmetini sordular. O da; "Rüyâmda bir köşkte oturmuş, penceresinden güzel bir bahçeyi seyrediyordum. O bahçenin güzelliğini anlatmak mümkün değildir. Zîrâ onu anlatacak diller ve yazacak kalemler âciz kalır. Bahçeyi seyrederken, orada dedem Mevlânâ hazretlerini gördüm. Bana mübârek eliyle işâret ederek; "Ey Ârif! Gel, bundan sonra bize gel. Artık orada kalman yeter!" dedi ve gözden kayboldu. İşte, dedeme olan hasretim sebebiyle ağladım. Her geçen gün âhirete gitme arzum çoğalmaktadır." dedi. Sonra Konya'ya dönmek için yola çıktı. Konya'ya geldiğinden iki gün sonra, Cumâ idi. Güneş doğduktan sonra dışarı çıkıp, güneşe doğru döndü ve bâzı sözler söyleyip kasîdeler okudu. Sonra talebelerine dönerek; "Kardeşlerim! Artık gitme zamânım yaklaştı. Zîrâ her nefeste sesler geliyor. Sizlere vedâ ediyor, Allahü teâlâya emânet ediyorum." buyurdu. Evine girip yatağına yattı. Bir hafta hasta yattıktan sonra, ertesi Cumâ günü kalktılar. Şu ânda medfun bulunduğu yere gelip, orayı işâret ederek; "Beni buraya defnediniz." buyurarak vasiyet etti. Tekrar istirahata çekilerek, günlerce hasta yattı. Hastalığının yirmi beşinci gecesinde zelzele oldu. Bâzı binâlar yıkıldı. İki gün sonra da, Salı günü ikindi vaktine yakın, "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah" diyerek son nefesini verdi ve sevdiklerine kavuştu.

ER KİŞİ NİYETİNE

Ârif Çelebi, bir gün dedesi Mevlânâ'nın türbesini ziyâret ettikten sonra, talebe ve dostlarıyla birlikte orada cenâze namazı kılınan musallâ taşının yanına geldiler. Ârif, cübbesini çıkararak musallâ taşının üzerine koydu. "Gâib er kişi niyetine, cenâze namazına buyurun!" diyerek, cenâze namazı kıldırdı. Sonra da; "Dostlarım! Gâzan Hân vefât etti. Onun cenâze namazını kıldık." dedi. Dostları ve talebeleri, o târihi bir yere kaydettiler. Tebrîz'den gelen tüccarlara sordular. Onlardan, Gâzan Hânın kaydettikleri târihte vefât ettiğini öğrenince, Ârif Çelebi'nin büyüklüğünü bir kere daha anladılar.

HATÂ VE KUSÛR

Bir ara Ladik'de kuraklık oldu. Yağmur yağmadığı için otlar kurudu, ekinler mahsûl vermedi.Topraklar susuzluktan çatladı, hayvanlar yiyecek bir şey bulamadı. Ladikliler defâlarca yağmur duâsına çıktılarsa da, yağmur yağmadı. Sonunda Ulu Ârif Çelebi hazretlerine bir heyet göndererek, Ladik'e dâvet ettiler. Ladik'te büyük bir meydana toplanıp, durumlarını arz ettiler. Ârif Çelebi de; "Her şeyi yaratan Allahü teâlâdır. Kimbilir hangi hatâ ve kusûrlarımız sebebiyle bu durumlara düştük. Hepimizin tövbe ve istigfâr etmesi lâzım. İbâdetlerimizi doğru olarak yapıp, günahlardan şiddetle kaçınmalıyız. Haram yemeyip çocuklarımıza, helâli, haramı ve farzları öğretmeliyiz." buyurdu. Sonra halkın toplu olduğu meydandan uzak tenhâ bir yerde, ellerini açarak duâ etmeye başladı. Henüz duâsını bitirmemişti ki, gökyüzünde yağmur bulutları birikmeye başladı. Yavaş yavaş yağıyordu. Bu hâl, günlerce devâm etti. Her taraf suya kandı. Herkes Ârif Çelebi'ye duâ ettiler.

1) Menâkıb-ül-Ârifîn; c.2, s.819
2) Risâle-i Sipahsalar; s.150
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.153

