KARIŞIK

16 Mart 2016 Çarşamba

İmam Ali Hilafetten Nasıl Uzaklaştırıldı



İmam Ali Hilafetten Nasıl Uzaklaştırıldı 



Hz. Ali (a.s) Allah'ın emriyle ve Hz. Resulullah (s.a.a)'in açık beyan ve tebliğiyle Gadir-i Hum günü halifelik makamına atanmış, ama daha sonra gelişen olaylarda ümmet, Allah ve Resulünün emrini uygulamamışlardı. Hz. Resulullah (s.a.a)'in Gadir-i Hum günü açıkça irat buyurduğu hutbe henüz bütün Müslümanların kulağında çınlamaktayken, böyle bir şeyin nasıl ve niçin meydana geldiğine şaşırmamak gerçekten mümkün değildir.
Konunu biraz olsun aydınlığa kavuşması için burada tarihin bir dilimine kısaca değinmek, şu "Sakîfe Hadisesi"nin niçin ve nasıl vuku bulduğunu özetle incelemek durumundayız:
1- Tarihî belgelerin de sarihen ortaya koyduğu üzere Kureyşliler öteden beri Haşimîlere karşı düşmanlık besliyorlardı. Hatta Hz. Resulullah (s.a.a)’in sağlığında bile çeşitli yollarla bu kinlerini defalarca kusmuşlardı. Süleyman Belhî bu konuda çokça rivayet nakletmiştir.[1]
Hatta iş öyle bir hadde varmıştı ki, Hz. Resulullah (s.a.a); "Bazıları, Ehl-i Beytim konusunda bana eziyet ediyorlar." diye buyurmuş ve bunu duyan Ensar derhal silahlanıp savaşa hazır hâlde Peygamber-i Ekrem (s.a.a)'in huzuruna vararak savaşma izni talep etmişlerdi. Muhibbuddin Taberî ve Bezzaz'dan gelen bir rivayette, Kureyşlilerin bir gün Benî Haşim'e küstahça çatarak; "Çiçek (Hz. Peygamber), bazen de bataklıkta yeşerir." dedikleri ve Hz. Resul-i Ekrem'in bu sözden pek rahatsız olduğu geçer.[2]
Kısacası Kureyşliler, halifeliğin Haşimîlere kalmasından yana değiller ve bu makamı Haşimîlerin elinden almaya çalışıyorlardı.[3]
Yakubî, İbn-i Abbas ile Ömer arasında geçen bir konuşmayı aktarırken Ömer'in; "Ey İbn-i Abbas! Allah'a yemin ederim ki, hakikaten amcan oğlu Ali, hilâfete en lâyık olan kimsedir! Ama Kureyşliler onu görmeye bile tahammül edemiyorlar!..."[4] dediğini yazar.
Buna benzer başka bir rivayette de İbn-i Esir aynı sözleri aktarır.[5]
İbn-i Ebi'l-Hadid, İbn-i Abbas'tan naklettiği bir rivayette Ömer'in şöyle dediğini yazar: "Ben Ali'nin mazlum olduğuna kesinlikle inanıyorum. Muhacirler, sırf yaşça genç olduğu için Ali'yi istemedi.”[6]
Aynı anlamdaki cümleleri Taberî de Ömer'den aktarmaktadır.[7] el-Gadir'de, Ömer'in sözleri kelimesi kelimesine aktarılmaktadır.[8]
Abdulfettah Abdulmaksud "el-İmam Ali" adlı kitabında; "Kureyşliler, Hz. Peygamber’e besledikleri hıncı Hz. Ali'den çıkardılar." der ve; "Hz. Resulullah (s.a.a)'e ne yaptılarsa, Ali'ye de aynısını yaptılar." diye ekler!
Büreyde olayında, Hz. Resulullah (s.a.a)'in yanında, onu Hz. Ali (a.s)'dan şikâyette bulunmaya zorladıkları ve böylece Resulullah'ın Ali'ye olan sevgisinin azalacağını umdukları yazılır.[9]
Hz. Resulullah (s.a.a) Ehl-i Beytinin geleceğinden hep endişe duyar ve; "Benim ölümümden sonra Ehl-i Beytim bu ümmetin elinden pek çok perişanlıklar çekecek ve ümmetim tarafından öldürüleceklerdir."[10] buyururdu.
Hz. Ali (a.s) şöyle der: "Kureyşliler Hz. Peygamber'e (s.a.a) besledikleri kin ve düşmanlığı bana karşı sürdürdüler ve benim evlâtlarıma da aynı şeyi yapacaklar. Benim Kureyş'le bir alıp veremediğim yoktu; ben Allah ve Resulü’nün (s.a.a) emri gereğince onlarla savaşmıştım."[11]
Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere "Muhacirler" olarak tanınan Kureyşliler, Hz. Ali (a.s) ve diğer Haşim Oğullarına düşmanlık ve kin güdüyorlardı. Her fırsatta dilleriyle veya kinayelerle bu düşmanlıklarını belirtmekte ve huzursuzluk çıkarmaktaydılar.
2- Kalbinde hastalık olanlar, bilhassa bazı Muhacirler, Hz. Ali'nin İslâm ahkâmını uygulama hususunda kimseye en ufak bir müsamaha göstermeyeceğini, bu hususta uzlaşma ve yumuşamasının imkânsız olduğunu, buna göre böyle birinin işbaşına geçmesi hâlinde kendi durumlarının bir hayli zorlaşacağını -en azından umdukları refah ve mevkilere ulaşamayacaklarını- biliyorlardı. Ömer'in kendisi bunu bizzat vurgulayarak şöyle der:
"Vallahi eğer Ali, Müslümanların başına geçerse onları doğru yola sokacaktır. Gerektiğinde haklı olarak onlara çatacak, hesaba çekecek ve azarlayacaktır ki, bu da insanlara hoş gelmeyecek ve ona karşı kıyam ve isyan edeceklerdir!"
3- Mekke'nin fethiyle İslâm'ı kabul etmek zorunda kalan Ümeyye Oğulları ve bilhassa Muaviye ile babası, kardeşi ve diğer bir grup, kendi dostlarından, İslâm'ın merkezinde esrarengiz bir Emevî örgütü oluşturarak halifeliği Haşim Oğullarına kaptırmamak için işe koyuldular.
Bu tür bir plânın asıl müsebbiplerini bulabilmek için neticede kimin kârlı çıktığına ve sonuç olarak umulan makamları kimlerin elde ettiğine bakmak gerekir.
Nitekim, Hz. Ali'nin Ebu Bekir'e biat için zorla götürüldüğü gün, orada bulunan Ömer'e dönüp; "Bu sütü iyi sağ sen; yarısı sana düşecek nasılsa! Bugün Ebu Bekir için biat topluyorsun ki, yarın halifelik postunu sana devretsin!" diyerek çıkıştığı bilinmektedir.[12]
Gerçekten de Ebu Bekir ne şûra, ne de seçim yoluna gitmeksizin kendisinden sonra halifeliği Ömer'e bırakmış, bununla ilgili "yazı"yı, o sırada orada bulunan "Osman" yazmış, üstelik bu yazı da, her nedense Ebu Bekir'in koma hâlinde olduğu ve sürekli baygınlık geçirip sayıkladığı son dakikalarında yazılmış ve Ömer tarafından oluşturulan altı kişilik "Şûra" da "Ali'nin seçilemeyeceği bir şekilde" tasarlanıp hazırlanmıştı!
Yine mevcut belgelere göre Hz. Ali'nin Ömer'in evinden çıkarken, orada bulanan amcası Abbas'a dönüp halifeliğin yine kendisine bırakılmayacağını söylediği bilinmektedir.
Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere Sakîfe'de noktalanan "halife tayini" olayı önceden hesaplanıp plânı çizilmişti.
Önceden hesaplanmış ve kararlaştırılmış bu olayın nasıl gerçekleştirildiğinin ve hangi yöntemlerle uygulama safhasına getirildiğinin açıklığa kavuşması için Sakîfe hadisesini ana kaynaklarda nakledildiği üzere adım adım ve özetle incelemek faydalı olacaktır:
"Hz. Resulullah (s.a.a) dünyadan göçmüştü. Başlarında Hz. Ali (a.s)’ın bulunduğu Haşimîlerle diğer bir grup sahabe, Allah Resulünün (s.a.a) pâk naaşının gusül ve kefen işleriyle meşguldü.[13]
Muhacirlerin çoğuyla Üseyd bin Hazîre, Benî Abduleşhel, Evs kabilesinden bir grup[14]ve Zeyd bin Sabit ile Beşir bin Sa'd gibi "Ensar"dan müteşekkil bir grup Ebu Bekir'in etrafına toplanarak aceleyle Benî Saide Sakîfesi'ne doğru hareket ettiler.[15]
Bir grup Ensar da, Sa'd bin Ubade’nin etrafında toplanmıştı. Konuşmalar başladı. Her kafadan bir ses çıkmaya başlayınca ortada hiçbir sözbirliği yokken Ömer kimseye danışmaksızın Ebu Bekir'in eline sarıldı; nezaketli ifadelerle birbirlerini halife olmaya davet ettiler.[16]
Derken, Ömer Ebu Bekir'e biat etti. Beşir bin Sa'd ile Zeyd bin Sabit de konuşma yaparak Ebu Bekir'e biat konusunda Ensar’ı ikna etmeye çalıştılar. Muhacirlerle Ensar’ın çoğunluğunun biati sağlandı ve halife tayini işi böylece gerçekleşmiş oldu.
Burada dikkatle üzerinde durulması gereken birkaç nokta söz konusudur:
Hz. Resulullah (s.a.a)'in ölüm döşeğinde iken verdiği "Üsame" komutasındaki ordunun hemen yola çıkması, ayrıca Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın da bu ordunun birer askeri olarak Medine'yi mutlaka terk etmeleri gerekliliği yolundaki kesin ve ısrarlı emrine rağmen Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın -şu veya bu sebeple- Resulullah (s.a.a)'in emrine itaat etmeyip Medine'den çıkmadıkları,[17] Hz. Ali'nin (a.s) Muhacirlere yönelerek; "Allah aşkına ey Muhacirler! Hz. Resulullah (s.a.a)’in hükûmetine, Ehl-i Beytinin hakkı olan bu makama sahiplenmeyin!"[18] demesi;
Fazl bin Abbas'ın bu konuda konuşurken sadece Kureyşlileri muhatap alması;[19]
Mikdad'ın da "Şûra" günü sadece Kureyş'i muhatap alıp "Hilâfeti Hz. Resulullah (s.a.a)’in Ehl-i Beytinin elinden çekip alan şu Kureyş'in yaptığına şaşırıp kalmamak mümkün değil! Allah'a yemin ederim ki, Allah rızası için yapmadılar bunu; dünyayı ahirete tercih ettiler, işin aslı bu!" demesi[20]... vb. karineler bu işi yapanların -birkaç kişi dışında- Ensar olmadığını ve Kureyş'in bu işi plânlayıp uygulayan tek taraf olduğunu apaçık gözler önüne sermektedir. Kureyş'in kimi zaman "Ali'nin yaşça küçük olması"nı bahane ettiği, kimi zaman da "halifelikle peygamberlik aynı ailede olmamalı" dediği bilinmektedir.
Demek ki meselenin aslı, Ömer'in de dediği gibi, "Kureyşlilerin Ali (a.s)'ı halife olarak görmeye tahammül edemeyecekleri"dir.[21]
Nitekim aynı şahıslar, bazen de "Gadir-i Hum" nassına rağmen içtihada kalkışmakta ve bir yerde Ömer'in de açıkça ifade ettiği gibi, "İş öyle icap etti..." ve "maslahat öyle gerektiriyordu."[22] diyerek konuyu kapatmaya çalışmaktaydı.
Tabiî ki halife tayin etme işinin kolayca olup bitmediği de bilinmelidir. Sırf bu yüzden Hz. Resulullah (s.a.a)'in mübarek naaşı defnedilmeyerek kendi evlerinde üç gün boyunca bekletilmiştir..."[23]
Evet... Meselenin çok acı boyutları var...
Hazret-i Resulullah (s.a.a)'in irtihalinin pazartesi günü olduğu, pâk naaşlarının ancak çarşamba gecesi toprağa verildiği kayıtlarda geçmektedir. Komşu evler, ancak çarşamba gecesi evden gelen kazma kürek seslerini duyunca, Hz. Resulullah (s.a.a)'in pâk bedeninin toprağa verilmekte olduğunu anlamışlardı.[24]
Sakîfe'de olan tartışmalarda Habbab bin Münzir-i Ensarî'nin ağzına toprak doldurulmuş, tekmeler altında ezilmekten güç belâ kurtarılmıştı. Sa'd ve oğlu Kays ile orada bulunanlar arasında çirkin münakaşalar olmuş, şairler Kureyş ve Ensar adına şiirler söylemiş, birbirlerini hicivlerle yermiş ve sert ifadeler kullanarak suçlamışlardı. Ama sonunda Ensar yaptıkları bu işe pek pişman olmuş ve bu oldubittiden sonra kendi aralarındaki konuşmalarda sürekli Ali (a.s)'ın hilâfete daha lâyık olduğunu belirtmiş ve durum giderek değişerek Ebu Bekir'in düşmesi an meselesi hâline gelmişti.[25]
Ancak Muhacirler ne yapıp edip, halifeliği Hz. Resulullah (s.a.a)'in Ehl-i Beytinin elinden almayı başarmıştı. Bu arada mevcut şartların, onların lehine gelişmiş olduğunu da hatırlatmak gerekir. Yemame, Yemen ve Bahreyn'de ortaya çıkan mürtetler olayı, İslâm toplumunu tehdit eden ciddî bir tehlikeye dönüşmüş ve bu tehlikenin boyutlarının farkına varan Hz. Ali (a.s) ve Şia’sı olan sahabîler, bu iç ihtilâfa -kendi haklarının çiğnenmesi pahasına da olsa- hemen son verilmesi gerektiği noktasında karar almışlardı. Çünkü iç ihtilâfın farkına varan İslâm düşmanlarının Medine'ye saldırıp İslâm'ı tarihten silmeleri çok ciddî bir tehlike olarak ortada dolaşmaktaydı.
Öte yandan Haşimîlerin, bu bozuk ortamda direnip kargaşayı bastırarak duruma hâkim olabilecek güçleri de yoktu. Bu kargaşa sonucu gelişen olaylar her ne kadar belli bir grubun işine yaramış olsa da, bu durumun doğurduğu sonuçlar bütün İslâm ümmetini olumsuz yönde etkilemiş birtakım çarpıklıların doğmasına ve bu çarpıklıkların günümüze kadar devam etmesine sebep olmuştur.

