KARIŞIK

1 Ekim 2016 Cumartesi

İMAM HÜSEYİN VE KERBELA OLAYI


Mehmet Yaman Dede’nin Anısına
  İmam Hüseyin Peygamberin torunu ve İmam Ali ile Hz. Fatıma’nın ikinci çocuğu idi. O zamana kadar Araplar arasında pek rastlanmayan bu adı ona Hz. Muhammed vermiş idi. Bazı kaynaklarda Hüseyin doğduğu zaman Hz. Muhammed’in kulağına “ O cennet çocuklarının efendisi (Seyyid)dir.” diye seslendiği yazılıdır. Peygamber İmam Hasan ile İmam Hüseyin’i çok severdi.

Bunlar benim oğullarımdır, kızımın oğullarıdır; Allahım ben onları seviyorum, sen de onları sevenleri sev.” dediği birçok kaynakta yazılıdır.

 Tarihi kaynaklarda ve halk arasında Kerbela’daki şehadeti nedeniyle Şehid, Seyyid-uş-şuheda, Şah-ı Şehidan gibi lakablarla da anılmaktadır.  

 İmam Hüseyin’in çocukluğu Peygamberin derin sevgi ve şefkati içinde geçti. Ancak bu durum kısa sürdü. Daha 5 yaşındayken dedesini yani Hz. Muhammed’i; ve kısa bir süre sonra da annesi Hz. Fatıma’yı kaybetti. Bu durumun onu oldukça etkilediği muhakkaktır. Daha çocukken birgün İkinci halife Ömer minberde hutbe okurken İmam Hüseyin’in Ömer’in yanına giderek:

Babamın minberinden in ve babanın minberine git.” diye çıkıştığı da kaynaklarda yazılıdır.

Üçüncü halife Osman’a karşı gerçekleşen isyanda Hz. Ali onu ve abisi İmam Hasan’ı halifenin evine göndererek eve kimseyi sokmamalarını emretti (656). İsyancılar buradan içeri giremediler, ancak başka bir evden geçerek Osman’ı öldürmeyi başardılar. Bunun üzerine İmam Ali oğullarını sert bir şekilde azarladı. Hz. Hüseyin babasının halife olmasıyla birlikte Kûfe’ye gitti ve onunla bütün seferlere katıldı.
İmam Ali’nin şehadeti sonrasında abisi İmam Hasan’a itaat etmeyi yeğledi. Çünkü babası ölürken ona abisine uymasını vasiyet etmişti. Abisinin ölümünden sonra Muaviye’nin iktidarını tanımamasına rağmen onun sağlığında siyasi gelişmelere dahil olmamayı yeğledi. Ancak abisinin Muaviye’nin hileleriyle zehirletilerek şehid edilmesinden sonra yaşanan gelişmeler onun o zaman kadarki durumunu değiştirdi. Yezid’e biat etmemekteki kararlılığı onun bu yolda sonuna kadar gideceğini gösteriyordu.

Daha önce de söz ettiğimiz gibi, Muaviye ölmeden önce çeşitli hile ve tehditlerle halkı oğlu Yezid’e biat ettirmiş; İmam Hüseyin ve bazı ileri gelenler biat etmemişlerdi. Yezid ilk iş olarak babasının yarım bıraktığı bu işi tamamlamak üzere, Velid’e yolladığı mektupta “her ne suretle olursa olsun İmam Hüseyin, İbn-i Zübeyr ve İbn-i Ömer’in biatlerinin sağlanmasını, eğer bu mümkün olmazsa, boyunlarının vurulup, başlarının kendisine gönderilmesini” istiyordu. İktidar hırsının iştahlarını kabarttığı Emeviler’in yapamayacakları iş yoktu. Babası Muaviye’nin izinden giden Yezid, gerekirse Peygamberin sevgili torununun dahi başını kesmeye, Ehli Beyt’e zulüm etmeye kararlıydı.

Doğal olarak İmam Hüseyin, Yezid’e biat etmedi ve Velid’in çabaları sonuç vermedi. 4 Mayıs 680 gecesi kardeşi Muhammed Hanefi’nin de tavsiyesiyle bütün aile fertleriyle birlikte Mekke’ye gitti. Ayrıca bu sırada İmam Hüseyin’in Mekke’ye gittiğini öğrenen Kûfeliler de İmam Hüseyin’e elçiler göndererek, mektuplar yazarak Kûfe’ye davet ederek kendisini halife olarak tanımaya hazır olduklarını bildirdiler.

KUFELİLERİN İMAM HÜSEYİN’E YAZDIKLARI MEKTUPLAR

 Muaviye’nin ölümü ve bunun ardından İmam Hüseyin’in Mekke’ye doğru yola çıktığını öğrenen Kûfe’nin ileri gelenleri bir araya gelerek ona mektuplar yazmaya karar verdiler. Daha sonra bu mektupları Mekke’ye ulaşan İmam Hüseyin’e teslim ediyorlardı.
 Kufeliler’in İmam Hüseyin’e elçiler aracılığıyla yazdıkları mektuplardan bazılarını Ebu Mihnef aktarmaktadır. Bu mektuplarda Kûfeliler Yezid’in valileri ve iktidarından duydukları memnuniyetsizlikleri dile getirerek, İmam Hüseyin’i imam ve önder olarak gördüklerini ifade etmektedirler:
 “…Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla
 Süleyman b. Surad, Museyyib b. Necbe, Rufaa b. Şeddad, Habip b. Muzahir ve Kufe’nin mümin ve Müslüman olan Şiilerinden Hüseyin b. Ali’ye (a.s.) Allah’ın selamı üzerine olsun. Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a hamdımızı sana sunuyoruz. Hamd, senin inatçı ve zorba düşmanının belini kıran Allah’a mahsustur. O düşman ki, sürekli bu ümmete kötülük etti, onları aldattı, ganimetlerini gasp etti, istemedikleri halde onların yöneticiliğini yaptı, ardından onların seçilmiş insanlarını öldürdü, kötülerini ise sağ bıraktı, Allah’ın malını azgınların ve zenginlerin elinde dolaştırıp durdu. Ona lanet olsun, Semud kavmine lanet olduğu gibi.
 Bizim imam ve önderimiz yok. Bizim yanımıza gel. Şayet Allah bizleri senin elinle hak üzere bir araya getirir. Numan b. Beşir hükümet konağından bizlere hükümet ediyor. Ama biz onunla Cuma namazında bir araya gelmiyor ve bayram namazı için onunla birlikte şehrin dışına çıkmıyoruz. Eğer senin bizim yanımıza geleceğin haberi bize ulaşırsa, onu Kûfe’den çıkarır ve Şam’a geri göndeririz; inşaallah. Allah’ın selamı ve rahmeti senin üzerine olsun…” (Harezmi’den aktaran Ebu Mihnef, 2012: 40-42)
 Başka mektuplardan bazıları da şu şekildedir:
 “…Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla.
 Şiilerinden Hüseyin b. Ali’ye (a.s.)
 Acele et, insanlar seni bekliyor, senden başkasını da düşünmüyorlar. Allah’ın selamı senin üzerine olsun…”
 “…Bağ ve bostan yeşerdi; meyveler yetişti; nehirler akıyor. O halde istersen, senin için hazırlanmış orduya katıl. Allah’ın selamı senin üzerine olsun…” (Ebu Mihnef, 2012: 40-42)

İmam Hüseyin’in Kufe ve Basralılara Mektupları

 İmam Hüseyin de kendisine gönderilen mektuplara karşı Kûfelilere ve Basralılara mektuplar yazmıştır. Bunlardan Kufelilere yazdığı ve Hani b. Hani ve Said b. Abdullah ile gönderdiği mektup şu şekildedir:
 “…Bismillahirrahmanir-rahim.
 Ali’nin oğlu Hüseyin’den Kûfe’de taraftarı ve dostlarından bu mektubun ulaştığı herkese! Allah’ın selamı üzerinize olsun. Bana gönderdiğiniz mektuplar geldi. Sizlere gelmemi istediğiniz yolunda söylediklerinizi anladım. Ben size kardeşim, amcamın oğlu ve ailemden güvendiğim kişi Müslim b. Akil’i gönderiyorum. Kendisi sizin durumunuzun içyüzünü öğrenip, toplantılarınızdan ortaya çıkan sonucu bana bir mektupla bildirecek. Eğer durumunuz mektuplarınızda bildirdiğiniz ve elçilerinizle haber verdiğiniz gibi ise en kısa zamanda inşallah size geleceğim. Allah’ın selamı üzerinize olsun.(Ebu Hanife Dineveri, 2007: 282)
 İmam Hüseyin’in Basra’lılara yazdığı mektup ise şu şekildedir:
 “…Şüphesiz Allah, Muhammed’i (s.a.a) yaratıkları için seçti; onu peygamberlikle yüce kıldı ve onu elçiliği için seçti. Sonra onu kendi yanına aldı. Peygamber (s.a.a.) Allah’ın kullarına nasihatte bulundu ve ulaştırması gereken mesajı onlara ulaştırdı. Biz onun Ehlibeyt’i, yakınları, vasileri ve varisleriyiz. İnsanların içerisinde onun makamına en çok layık olan da biziz. Ama kavmimiz o makamı kendisine mahsus kıldı. Biz de bu duruma razı olduk, ayrılık çıkmasını istemedik, barışı ve esenliği tercih ettik. Oysa biz her zaman biliyorduk ki biz başa gelenlerden bu makama daha layığız…
 Şimdi, bu mektubu elçimle size gönderdim. Sizi Allah’ın kitabına ve Peygamber’in (s.a.a.) sünnetine davet ediyorum. Çünkü sünnet öldürülmüş, bidat ise dirilmiştir. Eğer sözümü dinlerseniz ve emrime itaat ederseniz, sizi doğru yola hidayet ederim. Allah’ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun…” (Ebu Mihnef, 2012: 50)

