KARIŞIK

3 Mayıs 2016 Salı

Nalıncı Mimi Dede ..fatih

Halk arasında Nalıncı Baba adı ile anılan ve asıl adı Muhammed ( Mehmet ) Mimi ( dede ) Efendi aslen Bergamalıdır. İstanbul’ un Fatih semtinde yaşamış ve burada 1592 yılında vefat etmiştir.
Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü. Kabri üzerine bir kubbe, içine bir çeşme koydurdu. Dahası bir tekke ile yaşattı adını. Türbesi Unkapanı’nda, Cibali Tütün Fabrikası’nın arkasında, Harabzade Camii karşısındadır.
hakkımızad-türbe
İşte o Nalıncı Baba’nın ibretlik kıssası;

Nalıncı Mimi Dede; namsız,nişansız yiğitlerden ve Cenab-ı Hakk’ ın sevdiklerinden… Hayatı sisler ve perdeler ardında pırıldıyor. Tekke, Dergah, Medrese dervişlerinden değil… Belki meczup ama kerametler sahibi…
Hayatı hakkında zamanımıza kadar aktarılanlar efsane çapında güzel… Şimdi bizde o sele kapılıp gidelim bakalım neler var… :
Günlerden bir Cuma günü Hicri 1000 li yıllar ( Miladi 1592 ) Osmanlı hükümdarı Sultan III. Murad Han, İstanbul esnafını ve halkın halini kontrol için sokaklara çıkmıştı… Yanında da Şeyhülislam… Her ikiside tebdil-i kıyafet ile halkın gözünden gizlenmişlerdi… Kimse ne Padişahı ne de Şeyhülislamı tanımıyordu… Sokakları ellerine dolayıp gittiler… gittiler… Kıvrım kıvrım uzayan yollar onları Fatih semtine ulaştırdı… İleride, sokağın birinde görülmemiş bir kalabalık vardı… Sanki sokağa gökten insan yağmış gibi bir hal… Bugün bu sokakta birşeyler olduğu muhakkaktı ama neydi, ne olabilirdi ? Hünkar dikkat edip ilerlere baktı ve sonra Şeyhülislam a dönüp ;
  • Efendi, dedi, git bak, orada ki insanlar ne ister ? Bu telaş ve çığlıkları sebebi ne ola ?
Şeyhülislam küt küt yürüyerek kalabalığın bulunduğu noktaya kadar vardı ve dedi;
  • Ey Allah’ ın kulları… ! Ne yapıyorsunuz ? Niçin hepiniz burada toplandınız ? Derdiniz, davanız nedir ?
İnsan denizi dalgalandı ve acaip sesler yükseldi;
  • Bir zındık öldüde onun için burdayız !
Şeyhülislam, daha tek kelime sormadı… İzi üstüne padişahın yanına döndü ve olanları anlattı…
  • Devletlü Hünkarım !…bir zındık adam ölmüş, cenazesini kimse yıkamak istemiyor… Bu sebeple münakaşa edip dururlar.
Padişah meraklandı, Şeyhülislamın eteğinden çekerek;
  • Haydi, dedi bizde onların arasına karışalım ve hadiseyi yakından görelim… Görelim ki nice hadisedir ?
Ve hadise yerine doğru ağır adımlarla yürüdüler, Halkın arasına karışıp yükselen seslere kulak verdiler… Her kafadan bir ses çıkıyor, herkes bir başka söz ediyor… Fakat sözlerin neticesi yoktu…
Hünkar birinin eteğinde çekip sordu;
  • Ey Adem ! Nedir bu kalabalık ?
Adam mecnun gözlerle baktı ve dedi ki ;
  • Ne olacak ? Ölen bir zındığın cenazesini yıkayıp yıkamamakta münakaşa ederiz…
  • Kimdir bu zındık dediğiniz kişi ?
  • Nalıncılık yapan bir ihtiyar sanatkardı ve adına da ‘’Nalıncı Baba’’derlerdi…
Şimdi ecel okuna hedef oldu…
  • Hayret ettim ! Cenazesi niçin yıknmak istemez ?
  • Zındık olduğundan…
  • Bu ihtiyara neden zındık derler ki ? Öyle zındık demekle zındık olunmaz…
  • Adam, Karşındaki zat’ın padişah olduğunu bilmiyordu…
  • Şundan zındık deriz ki, Bu Nalıncı Baba hiç Camiye gitmez ve namaz kılmazdı. Üstelik kazandığı para ile her akşam Şarap alır evine götürürdü…
Osmanlı Sultanı merakla sordu ;
  • Eee ! Daha neler ?
Adam kelimeleri peşpeşe sıralıyarak…
  • Fena huyu vardı ki, herkes kendisinden bun yüzden nefret ederdi…
  • O fena huy da neydi ?
  • Her Cuma Akşamı baştan çıkmış, batağa düşmüş kadınları evinde toplar alem yapardı… Ama nasıl bir alem ise kimse bilemez ! Bu yaştaki adamın böyle işler yapması halkı rahatsız ediyordu…
  • Demek öyle ?
  • Evet… Belki sözümün eksiği var, fazlası yok…
  • Bu sebeple mi Cenazesi ortada kaldı ?
  • Evet… Bu yüzden kimse yüzüne bakmaz…
Sultan III. Murad Han fena halde meraklanmıştı… Şeyhülislamın kulağına eğilerek fısıldadı;
  • Ne Dersünüz efendi ? Bu hadise bana çok garip geliyor… Nalıncı Baba’nın cenazesi böyle ortada kalmasın… Bu işi ikimiz üstlenip yapalım…