HZ. ALİ (A.S)'IN TARAFTARI OLAN BAZI SAHABÎLERİN SAKÎFE OLAYINA İTİRAZLARI

Hz. Ali (a.s) ile onu izleyen bir avuç sadık sahabî, Hz. Resulullah (s.a.a)'in mutahhar bedeninin gusül ve kefen işleriyle uğraşırken, çoğunluk denilebilecek kalabalık bir grup, biraz ötede, hilâfeti ele geçirebilmek için münakaşalar başlatmış ihtilâfa düşmüşlerdi.
Bu olaylar neticesinde "oldubitti"yle karşı karşıya bırakılan Hz. Ali'yle Şia’sı (onu izleyenler), söz konusu çoğunluğa karşı gerekli mücadele imkânlarına sahip olmadıklarından İslâm dünyasını tehdit etmeye başlayan mevcut şartların bir iç ihtilâfa hiç mi hiç izin vermeyen böylesine bir ortamda meseleyi karşılıklı görüşmeler ve tebliğ yoluyla halletmeyi tercih edip Müslümanları "aceleci ve zamansız eylem"leri noktasında uyararak bu yaptıklarının ileride çok kötü sonuçlar doğuracağına dair nasihatlerde bulundular.

HZ. ALİ (A.S)'IN TAVRI

İbn-i Kuteybe (Ö: H. 270) "el-İmâme ve's-Siyase" adlı kitabının "Ali'nin Ebu Bekir'e biat etmemesi" başlıklı bölümünde Ali (a.s)’ın Ebu Bekir'e biat etmemesinin nedenlerini anlatan konuşmasını aktardıktan sonra Ali (a.s)’ın orada bulunan Muhacirleri muhatap alarak şöyle dediğini nakleder: "...Allah aşkına ey Muhacirler, Muhammed (s.a.a)’in kurduğu hükûmeti onun Ehl-i Beytinden almayın, Ehl-i Beyti, hakkı olan bu makamdan uzak tutmaya çalışmayın. Ey Muhacirler (Kureyş), Allah'a yemin ederim ki biz, insanlar içinde hilâfete en lâyık olanlarız! Çünkü biz Ehl-i Beytiz! Siz de bilirsiniz ki, Kur'an okuyan, Allah'ın dininde fakih olan, Allah Resulünün (s.a.a) sünnet ve yöntemini en iyi bilen, halkın işlerine vâkıf, bütün zulüm ve haksızlıklara karşı halkın haklarını müdafaa eden ve beytülmali eşit şekilde dağıtan, bu Ehl-i Beytin arasındadır. İşte bundan dolayıdır ki liyakat ve hak sahibi biziz. Ve yine Allah'a andolsun ki böyle biri, biz Ehl-i Beytin arasındadır şu anda. Heva ve heveslerinize, nefsanî arzularınıza kapılmayın; yoksa Allah'tan uzaklaşır, Hak'tan kopup gidersiniz..."[26]
Tarih, Hz. Ali (a.s)’ın Hz. Fatıma (a.s)’ı bir bineğe bindirerek akşamları teker teker sahabenin kapısını çaldığını ve onlardan yardım istediğini, onlarınsa Hz. Fatıma (a.s)'a şu cevabı verdiklerini yazar: "Ey Resulullah (s.a.a)'in kızı! Biz Ebu Bekir ile biat etmiş bulunmaktayız artık. Eğer Ali ondan önce gelip biat isteseydi, elbette ki Ali'ye biat ederdik." Bu cevap üzerine Hz. Ali; "Ben Hz. Resulullah (s.a.a)’in cenazesini ortada bırakıp hilâfet için biat toplama derdine düşemezdim." diyordu.[27]

HZ. FATIMA’TÜZ-ZEHRA (A.S)'IN İTİRAZI

Fedek meselesi için camiye gelmiş olan Hz. Fatıma (a.s), Fedek meselesini ele alarak oldukça düşündürücü ve çarpıcı bir konuşma yapmış ve hilâfet konusuna da değinerek şöyle demişti:
"Allah Teala, Resulünü yüce cennetlerinde peygamberlerin bulunduğu yere götürüp onu sizden ayırınca, sizde nifak kinleri görünmeye başladı ve Hz. Peygamber (s.a.a)’in zamanında konuşmaya cesaret edemeyen "sapmışların sözcüsü"nün dili söyler oldu, cahillerle yalancılar belli oldu. Şeytan sizi çağırdı, ona icabet ettiniz; başkasına ait deveye binip başkalarına ait bir pınara yöneldiniz."[28]
Hz. Fatıma-ı Zehra (a.s)'ın bu hutbesi epey tafsilâtlıdır; dileyenler, bu hutbeyi içeren eserlere bakabilirler.
Hz. Fatıma-ı Zehra (a.s) ölüm döşeğindeyken Ensar ve Muhacirlerin hanımlarından kendisini ziyarete gelen bir gruba şöyle dediler: "...Müslümanlar Ali'de ne hata buldular ki, halifeliği onun elinden alıp başkasına verdiler?! Allah'a yemin ederim ki, Ali'nin keskin kılıcı, azimli ve yolundan dönmez adımları ve uygulamada hiçbir müsamaha ve ayrıcalık tanımaması, ilâhi ahkâm konusundaki bilgisi, Müslümanlara hoş gelmedi. Ama Allah'a andolsun, Hz. Resulullah (s.a.a)’in Müslümanların idaresini kendisinden sonra ona bıraktığı gibi onlar da ona bıraksaydı, Ali İslâm ümmetini ifrat ve tefrite düşmeksizin idare ederdi. Çünkü Ali risaletin dayanağı, nübüvvetin desteği ve dinle dünya işlerinin bilgesidir. Şunu bilin ki, İslâm ümmeti bu işte apaçık kendi zararına olacak şekilde davrandı. Allah'a yemin ederim ki, Müslümanlar Ali'nin yöneteceği bir hilâfette eziyete uğramaz, sıkıntıya düşmezlerdi. Ali onları adalet ve bilgi pınarına doğru götürür ve doyasıya susuzluklarını giderirdi (herkes Hz. Ali'nin ilminden faydalanmış olurdu). Yerin ve göğün bereketleri Müslümanlara açılıverirdi o zaman!”
“Sözlerime iyi kulak verin ve bu duyduklarınızı sakın unutmayın. Daha nice şaşırtıcı şeyler göreceksiniz! Bekleyin hele!... Bu işte hangi delil ve karineyle davrandı onlar? Neye dayanarak yaptılar bunu? Cesur ve iş bilir bir uzmanı bırakıp korkak ve iş bilmez birine sarıldılar.”
"Yolu bilip de diğerlerine de doğru yolu gösterenin mi, yoksa yolu bilmeyen ve kılavuzluğa ihtiyacı olanın mı halkı yönetmeye daha lâyık olduğunu bilmeyen şu güruha yazıklar olsun!”
“Ne oldu sizlere böyle?! Nasıl vardınız bu hükme?! Evet; Müslümanların yaptığı bu iş, tıpkı gebe devenin durumu gibidir![29]... Bekleyin hele, yakında doğuracak! O zaman süt yerine kâse kâse kan ve öldürücü zehir sağacaksınız! İşte o zaman kötüler zararlı çıkar, gelecek nesiller geçmiş nesillerin düzüp koştuğu uğursuz temellerin sebep olduğu sonuçları görürler... O hâlde kesinlikle sizi saracak olan fitne ve fesadı bekleyedurun!”
“Keskin bir kılıç, her yeri sarıp kuşatacak; daimî bir kargaşa ve zalimlerin diktatörlük ve zorbalığıdır bundan böyle sizi bekleyen... Varınızı yoğunuzu yağmalayacak, olgunlaşmış buğday başakları gibi tırpanlayıp biçecekler sizi! Bu uğursuz işin nelere yol açacağı şu anda belli değildir sizlerce... Ne de zavallıdır bunlar! Sizin kendiniz biat etmeye gelmedikçe biz Ehl-i Beyt, sizi zorlayamayız!”[30]
Hz. Fatıma'nın (a.s) bu konuşmasını dinleyenler içinde sağ kalıp Harre hadisesini gözleriyle görenler; Medinelilerin nasıl üç gün boyunca acımasızca katledildiğini, Kureyş ile Ensar’dan 700, sahabeden 70 ve diğerlerinden de on bin kişinin öldürüldüğüne bizzat şahit olmuşlardı.[31]
Tarih'ul-Hulefa’da, bu hadisede 1000'e yakın Medineli bakire kızın tecavüze uğradığı yazılmıştır.

