KARIŞIK

10 Mart 2016 Perşembe

ANADOLU ALEVİLERİ VE TAHTACILAR

ANADOLU ALEVİLERİ VE TAHTACILAR
Yusuf Ziya (Yörükan)
Bu makalenin konusu, Anadolu’da Tahtacı namını taşıyan Alevi zümrelerinin adetlerini, itikat ve ananelerini kendi aralarında görülen ve ocaklı namı taşıyan Tahtacı ileri gelenlerinden öğrenilen şekilde tesbit etmektir. Bu mevzu hakkında gözlemler yapmak ve Tahtacılarla ilişkiye girerek aralarında bulunan bilgileri toplamak için geçen tatil zamanında bunların bilhassa ocaklarının bulundukları köylere gittim.
Tahtacılar hakkında öteden beri, bunların kendilerinden olmayan yabancılarla asla temas etmedikleri ve zaruri olarak görüştükleri kimselerle de gayet yüzeysel görüştükleri söyleniyor ve bilhassa bunların adetlerine, ananelerine, ayin ve itikatlarına dair hiçbir ipucu vermedikleri söyleniyordu. Şu halde bunların arasına girip hususi surette manevi yönlerini araştırmak hakikaten zor idi. Bunun için Anadolu’da bulunan diğer Alevi zümreleri aralarında dolaşmak ve bunlarla temas çareleri hakkında edinebileceğimiz tecrübelerden istifa ederek Tahtacılar arasında başarılı olmağa çalışmak çaresine inanmam gerekirdi. Bu tarz hareketi tercih ettim. Bu suretle hem Anadolu’daki Alevi köylerinin gidişlerini ve düşünüşlerini öğrenmiş, hem de bunlar arasında Tahtacılar hakkındaki bilgileri toplayarak bir dereceye kadar hazırlanmış olacaktır.
Hakikaten olayların yardımıyla bu tarzda hareket çok faydalı neticeler verdi. Anadolu’nun geçirdiği acı felaketler ruhları birbirine yaklaştırmak hususunda derin etkiler yapmış, Alevi ve Sünni, bütün halk, düşman karşısında kendilerinin birliğini tamamen duymuşlar, şimdi birbirleriyle anlaşmak ve dertleşmek kabiliyetini gösteriyorlardı.
Aleviler, medrese, bab-ı fetva, hilafet gibi dini taassupların, anlaşma husulüne mani olan kuvvetlerin kaldırılmasından bir derece cesaret duymuşlar ve fakat kendi yollarında tarikat kokusu ve derneklerinde tekke şaibesi bulunduğu için tekkelerin kaldırılmasından da oldukça ürkmüş bulunuyorlardı.
Kısaca, inkılabımızın oluşturduğu bu gibi toplumsal ve ruhi tehevvüller, köylerde ve bilhassa Aleviler arasında gezmeğe ve maddeler toplamağa çok müsait zeminler hazırlamış ve eski güçlükleri kaldırmıştı.
Bundan başka bir takım güzel tesadüfler ve bazı kişilerin çabaları, Alevilerin ta harimine kadar sokulabilmekliğimi temin etti. Seyahatimin ilk aşamasında Çıbıkabat’tan o civardaki Alevilerin en büyük dedelerinin bulunduğu köye gidiyordum. Yolda bana arkadaş olarak verilen adamdan ufak tefek bilgi almak için bazı sorular soruyordum.
Canım, dedi. Neye uzun uzun konuşuyorsun! Açıkça söylesene, sen de Alevisin, ben de Aleviyim, serbestçe görüşelim.
Bu teklif karşısında bir an için kendimden geçtim.
-Peki ama sen benim Alevi olduğumu nereden biliyorsun?
-Biz insanı bir görüşte anlarız.
-Gerçi ben Aleviyim. Fakat burada kendimi gizledim, kimseye parola vermedim. Sen benden işaret almadan şimdi bana nasıl açılıyorsun?
-Biz emniyet ettiğimiz adamdan işaret istemeyiz. Bir nefes oku dedi ya bu işaret kafi.
Meğer kaza kaymakamı bunlardan bir ikisine benim Alevi olduğumu o kadar kuvvetli telkin etmiş ki şimdi ben arkadaşımdan, güya gidince nasıl niyaz etmeli, kendini tanıtmak için ne gibi işaretler vermeli, dostlar ile görüşürken nasıl hareket edilir, acaba buradaki Alevilerin adetleri ile benim bildiğim Alevilik adetleri arasında ne gibi farklar vardır, soruları ile bir müridin kolayca öğrenemediği bu lüzumlu şeyleri, daha yoldaki sohbetimiz arasında öğrendim.
Ertesi günü kaza merkezine avdet ettiğim zaman sanki telsiz ile haber almışlar, bazı Alevi köylerinden beni misafir götürmek için özel olarak adamlar geldiğine şahit oldum.
Bundan sonra artık gidilecek köye Alevi dedesi sıfatıyla girebilmek imkanını anlamak ve dede geldi diye benim için kurban kesilirse bunu tabi görmek kolaylaşmıştır zannederim.
Bu başlangıç ile başlayan seyahatim sonuna kadar böyle devam etti. Burada arz ettiğim tarzda Bala’da, Arabören’de, Narlıdere’de birçok kişi tarafından da yardımlar gördüm. Yardım eden kişiler ve buna dair olayların her birini yazmağa imkan yoktur. Çünkü temas ettiğim birçok memurlar ve öğretmenler bu hususta alaka gösterdiler ve yardımlarda bulundular. Bütün bunlarda Anadolu’yu öğrenmek aşkının heyecanını gördüm. Kendilerine bu sayfaların köşelerinden selamlar gönderirim.
İşte bu amaç uğrunda Çıbıkabat ve Şeamözi* kazaları sınırını oluşturan yaylalarda Türkmenlerden Kargın aşiretinin oluşturduğu Alevi köylerinden başlayarak Bala kazası ile Haymana ovası arasında Ebu Han sırtlarında oturan Abdal köyle dini ve Eskişehir ovasında Kekil ve Harmandalı boylarının oturduğu köylerle Seyitgazi’den Afyonkarahisar’ına doğru büyük yaylada Bulgarya’dan göç etmiş Alevi muhacirlerini gezdim. Bunlarla temas ettikten sonra İzmir tarafına, Tahtacı merkezlerine gittim.
