KARIŞIK

18 Haziran 2016 Cumartesi

Yel Baba Türbesi ..adıyaman

Yel Baba Türbesi ..adıyaman



Adıyaman'ın ziyaret edilen yerlerinden biridir Yel Baba Türbesi. Merkeze bağlı olan Musalla Mahallesi'nde bulunmasından dolayı kolay bir ulaşıma sahiptir. 

Etrafı demir korkuluklarla çevrili olan Yel Baba Türbesi, yöre halkı tarafından sürekli ziyaret edilmektedir. Türbenin bulunduğu yapı ilk zamanlar bir köylüye aitti. Evin sahibi rüyasında burada bir zat yattığını görünce evini türbeye çevirmiştir. Türbeye vücuduna yel girmiş insanlar tarafından ziyaret edilmektedir. Ziyarette bulunan kişiler türbe üzerindeki taşları vücuduna sürerler. Adıyaman'da yapacağınız gezilere dahil edebilirsiniz.

16 Haziran 2016 Perşembe

ZENGÎ ATA türbesi özbekistan..taşkent


 ZENGΠ   ATA  türbesi

özbekistan..taşkent


Türkistan'ın büyük velîlerinden Hoca Ahmed Yesevî’nin ilk halîfesi olan Mansur Ata’nın torunu olan Tac Hoca’nın oğludur. Mansur Ata ise Ahmed Yesevî’nin tasavvuf yolundaki ilk mürşidi olan Arslan Baba'nın oğlu olarak bilinmektedir. Bu durumda Arslan Baba’nın da torununun torunu olmaktadır. Babası Tâc Hoca gibi dedesi Abdü'l-Melik Ata da Yeseviyye silsilesi meşayıhindendir.

Mansur Ata'nın ölümü, H. 594 (M. 1197-98) olarak, Zengî Ata’nın babası Tâc Hoca’nın vefatı ise H. 596 (M. 1199-1200) (Hazînetü’l Asfiyâ, c. I, s. 535) verilir.

Arslan Baba'nın, Zengî Ata vasıtasıyle gelen sülalesi efradından Müzekkir-i Ahbâb adlı tezkirenin yazarı Seyyid Hasan Hoca Nakibü'l-Eşraf-ı Buhâri, kendi ceddi Abdü'l-Vehhab Hoca'nın maddi-manevî silsilesini şöyle  (Müzekkir-i Ahbâb s. 299-300) kaydetmiştir:

Arslan Baba --> Mansur Ata --> Abdülmelik Hoca --> Tac Hoca --> Zengî Ata -->  Sadr Hoca --> Harun Hoca --> Yahya Hoca  --> Süleyman Hoca --> Abdul-Vehhab Hoca

Yeseviyye tarikatının en önemli tarihi kaynağı olan Cevahirü'l-Ebrâr min Emvaci'l-Bihâr kitabının yazarıHazinî de, kendisini Mansur Ata evladından dolayısıyle Arslan Baba neslinden olarak göster­mektedir (Cevahirü'l-Ebrâr min Emvaci'l-Bihâr, s. 231).

Zengî Atâ, uzun yıllar dedesi ve babasından zâhir ve bâtın ilimlerini öğrendi. Ahmed Yesevî halîfelerinden Süleyman Hakîm Ata’nın hizmetine girerek ilim ve feyzinden istifâde etti. Taşkent’te ikâmet eder, Taşkent halkının hayvanlarına çobanlık yapardı.

Ahmed Yesevî’nin tasavvuf yolundaki ilk mürşidi olarak Arslan Baba, Yeseviyye tarikatındaki çok önemli bir kişi olmanın yanında  tarihi bir şahsiyettir ve koyu renkli Arab, siyah ırktan olduğu için, soyundan gelen Zengî Ata gibi  evladının da tenlerinin  koyu renkli oluşları ile ilgili bazı menkıbeler   teşekkül etmiştir.

Menkıbeye göre Zengî Ata, Taşkend dağlarında sığır güden kalın dudaklı, zenci bir çobandı; kendini ve ailesini çobanlık ücreti olarak Taşkendlilerden aldığı beş-on para ile geçindirirdi. Ömrü daima kırlarda geçtiği için, namazı da kırlarda, ovalarda kılar ve namazdan sonra cehri zikir yapardı. Zikre başladığında  menkıbeye göre, bütün sığırlar otlamayı bırakırlar, Zengî Ata’nın etrafında bir halka teşkil ederek Zengî Ata’nın zikrini dinlerlerdi.

