KARIŞIK

12 Mayıs 2017 Cuma

Üç Kardeşler Türbesi, Artova, Tokat

Üç Kardeşler Türbesi, Artova, Tokat
Artova’ya 6 km uzaklıktaki Sağlıca köyünde bulunmaktadır. Bu üç kardeşten birinin mezarı köyün Kurtalanı denilen mevkisinde, birisi Doldurmanın Başı denilen mevkide, birisi de köyün içinde köy ortasındadır.



Üç kardeşlerin hayatları ve geçmişleri hakkında kesin bir bilgi yoktur. Köye dışarıdan geldikleri tahmin edilmektedir. Köyde öldüklerinden her biri ayrı ayrı yerlere gömülmüştür. Adı sanı belli olmayan bu üç kardeşin yüzü suyu hürmetine, köyün doğal afetlerden korunduğuna inanılmaktadır. Hatta bir kişinin altın aramak maksadıyla bunlardan birinin mezarını kazdığı, bundan dolayı o kişinin köyde bulunan tarlasındaki mahsullerin dolu felaketiyle telef olduğu söylenir. Her türlü dilek için halk tarafından ziyaret edilir.

11 Mayıs 2017 Perşembe

Nalıncı Baba türbesi..bergama




Nalıncı Baba’nın asıl adı, Muhammed Mimi Efendi’dir. Bergamalıdır. 1592’de vefat etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü ve onu evine defnetti. Kabri üzerine bir kubbe, önüne bir çeşme koydurdu. Bir tekke ile adını yaşattı. Türbesi Unkapanı’nda, eski Cibali Tütün Fabrikası’nın arkasında, Haraçzade Camii karşısındadır.

Padişahın İşi Ne!
Murat Han (III. Murat) o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister, sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah.
- Hayır mı, şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
- Hazırlan dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri ve kararlı adımlarla Beyazıd’a çıkar, döner Vefa’ya. Zeyrek’ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarlarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatli bakınır. İşte tam o sıra, orta yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Sorarlar ‘Kimdir bu?’ Ahali ‘Aman hocam hiç bulaşma.’ derler, ‘Ayyaşın, meyhur’un biri işte!’
- Nereden biliyorsunuz?
Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz. Bir başkası tafsilata girer. ‘Biliyor musunuz?’ der, ‘Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar Çarşısı’nda çalışır, nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem nerede namlı mimli kadın varsa takar peşine.’ Hele yaşlının biri çok öfkelidir:
‘İsterseniz komşulara sorun.’ der, ‘Sorun bakalım, onu bir kere olsun cemaatte gören olmuş mu?’
Hasılı mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar mı ortada. Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah önünü keser.
- Nereye?
- Bilmem. Bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz. Öyle veya böyle tebaamızdır. Defnini tamamlasak gerek. 
- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
- Olmaz. Rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne ya
 Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim. Nasıl kaldırırız?
- Basbayağı kaldırırız işte.
- Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini...
- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasılhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz. Vefat eden sen olaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim Ayasofya’dan, Süleymaniye’den. En azından Fatih Camii’nden.
- Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii’ni iyi dedin. Haydi yüklenelim.
Ve gelirler camiye. Siyavuş Paşa sağa sola koşturur kefen, tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa. Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şakilere benzemez. Hem mânâlı bir tebessüm okunur dudaklarında.

Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin ona keza. Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır ‘Sultanım’ der, ‘Yanlış yapıyoruz galiba’.
- Nasıl yani?
- Heyecana kapıldık, cenazeyi sorup araştırmadan getirdik buraya, Kimbilir hanımı vardı belki, belki de yetimleri?
- Doğru. Öyle ya. Neyse, sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.
Vezir cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur, nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler, sanki bu vefatı bekler gibidir. ‘Hakkını helal et evladım.’ der, ‘Belli ki çok yorulmuşsun.’ Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar.
Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, belki hatıralara dalar. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından. ‘Biliyor musun oğlum?’ diye dertli dertli söylenir, ‘Bizim efendi bir âlemdi vesselâm. Akşamlara kadar nalın yapar, ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya.’
- Niye?
- Ümmet-i Muhammed içmesin, diye.
 Hayret.
-Sizin zamanınızı satın almadım mı?
Sonra malum kadınların ücretini öder eve getirirdi. ‘Ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım.’ derdi. ‘Öyleyse şimdi dinleseniz gerek...’ O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı İlmihal, Hüccet-ül İslâm okurdum.
- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki.
- Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. ‘Öyle bir imamın arkasında durmalı ki...’ derdi, ‘Tekbir alırken Kâbe’yi görmeli.’
- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi.
- İşte bu yüzden Nişanca’ya, Sofular’a uzanırdı ya. Hatta bir gün ‘Bakasın Efendi!’ dedim,
‘Sen böyle böyle yapıyorsun; ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada’.
- Doğru öyle ya?
- ‘Kimseye zahmetim olmasın!’ deyip mezarını kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. ‘İş mezarla bitiyor mu?’ dedim. ‘Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?’
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra ‘Allah büyüktür hatun.’ dedi, ‘Hem padişahın işi ne?’


KARAŞAŞ ANA..KAZAKİSTAN ..ÇİMKENT











Hoca Ahmet Yesevi hazretlerinin annesi olan Ayşe Hanım , halk arasında Karaşaş Ana olarak bilinir. Ahmet Yesevi hazretleri 1-2 yaşlarında iken vefat etmiştir.

Ulu Arif Çelebi..konya

Konya'nın büyük velîlerinden. Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî'nin torunu,
SultanVeled'in oğludur.
 İsmi, Celâleddîn Emîr Ârif olup, 1271 (H.670) senesinde doğdu. 1319 (H.719)
senesinde Konya'da vefât etti. Kabri oradadır. Küçük yaşta dedesi Mevlânâ
hazretlerinin teveccühlerine kavuştu. Babası Sultan Veled'den zâhirî ve bâtınî
ilimleri öğrendi. Babasının vefâtından sonra onun halîfesi, vekîli oldu.

Ârif Çelebi dünyâya gelince, dedesi Mevlânâ çok sevindi. Fakirlere sadakalar dağıttı,
 akîka kurbanları kesti, ziyâfetler verdi. Üç gün çok neşeli sohbetler yaptı. Böylece,
 Konya'da bir bayram havası yaşandı. Mevlânâ torununun doğumunun yedinci günü
 onu kucağına alıp, oğlu SultanVeled'e; "Oğlum! Bu torunumun ismi, Celâleddîn Emîr Ârif
 olsun. Celâleddîn diye hitâb etmez, Emîr Ârif diye çağırırsınız. Çünkü babam
Sultân-ül-ulemâ, bana ismim Muhammed olduğu hâlde,Celâleddîn diye hitâb ederdi.
Bu yavruda, yedi evliyânın nûrunu görüyorum. Bunlar; Sultân-ül-ulemâ, Seyyid Burhâneddîn,
 Şems-i Tebrîzî, Selâhaddîn Konevî, Hüsâmeddîn Çelebi, dedesi ve babasıdır. Bu sebeple,
 onun kadrini, kıymetini bilerek iyi yetiştirin." buyurdu.

Ârif Çelebi, yaşına girmeden, öyle gösterişli, öyle güzeldi ki, görenler hayran kalır, bakmağa
 doyamazlardı. Hattâ ona ikinci Yûsuf derlerdi.

Sultân Veled anlattı: "Oğlum Ârif Çelebi, küçük iken boynundan rahatsızlandı. Öyle ızdırab
çekiyordu ki, biz ölecek sandık. Tabîbler tedâvisinde âciz kaldılar. Ârif, hastalığın güçlüğünden
 hiç süt emmedi, su içemedi. Artık hayâtından endişeye düştük. Onun çektiği ızdıraptan
gözümüze uyku girmiyordu. Nihâyet onu, babamın huzûruna götürüp; "Muhterem
efendim! Bundan artık ümîdimiz kesildi. Herhâlde vefât etmek üzeredir." diyerek üzüntümü
rdim. Bu sözlerimi sükûnetle dinleyen pederim Mevlânâ hazretleri; "Evlâdım Sultan Veled!
Öyle şeyler söyleyip perişân olmayınız. Üzülmeyiniz. Zîrâ oğlumuz Celâleddîn Ârif, hemen
gitmek üzere gelmedi. Onun, benim size bir yâdigârım olarak dünyâda uzun yıllar
kalacağını, insanların hidâyete, doğru yola kavuşmasına vesîle olacağını ümîd ediyorum."
 diyerek, Ârif Çelebi'yi kucağına aldı. Hastalığa sebeb olan yerin üzerine enine ve boyuna
yedişer çizgi çizdi ve; "Aklı olana bu işâret yetişir." yazısını yazdı. Bir ânda çocuk gözlerini
açtı. Hemen annesine götürdüm, süt emzirdi. Kısa zamanda hastalıktan kurtuldu. Bu, babamın
 kerâmetinden başka bir şey değildi."

Babası SultanVeled anlattı: "Oğlum Ârif, babamın yanında ağladığı zaman, babam onu
 kucağına alır, mübârek parmağını ağzına uzatırdı. Çocuk iştah ile babamın parmağını
emerdi. Bâzan öyle kuvvetli çekerdi ki, parmağı koparacak sanırdık. Bu şekilde babamı
üzüyor düşüncesiyle, bir daha böyle yaparsa çekip alayım, diye içimden geçirmiştim.
Yine parmağını hızla çektiği bir gün, babam, benim dikkatle baktığımı görünce,
 düşündüklerimi anlayarak; "Ey Veled! Ârif benim de oğlum değil midir?" deyince,
ben de; "Siz, bizim sultânımızsınız. Bizler ise, sizin köleniziz." dedim. Bu sözüm
üzerine; "Bizi seven köle de, talebe de, hep oğlumuzdur." buyurarak, merhametinin
ne kadar çok ve herkes için geçerli olduğuna işâret buyurdular."

Ârif Çelebi'yi bâzan Mevlânâ yanına getirterek, ona teveccüh ederdi. Altı aylık olduğunda ona;
 "Allah de, yâ Celâleddîn!" diye söyler, o da herkesin kolaylıkla anlayacağı bir şekilde üç defâ;
"Allah, Allah, Allah!" derdi. Bu sözleri büyük bir zevk ile dinleyen Mevlânâ hazretleri, onun
 ileride büyük bir velî olacağını söylerdi.