HZ. HASAN BİN ALİ (A.S) NE DEDİ?

İmam Hasan (a.s) Mescid’ün-Nebi'ye girdi. Ebu Bekir'i minberde görür görmez; "Babamın yerinden in!" dedi.[32]
Aynı olay Ömer döneminde de olmuş ve bu defa da İmam Hüseyin (a.s) aynı şeyi Ömer'e söylemişti!
İmam Hasan (a.s) babasının şahadetinden sonra -o gün- minbere çıkarak şöyle buyurdu: "Biz, Allah'ın galip gelecek olan hizbiyiz. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)’in mutahhar soyu, onun pâk ve tertemiz Ehl-i Beytiyiz. Hz. Peygamber (s.a.a) bu ümmet arasında iki ağır ve paha biçilmez emanet bıraktı; birincisi Allah'ın Kitabı, ikincisi ise biz Ehl-i Beytiz! O hâlde biz Kur'an'ın tefsiri hususunda ümmetin -başvurması gereken- mercileriyiz. Kur'an'ın hakikatlerini bilen beyan edicileriz; o hâlde emrimize itaat edin! Bize itaat etmeniz farzdır; bu, Allah ve Resulü'nün emrine itaattir."[33]
İmam Hasan (a.s) Muaviye'ye yazdığı bir mektupta şöyle buyurur:
"Allah Teala, Peygamberini ümmetin arasından alınca Araplar onun yerine geçme hususunda birbirleriyle tartışıp çekişmeye düştüler. Kureyşliler; "Biz Peygamber’in akrabası ve vârisiyiz, onun hilâfeti hususunda bizimle tartışmayın." dediler.
Araplar, Kureyş’in bu istidlâlini kabul etti, ama Kureyşliler bizim aynı konudaki -akrabalık- delilimizi kabul etmediler! Ne yazık ki Kureyşliler, Araplara kabul ettirdikleri şeyi, bizim hakkımızda kendileri kabul etmemekle haksızlık ettiler!"[34]

HZ. SELMAN'IN İTİRAZI

Sakîfe günü Selman şöyle demişti: "Hz. Peygamber (s.a.a)'in Ehl-i Beytinden sapıp bir ihtiyara biat ettiniz. Halifeliği Ehl-i Beyte bıraksaydınız, kimse karşı çıkmaz, muhalefet etmezdi, nimetlerle dolu şerefli bir hayat sürdürürdünüz. Ama siz yapacağınızı yaptınız ve yapmanız gerekeni yapmadınız!"[35]

HZ. EBUZER'İN GÖRÜŞÜ
O gün Ebuzer Medine dışındaydı. Medine'ye geldiğinde Ebu Bekir'in halife olduğunu görünce şöyle dedi: "Kılıcı aldınız, ama kınını unuttunuz (halifeliği kabullendiniz, ama gerçek halifenin yerini bilemediniz). Bu halifeliği Hz. Resulullah (s.a.a)’in Ehl-i Bet'ine bıraksaydınız, kimsenin itirazı olmazdı."[36]
Yakubî şöyle yazar: “Ebuzer Mescid’ün-Nebi'de bir konuşma yaparak şöyle dedi: ‘Muhammed, Âdem'in ilminin vârisi olup bütün peygamberlerin faziletlerini kendisinde toplamıştır. Ali de Hz. Peygmaber’in vasisi ve ilminin vârisidir. Ey ne yapacağını bilemeyen şaşkın ümmet! Eğer Allah'ın öncelik tanıdığına öncelik tanır, Allah'ın geride bıraktıklarını geride bırakır, halifeliği gerçek hak sahibi olan kendi peygamberinizin Ehl-i Beytine verseydiniz, dört bir yandan nimetler gelirdi sizlere ve kimse de muhalefet etmezdi.’ "[37]
Yakubî, kitabının 2. cildinde Muaviye'nin biat meclisinde Kays'ın söylediklerini nakleder:
“Tarihte de kaydedilmiş olduğu üzere Ehl-i Beyt taraftarı sahabîler, imkânları ölçüsünde gayret gösterdiler, ellerinden geleni yaptılar, bilhassa altı kişilik şûra oluşturulduğu gün durumu düzeltmek için çok çaba sarf ettiler; ancak ümmet kendi durumunu değiştirmedi.”
İbn-i Ebi'l-Hadid şöyle yazar: "Ammar Mescid’ün-Nebi'de ayağa kalkıp bir konuşma yaptı. Cemaat dört bir taraftan bağırarak susup yerine oturması için uyardılar; hatta bazıları; ‘Halifelik işinden sana ne?!’ gibi laflar ettiler. Ammar yerine oturup; ‘Allah'a şükürler olsun; haktan yana olanlar her zaman mazlum olmuşlardır.’ dedi.”[38]

KARŞI ÇIKANLAR KİMLERDİ?
Halifelik olayında Hz. Ali (a.s)'in etrafında toplanıp çoğunluğun yapmış olduğuna ilk itiraz edenler, yani ilk Ehl-i Beyt takipçileri, ne adı sanı belli olmayan, ne de heva ve heveslerine kapılıp dünyalarına uyan kimselerdi. Bilakis, bunların tamamı sahabe-i kiramdan olup Hz. Resulullah (s.a.a)’in yüce öğretisinde yetişmiş, bildiklerini ondan öğrenmiş zahit, abid, bilinçli, alim, siyaset bilimine vâkıf, basiretli ve ileri görüşlü dürüst kimselerdi. Her biri, İslâm tarihinde asırlarca anılacak türden hizmet ve fedakârlıklarda bulunmuş, seçkin birer sahabî olan bu Müslümanlar, sıradan insanlar değildi.
Şia’nın önde gelenleri Ammar, Ebuzer, Mikdad ve Selman gibi sahabîlerin Allah ve Resulü katında ne yüce makamlara sahip oldukları herkesçe bilinmektedir.
Bu büyük sahabîlerin kim oldukları ve neler yaptıklarını anlamak için Ebu Nuaym İsfahanî'nin Hulyet'ül-Evliya'sına, Hatib'in Tarih-i Bağdad'ına, İbn-i Asakir'in Tarih'ine, İbn'ül-Cevzî'nin Safvat’ul-Safve'sine, Hâkim'in Müstedrek'ine Müslim'in Sahih'ine, İbn-i Esir'in Üsd'ül-Gabe'sine, İbn-i Hacer'in el-İsabe'sine, Ebu Ömer'in İstiab'ına bakmak gerekir. Bu kaynaklarda adı geçen sahabîlerin üstün özellikleri anlatılmış ve her biri hakkında Hz. Resulullah (s.a.a)’in buyurduğu vasıf ve övgüler aktarılmıştır ki Taberî, Kâmil ve Yakubî'nin Tarih'leriyle Belâzurî'nin Fütuh'ul-Büldan, Vakıdî'nin Fütuh'uş-Şam ve İbn-i Hişam'la Halebî ve Zeynî Dehlân'ın siyer ve tarih kitaplarında bu yüce sahabîlerin İslâm uğrunda katlandıkları zorluklar, katıldıkları savaşlar, gösterdikleri fedakârlıklar, başarılar... vb. seçkin hasletleri ayrıntılarıyla anlatılmaktadır.