Ortada bir ölü var ve akıl almaz sözler… Hemen kolları sıvayıp işe koyuldular… Herkesin şaşkın bakışları arasında Padişah su döktü, Şeyhülislam ihtiyarın cenazesini yıkadı… Sonra namazını kıldılar ve vasiyeti gereğince gömülmesini sağladılar…
Buraya kadar olan hadiseler bir garip bundan sonrası daha da bir acayip… Padişahın merakı büsbütün kamçılanmıştır… Bu kördüğümü çözmek için Nalıncı Babanın zevcesini saraya çağırttı ve perde ardından kadına sordu… ?
  • Ey Hatun… Siz kimin zevcesisiniz… ?
Kadın cevap verdi;
  • Nalıncı Baba’ nın zevcesi idim…
  • Peki kocanız nerede… ?
  • Kocam vefat etti, Hünkarım…
  • Kocanız yalnız Nalın mı yapardı… ?
  • Evet… Öyle güzel nalın yapardı ki, kimse ona denk olamazdı…
  • Kocan gerçekten iyi sanatkarmış, lakin zındıkmış… ?
Nalıncı Baba’nın zevcesi hemen itiraz ederek…
  • Haşa Padişahım… Tam bir Müslümandı… Keşke herkes öyle olabilse…
  • Beni şaşırttınız… Böyle dersin ama, senin kocan hiç camiye gitmez ve namaz kılmazmış… Nasıl Müslüman bu… ?
  • Dediğiniz doğrudur, Sultanım…!
  • Bak sende tasdik ediyorsun…
  • Camiye gitmezdi ama eve gelip sabaha kadar namaz kılardı, hemde seccadesini ıslatacak şekilde gözyaşlarını akıtırdı… Gündüzleride vakit namazlarını dükkanında eda ederdi… Onun işlerine kimsenin aklı ermez…
  • Ey Hatun… ! Beni meraklandırdın… Birde işin daha fenası var…?
  • O da nedir… ?
  • Derler ki ; Senin kocan her gece şarap alır evde şarap içermiş…? Bu da mı yalan… ?
  • Yalan değil Sultanım… Yanlış… !
  • Nasıl yani Ey Hatun… ?
  • Şarap getirdiği doğrudur da içtiği yalandır…Kocam işinden eve gelir, iki rekat namaz kılar, Allahu Teala’ ya şükreder ve derdi ki;
‘’ Ey benim Rabbim… Mü’min kullarının Şarap içmelerine mani olabilmek için bana bugünkü rızkım ile iki kilo şarap almayı nasip ettin… Sana ne kadar şükretsem az Sen herşeyden yücesin, merhametlisin ve bağışlayıcısın… Günahkar kullarını affeyle… Onlara, sana varan doğru yolunu göster…Nürun şerefine düşenlerin elinden tut… Eğer sen onlara azab edecek olursan onlar senin kullarındır… ‘’ diyerek sonrada getirdiği şarapları tuvaletin deliğinden dökerdi… Dediğim gibi Sultanım onun işlerine kimse akıl sır erdiremezdi…
SultanIII. Murad Han bu sözler karşısında titreyerek başını öne eğip bir müddet düşündü… ve…
  • Ey Hatun… ! Ne var ki kocanın başka bir kötü huyu daha varmış… Her Cuma akşamı baştan çıkmış kadınları evine toplar alem yaparmış… Buna ne dersin… ?
  • Tamamiyle yanlış ki ne yanlış Padişahım… !
  • Nasıl yani… ?
  • Kocam bazı felakete uğramış talihsiz kadınları eve getirir, onlara nasihat eder, tevbe ettirir, yıkanıp abdest almaları için bana su hazırlattırır ve sonra bu zillet ve bataktan kurtulmaları için ellerine para vererek evlerine gönderirdi… Ama dıştan bakıldığında Nalıncı Baba’ nın yaptıkları ters gibi gözüktüğü için Halk ve onu gören kişiler, Ahlaka ayrıkı dinsiz ve imansız zındık biri gibi görüyorlardı… Hem iş ileri dereceye vararak kendisine artık kimse nalın yaptırmadığı için geçimimiz biraz zorlaşmıştı…
Ben kendisine kaç defa;
  • Ey Efendi, ne olur artık bu davranışından vazgeç, Yarın ölsen Cenazeni yıkıyacak namazını kıldıracak ve defin edecek kimseyin bulamayıp cenazen ortada kalacak ve perişan olacağız derdim… ve cevaben…
  • Ey Hatun…! Sen hiç tasa etme… ‘ Ben öldüğüm zaman, benim cenazem ortada kalmaz… cenazemi Şeyhülislam yıkar, suyumu da Padişah döker… Bir amel ki Allah için olsunda, Yücelerin yücesi Mevla mükafatını vermesi hiç görülmemiş şey mi… ?derdi…
Sultan III. Murad Han ‘ ın gözleri birden yaşlarla doldu ve hüzünlü bir ses tonu ile…
  • Yaaa… ! demek öyle… ?
  • Padişah derhal Saray’ dan Nalıncı Mimi Dedenin, Zevcesine ölünceye kadar tahsisat bağlayarak ve günümüzde aynı yerde bulunan Unkapanı mevkii Üsküp caddesi üzerinde bulunan Türbeyi yaptırttı…
hakkımızad-türbe-2
hakkımızad-türbe-3