Ârif Çelebi'nin vâlidesi Fâtıma hâtun anlattı: "Kayınpederimin vefâtından sonra,
 onun ayrılık
 acısının şiddetinden, üç gün üç gece, Ârif'ime süt vermek aklıma gelmedi. O dahî hiç
ağlamadan
 bekleyip, açlığını hatırlatacak bir harekette bulunmadı. Fakat, üç gündür hiç
 yemeyip içmediği için, iyice zayıflamıştı. O gece bir mikdâr uyumuştum.
Rüyâmda Mevlânâ hazretlerini gördüm. Buyurdu ki: "Ey Fâtıma! Benim
ayrılığım sebebiyle üzülüyorsanız, üzülmeyiniz. Zîrâ, bende bulunan bütün
kemâlâtı ve feyzleri, oğlum Ârif'e aktardım. Beni arayan Ârif'imde bulur.
Şâyet sen de beni istersen, Ârif'de bulursun ve nûrumu onda müşâhede
edersin. Onun yetişmesiyle alâkalı her şeyi, mânevî olarak üzerime aldım."
 Bu rüyânın tesiriyle hemen uyandım. Ârif Çelebi'yi üç gündür hiç
doyurmadığım aklıma geldi. Artık göğsümden sütler akıyordu.
Emîr Ârif'in yüzünü açtığımda, bana doğru tebessüm ettiğini gördüm.
Kucağıma alıp doyururken, cemâli dikkatimi çekti. O güzel yüzündeMevlânâ'nın
 mübârek nûrunu gördüm. Öyle heyecanlandım ki, bakmaya tâkat getiremedim. Elimde 
olmıyarak bağırmışım. Bağırdığımı, bana sonradan efendim haber verdi."

Fâtıma Hâtun, Ârif Çelebi'ye çok hürmet, izzet ve ikrâmda bulunurdu. Her
 zaman onun hâtırını hoş tutardı. Bir gün misâfir hanımların yanında çocuğuna
aynı hürmeti gösterince, onlar; "Ey Fâtıma! İnsan hiç evlâdına bu kadar hürmet
eder mi? Nitekim Ârif daha çocuktur." dediler. Bu sözlere karşı Fâtıma Hâtun;
"Bizim bu tâzim ve hürmetimiz, Ârif için az bile. Onu bize Mevlânâ hazretleri
emânet etti ve Ârif'e hürmet ve isteklerine riâyet etmemizi, son derece
ikrâmlarda bulunmamızı emretti. Ârif'im ağladığı zaman, kayınpederim
parmağını ağzına koyar, büyüdüğünde zamânındaki evliyânın bir tânesi
olacağını söylerdi." diye konuşunca, oradaki kadınlar söylediklerine pişmân olup,
özür dilediler.

Ârif Çelebi'nin Kur'ân-ı kerîm hocası anlattı: "Sultan Veled, oğlu Ârif'e son 
derece hürmet ve tâzimde bulunurdu. Onu hiç incitmez, bütün arzularını
 yerine getirirdi. Ârif Çelebi ne zaman babasının meclisine gelse, babası
 hemen ayağa kalkıp, mihrâbdaki yerini ona verirdi. Bir gün haddi aşarak: "
Efendim! Ârif Çelebi daha küçüktür. Küçük bir çocuğa bu kadar iltifât 
etmeniz, tevâzu göstermeniz uygun mudur?" diye sordum. Sultan Veled,
 bu sözlerimi sükûnetle dinledikten sonra buyurdu ki: "Oğluma olan tevâzu 
ve hürmetim, babam Mevlânâ hazretlerinedir. Ârif'in yürüyüşü, yerinde 
hareketleri, sükûnetleri, oturup dinlenmeleri, ahlâkı, hâlleri hep babama
 benzemektedir. Elimde olmayarak ona tâzimde bulunuyorum. Babamın 
sağlığında o, süt emen çocuktu. Şâyet büyük olsaydı, bu hareketleri babamdan
 görüp öğrendi derdik. Görüldüğü gibi, onun hâl ve hareketleri, babamın 
tasarrufları ile olduğu meydandadır. Onu görünce, babam hatırıma geliyor. 
İşte ona olan hürmetimin sebebi budur."

Sultan Veled'in kerîmesi (kızı) anlattı: "Bir gün babam ile oturuyorduk. 
Bir ara babamın hizmeti için kardeşim Ârif Çelebi içeri girdi. Fakat içerde
fazla durmayıp, dışarı çıktı. O gidince, babam Sultan Veled buyurdu ki: 
"Sübhânallah! Babam Mevlânâ hazretlerinin hizmetlerinde çok bulundum.
 Bana, babamın bütün talebelerinin ve diğer kimselerin mânevî makamları
 gösterildi. Emîr Ârif'in makâmı gibi hiçbir makâma rastlamadım. Onun
makâmının yüksekliğini anlamaktan âciz ve hayran kaldık. Onu gördüğüm 
zaman, kendimde bir başkalık, hâlimde bir değişiklik hissediyorum. Onun 
gibi bir velîye daha rastlamadım. Cenâb-ı Hak nazardan saklasın! 
Vâlidem Fâtıma hâtun söze karışarak; "Mâdem ki, Ârif'in mertebesi bu kadar 
yüksektir, niçin talebelerinizden, dostlarınızdan gizli tutup söylemiyorsunuz?"
 dedi.Babam da; "Hased edip, nazarı değen kötü gözlü kimselerin çıkmasından 
korkuyorum." diye cevap verdi.

Sultan Veled, bir gün oğlu Ârif Çelebi'ye; "Evlâdım! Sen her nereye baksan, 
Mevlânâ'yı görür, Mevlânâ'dan bahsedersin. Küçük aklınla mârifetlerden, 
Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarına âit ince bilgilerden anlatırsın. Sen
 Mevlânâ'nın hâllerini ve makamlarını ve bu mârifetlerini nereden 
biliyorsun da, bize hiç tenezzül etmiyorsun?" diye sordu. Ârif Çelebi de: 
"Efendim! Ben o yüce zâtı, mânevî âlemde gördüm. O da bu fakîri gördü 
ve kendi kemâlâtını görebilecek gözün bağışlanmasına vesîle oldu." diye cevap verdi.

Lala Fahreddîn anlattı: "Arada sırada Ârif Çelebi'yi kucağıma alıp, Hüsâmeddîn
 Çelebi hazretlerinin evine giderdim. Hüsâmeddîn Çelebi, bizi hep kapıda karşılar,
 Ârif'i kucağına alarak odaya kadar götürürdü. Ona her türlü yiyeceklerden, 
nefis şerbetlerden ziyâfet çekerdi. Daha önceden alıp hazır ettiği güzel elbiseleri,
 kendi eliyle giydirirdi. Gideceğimiz zaman da, onu omuzuna alıp eve kadar götürür 
ve; "Ah! Mümkün olsaydı da Ârif Çelebi'nin lalası olup hizmetiyle
 şereflenebilseydim. Zîrâ, onun nûrunun doğu ile batıyı kuşatacağını ve âleme ışık
 salacağını, makâmının çok yüce olacağını hocam Mevlânâ hazretleri haber
 verdiler. Ne mutlu o kimselere ki, Ârif Çelebi'nin hizmetiyle şereflenip, sevgilisi 
oluyorlar." diyerek, hasretini dile getirirdi."

Sultan Veled anlattı: "Ârif Çelebi, beş yaşlarında idi. Bir gün, başı iple bağlı bir 
öküzün yularından tutmuş götürüyordu. Onu o hâlde görünce; "Ey Ârif, bu öküz 
de nedir? Onu nereye götürüyorsun?" dedim. Cevâbında; "Bu yular, filân beyin başına 
takılan yulardır.Çünkü Mevlânâ dergâhına dil uzatmaktadır." dedi. Çocuğun bu hâline
 güldüm, fakat üç gün sonra duyduk ki, o beyin evini yağma edip, başını kesmişler.

Ârif, yine bir gün toprakla oynuyordu. Bir müddet onu seyrettim. Toprağı mezar gibi 
balık sırtı yapıp, başlarına taş dikti. Ona; "Ârif bu nedir?" diye sordum. Cevâbında;
 "Bu, falanın kabridir." dedi. O gün, dediği gibi o kimse vefât etti.

Ârif Çelebi on iki yaşlarında idi. Birgün medresede dolaşırken, cübbesini yere serip; 
"Buyurun, cenâze namazını kılalım." dedi. Ben yine hayretle; "Bu kimin cenâzesidir?"
 diye sorduğumda; "Üstâdımız Hüsâmeddîn Çelebi'nin cenâzesidir!" dedi. O gün, 
Hüsâmeddîn Çelebi'nin bağda hastalandığı haberi geldi. Birkaç gün sonra da vefât etti.

Kendi yaşlarında bir çocuk, bize bir tas içinde keşkek yemeği getirmişti. Ârif Çelebi, 
verilen keşkeği oturup Besmele ile yemeğe başladı. Çocuk da başında bekliyor,
 onu seyrediyordu. Küçük tas içindeki keşkeği bitirip ağzını kapattı, boş tası, bekleyen 
çocuğa verdi ve; "Tasın kapağını aç da bir bak bakalım ne göreceksin?" dedi.
 Çocuk kapağı açınca, içinin keşkekle dolu olduğunu hayretle gördü. Artık
 o çocuk, Ârif'ten hiç ayrılmaz oldu. Büyüyünce de, en sâdık talebeleri arasına girdi."

Ârif Çelebi, küçük yaştan îtibâren Kur'ân-ı kerîm, hadîs, tefsîr, fıkıh ilimlerini
 öğrenmeye, tasavvufda yükselmeye başladı. Kısa zamanda zâhirî ve bâtınî
 ilimlerde söz sâhibi olacak şekilde yetişti. Çok zekî, pek edebli idi. Her
 hâliyle Mevlânâ'ya benzerdi. Geceleri sabahlara kadar ibâdet eder, 
boş yere hiç vakit geçirmezdi. Devamlı ilim öğrenmeye ve insanlara 
faydalı olmağa gayret ederdi. Çok heybetli idi. Görenlerde, korku ile
 karışık bir saygı hâsıl olurdu. Yanına beyler, emîrler, makâmı yüksek 
kimseler, âlimler, velîler gelir, sükût ederek onu dinlerlerdi. Herkesin 
mertebelerine göre konuşur, sözlerinin herkes tarafından 
anlaşılmasını sağlardı. Kimsenin kabahatini yüzüne vurmaz, 
sohbetlerinde ortaya konuşurdu. Mânevî derecesine göre herkes 
hissesini alırdı. Başkalarının kalblerindeki gizli bilgileri, sormak 
istedikleri suâlleri anladığını belli etmez, dolaylı yollardan suâllerin
 cevaplarını verirdi. İslâmiyeti yaymak, Ehl-i sünnet îtikâdını her
 tarafa duyurmak için çeşitli memleketlere gitti. Doğu Anadolu'yu, İran'ı, Âzerbaycan'ı gezdi. Her gittiği yerde İslâmiyetin güzelliğini, büyüklüğünü anlatıp, doğru ibâdet etmenin, ihlâslı olmanın, her işi Allah rızâsı için yapmanın ehemmiyetini îzâh ederdi. Geçtiği şehirlerdeki âlimler, onun sohbetlerine hayran kalırlar, ayrılırken şehir dışına kadar çıkarak, onu teşyî ederlerdi.

