KARIŞIK

16 Haziran 2016 Perşembe

YÛSUF BİN MUHAMMED ÇEŞTÎ

YÛSUF BİN MUHAMMED ÇEŞTÎ



Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Yûsuf bin Muhammed bin Sem’ân Çeştî'dir. Seyyid olup, pâk nesebi hazret-i Hüseyin’e ulaşır. Çeştiyye yolunun, kemâl sâhibi büyüklerindendir. 983 (H.379) yılında doğdu. 1067 (H. 459) senesinde vefât etti. Vefât ettiğinde 84 yaşlarındaydı. Yûsuf-i Çeştî, dayısı Hâce Muhammed bin Ebî Ahmed Çeştî hazretlerinden feyz alarak, onun sohbetlerinde bulunarak kemâle geldi. Onun vefâtından sonra halîfesi olup, yerine geçti.
Dayısı Hâce Muhammed hazretleri, altmış beş yaşlarındaydı. Hiç evlenmemişti. Müttekî, sâlihâ bir kız kardeşi vardı. Ağabeyine hizmet ederdi. Eliyle iplik eğirip satar ve ağabeyinin ihtiyaçlarına sarfederdi. Allahü teâlâya ibâdet ve ağabeyine hizmetle meşgûl olduğundan, evlenmedi. Hâce Muhammed hazretleri, rüyâsında babası Ebû Ahmed’i gördü. Babası kendisine; “Şaflan vilâyetinde, Muhammed bin Sem’ân adında bir kimse vardır. İlim tahsil etmiştir. Günlerini doğruluk ile geçirmektedir. Kız kardeşini onunla nikâhla.” dedi. Hâce Muhammed bu durumu kız kardeşine ve Muhammed bin Sem’ân’a bildirdi. İkisini evlendirdi. Çeşt’te yerleştiler. Bu evlilikten Hâce Yûsuf bin Muhammed bin Sem’ân-i Çeştî doğdu. Hâce Muhammed hazretleri de, altmış beş yaşından sonra evlendi. Fakat çocuğu olmadı. Yeğeni Hâce Yûsuf’u evlâd edinip, terbiye etti. Onun büyükler yolunda çok yüksek makam ve derecelere kavuşmasına sebeb oldu. Kendisinden sonra halîfesi oldu.
Yûsuf bin Muhammed bin Sem’ân hazretleri, Allahü teâlânın aşkıyla yanar, sekr yâni, kendinden geçmiş hâlde bulunurdu. Bâzan, hizmetçi abdest için eline su dökerken kendinden geçer, bir zaman öylece kalırdı. Kendine gelince abdeste devâm ederdi.
Hâce Yûsuf-i Çeştî hazretleri, hocasının vefâtından sonra bir ara Herat’a gitti. Geri dönüp gelirken Keng isimli bir yerde, gönül ehli dervişlerden birinin evinde misâfir oldu. Bu evin sâhibinin, hayâ ve iffet sâhibi çok güzel bir kızı vardı. Kız o gece rüyâsında bedir hâlindeki ayın gökten kucağına inip; “Ben, Allahü teâlâdan seni istedim. Sen benim nikâhlımsın.” dediğini gördü. Sabah olunca kız, rüyâsını babasına anlattı. Babası rüyânın tâbirini evlerinde misâfir bulunan Hâce Yûsuf’tan sormak üzere yanına vardı. Daha bir şey söylemeden Hâce Yûsuf; “Kızınızın gördüğü o rüyâdan haberim var. Ay’ın o hâli benim. Kızınızın iffetini, edeb ve hayâsının fazla olduğunu duyduğum için, onunla evlenmeyi Allahü teâlâdan niyâz etmiştim.” buyurdu. Ev sâhibi bu duruma çok sevinip, kerîmesini Hâce’ye nikâh etti. Bu evlilikten Hâce Kutbüddîn Mevdûd-i Çeştî ve Hâce Nâsırüddîn Ebü’l-Feth doğdu.
Hâce Yûsuf-i Çeştî hazretleri, haram ve şüphelilerden çok sakınır, dünyâya meyl ve iltifât etmezdi. Devamlı ibâdetle meşgûl olur, Kur’ân-ı kerîmi çok okurdu.
Yûsuf-i Çeştî çok sıcak bir yaz gününde, talebeleri ile berâber çölde gidiyorlardı. Talebeler, susuzluktan halsiz düşmüşlerdi. Hâce hazretlerine durumu arzedip, su istirhâm ettiler. Talebelerin sıkıntılı durumunu görünce, elindeki âsâsını bir taşa vurdu. Allahü teâlânın izni ile vurduğu yerden su akmaya başladı. O sudan içti. Sonra da talebeleri içip rahatladılar. Hâce hazretlerinin bir kerâmeti olarak çıkan bu su, bugün hâlâ akmaktadır. Sıtmaya tutulanlar ve başka rahatsızlığı olanlar, bu sudan içmekle bi-iznillah şifâya kavuşmaktadırlar. Bu su, yazın soğuk, kışın sıcak akmakta, görenler hayret etmektedirler.
Hâce Yûsuf bin Muhammed hazretlerinin talebelerine ders verdiği hânegâhın bahçesinde büyük bir taş vardı. Hâce hazretleri bâzı zamanlar onun üzerinde namaz kılardı. Bir gün yine o taşın üzerinde namaz kıldı. Namazdan sonra giderken, o büyük taşın ardı sıra geldiğini gördü. İnsanlar da bu hâli görmüşler, yakınlarda bulunanlar bir birlerine haber vermişlerdi. Bunun için, bir anda çok sayıda insan toplanmıştı. Bu hâli farkeden Hâce hazretleri, taşa dönerek emredip, “Yerinde dur!” buyurdu. Taş da derhal olduğu yerde kaldı. Bu hâdiseden sonra, evliyâdan pekçok zât, Hızır aleyhisselâmı o büyük taşın üstünde görmüşlerdir.
Yûsuf-i Çeştî 50 yaşlarına geldiği zaman, Ebû İshâk-ı Şâmî hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden Hâce Hacı isimli zâtın kabri yanında îtikaf edip, ibâdetle meşgûl olmak için bir yer kazmak istedi. Kendisine verilen gizli bir işâretle, yer altında olmasını istediği bu yeri kazmak için bel ve çapa getirdiler. Fakat o yer o kadar sertti ki, kazmak mümkün olmadı. Hâce hazretleri çapayı kendisi alıp kazmaya başladı. Kuşluk vaktinden, öğle vaktine kadar kazma işi tamam olmuştu. Herkes bu duruma hayret edip, Yûsuf-i Çeştî hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu ifâde ettiler.
Hazret-i Hâce Yûsuf, burada tam 12 sene devamlı ibâdet ve tâatle meşgûl oldu. Şeyhülislâm Abdullah-i Ensârî, Çeşt’e geldiği zaman, Çeşt Kabristanına gidip, orada ibâdetle meşgûl olan Yûsuf-i Çeştî hazretlerini ziyâret etti. Kendisiyle görüşüp sohbet ettiler. Abdullah-i Ensârî Herat’a dönünce, sohbetlerinde, Hâce hazretlerinin üstünlüklerini çok anlatmıştır.
Yûsuf-i Çeştî vefâtından sonra talebelerine ders okutmak vazifesini, kendisine vekîl olarak, büyük oğlu Hâce Kutbüddîn Mevdûd-i Çeştî’nin yapmasını vasiyet etmiştir.

KAYNAKLAR

1) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.363
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5, s.336

-------------------------------------------------------------------------------------------------------
ÇEŞTİYE TARİKATI PİRİ

Hindistan'ın büyük velîlerinden. İsmi, Hasan bin Gıyâsüddîn, lakabı Muînüddîn'dir. Peygamber efendimizin neslinden olup seyyiddir. 1136 (H.531) senesinde Horasan'da doğdu. 1236 (H.634) yılında Ecmîr'de vefât etti. Kabri oradadır.Hace Muinüddin Hazretleri, Hindistan Şeyhleri arasında "Tarikat imamı" diye bilinirlerdi.
Mübarek nazarları her kime yönelirse, o kimse Allah'ın manevi yakınlığına ererdi. Yedi günde beş miskal (20-25 gram) kuru ekmeği su ile ıslatır, yerlerdi. Hırkalarını yamayıp giyerler ve yıprandıkça eski bezleri yıkayıp üzerine dikerlerdi.
Soy zinciri şöyledir:
2
"Seyyid Muinüddin Hace Hasan Senceriyy-i Çeşti, Onun babası Seyyid Gıyasüddin, Onun babası Seyyid Kemalüddin, Onun babası Seyyid Ahmed Hüseyin, Onun babası Seyyid Tahir, Onun babası
Seyyid Abdül'azız, Onun babası Seyyid ibrahim, Onun babası Seyyid imam Ali Rıza, Onun babası Seyyid imam Musa Kazım, Onun babası Seyyid imam Ca'fer-i Sadık, Onun babası Seyyid Muhammed
Bakır, Onun babası Seyyid Zeynül'abidın Ali, Onun babası Seyyid imam Hüseyin, Onun babası Seyyidüna imam Ali bin Ebu Talib."



Horasan'da büyüyüp yetişen Muînüddîn-i Çeştî'nin babası Gıyâsüddîn Hasan, aslen Senceristanlı olup, sâlih ve müttekî bir zât idi.Annelerinin ismi "Hassulmeleke" dir. Üç evlâdı vardı. Muînüddîn on bir yaşında iken babası vefât edince, kalan mîrâs üç kardeş arasında taksim edildi. Bu taksimde, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerine bir bağ düştü. Bağla meşgûl olduğu bir gün, İbrâhim Kunduzî adında bir velî yanından geçiyordu.Ayağa kalkıp ona hürmet gösterdi ve elini öptü. Sonra bağına dâvet edip gölgeye oturttu, üzüm ikrâm etti. Fakat o zât üzüme rağbet etmeyip, koynundan bir parça kuru ekmek çıkardı. Dişi ile biraz koparıp, Muînüddîn-i Çeştî'ye yedirdi. Ekmek parçasını yer yemez, kalbinde birdenbire bir nûr hâsıl oldu. Dünyâdan tamâmen soğudu. Kalbinde büyük bir zevk ve muhabbet-i ilâhî hâsıl oldu. Sonra, babasından kalan bağı ve diğer malları fakirlere sadaka verdi. İlim öğrenmek için seyâhatlere çıktı. Önce Horasan'a gidip orada Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Aklî ilimleri öğrendi. Buradan Semerkand'a geçti. Irak'a gitmek için yola çıktı. Yolu Hârun kasabasına uğradı ve zamânının en meşhûr velîsi OsmanHârûnî hazretlerini tanımakla şereflenip talebesi oldu.
Seyyid Muinüddin Hasan Hazretleri'nin Tarikat Silsilesi:
Seyyid-i Kainat, Efdal-i Mevcudat Hazret-i Muhammed Mustafa (Sallallahü Aleyhi Vesellem)
Seyyidüna Ali el-Murtaza
Şeyh Hasan-ı Basri
Şeyh Abdülvahid bin Zeyd
Şeyh Fuzayl bin Iyaz
Şeyh ibrahim bin Edhem
Şeyh Huzeyfe el-Mer'aşı
Şeyh Hübeyre el-Basri
Şeyh Ulüvvi Dineveri
Şeyh Ebu İshak Şamı
Şeyh Ebu Ahmed Ebdal-i çeşti
Şeyh Ebu Muhammed bin Ebu Ahmed çeşti
Şeyh Ebu Yusuf Hasan çeşti
Şeyh Mevdud-i çeşti bin Ebu Yuısuf çeşti
Şeyh Ahmed bin Mevdud-i çeşti
Şeyh Hacı Şerit Zendeni
Şeyh Hace Osman Haruni