Mürşidi olan Süleyman Hakîm Ata, 1186 (H.582) yılında vefât edip, Harezm’de Akkurgan’a (Bağırgan’a) defnedildi. Ahmed Yesevî’nin halifelerinden Süleyman Hakim Ata'nın birçok halîfesi arasında en tanınmışı olan Zengî Ata, Taşkend'de bulunurken, mürşidi Hakim Ata'nın vefatını haber aldı ve derhal Harezm'e giderek kabrini ziyaret ederek ailesine ta'ziyelerini sundu. Menkıbeye göre Zengî Ata Arab kökenli  Arslan Baba'nın evladından olduğu için siyah tenli, o zamanki değerlendirmelere göre  çirkin denebilecek bir adamdı. Nikah için şer'an beklenilen müddet bittikten sonra, ölen mürşidi Süleyman Hakim Ata'nın manevî işa­retiyle, dul kalan zevcesi Anber Ana'yı istedi. Anber Ana ilk başta Hakim Ata’dan sonra her ne kadar evlenmek istemediyse de, nihayet Zengî Ata'nın gösterdiği bir keramet neticesinde nikaha razı olmayı mecburi gördü.
Menkıbeye göre Hakim Ata çok esmer renkli olduğu için, Anber Ana birgün nasılsa, "Keşke eşim siyah olmasaydı!" diye düşünür. Kerâmet nuru ile bunu anlayan Hakim Ata, "Tiz ola ki benden siyaha musahib olasın!" diye dua eder. Hakikaten, biraz sonra Hakim Ata ölür ve Zengi Ata gelip, Anber Ana'nın dest-i izdivacını taleb eder. Anber Ana yüzünü hiddetle döndürüp, "Ben Hakîm-Ata'dan sonra kimseye varmam, hele böyle zencî'ye.." diye reddeder; fakat boynu o vaz'ıyette kalır. O zaman Zengî Ata haber yollayarak, vaktiyle, ölen eşi ve kendisinin mürşidi  Hakim Ata  ile aralarında geçen vakı'ayı hatırlatır. Anber Ana bu izdivacın sırf bir keramet mahsulü olduğunu anlayınca ağlar ve zaruri razı olur (Reşahat tercemesi, s. 16-17).
Hakim Ata Kitabı bu menkabeyi başka bir şekilde göste­riyor : Hakim Ata kara renkli olduğu halde, Anber Ana beyaz tenli ve güzeldi. Birgün, Hakim Ata gaslederken Anber Ana yatağında idi; Buğra Han'ın kızı iken bu kara adama düşmesindeki hikmeti düşündü. Hakim Ata'ya bu düşünce ma'lûm oldu; "Sen beni beğenmiyorsun amma, benden sonra, dişinden başka beyazı olmayan  bir karaya düşeceksin!" dedi. Anber Ana pişman olup ağladı; lakin iş işten geçmişti. Hakîm Atâ vefâtına yakın, Harezm’de ilim tahsîl etmekte olan oğulları Muhammed Hoca ile Asgar Hoca’yı çağırttı ve onlara dedi ki, "Ölümümden sonra ‘kırk aşı'nı verirken gün-doğusundan Ka'be ahalisinden kırk Abdal gelecek; aralarında bir gözü zayıf ve ayağının biri aksak bir“Kara Abdal” vardır. Ananızı, evlenmesi için beklemesi lazım gelen iddet süresi sona erince ona nikahlayın!". Hakikaten, Ata'nın vefatından kırk gün sonra Abdallar geldiler; fakat içlerinde kara Abdalyoktu. Çocuklar onu sorup geri kaldığını anladılar ve çağırttılar. Onun adı Zengî idi. Babalarının vasiyetine göre, analarını Zengî'ye nikahladılar. Bu Zengî'nin veliliğini o zaman kimse bilmezdi. Zengî Baba, karısını alıp kendi vilayeti Taşkend’e çekilip gitti. Anber Ana, eski kocasının kerameti eseri olarak bu Zengî'den çok sıkıntı çekti; lakin ona tahammül eder ve başka kadınlara da bu hususta nasihatte bulunurdu (Hakim Ata Kitabı).

Zengî Ata  Silsilesinin Teşekkülü Menkıbesi

Zengî Ata, birgün dağda çalılıklar arasmda koca bir yük dikenli çalı toplayıp evine götürmek üzere iple bağlıyordu; o aralık önüne dört genç adam çıktı. Selam verdiler, selamlarını aldı ve nereden gelip nereye gittiklerini sordu. Gençler o zamanın ilim merkezi Buhara'da bir medresede tahsil ile meşgul iken Hak tarîkına sülûk niyetiyle yola düştüklerini, kendilerini irşada muktedir bir şeyh aradıkları ve Taşkend’e gelene kadar böyle birisine rastlayamadıklarını anlattı. Buhara'dan şeyh aramak üzere yola çıkarak Taşkend’e kadar gelmiş olan bu dört genç, sonraları dört büyük halîfesi olacak olan Uzun Hasan Ata, Seyyid Ahmed Ata, Sadr Ata, Bedr Ata idi.  Zengî Ata onlara: "Biraz durun, dünyanın dört tarafını koklayayım. Nerede kamil mürşid kokusu alırsam size bildireyim!" dedi. Gençler sevinçle Zengî Ata’nın vereceği müjdeyi beklediler. Zengî Ata, yüzünü dört tarafa çevirerek kokladı ve sonunda : "Sizi tasavvuf yolunda kemale erdirmeğe kadir benden başka kimse yoktur!" dedi.
Zengî Ata'nın sözü üzerine dört gençten önce Uzun Hasan ile Sadr Zengî Ata’yı mürşid olarak kabullendiler ve intisabdaki bu öncelikleri nedeniyle, tasavvufî kemal mertebesine daha önce erdiler. Seyyid Ahmed az-çok tahsil görmüş ve seyyid olmakla soyca saygın olduğu halde, böylesi bir siyah sığır çobanının kendisini irşad etmeğe kalkmasını biraz garibsedi ise de o da Zengî Ata’ya biat etti. Fakat başlangıçta gönlünden geçirdiği o gurur duygusu irşad yolunu kapadı, bütün gayretinden mücahedelerinden hiçbir fayda görmüyordu. Sonunda, Seyyid Ahmed Anber Ana'ya yalvararak, bu hususta Zengî Ata nezdinde aracı olmasını istedi. Anber Ana, Seyyid Ahmed’e yardımını va'detti ve dedi ki : "Sen bu gece kendini bir siyah keçeye sarıp Zengî Ata'nın yolu üzerine bırak; o, seher zamanında taharete çıktığı zaman seni o halde görüp acısın!". Hakikaten, o akşam çok iyi kalbli Buğra Han'ın kızı olarak asil bir kadın olan Anber Ana, eşi Zengî Ata’ya Seyyid Ahmed'i niçin layık olduğunu gördüğü inayetine mazhar etmediğini sordu. Zengî Ata Anber Ana'ya gülümseyerek, kendisini ilk gördüğü zaman Seyyid Ahmed'in kalbinde nasıl bir gurur uyanmış olduğunu anlattı; lakin Anber Ana'nın nezdindeki şefaatı vesilesiyle Seyyid Ahmed'in o ilk kusurunu afvettiğini söyledi. O gecenin ertesinde; sabahın seher vaktinde Zengî Ata taharet için evinden dışarıya çıktığı zaman, yolu üstünde siyah bir şeyin yattığını gördü. Ne olduğunu anlamak için ayağıyle dokununca, Seyyid Ahmed yüzünü gözünü mürşidi Zengî Ata'nın ayağına sürerek af diledi. Zengî Ata bu candan özür dilemesine karşılık Seyyid Ahmed'e o kadar iltifat etti ki, bütün maksudu o anda kendisine münkeşif oldu (Reşahattercemesi (s. 17-19). ) Seyyid Ata, Anber Ana'nın vasıta olması ile, şeyhinin afvına mazhar olduktan sonra, manen çok ilerlemiş, çağdaşı olan Nakşbendiyye ulusu Hâce Azîzan ünvanı ile tanınan Ali Ramitenî “Pîr-i Nessâc” ile birçok sohbetlerde bulunmuştur.
Zengî Ata'nın üçüncü ve dördüncü halîfeleri olan Sadr Ata ile Bedr Ata için de benzer bir rivayet nakledilmektedir. Sadr Ata ile Bedr Ata’nın isimleri Sadreddin Muhammed ve Bedreddin Muhammed'dir. Bu iki candan arkadaş eğitimleri için Buhara'da bulundukları zaman medresenin aynı hücresinde otu­rurlar, aynı dersleri ta'kip ederler, birbirlerinden hiç ayrılmazlardı. Zengî Ata'ya mürîd olduktan sonra Sadreddin'in mertebesi yükseliyor, buna karşılık Bedreddin'inki daima geride kalıyordu. Sonunda, Bedreddin bundan müteessir olarak ağlaya ağlaya Anber Ana'ya geldi ve halini anlattı. Anber Ana da, kocasının gönlü ferah bir zamanında Bedreddin'in üzüntüsünü izah etti. Zengî Ata gülerek dedi ki, "Benimle ilk defa görüştüğü zaman, Bedreddin, içinden, “Bu deve dudaklı zencî haddinden fazla iddia eder”, diye düşünmüştü. Şimdiye kadar feyz alamamasmın sebebi budur; lakin madem ki sen vasıta oluyorsun, ben de o kusurunu afvettim!" Hakikaten, bundan sonra bu iki arkadaşın sülukdaki seyirleri de birbirinden farksız oldu (Reşahâttercemesi (s. 20-21).
Zengî Ata’nın hatırası Türkistan mutasavvıf şairleri tarafından asırlarca terennüm olunmuştur.Türkistanlı Şems isminde bir şairin Zengî Ata'ya hitaben musammat tarzında yazılmış bir Münacât'ı, Yesevî'nin Divân-ı Hikmet'inde basılmıştır :