29 Nisan 2017 Cumartesi

AZİZ MAHMUD HÜDAYİ EFENDİ TÜRBESİ..ÜSKÜDAR




Türbe, kendi ismiyle ünlü camiinin sol tarafındadır. Türbeye camlı bir bölümden girilir. Bu kısım 1918 tarihinde yaptırılmıştır. 1910 veya 1911 senesinde camiin minaresi, yıldırım düşmesi neticesinde türbenin kuyu olan orta sofası üzerine yıkılmış ve burasını harap etmişti. Beylerbeyi'ndeki Beyaz Yalı'nın sahibesi Hıdiv İsmail Paşa'nın kızı Prenses Fatma Hanım harap olan orta sofayı tamir ettirmiş ve bu arada da bu câmekânı yaptırmıştı. Zemini mermer döşeli câmekânın karşısında tonoz çatılı türbedar odası vardır. Burada duvara çakılmış bir demir halkaya bağlanan akıl hastaları telkin yoluyla tedavi edilirmiş. Odanın sol tarafında Aziz Mahmud Hüdâyî Efendi sebili bulunmaktadır. (Bu bahse bakınız.) Câmekândan bir kapı ile türbe sofasına geçilir. Kapının üzerinde bir satır halinde, dört mısralı mermer bir kitâbe vardır ki, şudur: Bu meşhed mecma'-ı ervâh-ı ecsâd-ı Hudâyî'dir Edeble gir azîzim türbe-i pâk-ı Hüdâyî'dir Dilâ tahsîl idem dirsen eğer zevk-i İlâhî'den Nasîbini alır elbet giren bâb-ı Hüdâyî'den Talik hat ile yazılan bu kitâbenin altında tarih yoktur. İzzî Mehmet Efendi Türbesi karşısındaki hazîrede medfun olan meşhur Şair Kâzım Paşa (öl. 1889) veya Şeyh Ruşen TevŞkî Efendi (öl. 1891) tarafından hazırlanmış olduğu sanılmaktadır. Bu kitâbenin altında, demir kapı üzerinde bir çerçeve içinde bir kitâbe daha vardır. Sülüs yazı ile yazılmış olan dört mısralı levha şudur: Hulûs-ı kalb ile Kâmil yüzün sür hâk-i pâyine Teeddüble niyâz eyle makâm-ı ârifânedir Cenâb-ı kutb-ı a'zamdır bu zât-ı mükerremdir Tarîk-i Celvetî pîri Aziz Mahmud Hüdâyî'dir Ketebe Necmeddin 1373 (1954) Bu şiir, Selimiyeli şair, Şeyh Reşid Üsküdarî tarafından şöylenmiştir. Melâmiyyü'l-meşreb bir kimse olan Reşid Efendi 1925 tarihlerinde vefat etmiştir. Levha, daha sonra ve 1941 tarihinde vefat eden Kısıklı Camii imamı Osman Efendi hattıyla yeniden yazılmıştır. Şimdi görülen yazı ise, türbedar Sayın Mustafa Düzgünman'ın isteği üzerine, amcası büyük üstad Necmeddin Okyay Beyefendi tarafından, 1954 senesinde yeniden yazılmıştır. Eski kitâbe türbe dahilinde mahfuzdur. Türbe sofasının sol tarafında bir kerevet, üzerinde divit ve hokka bulunan bir rahle, sağ tarafta yukarıda adı geçen sebil ve kuyusu vardır. Zarif bir bileziği olan kuyunun, çıkrığı ve bakır kovası mevcuttur. Burada ayrıca büyük bir saat ve onun yanında, içinde iki sandık dolusu hüccet ve raşar dolusu muhasebe defterleri bulunan küçük bir oda vardır. Ahşap beşik tavanını bir Venedik avizesi süslemektedir. Kuyu hakkında bir çok rivayetler vardır ki, halk bu söylentilere sadıkane inanmaktadır. Tatlı olmayan bir suyu bulunan kuyunun mukaddesliğine inanıldığı gibi, Zemzem Suyu'nun bir kolu olduğunu iddia edenler de vardır.














İ

ALİ RIZA EFENDİ TÜRBESi..sultantepe.üsküdar

Türbe, Sultantepe, Münir Ertegün Sokak (eski Servili Köşk Sokak) üzerinde ve Özbekler Tekkesi'nin sol tarafındaki mezarlığın önündedir. Karşısında, Cemile Sultan'dan sonra, Nuri Demirağ'a intikal eden koru bulunmaktadır. Cemile Sultan, Abdülmecit'in kızı, Mahmut Celâleddin Paşa'nın eşi olup 1915'te vefat etmiştir. Türbe, yığma taştan, ahşap çatılı olarak yapılmıştır. Arka ve sağ cephesinde birer hâcet penceresi vardır. İçinde bir ahşap sanduka bulunmaktadır. Halk arasında, Hacı Hoca Türbesi diye bilinmektedir. Oysa, Hacı Hoca Semerkandî Şeyh Abdullah Efendi'nin bu türbe ile bir alâkası yoktur. Abdullah Efendinin şâhidesi sağ taraftaki tekke duvarının yanındadır. Mermer söveli, demir kapısı üzerindeki büyük mermer kitâbeden öğrendiğimize göre türbede, onbeş yaşında vefat eden Ali Rıza Efendi gömülüdür. Ali Rıza Efendi'nin kim olduğu belli değildir.
ABDURRAHMAN GAZİ TÜRBESİ..samandıra ..ist