Muînüddîn-i Çeştî'ye çok alâka gösteren HâceOsman Hârûnî bir gün ona; "Muînüddîn, abdestini tâzele!" buyurunca, tâzeledi. Sonra; "Kıbleye karşı otur, Bekara sûresini oku!" dedi. Dediklerini hemen yaptı. Sonra; "Yirmi defâ salevât oku" buyurdu. Bu emri de yerine getirdi. Sonra başına sarık sarıp, hırka giydirdi ve buyurdu ki: "Bir gece bir gün mücâhede yap ve İhlâs sûresini bin defâ oku!" Muînüddîn-i Çeştî, hocasının bu emrini de yerine getirip, tekrâr huzûruna gelince, hocası; "Muînüddîn! Başını yukarı kaldır bak!" buyurdu.Kaldırıp bakınca; "Ne görüyorsun?" diye sordu. Cevâbında; "Yedi kat semâyı veArş'ı görüyorum." dedi. "Tekrar bin İhlâs sûresi daha oku!" buyurdu. İhlâs sûresini bin defâ daha okudu. Sonra, "Başını semâya kaldır bak!" buyurdu. Kaldırıp baktı; "Ne görüyorsun?" deyince, "Azamet perdesine kadar her şeyi görüyorum" cevâbını verdi. Sonra; "Gözlerini yum!" buyurdu. O da gözlerini kapattı. "Tekrar oku!" buyurdu, emri yerine getirdi. "Ne görüyorsun?" deyince, "On sekiz bin âlemi seyrediyorum" dedi. Bunun üzerine hocası; "Ey Muînüddîn, senin işin tamam oldu" buyurdu. Önlerinde bir kerpiç duruyordu. "Bunu al!" buyurdu. Alınca, kerpiç altın oldu. "Bunu, burada bulunan dervişlere paylaştır." deyince, hemen paylaştırdı. Yirmi sene bu hocasının hizmetinde ve sohbetinde bulunup, pek çok feyze kavuştu ve tasavvufta yükseldi.

Bir defâsında hocası ile birlikte Kâbe-i muazzamayı ziyârete gitmişlerdi. Kâbe yanında el açıp duâ ettiklerinde, "Muînüddîn bizim dostumuzdur" diye bir ses işitildi. Sonra buradan Medîne-i münevvereye, Peygamberimiz server-i kâinâtın mübârek kabr-i şerîfini ziyârete gittiler. Kabrin başına vardıklarında, hocası; "Muînüddîn, selâm ver!" buyurdu. O da selâm verdi. Kabirden; "Ve aleykesselâm ey şeyhlerin kutbu!" diye ses gelip, selâmına cevap verildi. Ziyâretten sonra Bağdât'a döndüler.

Senelerce hocası Osman Hârûnî'nin derslerine ve sohbetlerine devâm edip, tasavvufda yükseldi ve halîfesi oldu. Elli iki yaşına gelince, seyâhatlere çıktı. Bağdât'a gidiyordu. Yolculuğu sırasında, Sencer kasabasında büyük âlim Necmüddîn-i Kübrâ ile tanışıp, birlikte Bağdât'a geldi. Bir müddet kalıp, Hemedan'a geçti.Hemedan'da, mürşîd-i kâmil Yûsuf Hemedânî'yi tanıyarak sohbetlerinde bulundu ve çok istifâde edip, feyz aldı. Buradan da Herat'a ve Belh'e giderek ilimde ve tasavvufta çok yükselip pek çok talebe yetiştirdi.

Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, Hindistan meşâyihi arasında Çeştî tarîkatının imâmı sayılır. Çünkü Hindistan'da İslâmiyet, onun gayreti ve hizmetleri ile yayılmıştır. Sohbetinde bulunan kimseleri çok kısa zamanda tasavvuf hâllerinde yükseltirdi. Bir kimse üç gün onun sohbetine devâm etse, yükselir, kerâmet ve mârifet sâhibi olmakla şereflenirdi. Mübârek nazarları kime tesâdüf etse, doğru yola kavuşurdu. Yedi günde bir, beş miskal (24 gr) kuru ekmeği suya batırır ve öyle yerdi. Hırkasını yamayıp giyer, eskidikçe yine eski yamaları temizleyip, tekrar yamardı. Her gece ve gündüz bir hatim okurdu. Kur'ân-ı kerîmi hatmedince, gâibden; "Ey Muînüddîn! Hatmin kabûl edildi" diye bir ses işitilirdi.

Aldığı mânevî işâret üzerine Medîne-i münevvereden ayrılan Muînüddîn-i Çeştî hazretleri derhal Hindistan'ın yolunu tuttu. Kendisini sevenlerden kırk kişi de birlikte idi. Bir müddet yolculuktan sonra Hindistan'a ulaştılar. Ecmîr'e yaklaştıklarında, bölgenin racası (prensi), Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin Ecmîr'e gelmekte olduğunu öğrenince; onu târif ederek, görüldüğü yerde öldürülmesini emretti.

Muînüddîn-i Çeştî hazretleri ise, yanında kırk kişi ile birlikte açıkça yollarına devâm ettiler. Geldiklerini duyan ve öldürmek üzere Ecmîr racasından emir alanlar, Muînüddîn-iÇeştî'yi yolda gördükleri hâlde, hiç biri kendinde onun yanına yaklaşmak cesâret ve gücünü bulamadı. Böylece Muînüddîn-i Çeştî yola devâm edip, Ecmîr'e girdi. Yanındakiler ile birlikte, bir ağacın altına oturup, istirâhat etti. Oturdukları yer, Ecmîr racasının develerinin yattığı bir meydan idi. Orada bir müddet oturduktan sonra, bir kervancı (deveci) geldi. Kalabalık bir cemâatin oturduğunu gördü. Ey fakirler, bu oturduğunuz yer sizin değildir. Burada Mihrâce'nin (Ecmîr prensinin) develeri yatar dedi. Oradakiler hiç karşılık vermediler. Bunun üzerine adam şiddetle yanlarına yaklaştı. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri adamın bu davranışı karşısında ayağa kalktı ve; "Biz buradan gidiyoruz, fakat sizin develeriniz buradan kalkamazlar" dedi. Sonra hoşa giden güzel bir havuzun başına kondular. Burada ibâdetle meşgûl olup, sohbet ederlerken, ilk oturdukları yerden kalkmalarını söyleyen deve bakıcısı yanlarına geldi. Muînüddîn-i Çeştî'ye; "Sizi kaldırdığımız yere akşam develer bırakıldı.Sabah olunca, kervancı, develeri kaldırmak için çok uğraştı. Fakat kaldırmak mümkün olmadı. Develer aslâ kalkmıyor" dedi. Muînüddîn-i Çeştî'yi ilk oturduğu yerden kaldırmaları sebebiyle bu iş başlarına gelmişti.

Muînüddîn-i Çeştî, havuz başında iken, bir şahıs; "Ey muhterem zât! Bu oturduğumuz yer Mîr Seyyîd Hüseyin'in makâmıdır. Zamânında bu diyâr, onun emrinde idi" dedi. Muînüddîn-i Çeştî bunu öğrenince; "Allahü teâlâya hamd olsun ki kardeşimin mülkünde bulunuyorum! Ecmîr şehrinde putperestlere âit pek çok puthâne vardır. İnşâallah Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın işâret ve yardımı ile bunları yıkacağım." buyurdu.

Muînüddîn-i Çeştî geldiği bu yerde oturuyordu. Hizmetçileri arada bir, inek satın alıp kesiyor ve birlikte yiyorlardı. Bu durum ineğe tapanlar ve putperestler tarafından öğrenilince, şiddetli bir kızgınlık ve düşmanlıkla kıvranmaya başladılar. Toplanıp, Muînüddîn-i Çeştî ve talebelerini oradan çıkarmayı kararlaştırdılar. Nihâyet büyük bir kalabalık hâlinde, ellerinde taş, sopa ve silâhlar olduğu hâlde üzerlerine saldırdılar. Putperestler yanlarına geldikleri sırada, Muînüddîn-i Çeştî namaz kılıyordu. Namazda iken, kocaman bir değirmen taşını üzerine yuvarladılar. Taş üzerine gelmek üzere iken talebeleri haber verdiler. Bunun üzerine Muînüddîn-i Çeştî selâm verip namazdan çıktı. Ayağa kalktı ve yerden bir avuç toprak aldı. Âyet-el-kürsî'yi okuyup avucundaki toprağı gelen putperestlere doğru attı. Atılan toprağın isâbet ettiği her putperest, olduğu yerde kaskatı kesilip, hareket edemez hâle geldi.Ne yapacaklarını şaşırıp perişân oldular.

Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin kerâmetleri karşısında tutunamayan putperestler, savaşmaktan vazgeçtiler. Puthânelerine dönüp gittiler ve âciz kaldıklarını belirterek râhiplerinden yardım istediler. Râhib bir müddet susup, sonra; "Ey dostlarım! Sizin o karşılaştığınız zât, kendi dîninde kemâlâta ulaşmış bir kimsedir. Onu ancak sihir ve efsun yaparak yenerim." dedi. Bildiği bütün sihirleri yeniden tâlim edip okudu. Sonra putperestlerin önüne düştü. Muînüddîn-i Çeştî'nin bulunduğu yere doğru yürüdüler. Muînüddîn-i Çeştî'ye durum bildirilince; "Onun sihri bâtıl bir iştir, hiç tesiri olmaz. İnşâallah onların râhibi doğru yola girecek" buyurdu. Sonra namaza durdu. Yanlarına geldiklerinde, namaz kıldığını gördüler. Hiç birinin yürümeye tâkatı kalmadı. Oldukları yerde donup kaldılar, yaklaşamadılar. Muînüddîn-i Çeştî, namazını bitirince dönüp onlara baktı. Önlerine düşüp gelen râhipleri, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin mübârek yüzünü görünce, söğüt yaprağı gibi titremeye başladı. Bu hâlden kurtulmak için, her ne kadar putlarının ismini söylemek, râm, râm demek istediyse de, ağzından hep Rahîm, Rahîm, sesi çıkıyor, Allahü teâlânın ismini söylüyordu. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, yanındakilerden birine bir bardak su verip, râhibe vermesini söyledi. Râhip, verilen suyu alıp şevkle içti. İçer içmez gönlü temizlenip müslüman oldu. Muînüddîn-i Çeştî, râhibin ismini Şâdî koydu.