Ol Seyyid-i âdem hakkı yâ Zengî Baba himmeti
Ol mefhâr-i âdem hakkı yâ Zengî Baba himmeti

matla'iyle başlayan bu aruz vezni ile yazılmış eser, Prof. Dr. Fuad Köprülü’ye göre nazım bakımından çok kusurludur (Divân-ı Hikmet, İstanbul baskısı, s. 285) .

Prof. Dr. Fuad Köprülü’ye göre Zengî Ata'nın memleketlisi Kemmî Taşkendî'nin,

Dergeh-î Hak pâsbânı Hazret-i Zengi Ata
Sırr-ı gaybî râzdâni Hazret-i Zengî Ata

İrdiler zahir siyeh-fam-ü likin bâtınen

Tabtılar nûr-ü ziya'nı Hazret-i Zengî Ata

 

Turfa bir keşf-i kerâmet görgüzüb dehr ehliga

Aldılar Anber-Ana'nı Hazret-i Zengi Ata


parçalarını içine alan medhiyesi edebi yönden Türkistanlı Şems’in manzumundan daha üstündür (Mecmuâ-i Hazini, Taşkent taşbasması, s.47).

Zengî Ata'nın ölüm tarihi H. 656 (M. 1258-59) olarak verilmiştir. Zengi Ata'nın vefatı, Hazinetü'l-Asfiya (c. I, s. 539)’ya göre de aynıdır.
 Yaşadığı kasabada vefât edip, oraya defnedilen buünlü Yesevî şeyhinin kabri, Taşkend şehrinden sekiz mil uzakta Semerkand yolunun onbirinci kilometresindedir. Schuyler, Türkistan Seyahatnamesi tercemesi (s. 189).Reşahat'ta da Zengî Ata’nın mesken ve medfeni Şaş (Taşkend) olmak üzere kayıtlıdır (s. 16)

Zengî Atâ’nın kabri Türkistan’da herkes tarafından bilinir ve ziyâret edilirdi.  Türkistan’ın ünlü ve tanınmış mutasavvıfı Nakşbendiyye ulusu Hoca Abdullah Ahrar, Zengî Ata hakkında büyük bir saygı besler ve kabrini her ne zaman ziyaret ettiğinde, kabrin içerisinden cehri olarak “Allah-Allah” zikrini işittiğini söylerdi. Reşahattercemesi (s. 16). Hazini de, bu meşhur rivayeti zikreder.

Kemmî Taşkendî'nin bahsedilen Zengî Ata medhiyesindeki,

"Eylegaylar ta mematîdan beri  vird-i zeban
Allah Allah Rabbenâ’nı Hazret-i Zengi Ata"

beyti de buna işarettir.