 
[1]- Yenabî’ul-Mevedde, s. 156-220.
[2]- Aynı kaynak.
[3]- İbn-i Ebi’l-Hadid, c.3, s.283 ve Yenabî’ul-Mevedde, s.373.
[4]- Yakubî Tarihi, c.2, s.173.
[5]- el-Kâmil, İbni Esir, c.3, s.24-25.
[6]- İbn-i Ebi'l-Hadid, c.2, s.18.
[7]- Taberî Tarihi, c.3, s.288-289.
[8]- el-Gadir, c.7, s.79-80.
[9]- Yenabî’ul-Mevedde, s.226-253.
[10]- en-Nasâih’ul-Kâfiye, s.111, Yenabî’ul-Mevedde, s.111.
[11]- Yenabî’ul-Mevedde, s.111.
[12]-  el-İmame ve's-Siyase, c.2, İbn-i Ebi’l-Hadid, c.2, s.5.
[13]- İbn-i Hişam Siyeri, c.4, s.336 ve el-Gadir, c.7.
[14]- Halebiye Siyeri, c.3, s.394.
[15]- İbn-i Hişam Siyeri, c.4, s.338; Taberî Tarihi, c.2, s.446 ve Tarih'ul-Hulefâ, s.45 ve el-Kâmil, İbn-i Esir, c.2, s.124.
[16]- el-Kâmil, İbn-i Esir, c.2, s.126, Tarih-i Taberî, c.2, s.458-446 ve Halebiye Siyeri, c.3, s.395 ve el-İmame ve's-Siyase, c.1, s.6 ve İbn-i Ebi’l-Hadid, c.2, s.3.
[17]- İbn-i Hişam Siyeri, c.4 s.338 ve el-Kâmil, c.2, s.120-121 ve Yakubî, c.2, s.92.
[18]- el-İmame ve's-Siyase, c.1, s.12.
[19]- Yakubî Tarihi, c.2, s.103 ve İbn-i Ebi'l-Hadid, c.2, s.8.
[20]- Yakubî Tarihi, c.2, s.140.
[21]- Aynı kaynak, c.2, s.137.
[22]- el-Kâmil, İbn-i Esir, c.3, s.24.
[23]- el-Bidaye ve’n-Nihaye, c.5, s.271 ve İbn-i Ebi'l-Hadid, c.2, s.191-192, Tarih-i Taberî, c.2, s.450.
[24]- Taberî Tarihi, c.2, s.452-455.
[25]- İbn-i Ebi’l-Hadid, c.2, s.2 ve 20, el-Gadir, c.7.
[26]- el-İmame ve’s-Siyase, c.1, s.12.
[27]- el-Gadir, c.7, İbn-i Ebi'l-Hadid, c.2, s.5, el-İmame ve’s-Siyase, c.1, s.12-13.
[28]- Hz. Fatıma-ı Zehra selâmullahi aleyha, bu muazzam hutbesinde birçok meseleye dolaylı olarak değinmekte, fevkalâde çarpıcı bir üslupla kendine has ima, deyim ve teşbihlerle beyan etmiştir ki, okuyucuların bu çarpıcı hutbenin tamamını açıklama ve şerhiyle birlikte mütalâa etmesini tavsiye ederiz. Biz burada bir kısmının tercümesiyle yetinmek zorunda kaldık.
İbn-i Ebi’l-Hadid, c.4; Tezkire, Sibt İbn’ül-Cevzî, s.367; Şâfî, Seyyid Murtaza.
[29]- İbn-i Ebi'l-Hadid, c.4, s.87; İhticac-ı Tabersî, Meani'l-Ahbar, Keşf’ul-Gumme ve Emâlî-i Şehy Tusî ve et-Taaccub, Keracikî.
[30]- el-İmame ve’s-Siyase, c.1, s.171-981; Tarih-i Hulefa, s.139; el-Kâmil, c.4, s.45-48; Tarih-i Taberî ve Tarih-i Yakubî.
[31]- Yenabî’ul-Mevedde, s.255, Bombay bas.
[32]- Müruc’uz-Zeheb, o hazretten vecizeler ve Yenabî’ul-Mevedde, s.18 ve 152.
[33]- İbn-i Ebi'l-Hadid, c.4, s.9 ve Keşf’ul-Gumme ve aynı içerikli bir diğer mektup da Makatil'ut-Talibiyyin, s.37 ve Şerh-i İbn-i Ebi'l-Hadid, c.4 s.12'de geçer.
[34]- İbn-i Ebi'l-Hadid, c.2, s.17.
[35]- Aynı kaynak, c.2, s.5.
[36]- Yakubî, c.2, s.148 ve İbn-i Ebi'l-Hadid, c.1, s.8. Aynı nutkun bir benzeri de Mescid-i Haram'da Ebuzer'den nakledilir.
Mes’udî, Müruc’uz-Zeheb'inde Osman'ın hilâfetiyle ilgili bölümünde ve İbn-i Ebi'l-Hadid, Şerh-i Nehc’ül-Belâga’sında, c.2, s.400 ve 412’de ve c.3, s.182’de ve Yakubî, Tarih’inde, c.2, s.140'de Mikdad ile Ammar'ın konuşmalarını naklederler. el-Gadir, c.1, s.209'da Ammar'ın Sıffîn savaşında Amr bin As'la konuşması ve Kays bin Sa'd'in Medine'de Muaviye'yle konuşmasını ve İbn-i Abbas'la Abddullah bin Cafer'in Muaviye'nin meclisindeki sözlerini aktarılmaktadır.
[37]- Şerh-i İbn-i Ebi’l-Hadid, c.3, s.72.
[38]- Sahih-i Müslim, c.7, s.108-192.