Raca, bu hâdiseden sonra, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerine karşı, Hindistan'ın en meşhûr sihirbâzı olan Ecipâl'ı, Ecmir'e çağırdı. Ecipâl, Muînüddîn-i Çeştî'ye doğru giderken yapmak istediği sihri düşünüp hazırlamak istiyor, fakat aklına gelen sihiri hemen unutuyordu. Bir türlü zihnini toplayıp, sihir yapma gücünü kendinde bulamadı. Ecipâl, Muînüddîn-i Çeştî'nin yanına gelince, Muînüddîn hazretleri Şâdî'yi yanına çağırdı ve bir bardak vererek; "Ey Şâdî! Şu bardağı al ve şu havuzdan doldur. Doldururken, "Yâ Bedûh, de!" buyurdu. Şâdî "Yâ Bedûh!" diyerek bardağı havuzun içine daldırdı. Bardak doldu, havuzda hiç su kalmadı. Bu kerâmet karşısında putperestler, hayretler içinde kalıp, şaşkınlıklarından ne yapacaklarını bilemediler.

Muînüddîn-i Çeştî'nin kerâmeti karşısında âciz ve çâresiz kalındığını gören sihirbaz Ecipâl, geri dönüp Raca'ya; "Bütün sihirbâzlar âciz kaldılar. Bu iş benim işimdir. Ancak ben bu işi tek başıma başarırım." dedi. Fakat o da âciz kaldı. Sonunda, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin verdiği bir bardak suyu içince, hemen değişti, gönlü aydınlanıp küfür ve sapıklıktan kurtuldu. Kelime-i şehâdet söyleyerek müslüman oldu. Muînüddîn-i Çeştî'nin teveccühü ile yüksek makâmlara ve üstün derecelere kavuştu.

Bütün bu hâdiseler, Ecmir racası ve Hindistan'ın diğer racaları tarafından hayret ve şaşkınlıkla tâkib edildi. Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin karşısında âciz ve çâresiz kaldılar. Müslüman olup, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerine uymakla şereflenen Şâdî ve Ecipâl, hocalarına; "Efendim, Ecmîr şehrinin ortasında bir yere yerleşmenizi, böylece bütün halkın sizden istifâde etmesini arzu ediyoruz" dediler. Bu teklifleri kabûl edildi. Muînüddîn-i Çeştî, Muhammed adında bir talebesine; "Git, şehrin ortasında bizim için münâsib bir yer hazırla, oraya yerleşeceğiz." buyurunca, emri yerine getirildi. Muînüddîn-i Çeştî, hazırlanan bu yerde dergâhını kurup, talebeleriyle birlikte oraya yerleşti. Sonra, talebelerinden bir kaç kişiyi Raca'ya gönderdi. Ona; "Ey katı kalbli kimse! Putperestliği bırak! Allahü teâlâya îmân edip, müslüman ol! Yoksa hakîr, zelîl ve çok pişmân olur, âh edersin" demelerini tenbîh etti. Talebeleri emir üzerine, Raca ile görüştüler. Söylenilen sözleri aynen bildirdiler. Fakat Raca'nın kalbindeki zulmet kilidi açılmadı ve aslâ îmân etmedi, müslüman olmaktan mahrum kaldı. Gelenleri geri çevirdi.

Raca'yı İslâma dâvet etmek için giden talebeler, Raca'nın kabûl etmemesi üzerine gelip, durumu Muînüddîn-i Çeştî'ye bildirdiler. Bunun üzerine gözlerini yumup, bir müddet murâkabeye daldı. Sonra gözlerini açıp; "Eğer bu bedbaht kimse, Allahü teâlâya îmân etmezse, onu İslâm ordusunun askerlerine teslim ederim." buyurdu. Aradan kısa bir müddet geçti. Gerçekten İslâm ordusu Ecmîr'e geldi.

Sultan Muizzüddîn (Şihâbüddîn) Gûrî, Horasan'da bulunduğu sırada, rüyâsında Muînüddîn-i Çeştî hazretlerini gördü. Onun huzûrunda edeble ayakta duruyordu. Muînüddîn-i Çeştî ona; "Şihâbüddîn! Allahü teâlâ sana Hindistan sultânlığını ihsân etmiştir. Hemen bu tarafa doğru harekete geç! Bedbaht Raca'yı tutup, cezâsını ver." buyurdu. Uyanınca hayrete düşen Sultan Şihâbüddîn, rüyâsını fazîlet sâhibi âlimlere anlatıp, tâbirini sordu. Âlimler; "Sana müjdeler olsun ey Sultan Şihâbüddîn, oraları fethedeceksin! Endişelenme, gönlünü hoş tut. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri sana himmet edecek" dediler. Bunun üzerine SultanŞihâbüddîn, ordusunu alıp, Hindistan'a hareket etti. Hindistan'da Ecmîr racasının ordusuyla karşılaştı. Şiddetli savaşlar yapıldı. Netîcede, Sultan Şihâbüddîn gâlip geldi ve Raca yakalanıp esîr edildi. Sultan Şihâbüddîn ve ordusu, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin himmetiyle zaferden zafere koştu. Ecmîr'den Dehli üzerine yürüyen İslâm ordusu, Dehli racası Pethûra'nın ordusunu mağlûb edip, kendisini esir aldılar. Sultan Şihâbüddîn, Dehli'de saltanat tahtına oturdu. Dört-beş sene kadar Hindistan'da kaldıktan sonra Gazne'ye döndü. Muînüddîn-iÇeştî hazretlerinin himmet ve tasarruflarıyla, İslâmiyet, Hindistan'da her tarafa yayıldı. Pekçok insan küfür hastalığından kurtulup, müslüman olmakla şereflendi. Muînüddîn-i Çeştî'nin talebeleri ve bunların da talebeleri, Hindistan'da asırlarca İslâma hizmet ettiler.

Bir gün Muînüddîn-i Çeştî'nin rahmetullahi, aleyh huzûruna biri geldi. Edebli bir tavırla oturup; "Çoktan beri sizin sohbetinize kavuşmak isterdim, hamdolsun ki bugün bu büyük saâdet nasib oldu." dedi. Adamın bu sözü üzerine, Muînüddîn-i Çeştî ona doğru bakıp tebessüm etti. Bir müddet durduktan sonra da; "Haydi, buraya ne maksatla gelmişsen onu yapsana!" dedi. Adam bu sözü işitince, maksadının anlaşıldığının farkına varıp, şiddetle titremeye başladı. Başını yerlere koyup durmadan yalvarıyordu. Sonra şöyle dedi: "Ey efendim! Beni bir kimse buraya sizi öldürmem için gönderdi. Siz onu da kerâmetinizle bilirsiniz. Benim, aslında size bir kastım ve düşmanlığım yoktu." dedi. Sonra elini koynuna sokup bir bıçak çıkardı ve orada bulunanların önüne attı. Ortaya çıkıp, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin ayaklarına kapandı ve; "Bana dilediğiniz cezâyı verin!" dedi. Bunun üzerine Muînüddîn-i Çeştî; "Bizim yolumuzda, bize kötülük yapana biz iyilik yaparız!"buyurdu. Sonra yerde perişân bir hâlde ezilip, büzülen, pişmanlığından ne yapacağını şaşıran adamı tutup kaldırdı. "Seni buraya gönderen kimsenin de ismini açıklama" buyurdu. Sonra; "Ey yüceAllah'ım! Bu kuluna iyilikler ve muvaffakiyet ihsân eyle." diyerek, ona duâ etti. Bu adam, tövbe edip Muînüddîn-iÇeştî hazretlerinin duâsını aldıktan sonra ona talebe oldu. Aldığı duânın bereketiyle, çok nîmetlere kavuştu. Kendisine kırk beş defâ hac yapmak nasîb oldu. Nihâyet Kâbe'nin civârında vefât etti ve Mekke-i mükerremede mücâvirlerin defnedildiği kabristana defnedildi.

Muînüddîn-i Çeştî bir defâsında Şeyh Evhadüddîn Kirmânî ve Şihâbüddîn ÖmerSühreverdî ile birlikte oturmuş sohbet ediyorlardı.Bu sırada, henüz o zaman küçük yaşta olan SultanŞemsüddîn Türkmânî, elinde ok ve yay olduğu hâlde ava gidiyordu. Yanlarından geçti. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri ona dikkatle baktı.Sonra birden şöyle buyurdu: "Ey dostlar, bana keşf olundu ki, şu küçük çocuk Dehlî şâhı olacak ve Dehlî sultanlığı yapmadan bu dünyâdan göçmeyecek." buyurdu. Neticede işâret ettiği gibi Şemseddîn Türkmânî bir müddet Dehli sultanlığı yaptı.

Muînüddîn-i Çeştî hazretleri sevenleriyle ve talebeleriyle birlikte olduğu zaman buyurdu ki:

"Sâdık talebe, hocasının, rehberinin söylediği sözleri, onun nasîhat ve tavsiyelerini can kulağı ile dinler. Onun sözünden dışarı çıkmaz. Riyâzet ve mücâhede yâni, nefsin istemediği şeyleri yapar, istediği şeyleri yapmaz. Büyük âlimlerin yolunda gidip çalışır ve gayret gösterir. Bizim yolumuzun büyükleri, on dört şeyi usûl edinmişler ve yapmışlardır. Maksada kavuşmakta bunu zarûrî görmüşler ve bunları yapanlar maksada kavuşmuşlardır. Bu on dört makam şunlardır:

1. Tövbe, tövbekârlar makamıdır. Bu, Âdem aleyhisselâmın makâmına işârettir.

2. İbâdet makâmı. Bu makam, İdrîs aleyhisselâmın makâmıdır.

3. Zâhidlik, dünyâya ve dünyâlığa düşkün olmamak. Bu makam, Îsâ aleyhisselâmın makâmıdır.

4. Rızâ makâmı. Kadere rızâ göstermek. Bu makam, Eyyûb aleyhisselâmın makâmıdır.

5. Kanâatkârlık. Bu makam, Yâkûb aleyhisselâmın makâmıdır.

6. Cehd, gayret ve nefsin isteklerine uymamak. Bu makam, Yûnus aleyhisselâmın makâmıdır.

7. Sıddîklık makâmı. Bu makam, Yûsuf aleyhisselâmın makâmıdır.

8. Tefekkür makâmı. Bu makam, Şuayb aleyhisselâmın makâmıdır.

9. İrşâd makâmı. Bu makam, Şist aleyhisselâmın makâmıdır.

10. Sâlihler makâmı. Bu makam, Dâvûd aleyhisselâmın makâmıdır.

11. Muhlisler makâmı. Bu makam, Nûh aleyhisselâmın makâmıdır.

12. Ârifler makâmı. Bu makam, Hızır aleyhisselâmın makâmıdır.

13. Şükredenler makâmı. Bu makam, İbrâhim aleyhisselâmın makâmıdır.