Bu makalede Tahtacıların adetlerini, ananeleri ve manevi varlıklarını teşkil eden itikat, ayin gibi dini gerçekleri anlatacağım için şu gezdiğim yerlerde ayine ve itikatlara ait tesbit ettiklerimi maksada girmeden evvel faydalı olacağını zannediyorum. Esasen seyahatte bu yol takip edilmiş olduğundan görülen şeyleri olduğu gibi ve sırasıyla yazmak için bu tarzı arzulamak mecburiyetindeyim.
Bu sebeple makalenin birinci kısmı, seyahatimin ilk devresi olan Çıbık taraflarında toplanan bilgiye ayrılacaktır.
Bu yazılarda zaruret hissetmedikçe fikir veya mütalaa beyan edecek değilim. Gördüklerimi ve ocaklardan öğrendiklerimi yazmakla ve nihayet bunların bende oluşturdukları kanaati göstermekle yetineceğim.
Anadolu’da, Çıbık taraflarında, Abdal köylerinde ve Eskişehir civarlarında görülen Alevilik Anadolu’nun ekser yerlerinde olduğu gibi “Çelebi Kolu” Aleviliğidir.
Bunların merkezi, Hacıbektaş’ta oturan çelebidir. Çelebiden sonra ikinci derece merkezler gelir ki bunlar çelebilerle muhabereyi idare ederler. Bunlardan birisi Eskişehir civarındadır ve buna üçüncü derece merkezler tabidir. Üçüncü derece merkezleri Keskin’de Hisdede köyündedir. Çıbıktaki kargın köyünde bulunan ve o civarın en meşhur ockalısı olan dede Keskine bağlıdır. Ankara şehri içinde eski kalenin civarında ve içinde bulunan Aleviler kargın dedesine Çıbık taraflarında bulunan Sela köyü ocaklısı gibi dedelerde keza Kargınıye tabidirler. Dedelerin genellikle bilgisi ağızdan ve ataların ağzından gördükleri ve belledikleri şeylerdir. Bunlar içinden okur yazar takımı da vardır. Dedesi okumak bilmese bile herhalde ona tabi köyler içinde birkaç kişi okur yazar bulunur. Bu okuyucular dernek gecelerinde ve matem günlerinde ekseriyetle “Kumru ve Faziletname” denilen Türkçe manzum kitapları ve “Sakiname” gibi manzumeleri okudukları için umumiyetle dedelerin bilgileri bu kitaplardan ve saki namelerden alınmıştır.
Bu kitaplardan başka “Devazda imam” dedikleri imamların mersiye ve medhiyesine dair manzumeleri, gülbankleri ve miraciyeleri ihtiva eden imamların menkıbelerinden bahseden mecmuaları vardır ki bunları çok gizli tutarlar. Bir de özel olarak nefes, deyiş, destan yazılmış olan defterler vardır. Aleviler bunları okurlar ve anlarlar, itikatlarını ve ananelerini bunlardan çıkarır veya bunlara dayandırılır.
Dernek gecelerinde veya sohbetlerinde nefesler umumiyetle saz ile okunur. Saz bulunmayan yerlerde bağlama saz vazifesini görür Bazı yerlerde mesela Abdallarda keman da vardır. Gerek sohbetleri ve gerek dernekleri çalgısız ve rakısız olamaz. İçkilerden özellikle rakı tercih olunur ve bu adetlerinin temelidir. Ayin esnasında rakı, kevser suyu vazifesi görür. Bununla birlikte bugün eğer dedeleri istisna ederseniz Aleviler, o derece rakıya düşkün değildirler. Yanlız dedeler her akşam bu dini vazifeyi sızıncaya kadar ifa ederler.
Kargın’a gittiğim zaman guruba daha bir saat vardı. Seksen yaşında dede, sızmış denecek bir halde selamlığa getirildi.
Yolda öğrendiklerimizi şimdi burada tatbik ettik. Diz çökerek sağ elimizi dedenin sol dizi üzerine koyduk ve elimizin üstünü öptük. Dede niyazın diğer şekli olan omuz öpme suretiyle karşılık verdi ve demin varmı evlat diye söze başladı Kendisi ile üç saat yalnız kaldık. Görüşmemiz pek neşeli geçti. Dede hiçbir noktada, bilgi vermekten çekinmiyordu. Ara sıra kendinin müritlerinden birkaç yıl önce ölen Sadık Ağa isminde bir aşığın nefeslerini ezberden okuyor ve bunları yazdığımdan dolayı memnun oluyordu. Sonra yine Sadık Ağanın Alevi itikatları hakkındaki bir deyişini okumaya başladı. Bu deyişte:
Binbir ismin vardır ki, bir ismin hudur
Kamillerin ezber, dediği budur
Münkirlere şektir ismi Dehla
Ta evvelden Elya diyenlerdeniz
dörtlüğüne gelince, “anladın mı evlat,” dedi ve açıkladı: “Tevrat’ta Yirye, İncil’de Elya ve Kuran’da Ali hepsi aynı. Bu dörtlük ona işarettir. Bu deyişin sonu da şöyledir;
Sadık derki levhde yazılmış böyle
Bunda dört kitabın harfini söyle
Gafil olma münkir gel iman eyle
Lafeti şehrini görenlerdeniz.
Bundan sonra Kul Hıkmet’in:
Dört kitap indi dördüna düştü
Kuran Muhammet’in virdine düştü
Kul Himmet Alinin derdine düştü
Allah bir Muhammet Ali diğerek
dörtlüğü ile sona eren devazda imamı okudu ve bana aşıkların pirlerini sordu. Bunlar yedi aşık imiş: Kul Himmet, Hüdayi Sultan, Pir Sultan, Şah Hatayi, Can Hatayi, Kız Oğlu Sultan, Nesimi Sultan.