Alevi Kelimesinin Anlamı

ALEVİ kelimesinin yada kavramının isim bilim bakımından dayandığı kök aşağıda sunulmuştur:
A’LA’  En üstün, en yüce  anlamına gelen  ve Allah kelimesinde ifadesini bulan Arapça kök kelimedir. (Elif, lam, ayn harfleri) ’Yüce olmak’ anlamı bu kök fiil ile ifade edilir. Ve bu kök fiilden arapçada 36 civarında kelime türer.
Zaten EF’ALÜ –Üstünlük sıfatı ölçüsü olup, Arapça da bir kalıptır. ALİ  de  bu kökten bu kalıpla  türemiş özel bir isimdir. İsmi mensup kalıbı var. (Ayın, lam, ye harfleri ve  Hz. Ali’den önce kimsenin ismi Ali değildi.)
ALEVİ  Kelimesi de Mensubiyet eki ile bu kökten türemiş kelimedir. İ harfi arapçada bu halde mensubiyet bağı ifade eder. Kime? bağlı olduğu kavrama yani Ali’ye mensup olmayı ifade eder. (Ayın,lam,vav,ye)Buradaki nisbeti vav ve i veriyor aslı ye sesidir)
Bu nedenle Arapça da bir kişiye Alevi denildiğinde Ali’nin  soyu olduğu anlaşılır. Dünyanın her yerinde de böyle anlaşılır.
Hatta anadoluda son yüzyıla kadar Osmanlının  soy, secere bilgilerini ihtiva eden Nakib’ul Eşraf ların verdikleri belgelerde (Siyadet Beratlarında) Peygamber soyundan olanlar ALEVİ olarak kayıtlara yazılırdı.
Bu nedenle Osmanlı saltanatının sünni din adamları Kadiri, Rıfai, Bektaşi vs. gibi tarikatleri aslında sünni olmalarına rağmen TARİKATI ALEVİYYE olarak isimlendirirdi. Bu tarikatlerin kurucularının Peygamber damadı Ali soyundan olduklarına inanılırdı. Oysa bunların kurucularının Hz. Ali ile soy yada yol olarak ilgileri yoktu ama Osmanlı böyle kabul ediyordu. Sünni tarikatların hemen tamamı kendi kurucularını soy bakımından ALEVİ kabul ederdi. Halende ediyorlar.
Biz bugün anadoluda ALEVİ kelimesini ağırlıklı olarak Ali’ye tabi olan, mensup olan, seven, yolundan giden insanları ifade ederken kullanıyoruz. Anadolu dışında ise ALEVİ olduğunuzu söylerseniz sizin SEYYİT yani  Peygamber soyu olduğunuz anlaşılacaktır. SEYYİT te aslı arapça olan ve  ‘efendim, ağam, büyüğüm’ anlamına gelen bir kelimedir.
Bazı insanların ALEVİ kelimesinin anlaşılması, açıklanması  konusunda tahrifatlar yaparak ‘Ali-Evi yada Alev(Ateş)-i ‘ gibi çarpıtmalarla kelimeyi türkçe, kürtçe şaman yada zerdüşt köklere götürdüklerini öğrendim. Eğer bu insanlar arapça bilen birisiyle bu konuyu yukarıda izah ettiğim şekilde kök’lerinden türeterek ve arapça harflerle incelerlerse yanıldıklarını görürler.
Türkçe yada Kürtçe de yada bunların hiçbir  lehçesinde sabit bir kökten türetilerek  ALEVİ kelimesine ulaşılamaz. Dahası bir takım isim bilim uydurmalarıyla böyle bir türetme işlemi yapılsa bile bu kavram Hz. Ali bağı dışında yorumlanamaz.

Hz.Ali ile irtibat kurduramazlar çünkü Ali’den önce Ali yoktu !

Cenaze Namazı Nasıl Kılınır?

Cenaze Namazı Nasıl Kılınır?


Cenaze, namaz için kıbleye doğru durulduğunda baş tarafı namaz kılan kişinin sağ tarafına gelecek şekilde namaz kılan kişinin karşısına bırakılmalıdır.
Cenaze namazında rükû, secde, teşehhüd ve selâm yoktur; sadece beş tekbir alınır, birkaç zikir ve dua okunur. Cenaze namazı kılmak amacıyla “Ellah-u Ekber” söylenerek namaza başlanır.

Daha sonra şöyle denir:
“Eşhedu enla ilâhe illellah ve enne Muhemmeden Resûlullah”[1]

Sonra ikinci tekbir getirilerek şöyle denir:
“Ellahumme selli ‘ela Muhemmedin ve al-i Muhemmed.”[2]

Sonra üçüncü tekbir getirilerek peşinden şöyle denir:
“Ellahummeğfir lil-mû’minîne vel-mû’minât.”[3]

Sonra dördüncü tekbir getirilerek, ölen kişi erkek ise hemen peşinden şöyle denir:
“Ellahummeğfir lihâzel meyyit.”[4]

Eğer ölen kişi kadın ise şöyle denir:
“Ellahummeğfir lihâzihil meyyit.”[5]

Sonra beşinci tekbir söylenir. Beşinci tekbirle namaz da biter.


[1]- Allah’tan başka bir ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed’in (s.a.a) O’nun 

elçisi olduğuna şehadet ederim.
[2]- Allah’ım! Muhammed ve Ehl-i Beyti’ne rahmet et.
[3]- Allah’ım! Mümin erkek ve mümin kadınları bağışla.
[4]- Allah’ım! Şu ölü erkeği bağışla.
[5]- Allah’ım! Şu ölü kadını bağışla.

MAKALAT - 4 KAPI, 40 MAKAM : “ ŞERİAT KAPISI

MAKALAT - 4 KAPI, 40 MAKAM : “ ŞERİAT KAPISI “
 - YRD. DOÇ. DR. BELKIS TEMREN
(DÖRT KAPI - KIRK MAKAM)
BİRİNCİ KAPI : ŞERİAT
İLK KAPI ŞERİAT KAPISIDIR. SİMGESİ “ YEL 
“, (HAREKET EDEN HAVA) DIR. BU GURUPTA 
YER ALAN KİŞİLERE “ ABİDLER (85) DEMİŞTİR.
ŞERİAT, DİNİN KURALLARINA, YAPTIRIMLARINA
KESİN KEZ UYMAYI GEREKTİRMEKTEDİR. BU KURALLAR
DA KUTSAL KİTAP KUR’ANDA BELİRTİLMİŞTİR. 
DOLAYISIYLA ŞERİAT KUR’ANA UYMA GEREKLİLİĞİNİ 
TANIMLAYAN KAPIDIR. BURADA BEKTAŞİLER ÇOK 
ÖNEMLİ BİR AÇIKLAMADA BULUNMAKTADIR VE “ BU 
NOKTA GÖZDEN KAÇIRILDIĞI TAKDİRDE BEKTAŞİLERİN
ŞERİATE UYMADIKLARI GİBİ BİR DÜŞÜNCEYE 
KAPILANLAR OLMAKTADIR “ DEMEKTEDİRLER. 
VURGULAMAK İSTEDİKLERİ NOKTA, KUR’ANINDA,
ZAHİR VE BATIN ANLAMLARININ OLMASIDIR. 
KUR’ANIN ZAHİR (GÖRÜNEN) VE BATIN (İÇSEL)
ANLAMLARINI GÖZ ÖNÜNE ALMAK GEREKTİĞİNİ 
HACI BEKTAŞ VELİ “ MAKALAT “ ADLI ESERİNDE 
BELİRTMİŞTİR. ŞERİAT KAPISINA İLİŞKİN OLARAK,
HACI BEKTAŞ VELİ ’ NİN AŞAĞIDAKİ SÖZLERİ BU 
KONUYA AÇIKLIK GETİRMEKTEDİR :