Meşhur Seyyah Evliya Çelebi’ nin onun hakkında ki notları şöyle der; 
‘’ Nalıncı Mimi Dede; Sultan III. Murad Han devrinin sayılı Meczuplarından birisi idi… Ona Mevlevi diyenler olduğu gibi, Halveti diyenlerde vardır… Bergama ‘ da doğup, İstanbulayerleşmiştir…Kış ve yaz aylarında hep nalın ile gezer ve Azablar çarşısında Nalıncılık ederdi… Evi Türbesinin bulunduğu yerde idi… Hicri 1000 yılının bir bahar sabahı idi… Osmanlı HünkarıIII. Murad biraz telaşlıydı… Huzuruna Saray ağasını çağırdı…
-Ağam , Ağam dedi, bilirmisin ne oldu… ?
Ağa boynu büküp, Ne oldu Devletlü Hünkarım diye sordu… ?
Padişah gördüğü bir rüyanın heyacanını taşıyordu… Gece rüyada gördüklerini tane tane anlattı…
– Bu gece tuhaf bir rüya gördüm Ağa…
– Hayırdır inşallah Sultanım…
– Nalıncı Mimi dede diye bir zat rüyama girdi…
– Olacak iş değil…
– Yakama yapıştı, şiddetle çekti ve dedi; ‘’ Sultanım…! Ben dünyanın tam elli sene suyunu içtim… Ekmek ve ni’metiyle perverde oldum… Şimdi ölüyorum… Bana öte dünyanın kapısı açıldı ve kabir göründü… Yarın Cenaze namazımı Fatih Camiinde kılmaya hazırlan… Beni evime göm… Üstüme bir kubbe, yanıma bir tekke, önüme de bir çeşme yap… ‘’
Ağam sen derhal Mimi dede’ ninevine koş, tahkik et… Hakikaten mimi dede ölmüş mü… ?
Ağa saraydan çıkarak Mimi dede’ nin evine ulaşır ve gördüğü gibi evin önünde kazanda su kaynatılmaktadır… Ağa bu manzarayı hayretli nazarla bakarak derhal saraya geri dönerek Padişah ‘ a anlatır…
-Devletlü Hünkarım rüyada gördükleriniz aynen vakidir… der…
Allah dostlarının işlerine akıl sır ermez… Nebiyy-i Alişan efendimizin buyurduğu üzere; Bir Kulun imanı doğrulmaz, Kalbi doğrulmadıkça; Kalbi de doğrulmaz, dili doğrulmadıkça…
Bu güzel ve hoş olan Keramet sahibi Allah dostu olan Mimi dede’ nin esrarengiz gizemi ile cezbeye kapılarak Sedefhane Adlı atölyemizde Nalın yapımına başlayarak Nalıncı Mimi Dede ismimizi TPEK almış olduğu karar doğrultusunda 2014 Yılında markamız tescillenerek üretimlerimiz Sedefli,Sade ve Hediyelik eşya mahiyetinde üretimlerimiz devam etmektedir…