Bir defâsında Tebrîz'e gitmek üzere yola çıktı. Yolda, Selçuklu sultânının vâlilerinden birinin oğlu olanTeoman Beyle karşılaştı. Teoman Bey, görünüşü insana huzur veren nûr yüzlü bu kimseye yakınlık göstererek, kim olduğunu ve nereye gittiğini sordu. O da, Mevlânâ hazretlerinin torunu olduğunu ve Tebrîz'e gittiğini söyleyince, Teoman Bey çok sevindi ve kendisinin de Tebrîz'e gittiğini bildirdi. Kabûl ederse berâber gidebileceklerini ve kendisine yol boyunca hizmet etmekle şereflenmek istediğini de ayrıca bildirdi.

Ârif Çelebi'nin, sohbet ederek giderlerken, TeomanBeyin elinde bulunan doğana gözü takıldı.Teoman Beyden doğanı istedi. O da kafesten çıkarıp teslim etti. Ârif Çelebi, doğanın ayaklarını çözüp salıverdi. Hürriyete kavuşan doğan uçup gözden kayboldu. TeomanBey, şaşırmış bir hâlde doğanın arkasından bakakaldı. Bir müddet Mevlânâ hazretlerinin torunu olan Ârif Çelebi'ye ses çıkaramadıysa da, dayanamıyarak konuşmaya başladı: "Efendim! Bu doğan öyle bir doğan idi ki, ava gönderip de eli boş döndüğü hiç olmamıştı. Böyle bir doğanı bulmak ve ele geçirmek için neler çektim, ne masraflar yaptım. Bu doğanın misli yok idi. Sonra bunu, Tebrîz'de bulunan pâdişâh Gâzan Hâna hediye edecektim. Kimbilir bana ne kadar çok bahşişler verecekti. Üstelik, bir adamımla, ona bir doğan getireceğimi de bildirmiştim. Şimdi ben ne cevap vereceğim?" gibi teessürünü bildiren birçok sözler sarfetti. Sanki bu sözleri bekliyormuş gibi sükûnetle dinleyen Ârif Çelebi hazretleri, tebessüm ederek buyurdular ki: "Ey Teoman Bey! Bir doğan için insan bu kadar üzülür mü? Asıl üzülünecek hâl, Allahü teâlâya karşı yaptığımız hatâ ve kusûrlar, işlediğimiz günahlar ve isyânlardır. Mâdem ki, doğanın için bu kadar üzülüyorsun, çağıralım gelsin ister misin?" Teoman Bey; "Muhterem efendim! Eğer bu doğan tekrar elimize gelirse, ziyâdesiyle sevinirim. Ne kadar malım varsa, hepsini vermeye hazırım. Beni yeniden hayata kavuşturmuş gibi olursunuz" dedi. Bunun üzerine Ârif Çelebi; "Ey kıymetli doğan! Dedem Mevlânâ hazretlerinin hatırı için buraya gel!" diye seslendi. Bir ânda, kaybolan doğan, yükseklerden süzülerek Ârif Çelebi'nin omuzuna konuverdi. Omuzundan kuşu alıp Teoman Beye verince, Teoman Bey ne yapacağını şaşırdı. Ârif Çelebi'nin eline sarılıp öpmeye başladı. Orada, üzerinde bulunan iki bin altını ve yedeğinde bulunan en güzel atı, Ârif Çelebi'ye hediye etti. Teoman Bey, bu kerâmeti görünce, Ârif Çelebi'ye karşı muhabbeti pek ziyâdeleşti.

Uzun yolculuklardan sonra Tebrîz'e vardılar. Teoman Bey, Gâzan Hâna doğanı hediye edince, sultan, doğanı çok beğendi; otuz iyi cins at ve altmış bin altın ihsânda bulundu. Teoman bey bir fırsatını bulup, yolda geçen hâdiseyi Gâzan Hâna anlattı. Ârif Çelebi'nin İslâmiyete olan bağlılığını, geçtikleri şehirlerde insanlara emr-i mârûf yapmak, dîn-i İslâmı yaymak için nasıl çırpındığını uzun uzun îzâh etti. Gâzan Hân, Ârif Çelebi'yi hiç görmediği hâlde, ona karşı kalbinde büyük bir muhabbet hâsıl oldu. Onu görmekle şereflenmek, sohbetiyle bereketlenmek için, çok sevdiği âlimlerden birkaçını onu dâvet etmek için vazifelendirdi. Ârif Çelebi de, bu nâzik dâvete karşılık verdi. Tebrîzli birçok âlimin ve velîlerin de bulunduğu dâvette, kalblere şifâ olan çok kıymetli sohbetlerde bulundu. Başta sultan olmak üzere, orada bulunanlar, bilgisinin derinliğine, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit mârifetlerinin üstünlüğüne hayran kaldılar. Ârif Çelebi'ye olan sevgileri, kat kat arttı. Oradan Konya'ya döndü.

Ârif Çelebi, bir gün dedesi Mevlânâ hazretlerinin türbesini ziyâret ederken, Emîr Hayran isminde bir velî yanına geldi. Onunla uzun uzun sohbet ettiler. Sohbet esnâsında, Emîr Hayran kalbinden; "Ârif Çelebi keşke sarığını bana verse de, bereketlensem." diye geçirdi. O ânda Ârif Çelebi, başından sarığını çıkararak, Emîr Hayran'ın başına koydu. Sonra da; "İnşâallah önümüzdeki bayramda yine buluşur, sohbet ederiz." dedi. Hakîkaten, bayramda yine buluşup sohbet ettiler.

Ârif Çelebi hazretleri, bir defâsında Sivas'a gitmişlerdi. Orada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi çok seven Ahî Muhammed isminde biri vardı. Ahî Muhammed, o günlerde çok hasta olmasına rağmen, Ârif Çelebi'nin geldiğini işitince, başta Ârif Çelebi'yi ve Sivas'ın ileri gelen âlimlerini, velîlerini yemeğe dâvet etti. Yemekten sonra Ârif Çelebi, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildiren, Cennet'i, Cehennem'i ve evliyânın hâllerini anlatan bir sohbete başladı. Sohbet esnâsında Ahî Muhammed kalbinden; "Âh, Ârif Çelebi hazretleri duâ etseler de, benim de hastalığım iyi olsa, şifâ bulsam." diye geçirdi. O ânda Ârif Çelebi, Ahî Muhammed'e dönerek; "Ey Ahî Muhammed! Merâk etme.Cenâb-ı Hak her şeye kâdirdir. Hastalığı veren de, şifâsını yaratan da O'dur. Allahü teâlâ sana şifâlar ihsân eylesin!" buyurdu. Bu sözlerden sonra, Ahî Muhammed vücûdunda bir değişme hissetti. Ağrıyan yerlerinin sızısı durdu ve Ârif Çelebi'nin duâsı bereketiyle şifâ buldu.

Ladik şehrinde, Kâdı Necmeddîn isminde biri vardı. Mevlânâ'yı çok sevdiğini ve onun yolunda olduğunu söylerdi. Hattâ Ladik şehrinde, Mevlânâ'nın halîfesi bile oldu. Fakat, kendisinden ders almak için gelen talebelerin çokluğundan gurûra ve kibre kapıldı. Ârif Çelebi Ladik'e geldiğinde, Kâdı Necmeddîn, "Mevlânâ'nın talebelerinden olup da ziyâfet vermedi demesinler." diye onu dâvet etti. Yemekten sonra Ârif Çelebi, orada bulunanlarla sohbet etmeye başladı. Kâdı Necmeddîn ve ona uyan birkaç kimse, gizlice dışarı çıkıp, Ârif Çelebi'nin yaptığı sohbet ile aralarında alay etmeye başladılar. Onun hakkında dedikodu yaparak, lâyık olmayan hareketlerde bulundular. Bunları yaparken, Ârif Çelebi'nin, bu durumdan habersiz olduğunu sandılar. Bir ara içeri girdiklerinde, Ârif Çelebi onlara dikkatle baktı. Bu bakış ile, herbirinin başlarına bir ağrı saplandı. Öyle ki, Ârif Çelebi'ye olan düşmanlıkları çoğaldıkça, ağrıları da fazlalaşıyor, kinleri azaldıkça ağrıları da azalıyordu. Ağrıları öyle dayanılmaz hâle geldi ki, ne yapacaklarını şaşırdılar. Sonunda, "Allahü teâlânın evliyâsına olan düşmanlığın, kendi zararlarına olacağını" anladılar. Kalblerindeki kin ve düşmanlığı muhabbete çevirmek mecburiyetinde kaldıkları ân, başlarındaki ağrı geçti. Ârif Çelebi'yi çok severek hastalıktan kurtuldukları gibi, onun iltifâtlarına da kavuştular.

Emîr Bey Abgiri anlattı: "Kardeşim Mecdüddîn ve Ahî Muzafferuddîn ile anlaşıp, kimyâ ilmini öğrenmeye karar verdik. Bu anlaşmamızı da kimseye söylemeyeceğimize söz verdik. Birgün bu arkadaşlarımla Konya'ya geldik. Önce Mevlânâ hazretlerini ziyâret etmeye gittik. Biz türbenin kenarında dururken, içeriden Ârif Çelebi çıkıp yanımıza geldi. Hepimize dikkatle baktığında, onun heybetinden aklımız gidecek sandık. SonraAhî Muzafferüddîn'in yakasından tutarak; "Ey Muzaffer! Eğer kimyâ ilminde başarılı olmak istiyorsan, zirâat ile meşgûl ol. Eğer kimyâ ilmini istersen, Mevlânâ hazretlerinin ve cenâb-ı Hakkın evliyâsının muhabbetini kazan." buyurdu ve tekrar içeri girdi. Hepimiz şaşırmıştık. Muzafferuddîn söz dinledi, zirâat işleriyle meşgûl oldu. Kısa zamanda servet sâhibi oldu. Bizler de başka işler bularak, o düşündüğümüzden vazgeçtik."