Yolu, erkanı öğrenmek için İmam Caferi’nin Menakabını, Şeyh Safi’nin kitabını tavsiye etti. “Bu kitap, Acemlerin kütüphanesinde bulunur” dedi. Sohbet arasında şeriatta İmam-ı Azam mezhebinden tarikata Caferi mezhebinden olduklarını, kitabın sözü de bu, menakıbın sözü de bu, sözüyle tekrarlanıyordu. Şah Hatayi’nin niçin “Hatayi” mahlasını aldığını açıkladı. Birgün Şah İsmail Yezid’in oğlu Semmez’in (Halid olacak) torbasına ayağı ile vurmuş, gaipten “hata yaptın” diye bir ses gelmiş, o zaman Şah İsmail bu “devazda imam”ı yazmış.
Yarab hata ettim Hüda için bağışla
Muhammet Mustafa için bağışla
Asıl sofu Cüneyddin pir Haydar oğlu
Aliyyel Mürteza için bağışla
Alinin düldülü, Kamber’i bile
Zülfikar için bağışla
Huticetül ekberi, Fatma ül Zehra
Sülale-i al aba için bağışla
İmam Hüseyin aşkıyla meydana geldim
Hüseyin Kerbela için bağışla
Zeynel, Bakır, Cafer, Musa, Kâzım
Şah İmam Rıza için bağışla.
Naki, Naki Hasan, Ali Askeri
Mehdi-i sahib-i zaman için bağışla!
Bilirim günahım hadden aşıktır.
Eşiğinde geda için bağışla
Tamam oldu oniki imam nur oldu
“Şah Hatayi” hata için bağışla
Bundan dolayı ismi Hatayi kalmış. Şah İsmail’in ilk söylediği devazda imam bu imiş. Bundan sonra kabahatinden dolayı binbir devazda imam söylemiş.
Kargın dedesi en çok, kendisini hastaları okuyup iyileştirdiğinden bahsetmek istiyordu. Bunlara dair birçok menakıp anlattı. Bir zaman Ankara valileri bile hastalarını okutmak için kendisini davet ederler ve kendisine fevkalade ikramlarda bulunurmuşlar.
Nihayet sohbetimiz ayin konusuna geldi. Meğer ayin ile mirac arasında çok sıkı bir ilişki varmış. Bana “Miracı bilir misin?” diye sordu. Bir zaman Yanya‘da muhasere’de kalmış ve üç ay kadar bir Bektaşi babası ile bir odada oturmuştuk. Baba beni bektaşi yapmak istediği için birçok şeyleri heves ve itina ile bana anlatıyordu. Ondan öğrendiğime göre, Alevilere göre miraç, Hz. Muhammet’in üç defa Ali’nin kapısına gitmesi ve ikisinde “Kim o” sorusuna karşı “Muhammet Resullullah“, cevabını verdiği için içeriye alınmayıp üçüncüde “Muhammet bin Abdullah el Fakürül muhtaç“ demiş olduğundan Ali’nin huzuruna kabul edilmesi ve o gece Muhammet’in bütün esrarı öğrenmesi durumundan ibaretti. Bunu anlattım. Bereket versin dede dayanamadı ve coştu: Cebrail Muhammet’e geldi “Hak seni miraca davet ediyor: bir rehber tutasın!” dedi. Muhammet, rehberi ile birlikte dergaha gitti: kapıda bir aslanın yatmakta olduğunu gördü, korktu ve haykırdı. Bunun üzerine Hakk’tan bir nida geldi, “Aslan senden bir nişan ister, yüzüğünü ver!” Muhammet yüzüğünü aslanın ağzına attı ve yoluna devam etti. ”Eğer emmim oğlu Ali burada olsaydı şimdi bu aslanın hakkından gelirdi.” diyordu. Nihayet hakkın huzuruna vardı. Hak kendisine gözüktü. Muhammet hakk’ın yüzünü gördü ve Hakk ile doksan bin sır söyleşti ve hemen secdeye kapandı, ümmetini diledi. Hakk, ”kalk Habibim mümin kulları yarlıgadım ve ona bir salkım üzüm vererek, “Al habibim bunu Hasan Hüseyin’e götür,” dedi. Salman-ı Farsi, orada hazırdı Muhammet’e verilen üzümden Allah için bir parça istedi. Bunun üzerine Muhammet, Salman’a bir üzüm verdi ve yürüdü. Muhammet’ in yolu kırklara uğradı bunları görünce kim olduklarını sordu. “Biz kırklarız”, dediler, halbuki otuz dokuz kişi idiler, bunu Muhammet kendilerine söyledi. Fakat o sırada Salman geldi ve kırklar tamam oldu. Salman geldiği zaman kudretten bir el Salman’ın elindeki üzümü sıktı, kırklardan biri üzümün suyunu içti ve hepsi birden sarhoş oldular. Ve uryan olarak semaya kalktılar, Muhammet ve kırklar bile kalktı. Ellerinde çalpana, dillerinde hu vardı. -Şah merdan hepsinden coşkundu ve kendisini meydana koydu ve mührü ağzından çıkardı, o sırada kırkların birine neşter uruldu, hepsinin kanı birden aktı. Muhammet bunları görünce Aliyi anladı, Hakka ve Hakikate erdi.
İşte muhabbetler böyle kadimdendir. Yol erkan daha burada, bu suretle kurulmuştur. Kargın dedesi, benimle ayin ve erkandan konuşmayı istemiyordu. Fakat sana rumuz ile anlattım, diyecek bir vaziyet oluyordu.
Hakikaten diğer Alevi köylerinde öğrendiğimize göre senede bir gece, zemherinin 18. gecesi yapılan toplantı, miracın temsilidir.Ayin bittikten sonra, derneğe katılanlar, birbirinin miracını kutlarlar. Ve “miracın kutlu olsun” diyerek birbirinden ayrılırlar. ve gerçekte dedenin bize bu anlattıklarını, ayin hakkında bildiklerimizle karşılaştırırsak hakikaten dedenin miraç hakkındaki anlattıklarının ayini açıklayıcı nitelikte olduğu görülür.