Yeşil Sarıklı Çakır Dede’



Yeşil Sarıklı Çakır Dede’..mersin





 Ehli Beyt soyundan gelen, Hacı Bektaşi Veli'nin torunlarından olan maneviyat ehli Çakır Dedenin kabri Bozyazı Tekedüzü mezarlığında bulunmaktadır. Eşi Sultan Ana ve Oğlu Emir Ali Buçgün'ün kabirlerini de içine alan bir büyük türbenin yapılması şarttır.


Maneviyatı ile bu bölge insanına ilim vermiş, irfan vermiş kalp gözü açık, kerametleri dilden dile dolaşan Yeşil Sarıklı Çakır Dede'ye bir türbe yapılarak çevrede bulunan insanların bu manevi hazzı fazlasıyla yaşaması sağlanmalıdır" dedi.
Çetin ; " Dualarıyla birçok insanın derdine derman olmuş Allah Dostu Yeşil Sarıklı Çakır Dede büyük bir türbe ile taçlandırmalıdır." Dedi.

2 Mayıs 2016 Pazartesi

Yakup Aleyhisselam

Yakup Aleyhisselam

Bismillahirrahmanirrahim
Ken’an diyârında, yâni Fenike denilen sayda, Sûr ve Beyrut ile Filistin ve Sûriye’nin bir kısmından ibâret olan bölgede yaşayan insanlara gönderilen peygamber. İsmi Yâkûb olup İbrânicede Saffetullah, yâni ”Allahü teâlânın sâf ve temiz kıldığı kul” mânâsına gelmektedir. Diğer adı İsrâil olup ”Allah’ın kulu” mânâsına gelmektedir. İbrâhim aleyhisselâmın küçük oğlu olan İshâk aleyhisselâmın oğludur. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlu vardır. Bu yüzden, onun on iki oğlunun torunlarına Beni İsrâil, yâni İsrâiloğulları denilmiştir. Oğullarından her birinin sülâlesine ”Sıbt”, hepsine birden torunlara mânâsına gelen ”Esbât” denir. Sonradan Yahûdi adı verilmiştir. Yâkûb aleyhisselâmın neslinden birçok peygamber geldi: Mûsâ, Hârûn, Dâvûd, Süleyman, Zekeriyyâ, Yahyâ ve İsâ aleyhimüsselâm bunlardandır. Yâkûb aleyhisselâm Şam’da yeya Medyen’de doğdu. Onun Iys isminde bir kardeşi vardı. Çocokluğu babasının yanında geçti. Babası İshâk aleyhisselâm, Yâkûb aleyhisselâm için; ”Yâ Rabbi! Neslimden peygamber geleceğini buyurmuştun. O vâdini bu oğlumdan zuhûr ettir.” diye duâ etti. Onun soyundan nice peygamberler göndermesi için Allahü teâlâya niyâzda bulundu. Yâkûb aleyhisselâm babasının vefâtından sonra annesinin tavsiyesi üzerine Harran’da bulunan dayısının yanına gitti. Orada uzun müddet kaldı. Dayısının büyük kızı Leyla ile evlendi. Bu evlilikten Rabil, Şem’ûn, Lâvi, Yehûda, İsâhar ve Zablûn adlı oğulları ile Dinâr isimli kızı doğdu. İbrâhim aleyhisselâmın bildirdiği dinde iki kız kardeşle evlenmek câiz olduğundan ilk evliliğinden yedi sene sonra dayısının küçük kızı Râhil ile de evlendi. Bu hanımından da Bünyamin ve Yûsuf adlı iki oğlu oldu. Belhe ve Zülfâ adlı iki câriyesi vardı. Belhe adlı câriyeden Dân ve Neftâle, Zülfâ adlı câriyesinden de Câd ve Âşir adlı oğulları doğdu. Böylece on iki oğlu oldu. Kırk sene kadar dayısının yanında kalan ve ona hizmet eden Yâkûb aleyhisselâma Allahü teâlâdan vahy gelip Ken’an diyârı ahâlisinine peygamber olarak vâzifelendirildiği bildirildi. Dayısından izin alarak hanımları, oğulları ve kendisine tâbi olanlarla birlikte Harran’dan ayrılıp Ken’an diyârına geldi ve oraya yerleşti. Kendisi ve oğulları için evler yapğtırdı. Bu sırada Yûsuf ve Bünyamin adlı oğullarının annesi olan Râhil vefât etti. Yâkûb aleyhisselâm insanları Hak dine ve tek olan Allahü teâlâya inanmaya ve o’na ibâdet etmeye dâvet etti. Ken’an diyârı ahâlisinden çok kimse ona imân etti. Ken’an diyârını idâre eden Şüceym bin Dâran isimli kral, Yâkûb aleyhisselâma karşı çıktıysa da başarılı olamadı. Yâkûb aleyhisselâm anneleri vefât etmiş olan oğulları Bünyamin ve hazret-i Yûsuf’u diğer oğullarından çok seviyordu. Çünkü bu ikisi anne şefkâtinden mahrûm kalmışlardı. Yâkûb aleyhisselâmın özellikle hazret-i Yûsuf’a karşı aşırı muhabbeti olduğu için onu bütün oğullarından üstün tutuyor ve yanından ayırmıyordu. Hazret-i Yûsuf yedi yaşındayken rüyâsında on bir yıldız, ay ve güneşin kendisine secde ettiklerini gördü. Bu rüyâsını babasına anlattı. Rüyâ tâbirini iyi bilen Yâkûb aleyhisselâm oğluna ileride büyük nimetlere kavuşacağını ve kendisine peygamberlik verileceğini söyleyerek rüyâsını kardeşlerine anlatmamasını tavsiye etti.
Yâkûb aleyhisselâmın oğlu Yûsuf’a karşı aşırı muhabbet göstermesini kıskanan diğer oğulları ona hased ettiler. Hazret-i Yûsuf’u berâberce tuzak kurup onu öldürmek istediler. Babalarından korktukları için de ne şekilde kötülük yapacklarını tesbit edemediler. Daha sonra kendi aralarında konuşup Yûsuf aleyhisselâmı yol üzerindeki bir kuyuya atmayı kararlaştırdılar. Yûsuf aleyhisselâmı babalarından alıp, berâberlerinde götürebilmek için hileye başvurdular. Yûsuf aleyhisselâmı alıp kıra götürdüler ve kervanların geçtiği yolun kenârındaki bir kuyuya attılar. Sırtındaki gömleğini çıkarıp kestikleri bir hayvanın kanıyla boyadılar. Akşam olunca da kanlı gömleği babalarına getirip; ”Biz kırda yarış ederken, Yûsuf’u eşyâlarımızın yanında bırakmıştık. Onu kurt yemiş.” dediler. Yâkûb aleyhisselâm kana bulanmış fakat hiç yırtık ve çizgi bile olmayan gömleğe bakıp oğlu Yûsuf’u kurt yemediğini ve onun hayatta olduğunu anladı. Diğer oğullarına o kurdun Yûsufuma karşı şefkâti sizden fazlaymış. Vallahi bugüne kadar bu kurt gibi yumuşak huylu bir kurt görmedim. Oğlumu yemiş de sırtından gömleğini bile yırtmamış. Bu söyledikleriniz yalandır. Yûsuf’a ne