Ârif Çelebi'yi sevenlerden biri anlattı: "Bir kurban bayramı arefesi idi. Sultâniye şehrinde bir medresede, o gün kuşluk vakti, Ârif Çelebi hazretleri kaylûle yaparak istirahat ediyordu. Bir ara uykusunun arasında; "Yapmayınız!" diyerek doğruldu ve tekrar uyudu. Bir müddet sonra uyandığında; "Efendim uykunuz arasında doğrulup, "Yapmayınız!" diye konuştunuz. Acabâ hikmeti nedir?" diye sordular. Cevâbında; "Konya'da bulunan talebelerimizden Nâsıruddîn ile Şücâeddîn, babamın türbesi yakınında münâkaşa ediyorlardı. Onları, münâkaşa ederek birbirlerinin kalblerini kırmamaları için îkâz ettim. Ben onlara böyle söylerken, yanlarından geçmekte olan iki erkek ile bir kadın da beni orada gördüler." buyurdu. Konya'ya geldiğimizde, Nâsıruddîn'e; "Siz arefe günü ne yaptınız?" diye sorduk. O da; "Şücâeddîn bana uygun olmayan bir söz söyledi. Onu bu sözden men edince, aramızda bir münâkaşa başladı. O sırada hocamız Ârif Çelebi hazretlerinin yanımıza gelip bize; "Yapmayınız!" sözü ile münâkaşayı kestik ve utanıp barıştık." dedi. Bu hâdise olurken yanlarından geçen erkekler ve kadın ise; "Biz, Ârif Çelebi'yi orada hem gördük, hem de sesini işittik." dediler.

Ârif Çelebi'yi sevenlerden Kerîmüddîn anlattı: "Ârif Çelebi, bir gün kaleye gitmek istedi. Hemen kale muhâfızına haber verdik. Muhâfız ve yardımcıları hazırlanıp, Ârif Çelebi'yi hürmetle karşıladılar. Ârif Çelebi uygun bir yerde oturup sohbet etmeye başladılar. Sohbet esnâsında, kale muhâfızı kalbinden; "Ârif Çelebi hazretlerine ne ikrâm etsem ki, bostan tarlasına kavunları da yeni ekmiştim. Keşke daha önce ekseydim, şimdiye kadar biter, olgunlaşırdı." gibi şeyler geçirdi. Bu sırada Ârif Çelebi, muhâfıza dönerek; "Bize kavun ikrâm etmeyecek misiniz? dedi. Muhâfız da; "Efendim! Ben de şimdi bunu düşünüyordum. Fakat kavunun çekirdeklerini yeni ekmiştim, daha çıkmamıştır bile" dedi. Ârif Çelebi ise tekrar; "Siz gidiniz, misâfirlerinize kavun ikrâm ediniz." buyurunca, muhâfız; "Bunda bir hikmet olsa gerektir." diyerek bostana girdi. Kavunların ekildiği yere varınca, hayretinden aklı gidecek gibi oldu. Yeni diktiği çekirdekler, yetişmiş, kavunlar meydana gelmiş ve olgunlaşmıştı. Hemen en olgunlarından birkaç tâne alıp götürdü. Kesip, ikrâm etti. Bu hâdiseye, orada bulunanlar da hayret etti. Kale muhâfızı Emîr Necmeddîn kalbinden; "Acabâ şimdi Ârif Çelebi'nin bu kerâmeti gibi kerâmet gösterebilen var mıdır?" diye düşünüyordu. Ârif Çelebi, bu kerâmetini görüp hayret edenlere karşı da; "Allahü teâlâ, hazret-i Meryem için kuru hurma ağacından tâze hurma yarattı. Cenâb-ı Hakk'a, bir dostunun hâtırı için birkaç kavun yaratmak zor değildir. Bunda hayret edecek bir şey yoktur." buyurdu. Sohbet bittikten sonra, Ârif Çelebi evine döndü. Orada olanlar, muhâfızla birlikte bostana gittiler. Bostana geldiklerinde, tohumların daha yeni çimlenmekte olduğunu ve yaprakların çıkmaya başladığını gördüler. Hepsinin de Ârif Çelebi'ye olan bağlılıkları arttı. Ona kalblerinde daha çok muhabbet beslediler."

Ârif Çelebi, Konya'nınAkşehir kazâsına dostlarını ziyârete gitmişti. Akşehir'de her gün sohbetler ederek, birkaç gün geçirmişti. Şehrin hâkimi olan İzzeddîn ismindeki kimse düşündü ki; "Akşehir'in yedisinden yetmişine herkes, Ârif Çelebi'ye pek fazla muhabbet besliyorlar. Ola ki tarafımdan, onun hoşuna gitmeyen bir hareket meydana gelir de kalbi kırılır. Bu durum ise bizim mahvolmamız demektir. En iyisi, Ârif Çelebi'yi uygun bir şekilde Konya'ya göndermek lâzım." Hâkim İzzeddîn, bu düşünce ile evinden çıktı. Atına binmiş giderken, yolda Ârif Çelebi'ye rastladı. İzzeddîn daha bir şey söylemeden, Ârif Çelebi; "Ey İzzeddîn! Bâzı dostlarımız bizi Akşehir'den göndermek isterler. Sanırım ki, biz daha buradan ayrılmadan, onlar tekrar yalvarıp yakararak kalmamızı isterler. Fakat artık iş işten geçmiştir. Onların tekliflerini red ederiz. Bir daha da Akşehir'e gelmeyiz ve ebedî olarak pişmân olurlar." dedi. Bunları ter dökerek dinleyen Hâkim İzzeddîn, atından aşağı atladı ve Ârif Çelebi'nin ellerini öpmek için sarıldı, suçunu îtirâf etti. Bundan sonra, Ârif Çelebi'yi en çok sevenlerden ve ona en bağlı talebelerinden oldu.

Ladik şehrinde Nâzıroğlu isminde bir Emîrzâde vardı. Şehrin ileri gelenlerinden bâzıları Emîrzâdeye; "Hepimiz Ârif Çelebi'ye talebe olmakla şereflendik. Allahü teâlânın velî kullarına talebe olmak bulunmaz nîmettir. Onlar ki, vefât ânında şeytânı kovalarlar, âhirette şefâat edip kurtarırlar. Gel sen de onun talebesi ol ve kurtul!" dediler. Emîrzâde de; "Elbet ben de talebesi olmak isterim. Fakat bir şartım var, o da; bana duâ edip, cenâb-ı Hak bir çocuk ihsân ederse, talebe olurum. Yoksa talebesi olmam." dedi. Ertesi gün Emîrzâde, sabahın erken saatlerinde hamama gitmek için evinden çıktı.Yol üzerinde durmakta olan birini gördü. Yanına yaklaşırken; "Acabâ bu saatte yol üzerinde bekleyen kimdir? Yoksa sarhoş falan mıdır?" diye düşünüyordu. Yanına geldiğinde, o kimsenin Ârif Çelebi hazretleri olduğunu görünce şaşırdı, öyle düşündüğüne pişmân oldu ve ellerini öpmek için eğildi. Ârif Çelebi ise; "Düşüncelerinde yanılıyorsun Emîrzâde! Ben sarhoş değilim. Bu erken saatte burada olmamın sebebi ise, senin kurtuluşuna vesîle olmak içindir. Al bu gül demetini evine git!Allahü teâlâ sana hayırlı evlât ihsân eylesin." buyurdu. Emîrzâde, ÂrifÇelebi'nin ellerini öptükten sonra, gül demetini alarak evine gitti. Bir sene kadar sonra bir erkek evlâdı oldu.Emîrzâde de Ârif Çelebi hazretlerine gelerek, hizmetiyle şereflendi ve onun en kıymetli talebelerinden, keşif ve kerâmet sâhibi bir kimse oldu.

Ârif Çelebi, 1319 (H.719) senesinde, Aksaray ilçesine dostlarını ve talebelerini ziyârete gitti. Bir gece rüyâsında, peşpeşe aralıksız birkaç defâ âh ederek, bir müddet ağladı. Orada bulunan dostları, bunu öğrendiler ve kendisine, ağlamasının hikmetini sordular. O da; "Rüyâmda bir köşkte oturmuş, penceresinden güzel bir bahçeyi seyrediyordum. O bahçenin güzelliğini anlatmak mümkün değildir. Zîrâ onu anlatacak diller ve yazacak kalemler âciz kalır. Bahçeyi seyrederken, orada dedem Mevlânâ hazretlerini gördüm. Bana mübârek eliyle işâret ederek; "Ey Ârif! Gel, bundan sonra bize gel. Artık orada kalman yeter!" dedi ve gözden kayboldu. İşte, dedeme olan hasretim sebebiyle ağladım. Her geçen gün âhirete gitme arzum çoğalmaktadır." dedi. Sonra Konya'ya dönmek için yola çıktı. Konya'ya geldiğinden iki gün sonra, Cumâ idi. Güneş doğduktan sonra dışarı çıkıp, güneşe doğru döndü ve bâzı sözler söyleyip kasîdeler okudu. Sonra talebelerine dönerek; "Kardeşlerim! Artık gitme zamânım yaklaştı. Zîrâ her nefeste sesler geliyor. Sizlere vedâ ediyor, Allahü teâlâya emânet ediyorum." buyurdu. Evine girip yatağına yattı. Bir hafta hasta yattıktan sonra, ertesi Cumâ günü kalktılar. Şu ânda medfun bulunduğu yere gelip, orayı işâret ederek; "Beni buraya defnediniz." buyurarak vasiyet etti. Tekrar istirahata çekilerek, günlerce hasta yattı. Hastalığının yirmi beşinci gecesinde zelzele oldu. Bâzı binâlar yıkıldı. İki gün sonra da, Salı günü ikindi vaktine yakın, "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah" diyerek son nefesini verdi ve sevdiklerine kavuştu.

ER KİŞİ NİYETİNE

Ârif Çelebi, bir gün dedesi Mevlânâ'nın türbesini ziyâret ettikten sonra, talebe ve dostlarıyla birlikte orada cenâze namazı kılınan musallâ taşının yanına geldiler. Ârif, cübbesini çıkararak musallâ taşının üzerine koydu. "Gâib er kişi niyetine, cenâze namazına buyurun!" diyerek, cenâze namazı kıldırdı. Sonra da; "Dostlarım! Gâzan Hân vefât etti. Onun cenâze namazını kıldık." dedi. Dostları ve talebeleri, o târihi bir yere kaydettiler. Tebrîz'den gelen tüccarlara sordular. Onlardan, Gâzan Hânın kaydettikleri târihte vefât ettiğini öğrenince, Ârif Çelebi'nin büyüklüğünü bir kere daha anladılar.