Yesevîye silsilesi, sonraki asırlara bilhassa Zengî Ata'nın halifelerinden Seyyid Ata ile Sadr Ata’dan gelen farklı  silsileler vasıtası ile intikal etmiştir.
Daha uzun süreyle  Yesevîlik yolunu devâm ettiren Sadr Ata halîfeleri Eymen Baba, Şeyh Ali, Mevdud Şeyh şeklinde sıralanır. Mevdud Şeyh’in iki meşhûr halîfesi vardı. Bunlar; Hoca Abdullah ve Kemâl Şeyh idi. Hoca Abdullah’ın halîfesi Hadım Şeyh, onun da halîfesi Cemâlüddîn Buhârî’dir. Reşahât adlı kaynak kitabın yazarı Safi, Yesevilik konusundaki bilgileri Cemâlüddîn Buhârî’den nakletmiştir.
1) Hakîm Atâ Kitabı
2) Hazînet-ül-Asfiyâ
3) Cevâhir-ül-Ebrâr min Emvâc-il-Bihâr (Hazînî)
4) Reşahât Ayn-ül-Hayât (Safî)

ŞEYH SAFİ türbesi.. erdebil


ŞEYH SAFİ türbesi.. erdebil



Dünyada büyük bir Kızılbaş devletinin kurulmasına neden olan değil, Tekkesi’nin kurucu pirlerinden olan Şeyh Safi, Sah İsmail’in atasıdır. Kısa adı Şeyh Safi olarak güncelleşen ve uzun adıyla Ebul Safıyyıiddin İshakı Erdebili olarak Türk toplumunda izleri silinmeyen bu Horasan Ereni. Anadolu’nun dışında İran’ın Erdebil kentinde tekkesini kurmuş ve bu tekke Erdebil Tekkesi adıyla Türk ve Alevi düşüncesinin yayılmasına, gelişmesine katkı sağlamıştır. Kuşaklar değiştikçe gelişen, ilerleyen, toplumlara öncülük yapan ve büyük bir devlete dönüşen. bu tekkenin kurucusu Şeyh Safi 1252’dedoğmuştur.
Çoğu kaynak Şeyh Safı’nın Sünni olduğunu öne sürmekte olsa da,asil Alevi düşüncesinin büyük bir kaynağını oluşturan bu ocağın Halvetiye ve Kalenderiye tarikatlarını birleştirerek Safaviye veya Erdebiliye adlarıyla bilinen büyük tekkenin ortaya çıkmasında ve evlatlarını da da bu doğrultuda yetiştirmiştir. Onu Sünni birisi olarak göstermek için bu ocağın geçmişinde ve yaşamında herhangi bir ipucu bulmak olası değildir. Bu tür değerlendirmeler her pir için yapılmaktadır.
Erdebil Tekkesi’ni kuran Şeyh Safayeddin ceddini ondokuzuncu göbekten yedinci İmam Kazım Musa’ya ulaştırır, bu soyu soylu biçimde devam ettirmiştir. Hatta kendisine şerif soyundan diyenlere büyük Şeyh şu yanıtı vermiştir: “Bizde Seyitlik var, fakat Alevi, yahut şerif olduğumuzu (yani İmam Hüseyin, yahut Hasan soyuna mensup bulunduğumuzu) sormadı[1]demektedir.
Çeşitli araştırmacılar Şeyh Safi’nin kimliği konusunda kendi taraflarına çekmek için büyük umar harcamaktadır. Özellikle İranlı araştırmacılar bu büyük dedeyi Fars kökenli göstermekte olup, bazı araştırmacılar ise onun Kürt kökenli olduğunu söylemekteler.Şeyh Safi’nin Firuz Şah torunlarından olduğunu, ardından Güney Arabistan’dan Azerbaycan’a göçtüğü ve Kürt kökenli olduğu yönünde bilgileri de ve­rilmektedir. Biz bu Alevi büyüğünün kimliğini Kürt, Türk, Fars ya da Arap olmasını değil, pirin doğup büyüdüğü Erdebil kentinde kurduğu büyük üniversitesinin (tekkenin), yetiştirdiği öğrencilerinin (dervişlerin) Anadolu ve Türk topraklarında devamlı faaliyet gösterdikleri, Alevi kültürünün oluşumunda katkı sağladığı yanıyla ilgilenmekteyiz.
Şeyh Safiyiddin Erdebili, Moğollar’ın bulunduğu bölgede kendisi­ne inananlar gün geçtikçe çoğalmaya ve ünü ise uzak bölgelere yayılmaya başladıkça Moğol yönetiminden gerekli ilgiyi de görmüştür. 1334 tarihinde Şeyhin ölümüyle birlikte Erdebil’i1 postuna oğullarından sırasıyla, Şadraddin (posta oturma süresi 1334-1393 torunu Hoca Ali (posta oturma süresi 1392-1429) Hoca Ali’nin Erdebil postunda otur­masıyla bu tekken in yaşamında okulunun bilimsel olarak Aleviliğin’ bütünlüğüne ve Alevi felsefesinin Anadolu Aleviliği ile aynı paralelde gitmesine neden olmuştur. Çünkü Hoca Ali, Hacı Bektaş Veli derga­hıyla ilişkilerine önem vermiş, sürekli iletişim kurarak, Hacı Bektaş felsefesini Erdebil’e taşımıştır.            Hatta Timur’un Anadolu’da Osmanlı Devleti’ne yaptığı o büyük saldırı sonucunda Yıldırım Beyazıt’ı yen­mesiyle birlikte Anadolu’da yaşayan Tekke, Hamit ve Karaman Türk­menlerinden Alevileri tutsak yaparak yanında götürmesi ve Hoca Ali’nin bu Türkmenleri bağışlatıp yanında bırakması sonucu Türkmen nüfusunun ve Anadolu Alevi bilincinin de buralara, Anadolu dışına ta­şınmasına neden olmuş ve bu sonuç gelecekte Şah İsmail’in büyük bir devlet kurmasının temellerini oluşturmuştur. Hacı Bektaş öğrencileri­nin Erdebil Tekkesi’nin çehresini değiştiren bu topluluğu, daha doğru­su bu dervişler birer Alevi misyoneri olarak Erdebil Tekkesi’nde bir Kızılbaş devletinin oluşmasına katkı sağ­lamıştır.  Hoca Ali’den sonra Erdebil Tekkesi’ne oğlu İbrahim otur­muştur. (Süresi : 1429-1447)