ettinizse siz ettiniz. Fakat elimden ne gelir. Benim için sabr etmekten güzel bir şey yoktur.” dedi. İçli içli ağlayıp, kalbini Allahü teâlâya bağladı ve oturdu. Yûsuf aleyhisselâmın ayrılığından dolayı üzülüyor, fakat bu üzüntüsünü kimseye bildirmiyor, hâlinden de kimseye şikâyette bulunmuyor, oğluna kavuşacağı günü hasretle bekliyordu. Hasret ve üzüntüsü sebebiyle ağlamasından dolayı gözlerine ak inmiş göremez olmuştu. Atıldığı kuyudan bir kervancı tarafından çıkarılan ve Mısır’a götürülerek bir köle diye satılan Yûsuf aleyhisselâm, Mısır Mâliye Nâzırı tarafından satın alındı.Mâliye Nâzırının sarayında özel olarak büyütülen Yûsuf aleyhisselâm, Nâzırın ölümünden sonra Mâliye Nâzırı oldu.Aldığı ekonomik tedbirler sâyesinde, yedi sene müddetle devâm eden kıtlık esnâsında Mısır halkının rahat va refâh içinde yaşamasını sağladı. Yâkûb aleyhisselâm Bünyamin dışındaki oğullarını buğday ve erzak almak üzere Mısır’a gönderdi. Yûsuf aleyhiselâm onları tanıdı ve ikrâmlarda bulunarak erzak verdirdi. İkinci defâ gelişlerinde kardeşleri Bünyamin’i de getirmelerini söyledi. Onlar da ikinci gelişlerinde Bünyamin’i getirdiler. Kendi anne-baba bir kardeşi olan Bünyamin’i bür tedbirle yanında alıkoydu. Yâkûb aleyhisselâmın oğulları üçüncü defâ Mısır’a gidince Yûsuf aleyhisselâmın kendini onlara tanıttı. Gömleğini babası Yâkûb aleyhisselâma gönderdi. Babasına ve bütün akrâbalarını da Mısır’a dâvet etti. Yâkûb aleyhisselâm gömleği yüzüne gözüne sürünce gözleri açıldı. Yâkûb aleyhisselâm oğlunun dâveti üzerine bütün akrâbasını alarak Mısır’a gidip oğlu Yûsuf aleyhisselâma kavuştu. Yûsuf aleyhisselâm babasına ve yanındakilere büyük ikrâmlarda bulundu. Kardeşlerini affettiğini bildirdi. Yâkûb aleyhisselâm oğlu hazret-i Yûsuf’a kavuştuktan sonra oğullarıyla birlikte on seneden fazla Mısır’da yaşadı.İyice ihtiyarlayınca oğullarını başına toplayıp, vasiyette bulundu. Oğullarından, tek olan Allahü teâlâya ibâdet edeceklerine dâir söz aldıktan sonra vefât etti.Oğulları cenâze namazını kıldılar. Vasiyeti üzerine Kudüs yakınlarındaki Halil-zr- Rahmân’da bulunan babsı İshak aleyhisselâmın yanına defnedildi. Rivâyete göre burada dört kabir vardır. Bunlar İbrâhim aleyhisselâma, İshâk aleyhisselâma, Sâre validemize ve Yâkûb aleyhisselâma âittir.
Yâkûb aleyhisselâm Allahü teâlânın seçtiği, kendi zamânında yaşayan insanların sûret (görünüş) ve siret (huy ve yaşayış) yönünden en üstünüydü. Buğday benizli, uzun boylu, nâzik yapılı bir bedene sâhipti. Babası, İshâk aleyhisselâm gibi halim selim, yumuşak huylu, doğru sözlü, kerim ve cömertti. Kur’ân-ı kerimde Yâkûb aleyhisselâmın, dinde kuvvetli olduğu, ihlâs sâhibi olduğu, sâlihlerden olduğu, seçkin ve hayırlıkimselerden olduğu ve rüyâ tâbirini iyi bildiği açıklanmıştır. Yâkûb aleyhisselâmın beş çeşit mûcizesi vardı:
Mucizeleri:1-Duâsı bereketiyle bir koyunun karnından dört kuzu doğmuştu. Bir kavim gelip, Ey Allah’ın peygamberi, geçen sene koyunlarımız hiç doğurmadı. Cenâb-ı Hakka duâ ediniz, hem bu seneki, hem degeçen sene kikuzuları birden versim, diye ricâ ettiler. Yâkûb aleyhisselâm duâ edince, her bir koyundan dörder tâne doğmak sûretiyle koyunları çoğaldı. 2- Sesi sürekli olup, üç konaklık yerden bile duyulurdu. Düşman askerine bağırdığı zaman korkularından hep kaçarlardı. 3-Hazret-i Yâkûb’un attığı şey, pek uzaklara giderdi.Oğullarını Amâlika kavmiyle muhârebeye gönderince, muhâbere esnâsında Yehûda adlıoğlunun, süngü ve mızrakla silâhı parçalanmıştı. Yehûda, silâhım kırıldı babacığım, bir silâh gönderiniz, diye seslendiği anda, hazret-i Yâkûb işitip, bir dağ başındanönceki gibi bir silâh attı ve seslendi. Yehûda sesini işitip, silâhı aldı ve hemen düşmana saldırdı ve gâlip geldi.Halbuki aralarında 360km’lik mesâfe vardı. 4-Yâkûb aleyhisselâmın duâsı bereketiyle büyük ve küçük dağlar yerlerinden kalkmışlardır. Ken’an ahâlisini dine dâvet ettiği vakit, orada bulunup, yörenin iki tarafını darlaştıran dağların başka yere naklolunmasıyla, yerlerinin geniş bir saha olmasını istemişlerdi. Yâkûb aleyhisselâm duâ edince, murâdları hâsıl olup, yerleri geniş ve düzlük olup havası da gâyet güzel olarak Hicaz’da en güzel yer olarak tanınmıştır. 5-Ken’an ahâlisini imâna davet ettiği vakit, oturdukları yerlerde bulunan dağlık ve taşlık yerlerin, bütün tepe vetaşların toprak olmasını teklif etmişlerdi. Yâkûb aleyhisselâm duâ edince, diledilkeri gibi olmuştur.
Yâkûb aleyhisselâmın en büyüğü Rabil olmak üzere Şem’un, Lâvi, Yehûda, Zablun (Yâlun), İsâhar,Dân, Neftâli, Âşir, Cad, Yûsuf ve Bünyamin adlı on iki oğlu vardı. İsrâiloğulları bu on iki oğlunun neslinden çoğalmışlardır. Yûsuf aleyhisselâmdan sonra akılca en üstün olan Yehû danın neslinden Dâvûd aleyhisselâm ve Beni İsrâil (İsrâiloğulları) hükümdarları gelmiştir. Bu sebeble İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerin çoğu da Yûsuf aleyhisselâmın neslindendir. Kur’ân-ı kerimde zikr edilen Tâlût da Bünyamin’in neslindendir. Kur’ân-ı kerimde Yûsuf sûresinde ve Bakara sûresi 132, 133, 140; Âli imrân sûresi 84, 93; Nisâ sûresi 163; En’âm sûresi 84; Hûd sûresi 71; Meryem sûresi6, 49, 58’inci âyetlerinde Yâkûb aleyhisselâmdan ve faziletlerinden bahsedilmektedir.