HATÂ VE KUSÛR

Bir ara Ladik'de kuraklık oldu. Yağmur yağmadığı için otlar kurudu, ekinler mahsûl vermedi.Topraklar susuzluktan çatladı, hayvanlar yiyecek bir şey bulamadı. Ladikliler defâlarca yağmur duâsına çıktılarsa da, yağmur yağmadı. Sonunda Ulu Ârif Çelebi hazretlerine bir heyet göndererek, Ladik'e dâvet ettiler. Ladik'te büyük bir meydana toplanıp, durumlarını arz ettiler. Ârif Çelebi de; "Her şeyi yaratan Allahü teâlâdır. Kimbilir hangi hatâ ve kusûrlarımız sebebiyle bu durumlara düştük. Hepimizin tövbe ve istigfâr etmesi lâzım. İbâdetlerimizi doğru olarak yapıp, günahlardan şiddetle kaçınmalıyız. Haram yemeyip çocuklarımıza, helâli, haramı ve farzları öğretmeliyiz." buyurdu. Sonra halkın toplu olduğu meydandan uzak tenhâ bir yerde, ellerini açarak duâ etmeye başladı. Henüz duâsını bitirmemişti ki, gökyüzünde yağmur bulutları birikmeye başladı. Yavaş yavaş yağıyordu. Bu hâl, günlerce devâm etti. Her taraf suya kandı. Herkes Ârif Çelebi'ye duâ ettiler.

1) Menâkıb-ül-Ârifîn; c.2, s.819
2) Risâle-i Sipahsalar; s.150
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.153

29 Nisan 2017 Cumartesi

AZİZ MAHMUD HÜDAYİ EFENDİ TÜRBESİ..ÜSKÜDAR




Türbe, kendi ismiyle ünlü camiinin sol tarafındadır. Türbeye camlı bir bölümden girilir. Bu kısım 1918 tarihinde yaptırılmıştır. 1910 veya 1911 senesinde camiin minaresi, yıldırım düşmesi neticesinde türbenin kuyu olan orta sofası üzerine yıkılmış ve burasını harap etmişti. Beylerbeyi'ndeki Beyaz Yalı'nın sahibesi Hıdiv İsmail Paşa'nın kızı Prenses Fatma Hanım harap olan orta sofayı tamir ettirmiş ve bu arada da bu câmekânı yaptırmıştı. Zemini mermer döşeli câmekânın karşısında tonoz çatılı türbedar odası vardır. Burada duvara çakılmış bir demir halkaya bağlanan akıl hastaları telkin yoluyla tedavi edilirmiş. Odanın sol tarafında Aziz Mahmud Hüdâyî Efendi sebili bulunmaktadır. (Bu bahse bakınız.) Câmekândan bir kapı ile türbe sofasına geçilir. Kapının üzerinde bir satır halinde, dört mısralı mermer bir kitâbe vardır ki, şudur: Bu meşhed mecma'-ı ervâh-ı ecsâd-ı Hudâyî'dir Edeble gir azîzim türbe-i pâk-ı Hüdâyî'dir Dilâ tahsîl idem dirsen eğer zevk-i İlâhî'den Nasîbini alır elbet giren bâb-ı Hüdâyî'den Talik hat ile yazılan bu kitâbenin altında tarih yoktur. İzzî Mehmet Efendi Türbesi karşısındaki hazîrede medfun olan meşhur Şair Kâzım Paşa (öl. 1889) veya Şeyh Ruşen TevŞkî Efendi (öl. 1891) tarafından hazırlanmış olduğu sanılmaktadır. Bu kitâbenin altında, demir kapı üzerinde bir çerçeve içinde bir kitâbe daha vardır. Sülüs yazı ile yazılmış olan dört mısralı levha şudur: Hulûs-ı kalb ile Kâmil yüzün sür hâk-i pâyine Teeddüble niyâz eyle makâm-ı ârifânedir Cenâb-ı kutb-ı a'zamdır bu zât-ı mükerremdir Tarîk-i Celvetî pîri Aziz Mahmud Hüdâyî'dir Ketebe Necmeddin 1373 (1954) Bu şiir, Selimiyeli şair, Şeyh Reşid Üsküdarî tarafından şöylenmiştir. Melâmiyyü'l-meşreb bir kimse olan Reşid Efendi 1925 tarihlerinde vefat etmiştir. Levha, daha sonra ve 1941 tarihinde vefat eden Kısıklı Camii imamı Osman Efendi hattıyla yeniden yazılmıştır. Şimdi görülen yazı ise, türbedar Sayın Mustafa Düzgünman'ın isteği üzerine, amcası büyük üstad Necmeddin Okyay Beyefendi tarafından, 1954 senesinde yeniden yazılmıştır. Eski kitâbe türbe dahilinde mahfuzdur. Türbe sofasının sol tarafında bir kerevet, üzerinde divit ve hokka bulunan bir rahle, sağ tarafta yukarıda adı geçen sebil ve kuyusu vardır. Zarif bir bileziği olan kuyunun, çıkrığı ve bakır kovası mevcuttur. Burada ayrıca büyük bir saat ve onun yanında, içinde iki sandık dolusu hüccet ve raşar dolusu muhasebe defterleri bulunan küçük bir oda vardır. Ahşap beşik tavanını bir Venedik avizesi süslemektedir. Kuyu hakkında bir çok rivayetler vardır ki, halk bu söylentilere sadıkane inanmaktadır. Tatlı olmayan bir suyu bulunan kuyunun mukaddesliğine inanıldığı gibi, Zemzem Suyu'nun bir kolu olduğunu iddia edenler de vardır.














İ

ALİ RIZA EFENDİ TÜRBESi..sultantepe.üsküdar

Türbe, Sultantepe, Münir Ertegün Sokak (eski Servili Köşk Sokak) üzerinde ve Özbekler Tekkesi'nin sol tarafındaki mezarlığın önündedir. Karşısında, Cemile Sultan'dan sonra, Nuri Demirağ'a intikal eden koru bulunmaktadır. Cemile Sultan, Abdülmecit'in kızı, Mahmut Celâleddin Paşa'nın eşi olup 1915'te vefat etmiştir. Türbe, yığma taştan, ahşap çatılı olarak yapılmıştır. Arka ve sağ cephesinde birer hâcet penceresi vardır. İçinde bir ahşap sanduka bulunmaktadır. Halk arasında, Hacı Hoca Türbesi diye bilinmektedir. Oysa, Hacı Hoca Semerkandî Şeyh Abdullah Efendi'nin bu türbe ile bir alâkası yoktur. Abdullah Efendinin şâhidesi sağ taraftaki tekke duvarının yanındadır. Mermer söveli, demir kapısı üzerindeki büyük mermer kitâbeden öğrendiğimize göre türbede, onbeş yaşında vefat eden Ali Rıza Efendi gömülüdür. Ali Rıza Efendi'nin kim olduğu belli değildir.
ABDURRAHMAN GAZİ TÜRBESİ..samandıra ..ist

Türbe, Samandra Köyü'ndedir. Dört yol ağzı olan köy meydanında Yakacık, Kurtköy ve Sarıgazi taraşarından gelen yollar birleşmektedir. Türbeye dördüncü yoldan girilir. Bu yol, Yakacık yolunun karşısında olup sağ tarafta bir kasap dükkânı, sol tarafta ve set üzerinde ise, bir kahve vardır. Bu toprak yoldan, biraz ilerideki 'Dede Bayırı' adı ile anılan tepeye çıkılır. Tepenin eteklerinde ve yol kenarında kitâbesiz bir çoban çeşmesi vardır. Abdurrahman Gazi'nin türbesi bu tepe üzerindedir. Türbe yüksek bir yerde bulunduğundan Aydos ve Alemdağı taraşarını gören geniş ve güzel bir manzarası vardır. Açık türbenin etrafını alçak bir duvar ve demir parmaklık çevirmiştir. Üç taş basamakla türbeye girilir. Burada ulu ağaçların altında biri küçük diğeri büyük iki kabir vardır. Baş ve ayak taraşarına kısa, yuvarlak şâhideler dikilmiştir. Üzerlerinde ve türbenin diğer bir yerinde yazı ve tarih yoktur. Abdurrahman Gazi kabrinin baş tarafında zemini taş döşeli bir namazgâh mahalli vardır. Büyük bir fenerde daima mum yakılmaktadır. Köyün arkasındaki Büyükbakkalköy, Samandra ve Aydos mevkileri Orhan Gazi zamanında, Abdurrahman Gazi tarafından feth edildiğine göre, bu havali de, bu kahraman Türk kumandanı idaresindeki atlı birliklerce ele geçirilmiştir. Merdivenköy Tekkesi de bu sırada kurulmuştur. Bektâşî inancına göre bu harplerde şehit düşenler 40 erenlerdir ki, bunlardan biri Dâver Baba, diğeri Başıbüyük Köyü içinde Çiğdem Suyu Çemesi'nin karşısında son yıllarda kabir taşı kaybolmuş bulunan Ahmet Baba'dır. Hammer'e göre, Orhan Gazi'nin silâh arkadaşları bulunan Akçakoca, Konuralp, Abdurrahman Gazi, Kara Cebes, kuzeyde Karadeniz, güneyde İzmit Körfezi, batıda İstanbul Boğazı ile sınırlı yarımadaya girdiler, ancak Boğaziçi kıyılarında durdular... Boğaziçi kıyılarında ve birincisi Üsküdar'dan 4, ikincisi 3 fersah (45 km.) uzaklıkta bulunan Aydos ve Semendre (Samandra) kalelerine doğru ilerlediler. Dâver Baba ile Ahmet Baba, Abdurrahman Gazi kumandasındaki küçük ordunun sadece iki cengâveri idi.

ABACI DEDE TÜRBESİ..üsküdar..ist

Türbe, Toptaşı Camii'nin kuzey batı eteklerinde ve Abacı Dede Sokağı'nın Toptaşı Meydanı Sokağı ile birleştiği yerdedir. Dört duvarı kârgir, çatısı ahşap basit bir yapıdır. Halk tarafından yakın tarihlerde onarılmıştır. Kendi adı ile anılan sokağa bakan bir penceresi, yan tarafındaki çıkmaz sokağa açılan ahşap bir kapısı vardır. Hiç bir yerinde kitâbesi yoktur. Karşısında bir terkos musluğu ve yol aşırı yerde ve köşede ise bir bakkal bulunmaktadır. Sahibesi, türbenin bakımını üzerine almıştır. Türbeye bir basamakla inilmektedir. Abacı Dede'nin lâhdi sonradan yapılmış olup tuğladandır. Çimento ile sıvanmış bulunan bu lâhdin üzerinde ahşap bir sanduka ve onun üzerinde de bir pûşîde vardır. Çok temiz bir şekilde bakılan türbenin içindeki bu lâhdin baş tarafında Abacı Dede'nin ayrıca bir şâhidesi bulunmaktadır. Vaktiyle bu şâhide lâhdin üzerinde imiş. Dört köşe ince uzun şâhidenin üzerinde, tepesi düz ve geniş, alt kısmı dar, Selimî'yi andırır bir kavuk bulunmaktadır. Şâhide 1116 (1704-5) tarihlidir. Bu taşın önünde, Abacı Dede'nin annesi olduğuna inanılan, 1094 (1683) tarihli, Ümmühani Hatun'un kırık şâhidesi vardır. Abacı Dede'nin, Üsküdar'ın büyük şöhret sahibi, cezbeli dervişlerinden biri olduğu ve 1704 tarihindeki vefatı üzerine oturduğu mahal olan bu yere gömüldüğü söylenir. Yine bir halk rivayetine göre, Nevşehirli İbrahim Paşa (öl. 1730) ününü işittiği bu velinin üzerine sonradan bir türbe yaptırmıştır. Abacı Dede'nin, 'aba' adı verilen kalın, yünlü bir kumaştan elbise yapıp sattığı veya hayatı boyunca bir abası olduğu ve hatta "Bir abam var atarım / Nerde olsa yatarım" tekerlemesinin bu zat tarafından söylendiği bu semtin sakinlerince beyan edilmektedir. Abanın, yaradılışı icabı dervişâne, alçak gönüllülüğ ünü feda edemeyen kimseler tarafından giyildiği de bilinmektedir.