Bu dönemler içerisinde Erdebil’in adı Orta Asya içlerine ve Anado­lu’ya kadar yayılmış, Osmanlı padişahlarına her yıl buradan değerli he­diyeler gönderilmiştir. Osmanlı padişahlarının payitahtı bu dönemlerde Bursa idi. Ve Osmanlı devlet yapısı Alevi- Kızılbaş bilincine ters olmayıp, halen kuruluşunda büyük emeği geçen Alevi Horasan Erenleri nin izleri  silinmemişti.
Postnişinliğin babadan oğula geçme geleneği Erdebil’de kurumlaşması Hoca Ali’nin torunu Şeyh Cüneyd’le birlikte tekke siyasi bir hüviyete bürünerek gelecekteki devletin temellerini sağlamlaştırdı. Şeyh Cüneyd’in posta oturma süresi 1449-1456 gibi yedi yıllık bir süreyi kapsamaktadır. Şeyh Cüneyd Aleviliği tamamıyla kurumlaştırma yolunda Anadolu’dan büyük destek görmüş, Hacı Bektaş düşüncelerine büyü önem vermiştir. Anadolu ile ilişkilerini sıkı bir biçimde geliştirmiş, bu­radaki tekkeler ile sürekli iletişim halinde bulunarak okullar arası birliğin, fikir birliğinin gelişmesine neden olmuş, kopuk­luğu gidermiştir.
Şeyh Cüneyt taraftarlığının günden güne çoğalmasıyla ve gelecek­te siyasi bir çizgi izlemesi sonucu bu ülkeden sürgün edilmiş ve yedi yıllık sürede Anadolu‘da Karamanoğulları ile Osmanlı topraklarında bulunmuş, faaliyetlerini buralarda sürdürmüştür. Anadolu’da kendi gö­rüşleri doğrultusunda bir beylik oluşturmak istemesi bunu başarama­ması, hatta Trabzon’da Rum devletini ortadan kaldırarak kendine bir devlet yaratmak isteme düşüncesi de gerçekleşememiştir.
Akkoyunlu sultanı Uzun Hasan’ın kız kardeşiyle evlenerek bu ülke­de serbestçe dolaşma ve siyasi örgütlenmeyi geleceğe yönelik oluştur­muştur. 1460 tarihinde Gürcülere karşı 12.000 kişilik müridiyle büyük bir baskın düzenlemiş olmasına karşın, başarılı olamamış ve bu tarihte ölmüştür. Daha sonra Uzun Hasan’ın kız kardeşinden doğan oğlu Şeyh Haydar Erdebil postunun sahibi olmuştur. Şeyh Haydar da babası gibi yine bir devlet kurma ve gücünü artırmak amacıyla, dayısı Uzun Ha­san’ın kızıyla evlenerek arkasına büyük bir siyasi güç katmıştır.
Şeyh Haydar, müritlerine 12 dilimli kızıl bir taç giydirerek onların her yerde belli olmalarını sağlamış ve taraftarlarına da Kızılbaş adını vermiştir. Babasının öcünü almak için askerlerini toplamasıyla birlikte Şirvan hükümdarına savaş açmış ve bu savaşta başarılı olmadan öl­müştür. 9 Temmuz 1488 ve ardından 17 Temmuz 1488 tarihinde ise Safavi Kızılbaş Devleti’ni kuracak olan Şeyh Haydar’ın oğlu Şah İsmail dünyaya gelmiştir. ‘Şeyh Haydar’ın müritleri onun yeni doğan oğ­lu İsmail’i kaçırmış, onun öldürülmesini engelleyerek tam bir Anado­luu Türk Kızılbaş gibi yetiştirmişler ve babası Şeyh Haydar’ın idealle­rini gerçekleştirecek durumda bir devlet kurma gücünü elde etmişler­dir.
Şah İsmail de bütün dedeleri gibi aynı davayı takip etmiş, çok genç yaş­ta Erdebil postunun sahibi olmuştur. Babasının müritleri İsmail’i en güzel biçimde yetiştirmişler, gözünü budaktan esirgemez, yaptığı her şeyi bilinciyle yapar durumdadır İsmail. 12 yaşlarındadır. Bu yaşta bü­tün müritlerine hükmetmesini, sözünü dinletmesini, onları yönlendir­mesini kısa sürede kavramıştır.
Bu yaşta Gılan’dan ayrılıp dedelerinin kurmuş olduğu Erdebil Tek­kesine hareket etti. Buranın valisi İsmail ve adamlarını Erdebil’e sok­mak istemedi. İsmail, Hazar kıyısında Ercuvan denilen yerde adamla­rıyla birlikte kışı geçirdi. Yıl 1500. Amacı Anadolu’ya geçmekti. Adamlarına haber göndererek Erzincan’da buluşmalarını söyledi. Bü­tün Anadolu kısa sürede Erzincan’a akın etmişti adeta.