AMCASININ OĞLU MÜSLİM’İ KÛFE’YE GÖNDERMESİ

 Bütün bu gelişmeler üzerine İmam Hüseyin de amca oğlu Müslim b. Akıyl’i oradaki durumu yerinde görmek ve uygun bir zemin sağlamak üzere Kûfe’ye gönderdi. Önceleri Müslim Kûfe’deki çalışmalarında başarılı oldu İmam Hüseyin’e yazdığı mektubunda Kûfelilerden on sekiz bin kişinin ona biat ettiğini, acele gelmesi gerektiğini, bütün halkın onunla birlikte olduğunu ve Ebu Süfyan hanedanını istemediklerini yazdı. Bu olumlu bilgiler üzerine İmam Hüseyin de Mekke’den Kûfe’ye doğru yola çıkmaya karar verdi.
 Hz. Hüseyin kendisini Kûfe’ye gitmekten alıkoymaya yönelik girişimlere “Rüyasında dedesi Hz. Muhammed’i gördüğünü ve başladığı iş ister lehine ister aleyhine olsun, dönmeyeceğini” söylüyordu.
 Bu arada Müslim’in faaliyetleri Yezid tarafından haber alınınca, Kûfe Valiliğine zalim Ubeydullah getirildi ve Müslim yakalanarak idam edildi. Ubeydullah’ın Kûfe valiliğine atanması şüphesiz anlamlıydı. Çünkü o Muaviye’nin Irak Valisi Ziyad b. Ebih’in oğluydu. Zalimlikte babasından aşağı değildi. Ubeydullah’ın Kûfe Valiliğine atanmasıyla Hz. Hüseyin’i davet eden onbinler korku ve tehditle sindirildi.
 Ubeydullah, Basra’lıları Ulu Cami’de toplayarak onlara adeta ültimatom niteliğinde bir konuşma yaptı. “Müminlerin Emiri” olarak nitelediği Yezid’in kendisini Basra ile birlikte Kûfe’ye de vali olarak atadığını ve yerine vekil olarak kardeşi Osman b. Ziyad’ı bırakarak Kûfe’ye hareket edeceğini söyledikten sonra ekledi:
 “…Herhangi birinizin ona muhalefet ettiğinizi veya yalan haber verdiğinizi işitirsem, kendisinden başka Tanrı olmayan Allah’a andolsun ki onu da, onun velisini de öldürür, sizi yola getirinceye kadar, yakın uzak, sıhhatli sıhhatsiz demeyip yakalar, hesaba çekerim…” Bu tehditlerin ardından Ziyad minberden inerek camiden ayrıldı. (Köksal, ty: 175)

 

İMAM HÜSEYİN’İN KÛFE’YE DOĞRU YOLA ÇIKIŞI

 İmam Hüseyin, Mekke’den Kûfe’ye doğru yola çıktığında amcasının oğlu Müslim Yezid’in adamlarınca öldürülmüştü. İmam Hüseyin kafilesiyle ilerlerken yolda, ünlü Arap Şair Ferezdak ile karşılaşıldı. İmam Hüseyin ondan Kûfe’deki durumu sorunca, Ferezdak (640-733),
 “Halkın kalbi seninle, kılıçları ise Beni Ümeyye (Emeviler) iledir; kaza ise gökten iner ve Allah dilediğini işler.” dedi.
 İmam Hüseyin de “Doğru söyledin, Allahın dediği olur.” dedi ve yola devam edildi.
 İmam Hüseyin Müslim’in Yezid’in adamlarınca acımasızca öldürüldüğünü yolda öğrendiğinde oldukça üzüldü. Kûfelilerin kalleşliği ve dönekliği ortada olduğu, Müslim’e oynanan oyun herşeyi gösterdiği halde, hatta kendisi için başkoyduklarını söyleyenler dağılıp kaçtığı halde o, Mekke’den yola çıkan ailesi ve fedakâr dostlarıyla, yola devam etmekten çekinmedi. Hatta ordunun geldiğini haber alınca yanındakilere zaman varken kendisinden gece ayrılabileceklerini ifade ettiyse de, yanında bulunanlar “hayatlarını kurtarmak için onu terketmek alçaklığını yapmayacaklarını ifade ettiler. İmam Hüseyin ya başarıya ulaşacak, müslümanları eşitlik, kardeşlik ve adalet ülküleri içinde yaşatacak, Yezid’in saltanatına son verecek ya da bu yolda boyun eğmeden şehid olacaktı. İşte İmam Hüseyin, bu asil duyguların esiri olarak adım adım Kerbela’ya, her neye malolursa olsun gidecekti.
 Burada anahatlarıyla ele alacağımız bu olay, sadece islam tarihinin değil insanlık tarihinin de en kara ve acıklı sayfalarını oluşturur. Ancak Peygamberin cennetin efendileri olduklarını söylediği iki sevgili torunundan Hz. Hüseyin’in acımasızca şehid edildiği bu olayı Emevi yandaşı zavallıların açıklarken nasıl kılıktan kılığa büründüklerini ibret ve hayretle görmekten dolayı da üzülüyoruz.

 

 UBEYDULLAH’IN EMRİYLE HZ. HÜSEYİN VE YANINDAKİLERİN 

SUSUZ BIRAKILMASI

 İbni Ziyad mektup yazarak İmam Hüseyin ve yanındakileri izleyen Hurr’e susuz, taşsız, ağaçsızi otsuz bir bozkırda durdurulmasını emretti. Yine Ömer b. Sad’a yolladığı bir başka mektupta da aynın şekilde İmam Hüseyin ve yanındakilere bir yudum su dahi tattırılmamasını emretti. Bunun üzerine beşyüz kişilik bir süvari İmam Hüseyin ve yanındakilerin suyaulaşmalarını engellemek için görevlendirildi. (Köksal, ty: 190)
 İmam Hüseyin ve beraberindekiler Kerbela’ya geldiklerinde hem susuz bırakılmış, hem de binlerce kişilik ordu tarafından sarılmış durumdaydılar. İnsanlık değerlerinden yoksun Kûfe Valisi zalim Ubeydullah, İmam Hüseyin’in geri dönmek, Yezid’le görüşmek veya İslam sınırlarından herhangi birine gitmek isteklerinden hiçbirini kabul etmedi. Esasen onun görevi Yezid’in emrini yerine getirmek yani İmam Hüseyin’i şehid etmekti. Çünkü biliyordu ki, İmam Hüseyin yaşadığı sürece efendisi Yezid’e rahat yoktu.
 Şimdi sözde müslümanlardan oluşan koskoca bir ordu, kendi dinini kuran Hz. Muhammed’in her yönden üstün yaratılış ve niteliğine sahip torununa ve ve onun ailesine saldırıyor, öldürmeye çabalıyordu. Karşılarındaki bir avuç insan ise günlerdir susuzdu,.hararetten insanların dudakları çatlamış, dilleri kurumuş, bağırları yanmıştı. Fakat karşılarındaki paralı askerlerde insaf yoktu, acıma bilmiyorlardı, kana susamışlardı, şan ve şöhretin esiriydiler. Meğer insanoğlu, servet, şöhret ve makam için sırasında ne kadar küçülüp, alçalabiliyordu.

İMAM HÜSEYİN’İN YEZİD ASKERİNE HİTABI

 Nihayet 10 Ekim 680 (Hicri 10 Muharrem 61) günü İmam Hüseyin son hazırlıklarını yaptı ve Yezid’in ordusuna yaklaşarak onlara hitab etmek istedi. Ancak bu çok veciz konuşma gözleri dönmüş azgınlardan oluşan bu orduyu pek etkilemedi. İmam Hüseyin’in bu sözlerinin edebi bakımdan da ayrı bir değeri vardır. Allah’a hamd ve sena, Hz. Muhammed’e, meleklere ve nebilere salattan sonra şöyle diyordu:
 “Peygamberimizin kızının oğlu, vasisinin oğlu, amcasının oğlu ben değil miyim? Şehidlerin efendisi Hamza babamın amcası değil midir; şehit Cafer Tayyar amcam değil midir? Tanrı elçisinin benim için ve kardeşim için, cennet halkı çocuklarının seyyidleridir ve sünnet ehlinin gözbebekleridir, sürurlarıdır, dediğini duymadınız mı?”
24 25
 “İmdi benim soyumu araştırınız ve benim kim olduğumu görünüz. Sonra kendi vicdanlarınıza eğiliniz, onları ayıplayınız ve beni öldürmenin haram ve yasaklanmış olan kanımı dökmenin sizin için helal olup olmadığını düşününüz.!…” Bu konuşma bir başka kaynakta ise şöyle nakledilir: “ Hz. Hüseyin atını sürerek iki ordu arasında bir yerde durdu ve Yezid’in ordusuna hitaben: “Ey Kûfe halkı benim kim olduğumu ve sonra da vicdanınızın sesini dinleyiniz. Ben Peygamberin torunu değil miyim? Benim katlim size helal olur mu? Peygamberin hadisini ne çabuk unuttunuz. O, bizler için –Siz ehlibeytin seyyitlerisiniz- diye buyurmuştu. Bunu bilmiyor musunuz? Ben o büyük Peygamberin kızının oğlu, vasisi ve amcazadesi olan zatın oğlu değil miyim? Şayet bu hadisi unuttu iseniz, içinizde bunu size hatırlatacak kimseler vardır. Benden ne istiyorsunuz? Medine’de Resulullahın ravzai mübarekesinin yanında kendi halimde yaşarken beni orada bırakmadınız. Mekke’de itikafa çekilmeme müsade etmediniz. Davetnameler göndererek, ricalar ederek, yalvararak beni buraya kadar çağırdınız. Ben sizin bu davetiniz üzerine buralara kadar geldim. Şimdi beni öldürmek istiyorsunuz. Bu akıbete müstehak olabilmek için ben sizlere ne yaptım? İçinizden birisini mi öldürdüm? Yoksa birinizin malını mı gasbettim? Eğer beni istemiyorsanız bırakınız gideyim. Bu ne gaddarlık ve bu ne hilekarlıktır….”
 Ahmet Cevdet Paşa ise bu konuşmayı şöyle aktarıyor:
 “…Hazret-i Hüseyin, devesine binip meydana çıktı. Düşmanlara hitâben: ‘Ey nâs! Benim kim olduğumu düşününüz, sonra da vicdanınıza rücû ediniz. Bakınız ki benim katlim ve hetk-i hurmetim [haysiyet ve şerefimin parçalanması] size helâl olur mu? Ben sizin Peygamberinizin kızının oğlu değil miyim, vasîsi ve ammizâdesi olan zâtın oğlu değil miyim? Resûlüllah sallâhü aleyhi ve selem hazretlerinin hadîs-i şerîfi size vâsıl olmadı mı ki birâderim ile benim için, siz şebâb-ı Ehl-i Beytin seyyidlerisiniz [Ehl-i Beyt gençlerinin efendilerisiniz] ve ehl-i sünnetin server-dîdesisiniz [gözbebeğisiniz] diye buyurmuştu. Eğer inanmaz iseniz içinizde bunu habar verecek zâtlar vardır. Câbir ibni Abdullah’a ve Ebu Saîd’e ve Zeyd ibni Erkam’a sorunuz. Onlar Resûl-i Ekrem’den bu hadîs-i şerîfi işittiklerini size haber verirler. Benden ne istiyorsunuz. İçinizden birini katlettim mi, yahûd emvâlinizi gasbettim mi? Eğer beni istemiyorsanız bırakınız, geri dönüp mahallime gideyim’dedi ve Kays ibni eş’as: ‘Siz, İbni Ziyâd’ın hükmü üzerine teslim olsanız olmaz mı ?’ dedikte: ‘Hayır, vallahi olmaz. Size züll ve meskenet ile kendimi teslim edemem’ deyip devesinden indi…” (Ahmet Cevdet Paşa, 1981: 644)
 Hz. Hüseyin’in bu hitabı sonrasındaki gelişmeleri Fuzuli şöyle nakleder:
 “Cemaat bir ağızdan yaptıklarını inkara kalkıştılar. Hazreti İmam, mektupları onların önüne koyup böylece inkâra mecal bırakmadıktan sonra mektupları ateşte yaktırdı.
 Taberi’de İmam Hüseyin’in Kûfelilerin bu ihanetlerine karşılık “…Yarab! Sen bilirsin ki bu kavm benimle bey’atte bulundu. Ve yine antlarını bozdular. İntikamını onlardan alıver…” (Taberi, c. VI, ty: 103) diye haykırmıştı.
 Daha sonra Ömer b. Sa’d gelip:
 - Ey Hüseyin! dedi, bu hikayelerden bir sonuç çıkmaz. Ya Yezid’e biat edersin yahut da ölümü göze alırsın.!…