27 Nisan 2017 Perşembe

Hümayun Türbesi..hindistan 






Hümayun Türbesi Babür İmparatoru Hümâyun Şah’ın ölümünden 9 yıl sonra, Babür İmparatorluğu’nun ikinci hükümdarı olan Hümayun’un eşi Bega Begüm’ün (Hacı Begüm) talimatıyla 1565 yılında inşasına başlanıp, 1572 yılında tamamlanmıştır. 1993 yılında da Unesco Dünya Mirası Listesi'ne alınmıştır. Hümayun Türbesinin mimarı İranlı Mirek Mirza Giyas'tır. Türbenin yapımına 15 milyon dolar harcanıldığı tahmin edilmektedir. Hindistan’da yapılan ilk bahçeli türbe özelliğine de sahiptir. Delhi’de görülen diğer yapılarda olduğu gibi bu türbede de kırmızı kum taşı ve beyaz mermer süslemeleri kullanılmıştır. Taj Mahal’in prototipi olduğu belirtilen yapının bahçesindeki geometrik havuzlar, kanallar klima görevi yapsın diye tasarlamıştır. Türbenin çevresi 55 metre uzunluğunda kırmızı kumtaşından yapılma duvarlar ile çevrilidir. Merdivenleri çıktıktan sonra türbenin avlusuna varılıyor.

Şemsi Tebrizi Türbesi..bartın






Şemsi  tebrizi türbesi, Şems-i tebrizi yada tam ismiyle şemsüddin muhammed bin ali bin melikdad tebrizi , doğumu ve ölümü tam ve net olarak bilinmeyip doğum yılı 1185 ve ölüm yılınında 1248 olduğu söylenen şems-i tebrizi yaklaşık 62-63 yaşında vefat etmiştir. İran'ın Doğu Azerbaycan Eyelati'nin yönetim ve kontrol merkezi olan büyük şehir Tebriz şehrinde doğduğu söylenmektedir. Melik Dad oğlu ali adında büyük bir zatın oğludur şems-i tebriz şemseddin yani dinin güneşi lakabıyla anılmaktadır.

Çok küçük yaşlarda dine merakı ve yatkınlığıyla dikkatleri üzerine çeken şems-i tebriz aldığı ders ve eğitimlerde manevi ilimleri tahsilde gösterdiği kabiliyetle dikkatleri daha da üstüne çekmiştir. Din ilimleri tahsilden sonra, genç yaşlarında tebrizli büyük zat olan Ebubekir sellaf'a mürid olmuştur. Ününü duyduğu biten şeyhleri ziyaret etmiş ve bu büyük şeyhlerden onların ilimlerinden bilimlerinden feyz almaya çalışmış ve bu sebepten ötürü diyar diyar gezerek adını namını duyduğu bütün şeyhleri ziyaret etmiştir. Onun bu huyundan memleketleri diyar diyar yer yer gezmesinden ötürü kendisine Şemseddin Perende yani uçan Şemseddin denilmiştir. 

Bu şekilde devam eden şems-i tebrizi ilmini çok yükseltmiş ve Allah dostu olmuştur. Ama hiçbir zaman arayıştan ve kendini geliştirmekten vazgeçmemiştir.  Bu böyle devam ederken manevi bir işaret üzerine Mevlana Celaleddin Rumi'yi arayıp bulmuştur. Mevlana'yla çok iyi dost olan şems-i tebrizi aynı zamanda da ona hocalık yapmıştır.

mevlana'yla beraber üç üç buçuk yıl beraber kalmışlardır ve mevlana'ya ışık hayatında yeni ufukları açılmasına vesile olmuştur.

Şems-i tebrizi Şam'a döndüğünde mevlana çok rahatsız olmuş şems-i tebrizinin yokluğu ona rahatsızlıklar dayanılmaz acılar vermeye başlamıştır. Bir süre sonra dayanamayıp Mevlana'nın oğlu Sultan Veled'in çağrısı üzerine şems-i tebrizi Konya'ya geri gelmiştir. Bunun üzerine mevlana bir daha Konya'dan ayrılmasın diye şems-i evlenmeye ikna etmeye çalışır ve sonunda başarır bunun üzerine zamanın da Mevlana'nın evine evlatlık alınan Kimya hatunla evlendirilir. Ve hayatlarına bu şekilde devam etmeye başlarlar.

Şems-i tebrizi'nin ölümünün nasıl olduğu bilinmemektedir. Mevlana da meydana gelen büyük değişiklikleri hazmedemeyenler tarafından mı öldürüldü yok geldiği gibi sessiz ve kimseden habersiz bir şekilde Konya'yı terk mi ettiği bilinmemektedir. Şemsi tebrizi türbesi, Niğde'deki kesik baş türbesi de şems'e izafe edilir. Bunlardan ayrı olarak ta Tebriz şehrinde Geçil denilen mezarlıkta aynı bölgedeki Hoy'da, Pakistan'ın, Multon şehrinde şems türbeleri ve makamları vardır. Bu makamlar Çeşitli rivayetlerle süslenmiştir. Ama nasıl ve nerede öldüğü bilinmemektedir. Bir rivayete göre de Mevlana Celaleddin Rumi'nin oğlu Aleaddin'de şemsi öldürenler arasındadır. Şems-i Tebrizi'nin Konya'daki mezarı küçük minik mütevazı neredeyse saklanmış şekilde bir yerdedir. Mevlana hazretlerinin o ihtişamlı türbesinin yanında bulunmaktadır.  

DEMİRCİ HASAN DEDE TÜRBESİ...bartın








Ulusumuzun manevi kurucusu ve medar-ı iftiharı olan ermişler dergahından Timurcu Hasan Baba hazretleri Horasan Herat bölgesinden İslamiyeti yaymak için görevlendirilmiş ve 1300’lü yıllarda ailesi ile birlikte ulus ilçemize gelmiştir. Oğlunun ismi Veli Derviş torununun ismi Halil’dir. Alpı çayının eteklerine ahşaptan ağaç çiviler ile çatma sistemi ile şaşılacak derecede sağlam ve büyük bir cami yapmıştır. Cuma günleri pazar kurulur ve ırmaktan abdest alınarak cumaya durulur. Bununla birlikte bir değirmen ve şadırvan eserleri arasındadır. Ancak geçmiş tarihlerde bu camii (1889-1904 yılları arasında o dönemin yazında yeniden yapılmıştır) bir kaç defa yangın geçirdiği için yeniden inşa edilmiştir. 1946 yılında onarım geçirmiş ve en son 2000 yılında bakım ve restorasyona yapılmış; ilk yapıldığı günden bu güne kadar ibadete devamlı suretle açık kalmıştır. Kendi adını taşıyan vakıf kurmuş cami’nin yanında zaviye ve medrese kurarak İslamiyet’e ve ilçenin gelişimine sosyo- ekonomik yönden çok büyük bir katkı sunmuştur. Vakıf hizmeti kendisinden sonra oğlu Veli Derviş’e daha sonrada torunu Halil’e vakfı tasarruf etmiştir. Şehrin manevi koruyucusu kabul edilen Hasan Dede Hazretleri kendi adını taşıyan türbesinde metfundur.