 Şeyh Safi tekkesinin Anadolu üzerindeki etkisi böyleydi. Burada toplanan çeşit­li boydan Türkmenler, doğru Şirvan’a hareket ettiler. Şirvan Şahı’nı bu inançlı topluluk kısa sürede ortadan’ kaldırdı. Dur durmak bilmeyen İs­mail taraftarları kısa sürede önlerine gelen orduları yenerek Erdebil topraklarına hakim oldular. Bu 12 dilimli Kızılbaş ordusu 1501 tarihin­de yeni bir devletin oluşumunu tamamlayarak bu Kızılbaş devletine atasının adı olan Safi’den dolayı Safavi Devleti adını koydu İsmail. Kendisi de Şeyhlikten Şahlık koltuğuna oturdu.
Erdebil postunun sahibi olan Şah İsmail küçük bir tekkeden büyük bir devlet çıkmasının noktasını koyarken, kendisi Aleviliğin adet erka­nının, gelenek ve göreneklerini Hacı Bektaş ve tüm Horasan Erenlerinin felsefesine sadık kalarak yerine getiriyor ve yeni kurallar koyuyordu. Aynı zamanda da bir hükümdardı. Bu hükümdarlığın başkenti Teb­riz’di. Kızılbaşlık bu tarihten sonra toplumsal bilinçten siyasal bilince ulaşarak kocaman bir devlet oluyordu. hem de Oşmanlı Türk devleti Farsça ve Arapça’yı resmi dil olarak yürütürken ‘Şeyh Safi’den gelip Şah İsmail’le noktalanan Safavi Türk-Kızılbaş devletinin resmi dili ve konuşma dili tümüyle arı Terkçeydi.
 Biz konumuz gereği yeniden  Şeyh Safi’nin yaşamına dönelim.1252’de Erdebil’de ölen Şeyh Safiyiddin ailenin yedi çocuğundan beşincisidir. İlk eğitimini Erdebil’de görmüş, küçük yaşlarda eğitime büyük ilgi duymuştur. Erdebil’de bilgilerinin yetersizliğini görünce Şiraz’a gitti. Orada bulunan en büyük tasavvuf hocalarından ders aldı. Şeyh Rüknettin Beyzavi ve Amr Abdullah gibi dervişlerden ders alma fırsatını buldu. Ardından Hazar kıyısında yerleşik olan Şeyh Zahid’e gitti. Bu şeyhin adını ve ününü bildiği için oralarda dört yıl kadar Şeyhi aradı. Bulunca da bu şeyhle birlikte 25 yılını geçirdi. Şeyh ölünce onun postuna oturdu. Bu yaşa gelinceye kadar tasavvuf bilgisini geliştirdi, Bilgi ve ‘yetenekleri kısa sürede çevresine yayıldı. Yayıldıkça da müritleri çevresinde büyü kalabalıklar oluşturmaya başladı. Gerek İlhanlı (Moğol) hanı Olcaytu gerek bölgenin diğer hükümdarları onun ünü karşısında bu büyük ilgi duymaya başlamışlardı. Moğol veziri Reşidüddin’in kendi Şeyh Safiyittin’in yakın müritlerindendi. Zaman zaman Şeyhinin tekkesine bol armağan1ar ve şarap gönderiyordu. Tekkenin gelirlerinin  büyük bir bölümünü  bu vezir sağlıyordu. Erdebil Tekkesi’nin kurucusu Şeyh Safi zamanının büyük bir bölümünü kendi müritleri arasında geçirmekteydi. 1335 tarihinde ölümü sonucu yerine Erdebil  postuna oğlu Sadreddin Musa, babasının büyük bir türbesinin yapımını on yıl gibi bir sürede tamamlayarak bugüne ulaşan görkemli bir şaheser yaratmıştır.
“Baba ordularının dağılışından sonra Anadolu ‘da tutunan Türkmen oymaklarından ve şeyhlerinden başta Şah İsmail’in büyük ceddi Şeyh Safi dahi bir takım şeyhler ve dervişlerle Kıpçak ve çevresine irşat için gitmişlerdir.”[2]
Şeyh Safıyittin Erdebili çalışmaları ile tasavvuf düşüncesi ve Aleviliğinin gelişmesinde büyük katkılar sağlamıştır. Bu katkıları sağlarken de kendisi gibi büyük ün yapan bir çoğu Anadolu topraklarında bulunan çağdaşı Horasan Erenleri’yle de iletişimi kesmemiş, o birlikte hareket ederek bilgi alışverişinde bulunmuştur. Onun yarattığı bir küçük tekke Aleviliğin bir mabeti olarak ününü günümüze taşımıştır. Ancak gerek Osmanlı devlet yapısı, gerekse Cumhuriyet tarih anlayışı , ne yazık ki bu kocaman Türk’ devletini görmezlikten gelmektedir.
Aleviliğin kaynaklarından bir kısmını oluşturan şüphesiz ki Şeyh Safi Buyruğu adıyla bulunan bu yapıttır. Şeyh Safi tarafından hazırla­nan Aleviliğin inançsal sistemlerine ilişkin bu görüşler, 13. yüzyıla aittir.
Anadolu Erenleri adıyla bilinen pirlerin birçok eserlerinin olduğu r gerçektir. Ancak bugün, gün yüzüne çıkartılabilenler çok azdır. Alevi­liğin yazılı kaynakları ortadan kaldırılmıştır. Bu eserlerin, uzun araştırmalar sonucu gün yüzüne çıkartılarak Alevilik tarihine ışık tutacağını ­umuyorum.