İlyas Aleyhisselam

İlyas Aleyhisselam


Bismillahirrahmanirrahim

 

İlyas Aleyhisselâmın Soyu: 

İlyas b. Yasin, b. Finhas, b. Ayzar, b. Hârûn, b. İmran (A.S)’dır.

İlyas Aleyhisselâmın Şekil Ve Şemaili: 

İlyas Aleyhisselâm: uzun boylu, zayıf bedenli, kıvırcık saçlı, büyük başlı, çekik ve yapışık karınlı, ince bacaklı idi.
Kendisinin başında da, kırmızı bir ben vardı.

İlyas Aleyhisselâmın Peygamber Oluşu: 

İlyas Aleyhisselâm; Yüce Allah tarafından gönderilen Peygamberlerdendi. (1)
Kendisi, dağlar ve çöller sahibi olup Rabb’ine, tenhâlarda ibâdetle meşgul olurdu.
Hezekiel Aleyhisselâmdan sonra, İsrail oğulları içinde bir çok bid’atlar ihdas edilmiş onlar, Yüce Allah’ın, kendilerinden aldığı Ahd ve Mîsâkı, unutmakla kalmamışlar, putlar dikip onlara tapmaya da, başlamışlardı
Bunun üzerine, Yüce Allah, onlara, İlyas Aleyhisselâm’ı, Peygamber olarak gönderdi.
Mûsâ Aleyhisselâm’dan sonra İsrail oğullarına gönderilen Peygamberler, ancak, kendilerinin, Tevrat’tan unuttuklarını, onların hatırlarına getirmekte, yenilemekte idiler.
İsrail oğulları, o zaman, Şam ülkesinde dağınık bir halde ve başlarında da, bir çok krallar bulunuyordu.
Çünkü, Yûşa’ b. Nün Aleyhisselâm; Şam ülkesini fetettiği zaman, oraya, İsrail oğullarını hâkim kılmış ve Şam topraklarını, onlar arasında bölüştürmüştü.
İsrail oğullarının on iki Sıbtından biri olan İlyas Aleyhisselâmın Sıbtı da, Bâlebek ve nahiyelerini almış ve oralara yerleşmiş bulunuyordu.
Yüce Allah, onlara, İlyas Aleyhisselâm’ı Peygamber olarak göndermişti. Şam krallarından her bir kral, hükmü altına aldığı nahiyeyi sömürmekte idi. Şam krallarından Bâlebek kralı, diğer krallar arasında, doğru yolda idi. Bunun için, İlyas Aleyhisselâm, onun yanında bulunur, işlerini, yoluna koyardı. Gerek kral ve gerekse kralın zevcesi, İlyas Aleyhisselâm’ı dinler ve doğrulardı. Öteki İsrail oğulları ve kralları ise, edinmiş oldukları Ba’l putuna taparlardı.
Ba’l: altından yapılmış bir kadın heykeli olup göz bebekleri Yakuttan yapılmış, başına da, inci ve cevherlerle süslü tac konulmuştu.
İlyas Aleyhisselâm, kavmine: “Siz (Allah’tan) korkmaz mısınız?!
O, en güzel Yaratanı, sizin de, önceki atalarınızın da, Rabbi olan Allah’ı, bırakıp ta, Ba’l’e mi tapıyorsunuz?!” dedi. (2)
Onları, Yüce Allah’a iman ve ibadete davet etti. Fakat, onlar, İlyas Aleyhisselâmı, yalanladılar. (3)
Bâlebek kralından başka hiç birisi, onu, dinlemediler ve söylediklerini, kabul etmediler.
Bâlebek kralının sarayının yanında, İsrail oğullarından sâlih bir zatın, güzel bir bahçesi bulunuyor, kendisi, oradan, geçimini sağlıyordu.
Kral ve karısı, orada, gezinirler, yerler, içerler, istirahat ederlerdi. Halk, orayı, krala lâyık görürler, sahibinin elinden almadığına şaşarlardı. Kral; bahçe sahibine karşı, komşuluk hakkını, gözetir, çok iyi davranırdı.
Kralın karısı ise, bahçeyi, ele geçirmeyi, düşünür, kralı, bu hususta kandıramazdı.
Kralın, uzun bir sefere çıkışından yararlanarak, bahçe sahibini, krala sövme iddiası ve yalancı şahitler ikamesiyle öldürtüp bahçesini gasbetti.
Kral, seferden dönünce, karısına;
“Sen, hükmünde, hiç de, hayra isabet etmemişsin.
Ben, bundan sonra, hiç bir zaman, felah bulacağımızı sanmıyorum!..
Senin, ona karşı, bir cür’etin, ancak, cahilliğinden, kötü görüşlülüğünden, sonucu, nereye varacağını, düşünememenden ileri gelmiştir!” diyerek itabetti, çıkıştı. Kralın karısı:
“Ben, ona, ancak, senin için kızdım ve senden dolayı, o hükmü verdim.” dedi. Kral:
“Bir kraliçe olarak, senin, bir tek adamı ve onun komşuluk hakkını korumak üzere göstereceğin geniş usluluğun, büyük hoşgörülüğün ve affediciliğin nerede kaldı?” dedi.
Kraliçe:
“Olmayacak şey, oldu!” dedi.
Yüce Allah, İlyas Aleyhisselâma, bu hâdiseyi vahy ile bildirdi.
Yaptıkları şeyden dolayı, tevbe etmedikleri ve gasbettikleri bahçeyi, öldürülen zatın varislerine geri vermedikleri takdirde, o bahçe içinde her ikisinin de, öldürülüp bırakılacaklarını ve etlerinin, kemiklerinden ayrılacağını, haber verdi.
Bunun üzerine, kral, İlyas Aleyhisselâma kızdı.
Kralın yanına, putlara tapanlardan bir topluluk gelmişti. Ona:
“Sen, dalâlet ve boş şeyden başkasına davet olunmuyorsun!
Sen de, kralların taptığı şu putlara tap!
Üzerinde bulunduğun dini, bırak!” dediler.
Bunun üzerine, kral, bir gün:
“Ey İlyas! Vallahi, ben, senin davet ettiğin şeyin, boş olmaktan başka bir şey olmadığını görüyorum!” dedi ve İsrail oğulları krallarından, Allah’ı, bırakıp puta tapanları birer birer sayarak:
“Onlar da, bizim gibi yiyor, içiyor ve nimetler içinde hüküm sürüyor!
Senin, bâtıl ve boş dediğin din ve inanışları, onların dünyasından hiç bir şey eksiltmiyor.
Kendimizde ise, onlara nazaran, bir üstünlük görmüyoruz!” deyince İlyas Aleyhisselâmın, başının saçı ve vücudunun tüyleri ürperdi, dikenleşti.
“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn = Bizler, Allah’ın kullarıyız ve Ona, dönücüleriz!” diyerek kralın yanından ayrıldı.