Ayine girmek ve Alevi olmak için bir rehbere ihtiyaç vardır, çünkü miraca çıkarken Muhammet bir rehber tuttu. Sahip ve musahip olmak, eş tutunmak lazımdır, çünkü Muhammet Ali ile musahiptir. Sahip ve musahip merasiminde pençelenme merasimi “pençe-i al aba” rumuzdur. Bir çarşaf altına sarmaştırıp yatırmaları, peygamberin bir aba altına Ali ve zevcesiyle girmesine işaret oluyor. Derneğe kapıdan girerek dara durmak aslan karşısında Muhammet’in durumunu temsil ediyor. Post, aslandan kinaye, miraçta üzüm, dernekte havuz-u kevser ve rakıya, Salman sakiye işarettir. Kırklardan birinin içmesi ile hepsinin sarhoş olması “lehmin lehmi “, cismin cismi sırrına işaret, ellerinde çalpana ve semai çalgı ve rakstır. Niyaz, namazın bedeli olması ve bazı yerlerde niyaza, görünme denilmesi dikkate alınırsa hakkın tecellisi ve Muhammet’in secdesi niyaz ile temsil olunur demek olur. Bunlar içinde dede, yalnız rehber, Cebrail’e, sahip ve müsahip Ali ile Muhammet’e, kırklar semai” lehmin lehmi” sırrına işaret olduğunu açıkladı. Diğerlerini onun ilham ettiği işaret etmek istediğini zannettiğim fikirler olarak yazıyorum.
Ancak, bugünden sonraki gittiğim yerlerdeki sohbetlerimizde miraç konusu bu dedenin tasvir ettiği şekilden farklı olarak anlatıldı. Bilhassa dikkat çekme olarak buralarda Hz. Muhammet, huzura çıktığı zaman Hakk ile perde arkasından konuşmuş ve perdenin kalkmasını istemesi üzerine perde kalkınca, perde arkasında Ali’yi görmüş olduğu söyleniyordu. Sonra dönüşünde Muhammet üçlere, kırklara uğrayarak geçmiş, fakat bunlar aynı şeylermiş. Bazen üçler suretinde görünen, bazen kırklar suretinde görünen Ali imiş. Bunların anlattıklarına göre Muhammet kırklara uğradığı zaman otuz sekiz kişi olarak gördü. İkisinin nerede olduğunu sordu, Kırklar cevap verdiler, “Biri Ali, biri Salman’dır”. Hakikaten elinde üzüm olarak Salman ve ağzında yüzük olarak Ali gelirler. Hz. Muhammet yüzüğü görünce aslanın kim olduğunu anlar, menkıbe bu suretle anlatılmıştı ki burada Ali hem aslan, hem Hak, hem Kırklar’dan gösterilmektedir.
Kargın dedesi oldukça mühim bir Alevi dedesidir. Yaşı seksen olduğu halde hafıza gücü yerinde ve hiç ayık gezmediği halde vücudu dayanıklıdır. Köylüler artık onun bunamağa başladığını, köye gelen rakıyı bitirmeden rahat edemediğini ve bu yüzden genellikle rahatsızlık geçirdiğini söylediler.
Dede bir zaman mahkeme azalığı etmiş ve memuriyetlerde bulunmuş. Bunun için gördüğüm Alevilerden daha çok görgülü ve bilgili bir dede idi. Bana gösterdiği muamele, bilgilerini göstermek için bir adam ararmış ta bana rastlamış hissini verdi. İhtimal içkinin vermiş olduğu baş ağrısının etkisiyle bu kadar açık ve serbest konuşuyordu. Bir aralık muhtar, yanına iki genç almış geldiler. Dede bunları görünce beni yalnız bırakmamak için bu kadar oturduğunu, akşamlığın etkisi ile diğer geceler daha karanlık olmadan uyuduğunu söyledi ve gitti. Meğer muhtarın getirdiği iki genç, civar köylerinden getirilmiş, halk şairleriymişler, bunlar ayinde zakirlik ederlermiş. Kendi söylediklerine göre bu gençler, o kadar çok nefes ezbere biliyorlarmış ki üç gün, üç gece söyleseler nefesler bitmezmiş. Doğrusu bunlardan bazı güzel nefesleri not aldım. Sonra bunlarla da miraç hakkında konuştuk, verdikleri bilgilerin hepsi dedenin söyledikleri şeylerdi. Fakat, bunlar bu bilgiyi bir “miraçname”‘den aldıklarını ima ettiler, derhal bunu yazdık. Bazı yerler eksik ve yanlış olmakla beraber önemli olduğu için yazıyorum:

Geldi Cebrail buyurdu Hakk Muhammet Mustafa
Seni miraca okudu davete kadar hoca
Ol emanet bu idi: Bir rehber tutasın!
Kadim erkana yatasın, Tarık-ı müstakime
Muhammet şöyle vardı, bu kadar bizden bir azim
Şimdi senden el tutayım, hak buyurdu vedduhi
İki gönül bir ettiler, yürüdüler dergaha.
Vardı dergah kapısına gördü bir aslan yatir
Haykırdı nebi, hamle kıldı başa koydu bir nida
Yine haktan bir nida geldi korkma habibim dedi
İstersen bir nişane Muhammet hatemin verdi
Aslan oldu yasaken yol verdiler Muhammet’e
Aslan gitti nihana vardı hakkı defaf (tavaf) etti.
Ne yavuz şir’in (aslan) varmış hayli cevr eyledi bize.
Gördü biçare dervişi, hemen yutmak diledi
Emmim oğlu Ali olsaydı dayanaydı o şire.
O senin şir-i devletin! sana tabidir habib!
Eşiğinde yaspan olmuş, kabeyi kıble nigaha
Doksanbin sır söyleşti, iki cihan dostu ile!
Tevhidi armağan verdi. yeryüzünde insana.
Eğildi secde eyledi “hoş kalk sultanım”, dedi
Muhammet ayağı kalktı, ümmeti diledi
“Mümin kulun yarlıgadığım”, dedi onda Kibriya
Secdeye koydu yüzün hakka teslim etti üzin
Hak verdi bir salkım üzüm al git Hasan Hüseyin’e
Salman, onda hazırdı şayellah diledi.