ŞEYH SAFİ BUYRUĞU’NDAN[3]

Bir talib bir kimse ile musahip olsalar, gerektir ki, mürşitlerin buyru­ğunca yola gidip, birbirleri arasında baş ve canlarını esirgemeyeler.Eğer esirgerlerse, musahipliğe layık değildirler. Musahip şudur ki, yola ­gide, Erenlerin izini izleye, mürşidin razılığını gözleye. Ve de bir kişinin musahibi yoldan çıksa, onu bırakıp, yolda olanla yola gitmesi uygundur, üstat nutkundan böyle buyurmuştur.Musahip olanlar, birbirinin derdiyle dertlenmeli, ilgilenmelidir.

Musahip olanlar hem -dert gerektir.
Garimin görünce kalmaya cana.”

Musahibin musahibden dalda (gizli) yeri olsa, musahip değildir; mürşitlerin kavli böyledir. Böyle olan musahibin yolu murtad (yoldan erkandan çıkmıştır. Böyleleri ne pir, ne murebbi ne de musahip olurlar, talibi eğitemezler, yolsuz ve erkansızdırlar. Şurası iyi bilinme­lidir ki:
Eğer bir kimse, MUHAMMED-ALİ kavliyle, özünü bir kamil müreb­biye ve musahibe bağlayıp, yola gitmese, o kişinin yediği ve içtiği tümüyle haramdır.
Mürşidi-i kamil şudur ki:
Talibin ayinesini (gönlünü) silip temizleye ve pırıl pırıl eyleye; her ne sorunu varsa yol içinde (Buyruğa, erkana uygun olarak) çözümleye, terbiye (eğitim) ile onu Hakk’a (ve gerçeğe) eriştire; talibe, matlubunu (dilediğini, gerçekler yolunda istediği şeyleri, (bilgileri) göstere; yete­neği varsa, talibi dostuna eriştire; gönlündeki muradını ve dileğini ha­sıl ede...
Ve eğer bu dediğimiz gibi olmazsa, Hakk’a talib olup, yola gelmez­se, dünyada ve Ahrette yüzü karadır, Erenler zümresinden değildir, mahşer gününde On iki imam efendilerimizin huzurunda mahcup (utanmış, hacil) olur ve hakkın cidarını görmekten. mahrum kalır.
Hazret-i Emir-el-Mü’mümin ve İmam-ül-Müttektn, Esedtullah-ül­ Galib Ali b. Ebü Talib Kerrem-Allahü veche buyurur ki:
“Her bir kişide yedi kal’a vardır. Her bir kal’a dört kat hisar bur­cuyla çevrilidir ve
 on iki burcu vardır, hepsi EDEB üzerinedir. Eğer o burçlara iblis (şeytan) girerse, elbette gönül tahtında oturursa, o kişi cehennem ateşine müstahak ölür. Çok sakınmak gerek, bu edepiere sa­hip çıkmalı, iblise uymamalıdır.”
Bunun için, erenlerin edeb ve erknını biz bu kitabın (Buyruğun) içinde yazdık ki, erenler muhib olan talibler okuyup, gereğince amel edeler ve her okudukça bu zaifi hayır duadan unutmayalar. Bir kişinin ömrü Nuh Peygamberin ömrü kadar olsa, bu menakıbı Şerif’i yazıp, tamam edemezler. Çünkü, Evliya Menakıbı’nın sonu ve batın ilmini nihayeti yoktur. Bu denli olduğu da taliblere ancak bir irşad içindir. Her şeyhe ve halifeye ve Pir’e lazım olan şudur ki:
Cuma geceleri geldikte çırağını uyarıp, gücü yettiği kadar Allah rızası için ve Muahammet Ali ve On iki imam ve On dört masum paklar ve geçmiş pirler ve beş kademler ruhu için, atası ve anasının canı için yemek yedire ve yemekten sonra cemaat dağılma­dan bu evliya’nın buyruğu okuna, talibler ve muhibler dinleyeler, güç­leri yettiğince edebinden ve erknından öğrenip amel edeler. Kişi bil­mediğini öğrenmek gerektir. Fakat, erkan erenleri bu kutsal Buyruk Kitabı’nı her önüne gelenin yanında okumayalar ve rastgele kişilere vermeyeler, göstermeyeler, yalnızca Erenlere muhib olanların yanında okuyalar.