YEZİD’İN KOMUTANI ÖMER B. SAD’IN İMAM HÜSEYİN’E HİTABI

 Ömer b. Sad ise İmam Hüseyin’e karşı tabi ki efendisi Yezid’in halife olduğunu öne süren bir cevap verdi. Şöyle diyordu:
 -Peygamberimizin getirdiği Kur’an’da açık bir ayet vardır, anlamı şudur:
 “Allah’a, Allah’ın peygamberine ve Ülûl-emre itaat ediniz…” diye emrediyor. Bugün emir sahibi Muaviye’nin oğlu Yezid’dir. Sen ona itaat etmemekle Cenab-ı Hakkın ve onun Peygamberinin emirlerine muhalefet ediyorsun. Buna binaen asi ve bağiysin. Şurada ümmet huzurunda Yezid’e biat et.
 İmam Hüseyin şöyle cevap verdi:
 -Ya Ömer, sen Kur’an’ın o ayetinin manasını işine geldiği gibi yorumluyorsun. O ayet Kur’an-ı Kerim’in Nisa Suresi’nin 59. ayetidir… Ayetin anlamı şudur:
 “Ey iman edenler, Allah’a itaat ediniz. Allah’ın Resulüne itaat ediniz. Ancak Allah’ın ve Resulü’nün emirlerine itaat eden Ülûl-emre itaat ediniz.”
 Halbuki bugün sizin Ülûl-emr dediğiniz Yezid, Allah’ın emri şöyle dursun bilakis kitap ve sünneti ayaklar altında çiğniyor. Halka zulüm ediyor. Peygamberin kurduğu Müslüman cumhuriyetini yıkıp devirerek, onun yerine kendi keyfine, kendi zevkine, kendi arzusuna göre saltanat sürüyor. (Derman, 1975: 93)
 Bazı kaynaklarda da Ömer bin Sad’ın konuşmasından sonra eline bir ok alıp şöyle dediği ifade edilmektedir:
 - Ey Kûfe halkı, şahit olun ve Ubeydullah b. Ziyad huzurunda da şahitlik edin ki, İmam Hüseyin’le savaşa tutuşan ilk defa ben oldum.
 Bunları söyleyerek o oku İmam Hüseyin’e doğru fırlattı. İmam Hüseyin sakalını eline alarak:
 - Ey kavim Allahın gazabı yahudilere “Aziz Allahın oğludur!” dedikleri zaman son şiddetini bulmuştu. Ve yine Tanrı’nın kahrı, Hıristiyan kavmine “Mesih, Allahın oğludur” dedikleri zaman, indi. Allahın gazabı bugün de size Al-i Resule (Ehli Beyt’e) kasdettiğiniz için erişmektedir. Bedeninizdeki her kıl, demirine su verilmiş bir hançer olsa “Allah sabırlıları sever…” emrinden dışarı çıkmam. Ve her biriniz ayrı ayrı bana kasdetmek için kin tutan askerlerden olsanız, “Allah sabırlıları sever!” buyruğunu bırakmam. Rivayet ederler ki, Yezid’in askerleri İbni Sa’d’ın gayretini gördüğünde ona uyup İmam Hüseyin’i öyle bir ok yağmuruna tuttular ki atılan oklardan güneş görünmez oldu. İmam Hüseyin bu hücum karşısında süvarilerine dönüp yanındakilere şunları söyledi:
 - Ey vefakâr arkadaşlar ve benim için canlarını ortaya koyan insanlar! Kavgaya kendinizi hazırlayın ki, kanların döküleceği zamandır. ”
 Çok dengesiz bir şekilde başlayan savaşta Hz. Hüseyin’in 23 süvari ve 40 piyadeden oluşan askerleri öğle üzeri olduğunda iyice azalmış durumdaydı. Hz. Hüseyin de bu az sayıda susuz ve bitkin insanla yaya olarak savaşıyordu.
 O sırada hasta olan ve İmam Hüseyin tarafından savaşa girilmesine izin verilmeyen İmam Zeynelabidin’den başka kimse kalmayınca kadın ve çocukları kızkardeşi Zeynep ile İmam Zeynelabidin’e emanet bırakarak,

Hakk Yolu’nda ölmek, yük altına girmekten üstündür …
 diyerek savaş meydanına girdi.
 Sonunda Şimr’in emriyle her yandan hücum edilerek, atından düşürüldü ve İmam Hüseyin şehid edildi. Peygamberin torunu İmam Hüseyin’in vücudunda otuzüç ok, otuz dört kılıç ve kargı yarası vardı (10 Muharrem 61-10 Ekim 680).
 Yine Taberi’den nakledildiğine göre Yezid’in kendisi gibi zalim ve insanlıktan nasiplenmemiş komutanı Ömer b. Sad on süvari görevlendirerek
 “…Hz. Hüseyin’in cesedini göğsü ve arkası ufanıncaya, topraklar içinde belirsiz oluncaya kadar atlarına çiğnettiler.” (Taberi’den aktaran Köksal, ty: 204)
  Hz. Hüseyin’in şehadetini Kastamonulu Şazi eserinde şöyle dile getiriyor:
 Yüzü üstüne bıraktı Seyidi
Kesti başını hemandem o lain
Kanı yere çün döküldü ol zaman
Zelzele düştü yere-ü darügir
Gulgula kıldı melayik ağladı
Yer gök oldu karagû ol zaman
Çaldı pıçağı işit kim neyledi
Hem şehit oldu Hüseyn-ü pâk din
Düştü kavga aleme oldu figan
Göğe değin çıktı feryad-ü nefir
Ay güneş nurunu ol dem bağladı
Yaradılmış cümlesi kıldı figan

Bir başka Maktel yazarı Kâzım Paşa’nın ise ünlü beyiti şöyledir:
 Düştü Hüseyn atından Sahrayı Kerbelâ’ya
Cibril var haber ver Sultanı Enbiyaya

 Hz. Hüseyin’in şehadeti ardından kadınlar feryada başladılar. Aczî’nin ifadesiyle:
 Bir taraftan ahü feryadü figan-ı Ehli Beyt
Bir taraftan nara vü cuş ü huruş-ı eşkiya

Sonra çadırlar ve kadınlar yağma edildi, hasta ve yatakta olan İmam Zeynel Abidin Ali de öldürülmek istendi. Bu kanlı savaşın bitiminde İmam Zeynel Abidin yatak ve yorganlara sarılarak saklanmıştı. İmam Hüseyin’in şehid edilmesi sonrasında çadıra koşan Şimr “Hüseyin’in bir oğlu daha olacak o nerede?” diye aramaya başladı. Çadırın her tarafını arayıp çocuğu buldu. Fakat bu esnada çadırda bulunan kadınlar Şimr’e hücum ederek Zeynel Abidin’i bu caninin elinden kurtardılar. Bu çirkin şavaşın en küçük kurbanı ise daha altı aylık bir bebek olan Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Asgar’dı. İmam Hüseyin’in yanındakilerden şehid olanlar yetmiş iki kişi idi. Yezid ordusunun komutanı Ömer b. Sad, bu şehitlerin başlarını Vali Ubeydullah’a gönderdi. Zalimlikte sınır tanımayan Yezid’in bu zalim kulları, kesilen başları mızraklara geçirerek, farklı Arap aşiretlerinden süvariler Kûfe’ye Ubeydullah’a götürdüler.
 Ayrıca İmam Hüseyin’in kızları, kızkardeşleri ve çocuklar da Kûfe’ye Ubeydullah’ın huzuruna getirildiler. Ubeydullah’ın Peygamberin soyuna karşı davranışı çok çirkin ve kaba idi; kendilerine hakaretler ve tehditler savurdu, hatta İmam Zeynel Abidin’i öldürmek dahi istedi. İnsanların camiye toplanmalarını emrederek, minbere çıkıp, utanmadan “…Hakkı ve hak ehlini ortaya çıkartan onları galip kılan müminlerin emiri Yezid’i ve taraftarlarını muzaffer kılan yalancı oğlu yalancı Hüseyin İbn Ali’yi ve taraftarlarını öldüren Allah’a hamdolsun!” Bu zulüm ve alçaklığa orada bulunanlardan karşı çıkan Abdullah’ın “…Ey Mercane’nin oğlu (Ubeydullah) şunu iyi bil ki yalancı oğlu yalancı sensin ve senin babandır. Seni tayin eden kimsedir ve onun da babasıdır. Sizler Rasulullah’ın çocuklarını öldürüyor ve sonra da İslami bir tavıra bürünüyorsunuz!” demesi üzerine onun öldürülmesini ve mescide astırılmasını sağlamıştır. (Ağırakça, 2011: 177-178)
 Ubeydullah, İmam Hüseyin’in kesik başını bir sopaya taktırıp Kufe sokaklarında teşhir etme cüretkarlığını da göstermiş, bundan sonra İmam Zeynel Abidin’in ellerini bağlatıp, Kerbela’da öldürülenlerin kesilmiş başlarını, çoluk çocuğu Şam’a Halife Yezid’in yanına yollamıştı. Şam’a vardıklarında onları götüren Züheyr, Halife Yezid’in yanına girip başarıyı(!) müjdelemiş ve Kerbela savaşının ayrıntılarını anlatmıştı.
 Hz. Hüseyin’in ailesini getiren kafile Yezid’in sarayına getirilmişti. Kısa süre sonra ehlibeyt kadınlarını Yezid’in huzuruna çıkardılar. Kadınlar İmam Hüseyin’in kesik başını Yezid’in önünde görünce feryad ve figan etmeye başladılar. Kadınlarla birlikte zincirli bir şekilde İmam Zeynel Abidin de Yezid’in huzuruna getirilmişti. Manzaranın dehşetinden Yezid’in yanında bulunanlar bile dehşete kapılmışlar ve bunu açıkça belirtmişlerdi.
  