14. Makâm-ı Muhibbandır (muhabbet makâmıdır). Bu makam, Peygamberlerin en üstünü olan Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafâ'nın makâmıdır.

Bir defâsında; "Tövbekâr mürid kime denir? diye sorulunca; "Şu hâle gelen kimsedir ki, amelleri yazan melekler, onun hiç günahını bulup yazmazlar. Hiç günah işlemezler. Hocam Osman Hârûnî'den işittim. Buyurdu ki: Bir kimsede şu üç haslet bulunursa, o kimseAllahü teâlânın dostudur, sevgili kuludur. Birincisi; cömertliktir, çünkü cömertlik bir deryâdır. İkincisi, şefkattir. Şefkat, güneş gibi aydınlatıcıdır. Üçüncüsü, tevâzudur. Tevâzu, toprak gibidir (toprakta gül biter)."

Çeşitli zamanlardaki sohbetlerinde buyurdu ki:

"Muhabbetin alâmeti itâat etmektir. Muhabbette gevşeklik olmaz."

"Derviş o kimsedir ki, kendisine ihtiyâcını söyleyen hiç kimseyi mahrum etmez, ihtiyaçlarını karşılar."

"Senelerce ilim ve mârifet taleb edip, dergâhta kaldım. Neticede, hayret ve heybet buldum. Böylece kurb, Allahü teâlâya yakınlık menziline ulaştım. Dünyâ ehlini, dünyâya düşkün olanları, dünyâ ile meşgûl buldum. Âhıreti düşünen âhiret ehlini mahcûb buldum. Tasavvuf ehli ve takvâ sâhibi olduğunu iddiâ eden sahtekârlardan uzak durup, yüz çevirdim."



"Kurtuluş; sâlihlerin, büyüklerin sohbetindedir. Bir kimse her ne kadar kötü de olsa, büyüklerin sohbetinde bulunmak onu kurtarır ve yükseltir. Sâlihlerin sohbetine devâm eden kimse iyi bir kişi ise, kısa zamanda olgunlaşıp yükselir."

"Hakîkat ehli olmak için şu on şarta uymak lâzımdır:

1. Tam bir mârifete sâhip olup, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak. 2. Hiç kimseyi incitmemek ve hiç kimse hakkında kötülük düşünmemek. 3. Dâimâ hak yolu gösterip, insanlarla hep faydalı şeyler konuşmak. 4. Tevâzu sâhibi olmak. 5. Uzlet. 6. Bütün müslümanları iyi bilip,kendini herkesten aşağı görmek. 7. Rızâ, kadere râzı olmak ve teslimiyet. 8. Sabır ve tahammül. 9. Yanıp erimek, acz ve niyâz içinde olmak. 10. Kanâat ve tevekkül üzere olmak.

Yine buyurdu ki: "Rabbini tanıyıp seven kimse, her ân O'nun aşkıyla kendinden geçer. Ancak Allahü teâlânın zikri ile ayakta durur ve yürüyebilir. Çünkü o, Allahü teâlânın azameti karşısında kendini unutmuş, kaybetmiştir.

Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, vefâtından kırk gün evvel, Dehli'de bulunan talebesi Hâce Kutbüddîn'in âcilen Ecmîr'e gelmesini istedi. Bu haber Hâce Kutbüddîn'e ulaşır ulaşmaz hemen yola çıktı.Ecmîr'e geldi. Bir gün talebelerine; "Ey dervişler! Biliniz ki ben bir müddet sonra bu dünyâdan ayrılırım" buyurdu. Bu söz talebelerine ve kendisini tanıyıp sevenlerin üzerine bir üzüntü bulutu gibi çöküverdi. Yanında bulunan ve yazıcılık hizmetini gören Ali Sencerî'ye, Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî'nin, Dehli'ye gitmesini emreden bir fermân yazdırdı. "Onu, vekîl tâyin ettim. Bizim Çeştî hâcegânının (Çeştiyye yolu büyüklerinin) mukaddes emânetlerini (bunlara mahsus olan bâzı eşyâyı) ona verdim" buyurdu ve Hâce Kutbüddîn'e hitâben; "Senin yerin Dehli'dir." buyurdu. Hâce Kutbüddîn hazretleri bundan sonrasını şöyle anlatıyor: "Dehli'ye gitmek üzere Ecmîr'den ayrılacağım zaman hocamın huzûruna çıktım. Külâhını başıma koydu. Mübârek elleriyle sarığı sardı. Sonra, hocası Osman Hârûnî'nin âsâsını, kendi okuduğuKur'ân-ı kerîmi, seccâdesini, nalınlarını verdi ve; "Bunlar, bana hocam Hâce OsmanHârûnî tarafından emânet edilen ve Çeştiyye büyüklerinin elden ele devrederek bize ulaştırdıkları mukaddes emânetlerdir. Şimdi bunları sana veriyorum. Bunlara lâyık olduğunu, senden önce bu emânetleri taşıyanların yaptıkları gibi güzel hizmet ederek isbât etmelisin. Eğer bunlara lâyık olmazsan, ben, bu emânetleri lâyık olmayan birine teslim ettiğim için kıyâmet günü Allahü teâlânın, Resûlullah'ın ve bu emâneti bizlere ulaştıran mübârek büyüklerimizin huzûrunda mahcûb olurum" buyurdu.

Bundan sonra, Hâce Kutbüddîn, bu nîmetlere şükür olarak ve çok mesûliyetli olan vazifesinde kolaylık vermesi için Allahü teâlâya niyâz ile iki rek'at namaz kılıp göz yaşları içinde duâ etti. Sonra, Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, bu kıymetli halîfesinin (vekîlinin) elini tutarak; "Kendimde bulunan bütün ilim ve hâlleri sana vererek, bulunduğum mertebeye seni yükselterek vazifemi yapmış bulunuyorum ve seni Allahü teâlâya emânet ediyorum." dedi. Sonra şöyle buyurdu: "Biliniz ki, şu dört şey tasavvufun esâslarındandır: 1) Bu yolda yürümek arzusunda bulunan bir sâlik, aç ve fakir olsa da, hâlinden şikâyetçi olmamalı, dışarıdan tok ve hâli vakti yerinde görünmelidir. 2) Fakirleri maddî ve mânevî olarak doyurmalıdır. 3) Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmetlere şükredemediği, O'na lâyık ibâdet yapamadığı ve âkıbetinin nasıl olacağını bilemediği için, dâimâ üzgün bir hâlde bulunmalı, fakat başkalarını üzmemek için dışarıdan çok neşeli, mesûd ve memnun görünmelidir. 4) Kendisine eziyet ve sıkıntı verenleri affetmeli; insanlara karşı lüzumlu olan nezâket ve sevgiyi her zaman göstermelidir." Bundan sonra, Hâce Kutbüddîn hazretleri, öpmek için hocasının ayaklarına eğildi. Hocası müsâade etmeyip, hemen kaldırdı. Muhabbetle sarıldılar. Hâce Muînüddîn hazretlerinin talebelerine bir tavsiyesi de; "Büyüklerimizin bildirdiği saâdet yolundan ayrılmayınız! Bu mübârek vazifede cesûr bir er olduğunuzu isbât ediniz, gösteriniz!" şeklinde idi. Bundan sonra, muhabbetin ve acı ayrılığın tesiri ile tekrar birbirlerine sarıldılar ve gözyaşları içinde ayrıldılar. Hâce Kutbüddîn, Dehli'ye geldikten yirmi gün sonra da, Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretleri vefât etti.

Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, vefât edecekleri gece, yatsı namazından sonra odasının kapısını kapayıp, içeriye hiç kimseyi, hattâ husûsî eshâbını bile almadı. Ancak bâzı talebeleri kapının önünde durmuşlardı. Bütün gece odadan sesler geldi. Sabah namazı vaktinde ses kesildi. Sabah namazına kaldırmak için, kapısına ne kadar vurdularsa da kapı açılmadı. Kapıyı açıp içeri girdiklerinde, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin vefât edip, Hakk'a kavuştuğunu gördüler. Peygamber efendimiz, o gece oradaki bir çok evliyâya rüyâlarında; "Biz bugün, Allah'ın sevgili kulu Şeyh Muînüddîn'i karşılamağa geldik." buyurmuştur.

Ecmîr'de dergâhının bulunduğu yerde defnedildi. Kabri önce kerpiçten, daha sonra taştan yapıldı. Önce Hâce Hasan Nâgûrî tarafından tâmir ettirildi. Sonra Şihâbüddîn Muhammed Şâh Cihân tarafından, türbesi yanına mermerden gâyet güzel bir mescid yaptırıldı.

Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinden dört asır sonra Hindistan'da yetişen ve ikinci bin yılının müceddidi olan, İslâmiyeti Hindistan'a ve diğer beldelere yayan İmâm-ı Rabbânî hazretleri, 1623 (H.1033) senesinde Ecmîr'e gittiğinde, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin türbesini ziyâret etmiş ve; "Hâce hazretleri merhamet eyledi. İhsânda bulundu. Husûsî bereketlerinden ziyâfetler verdi. Çok konuştuk, esrâr, sırlar açıldı." buyurmuştur.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri onun kabrini ziyâret ettiği sırada, türbesine hizmet eden türbedarlar, kabri üzerindeki örtüyü ona hediye verdiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de kabûl ederek; "Hâce hazretleri, en yakın elbisesini bize ihsân etti. Bunu kefenim olması için saklayalım." buyurdu. Bir sene sonra vefât edince, o örtüyü kefen yaptılar.

Muînüddîn-i Çeştî hazretleri Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için çırpınır, talebelerini de bu gâyeye sevk ederek buyururdu ki:

Irmak akarken zaman zaman gürültü çıkarır ve zaman zaman etrâfını zorlar. Ancak sonunda denize kavuşarak sükûnete erişir. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak arzûsu ile yanan kimsenin de hâli böyledir."

Kendisi hakîkaten Allah adamıydı. Güneş gibi herkesi faydalandıran bir davranış içinde ve toprağın herkesi kabûl etmesi gibi misâfirseverdi. "İyi olan Allah adamları ile birlikte bulunmak, hayırlı bir iş yapmaktan daha iyidir, bunun gibi kötülerle ve İslâm düşmanlarıyla bulunmak, kötü bir iş yapmaktan daha kötüdür. İnsana en çok zarar veren günâh, kendi gibi olan insanları aşağı görmektir." buyururdu.

Allahü teâlânın bütün kullarına nehirler gibi sınırsız yardım ederdi. "Allahü teâlâyı ibâdetler içinde en çok râzı eden ibâdet, zayıf ve mazlûmları sevindirmek ve rahatlatmaktır. İhtiyaç sâhibini hayal kırıklığına uğratmayan kimse, hakîkî derviştir. Cehennem ateşinin söndürülmesinin en iyi yolu, açı doyurmak, susuz olanın susuzluğunu gidermek, ihtiyaç sâhibinin ihtiyâcını görmek ve sefâlet içinde bulunanla dostluk kurmaktır." buyururdu.

Kendisi sabırlı olup, sevdiklerine sabırlı olmayı tavsiye ederdi: "Sabır, şikâyet etmeksizin üzüntüye katlanmak ve sıkıntılara göğüs germektir." buyururdu.