Muhammet bir üzüm koydu Salman’ın keşküllaha
Muhammet kalktı yürüdü, yol uğrattı kırklara
Vardı kırklar dergahına, sakin oldu oturdu
Cümlesi secde etti Hazreti Feyzullaha
Size kimler derler, dedi. Bize kırklar derler, dedi
Hani sizin bir taneni, Salman şeyenallahda,
Salman şeyenallahdan geldi, keşkülü meydana koydu
Kudretten bir el geldi, ezdi engür eyledi
İçinden biri nuş etti, cümlesi oldu sekran
Mümin müslim-i üryan, püryan hep kalktılar semaya
Muhammet’de bile kalktı kırklar ile semaya
Verildi düstüru, “kafi!”, dediler hüvellahuallah’a
Elleri çalpana çalar, dilleri lailahe illallah.
Muhabbetler kadim oldu yol erkan yolunu buldu.
Gönderdiler Muhammet’i hatırları oldu seva.
Ali geldi, tavaf etti, mührü ortaya koydu.
“Sen bir sırr-ı sırrülahsın”, dedi sıddık ya Ali
Evvelimsin, ahirimsin, zahirimsin, batınımsın.
Ben dahi sana bağlıyım imam Aliyyel Mürteza
“Şah Hatayi” m vakıf oldu bu sıırı söylemeğe
Hak sözüne inanmadı kalbi çürük evrahı.
Bir aralık sohbet arkadaşım, benim Aleviliğim hakkında benden açıklama istediler ve “henüz ayine girmedim, çocuk iken girdim. Fakat (yol arkadaşımdan öğrenmiştim) çocukları yarıda çıkarırlardı, sonra muhacir olduk, bir daha girmek nasip olmadı”, dedim. Halime çok acıdılar “vah, vah, vah demek ki daha içerisini bilmezsin!. Böyle bir eş tutsanız ne olur, kanımız sana çok kaynadı, damar kanı çeker”, diyorlardı.
Bu arkadaşlarımın ruhlarını Alevilik o kadar hareketle sarmıştı ki, halimden şüphe etmek asla akıllarına gelmedi. Sahip ve müsahip rehber usullerini tamamen anlattılar. Bu konular ileride tekrarlanacak ve bu kısmın sonunda genel olarak anlatılacaktır. Arkadaşlarım, “Erkan” denilen şeyin içeri girmeyenlere dost dahi olsa anlatmayacağını söylediler.
Ertesi günü bir heyet halinde kasabaya gidiyorduk, uzaktan bir kubbe göründü. Burası Hamdi Sultan’ın türbesi imiş. Hamdi Sultan, Kargın dedesinin büyük atası imiş. Eskiden bu aile Düdük köyünde oturuyorlarmış. Fakat Düdük köyü sünni olmuş. Şimdi orada yalnız türbe kalmış. Hamdi Sultan’ın babası “Kalender”, Sele köyünde yatır. Fakat hayattayken her ikisi karşıki tepede, Düdük Tepesinde oturuyorlardı.
Hacı Bektaş-i Veli, Malatya’dan Seyit Battal Gazi’nin ziyaretine giderken Düdük Tepesinde Kalenderi ziyaret etmiş. Kalender, pirinin geldiğini görünce “salakdaki “ kuzuların hepsini Pirin gelmesine kurban etmiş.
Akşam koyunlar gelince meleşiyor. Hacı Bektaş bunun sebebini soruyor ve kurban edilen koyunları tekrar salaktan çıkarıyor, Analarına gönderiyor. Bu sebeple düdük köyü tepesine kuzukıran tepesi denir. Halen kuzuların yattığı yerler bellidir. Hacı Bektaşi kütüğünde burası kuzu kıran dergahı diye okunur. Kalender Sultan Murat’ın alemdarıdır. Muharebe esnasında kendisinden su istemişler, eline bir sele geçmiş. Onunla su getirmiş. Bu sebeple mezarın bulunduğu köye Sele denilmiş.
Yol arkadaşlarım, bana o civarda görünen tepelerde birer “yatır” bulunduğunu ve bunlara ait menkıbeleri birer birer anlattılar. Bu kadar yatır (Evliya) bulunduğunu hiçbir yerde görmedim. Dur Hasan Baba, Türlü Baba, Kepçeli Baba, Sırıklı Baba, Üç baş, Yalın Gazi, Hüseyin Gazi, Yediler ve bunların her biri bir tepe tutmuş ve her tepe bu suretle yalnız maddeden değil manen de Alevileri ruhlarından cezbetmiştir. Bu bakımdan denebilir ki Aleviler yatırlar aracıyla vatandaşlarının taşını, toprağını kutsallaştırmışlardır.
Yolda Sele köyü hakkında edindiğim bilgi bende oraya gitmek arzusu uyandırmıştı. Çıbık’a geldiğim zaman Sele dedesinin oğlunun, beni misafir almak için geldiğini öğrendim. Biraz tereddütlü göründüm ve hatırlarından çıkamadım. Halbuki oraya gitmek (özellikle bu şekilde) benim için bulunmaz bir fırsattı. Hareket ettik. Şimdi bu genç ile dört saatlik yolu konuşa, konuşa gidiyoruz. Kasabadan çıkarken bir dükkanın kapısında bir adamın bize baktığını bana göstermişti ve bunu konu ederek anlatmaya başladı:
“Şu kapıda duran adamı gördünüz ya. Bu adam üç senedir bu yola girmek ister. Kendisi dosttur. Dışarıdan birisi, bizim yola girmek isterse onu üç sene deneriz, bakalım bizim yola dayanabilecek midir? Bizim yol çok incedir, herkesi almayız, bir yola girdin mi artık çıkmak yoktur. Ser vermek var, sır vermek yok. Üç seneden anladık ki bu adam sadıktır, Fakat henüz onu içeriye almadık.” –“Niçin?”- “Çünkü karısını daha yola getiremedi. Bilirsiniz ki bizim yola evli olmayanlar giremezler, evlenince de karısı ile girmesi lazımdır.”
-Tabi, bu adamın bir de musahibi olması gerekir. Kendisine musahip tutmuş mudur?
-Sahip ve müsahip, karı ile yola girecekleri zaman tutulur. Kadın olmazsa eş tutamazlar.
-Ya! Bizde daha küçük iken de sahip ve müsahip olurlar, evlenince de karılarıyla eş olurlar.