Türbe, Samandra Köyü'ndedir. Dört yol ağzı olan köy meydanında Yakacık, Kurtköy ve Sarıgazi taraşarından gelen yollar birleşmektedir. Türbeye dördüncü yoldan girilir. Bu yol, Yakacık yolunun karşısında olup sağ tarafta bir kasap dükkânı, sol tarafta ve set üzerinde ise, bir kahve vardır. Bu toprak yoldan, biraz ilerideki 'Dede Bayırı' adı ile anılan tepeye çıkılır. Tepenin eteklerinde ve yol kenarında kitâbesiz bir çoban çeşmesi vardır. Abdurrahman Gazi'nin türbesi bu tepe üzerindedir. Türbe yüksek bir yerde bulunduğundan Aydos ve Alemdağı taraşarını gören geniş ve güzel bir manzarası vardır. Açık türbenin etrafını alçak bir duvar ve demir parmaklık çevirmiştir. Üç taş basamakla türbeye girilir. Burada ulu ağaçların altında biri küçük diğeri büyük iki kabir vardır. Baş ve ayak taraşarına kısa, yuvarlak şâhideler dikilmiştir. Üzerlerinde ve türbenin diğer bir yerinde yazı ve tarih yoktur. Abdurrahman Gazi kabrinin baş tarafında zemini taş döşeli bir namazgâh mahalli vardır. Büyük bir fenerde daima mum yakılmaktadır. Köyün arkasındaki Büyükbakkalköy, Samandra ve Aydos mevkileri Orhan Gazi zamanında, Abdurrahman Gazi tarafından feth edildiğine göre, bu havali de, bu kahraman Türk kumandanı idaresindeki atlı birliklerce ele geçirilmiştir. Merdivenköy Tekkesi de bu sırada kurulmuştur. Bektâşî inancına göre bu harplerde şehit düşenler 40 erenlerdir ki, bunlardan biri Dâver Baba, diğeri Başıbüyük Köyü içinde Çiğdem Suyu Çemesi'nin karşısında son yıllarda kabir taşı kaybolmuş bulunan Ahmet Baba'dır. Hammer'e göre, Orhan Gazi'nin silâh arkadaşları bulunan Akçakoca, Konuralp, Abdurrahman Gazi, Kara Cebes, kuzeyde Karadeniz, güneyde İzmit Körfezi, batıda İstanbul Boğazı ile sınırlı yarımadaya girdiler, ancak Boğaziçi kıyılarında durdular... Boğaziçi kıyılarında ve birincisi Üsküdar'dan 4, ikincisi 3 fersah (45 km.) uzaklıkta bulunan Aydos ve Semendre (Samandra) kalelerine doğru ilerlediler. Dâver Baba ile Ahmet Baba, Abdurrahman Gazi kumandasındaki küçük ordunun sadece iki cengâveri idi.

ABACI DEDE TÜRBESİ..üsküdar..ist

Türbe, Toptaşı Camii'nin kuzey batı eteklerinde ve Abacı Dede Sokağı'nın Toptaşı Meydanı Sokağı ile birleştiği yerdedir. Dört duvarı kârgir, çatısı ahşap basit bir yapıdır. Halk tarafından yakın tarihlerde onarılmıştır. Kendi adı ile anılan sokağa bakan bir penceresi, yan tarafındaki çıkmaz sokağa açılan ahşap bir kapısı vardır. Hiç bir yerinde kitâbesi yoktur. Karşısında bir terkos musluğu ve yol aşırı yerde ve köşede ise bir bakkal bulunmaktadır. Sahibesi, türbenin bakımını üzerine almıştır. Türbeye bir basamakla inilmektedir. Abacı Dede'nin lâhdi sonradan yapılmış olup tuğladandır. Çimento ile sıvanmış bulunan bu lâhdin üzerinde ahşap bir sanduka ve onun üzerinde de bir pûşîde vardır. Çok temiz bir şekilde bakılan türbenin içindeki bu lâhdin baş tarafında Abacı Dede'nin ayrıca bir şâhidesi bulunmaktadır. Vaktiyle bu şâhide lâhdin üzerinde imiş. Dört köşe ince uzun şâhidenin üzerinde, tepesi düz ve geniş, alt kısmı dar, Selimî'yi andırır bir kavuk bulunmaktadır. Şâhide 1116 (1704-5) tarihlidir. Bu taşın önünde, Abacı Dede'nin annesi olduğuna inanılan, 1094 (1683) tarihli, Ümmühani Hatun'un kırık şâhidesi vardır. Abacı Dede'nin, Üsküdar'ın büyük şöhret sahibi, cezbeli dervişlerinden biri olduğu ve 1704 tarihindeki vefatı üzerine oturduğu mahal olan bu yere gömüldüğü söylenir. Yine bir halk rivayetine göre, Nevşehirli İbrahim Paşa (öl. 1730) ününü işittiği bu velinin üzerine sonradan bir türbe yaptırmıştır. Abacı Dede'nin, 'aba' adı verilen kalın, yünlü bir kumaştan elbise yapıp sattığı veya hayatı boyunca bir abası olduğu ve hatta "Bir abam var atarım / Nerde olsa yatarım" tekerlemesinin bu zat tarafından söylendiği bu semtin sakinlerince beyan edilmektedir. Abanın, yaradılışı icabı dervişâne, alçak gönüllülüğ ünü feda edemeyen kimseler tarafından giyildiği de bilinmektedir.