Ölüme hazırlıklı olmayı tavsiye eder, ölümle ilgili olarak şöyle buyururdu: "Ârif, ölümü dost, rahatlığı da düşman görür. Allahü teâlâyı devamlı hatırlamayı en büyük saâdet bilir. Başının üstünde dolaşan ölümü düşünerek son yolculuğu için hazırlığını tam yapar."

Kendisi güler yüzlü olup; "Ârifin bir özelliği insanlara karşı devamlı güler yüzlü olmasıdır." buyururdu.

Ömrü boyunca pekçok insanın îmânla şereflenmesine vesîle olan Muînüddîn-i Çeştî, birçok talebe yetiştirdi. Bunların en meşhûrları: Kutbüddîn Bahtiyâr Kâkî el-Ûşî, kendi oğlu Hâce Ferîdüddîn, Hamîdüddîn Nâgûrî Sûfî, Şeyh Vecihüddîn Sa'd bin Zeyd, Hâce Burhâneddîn, kızı Bibi Hâfıza-i Cemâl, Şeyh Muhammed Türk, Şeyh Ali, Sencerî, Hâce Yâdigâr, Abdullah Beyâbânî gibi pekçok kıymetli kimselerdir.

MUÎNÜDDÎN ÇEŞTÎ'Yİ ÇAĞIRIN!

Muînüddîn-i Çeştî, gittiği her beldede kabristanları ziyâret eder, orada bir müddet kalırdı. Vardığı yerde tanınıp meşhûr olunca, orada durmaz, kimsenin haberi olmadan, gizlice çıkıp giderdi. Bu seyâhatlerinden biri de Mekke'ye olmuştur. Mekke-i mükerremeye gidip, Kâbe-i muazzamayı ziyâret etti. Bir müddet Mekke'de kalıp, oradan Medîne-i münevvereye gitti. Peygamberimiz server-i âlem Muhammed aleyhisselâmın kabr-i şerîfini ziyâret etti. Bir müddet de Medîne'de kaldı. Bir gün Mescid-iNebî'de iken, Ravda-i mutahheradan, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin türbesinden; "Muînüddîn'i çağırınız!" diye bir ses işitildi. Bunun üzerine türbedâr; "Muînüddîn!" diye bağırdı. Birkaç yerden "Efendim!" sesi işitildi. Sonra; "Hangi Muînüddîn'i istiyorsunuz? BuradaMuînüddîn adında bir çok kişi var" dediler. Bunun üzerine türbedâr geri dönüp, Ravda-i mutahheranın kapısında ayakta durdu. İki defâ, "Muînüddîn-i Çeştî'yi çağır!" diye nidâ eden bir ses işitti. Türbedâr bu emir üzerine cemâate karşı; "Muînüddîn-i Çeştî'yi istiyorlar!" diye bağırdı. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri bu sözü işitince, bambaşka bir hâle girdi. Ağlayıp, gözyaşları dökerek ve salevât okuyarak Peygamberimizin türbesine yaklaştı ve edeble ayakta durdu. Bu sırada; "Ey Kutb-i meşâyıh içeriye gel!" diye bir ses işitince; kendinden geçmiş bir hâlde, Resûl-i ekremin türbesine yaklaştı ve sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı görmekle şereflendi. Peygamberimiz; "Sen benim dînime hizmet edicisin. Senin Hindistan'a gitmen gerekir. Hindistan'a git! Hindistan'daEcmîr denilen bir şehir vardır. Orada benim evlâdımdan (torunlarımdan) Seyyid Hüseyin adında biri var. Oraya cihâd ve gazâ niyetiyle gitmişti. Şu anda şehîd oldu. Orası kâfirlerin eline geçmek üzere, senin oraya gitmen sebeb ve bereketiyle, İslâmiyet orada yayılacak ve kâfirler hakîr olacaklar, güçsüz ve tesirsiz kalacaklar" buyurdular. Sonra ona bir nar verip; "Bu nara dikkatle bak ve nereye gitmen gerekiyorsa, görüp, anla!" buyurdu. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, Server-i âlemin verdiği narı alıp, emredildiği gibi baktı, şark ve garbı tamâmen gördü. Gideceği Ecmîr şehrini ve dağlarını da görüp dikkatle baktı. Bundan sonra Peygamberimizi göremedi. Fâtiha okuyup duâ etti ve yardım dileyip, Ravda-i mutahheradan (Peygamberimizin türbesinden) ayrıldı.

FAZLA ALMA

Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin en başta gelen talebesi ve halîfesi Kutbüddîn Bahtiyâr Kâkî şöyle anlatmıştır: "Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin çok hizmetinde bulundum. Hiç kimseye îtirâz edip, azarladığını görmedim. Bir gün hocamla birlikte bir yere gidiyorduk. Yanımızda talebelerinden Şeyh Ali Rızâ da vardı. Biz yolda giderken bir adam gelip, Şeyh Ali Rızâ'nın yakasından tutarak; senden alacağım var, borcunu ver diyerek alacağını istedi. Onun ise o anda ödeyecek durumu yoktu. Bu sebepten çok mahcûb oldu. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri adama yaklaşarak, son derece yumuşak ve gâyet nâzik bir hâlde birkaç gün daha mühlet vermesini söyledi. Fakat adam diretip, aslâ kabûl etmedi. Bunun üzerine cübbesini çıkarıp yere serdi ve cübbesinin altı altın ve gümüş ile doldu. O adama; "Alacağın ne kadarsa onu al, fazla alma." dedi. Fakat adam altınları ve gümüşleri görünce, tamahkârlık ederek alacağı miktardan fazla aldı. Bunun üzerine hemen eli kuruyup, tutmaz oldu. Feryâd ederek; "Tövbe ettim, bana duâ ediniz, bu hâlden kurtulayım" diyerek yalvardı. Muînüddîn-i Çeştî adamın bu hâline acıyıp lütfederek, kuruyan eline kendi elini sürdü. Adamın eli eski hâline geldi. Adam, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin ayaklarına kapandı. Bundan sonra ona talebe olup, ömrünü ona hizmetle geçirdi. Sohbetinden ve derslerinden ayrılmadı. Böylece saâdete kavuştu."

FELÂKETE UĞRAMASINLAR

Talebesi Hâce Kutbüddîn-i Şîrâzî'ye yazdığı mektubda, Muînüddîn-i Çeştî şöyle buyuruyor: "Kıymetli kardeşim DelhiliHâce Kutbüddîn. Allahü teâlâ sana her iki cihân saâdeti nasîb eylesin. Şunu yazmak isterim ki, Hakk'ı arayan hakîkî talebelerime bildireceğim mânevî bilgileri bildir de, felâkete uğramasınlar. Allahü teâlâyı tanıyan, O'ndan bir şey istemediği gibi, herhangi bir arzuya sâhib olmaz. O'nu tanımayanlar bunları anlamaz. Diğer bir nokta ise, aç gözlülüğü, tamaı bırakmaktır. Tamaı bırakan, istediği şeylere kavuşur. Allahü teâlâ böyle kimseler hakkında; "İsteklerine gem vuran, Cennet'e girer." buyurdu. Kalbini Allahü teâlâdan çeviren ve aşırı isteklere düşen, belâ kefenine sarılır ve pişmanlıklar mezârına gömülür. Aşırı isteklerini bırakıp, kalbini Allahü teâlâya çeviren, af kefenine sarılır ve kurtuluş mezârına gömülür. Allahü teâlânın istediğini kabûl eden, O'nun korumasına kavuşur.

Şimdi, eğer tasavvufun ne olduğunu bilmek istersen, her türlü rahatlığı bırak, bu yolun büyüklerinin sevgisini kalbine yerleştir. Eğer bunları yaparsan, tasavvufun sırları sana açılmaya başlar. Allahü teâlâyı isteyen, bunu, hem kalbi, hem de rûhu ile berâber yapmalıdır. İnşâallah kalb, şeytanın şerrinden korunur ve her iki dünyâda isteklerine kavuşur. Benim hocam, Allahü teâlâ ona yüksek dereceler versin, bir kere bana; "Muînüddîn, Allahü teâlânın huzûrunda bulunan kimseyi biliyor musun?" diye sordu ve şöyle buyurdu: "O dâimâ itâattedir. Allahü teâlâdan ne gelirse kabûl eder, verilenlerdeki nîmetleri görür. İşte bu, bağlılıkta en önemli şeydir. Buna sâhib olan, dünyâ sultânıdır. Selâm ederim."

NASÎHAT

Muînüddîn-i Çeştî hazretleri vâz, nasîhat ve sohbetleriyle insanların kurtuluşu için gayret ettiği gibi, sultanlara ve devlet adamlarına sözlü ve yazılı nasîhatlarda bulunurdu. Sultan Şihâbüddîn Gûrî'ye şu vasiyetnâmeyi yazıp gönderdi. "Allahü teâlâ Delhi hükümdârı Muizzüddîn Sâm'ı mübârek eylesin. Bu fakîr size ve emriniz altındakilere mânevî ve maddî rahatlık için duâ ettikten sonra derim ki: Peygamber efendimiz beni, Allahü teâlânın izniyle bu ülkeye mânevî şefâatçi ve idâreci olarak mâsûm insanları korumak, onların emniyetini sağlamak, onları hükümdârların ve şeytânî kuvvetlerin baskı ve zulümlerinden korumak için tâyin etti. Bu fakîr Allahü teâlânın izniyle bu vazîfeyi tam olarak yapmaya çalışıyorum. Bu vazîfeyi kalbimin bütünüyle, sınıf, inanç ve din farkı gözetmeksizin hayatta olduğum sürece yapmaya devâm edeceğim.

Bu fakir size ve arkadan geleceklere iyi bir hükümdârlık için aşağıdaki kâidelere uymayı tavsiye ve îkâz ediyorum. Hakîkatte bu kâideler bu ülkedeki, hindû olsun, müslüman olsun, mûsevî olsun, hıristiyan ve mecûsî olsun bütün hükümdârlar için geçerlidir. Kim bu kâideleri din farkı gözetmeksizin tatbik ederse, Allahü teâlâ onu muvaffak kılar ve o düşmanlarından korkusu olmaksızın, sağlık ve sıhhatle tebeasını idâre eder. Her kim ki bu kâideleri gözardı eder onlara uymazsa, Allahü teâlânın gazâbı onunla olur, ülkelerinde ayaklanmalar ortaya çıkar. Sağlıklı bir hayat süremez ve netîce olarak ülkesi dağılır, gider. Bu kâidelere bu sebepten bütün insanlık için uyulması gerekir.