Kral da, putlara tapan öteki arkadaşlarının yaptıklarını, yaptı, Allah’ı, bırakıp putlara taptı.
Sonra da, ilyas Aleyhisselâmı öldürmeye kalkıştı.
Bunun üzerine, İlyas Aleyhisselâm, dağlarda ve mağaralarda yedi yıl gizlendi.
Yerdeki bitkilerden ve ağaçlardaki meyvalardan yiyerek yaşadı.
Kral, onu, yakalatmak için, adamlar saldı ise de, ele geçirmeye muvaffak olamadı.
İlyas Aleyhisselâm, kral tarafından arattırıldığı sıralarda, bir gece, İsrail oğullarından bir kadının evine sığınmış, saklanmıştı.
Kadının, Elyesa b. Ahtub adındaki oğlu çok hasta idi. İlyas Aleyhisselâmın duasıyla iyileşince, Elyesa Aleyhisselâm, İlyas Aleyhisselâma iman ve onun peygamberliğini tasdik edip artık, onun yanından hiç ayrılmadı.
İlyas Aleyhisselâm, nereye giderse, o da, oraya giderdi. İlyas Aleyhisselâm, yaşlanmış ve yaşı da, bir hayli ilerlemişti. Elyesa Aleyhisselâm ise, yetişmiş bir gençti. İlyas Aleyhisselâm, İsrail oğullarının azdıklarını görünce:
“Ey Allâhı’m! İsrail oğulları, Seni, tanımamaya, Senden başkasına tapınmağa başladılar.
Nimetlerinden, onlara verdiklerini, değiştir!
Ey Allah’ım! Onlardan, yağmuru, tut!” diyerek dua etti.
Üç yıl, yağmur yağmadı.
Büyük küçük baş hayvanlar, böcekler, ağaçlar, kuraklıktan, mahvoldu.
İnsanlar, çok şiddetli bir kuraklık ve darlık içine düştüler.
İlyas Aleyhisselâm, İsrail oğullarının yanına varıp, onlara:
“Siz, kuraklıktan, darlıktan, mahvoldunuz.
Ehlî, vahşî hayvanlar, kurtlar, kuşlar, böcekler, ağaçlar da, sizin hatalarınız yüzünden, mahvoldular.
Siz, boş şey üzerinde aldanıp duruyorsunuz.
Eğer, bu filinizden dolayı, Allah’ın, size gazap ettiğini; kendisine yalvardığınız ve hak ve hayırlı olduğunu söylediğiniz putların, öyle olup olmadığını, öğrenmek istiyorsanız, onları çıkarınız ve kendilerine yalvarınız.
Eğer, onlar, sizin duanızı kabul ederlerse, dediğiniz gibi, onlar, haktır. Şayet, onlar, bunu, yapamazsa, biliniz ki: Siz, boş bir şey üzerindesinizdir. Ondan, hemen ayrılınız.
Ben de, üzerinizdeki belânın kaldırılması için, Allah’a dua edeyim.”‘dedi. “Sen, insaflı davrandın!” dediler. Hemen putlarını çıkarıp onlara yalvardılar. Kendilerinin ne duaları kabul olundu, ne de, üzerlerindeki belâ kaldırıldı. Dalâlette ve boş bir şey üzerinde bulunduklarını, anladılar. “Ey İlyas! Biz, mahvolduk. Allah’a, bizim için, dua et!” dediler.
İlyas Aleyhisselâm da, onların üzerlerindeki belânın kaldırılması ve yağmura kavuşmaları için, Allah’a dua etti.
Allah’ın izniyle, denizin arkasından kalkan gibi bir bulut çıkarıldı.
Ona, bakıp durdukları sırada, buluttan, iri damlalı yağmur atıştırmaya ve sonra da, çoğalmaya başladı ve en sonunda, Allah, yağdırdığı yağmurla, onları kuraklıktan kurtardı.
Kuraklıktan yanıp kavrulmuş olan yurtları, canlandırıldı, içinde kıvrandıkları belâ, üzerlerinden kaldırıldı.
Fakat, onlar, ne putperestlikten ayrıldılar, ne de, hakka döndüler. Üzerinde bulundukları hali, daha kötü olarak devam ettirdiler.
İlyas Aleyhisselâm; onların, böyle küfürlerinde direndiklerini gördüğü zaman, artık, ruhunu kabzetmesini, onlardan kurtarıp rahata kavuşturmasını, Rabb’inden, diledi. Kendisine:
“Filan günü, bekle! Filan yere, git!
Orada, sana gelecek şeyi, ateş gibi renkli hayvanı, gördüğün zaman, ona, bin! Ondan, korkma!” buyruldu.
Gidilecek gün, geldiği zaman, İlyas Aleyhisselâm, yanında, Elyesa Aleyhisselâm olduğu halde, kendisine anılan ve gitmesi emrolunan yere gitti.
At suretinde, ateş renginde, ateşten bir at gelip İlyas Aleyhisselâmın önünde durdu.
İlyas Aleyhisselâm, hemen, onun üzerine sıçrayıp bindi ve gitti. Elyesa Aleyhisselâm, arkasından:
“Ey İlyas! Ey İlyas! Bana, ne emrediyorsun?” diyerek seslendi. Yüce Allah, İlyas Aleyhisselâmı, Şam’a kaldırdı, semâya değil.
İlyas Aleyhisselâm, kilimini, gökten, Elyesa’ Aleyhisselâma, bıraktı ki, bu, kendisinin, onu, İsrail oğullarının üzerine Halîfe yaptığına bir alâmetti. Zâten, ayrılırken, onu, yerine bırakmış bulunuyordu.
İlyas Aleyhisselâmın, hâlâ sağ olup her yıl Hac Mevsiminde Hızır Aleyhisselâmla buluştukları da, rivayet edilir.
İlyas Aleyhisselâm, gittikten sonra, Yüce Allah, Bâlebek kralı, kraliçesi ve İsrail oğulları üzerine, düşmanlarını, musallat ve muzaffer kıldı. Akılları, başlarından, gitti. Nereye, gideceklerini, kaçacaklarını, bilemediler.
Kral da, kraliçe de, sahibini öldürüp gasbettikleri bostanda öldürülerek bırakıldılar.
Etleri, dökülünceye, kemikleri çürüyünceye kadar cesetleri orada ortada kaldı!
Yüce Allah, İlyas Aleyhisselâm hakkında şöyle buyurur:
“Biz, ona, sonra gelen (Peygamberler ve ümmet)ler içinde (iyi bir nam) bıraktık.
(Bizden) selâm İlyas’a
Şüphe yok ki: Biz, iyi hareket edenleri, böyle mükâfatlandırırız.
Gerçekten, o, Mü’min kullarımdandı!” (4)
Ona ve gönderilen bütün Peygamberlere selâm olsun
(1)Sâffât: 123
(2)Sâffât: 124-126
(3)Sâffât: 127
(4)Sâffât: 129-132