GÜLZAR-I HASANEYN’DEN: HZ. HÜSEYİN’E VE SOYUNA YEZİD’İN SAYGISIZLIĞI

 İmam Hüseyin’in mübarek başı Zalim Yezid’in huzuruna getirilince Yezid elindeki sopayla Hz Hüseyin’in dudaklarına dokunarak: Bugün Bedir gününe karşılık… diye mırıldandı. Orada bulunan sahabelerden biri buna tepki göstererek, Peygamberin İmam Hasan ve İmam Hüseyin’in dudaklarından öperek “Siz ikiniz Cennet gençlerinin ulularısınız, Allah sizinle savaşanlarla savaşsın.” dediğini duydum deyince Yezid’in emriyle dışarı çıkarıldı.
 Sonra İmam Zeynel Abidin’e dönerek:
 -Ey Hüseyin’in oğlu dedi, baban, benim hakkımı tanımadı, benim gücüme meydan okudu ve Allah da ona gördüğünü yaptı, dedi.
 İmam Zeynel Abidin:
 -“Yeryüzünde ve bedenlerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki daha önce takdir edilmemiş olsun, gerçekten de bu, Allah’a pek kolaydır. Bu da, kaybettiklerinize acımamanız, size gelenlere ferahlanmamanız içindir ve Allah, övünen, böbürlenenlerin hiçbirini sevmez, ayetlerini okudu. Yine İmam Zeynel Abidin:
 -Ey Muaviye’nin, Hind’in oğlu, sen doğmadan benim babalarımda atalarımda, peygamberlik ve velayet mevcuttu ve and olsun ki atam Ebu Talip oğlu Ali’nin, Bedir ve Uhud’da elinde Peygamberin sancağı vardı, senin babanla ceddinin elinde ise kafirlerin bayrakları vardı. Vay sana ey Yezid, eğer yaptığını bir bilseydin, babama, ehli Beyte, kardeşime, amcalarıma yaptıklarını bir idrak etseydin dağlara kaçardın, helak olmayı dilerdin. Babam, Fatıma ve Ali’nin oğlu Hüseyin’in başı, şehrinizin kapısında mızrağa dikili duruyor, halbuki o, Resulullah’ın emanetiydi size…
 Yezid, Hz. Hüseyin’in dudaklarına elindeki sopayla dokununca, “Keşke Bedir’deki atalarım bugünü görselerdi, sevinirler de, elin çolak olmasın ey Yezid derlerdi. Kavmin ulularını öldürdük, Bedir’in öcünü aldık, bugün o güne bedel.” diye sevindi.
 Bu sırada Hz. Zeynep dayanamayarak kalktı ve şöyle seslendi:
 -Hamd Alemlerin Rabbi Allah’a, rahmet elçisine ve bütün soyuna, ne de doğru söylemiştir. Allah’ın ayetlerini yalanlayıp onlarla alay ederek kötülükte bulunanların sonuçları ne de kötü olmuştur. Sanır mısın ki ey Yezid, bize üst oldun. Esirler gibi bizi şehirden şehre dolaştırdın da biz, Allah karşısında aşağılandık, sen de yüceldin? Aksine Allah’ın azabına uğradın, günaha girdin…
 Gülzar-ı Hasaneyn bu hüzünlü ortamı böyle aktarıyor. Yezid Hz. Hüseyin’i ortadan kaldırdıktan sonra artık rahatlamış sayılırdı. Şimdi Ehli beyte yalandan da olsa saygılı davranabilirdi. Derhal Zeynel Abidin’in zincirlerini çözdürdü. Yezid’in kadınları da Ehli beyt kadınlarını teselli etmeye çalışıyorlardı. Artık Yezid yaptığı kötülükleri ve cinayetleri unutturabilmek için Ehli Beyt’e iyi davranıyor, sarayda onlarla konuşuyor, her isteklerinin yerine getirileceğini belirtiyordu. Daha sonra Numan bin Beşir komutasındaki bir muhafız kıtası eşliğinde onları Medine’ye kadar götürdü.
 Yezid, İmam Zeynel Abidin’i uğurlarken şu yalanı bile uydurabiliyordu:
 “Allah, İbni Mercame’ye lanet eylesin. Vallahi ben olsaydım babanın her isteğini yerine getirirdim. Lakin kaderi İlahi böyleymiş ne yapalım!…”1 Oysa Yezid, kendisini ziyarete gelen Irak Valisi Ubeydullah b. Ziyad ile şarap içerek birlikte eğlenmişler adeta Kerbela’daki insanlık dışı katliamı kutlamaktan geri durmamışlardı. (Ağırakça, 2011: 191)
 Yine eğer Yezid, samimiyetsiz söylediği sözlerde olduğu ve bazı kaynakların aktardığı gibi, Valisi Ubeydullah’dan İmam Hüseyin’in şehadetinden dolayı rahatsız olsaydı, onu daha da güçlendirmez, başka yerleri de onun sorumluluğuna katmazdı. Eğer memnun olmasaydı daha önce elinden alınan bölgelerin kontrolü de onun valiliğine verilir miydi?
 Taberi bu konuda şu bilgileri veriyor:
 “…Hz. Hüseyin’i öldürdüğü için Ziyad oğlu Ubeydullah’a Kûfe’yi ve Irak’ı verdi. Ve Horasan da, Sistan da Muaviye zamanında Ubeydullah bin Ziyad’ın elindeydi. Sonra onun elinden Yezid almıştı…” (Taberi, c. IV, ty: 114)
 Bu konu Ebu Hanife Dineveri tarafından ise şöyle aktarılıyor: “…Tarihçiler şöyle anlatırlar: Sonra İbn Ziyad, Ali b. El-Hüseyin2 ve onunla birlikte bulunan kadınları hazırladı., onları Zuhr b. Kays, Mihkan b. Sa’lebe ve Şimr b. Zi’l-Cevşen’le birlikte Muaviye’nin oğlu Yezid’in yanına gönderdi. Adı geçenler yola çıktılar ve yürüdüler. Şam’a varınca orada Yezid’in huzuruna girdiler. Onlarla birlikte Hz. Hüseyin’in başı da içeri alındı ve Yezid’in önüne atıldı. Ardından Şimr b. Zi’l-Cevşen şöyle bir konuşma yaptı: Ey müminlerin emiri! Bu adam kendi ailesinden on sekiz ve taraftarlarından altmış kişiyle birlikte üzerimize geldi. Biz de onların üzerine yürüdük. Emirimiz Ubeydullah b. Ziyad’ın hükmüne boyun eğmelerini veya tercih etmelerini söyledik. Güneş doğarken hücum ettik. Onları dört bir taraftan kuşattık. Kendilerini kılıçtan geçirmeye başlayınca güvercinlerin kartaldan sığınması gibi, boşuna sığınmaya çalıştılar. Bir devenin boğazlanması veya öğlen uykusuna yatan bir kişinin uyuması kadar bir zaman geçmeden bunların sonunu getirdik. İşte ruhsuz cesetleri önünde elbiseleri kuma bulanmış, yanakları toz toprak içinde kalmış, rüzgarlar kendilerini toza boğmuş, ziyaretçileri kartallar ve gelip gidenler akbabalar olmuş…” (Ebu Hanife Dineveri, 2007: 307)
 Ne Allah’tan korkuları vardı, ne de Peygamberden çekinmeleri vardı, ne de utanma biliyorlardı. Şu da muhakkak ki, yeryüzünde Yezid gibi ahlak yönünden düşük insana az rastlanabilir. Onun bu işleri yapan eli Ubeydullah ise kötülük ve ahlaksızlıkta, zalimlikte efendisi ile yarış halindeydi. Şunu da bilmek lazımdır ki, Kerbela’da hak yolunda kendisinin yüz katı bir orduya karşı duran İmam Hüseyin’in bu kahramanlığına da rastlamak imkânsızdır. Sonuç olarak Kerbela Olayı yüzyıllara damgasını vurmuş hüzünlü bir destandır. Öyle ki yabancı araştırmacı Gibbon “Yıllar sonra bile insanlar nerede olurlarsa olsunlar Hüseyin’in bu trajik ölümü en soğukkanlı okuyucuyu bile üzecektir…” demektedir.
 İmam Hüseyin’in ve yanındakilerin Kerbela’da böyle feci şekilde katledilmeleri ve Peygamber sülalesinin akla gelmedik şekilde ihanete cüretleri halkı o kadar etkiledi ki, adeta Emevi saltanatı kökünden sarsıldı. Olay İran ve Hicaz'’a duyulunca halkta Emevilere karşı büyük bir kin ve ayaklanma istekleri başladı. Bu durum karşısında da Yezid’in paralı kulları büsbütün kudurdu. Zulüm yolunda hiç çekinmez oldular.
  