Bu kâideler şunlardır: Birincisi; Allahü teâlânın sana tebea olarak verdiği kimselere zulmetme. Çünkü Allahü teâlâ insanları sever ve onlara zulmedenleri sevmez. İkincisi; günahlar içinde bir hayat yaşayıp hükümdârlık vazîfelerini ihmâl etme. Üçüncüsü; benim talebelerime ve onların tâbilerine, Allah adamlarına ve zamânın velîlerine sevgi ve nezâketle muâmeleyi ihmâl etme. Çünkü onlara böyle muâmele etmeyi Allahü teâlâ ve Peygamber efendimiz sever. Dördüncüsü; yukarıdaki kâideler aynı zamanda bütün diğer hükümdârlar, vâliler ve devlet teşkilâtlarında vazîfeli olan bütün vazîfeliler için geçerli ve gereklidir."

FERÎDÜDDÎN-İ ATTÂR TÜRBESİ..nişabur


FERÎDÜDDÎN-İ ATTÂR  TÜRBESİ..nişabur




Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin İbrâhim el-Attâr en-Nişâbûrî el-Hemedânî, lakabı Ferîdüddîn'dir. Ferîdüddîn-i Attâr diye meşhur oldu. 1119 (H.513) senesinde Nişâbûr'da doğdu. Babası attâr idi, yâni ilâç, esans, parfüm satardı. Ferîdüddîn-i Attâr, zühd ve takvâ sâhibi olup haramlardan sakınıp ibâdetle uğraşırdı. Ferîdüddîn-i Attâr, 1229 (H.627) senesinde Cengiz'in istilâsında bir Moğol askerinin eline esir düştü. Çok para vererek kurtarılmak istendi. Ancak, kurtulamayıp, Cengiz askeri tarafından şehîd edildi. Şehîd edildiğinde 114 yaşındaydı. Kabri Şadbah kasabasına yakın olup, ziyâretgâhdır.
Ferîdüddîn-i Attâr, küçüklüğünde Şadbah kasabasında bir yandan babasının yanında attârlık mesleğini öğreniyor, bir yandan da Kutbüddîn Haydar isimli büyük bir zâtın sohbetlerine devâm ediyordu. Babasının vefâtı üzerine onun yerine geçip, attârlık mesleğini bir süre devâm ettirdi. Attârlıkla uğraşırken, bir taraftan da kıymetli dînî kitapları, velîlerin hayatlarını ve menkıbelerini okuyordu.
Bir gün bir derviş dükkânının önüne gelip, kapıdan içeriye bakmaya başladı. Gözleri dolarak bir âh çekti. Ferîdüddîn Attâr ona; "Neden öyle abdal abdal bakınıp duruyorsun? Yürü git işine senin için hayırlısı budur." dedi.
Derviş; "Ben yükü hafif bir adamım. Dünyâda bu hırkadan başka bir şeyim yok. Böyle olunca, bu dünyâ pazarından çabuk ve kolaylıkla geçip giderim. Fakat sen bu ağır yükleri derleyip topla kendi başının çâresine bak!" deyince, Ferîdüddîn-i Attâr; "Sen bu dünyâdan nasıl geçip gidersin?" dedi. O zât da; "Bu hırkayı sırtımdan çıkarır, başımın altına yastık yapar, canımı Hakk'a teslim ederim." dedi ve hırkasını başının altına koyarak; "Allah." deyip rûhunu teslim etti.
Bu durum karşısında Evliyâya olan bağlılığı, dînini öğrenme istek ve arzusu dayanılmaz hâle gelince, attârlığı terk etti. Dükkanında bulunan eşyâyı Allah yolunda sadaka olarak dağıttı. Rükneddîn-i Ekaf isminde büyük bir zâtın dergâhına giderek, talebelerinden oldu.
Bir ara hacca giden Ferîdüddîn-i Attâr, yolculuk esnâsında tasavvuf ehli ve âriflerden birçoklarıyla görüştü. Bundan sonra tasavvufa dâir kitapların mütâlaası, nasîhat, tasavvuf ve hakîkate âit şiirlerle meşgûl oldu. Ferîdüddîn-i Attâr, zühd ve takvâyı seçip, vakitlerini ibâdetle geçirirdi.
Ferîdüddîn-i Attâr, bir sohbet esnâsında amel yaparken riyânın, korkunç bir âfet olduğunu, Allahü teâlânın rızasına uygun olmayan işlerin, amellerin beyhûde olduğunu söyledikten sonra şöyle bir menkıbe anlattı:
Sâlihlerden biri bir mescide sabaha kadar ibâdet etmek için girmişti. Geceleyin bir ses duydu. Sanki mescidde biri vardı. O zât, kemâl sâhibi birisinin geldiğini zannetti ve aklından; "Böyle yere büyük zâtlar ancak Allahü teâlâya ibâdet etmek üzere gelir. Bu zât beni görür, hâlime nazar kılar." diye düşündükten sonra, bütün geceyi seher vaktine kadar ibâdetle geçirdi. Duâda bulundu. Kendini nasıl göstermek istiyorsa öyle yaptı.
Seher vakti etraf ağarınca geriye dönüp baktığında bir köpeğin yattığını gördü. Kalbi utanç ateşi ile yandı ve kendi kendine; "Ey edepsiz herif! Allahü teâlâ seni şu köpekle terbiye etti. Bütün gece köpek görsün diye ve köpek için ibâdette bulundun. Ne olurdu bir gececik de Allahü teâlâ için uyanık kalsaydın. Ey nefsim! Senin bir gece bile Allahü teâlâ için riyâsızca ibâdet ettiğini görmedim. Sen, Allahü teâlâdan utanmaz mısın? Kendi kadrini mevkî ve dereceni şimdi gördün. Âlemde elinden bir iş gelmez. Gelse bile ancak köpeklere lâyık olur." dedi.
Ferîdüddîn Attâr buyurdu ki:
"Ey gâfil! Sen nefs sâhibisin. Bu dünyâda kendini hesâba çek. Kalbindeki pislikleri temizlemek için mücâhede et. Büyükleri de kendine kıyas etme. Zîrâ bir velî, zehir de yese o zehir bal olur."
Bir gün Allahü teâlâya şöyle münâcâtta bulundu:
"Ey Rabbim! Gönlümüze senin hamd bahçende yücelik sıfatlarını öğrenmek nasîb oldu. Kıyâmet günü ümidim sende. Dert ve nedâmetten, pişmanlıktan başka bir şeyim yok ama, keremini ummaktayım. Sırat köprüsünde Cehennem'e düşmekten, kereminle ancak sen kurtarabilirsin. Mîzanda ancak sen, lütfunla günahlarımı af ve mağfiret edersin. Nefsimin eline öyle düşmüşüm ki, doğanın eline düşmüş topal serçe gibiyim.
Ey Allah'ım! Bu Attâr kulun, senin sevgi ateşinde yanmaktadır. Bana yol göster de sana kavuşayım."
Moğol istilâsında, Ferîdüddîn-i Attâr bir Moğol askerinin eline esir düştü. O asker onu öldürmek istediğinde, askere halk; "Bu ihtiyarı öldürmekten vazgeçersen, kanına bedel olarak bin altın akçe veririz." dediler. Moğol askeri onu bu fiata satmak istedi. Fakat Ferîdüddîn-i Attâr ona; "Sakın beni bu fiata satma. Çünkü sana kanım için daha fazla fiat verirler." deyince, asker satmaktan vazgeçti.
Bir süre sonra başka bir şahıs gelerek askere; "Bu yaşlı zâtı öldürmekten vazgeç. Onun kanına karşılık sana bir torba saman vereyim." deyince, Ferîdüddîn-i Attâr; "İşte beni şimdi sat. Çünkü esas fiatımı, ve kanımın değerini buldum. Bundan fazla para etmem." dedi.
Bunun üzerine sinirlenen Moğol askeri onu şehîd etti. Şehâdet şerbetini içen Ferîdüddîn-i Attâr, kesik başını elleri arasına alarak yarım fersahlık (3 km'lik) bir mesâfeyi koşarak kat etti. Şimdi türbesinin bulunduğu yere varınca, rûhunu teslim etti ve oraya düştü.
Kâdı'l-kudât Yahyâ bin Saîd'in oğlu vefât edince, oranın ahâlisi, Ferîdüddîn-i Attâr'ın ayak ucuna başı gelecek şekilde defnedilmesini istediler. Fakat Yahyâ bin Saîd buna îtirâz ederek; "Oğlumun, efsâne anlatan, hurâfeci bir ihtiyarın yanına bu şekilde gömülmesi doğru olmaz." dedi. Kâdı, o gece rüyâsında kendini Ferîdüddîn-i Attâr'ın kabri başında gördü. Kabri başında velîler, erenler ve kutublar toplanmış, hürmet ve tâzimle duruyorlardı. Bu durumu gören kâdı, tanıdıklarından utandığı için derhal uzaklaştı. Fakat ağlayan oğlu babasına; "Babacığım, yanlış bir iş yaptın. Beni Allahü teâlânın velî kullarının bereketinden mahrûm bıraktın. Çabuk imdâdıma yetiş!" dedi. Bu rüyâyı gören kâdı, ertesi gün hemen Ferîdüddîn-iAttâr'ın kabrinin ayak ucuna oğlunun defnedilmesi için izin verdi. Daha önce söylediklerine tövbe etti. Ferîdüddîn-i Attâr'ın kabrinin üstüne bir türbe ile yanına bir imârethâne yaptırdı."
Ferîdüddîn-i Attâr'ın yazdİ?İ Şiirlerinde üstün bir akİcİlİk, incelik, nasîhatlerinde büyük bir tesir, ârifâne sözlerinde akİllarİ hayrette bİrakacak bir hâl vardİr. Celâleddîn-i Rûmî gibi büyükler onun eserlerinin tesiri altİnda kalmİŞlardİr. Yazdİ?İ eserlerden Tezkiret-ül-Evliyâ hâriç, hepsi manzumdur. Manzum eserleri şöyle sıralanabilir:
1) Musîbetnâme: Mesnevî türünde yazİlmİŞ olan eserde pekçok küçük hikâyeler vardİr. Eser,Tarîkatnâme ismiyle Türkçeye tercüme edilmiŞtir. 2) Esrârnâme: Tasavvuf hakkİnda olan bu eser, 26 makâleden ibâret bir mesnevîdir. Bu eser de Ahmedî isimli bir zât tarafİndan Türkçeye tercüme edilmiŞtir. 3) Mantİk-ut-Tayr ve Makâmât-İ Tuyûr: Bu eserde, tasavvufu kuŞlarİn a?zİyla anlatan Ferîdüddîn-i Attâr, konuyu küçük hikâyelerle süslemiŞtir. Esas konu, Ahmed-i Gazâlî'nin Risâlet-üt-Tayr'İndan alİnmİŞtİr. Bu eser manzum ve nesir olarak birkaç defâ Türkçeye tercüme edilmiŞtir. Bunlarİn en meŞhuru GülŞehrî'nin aynİ adla yaptİ?İ manzûm tercümedir. 4) Muhtârnâme: Konulara göre tertib edilmiŞ bir rubâiler mecmuasİdİr. Elli bâbdan meydana gelen eser, İkinci Selîm zamânİnda Türkçeye tercüme edilmiŞtir. 5) Cevher-üz-Zât: Allahü teâlâdan baŞka her Şeyin fânî oldu?unu konu alan bir eserdir. 6) ÜŞtürnâme, 7) Bülbülnâme, 8) Bisernâme, 9) Haydarnâme, 10) Deryânâme, 11) Leylâ ve Mecnûn, 12) Mahmûd-u Ayaz, 13) Mahzen-ül-Esrâr, 14) Mazhâr-üs-Sİfât, 15) Miftâh-ül-Fütûh, 16) Vuslâtnâme, 17) İrŞâd-İ Beyân, 18) Velednâme, 19) Hİrâdnâme, 20) Hayâtnâme, 21) Şifâ-ül-Kulûb, 22) UŞŞaknâme, 23) Kenz-ül-Esrâr, 24) Kenz-ül-Hakâik, 25) Mazhar-ül-Âsâr, 26) Mîracnâme, 27) Misbahnâme, 28) Hüdhüdnâme, 29) Mahfinâme, 30) Kemâlnâme, 31) Tercümet-ül-Ehâdîs, 32) Zühdnâme, 33) Tezkiret-ül-Evliyâ: Bu eserde seksen civarİnda velinin hâl tercümesi ile menkİbeleri ve veciz sözlerini yazmİŞtİr. Feridüddîn-i Attâr bu eseri yazarken, Şerh-ül-Kalb, KeŞf-ül-Esrâr, Ma'rifet-ün-Nefs, Tabakât-üs-Sûfiyye, Hilyet-ül-Evliyâ ve KeŞf-ül-Mahcûb'dan faydalanmıştır. Aslı Fârisî olan bu eser, Türkçeye, Fransızcaya, Arabçaya çeşitli zamanlarda çevrilmiştir. Eser tasavvuf târihi bakımından çok önemli, tasavvufî hayâtın gelişmesini tesbit yönünden de çok değerlidir.
Ferîdüddîn-i Attâr'ın Fârisî bir şiirinin tercümesi:

"Sırlar âlemine uçan kuş idim.
Alçaktan yükseğe çıkmak istedim.
Sırra mahrem kimseyi bulamayınca,
Girdiğim kapıdan ben yine çıktım."

KAYNAKLAR
1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.8, s.209
2) Keşf-üz-Zünûn; c.1, s.616
3) Tezkiretü'l-Evliyâ Mukaddimesi
4) Nefehât-ül-Üns; s.668
5) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı); s.1079, 1149
6) Rehber Ansiklopedisi; c.5, s.337
7) Eshâb-ı Kirâm (6. Baskı); s.84, 140
8) Vehhâbiyye Nasîhat; s.191
9) A Literary History of Persia; c.2, s.507
10) Persian Literature; c.2, s.930
11) Esmâ-ül-Müellifin; c.2, s.112
12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.290
13) Tezkiretü'l-Evliyâ; Dr. Orhan Yavuz 1990

PÎR ALİ EFENDİ..balıkesir

PÎR ALİ EFENDİ..balıkesir



Büyük âlim ve velî İmâm-ı Birgivî hazretlerinin babası olan Pîr Ali Efendinin kabri Balıkesir Bağçeşme mezarlığında, dış kapıdan içeri girildiğinde elli metre kadar içeride sağ taraftadır. Kaynaklarda hakkında fazla bilgi olmamakla berâber on altıncı yüzyılda yaşadığı ve Balıkesir'deki medreselerde müderrislik yaptığı bilinmektedir. Balıkesir'de Zihin Hocası adıyla tanınıp ziyâret edilmektedir.

Karaca Ahmet ve Karaca Ayşe türbesi batı trakya..iskeçe

Karaca Ahmet ve Karaca Ayşe türbesi
batı trakya..iskeçe




Karaca Ahmet ve Karaca Ayşe iki kardeştir. Emirler Köyü’ne vardıklarında misafir edilmek istemişler, onları kimse kabul etmemiş. Abdest alıp namaz kılmak için su istediklerinde köyümüz susuz diyerek su da vermemişler. Köyün dışına çıkmadan önce sormuşlar; “Kaç hanesiniz?”, “39 haneyiz” demeleri üzerine “40 hane olmayasınız” denmiştir. İlginçtir! Hala köyün nüfusunun 40 haneye ulaşmadığı söylenir… Daha sonra köyün dışına çıkmışlar ve inançla ellerindeki değneği vurduklarında su fışkırmış ve abdest almışlar ve namazlarını kıldıktan sonra yola koyulmuşlar. Bunun üzerine köy halkı çok pişman olmuş, fakat köyde kalmaları için onları ikna edememişlerdir. Ertesi gün Şahin Kasabası’na varmışlar. Kendilerine çok büyük misafirperverlik gösterilmiş. Bir çok aile onları evlerine misafir etmek istemiş, merkezde bir aileye misafir olmuşlar. Akşam yemek ikram edilmiş, sohbetler yapılmış. Yatsı namazından sonra ev sahibi ayrılırken onlara tasın içerisinde kalan pilav su ve ekmeği bırakmış. Belki gece vakti acıkır yerler diye. “Bu köyün bereketi hiç kalkmasın” diye dua etmişler. Sabah namazı sonrası ev sahibi onlara kahvaltı ikram etmek istemiş, ama onların orada olmadıklarını, ayrıldıklarını içinde pilavın bulunduğu tasa baktıklarında (önceden yarısı yenildiği halde) sanki pilava hiç dokunulmamış, akşamdan hiç yenilmemiş vaziyette olduğunu hayretle görürler. Ertesi gün birçok kişi onları rüyalarında gördüklerini söylemişler ve rüyalarında iki yer ve iki işaret gördüklerini söylemişler. O yere gittiklerinde Karaca Ahmet Camii’nde bir küçük kılıç, Karaca Ayşe’nin yerinde terlik çember ve ibrikle karşılaşmışlar. Kılıç Balkan savaşlarında Bulgarlar’dan saklanmış, bilinmeyen bir ailede saklandığı söylenmektedir. Şahin Halkı bu işaretlerin bulunduğu yerde türbeler yapmışlardır. Halktan yaşlı amcanın ifadesi de ilginç. Şöyle ki; 1941 yılında Almanya 2. Dünya Savaşı Cihanı titretti. Yunanistan’ı da almaya teşebbüs etti.O esnada kısa bir zaman içerisinde Şahin Kasabası hudutlarına dayandı. Bize de hemen dışarı çıkılması yönünde emir geldi. Çünkü Alman cepheyi vuracak. Öyle korkulu günler geçti ki, herkes kaçmak için çareler aramaya başladı. Bütün halk hayvanlara yüklerini yükleyerek dışarı çıkmaya başladılar. Evlerini bırakarak derelere tepelere sığınmaya başladılar. Yaklaşık 5 gün böyle geçirildi. Alman çok büyük zayiat gördü. Toplar yağmur yağar gibi atıldı ve özel olarak Karaca Ayşe’nin Türbesi hedef alındı. Türbe de bir kiremit parçasının bile zayi olmadığını gözlerimizle gördük. Daha sonra Bulgarlar geldi. Birkaç sene dağ bölgemizi Andartlar (Çeteler) işgal etti. Yunanistan’ın her yerine girip tahribat yaptılar. Şahin Kasabası’na hücum etmeye yanaşamadılar bile. Birgün Andartlar’dan bir grup yakaladık ve sorduk; siz iki akşam önce Şahin Kasabası’na gelecektiniz, neden gelmediniz?” Onların cevabı ise çok ilginç;” Nasıl gelelim? Sinikova Köyünden Şahin’e doğru giderken ihtişamlı bir orduyla karşılaştık. Ve bize “Buradan öteye gidemezsiniz! Geçit yok! “dediler. Biz de mecburen geri dönmek zorunda kaldık. ” Memleketimiz kısa zamanda onlardan arındı. Bütün kurulan tuzaklara rağmen ayakta kalışımız evliyamızın hürmetine olduğu inancındayız. Yakın tarihte anlatılan bir olay da yine ilginç. Şöyle ki; 2000 yılında araştırma yapmak üzere bir arkeolog Şahin Kasabası’na gelir. Karaca Ayşe Türbesi’nin olduğu yere ziyaret maksadıyla değil, farklı gayelerle gelir. Anlatılanlara inanamayarak sabaha karşı bir vakitte türbeyi açma girişiminde bulunur. Türbeye girerken temiz halde girmesi gerektiğini bildiği halde, temizlenmeden girmek ister. O sırada pis bir su üzerine sıçrar. İşte o zaman temiz olarak girmek gerektiğini anlar. Ertesi gün sabahın erken saatlerinde yıkanıp türbeyi açmak gayesiyle yine türbeye girmek ister. İçeri ayağını uzattığında kendisini kasabanın küçük çayında bulur.(Tepeden çaya bir anda fırlatılması anlaşılması güç bir olay .) Bu olayı bizzat yaşayan arkeoloğun, köyün iki gencine anlattığı bir olaydır.

Kaynak: http://www.batitrakya.org/bati-trakya/efsaneler/karaca-ahmet-ve-karaca-ayse.html