Pir Mehmet Dede türbesi
Mehmetdede köyü-Dodurga-Çorum









Çorum'da Bir Türkmen Dedesi: Mehmet Dede Çorum yöresi, Alevi ve Bektaşi inanç-düşün sistemlerinin, Anadolu’nun Türkleşme sürecine bağlı olarak erken dönemden itibaren örgütlendiği bir bölgedir. İç Anadolu 13. yüzyıldan itibaren Türkmen grupların yerleşmeye başladığı bir sahadır. Aynı dönemde Türkmen dede ve babaları da Çorum coğrafyasında ocak ve tekkeler kurarak Hacı Bektaş Veli düşüncesinin temellenmesini sağlamışlardır. Geçmişten günümüze Çorum iline bağlı yüzlerce yerleşim biriminde Alevi ve Bektaşi düşünceleri yaşaya gelmiştir. Mehmet Dede de Çorum-Dodurga yöresine gelerek adıyla anılan köy ve inanç-dede ocağını kuran bir Türkmen dedesidir. Mehmet Dede ve ocağı Çorum yöresi Aleviliğinin yüzyıllardır temel dinamiklerinden biri olmuştur Çorum ili Dodurga ilçesine bağlı olan Mehmet Dede Tekke Köyü’ne adını veren Mehmet Dede ve türbesi etrafında meydana gelen bir kısım rivayet, inanış ve pratiğe yer vermeden önce genelde Anadolu, özelde ise; Çorum ve Dodurga yöresi Aleviliği hakkında genel bilgiler aktarılacaktır. Daha sonra Mehmet Dede Köyü’nün tarih, coğrafya ve sosyo-ekonomik yapısından söz edilecektir. Amacımız, Alevi Türkmenlerin yaşadığı Çorum ili Dodurga ilçesine bağlı Mehmet Dede Tekke Köyü ile bu köyde yerleşik Mehmet Dede Ocağı dedelerine talip olan civar köylerdeki Alevilikle bağlantılı türbe, inanış ve uygulamalara, halkbilim uzmanlarının dikkatlerini çekmek olduğu için; Mehmet Dede ve Mehmet Dede Tekke Köyü hakkında vereceğimiz bilgiler çok fazla ayrıntı içermeyecektir. 1. Genelde Anadolu, Özelde Çorum ve Dodurga Yöresi Aleviliği Hakkında Genel Bilgiler: Alevi kimliği geniş bir tarihsel süreçte oluşmuştur. Erken dönemlerde “Alevi” adı geçmemektedir. Tarihsel açıdan Alevi kelimesi, “Ali soyundan gelen” anlamına gelmektedir. Alevi Türkmenler, tarihte uzun dönem “Kızılbaş” adı ile anılmıştır. Belli bir dönem sonra, özellikle 16. yüzyıldan itibaren Bektaşi tabirinin de kullanıldığı görülür. II. Mahmut’un 1826 tarihinde Yeniçeriliği lağvetmesi ile Bektaşi adı da yasaklanmıştır. Bundan sonra başlayan sürecin tespit edebildiğimiz bir safhasından itibaren de, Hacı Bektaş Veli düşüncesine bağlı Türkmenlere “Alevi” denilmiştir (Melikoff, 2004: 53-80; Çetinkaya, 2004: 415-424). Anadolu Alevileri köklerinden, yani Orta Asya’dan itibaren gelen gelenek ve göreneklerini günümüze kadar yaşatabilmişlerdir. Cem Ayinleri, dedelik kurumu, düşkünlük, dâr hizmeti, ocak inanışı, tekke-türbe inanışı ve bunların etrafında gelişen ritüeller; yaşayan geleneklerin sadece bir bölümüdür. Çorum bölgesi Türkmen Alevileri, gelenekten gelen ritüellerini hâlâ canlı bir şekilde yaşatmaktadırlar. Dedelik kurumu eski dönemlerdeki gibi aktif olmasa bile, hâlâ önemini korumaktadır. Cem ayinleri; cem evlerinde, perşembeyi cumaya bağlayan gece, “cumalık” adıyla devam ettirilmektedir. Muharrem ayı, Çorum yöresi Türkmen Alevileri için çok önemlidir. 15 gün tutulan yas orucundan sonra (3’ü “masumlar”, 12’si ise “Kerbela Matemi” için tutulur) cem yapılmakta ve aşure pişirilmektedir. Bununla birlikte düşkünlük müessesesi de eski dönemlerdeki kadar işlek olmasa bile, devam etmektedir. Farklı topluluklara kız vermek, boşanmak, zina ve hırsızlık etmek düşkünlük suçudur; fakat bu suçlar, yapılan düşkünlük cemi ile affedilebilmektedir. Düşkünlük ceminde, kişinin işlediği suça göre dede, cezayı belirler. Kişi verilen cezaya razı olur, dede ve ceme toplanan insanların huzurunda tövbe eder. Affı olmayan tek suç, cinayet işlemek ve musahibine (ahiret kardeşine) art niyetli bakmaktır. Bu bölgede Nevruz ve Hıdırellez de kutlanmaktadır. Nevruz kutlamaları, Nevruz ateşinin yakılması ile başlar. Nevruz, bu bölgede, Hz. Ali’nin doğum günü ve Hz. Fâtıma ile evlilik yıl dönümü diye bilinmektedir. Kutlamalara, yumurta boyanması ve çeşitli oyunlarla devam edilir. Hıdrellez’de ise özellikle, gül ağacının altına resim çizilir. Bununla birlikte Hızır’dan dilek dilenir. Ayrıca, buğday pişirilip açık alanda yenir. Dodurga yöresi Alevileri, geleneksel anlamda kapalı kaldıkları için, geleneklerini büyük oranda korumuşlardır. Bu bölge Alevileri, Mehmet Dede Ocağı’na bağlıdırlar. Bu bölgede dedelik kurumu çok işlektir. Mehmet Dede Ocağı dedeleri cem yapmak için, kendilerine bağlı diğer köylere giderler. Dodurga yöresinde, gelenekten gelen ölümle ilgili ritüeller de hâlâ canlı bir şekilde yaşamaktadır. Ölen kişinin yedisinde ya da kırkında, Mehmet Dede Tekke Köyün'den gelen dede, ölen kişiyi dardan indirir. Ölen kişinin musahipli akrabaları, ölen kişinin darına dururlar. Saz eşliğinde söylenen nefes ve düvaz-imamlarla ölen kişi dardan indirilir. Bu gelenekteki amaç, ölen kişinin günahını paylaşmaktır. Dodurga yöresinde Nevruz ve Hıdrellez ritüellerine çok sık rastlanmaz. Bununla birlikte adak geleneği çok canlı bir şekilde yaşatılmaktadır. Başta Mehmet Dede olmakla birlikte, çevre köylerdeki türbelere ve Osmancık’ta bulunan Koyun Baba ve Kumbaba Türbeleri’ne gidilip buralara kurban kesilmektedir. 2. Mehmet Dede Tekke Köyü ve Mehmet Dede Hakkında Bilgiler: Çorum ili Dodurga ilçesine bağlı olan Mehmet Dede Tekke köyü, son derece engebeli ve yüksek bir köydür. Köyün 3 km. aşağısında Mehmet Dede Obruğu adıyla bilinen, iki tepe arasında kurulmuş bir köy bulunmaktadır. Obruk köyünün arazilerinin içinden Kızılırmak geçmektedir. Burada yaşayan insanlar geçimlerini, genellikle pirinç üretimiyle sağlamaktadırlar. Buraya Mehmet Dede Obruğu denilmesiyle ilgili çeşitli rivayetler vardır. Kaynak şahsımız Hüseyin Sever’in verdiği bilgiye göre, bu köyde bulunan Hasan Fakıh (Hasan Ali Dede), Mehmet Dede’nin babasıymış. Oğlunun kendisinden daha kerametli olduğunu görünce oğluna, “Oğlum, benim türbem burada olsun, bu köyün insanı da sonsuza dek senin adınla anılsın” demiş. Mehmet Dede Obruğu, Mehmet Dede Tekke Köyün'de yaşayan ocaklı dedelerin talibidir. Mehmet Dede Tekke Köyü'ne, Obruk Köyü'nün içinden geçilerek gidilmektedir. Mehmet Dede Tekke Köyü insanlarının geçim kaynaklarının başında, ormancılık gelmektedir. Ayrıca köyde tahıl ve meyve de üretilmektedir. Köyde okur-yazar oranı çok yüksek değildir. Mehmet Dede Tekke Köyü ile Mehmet Dede Obruğu’nda birer ilköğretim okulu bulunmaktadır. Köy halkı, gelenek ve göreneklerini son derece canlı bir şekilde yaşatmaktadır. Köyde çok sayıda, Mehmet Dede’nin soyundan geldiğine inanılan Alevi dedesi bulunmaktadır. Köyde yaşayan Alevi dedelerinden bazıları şunlardır: Ali Sönmez, Ali Doğancı, Hüseyin Yücel, Ali Ekber Yücel, Mehmet Arslan, Bektaş Güneş, Hasan Uysal, Eyüp Özkök, Ali Arslan, vd.. Mehmet Dede Obruğu örneğinde de dikkat çekildiği üzere, Mehmet Dede Tekke Köyü'nde yaşayan dedelere talip olan çok sayıda köy vardır. Bu köylerin adları şu şekildedir: Eşençay, Karakaya, Acıpınar, Sarin, Erdek, Taşlıbadal, Gökgözler, Eğmir, Erikli, Arpalık, Dut Köyü, Gökçeağaç, Sovcak, İbik, Arslan Köyü, Seciye, Kumbaba, Bedeb, Kırcaalan, Gübüce, Keçi Köyü, Dangava. Köyün tarihiyle ilgili çok çeşitli rivayetler bulunmakla birlikte, elde, köyün tarihiyle ilgili kesin bilgi ve belgeler bulunmamaktadır. Kaynak şahsımız Hasan Uysal'ın (1960 yılında Çorum ili Dodurga ilçesi Mehmet Dede Tekke Köyü'nde dünyaya gelmiştir) verdiği bilgiye göre, Mehmet Dede; II. Bayezid döneminde yaşamış ve ona vezirlik etmiştir. Köyün tarihi ve Koyun Baba ile Mehmet Dede’nin kişilikleri hakkında Hasan Uysal tarafından bir rivayet aktarılmıştır. Hasan Uysal’ın aktardığı ve Mehmet Dede’nin kişiliği hakkında bilgiler de içeren rivayet şu şekildedir:[i] (Koyun Baba menkıbeleri için ayrıca bkz: Gürsel, 2004) Fatih Sultan Mehmed Han’ın iki oğlu varmış. Bunlardan birisi Bursa’da, diğer oğlu olan II. Bayezid ise Osmancık Kalesi’nde imiş. Fatih hastalanıp ölüm döşeğine düşünce vezirleri, “Yerinize hangi oğlunuz geçecek?” diye sormuşlar. O da, “Beni ilk önce hangi oğlum ziyaret ederse yerime o geçecektir” demiş. II. Bayezid’in adamları orada imiş. Hemen atlanıp Osmancık Kalesi’ne gelmişler ve durumu II. Bayezid’e bildirmişler. II. Bayezid ne yapacağını düşünürken “Şurada Koyun Baba adında birisi var, ona soralım” demişler. Koyun Baba’yı çağırmışlar ve II. Bayezid durumu Koyun Baba’ya anlatmış: “Baba Sultan, durum bundan ibaret. Ben İstanbul’a gidip padişah olmak istiyorum, bir an evvel nasıl giderim? Senden imdat bekliyorum.” Koyun Baba da, “Eğer şuraya benim adıma bir köprü yaptırırsan bu iş kolaydır” demiş. II. Bayezid, köprüyü yaptıracağına dair söz vermiş. Koyun Baba, “Yum gözlerini” demiş. Bayezid, gözlerini yummuş. “Aç gözlerini” dediğinde ise açmış ve kendisini İstanbul’da, sarayın önünde bulmuş. Böylelikle II. Bayezid padişah olmuş. Aradan dört yıl geçmiş, II. Bayezid verdiği sözü unutmuş. Derken rüyasına Koyun Baba girmiş ve demiş ki “Bize verdiğin sözü unuttun. Seni tahta çıkardığımız gibi indirmesini de biliriz.” Bunun