“ NİTEKİM ÇALAB CELLE CELALE CÜMLE
DÜRLÜ NESNENİN VARLIĞINI KUR’AN İÇİNDE 
YAD KILDI… VE YIĞLANIN DEDİĞİ NESNEDEN
YIĞLANMAK GEREK.
İLM-Ü KUR’AN SENİN İÇİNDE OLUP SEN 
TAŞRA KALMAYASIN. YA SEN İÇİNDE 
OLUP KUR’AN TAŞRADA KALMASIN.DAVA 
BÜTÜN OLSUN. KUR’AN ŞARTIN TUTSUN
İBLİS EMRİN TUTMADI LANET OLDU. 
İLİM, İBLİS İÇİNDE İDİ KENDİ TAŞRA KALDI. “
(86)
“ PES (87), İMAN BUDUR. AMMA BİZİM 
SÖZÜMÜZ BUDUR KİM (88), RAHMAN ASLI 
KANGİDİR (89), ŞEYTAN ASLI KANGİDİR.
BUNU BİLMEK GEREK. PES İMDİ BİLMEK 
GEREK KİM, RAHMAN ASLI İMANDIR.
ŞEYTAN ASLI GÜMANDIR. VELAKİN 
İMANA GÜMAN KATMAK DÜŞVARDIR. ZİRAKİM
İMAN AKIL ÜZEREDİR. AKIL SULTANDIR. VE 
TEN İÇİNDE NAİBDİR. (90) PES SULTAN 
GİTSE NAİB NİCE DURA. MESELA İMAN 
BİR HAZİNEDİR. İBLİS UĞRUDUR. (91) 
AKIL HAZİNEDARDIR. HAZİNEDAR GİTTİ,UĞRU
HAZİNEYİ NİTTİ.
VE BİR DAHİ KAVİLDE İMAN KOYUNDUR, AKIL 
ÇOBANDIR, İBLİS KURTTUR.ÇOBAN GİTTİ KURT 
KOYUNU NİTTİ.(92)
HACI BEKTAŞ VELİ MAKALAT ’ INDA “ ŞERİAT “
KAPISINA İLİŞKİN UYULMASI GEREKEN 10 
MADDEYİ AŞAĞIDAKİ GİBİ SIRALAMAKTA VE 
BUNLARA UYABİLEN İNSANLARI“  
ABİDLER “ DİYE TANIMLAMAKTADIR. :
1 – İMAN GETİRMEK,
2 – İLİM ÖĞRENMEK,
3 – NAMAZ, ZEKAT, ORUÇ TUTMAK, HACCA 
VARMAK, GAZA EYLEMEK, CENABETTEN ARINMAK,
4 – HELAL KİSBETMEK (KAZANMAK. T.N.), 
RİBA ’ YI HARAM EYLEMEK,
5 – NİKAH KILMAK,
6 – HAYZ ’ IN VE NİFAS ’ IN NİKAHINI HARAM EYLEMEK,
7 – SÜNNET-İ CEMAAT,
8 – ŞEFKAT,
9 – ARİ GİYMEK, ARI YEMEK,
10 – EMRİ MARUF ’ DUR (YARAMAZ İŞLERDEN 
SAKINMAKDIR.)
ŞERİAT ’ IN 10 MAKAMINA İLİŞKİN
GÜNÜMÜZ BEKTAŞİ BÜYÜKLERİNİN GETİRDİĞİ 
AÇIKLAMALAR İSE ŞÖYLEDİR :
1 – İMAN GETİRMEK :
SURETTE (GÖRÜNÜRDE) : TANRI ’ NIN BİRLİĞİNE, 
MELEKLERİNE VE SEMAVİ KİTAPLARA, BÜTÜN 
PEYGAMBERLERE, ON İKİ İMAMA VE EVLİYALARA
İNANMAK, TANRININ ADİL OLDUĞUNA VE YALNIZ 
HAYRI MURAD ETTİĞİNE İNANMAK VE AHRETE 
İMANIN GEREĞİ OLARAK BİRGÜN İNSANLARDAN 
HESAP SORULACAĞI DÜŞÜNCESİNDE OLMAKTIR.
MANADA (İÇSEL ANLAMINDA) : MÜRŞİD 
ÖNÜNDE TANRISAL SÖZLEŞME YAPILMASIDIR, 
DİĞER BİR DEYİŞLE İMANIN İKRARA DAYANDIRILMASIDIR.
2 – İLİM ÖĞRENMEK :
SURETTE : AKLİ, NAKLİ İLİMLERE VAKIF OLMAKTIR.
MANADA İSE : ÖNCE KENDİNİ TANIYARAK,
GİZLİ İLİMLERİ ÖĞRENMEK, SONRA 
BUNLARI AHLAKINA İNDİRGEMEKTİR.
3 – A - ) NAMAZ :
SURETTE : BELLİ ZAMANLARDA VE BELLİ 
ŞEKİLDE TANRI ’ YI TAKDİS ETMEKTİR
(ULULAMAKTIR.T.N.).
MANADA : HER ZAMAN, HER AN TANRI 
HUZURUNDA OLMAK. SALAT-I DAİMİ KILMAKTIR.
(DAİM NAMAZDA OLMAKTIR.)
B- ) ZEKAT :
SURETTE : MALININ KIRKTA BİRİNİ 
MUHTAÇLARA VEREREK MALINI TEMİZLEMEKTİR.
MANADA : KENDİ BİLGİSİNDEN 
DİĞER İNSANLARI YARARLANDIRMAKTIR.
C –) ORUÇ :
SURETTE : MUAYYEN GÜNLERDE SAHURDAN
İFTARA KADAR BİR ŞEY YEMEMEKTİR.
MANADA : TARİKAT ’ E (YOL ’ A) GİRİŞİNDEN 
ÖLÜNCEYE KADAR YASAKLANMIŞ HER ŞEYDEN
BERİ (UZAK) OLMAKTIR.
D – ) HACC
SURETTE : ÖMRÜNDE EN AZ BİR KERE MUAYYEN
GÜNDE KABEYE GİTMEK, TAVAF ETMEKTİR.
MANADA : GÖNÜL ALLAH ’ IN NAZARGAHI 
OLDUĞU İÇİN, HİÇBİR KİMSENİN (MÜSLÜMAN
VE KAFİR AYIRIMI 
YAPMADAN) KALBİNİ KIRMAMAK, İNCİTMEMEKTİR.
E –) GAZA EYLEMEK :
SURETTE : VATANINI KORUMAK 
İÇİN HARBE (SAVAŞA) GİTMEKTİR.
MANADA : NEFSİYLE SAVAŞMAKTIR 
(CİHAD-I EKBER.T.N.)
F - ) CENABETTEN ARINMAK :
SURETTE : GEREKTİĞİNDE YIKANMAKTIR.
MANADA : ALLAH ’ A SIRT ÇEVİRMEMEK, 
YANİ ALLAH ’ TAN GAFİL (BİLGİSİZ, HABERSİZ) 
OLMAMAKTIR.
4 – HELAL KİSBETMEK, RİBA ’ YI HARAM 
EYLEMEK :
SURETTE : KAZANCINI YASAL YOLLARDAN
KAZANMAK, FAİZLE İLİŞİĞİNİ KESMEKTİR.
MANADA : GÖNLÜNÜ VE BEYNİNİ 
BOZGUNCU FİKİRLERLE DOLDURMAMAKTIR.
5 – NİKAH KILMAK :
SURETTE : EVLİLİK DIŞI İLİŞKİLERDE 
BULUNMAMAKTIR.
MANADA : TARİKAT ’ E (YOL’A) İKRAR 
VEREREK GİRMEKTİR
6 – HAYZ ’ IN VE NİFAS ’ IN NİKAHINI 
HARAM EYLEMEK :
SURETTE : YAKIN AKRABA İLE EVLİLİK
YAPMAMAKTIR.
MANADA : ALLAH YOLUNDA İLERLERKEN 
İBLİS ’ İN (ŞEYTAN ‘ IN) ALDATMASINA UYMAMAKTIR.
7 – SÜNNET-İ CEMAAT :
SURETTE : PEYGAMBER ’ İN VE HAYIRLI
KİŞİLERİN ÖRF ’ ÜNE UYMAK.
MANADA : TARİKAT (YOL) TÖRELERİNDE 
GAFİL OLMAMAKTIR. (BİLGİSİZ OLMAMAKTIR.)
8 – ŞEFKAT :
SURETTE : İNSANLARA YUMUŞAK (SEVECEN)
DAVRANIŞLARDA BULUNMAKTIR.
MANADA : BÜTÜN YARATILMIŞLARLA 
KARDEŞ OLMAK, ONLARI TANRI EMANETİ BİLİP 
KORUMAKTIR.
9 – ARI GİYMEK, ARI YEMEK :
SURETTE : KUR’AN ‘ IN BUYRUĞUNDA TARİF 
EDİLEN “ TEMİZ “ ŞEYLERİ YEMEK, TEMİZ 
GİYSİLERİ GİYMEKTİR.
MANADA : ESMA-İ HÜSNA ’ YI GİYMEKTİR, 
YANİ. TANRISAL NİTELİKLERİ TANIMAK VE 
ONLARI AHLAKINA İNDİRMEK, DAVRANIŞLARININ 
BİR PARÇASI HALİNE GETİREBİLMEKTİR.
10 – EMR-İ MARUF :
SURETTE : TANRI BUYRUKLARINA UYMAK, 
YASAKLARDAN KAÇINMAKTIR.
MANADA : ALLAH ’ A YAKLAŞMAK, ŞEYTANDAN 
UZAK OLMAKTIR.
DİPNOTLAR :
(85) ABİD : İBADET EDEN, TAPAN.
(86) HACI BEKTAŞ VELİ, MAKALAT, 
MOLLA SAADETTİN TERCÜMESİ, YAYIMLAYAN :
SEFER AYTEKİN, EMEK BASIMEVİ, 1954 ANKARA S : 27.
(87) PES : O HALDE, ÖYLE İSE, DİYELİM Kİ.
(88) KİM : Kİ, BUDUR, KİM = BUDUR Kİ
(89) KANGİ : HANGİ.
(90) NAİB : VEKİL.
(91) UĞRU : HIRSIZ.
(92) H.B.V. MAKALAT. S : 46.