Adem Aleyhisselam

Adem Aleyhisselam


Bismillahirrahmanirrahim
Yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk peygamber,bütün insanların babası. Allahü teâlânın emri ile melekler çeşitli memleketlerden topraklar getirdiler. Çeşitli memleketlerden getirilen toprakları melekler su ile çamur yapıp insan şekline koydular. Bu şekilde Mekke ile Tâif arasında kırk yıl yatıp “salsâl” oldu yâni pişmiş gibi kurudu. Önce Muhammed aleyhisselâmın nûru alnına kondu. Sonra Muharremin onuncu Cumâ günü rûh verildi. Her şeyin ismi ve faydası kendisine bildirildi. Boyu ve yaşı kesin olarak bildirilmedi. Allahü teâlânın emri ile bütün melekler Âdem aleyhisselâma karşı secde ettiler. Uzun zaman meleklerin hocalığını yapmış olan İblis, kibirlenip bu emre karşı geldi ve Âdem aleyhisselâma karşı secde etmedi. “O çamurdan yaratıldı, ben ise ateşten yaratıldım. Ondan üstünüm.” iddiâsında bulundu. İblis (şeytan) kendini üstün görüp, kibirlenerek Allahü teâlânın emrine uymayınca gadab-ı ilâhiyyeye uğradı ve Cennet’ten kovuldu. Âdem aleyhisselâm kırk yaşındayken Firdevs adındaki Cennet’e götürüldü. Cennet’te bulunduğu sırada veya daha önce Mekke dışında uyurken sol kaburga kemiğinden hazret-i Havvâ yaratıldı. Allahü teâlâ onları birbirine nikâh etti. Cennet’te yerleşmelerini ve Cennet’in meyvelerinden dilediklerini yemelerini bildirdi. Fakat, Cennet’te bulunan bir ağaç için, “Bu ağaca yaklaşmayın, bu ağaçtan yemeyin.” buyurdu.Âdem aleyhisselâm ve Havvâ vâlidemiz, Cennet’te bin yıl kadar yaşayıp, İblisin yalan yeminine inanarak yasak edilen ağacın meyvesinden unutarak önce hazret-i Havvâ, sonra Âdem aleyhisselâm yedikleri için Cennet’ten çıkarıldılar. Âdem aleyhisselâm Hindistan’da Seylan (Serendib) Adasına, Havvâ ise Cidde’ye indirildi. Birbirlerinden ikiyüz sene müddetle ayrı kalan Âdem aleyhisselâm ve hazret-i Havvâ bu müddet içinde ağlayıp yalvardıktan sonra tövbe ve duâları kabûl oldu. Hacca gelmeleri emrolundu.
Arafât Ovasında hazret-i Havvâ ile buluştu. Kâbe’yi inşâ etti. Her sene hac yaptı. Arafât Meydanında veya başka meydanda kıyâmete kadar gelecek çocukları belinden zerreler hâlinde çıkarıldı. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye soruldu. Hepsi; “Belâ=Evet!” dediler. Sonra hepsi zerreler hâline gelip beline girdiler. Buna “Ahd-ü-Misâk” ve “Kâlû Belâ” denildi. Âdem aleyhisselâm ve hazret-i Havvâ daha sonra şam’a geldiler. Burada yirmi defâ ikiz evlâdı oldu. Bir defâ da yalnız Şît aleyhisselâm oldu. Neslinden kırkbin kişiyi gördü. Oğullarına ve torunlarına peygamber olarak gönderildi. Cebrâil aleyhisselâm kendisine oniki defâ geldi. Kendisine on suhuf (forma) kitap verildi. Bu kitapta; îmân edilecek hususlar, çeşitli diller ve lügatler, her gün bir vakit namaz kılmak, gusül boy abdesti almak, oruç tutmak, leş, kan, domuz eti yememek, tıb, ilaçlar, hesab, geometri gibi şeyler bildirildi. Ayrıca fizik, kimya,tıb,eczâcılık, matematik bigileri öğretildi. İbrânî, Süryânî ve Arab dillerinde kerpiç üstüne çok yazı yazıldı.
İlk insanlar,bazı târihçilerin zannettiği gibi ilimsiz,fensiz,görgüsüz,çıplak ve vahşî kimseler değildi.Bugün Asya,Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında tunç devrindekilere benziyen vahşîler yaşadığı gibi,ilk insanlarda da bilgisiz basit yaşayanlar vardı.Bundan dolayı ne bugünkü,ne de ilk insanların hepsi için vahşîdir denilemez.Hazret-i Âdem ve ona inananlar şehirlerde yaşarlardı.Okuma-yazma bilirlerdi.Demircilik,dokumacılık,çiftçilik,ekmek yapmak gibi san’atları vardı.Altın üzerine para dahi basılmış,mâden ocakları işletilip,çeşitli aletler yapılmıştı.
Âdem aleyhisselâmın hiç sakalı yoktu.İlk sakalı çıkan şit aleyhisselâmdır.Hazret-i Âdem çok güzeldi.Siyah saçlı ve buğday tenliydi.Onbir gün hasta yatıp,bir Cumâ günü vefât etti.Âdem aleyhisselâm vefât edince,Cebraîl aleyhisselâm bir gömlek giydirdi.,şit aleyhisselâma yıkamayı öğretti.Yıkayıp kefenlediler.Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Âdem aleyhisselâm vefât edince,melekler üç defâ su ile yıkadılar.Onu defnettiler.” Sonra çocuklarına dönerek; “Ey âdemoğulları! Ölülerinize böyle yapınız dediler.” şit aleyhisselâm imâm olup cenâze namazını kıldırdı.Âdem aleyhisselâmın kabri; Kudüs’te,Minâ’da,Mescid-i Hîf’te veyâ Arafât’tadır.Hayatını bildiren rivâyetler birbirinden farklıdır.
Hazret-i Âdem,Allah’a ilk hamd ve ilk tövbe edendir.Seçilmişlerin ilki,yeryüzünde Allahü teâlânın ilk halîfesidir.Birçok mûcizeleri vardır.Bunlardan birkaçı şöyledir:
Yırtıcı,vahşi hayvanlarla konuşurdu.
Susuz dağ ve taşlara elini vurunca,pınarlar fışkırır,temiz sular akardı.
Eline aldığı ufak taşlar,yüksek sesle Allahü teâlâyı zikrederdi.
Âdem aleyhisselâmın yaratılması,Cennet’te kalması,Cennet’ten çıkarılarak yeryüzüne indirilmesi,Kur’ân-ı kerîmde çeşitli âyet-i kerîmelerde bildirilmiştir.