KUTSAL ŞEHİRLERİ YIKAN YEZİD

 Medine’lilerden oluşan ve Yezid iktidarına karşı olan bir heyet Şam’a giderek, olanı biteni yerinde görmek istemişler, Yezid’in sarayında ağırlanmışlar, kendilerine hediyeler ve para takdim edilmişti. Bu kişiler Medine’ye döndükten sonra gördüklerini halka anlatıyorlardı:
 “…Bizler hiçbir İslami hayatı olmayan bir adamın yanından geldik. Bu adam müminlerin halifesi sıfatını kullanıyor; fakat şarap içiyor, tanbur çalıyor, huzurunda cariyeler şarkı söylüyor, köpeklerle uğraşıyor ve geceleyin de ülkenin haydutlarıyla bir araya gelip sohbet ediyor. Şahit olunuz ki biz daha önce kendisine yaptığımız bey’ati geri aldık ve onu hilafet makamından azlettik…” (Ağırakça, 2011: 191)
 Medine halkı fasık ve günahkar olarak gördüğü Yezid ve iktidarına karşı ayaklanarak, valiyi şehir dışına atmış yerine Abdullah’ı valiliğe getirmişlerdi. Yezid bu durumu haber alınca Akabe oğlu Müslim adlı zalimi onikibin askerle hemen Medine’ye gönderdi ve şu talimatı verdi: “Şehir halkına üç gün süre ver. İsyandan vazgeçmezlerse, onlarla savaş. Zafer kazanıldıktan sonra da bütün şehri yağma et.” İslam’ın bu kutsal şehrinde sözde halife Yezid’in arzuları doğrultusunda İmam Zuhri’nin bildirdiğine göre on binden fazla insan öldürüldü. Evlere saldıran askerler, ellerine geçirdikleri malları almakla yetinmediler, masum bini aşkın kadına da tecavüz etmekten de kaçınmadılar.
 Tarihçi H. M. Balyuzi bu olayı şu şekilde anlatıyor:
 “…Medine düştüğü zaman Hz. Muhammed’in geride kalan dostlarından seksen kişi ve yediyüz hafız öldü. Peygamberin şehri yağmacılara teslim edildi; yapılan barbarlık ve tecavüz inanılır gibi değildi. Peygamberin mescidi dahi kurtarılamadı. Etrafı ahır alanı oldu. Medine sınırları içinde daha pek çok insan kılıçtan geçirildi, kalanı da şehri terketti. Ölümden yakasını kurtaranlar Yezide yalnız halife olduğu için değil aynı zamanda onların efendisi ve amiri olarak itaat etmek zorunda bırakıldılar. Karşı çıkanlar ise kızgın demirle dağlanırlardı….” Oysa ki Hz. Muhammed, “Medine halkını, zulmetmek suretiyle korkutanlar, Allah’ı korkutmuş gibidir. Allah’ın, meleklerin ve bütün halkın laneti onların üzerinedir.” demişti. İbn-i Kesir’in yazdığına göre, alimlerin büyük bölümü bu hadise istinaden “Yezid’e lanet etmeyi” uygun görmüşlerdir. 26 Ağustos 683’te gerçekleşen bu Medine’ye Yezid’in saldırması olayı, Harre Olayı veya savaşı olarak bilinir.
 Medine’yi kanlı bir şekilde susturan Yezid Ordusu daha sonra Mekke’ye yöneldi. Tepeler üzerine yerleştirilen mancınıklarla şehir taş yağmuruna tutuldu. Kuşatma iki ay kadar sürdü ve Kâbe’ye de mancınıkla taş atıldığı gibi, şehirde yer yer yangınlar çıktı. Bu kuşatma Yezid’inöldüğü haberinin Mekke’ye ulaşmasına kadar sürdü. Böylece Yezid, Kâbe’ye saldırma şerefini (!) de elde etmiş oldu. Yezid 11 Kasım 683’te kötü bir nam bırakarak öldü. Kendisi hükümdarlığını , devlet işleri ve adaletli bir idareden çok, şaraba, müziğe, eğlenceye ve kendisine rakip olarak gördüğü insanları, Peygamberin ailesi de olsa, katletmeye hasretmişti.
 Namık Kemal “Büyük İslam Tarihi” adlı kitabında, Yezid ve onun halifelik dönemine ilişkin, “…Hazreti Hüseyin’e yaptıkları ve Hazreti Ali taraftarlarına karşı davranışı, Medine ve Mekke’yi tahribi İslam tarihinin en acıklı sahifelerini…” oluşturur demektedir. (Namık Kemal, 1975: 186)
  

EMEVİLERİN SONU

 Yezid’in, İmam Hüseyin’e, Hz. Ali soyuna ve yandaşlarına yaptıkları, Mekke ve Medine’ye saldırması İslam tarihinin en kara sayfalarını oluşturur. Yezid, hilafetin haksız varisi, Hz. Hüseyin’in katledilmesinin ve mukaddes şehirlerin kirletilmesinin baş sorumlusu olarak müslümanların hafızasında kötü bir isim bırakmıştır. Emevi zalimleri Hakkı tanımamışlar, azgınlaşmışlar ve Peygamber’in Ehli Beytine olmadık şeyler yapmışlardır. Bütün bunlar sonrasında Emevi saltanatı kökünden sarsıldı ve yıkıldı. İslam alemi yüzyıllardır Peygamber torunlarına yapılan bu zulmü unutmadı. Kısa zaman sonra bu durum Emevilere karşı büyük bir intikam duygusu yarattı. Başta Ubeydullah b. Ziyad olmak üzere İmam Hüseyin’in şehid edilmesinde rol oynayanlardan hesap sormak üzere yola çıkan İbrahim b. Eşter, askerlerine karşı şu konuşmayı yapmıştı. “…Ey din yardımcıları ve hak taraftarları olan Allah askerleri! Resulullah’ın kızı Fatıma’nın oğlu Hüseyin b. Ali’nin katili olan; Hüseyin ile kızları, kadınları ve taraftarları arasına gerilen; onlarla içecekleri Fırat suyu arasına gerilerek onları Fırat suyuna bakıp durduran; onun amcasının oğlu Yezid’e gitmesine ve onunla anlaşmasına da engel olan; evine ve ev halkına dönmesine veya Allah’ın geniş yerlerine gitmesine imkan vermeyen; onu ve onun ev halkını şehit eden Mercane’nin oğlu Ubeydullah işte karşınızdadır!
 Vallahi, bu Mercane’nin oğlunun Allah tarafından günah kirlerinden temizlenmiş, korunmuş olan Resulullah Aleyhislamın Ehl-i Beytine yapmış olduğunu, Firavun bile İsrail oğullarının temsilcilerine yapmamıştır! Allah onu sizinle, sizi onunla karşı karşıya getirmiştir. Vallahi, sanıyorum ki; Allah onun kanını ancak sizin ellerinizle döküp kalplerinize şifa vermek için bu harp meydanında sizi onlarla bir araya getirmiştir. Allah biliyor ki; siz ancak Peygamberinizin Ehl-i Beytine yapılanlara kızarak yola çıktınız!...” (Köksal, ty.: 382-383)
 Nihayet bir gün Muhtar isimli bir kahraman arkadaşları ile birlikte ayaklandı. Kûfe şehrindeki Ömer bin Sa’d ile Kerbela Olayı’na katılanlardan 210 kişi kılıçtan geçirildi. Bu karışıklıklar sırasında kaçmaya çalışan Hz. Hüseyin’in katili Şimr de yakalandı ve katledildi. 750 yılında Emevi Hanedanı’nı deviren Abbasiler, onlardan öyle bir öc aldılar ki, ölülerinin kemiklerini bile mezarlarından çıkarıp yaktılar. Böylece Muaviye’nin hile ve para üzerinde kurduğu Emevi zulümü sona erdi. Ancak ne yazık ki bu kez de Abbasilerin zulmü başlıyordu. Peygamberin ve İmam Ali’nin amcazadeleri olmalarına karşın, bırakınız başka insanları onların soyuna karşı çok büyük baskı ve katliamlardan çekinmediler.
 1 Dineveri’de burası adeta Yezid’i aklamak için şöyle aktarılıyor: “Şimr’in konuşması sonrasında Yezid gözyaşlarına boğulmuş ve “Yazıklar olsun size! Ben Hüseyin’i katletmeden itaat etmenizi istiyordum. İbn Mercan’a Allah lanet eylesin. Vallahi onun arkadaşı olsaydım, onu affederdim. Allah Ebu Abdullah’a rahmet eylesin…” (Ebu Hanife Dineveri, 2007: 308) Bu yalanları söylemek için olduğu kadar, aktarmak için de biraz vicdansız olmak gerekmez mi? Yazıklar olsun size.

Kerbela Olayı Kısaca Nedir...


Peygamberimizin ahirete rıhletinden sonra, ümmet arasında türlü fitneler baş gösterdi. Özellikle Hz. İmam Ali’nin halifelik döneminde ümmet birbirleriyle birçok kez savaştı, savaştırıldı.
Hz. İmam Ali’ye baş kaldıran Muaviye, kendinden sonraki halifenin oğlu Yezid olarak kabul edilmesini ölmeden önce garantilemişti.
Yezid halife olunca- tıpkı babası Muaviye gibi- Hz. Peygamber’in getirdiği İslam inancını temelden değiştirmeye ve halka işkence etmeye devam etti.
Bundan özellikle Kûfe halkı rahatsız olmuştu. Bu nedenle Hz. İmam Hüseyin’e her gün yüzlerce mektup yazıp, kendilerini Yezid’den kurtarmasını istediler. Kufe’den 18 bin mektubun Hz. İmam Hüseyin’e ulaşması sonunda İmam ve taraftarı (ailesi, dostları) ile Kufe’ye doğru yola çıktı.
Kufelilerin mektuplarından haber alan Yezid, ilk olarak elçi olarak gönderilen Hz. İmam Hüseyin’in amca oğlu Müslim’i öldürtüp ve halka baskı uygulayarak Kufelilerin gözünü korkutmayı başardı. Böylece evvelce İmam’a biat edeceklerini belirten Kufeliler, korkularından saf değiştirip Yezid’e biat etmeyi kabul edip Hz. İmam Hüseyin’i ve taraftarlarını da Kufe’ye girmeden bulup biata zorlamak üzere Yezid’in ordusuna katıldılar.
İmam Hüseyin ve yakınları Muharrem ayının ilk günü Kerbela’da tutsak edildiler. Fırat nehrine yakın bulunmalarına rağmen su içmeleri yasaklandı. Kufelilerin ihanetine uğrayan Hz. İmam Hüseyin ve yakınları tutuldukları Kerbela’nın kavurucu çölünde 10 gün su içemediler. Muharrem’in 10.günü de Yezid’e biat etmeyi reddeden İmam Hüseyin’e, karşı taraftan ok atılmasıyla çatışma başladı. Hz. İmam Hüseyin’in oğulları, kardeşi, yeğenleri derken tüm yakınları tek tek şehit edildiler. Tüm sevdiklerinin gözü önünde can vermesine şahit olan İmam, son olarak 33 mızrak yarası ve 34 kılıç yarası aldıktan sonra Şimr isimli asker tarafından başı kesilerek şehit edildi.
Kerbela olayı gerek Alevilerin, gerek Şiilerin, gerek ise Sünnilerin ortak acısıdır.