Hz. İmam Hasan efendimiz buyurur ki;’.
Dört şey kişiyi saklar, dört türlü şeyden korur:
Birincisi, evli olmak yani şeriat  evine girmektir ki fesat işlerden (ahlak bozukluğundan) saklar; ikincisi, cömertlik yapmak ki iki ciha­nın iffetlerinden saklar; üçüncüsü, güvenilirlik ki hıyanetten saklar; dördüncüsü, haram (günah) olan şeylerden sakınma ki bütün belalar­dan saklar.
Ve İmam Hüseyin efendimiz buyurur ki;
Dört şeyi terk etmek, insani güvenli kılar:
Birincisi, hışım (kızgınlık, hiddet); ikincisi, gazap; üçüncüsü, ucüb (kibir kendini beğenmişlik); dördüncüsü, tembellik.
Ve mam Zeynel-Abidin efendimiz buyurur ki;
Dört şey, insanı çeşitli hastalıklardan korur:
Birincisi, az yemek; ikincisi, az konuşmak; üçüncüsü, az uyumak; dördüncüsü, kimsenin gönlünü yıkmamak.
Ve İmam Muhammed Bakır efendimiz buyurmuştur ki;
Dört şey, insanı dünyada ve Ahrette aşağılık (hor) eder:
Birincisi, acı söz söylemek; ikincisi, yaranız huy; üçüncüsü, hal­kın gıybetini (arkasından söz söyleme) yapmak; dördüncüsü, yüzü sert (katı, hiddetli) olmak.
Ve İmanı Cafer-i Sadık efendimiz buyurur ki;
.Dört şey olgunluğun belirtisidir:
Birincisi, dostlara mürüvvet (yiğitlik, insanlık) göstermek; ikincisi, düşmanlar ile budara kılmak (için  ve düşmanlığı gizleyip görünüşte , dostluk göstermek); üçüncüsü, gazap (kızgınlık) zamanında sabır gös­termek; dördüncüsü, acı söze tahammül etmek.
İmam Musa Kazım efendimiz buyurur ki;
dört şeyin sonu tehlikelidir:                                             
Birincisi, başıboşluk ki sonu maskaralıktır; ikincisi, şunu bunu azarlamak ki sonu pişmanlıktır; üçüncüsü, büyüklenmek ki sonu utan­maktır; dördüncüsü, tembellik ki sonu horluk (aşağılanmak)tır.
tir ki meyvesi güvenli olmaktır; üçüncüsü, cömertliktir ki meyvası ulu­luktur; dördüncüsü, şükürdür ki meyvesi zenginliktir.
İmam Muhammed Taki efendimiz buyurur ki;
Dört şeyden dört şey meydana gelir: .
 Birincisi, dilenmekten aşağılık doğar; ikincisi, şımarıklık (hafiflik)ten ayrılık doğar; üçüncüsü, işin sonunu düşünmemekten rezillik doğar; dördüncüsü, ulular ve beyler ile düşmanlıkta inat etmekten helak olma doğar.
İmam Aliyyün-Naki efendimiz buyurur ki;
Dört şey, iyi Adettir:
Kanaat, müşavere (danışma), kızgınlık zamanında öfkesini yen­mek, herhangi hayırlı bir hizmet karşısına çıktığında yapmak.
İmam Hasan Askeri efendimiz buyurur ki;
Dört şeyi geri döndürmek olmaz:
Birincisi, söylenmiş söz; ikincisi, başa gelen kazA; üçüncüsü, atıl­mış ok; dördüncüsü, geçen ömür.
İmam Muhammed Mehdi efendimiz buyurur ki;
Dört şey, mutsuzluk belirtisidir:
Birincisi, suali reddetmek; ikincisi, dünyaya tapmak; üçüncüsü, ca­hiller ile sohbet etmek; dördüncüsü, Ailesini ve yakınlarını hoş tutma­mak.
Hz. Selman-ı Farisi buyurur ki;
Dört şeyin bekası (sürekliliği) olmaz:
Zalim padişahın, ikiyüzlü sevgilinin muhabbeti, haram mal kazan­mak, dönen devran ve geçici zaman.
Hasan-ı Basri hazretleri buyurur ki; Dört şey,yücelik verir:
Dünya yüceliği, mal ile; Ahret yüceliği, amel ve ilim ile; hoca ka­tında kavlile; insanların yüceliği, cemalullah, kemalullah ve cennet yü­celiği yetenek ile bulunur.
Hz. İmam Cafer-i Sadık efendimiz buyurur ki; Cehennem halkının belirtisi dört türlü şeydir:
Birincisi, yüzü ekşi ola; ikincisi, dili acı ola; üçüncüsü, gönlü katı ola; dördüncüsü, cimri ola.
Dört şey ise cennet halkının belirtisidir:
Birincisi, güler yüzlü olmak; ikincisi, tatlı dilli olmak; üçüncüsü, yumuşak gönüllü olmak; dördüncüsü, cömert olmak.
Ve Hz. İmam Ali buyurur ki;
Dört Kitab’da dört nesne vardır. Her kim onun hükmünü yerine ge­tirse, dünyada ve Ahirette kurtuluşa erer. Tevrat’ta yazar ki: “Her kim kanaat ederse, ganimet bulur.”’ Ve Zebur’da yazar ki: “Çok konuşmayan, kurtuldu.” Ve Incil’de yazar ki: “Her kim, bir tarafa çekilip yal­nızlığı seçerse, esenlik bulur.” Ve Kur’dn-ı Mecid”de buyurur ki:
“Her kim Allah Taala hazretlerine tevekkül eder, sığınırsa, bütün di­leklerine erişir.”
Ve Şeyh Cüneyd-i Bağdadi buyur ki;
Dört nesne, insanın kurtuluşuna sebeptir:
Birincisi,’ Hak Taa1a’nın farizasını (buyruklarını) yerine getirmek; ikincisi, Resulullah’ın yoluna uymak; üçüncüsü, atanın ve ananın gön­lünü hoş tutmak; dördüncüsü, halka şefkat göstermek.
Ve yine dört nesne insana bağıştır:
Allah tarafından devranı (yaşamı) iyi olmak;’ kardeşleri şefkatli ol­mak; ömrü hoşluk (mutluluk) içinde geçmek; münasip (güzel) bir ma­kamda bulunmak.
Ve Ebu Ali Sina der ki; ‘
Dört şey, insanı velayete (evliyalığa) eriştirir:
Birincisi, sık saklamak; ikincisi, malını Hak yolunda harcamak; üçüncüsü, sözünde durmak; dördüncüsü, kulluğunun gereğini (ibadeti­ni) yapmak.
Ve de Hallac-ı Mansur der ki;’
Hakkı bilmeğe dört nesne sebep olur:
Birincisi, açlık; ikincisi, halvette (yalnız olarak bir köşeye çekilip ibadet etmek, Hak ile gizli konuşmada) bulunmak; üçüncüsü, uykusuz­luk; dördüncüsü, az konuşmak.
Ve İbrahim Ethem Hazretleri buyurur ki;
Dört yerde, dört uzvu korumak gerektir:
Birincisi, büyükler katında elini; ikincisi, bilginler katında dilini;
üçüncüsü, namahremler katında gözünü; dördüncüsü, veliler (Tanrı dostu erenler) katında gönlünü.
Ve Nuh Peygamber hazretleri buyurur ki;
Dört nesne vardır ki, her kim Adet edinse azaba düşer:
Birincisi, haset; ikincisi, büyüklenmek; üçüncüsü, hırs; dördüncü­sü, cimrilik.
Ve Battal Gazi der ki; Dört nesnenin sonu yaramazdır:
Birincisi, bir padişah ki adaletli davranmaya; ikincisi, bir dost bir dostundan incine; üçüncüsü, bir yaramaz kişi ile musahip oluna; dör­düncüsü, seviyorum diyenlerin sevgisine güvene.
  1. yy.da Safaviler adıyla bir Türk Kızılbaş devleti kuran Şah Sa­fi’nin torunu Şah İsmail (Şah Hatayı) Erdebil Tekkesi’nin doruk nok­tasıdır. Şimdi onun şiirlerinden seçmeleri okuyarak Erdebil Tekkesi hakkında bir yargıya varalım.

[1] GÖLPINARLI, Abdulbaki, Şiilik, Ayasofya No: 2123,14b-15a, Muallim Cevdet NO: 1 s,46
[2] YÖRÜKHAN, Prof.Dr. Yusuf Ziya, Bir Fetva Münasebetiyle Fetva Müessesi
[3]  YAMAN, Mehmet; Şeyh Safi Buyruğu Yapıtından

Gülağ ÖZ ..alıntıdır