-Bizde öğle değil, sahip ve müsahip olmak için evli olmak şarttır, çünkü sahip ve musahip olmak için ayine girmek lazımdır.
-Gördün mü ya! Demek bizim taraflardaki yol adetleriyle buralardaki adetler arasında fark vardır, işte ben bunlara çok meraklıyım. Acaba bizdeki Alevilik adetleri ile sizdeki Alevilik usulleri arasında ne gibi farklar vardır. Bu meseleyi seninle yolda halledelim. Bir adam yola girmek için karar verecek; bunun sizde usulü nasıldır?
-Bizde bir adam eğer Alevi ailesine mensup ise onu denemeye lüzum yoktur. Ama Alevi ailesinden olmayıp ta demin söylediğim adam gibi dışarıdan girecekse onu üç sene denerler. Bu müddet bazen adamına göre azalır, bazen de çoğalır. Bu deneme müddetinde, bu adama bazı ağır tekliflerde bulunuruz, bakalım teslimiyet gösterecek mi diye. Deneme bittikten sonra, o adamın rehberi onu alır dedenin huzuruna çıkarır. Dede ona üç defa “biz seni bu yola almayız, bizim yolumuz incedir. Sen bu yükü kaldıramazsın! Gelme dönme, dönme! der. Talip her üç defasında “ben sadığım, ser veririm, sır vermem, beni irşat ediniz” der sonra dede ona yemin ettirir. “Eğer sözünden dönersen Alinin kılıcı başında olsun mu? On iki İmam azabı seni çarpsın mı? Bu ikrardan dönersen erenler huzurunda yüzün kara olsun mu; talip “olsun” cevabını verir ondan sonra da, “eline, diline, beline pek ol! On iki imamı hak bil; imanım, Allah Muhammet Ali, mezhebim Cafer-i sadık. Var rehberinden yol erkan öğren” der. Talip dedenin huzurundan çıkar.
-Dede hiçbir dua ya da gülbank okumaz mı?
-Okur ama ben o duaları bilirdim, unuttum. Şimdi bak ben sana hepsini anlatayım, sonra sen sizdekileri anlatırsın! Bu ikrar üç defa olur, yani üç sene tekrar edilir. Üçüncü defasında ikrar tamam icra edilir. Üçüncü ikrar. Ayin başlarken yapılır. Rehber ikrar vererek olan talipin boynuna bir yağlık parçası veya bir kuşak takar. O nu bir koyun gibi çekerek erenler meydanına getirir. Erenler hep postlarında dururlar. Rehber, “Ey ayn-i cem erenleri size bir kurban getirdim, kabul ediyor musunuz”der. Dede “bizim yolumuz incedir, gelme, gelme” der Ve bu üç defa tekrarlanır.
Üçüncü de, dede Talipin iki omuzu arasına alnını koyar, ”En yaba yevmin”duasını okur. Sonra talip kalkar, önce dedeye, sonra erenlere birer birer dua eder. Eğer sahip - müsahip töreni yapılacak ise bunun için gündüzden hazırlık yapılır. İhvana haber verilir, o gece hepsi toplanır, ayin başlar. Sahiplerin her birinin kurbanı, hepsinin bir kurbanı gelir, kurban ile beraber talip dara durur. Sonra kurban önce, kasaba sonra yüzücüye, bağırsakları ve kemikleri özel bir yere gömülür. Bunları yapanların her birinin vazifeleri vardır. Ayin gecesi herkes kendi işini, erkanını yapar. Bekçiler dışarıda çocukların içeri girmemesini ve dışarıdan yabancı gelmemesini sağlarlar İçeride meydancı, gözcü, zakirler, sakiler yerlerini alırlar. Meydana post kurulur, bu posta eşler yatırılır, üzerlerine bir çarşaf gerilir, dede bunları pençeler yani erkan değeneği ile üç defa “Ya Allah, Ya Muhammet, Ya Ali” diyerek pençeler. Bu şekilde bu adamlar birbirleriyle kardeş olurlar.
Artık bunlar birbirlerinin evine gidip gece kalabilirler, istediği yemekleri sormadan alır, yer ve kendi evi gibi hareket ederler. Eğer müsahibi evde yok ise onun bacısı ile kalır, isterse orada yatar. Eğer eşinin bacısını çırılçıplak görürse katiyen yüreğini bozmayacaktır. Eşinin karısı ile bir yatakta yatsa kalbini pek tutacaktır. Sahip, müsahibini kendi karısı ile yatar görürse kalbine şüphe girmeyecektir. Kalbine şüphe girdimi, bitti. İşte bizim yolun inceliği buralardadır. Şimdi hükümet kadınlarla erkeklerin bir arada bulunmalarını ve ahlaklarını temizlemelerini sağlamaya çalışıyor. Bizde zaten bu vardır. Şimdi danslar moda oldu. Halbuki biz erkek kadın biliyorsun tabi, ayinde sema oyunu oynarız. Bizim yolumuzun güzelliği ve uygunluğu bununla da anlaşılıyor.
Bu sözü köye gittikten sonra yol arkadaşımın babası, asıl dede bir iki defa uygun zamanlarda tekrarladı.
Bu sıralarda artık köye yaklaşmıştık. Arkadaşım, etrafı dört duvar ile çevrilmiş bir yer gösterdi. Bu, Seyyid Siyami (Siyam-ı Fakih), köydeki büyük türbede yatmakta olan “Kalender”in babasıdır. Gerek Kalender gerek Seyyid Siyami’nin yattıkları yerler çok dilnişindir, iki tarafı çamlık ve ağaçlık olan sıra tepelerin arasında Çıbık suyu akıyor. Dere kenarı hep bahçeliktir. İkisinin de kabirleri, dere kenarından ağaçlıklar arasındadır. Yalnız Seyid’i Siyami’nin türbesi yoktur. Çünkü Horasan erenlerindendir. Horasan’dan gelen erenler, gayet gazaplı ve sıkıntılı oldukları için üzerlerinde kubbe tutmazlar. Bu köydeki ocaklılarda kendilerini Kalender nesline dayandırırlar. Halbuki bunlar “Türkmen değiliz” derler. Kargındaki dede ise halis Türkmen olduklarını söyledikleri halde kendi neslini Kalendere dayandırıyordu. Köye geç vakit girmiştik. Bir çok canlar geldi, görüştük. Dedeye haber verdiler, gelmedi. Zannediyorum, sızmış bir halde idi.