Hz. Hüseyin Kerbela’da Nasıl Şehit Edildi


Hz. Hüseyin (a.s.), Fırat ırmağına ulaşmak istedi çünkü susuzluk artık son raddeye ulaşmıştı. Düşman askerleri önünden çekildi ve Hz. Hüseyin (a.s.) suya ulaştı. Fırat ırmağından su içmek için yüzüstü yattı. Şimr alçağı şöyle dedi;
Bu su içerse yine hayat bulur. Su içmeye fırsat vermeyin, bırakmayın.
Hz. Hüseyin (a.s.) avucu ile su aldı. Düşman askeri bir ok attı ve atılan ok Hz. Hüseyin’in (a.s.) ağzına isabet etti. Hz. Hüseyin (a.s.) o oku hemen eliyle çıkardı. Ağzındaki su döküldü. Yine döndü. Fakat mübarek ağzından kanlar akıyordu.

Ömer bin Sa’d Öldürmek İstemiyor

Hz. Hüseyin (a.s.) çadırının kapısına geldi, durdu. Ömer bin Sa’d onu öldürmek için ilerledi. Hz. Hüseyin (a.s.) onun yüzüne baktı ve şöyle dedi;
Beni öldürmeye sen mi geldin?
Ömer bin Sa’d utanmıştı ve bu yüzden geri döndü, ilerleyemedi ve duran adamlarına şöyle dedi;
Ne duruyorsunuz? Öldürmeye bakın. Çabuk olun, işi uzatmayın!
Piyadeler, Hz. Hüseyin’e (a.s.) saldırdılar. Hz. Hüseyin de (a.s.) onlara saldırdı. Hz. Hüseyin (a.s.) çok asker öldürdü. Ömer bin Sa’d ile Şimr uzaktan Hz. Hüseyin’in (a.s.) cengini seyrediyorlardı ve birbirlerine şöyle dediler;
Hiç bunun gibi er gördüğümüz yoktur. Gözünün önünde bunca ehlini katlettiler. Bunca günden beri susuzdur ve buna yerinde yarası var yine de gör ki, bunca erlik olmaz.

Hz. Hüseyin’in Durumu Ağırlaştı

O ana kadar Hz. Hüseyin’e (a.s.) göğüsünde 34 kılıç yarası vardı ve 33 yerinde de ok yarası bulunuyordu.
Hz. Hüseyin (a.s.), susuzluktan usanmış ve çok kan kaybettiğinden dolayı güçsüz kalmıştı. Oturdu ve uzun bir süre hareketsiz kaldı.

Hz. Hüseyin’i Kimse Öldürmek İstemiyor

Askerler eğer istelerdi Hz. Hüseyin (a.s.)’ı öldürebilirlerdi ancak askerler birbirlerinden çekiniyorlardı. Herkes Hz. Hüseyin (a.s.)’ın kanına kendisinden başkasının girmesini istiyordu ve bu yüzden bekliyorlardı.

Hz. Hüseyin’in Şehadeti

6 kişi ile beraber Şimr, Hz. Hüseyin’a (a.s.) saldırdılar. Zer’a adında biri Hz. Hüseyin (a.s.)’ın mübarek kolunu bir kılıç darbesi ile kopardı.
Hz. Hüseyin (a.s.) tek kalan kolu ile ona hücum etti ama ona kılıç vurmaya takati kalmamıştı. Çadırına girmek istedi. O münafık da arkasından yetişti. Kılıcını Hüseyin’in (a.s.) mübarek vücuduna sapladı. Kılıç göğsünden dışarı çıktı. Sonra Hz. Hüseyin (a.s.) yere düştü. O münafık, kılıcını Hz. Hüseyin (a.s.)’ın mübarek vücudundan çektiğinde Hz. Hüseyin (a.s.) şehit oldu.


Kerbela Şehitleri Kaç Kişidir


Hz. Hüseyin (a.s)’ın ashabından şehit edilenlerin sayısı 72 kişi idi.
Şehitlerin 23’ü İmam Hüseyin ve ev halkı idi.
Burada bir muhakeme yapmak gerekir ki, İmam Hüseyin (a.s) temizliği ve masumiyeti Cenab-ı Hak tarafından tasdik edilmiş bir kişidir. Ve onu yalnız bırakmayan ailesi tamamen masun olmasına rağmen kundaktaki bebeği dahil herkes kılıçtan geçirilmiştir.
Kerbela faciası, tarihte eşi görülmemiş bir soykırımdır


11 Eylül 2016 Pazar

Seyyid Emir-I Külal Hz. türbesi..BUHARA

 (1284-1370)




683 (1284) yılında Buhara’nın Sûhârî köyünde doğdu. Bütün hayatını orada ve Buhara’nın diğer bazı köylerinde geçirdi; dolayısıyla onun, Hâcegân’ın “sefer der-vatan” prensibine sadık kaldığı söylenebilir. Babasının adı Emîr Hamza olup kendisinin asıl adı bilinmemektedir. “Emîr” lakabı Hazret-i Peygamber’in neslinden olduğuna, Buhara’nın Farsça (veya Tacikçe) lehçesinde “çömlekçi” mânasına gelen “Külâl” kelimesi ise mesleğine işaret eder. Çömlekçi demek… Çömlek yapardı çünkü, çömlek satardı. Neden?.. Helâlinden yemek için, baska geliri olsa bile helâlinden kazanmak için… Emîr Külâl Hazretleri, Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin talebesi ve Behâeddîn-i Buhârî Nakşibend Hazretleri’nin hocasıdır.
Emîr Külâl Hazretleri’nin boyu uzun, kolları geniş ve uzunca idi. Kaşları çatık, rengi esmer, sakalının pek az beyazı vardı. Çok mütevazı ve mahviyetkârdı. İ’tirâz ve inâd bilmezdi. Gençliğinde pehlivandı. Şeriat, tarikat ve ma’rifeti nefsinde cem’etmişti. Ana rahmindeyken, annesi şüpheli bir lokma yediği zaman Emîr Külâl Hazretleri, deprenerek ikaz edermiş.
Emîr Külâl gençliğinde, Buharalılar’ın güreşi bid’at saymalarına, özellikle kendisi gibi bir seyyide yakıştıramamalarına rağmen güreşmeyi çok seviyordu. Rivayete göre bir gün Râmîten köyünde güreşirken Hâcegân silsilesi büyüklerinden Muhammed Baba Semmâsî’nin yolu oraya düşmüş ve güreşçileri uzun uzun seyrederken maiyetindekilerden birinin bu duruma hayret ettiğini sezince, “Bu güreş alanında sohbeti bir hayli insanı kemale erdirecek biri var, ben onu seyrediyor ve onu avlamak istiyorum” demiş, bir müddet gözlerini Emîr Külâl’e dikmiş, sonra da yoluna devam etmiştir. Bunun üzerine Emîr Külâl derhal güreşi bırakıp şeyhi evine kadar takip etmiş ve Semmâsî onu manevî evlât olarak kabul etmiş, kendisine tarikat âdabını öğretmiştir. Bu olaydan sonra Emîr Külâl yirmi yıl kadar Semmâsî’nin halkasına devam etti. Şeyhinin yanına gitmek için her pazartesi ve perşembe günü Sûhârî köyü ile Semmâs köyü arasındaki mesafeyi zikir yaparak katederdi. Onun manevî yetiştiricileri arasında, o dönemde Hâcegân’la içice bulunan Yesevî tarikatından Seyyid Ata’yı da zikretmek gerekir.
Kemale ulaştıktan sonra Emîr Külâl, Semmâsî’nin daha bebekken manevî evlât olarak kabul ettiği Bahâeddin Nakşibend’in tasavvufî terbiyesiyle görevlendirildi. Mevcut kaynaklardan bu terbiyenin merhalelerini takip etmek pek mümkün değildir. Ancak Fahreddin Ali’nin kaydettiğine göre bu vazifeyle görevlendirildikten bir süre sonra Emîr Külâl, Sûhârî’de yapılan bir camiye tuğla taşımakta olan Hâce Bahâeddin’i çağırıp, “Ruhaniyetinin kuşu beşeriyet yumurtasından çıktı” diyerek ona sülûkünü tamamladığını bildirmiştir. Şâh-ı Nakşıbend KS yetiştiğinde: “Oğlum Bahâeddin, göğsümde ne varsa sana aktardım. İsti’dâdın yüksektir. Var ulu kişi ara, me’zûnsun.” buyurdular. Hâce Bahâeddin, Emîr Külâl’in halkasından ayrıldıktan sonra başka şeyhlerden de faydalanmış olmakla birlikte Emîr Külâl onun ilk ve en önemli mürşididir. Nitekim Abdurrahman-ı Câmî, Bahâeddin’in “nisbet-i sohbet taallüm-i âdâb-ı sülük ve telkîn-i zikri’nin Semmâsî’den olduğunu vurgular.
Emîr Külâl’in Timur’un mürşidi olduğu veya ona müsbet baktığı yolundaki rivayetler sağlam bir kaynaktan gelmeyip sadece Timur’a atfedilen sıhhati şüpheli hâtıralara dayanmaktadır. Torununun oğlu Mevlânâ Şehâbeddin, Emîr Külâl’in Timur için dua etmekten çekindiğini ve onu Semerkant’ta ziyaret etmeyi reddettiğini söyler. Bazı araştırmacılar, bir müddet Timur’un yanında kalan ve daha sonra Şehr-i Şebz’de vefat edip oraya defnedilen Şemseddin Külâl’in, Emîr Külâl ile aynı kişi olduğunu sanmışlardır. Bu hataya düşenlerden biri de meşhur Rus şarkiyatçısı Barthold’dur. Öte yandan Ni’metullâhiyye tarikatının kurucusu Şah Ni’metullah Velî’nin menâkıbnâmesinde ifade edildiğine göre bu zat, Emîr Külâl’in Timur nezdindeki bir teşebbüsü sonucu Mâverâünnehir’den sürülmüştür. Ancak başka kaynaklarda teyit edilmeyen bu iddiayı ihtiyatla karşılamak gerekir.
Emîr Külâl Hazretleri’nin dört oğlu ve dört halifesi vardı. Oğullarından Emîr Burhân’ın yetiştirilmesini, en başta gelen talebesi ve halîfesi Şâh-ı Nakşıbend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî’ye havâle etti. Şâh-ı Nakşıbend Hazretleri’nin yanına verirken: “İşte sana taze bir delikanlı. Bunu kendi yetiştiğin gibi yetiştir ve hakikatlere eriştir ki senin bu işte rüsûhunu görelim.” buyurdular. Hakîkaten de öyle oldu. Emîr Burhân hakkında, “Bu oğlum hakîkatte burhânımız, tarîkatte huccetimizdir.” iltifatına mazhar kılmışlardır. Diğer oğlu Emîr Şâh’ı, Şeyh Yâdigâr’a, Emîr Hamzâ’yı Mevlânâ Ârif Dehdigerânî’ye, Emîr Ömer’i de, Mevlânâ Cemâleddîn Dihestânî’ye yetiştirilmeleri için havâle etmişti. Oğullarına; “Hanginiz, Allah-u Teàlâ’nın kullarına hizmet etmek için benim vekîlim olur?” buyurdu. Oğulları; “Ey yakîn yolunun rehberi, biz buna nasıl güç yetirebiliriz? Fakat kim bu işi kabûl ederse, biz onun hizmetine girelim.” dediler. Oğulları böyle deyince, Emîr Külâl Hazretleri başını eğip, murâkabeye daldı. Bir müddet sonra başını kaldırdı. “Büyüklerin rûhâniyeti, Emîr Hamza’nın bu işi kabûl etmesini işâret buyurdular.” dedi. Emîr Hamza, kabûllenemeyeceğini arz etti ise de; “Bunu kabûl etmekten başka çâre göremiyorum. Kabûl edeceksin, bu iş bizim elimizde değildir. Sen de biliyorsun.” buyurdu.
Bundan sonra Emîr Külâl talebelerinden ayrılıp, husûsî odasına geçti. Üç gün, üç gece dışarı çıkmadı. Sonra dışarı çıktı. Meclisinde toplananlar, neden üç gündür dışarı çıkmadığını sordular. Buyurdu ki: “Üç geceden beri, benim ve talebelerimin hâli nasıl olur? diye düşünüyordum. Gaybden kulağıma bir ses geldi. Şöyle deniliyordu: “Ey Emîr Külâl! Kıyâmet gününde seni, senin talebelerini, dostlarını, sizin mutfağınızdan uçan bir sineğin üzerine konduğu kimseleri bile affettim.” Allah-u Teàlâ, fadlından ve kereminden ihsân etti” dedi.
Emîr Külâl 8 Cemâziyelevvel 772 (28 Kasım 1370) tarihinde, doğduğu köyde vefat etti ve orada defnedildi. Türbesi kısa zamanda ziyaretgâh haline geldi. Orada türbedarlık yapan soyu kurulan vakıflardan sağlanan gelirler, yapılan bağışlar ve hediyelerle geçindiler. Zamanla köyün asıl adı unutularak Mîr Külâl diye tanınmaya başlandı.
Seyyit Baba...Sivas Divriği 