14 Haziran 2016 Salı

CENNET EFENDİ TÜRBESİ..istanbul


CENNET EFENDİ TÜRBESİ..istanbul



TÜRBE, AZİZ MAHMUT EFENDİ SOKAĞI ÜZERİNDE, HÜDAİ KÜLLİYESİ KARŞISINDA YER ALMAKTADIR. AHŞAP OLAN YAPI, SONRADAN GEÇİRDİĞİ YANGIN SONUCU YOK OLMUŞTUR. KAPISININ ÜZERİNDE YER ALAN, OSMAN ŞEMS EFENDİ'NİN HAZIRLADIĞI DÖRT SATIRLIK TA'LİK KİTABEYE GÖRE RABİA İSİMLİ HAYIRSEVER TÜRBEYİ (H.1287) 1870 YILINDA YENİDEN İHYA ETMİŞTİR. AHŞAP TÜRBENİN YOLA BAKAN CEPHESİ ÜZERİNDE BEŞİK KEMERLİ BEŞ ADET PENCERE BULUNMAKTA OLUP, DEKORATİF DEMİR PARMAKLIKLARI VARDI.TÜRBENİN DIŞ KAPISINDAN BİRİNCİ BÖLMEYE GİRİLEREK RABİA HANIM VE İKİ OĞLUNUN SANDUKALARINA ULAŞILMAKTA, SANDUKALARIN SOL TARAFINDAKİ AHŞAP MERDİVENDEN TÜRBEDAR ODASINA ÇIKILMAKTAYDI. SİCİLL-İ OSMANİ DE BELİRTİLDİĞİ ÜZERE BURASI CENNET EFENDİ ZAMANINDA ZAVİYE OLARAK KULLANILMAKTAYDI. TÜRBE ORTADAN İKİ KISIMA AYRILMAKTA VE ORTADAKİ KAPIDAN CENET EFENDİ TÜRBESİNE GEÇİLMEKTEYDİ. İÇİNDE YEDİ ADET SANDUKA MEVCUTTUR. ÖN SIRADA VE ORTADA CENNET EFENDİ YATMAKTADIR. SOLUNDA EŞİ, SAĞINDA İSE HULEFASINDAN BİR ZAT VARDIR. ARKA KISIMDAKİ SANDUKALARIN İSE CENNET EFENDİ'NİN KIZLARINA VEYA HANIMLARINA AİT OLDUĞU SÖYLENMEKTEDİR. DİĞER İKİ SANDUKADAN BİRİ ASİTANE ŞEYHLERİNDEN MEHMET RUŞEN TEVFİKİ EFENDİ'NİN EŞİ FATMA HANIMA AİTTİR. DİĞER SANDUKANIN ALTINDA İSE TEVFİKİ EFENDİ'NİN KIZI ŞERİFE HANİFE MÜNİBE HANIM, ASİTANE'NİN SON ŞEYHİ ABİD EFENDİ'NİN ANNESİ LEBBE HANIM VE İKİ YAŞINDA VEFAT EDEN LEBBE HANIM'IN OĞLU İBRAHİM ZAHİDDİR. ZAMANLA HARAP BİR HAL ALAN TÜRBE TAMİR EDİLMİŞ ANCAK 1961 YILINDA TÜRBENİN YANINDAKİ AHŞAP EVDE ÇIKAN YANGIN SONUCU KISMEN YANMIŞ DAHA SONRADA YIKILMIŞTIR. HÜDAYİ CAMİİ MİHRABI YANINDA YER ALAN ŞAMDANLAR VE SAAT CENNET EFENDİ TÜRBESİNDEN GETİRİLMİŞTİR. CENNET EFENDİ'NİN GERÇEK İSMİ MEHMET FENAYİ OLUP, AZİZ MAHMUT HÜDAİ'YE BAĞLANMIŞ VE DERGAHIN HELALARININ TEMİZLİĞİ İLE GÖREVLENDİRİLMİŞTİR. CENNET MAHLASININ ŞEYHİ TARAFINDAN VERİLDİĞİ SÖYLENMEKTEDİR. ASİTANE' NİN ÜÇÜNCÜ POSTNİŞİNİ OLMUŞTUR, AYRICA HÜDAYİ HAZRETLERİ'NİN ASADARI OLDUĞU DA SÖYLENMEKTEDİR.
Başlıca Kaynaklar
* HASKAN, MEHMET NERMİ. YÜZYILLAR BOYUNCA ÜSKÜDAR, CİLT:2, ÜSKÜDAR ARAŞTIRMALARI MERKEZİ SAYI: 3, İSTANBUL, 2001 * KONYALI, İBRAHİM HAKKI. ABİDELERİ VE KİTABELERİYLE ÜSKÜDAR TARİHİ C.1,TÜRKİYE YEŞİLAY CEMİYETİ YAYINLARI, İSTANBUL, 1976

Kırklar Türbesi AFYONKARAHİSAR -Sandıklı -Tepekent

Kırklar Türbesi 

AFYONKARAHİSAR -Sandıklı -Tepekent

Afyonkarahisar İli Sandıklı İlçesi doğusunda bulunan günümüzde Tepekent olarak anılan ve eskilerin Hıdırlık Tepesi denilen yerde türbesi vardır.
Kırklar Türbesi
 Türbenin içinde bir zatın sandukası vardır. Bu kişinin kim olduğu konusunda herhangi bir bilgi yoktur. Günümüzden 40-50 yıl kadar önce burada kırk adet mezarın bulunduğu rivayet edilmektedir. Türk halk inancına uygun bir ziyaret yeridir. Üçler, Yediler ve Kırklar türbeleri, tekkelerine Anadolu’muzun bir çok yerinde rastlanmaktadır. 
Kırklar Türbesi Sandukası
Türbe betonarmeden sade yapılmış bir türbedir. İçinde tek bir sanduka mevcuttur.

Yöre insanları ve çevre illerden gelenler tarafından ziyaret edilen türbe genellikle çeşitli sorunlarına derman bulmak amacıyla dilek dilemek ve adak adamak için gelinir. Her türlü sıkıntı, dert ve hastalık için ziyaret edilmektedir. Türbede dilekleri için küçük taşlardan şekiller yapılmaktadır.

11 Haziran 2016 Cumartesi

Şeyh Mehmet .sivas

Şeyh Mehmet  .sivas

Tanyu, Sivas’a üç saatlik bir mesafede, çolak, kötürüm ve felçlilerin, cine çarpıldığına inananların götürüldüğü Karacalar Tekkesi’nden söz eder . Burada "devletlinin yanında yatırıldığı"nı, "yarı uyku halinde iken ak sakallı biri"sinin gelerek üç defa hastanın sırtını okşadığını, "büyük postu alayım da küçük sırtına örteyim" dediğini, sonra hastanın "ben yürüyorum" diye bağırdığını ve kapıyı açtıklarında, hastanın yürüdüğünün görüldüğünü nakleder. Kaya, Ulaş ilçesindeki Küpeli Baba ve Çam Dede’nin Karacalar Tekkesindeki zatın kardeşi olduğunun ileri sürüldüğünü kaydeder . Burada yatan zatın asıl adı Mehmet’tir. Tekke köyü yakınlarındaki tekkeye “Karacalar Tekkesi” denilir. Buraya sinir, felç hastaları getirilir. Kurban kesilir. Fakir kimseler ise tekke bekçilerine para veya eşyalar verirler. Bir gece orada kalınır. Allah’a hamd ü senalarda bulunurlar. Ertesi gün ayrılırlar.
Metin Bozkuş Sivas-Ulaş Yöresindeki Aleviler hakkında bilgi verirken bunların, Sünni bir köy olan Gümüştepe (Şeyh Derdiyar) köyünde bulunan ve cami avlusundaki “Karacalar Tekkesi” denen türbeye, hastalarını götürdüklerini, bunları orada yatırdıklarını, iyileştikten sonra da buraya kurban kestiklerini ve buraya çevre Sünni köylerden de gelen olduğunu yazmaktadır.
Gümüşpınar köyü, Ulaş ilçesinin güneyinde yer alır ve ilçe merkezine 10 km. uzaklıktadır . Köyün ismi, önceki yıllarda Şeyhler Diyarı, Tekke, Karacalar Tekkesi iken sonradan değiştirilerek devlet tarafından “Gümüşpınar” adı verilir. Bunun dışında köyün, yörede en çok bilinen adı “Karacalar Tekkesi” olmakla birlikte “Şeyhler Diyarı” ve “Derecik Ağılı” isimleri de vardır.
Karacalar Tekkesi adını almasıyla ilgili şöyle bir rivayet anlatılır. Ulaş’a bağlı Karacalar köyünden yaklaşık 150-200 sene önce birkaç kişi gelerek bu köye yerleşirler. Buraya göç edenlerden dolayı bu köye “Karacalar” denmiştir. Gümüşpınar Köyü’nde bir türbe bulunmaktadır. Bu nedenle köye eskiden “Karacalar Tekkesi” adı verilmiştir.
Şeyhlerdiyarı ismi konması hakkındaki rivayet ise şöyledir: Bu köyde tarihi belli olmayan bir devirde devlet tarafından bir medrese yapılarak etrafında bulunan 12 köyün öşürü (geliri) medresenin ihtiyaçları için gelir olarak verilir. Bu medreseden mezun olan alimlerin çokluğuna nisbetle köye “Şeyhler diyarı” denmiştir.
Hubyar’ın torunu Mustafa’nın oğlu Derdiyar’ın mezarı konusunda Hubyarlıların gösterdiği adres Sivas-Ulaş-(Karacalar) Gümüştepe (Gümüşpınar olmalı) köyüdür . Köyün isminin eskilerde Şeyh Derdiyar olduğu bütün köylüler tarafından bilinmektedir. Anlatılan rivayetlerde Şeyh Derdiyar’ın çeşitli kerametlere sahip ermiş bir kişi olduğu belirtilmektedir. Köylüler Şeyh Derdiyar’ın kimliği ve Hubyar’la bağlantısı konusunda herhangi bir bilgiye sahip değildir . Köyün içinde Cami avlusunda bir türbe bulunmaktadır. Bu türbenin Şeyh Mehmet isimli bir kişiye ait olduğu söylenmektedir. Derdiyar’ ın diğer bir isminin Mehmet olduğu da söylenir. Türbe üzerindeki mermerde bu isim yazılmıştır. Fakat türbenin ne zaman yapıldığı konusunda bir bilgi yoktur. Bu türbenin çevrede bulunan Alevi-Sünni insanlar tarafından ziyaret edildiği, özellikle çocuğu olmayanların burayı ziyaret ettikleri anlatılır.
Horasan evliyalarından olup yedi kardeşin mezarları da çevre yörelerde bulunduğu, Şeyh Mehmet’in bir sefer sırasında bu köyde çobanlık yaptığı ve burada vefat ettiği, sağlığında çeşitli kerametler göstermiş olduğu rivayet edilir. Bununla birlikte, herhangi bir kitabesi olmayan Mehmet Dede türbesinin, Yavuz Sultan Selim zamanında, türbe, medrese, ve çeşme olarak yapıldığı söylenilir . Bugün ise, medrese ve o caminin enkazı bile kalmamış taşları ev yapımında kullanılmıştır. Mezarın etrafında başka şahısların mezarları da vardır. Eskiden etrafında ağaç oymadan yapılmış bir mekan var iken, bu şimdi yoktur. Türbeye akli dengesi bozuk olanlar, sara hastaları, felç geçirenler gelmektedir. Bu hastaların şifa buldukları ifade edilmektedir. Abdest alınmasını müteakip iki rekat namazdan sonra, dua edilip dilekte bulunulmaktadır. Hali vakti iyi olanlar, burada koyun veya inek keserek fakirlere ve köy halkına dağıtmaktadırlar. Halk arasında yaşayan rivayetlere göre; Yavuz Sultan Selim Mısır ve Bağdat seferlerine giderken Ordusu, şimdi Yenikarahisar ve Gümüşpınar köyleri arasındaki düz ovada dinlenmek istemiş ve orada otağ kurmuştur. Kendisine Şeyh Mehmet Dede'den bahsedilince, 3 altın göndererek Dede'yi huzuruna çağırır. Elçi geldiğinde Dede bahçe bellemektedir. Bu esnada elçiye bahçedeki her şey altın olarak gözükür. Elçi utancından o üç altını veremez ve sadece, "Padişah sizi çağırıyor", der. Şeyh Mehmet Dede de bahsetmediği üç altını çocukları için harcamasını söyler. Elçi hayrete düşer. Dede, Elçi'ye "sen git ben de arkandan geliyorum" der. Elçi padişahın yanına gelince Dede'nin oraya kendisinden önce gelmiş olduğunu görür ve hayret içinde kalır. Bu arada padişah ve Dede iki salatalık tohumu dikip başlarına birer bekçi koyarlar. Padişah seferden dönerken bakarlar ki, Dede'nin ektiği meyve verirken padişahın ektiği henüz çiçek açmaktadır. Bunun üzerine padişah bu köylerin öşürünün % 10'unu bu köye bağlar, medrese cami ve çeşme yaptırır.