Bunlarda ateşin bir Alevilik ruhu var. Hep sohbetimiz, Aleviliğin güzellikleri hakkındaydı. Bunlar, bilmem neden hükümetin icraatından bahsetmeyi çok isterler ve daime hükümetin emirlerini alkışlarlardı. Alevilik aşkıyla büyükleri ziyaret amacıyla buralara kadar zahmet eden misafirlerini, bu aşkından, bu fedakarlığından dolayı tebrik ediyorlardı.
Ertesi gün erkenden dede geldi, ”Demin var mı oğul?” İnhisar İdaresi’nin bu günlerde Çıbık merkezine müskirat gönderememesine ve hiç kimsede rakı kalmamış olmasına rağmen dedenin çekmecesinden şişeler çıkmağa başladı. Dede, bizim sohbetimizden pek hoşlanmış, çay kenarına sessiz bir yere gitmemizi teklif etti. Midemin alışmadığı bu zehri hiç yüzümü ekşitmeden içmek mecburiyeti vardı. İlk kadehlerde dedenin oğlu sakilik ediyordu. Kadehi avuç içinde tutar ve iki el ile diz çökerek sunardı. Dede kadehleri tokuşturmağı da unutmadı. Aşkımıza, sohbetimize, erenlerin (bu sözlerden sonra dede birkaç cümle adeta dua okur gibi okudu. Çok dikkat ettiğim halde anlamaya muvafık olamadım) diyerek iki el ile kadehi yuvarladı. Ve boş kadehi bir el ile üstünü kapar gibi yapar gibi yaparak sakiye geri verdi. Saki yine diz üstü dedenin elini öper gibi eğildi. Kadehi aldıktan sonra tekrar dua etti. Dedeye “Aşk olsun” dedik, dede ilk kelimesi “aşkın” diye başlayan bir şeyler söyledi. Ve her defasında böyle söylediği halde yine anlamak nasip olmadı. Biz bu gibi yerlerde “Eyvallah” erenler kabul etsin, şeklinde genel cevap vermeyi usul olarak kabul etmiştik. Dede, bir aralık yalnız kalmamızı istedi, fakat bundan yalnız, sakilik ederek, kendimi zehri içmekten kurtarmış oldum. Esrar hakkında görüşemedik.
Dede, Kalender’in hayatından ve Seyyid Siyami den bahsetti. ”Bu türbeye deliler gelir ve iki üç gün kalır. ve ifakat bulur”, diyordu. Bunların isimler üzerinde misaller söyledi. Hacı Bektaşın hayatından bahsetti. Hacı Bektaş Seyyit Baddal Gazinin oğlu imiş. Hacı Bektaş yetmişbin erenlerle Horasan’dan gelmiş, kendisine dünya ve ahiret sultanlığı verilmiş. Fakat yalnız ahiret sultanlığını kabul etmiş. Her tarafa halifelerini göndermiş, Kalender de onun halifesiymiş.
Seyid Battal Gazinin adı Abdulvahab Gazidir. Babası Hüseyin Gazi, Ankara’da yatıyormuş. Enguri’nin adı memuriye-i selasedir ve 1984 mahallesi varmış. Halife Bağdat’ta oturuyormuş. Bunlar Malatya’dan göç etmişler. Köpekleri Abdüsselam dağında yatıyormuş. (Ayaş taraflarında). Seyyid Battal, Kalecik (Çıbık kazasına sınır olan kaza merkezi) kalesini fethettiği zaman oranın halkı ağaca taparlarmış. Ağaca aman demişler, ağacın adı aman ağacı kalmış. Halen orada “aman” ağacı isminde bir piknik yeri varmış.
Kendisinin yedi parça köyü varmış. Bu köyler Sele ocağına bağlı. Ayine kendisi başkanlık ediyor. Bunlardan bir zaman hak alırmış. Bir hakta Çelebi Efendimiz için alırmış fakat şimdi birkaç senedir ne ayin oluyor, ne de hak alıyor. Onun için kendisi bahçede bu ihtiyar halinde çalışıyormuş. Bizde kaç göç yoktur. Bir insanın iyiliği, kadınlarda beraber bulunup ta kalbini bozmaması ile belli olur. Kadınla ilişki kurmalı, fakat, önemli olan, kalbi bozmamalı. Kalbi bozdun mu suçlu oldun! Onun cezası var. Bu gibi cezaları dede kendisi verir.
Fakat kabahat büyük olursa mesela birisi karısını boşarsa bunun cezasını daha büyük dede, kargın dedesi verir. O luzüm görürse Çelebi’ye kadar gönderir. Çelebi ondan ceza nakdi alır ve kusurunu affeder. Bizim yolumuzda kadın terketme yoktur. İki kadın almak vardır ama onu da yapmayız. Karısını terkeden veya ona hıyanet eden kimseler ceza olarak meydana alınmaz.
Öğle yemeği zamanı gelmişti. Özel misafirlere kurban kesilmezse muhakkak bir horoz kesilir. Akşamda, öğlende bize birer horoz kesilmişti. Yemek yemede de bir takım merasim var, Şah Merdan, pirimiz, Hacı Bektaş kelimelerinin geçtiği bir dua ile yemek yenilir, yemeğin sonunda pirlerden, erenlerin ruhlarından bahsedilen dualar okunur.