Seyyit Baba, Selçuklular döneminde yaşamış ve bu yörede şehit düşmüş bir Alp-Erendir. Seyyit Baba yatırı,Divriğiye 24 km. uzaklıktaki Akmeşe (Ziniski) köyündedir.Divriği yönündeki en önemli ziyaret yerlerinden biridir.Her Divriğili ömründe en az bir defa olsun burasını ziyaret etmiştir. Seyyit Baba türbesi kare planlı olup üzeri piramit külahla örtülüdür.Türbe etrafını başka yapılat çevirmiştir. Türbe içerisinde beş kabir bulunmaktadır.İlk kabir Seyyit Babaya aittir.İkinci kabir Seyyit babanın hanımına,üçüncü kabir oğlu Abdurrahmana dördüncü kabir kızı Sakineye ve beşinci kabirde hizmetçisi Arapa ait bulunmaktadır.Bunlar tahta sandukalar olup üzerleri renkli kumaşlarla örtülüdür. Necdet Sakaoğlu,Seyyit Baba türbesi ve tekkesi hakkında şu bilgiyi vermektedir. Ziniskideki Seyyit Baba tekkesi,çevrenin en ünlü tekkesi olarak yüzyıllardır üne sahiptir.Bulunduğu Ziniski köyüne ayrı bir şahsiyet kazandırmıştır.Geniş bir mezarlık alanı içinde yer alan tekke ve türbenin etrafında kocamış dut ağaçları dikkati çeker.Fakat artık tekke ve bitişik türbe eski görüntüsünü kaybetmiştir.Yakın yıllarda harabiyeti nedeniyle köylüler ve bu tekkeye özel bağlılık gösterenler işbirliği yaparak kaba fakat sağlam tarzda bölmeleri,bu arada kümbet biçimli türbeyi yenileme çabasına girmişler ve tabii eskiyi bütün bütün ortadan kaldırmışlardır.Yalnız,tekkenin giriş kısmındaki örtme ve kurban yeri kerpiç özelliği ile bozulmamıştır. Mezar taşı kitabesi bulunmayan Seyyit Babanın tarihi kişiliği hakkında yeterli bilgilere sahip değiliz.Çevre halkı arasında yaygın söylenti Seyyit Babanın Mengücekler döneminde źahların sancaktarı olduğu ve buradaki bir savaşta şehit düştüğüdür.Bu nedenle ona şehit gözüyle bakılır.Büyük saygı gösterilir. Ersin Gülsoy,1519 tarihli evkaf defterinde Ziniski köyünde bulunan zaviyenin źeyh Osman Zaviyesi olarak geçtiğini kaydeder.Necdet Sakaoğlu ise źeyh Osman zaviyesi hakkında şu bilgileri verir.Tahrir kayıtları arasında Seyyit Babayı tereddüde (şüpheye) açık yön kalmaksızın źeyh Osman adı ile buluyoruz.źu kadar ki yaşadığı zaman konusunda tam bir kararlama yapmaksızın Tarihsiz olan ve Kanuni devrinde Divriğide yapılan tahrirlerin ilki olduğu sanılan defterde Zaviye-i źeyh Osman başlığı ile ilginç not yer almaktadır. Karye-i Ziniski,tabii nahiye-i Ziniski,cemaat-ı dervişan Zaviye-i źeyh Osman hizmetkarlarıdır.Denilmekte ve dervişan sayısı verilmektedir.Aynı asırda Erikli köyü için ise Karye-i Erüklü,tabii nahiye-i Ziniski,tamam vakfiyesi Zaviye-i źeyh Osman denilmekte,ayrıca türbeye bitişik mescit için de Karye-i Ovacık,tabii nahiye-i Ziniski,tamam malikhanesi Mescid-i Ziniski olarak belirtilmektedir. Burada dikkati çeken husus,Ziniskide Kanuni devrinde tekkeye bağlı olarak yaşayan ve ömürlerini buranın azad kabul etmez hizmetkarları olarak geçiren kalabalık bir derviş grubunun bulunduğudur.Ayrıca,türbe ve mescid için ayrı ayrı vakıflar tesis edilmiştir. Yine Kanuni devrine ait H.937 (1530) tarihli Mufassal tahrir defterinde ise Vakf-ı Medrese-i Ziniski haliya harab olub amelden kalduğu ecilden karye-i mezbura mescidi evkafına ilhak olunmuş ana tasarruf olunur imiş denilmekte,Ziniskideki eski medresenin daha o tarihlerde tatil olması sebebiyle vakfının ilgili mescide devredildiği işaret edilmektedir.Bu başlık altında,Ovacık-ı Süflanın tamam malikhanesi ile Ziniskideki üç tarlanın ve mahiyeti bildirilmemiş diğer bir mülkün Mescid vakfı olduğu anlaşılmaktadır. Alttaki hadisede ise Mescid-i mezburenin tevliyetine Mehmet Bin Abdülkerim berat-ı padişahı ile mutasarrıf gösterilmiştir. Bu tahrir defterinde, zaviye için ise ayrı bir başlık altında vakfedilen köy,mezra,tarla ve bostanlar yazılmıştır: Ziniskiye bağlı Belmen(?),Yuvalar mezraları,Erüklü köyü,Ziniski köyündeki Mamaşlu,Kutbağı,Osman Bağı,Yahya Danişmend Bağı,Kara Balabansı,Hacı Hasan Vakfı,Garip Tarla adlarını taşıyan,bazıları isimsiz bırakılmış ceman 10 tarla (Garip Tarla,Yağlıca mezrasında) ile harap bir bostandan ibaret oldukça zengin bir vakıf tesis edilmiştir.Ancak alttaki haşiyede vakfiyesinin görülmediği,yalnız vakıflığının tespit edildiği bildirilmektedir. Bu durum ise źeyh Osmanın yaşadığı takribi dönem konusunda bir yorumda bulunmamızı engeller.Yalnız onun XVI.yüzyıldan önceye ait bir sima olduğunda şüphe yoktur.Herhalde daha önce de belirttiğimiz gibi Anadolunun Türkleşmesi döneminde çevrede etkin olmuş bir Türkmen źeyhidir.Kişiliği konusunda saygı göstermektedirler.Fakat belgelerde,şimdi rastlanmayan şeyh lakabının yerine günümüzde adı ve şeyhliği unutularak bu Seyyit ve Baba ismi geçerli olmuştur.İbrahim Aslanoğlu,Seyyit Babanın menkibevi kişiliğini anlatan Menakıb-ı Seyyit Baba adlı bir eserinin olduğunu;fakat bu eserin I.Dünya savaşı yıllarında kaybolduğunu söylemektedir. SEYYİT BABA Sabah erdim vardım Seyyid Baba’ya Yüzüm sürdüm şehitlerin taşına Dolandım tecella kıldım dergah Vardım düştüm sancağının başına Bir ismi Hayder’dir,bir ismi ALİ Sancağı Cennet’te geldi bu veli Hak nazar eyledi doldu bu dolu Canım kurban kadeh sunan eline Ol Sultan Saçlı’yı yanına aldı İsteyen kulların muradın verdi Kızıl Elma’ya dek kafiri kırdı Yüz sürerek kümbedinin taşına Laşker-i Abdal’a çıkıyor eli Kimsenin kalmadı kendiye dili İmam Hüseyin ile Bektaş-ı Veli Canım kurban beratına,işine Kara Pirbat Al-i Aba yarıdır, Koca Leşker günahları arıtır Sultan Ağu’çen cümlenin piridir Yüz sürelim eşiğine başına Fakir Edna’m der ki babına varsam Yeşil sancağına yüzümü sürsem Ölmeden açsam da görsem Gör üstadım Hatayi’nin işi ne…

ALINTIDIR.