üzerine II. Bayezid, adamlarını oraya göndererek Osmancık’a Koyun Baba Köprüsü’nü yaptırmış. II. Bayezid, Bağdat seferine gidiyormuş. Osmancık civarına gelince askerlerine “Yanımıza Koyun Baba’yı alalım. Nasılsa kerametini gördük” demiş. Ordusuyla Osmancık’ta konaklamış ve yanına Koyun Baba’yı çağırtarak “Baba Sultan, Bağdat Harbi’ne gidiyoruz, sen de bizimle gel, faydanı görürüz” demiş. Koyun Baba, “Çobandan size ne fayda olur? Ben yaşlı bir insanım, Hamza’ya gidin” demiş. Hamza Kum Baba olarak bilinen bu zatın, yani, Kum Baba’nın yanına gelmişler. Kum Baba, bataklığın içerisinde ufak bir kulübede yaşayan fakir birisiymiş. II. Bayezid, Kum Baba’nın yanına gelmiş ve “Baba Sultan, bizimle Bağdat Harbi’ne gideceksin; yalnız atlarımızın karnı aç, atlarımızı doyur da gidelim” demiş. Kum Baba, fakir bir insan olduğu için atlara yedirecek hiçbir şeyi yokmuş. Kum Baba, atların yem torbalarına kum doldurmuş, atlar kumu yemeye başlamışlar. Askerler, torbalara baktıklarında, kumun arpaya dönüştüğünü görüp olayı II. Bayezid’e anlatmışlar. Kum Baba, II. Bayezid’e “Ben yaşlıyım, sefere gidecek hâlim yok” demiş. Onları, Rüstem Dede’ye göndermiş. Askerler, Rüstem Dede’ye durumu anlatmışlar. Rüstem Dede, Yeniçeri Ocağı’nda eğitim görmüş genç bir zatmış. Askerlere, “Mehmet Dede’ye de gidin, o benden daha gençtir. Pirimizdir, ulumuzdur” demiş. Üç asker Mehmet Dede’ye gidip durumu anlatmış. Mehmet Dede, üç metre boylarında babayiğit birisiymiş. Mehmet Dede, “Tamam” demiş ve savaş alanına doğru yola çıkmışlar. Bağdat’a varmışlar ve orada çetin bir savaşa tutuşmuşlar. Mehmet Dede’nin elinde bir asası varmış. Kimisine asası ile vurmuş, kimisinin de kafalarını tokuşturmuş. Böylece bu savaşı kazanmışlar. II. Bayezid, Mehmet Dede’nin bahadırlığını görünce onu yanına vezir olarak almış. Mehmet Dede, yedi sene vezirlik yapmış. Yedi senenin sonunda padişaha, “Ben memleketime gideyim. Yedi yıldır memleketimi görmedim. Vezirlik de bize göre değil” demiş. O zaman padişah, Mehmet Dede’ye, “Alaca’nın yarısı, Bozok’un berisi, Çalıcık ve orada otuz altı köy var. Bu köylerin öşürü sana gelsin” demiş. Mehmet Dede de, “Padişahım, bunu ancak bir şekilde kabul ederim. Aşevi kurarsan” demiş. Padişah da “Öyleyse aşevi boşuna kaynamasın, orada gençlerimizi de yetiştir Yeniçeri Ocağı’na” demiş. Mehmet Dede, II. Bayezid ölene kadar Yeniçeri Ocağı’na asker yetiştirmiş. 3. Mehmet Dede Adı Etrafında Oluşan Rivayetler Mehmet Dede adı etrafında aktarılan bilgiler, daha çok sözlü geleneğe ait bilgilerden oluşmaktadır. Yukarıda aktardığımız Mehmet Dede ve Mehmet Dede Tekke Köyü ile ilgili rivayet, Mehmet Dede hakkında bilgiler içermektedir. Aşağıda, bu bilgiler, sözlü gelenek bağlamında biraz daha geliştirilmeye çalışılacaktır. 1200’lü yıllarda Hünkâr Hacı Bektaş Veli’den sonra Çorum, Osmancık, İskilip arasında kalan bölgeyi kapsayan Sakız Adası’nda, Anadolu’yu irşat eden Geyikli Baba’nın torunu ve Hasan Ali Dede’nin oğlu olan Mehmet Dede (1473 yılında) dünyaya gelir. Asıl adı Ali Mehmet olan Mehmet Dede, çocukluk döneminde ele avuca sığmaz birisi olur ve bunun üzerine babası Hasan Ali Dede, onu buzağı otlatmakla görevlendirir. Her gün kaybolan bir buzağıyı takip ettiğinde, buzağının bir geyiği emmekte olduğunu görür ve geyiğe beddua eder. Geyik taş kesilir. -Bundan 50 yıl öncesine kadar, o geyiğin memeleri orada dururmuş. Cuma günleri süt akarmış. Cuma günleri gelip sütü götürürler, hayvanlara şifa niyetine içirirlermiş. Durumu babası Hasan Ali Dede’ye aktardığında babası, bu konuda hiç kimseye bir şey söylememesini tembih ederek Mehmet’i, Salur Köyü'ne sığır çobanlığı yapması için gönderir. Salur’da yedi yıl boyunca sığır otlatan Mehmet, hakkı olan parayı alamadığı gibi iftiraya uğratılarak köyden kovulur. Kovulduğu köyden kendi köyüne doğru gelirken yorgun düşer ve bir çam ağacının altında uyuya kalır. Uyduğu sırada, yaylada koyun otlatan Fatıma adında bir kız tarafından bulunur ve onun, koyunları birlikte otlatma teklifini kabul eder. Fatıma ile birlikte üç beş ay kadar koyun otlatan 14-15 yaşlarındaki Mehmet, kızın babasının adamları tarafından fark edilir ve Yavu köylüleri tarafından kovalanır. Peşinden gelenler Mehmet’i Kızılırmak kıyısına kadar kovalarlar. Mehmet, yakalanmamak için “Yetiş Yâ Koca Haydar, Yetiş Yâ Hünkâr!” diyerek Kızılırmak’ın öteki yakasına atlar. O sırada, Kızılırmak üzerinde, bir taraftan öbür tarafa kol atmış kocaman kocaman kabaklar yetişir ve Mehmet de bu kabaklara basarak karşı tarafa geçer. Yavu köyünden gelenler de aynı yolu deneyerek karşı tarafa geçmek isterler; fakat, kabaklar onlar geçerken köpüğe dönüşüverdiği için suda boğulup ölürler. Halk arasındaki inanışa göre, Yavu köyünden kimselerin kabak olarak gördükleri şeyler, taşa dönüşmüş bir şekilde bugün bile durmaktadır ve üzerlerinde Mehmet Dede’ye ait olduğuna inanılan ayak izleri bulunmaktadır. Hasan Ali Dede, bu olay üzerine oğlunu Horasan’a dervişlik eğitimi alması için gönderir. Burada yedi yıl kadar eğitim alan Mehmet, Rum ülkesine gönderilen erlerin başında tekrar Anadolu’ya döner ve dönüş yolculuğu sırasında Suluca Karahüyük’e uğrar. Bu sırada Hünkâr Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nda Balım Sultan oturmaktadır. Birgün Mehmet Dede, Balım Sultan’a; “Yâ Balım Sultan, biraz hünkârımızdan bahseder misin?” diye sorar. Balım Sultan, “Yâ Mehmet, sözlerime ve sohbetimize başlamadan önce, hünkârımız sizin için bir nasip ayırmış, buyurun” diyerek elindeki kapalı bir kâğıdı Ali Mehmet Dede’ye verir. Kâğıtta şunlar yazmaktadır: “Yâ Ali can, sizden evvel gelen Geyikli Baba can dostun yolundan gideceğinize inanıyor ve Sakız Adası’ndaki[ii] canları gaflet uykusundan uyandırıp orada bir dervişlik mektebi açmanı, bu okullarda genç nesillere Arapça, Farsça ve “ilm-i ledün”, “ilm-i cavidan” derslerinden vermeni arzu kılar, Cenab-ı Bari ile On İki İmam’ların şefaatinin üzerine olmasını dilerim.” Bunun üzerine Mehmet Dede, hünkâr dergâhından ayrılıp Sakız Adası’na, babasının yanına döner. Son paragrafta aktarılan bilgilerden de anlaşılacağı üzere, gelenek, Mehmet Dede’nin icazetini bizzat Hacı Bektaş Veli’den aldığına inanmıştır. Mehmet Dede, bizzat Hacı Bektaş Veli’nin yazılı vasiyeti üzerine tekrar Sakız Adası’na dönmüş ve halkı irşat etme işine girişmiştir. Elbette, Mehmet Dede adı etrafında oluşan rivayetler sadece bunlardan ibaret değildir. Amacımız bütün rivayetleri aktarmaktan çok, bunlardan birkaçına değinmek ve araştırmacıların dikkatlerini, bu ve bunun gibi rivayetler üzerine de çekmektir 4. Mehmet Dede Türbesi Hangi Amaçlarla Ziyaret Edilmekte, Türbede Ne Gibi Uygulamalar Gerçekleştirilmektedir? 1932 doğumlu Mehmet Alagözlü’den alınan bilgilere göre, Horasan erenlerinden Geyikli Baba’nın torunu ve Hasan Baba’nın oğlu olan Mehmet Dede’nin türbesi, özellikle çocuğu olmayan kimseler tarafından ziyaret edilmektedir. Halk arasındaki inanca göre, Mehmet Dede, çocuğu olmayan kimselerin rüyalarına girerek “Bana gel, kurban kes, sana evlat vereyim” dermiş. Mehmet Dede’ye gidip onu ziyaret edenlerin, ertesi yıl çocuk sahibi olduğuna inanılmıştır. Mehmet Dede’nin, kendisine adanan kurbanların mutlaka getirilmesini istediği ve bu nedenle adanan kurbanların burada tığlandığı ifade edilmiştir. Mehmet Dede Türbesi, sadece çocuksuz kimseler tarafından değil, felç gibi hastalıklara maruz kalanlarca da ziyaret edilmektedir. Bölge dışından gelip de türbeyi ziyaret edenler burada, dilek dileyip tespih çekmektedirler. Adını Mehmet Dede’den alan Mehmet Dede Tekke Köyü, düşkün ocağı olarak da bilinmektedir. Yol düşkünleri buraya gelirler ve bu köyde bulunan dedeler, kişinin işlediği suça göre kişiyi düşkünlükten kaldırırlar. Düşkünlükten kaldırılmaya karar verilen kişi için “Düşkünlük Cemi” yapılmaktadır. Düşkün olan kişi, dede ve insanların huzurunda suçunu anlatır. Kara çulun önünde dâra çekilir ve düşkünlükten kaldırılır. Mehmet Dede Türbesi’nde düşkünlük kurbanı kesilmektedir. Mehmet Dede’nin türbesi ve menkıbevî hayatı etrafında geliştirilen bazı inanış ve pratiklerden bu şekilde söz ettikten sonra; Seyit Mesrur mahlâsıyla şiirler de söyleyen kaynak şahsımız Hasan Uysal'ın, Mehmet Dede konulu bir şiirine yer verilecektir.

 Şiirde Mehmet Dede’nin bazı özellikleriyle kerametleri zikredilmiştir. Bir geyiği taş yapan Horasan’dan yolun süren Pir Mehmed'im sana geldim Görünmezi ayan gören Akan suyu derman yapan Cümle kısmeti veren Pir Mehmed'im sana geldim * Pir Mehmed'im sana geldim Katıra doğum yaptıran Derdim büyük, yaram büyük Kulluk yerinde sattıran Durmaz sırlar bizim söyük Münkir kalesin yıktıran Erenlerden verdin öğüt Pir Mehmed'im sana geldim Pir Mehmed'im sana geldim Aşın yiyip suyun içtim Sensin ki erlerden biri Özüm turab yola düştüm Sensin burdakiler piri Bu kapuda serden geçtim Sensin Mesrur’un yâri Pir Mehmed'im sana geldim Pir Mehmed'im sana geldim.

 Alıntıdır.