SOSYAL ANTROPOLOG PROF. DR. 
BELKIS MENEMENCİOĞLU (TEMREN)
KAYNAK :
YRD. DOÇ. DR. BELKIS TEMREN, “ BEKTAŞİLİĞİN 
EĞİTSEL VE KÜLTÜREL BOYUTU, T.C. KÜLTÜR
BAKANLIĞI YAYINLARI, 1. BASKI : 1994, SAYFA : 71 - 75

15 Mart 2016 Salı

Hz. Ali’nin (a.s) Gizli Defnedilmesi

Hz. Ali’nin (a.s) Gizli Defnedilmesi


Neden? Çünkü Ali’yi (a.s) çok sevenlerin yanında ona büyük bir düşmanlık besleyenler de çoktu. “Ali’nin (a.s) çekicilik ve iticiliği” adlı eserimizde, bu gibi şahsiyetlerin hem son derece çekici, hem son derece itici bir karakter yapısına sahip olduklarını belirtmiştik. Bu gibi insanların seveni de çok olur, sevmeyeni de; dostları seve-seve can verirler böyle insanlar için, düşmanlarıysa insanların en kan içici, en gaddarı olurlar genellikle…

Özellikle, iç düşmanlar; yâni mukaddes görünümlü “hariciler”!! Ne kadar ilginç tir ki, hariciler İslam’ın itikadı meselelerini gerçekten çok iyi bilen, yâni Allah’a inanan, fakat bilgice kıt olan “cahiller”di. Hz. Ali (a.s) bu noktaya bizzat değinerek “İnançları var, ama cahildirler” der ve hariciler (Marikin)le Muaviye taraftarlarını (Kasıtin) mukayese eder:
 “Marikinleri benden sonra öldürmeyin, zira bunlar, Kasıtinlerden farklıdırlar. Marıkinler haktan yana olmak isterler, fakat ahmaktırlar, cahildirler (hakkı batıldan tam teşhis edemezler). Kasıtin ise hakkı bilir, fakat bildikleri halde hakka karşı savaşırlar.”[1]

Onca dostu ve seveni varken neden Ali’yi (a.s) gece karanlığında gizlice gömmüşlerdir?

Sebep haricilerin varlığıdır…

Hariciler, “Ali Müslüman değil” diyorlardı. Yerini bilmeleri halinde gizlice kabri açıp cesedi almaları ihtimali vardı. Bu cihetle Hz. Ali’nin (a.s) mezarı yaklaşık yüz yıl gizli kalmış, yeri halka söylenmemişti.
[2] İmam Cafer Sadık’ın (a.s) ömrünün son yıllarına kadar mezarın yeri gizli tutulmuş, bu süre zarfında imamlar (a.s) ve ashaptan seçkin bir grup insan dışında Hz. Ali’nin (a.s) mezar-ı şeriflerinin nerede bulunduğundan hiç kimse muttali olmamıştır.

Hz. Ali’nin (a.s) şahadetinden sonra (h: 40), İmam Hasan (a.s), Ramazanın 21. gecesi göstermelik bir cenaze töreni düzenlemiş, karanlık basınca cenazeyi yine tedbirlerle yola çıkararak Medine’ye götürmelerini söylemiştir. Böylece halk, Hz. Ali’nin (a.s) Medine’de defnedildiğini sandı. Bu süre zarfında Hz. Ali’nin (a.s) evlatları, defin merasimine katılan belli bir grup ve Ehl-i Beyt’in (a.s) has taraftarlarından başka hiç kimse onun mezarının yerini bilmedi. 
Mezarın yerini bilen bu şahıslar Kufe yakınlarında bulunan (bugünkü Necef’te) kabr-i şerifi ziyaret etmedeydiler. İmam Cafer Sadık (a.s) döneminde hariciler dağılıp da bu tehlike ortadan kalkınca, Hz. Cafer Sadık (a.s) Safvan’a (Algame duasını nakleden şahıs) kabrin yerini belli edecek bir alamet konulmasını söylediler, bunun üzerine mezar, çardağa benzer bir gölgelikle belirlendi. Bu tarihten itibaren halk mezarın yerini öğrenmiş ve ziyaret edebilmiştir. Bu arada şunu da belirtelim ki Hz. Ali’nin (a.s) cenaze törenine de ancak seçkin ashabdan oluşan az sayıda bir grup katılabilmişti. Emir-ül Mü’minin’in has ashabından olan, onun huzurunda konuşmalar yapan, dönemin tanınmış edebiyatçı ve hatiplerinden Sa’saa b. Suhan cenaze merasimine katılanlardan biridir.

 Cahid, el-Beyan adlı eserinde ondan etraflıca söz eder.

Hz. Ali (a.s) defnedildiğinde cenaze töreninde hazır bulunan herkesi derin bir üzüntü ve hüzün sarmış herkes ağlamaya başlamıştı. Bu sırada orada bulunan ve iyi hatip olan Sa’saa b. Suhan,[3] yüreği hüzün ve kederle dolu bir halde ağlayarak kabrin toprağından bir avuç alıp başına serper ve elini kalbinin üzerine koyup çok sevdiği bu insanın mezarı başında ona içini dökerek şöyle der:
“Ne mutlu sana… Saadetle yaşadın, saadetle de göçüp gittin dünyadan. Allah’ın evine geldin dünyaya gelirken… Allah’ın evinde doğdun, Allah’ın evinde de şehit oldun nihayet… Ey Ali! Ne de büyüktün sen; ve bizler senin karşında ne kadar da küçüktük gerçekten… Allah’a yemin ederim ki eğer insanlar senin gösterdiğin yoldan gitmiş olsalardı nimetler (maddi ve manevi) yukarıdan (ilahi) ve aşağıdan (tabii) kaynayıp dökülürdü onlara… Fakat ne yazık ki halk, kıymetini bilemedi senin… Sana uyacakları, buyruklarına göre amel edecekleri yerde üzdüler seni, yüreğini kana boğdular, sonunda da işte bu hale düşürdüler, öldürüp toprağın bağrına verdiler seni…”

Vela havle vela kuvvete illa billah’il aliyyil azîm.