Kaynak: http://www.estanbul.com/sivas-divrigi-seyyit-baba-75726.html#.V9UHG1uLTIU

BUN BABA TÜRBESİ..SİVAS

SİVAS MERKEZ  Devlet Hastanesi Bahçesi 
TESCİL TARİHİ: 18.01.1991 TESCİL KARARI: 939 
AYRINTILI TANIM:
Türbe, Sivas Devlet Hastanesinin (eski SSK Hastanesinin) batı duvarına yakın bahçesi içinde ve Selim Ağa Camii karşısındadır. Halk arasında “Mum Baba Türbesi” olarak da adlandırılmıştır.
 “Bun Baba Türbesi dıştan dışa takriben 3.60 x3.50 m ebadında dikdörtgen bir plan üzerine0.50 m kalıklıkta moloz taş duvarla inşa edilmiş ve üzeri betonarme bir beşik çatı ile örtülmüş, küçük bir binadır. Eskilerin ifadesine göre kulübe şeklindeki bu bina mahalleli tarafından 10 sene kadar önce yapılmıştır. Evvelce bunun yerinde Selçuklu kümbetleri tarzında bir türbe mevcutmuş. Türbenin içi beyaz kireç harçla sıvanmış olup duvarları dıştan derzlenmiş, beton çatısı ile çimento şap ile sıvanmıştır.
Türbeye güneydoğu köşesindeki küçük bir kapıdan girilir. Bu cephede ve doğu cephesinde birer küçük penceresi vardır. Türbe içinde, üzeri yine çimento ile sıvanmış alçak bir sanduka mevcuttur. Sandukanın baş ve ayakuçlarında (üzerindeki tezyinattan anlaşıldığına göre XIII-XIV. Yüzyıla ait olan) iki kıymetli mezar şahidesi bulunmaktadır. Ayrıca ayak şahidesinin yanında başka bir eski mezara ait olan, diğer kıymetli bir şahide taşı daha durmaktadır. Bu taşların üzeri ziyaretçilerin yaktığı mumların eriyen parafinleri ile kısmen kaplanmış olup yine ziyaretçilerin niyet için yapıştırdıkları küçük taşları havidir. Temizlendiği takdirde okunabilecek sağlamlıkta bulunan bu üç mezar taşının korunması gereklidir. Türbenin zemini toprak olup üzerine çeşitli hayvan postları serilmiştir.” (Hikmet Denizli, Sivas Tarihi ve Anıtları, Sivas 1998, s. 125–126.)
“Mum Baba’nın asıl ismi Abdulkerim, babasının ismi ise Hacı Ahmet Efendidir. Babası ile birlikte horasandan göç edip Bitlis’e geldiği ve şeyhi Telli Baba’nın isteği üzerine İsmail Hakkı hazretlerinden ilim tahsil etmek için Erzurum’a gitmiştir. Erzurum’dan sonra Sivas’a, Şems-i Sivasî’nin yanına gelmiştir. Sivas’ta Halvetî tarikatına intisab etmiş ve hayatını mum yapıp satarak kazandığı için kendisine “Mum Baba” denilmiştir” (İbrahim, Yasak,Sivas Yatırları ve Abdulvehhab Gazi Hazretleri, Sivas 2004, s. 77.)
YAPILAN ONARIMLAR:
1952 yılında eski türbe yıkılarak şimdiki haliyle yeniden yapılmıştır.

ALINTIDIR..
http://www.sivaskulturenvanteri.com/bun-baba-turbesi


Duman Baba Türbesi ve Efsanesi

sivas.koyulhisar



Sivas Gezi Rehberi olarak Koyulhisar’da Duman Baba’yı daha önce anlatmış ve fotoğraflarını yayımlamıştık. Yine bir gezi sırasında öğrendiğimiz ve duyduğumuz efsaneleri sizlerle paylaşmak istedik.
Koyulhisar’dan çıkıp on iki-on üç kilometre kuzeye doğru ilerleyince Dumanlıca’yla karşılaşılır. Çok sık çam ve köknar ağaçlarının meydana getirdiği ormanlık tepe yaz bahar aylarında burcu burcu kekik kokar. Dumanlıca’da bir de yatır vardır. İsmi: Dumanlı Baba.
EFSANE: Efsaneler göre Duman Baba, 1071 Malazgirt zaferinden sonra buralara kadar uzanan ilk Türk ordusunun kumandanı imiş. Bazılarına göre de İslam ordularının öncü komutanı…
Her yıl Haziran başından Eylül sonuna kadar bölük bölük kervanlar, arabalar dolusu insan Duman Baba’yı ziyaret ederler. Büyük bir zevkle adaklarını yerine getirirler. Yaptıkları dualarda “Allah’ım bana nur topu gibi bir evlat ver, bir oğul ver, asker olup gittiğinde kurbanlar keseyim, dönüp geldiğinde rızan için oruçlar tutayım” derler. Kurbanlar kesilir, pilavlar pişirilir. Fakir fukara, bıkıncaya kadar yer içer.
HALK İNANIŞI: Rus orduları Çardaklı’ya kadar gelir. İşte o günlerde Dumanlıca tepesinden bir nur direklenir, ardı arkası kesilmeyen patlamalar olurdu. Duman Baba darda kalan askerlerimize yardım eder.
DUMANLI BABA/2:
Dumanlı Baba yatırı Koyulhisar ilçesinin kuzeyinde adı ile maruf Dumanlıca Tepesi’ndedir. Kayaların üzerinde, etrafı taş duvarlarla çevrili bir yerdedir. 1243 Kösedağ Savaşı’nda Selçuklu ordusu, Moğollara yenilince, geriye çekilen askerlerin kumandanı olan Duman Baba, türbesinin bulunduğu yerde şehit olmuştur.
HALK İNANIŞI: Halk arasında yedi kardeş oldukları söylenir. Kösedağ’da Kösebaba, Kelkit çayı kenarında Dumancak, Şeyhler Mahallesinin mezarlığındaki Ahmet Abdal…
Duman Baba’ya her yıl yaz aylarında çeşitli köy ve kasabalardan gelen vatandaşlar kurban kesmeye ve dua etmeye gelirler.
SÖYLENCELER: Birinci Cihan Savaşı sırasında, evliyanın bulunduğu tepeden top sesleri geldiğini, tepenin eteğinde ikamet eden Çakıl Çiftliği sahipleri ile ilçenin yaşlı kişileri söylemektedir.
SÖYLENCELER: “Bir yaz günü kayınpederim, kayınvalidem, ben ve eşim Duman Baba evliyasına kurban kesmeye gittik. Kurbanı kestik. Kadınlar etli pilav hazırlarken biz erkekler bir çam ağacının dibine oturduk. Hava çok güzel ve bulutsuzdu. Aniden gökten öylesine uçak gürültüleri geldi ki, kulaklarımızı patlatan bu sesten kurtulmak için ellerimizle kulaklarımızın kapatarak başımızı kollarımızın arasına alıp yere yattık. Ömrümde böyle korkunç bir ses görmedim. Ses, beş dakika kadar devam etti. Yere kapanmış vaziyette kolumun altından etrafı gözetlemeye çalışıyordum; o ses küçük bir toz bulutu şeklinde evliyanın ihata duvarının içerisine girdi ve ses de kesildi.” (Turhan Arslan’ın tespitleri)
SÖYLENCELER: Bir gece eşeğimiz akşam eve gelmedi. Babam, yatsı namazı sıralarında beni aramaya gönderdi. Köyün üzerinde, Duman Baba Tepesi tarafına doğru yürürken aniden önüme sakallı bir ihtiyar çıktı. Ben çok korktum. Bana “Korkma… Cebinden defter ve kalemini çıkar.” Dedi. Ben de küçük not defterimle kalemimi çıkardım. Bana, ‘Yaz!’… dedi.
-Zina yapma, yalan söyleme, dedikodu yapma, haram yeme, bu sözlerime uy: korkma… Benim Duman Baba olduğumu unutma.
Bunları dedikten sonra kayboldu.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında İlçe Müftüsü Hıfzı Hoca öncülüğünde Duman Baba’ya yağmur duasına giden Koyulhisarlılar, Ayran Pınarı mevkiinde iki yaşlı insana rastlarlar. Kafileye onlar da katılır. Duman Baba da dualar edilir. Kurbanlar kesilir, yemekler hazırlanırken, yolda onlara iltihak eden yaşlı zatın birisi eline ibriği alarak ormana gider. Aradan çok zaman geçmesine rağmen adam gelmez. Millet onu aramaya koyulur. Bulamazlar, yemekler hazır ama onun gelmesini beklerler. Aradan iki saat geçtikten sonra adam elinde ibrikle görünür.
-Baba, neredeydin, diye sorduklarında:
-Efendiler, bu tepenin üstü şehit mezarıyla dolu… Şu yukarıdaki köyün yanına gitmek zorunda kaldım, der.
Yemekten sonra da rahmet yağmaya başladığından, bizimkiler sevine dursunlar, yaşlı adamların ikisi de kaybolurlar. Bunlar belki de ilçe hakının devamlı ziyarette bulunduğu, gittiği yer için mesajda bulundular. Etrafın kirletilmemesini istediler. (Cevat Fırat’ın anlattıkları)
DUMAN BABA/3:
Duman Baba’nın mezarı, Koyulhisar’a bağlı Dumanlıca’da bulunmaktadır. Dumanlıca adak yeri olarak her sene Temmuz-Ağustos aylarında ziyaret edilir. Adaklar kesilir ve dualar edilir. Duman Baba hürmetine Allah’tan yardım istenir.
Fakat bazı cahil insanlar var. Bunlar Duman Baba’yı Tanrı gibi görmekten ve ondan yardım istenmekten çekinmezler. Bazıları da bunların ikisini de yapmazlar, karınlarını doyurmak için gelirler.

alıntıdır.
http://www.sivas.im/duman-baba-turbesi-ve-efsanesi-2129.html