Bundan sonra Kalender’in türbesini ziyaret ettik. Türbe taştan ve oldukça muazzam kubbesi ile eski bir tarihe ait olduğunu gösteriyordu. Türbenin hiçbir yerinde tarih yok. Köylüler arasında da buna dair bir anane mevcut değil. Bu köyün muahher zamanda oluştuğu ve türbenin çok eski olduğu anlaşılıyor. Türbenin duvarında kan pıhtıları görünüyor. Demek ki kurbanlar orada boğazlanıyormuş. Türbenin birinci kapısından içeri girdik. Burada geyik boynuzları ve boynuzlara bağlanmış bir çok bez parçaları görüldü. Köşede terste konmuş bir sütun başlığı duruyor. Üzerinde sekiz on küçük taş var bunlar da fal taşı imiş. Muradı olan bu taşları çift tek ayırır, arasına para karıştırır. Ve niyetine göre cevap alır. İkinci kapıdan girince türbe görülür. Burada da bir çok bez parçaları. Türbe örtüsü parçalanmış, niyet maksadıyla ondan parçalar koparıldığı anlaşılıyor. Türbenin bir tarafında zeminden altına doğru bir delik var. İçinde bez, pamuk, taş, toprak var. Bunlar eline ne gelirse niyet ve ilaç kabul edilecek şeyler. Türbe resmen kapalı olmakla beraber şamdanların hepsi içinde... Hükümetin dikkatini çekecek özellikte değil. Fakat Kalender’in asıl dikkati çeken yeri Damlalıtaş’taki çilehanesidir. Burası köye yarım saat uzakta. Damlalıtaş büyük bir kayadan su sızmasından dolayı bu adı almıştır.
Burada Hz. Ali’nin atının izi ve kılıcının işareti var. Karşı tepede yatan “Yatır” bir kızı takip edermiş. Kız bu taşın içine dalmış ve taş kızı içine aldığı için yatırın bedduasına uğramış, sonsuza dek gözünün yaşı dinmesin. Bundan dolayı damlalar devam ediyormuş.
Bu uçurum gibi kayanın üzerinde güçlükle gidilebilen bir yerde, çilehane, bir taş kovuğundan, küçük bir inden ibaret. İnin tavanı ortasına tel ile bir nal parçası bağlanmış. Gerek tel ve gerek nal parçasının etrafı bez parçaları ile dolu.
Dede ve akrabası herhalde daha bir kaç gece misafir olamaklığımı ısrarla istediler. İhtiyar bacılarda böyle ufak bir misafirlikten birşey anlamadıklarını söylediler. Bu tartışmalarla saatler geçti. Zaten midem büzülmüştü, bir gece daha kalırsam halim yaman olurdu. Bir aralık kadınlar arasında bir gürültü oldu, meğer bir yolcu oradan geçerken “bu köy Kızılbaş” köyü demiş, kadınlar Kızılbaş tabirinden çok kızıyorlar, maksatları belki bir fayda olur ümidiyle meseleyi bana işittirmekti.
Nihayet geç vakit Şabanözü kazasına bağlı bir köye gitmek üzere yola çıktık. Onbeş yaşında bir çocuk bana yol arkadaşı olması için verildi. Bütün bildiklerini tüm samimiyetle bana anlatan, bu Alevi çocuğu benim için bir şevkat kesilmişti. Hakikaten yolda biraz rahatsızlanmıştım fakat o benden daha çok acı çekiyordu.
Seyahatim sırasında dini bir heyecanın böyle ortaya çıkmasından daha çok beni düşündüren birşey olmadı. Ortak inançların bulunması veya öyle bilinmesi insanı en kuvvetli bağlardan daha çok birbirine çekiyor.
İşte bu manzara canlı bir suretle karşımda duruyordu. Bir zamanki Batıni fedailerini, haşşaşin müridlerini şimdi daha iyi anlıyordum. Anadolu’da Alevilik ruhunu tahrik eden asi mücedditlerin dayandıkları kuvveti, şimdi tamamen karşımda gördüm. Bu ruh geleceğin bir günü için korkunç bir heyula özelliğine sahip.
Hakikaten bundan sonra gittiğim üç dört köyün birinde, birisi ”Beyefendi biz, çok şükür, çok kalabalığız. Siz Dersim taraflarına, daha içerilere gittiniz mi, ora da hep bizdendir. Sen buralara bakma, buraları hiç” diyordu. Bu söz gereksiz yere söyleniyordu. Bunu gerektirecek herhangi bir sebep yoktu. “Eğer insanları bilinçten daha çok, bilinç altı kontrol eder” ifadesinde bir hakikat varsa bu durumun önemi belli olur.
Bu köylerde askerliğe karşı bir eğilim olmadığına şahit oldum. Bir zaman kapkaçlar varmış. Yoldan çocukları kapar kaçarlarmış ve asker ocağına verirlermiş. Bir daha da o çocuk evine geri dönmezmiş. Bu geleneğin korkusu hala ruhlarda mevcuttur. Bura köylüleri, Türkmen adetlerine çok bağlı. Emirler köyünün üç yüz seksen iki senelik Yeniköy’- ün doksan senelik olduğunu biliyorlar. Atalarının isimlerini sırasıyla bilenler de var. Çünkü ocaklılarda silsilename bulunuyor. Ve dedeler halkı kendine bağlamak için eski adetlerin korunmasını sağlamaya çalışıyorlar. Bunların bu köylerde oturmadan evvel nerelerde gezdiklerini ve mensup oldukları ecdad-ı yatırların tercüme-i halini bilenler de görülür.
Yeniköy’deki dede, Cibali çocuklarından imiş. Bunlardan biri, kırk kişi ile Rumeline geçerek Bolayır’da şehit düşmüş. Cibali ise İstanbul’da Haliçte gömülü imiş ve buna dair bir çok hikaye.
Bu köylerden Şabanözü’ne bağlı köye, orda bir takım halk şairleri olduğunu duyduğum için gitmiştim. Bunlarla görüştük; kendi söyledikleri nefesleri ve beğendikleri meşhur nefesleri okudular.
Bunlar içinde aşık Ali’nin bir nefesi, Şah Merdan Ali‘yi yüceltiyor. Bunu birçok yerleri yanlış ve manasız olmakla beraber örnek olması bakımından yazıyorum.
Nefes
Seraser, peyapey, sensin her rahmin damarı
Laftasın, noktadasın, hal-i etasın ya Ali
Yoktur gayrın sen devasın iki cihanın şahı
Laftasın, noktadasın, hal-i etasın ya Ali
Bir noktadan halk eyledin 18 bin alemi
Nihan kısmına hakda çaldın kalemi
Musa’ya turda bin bir kelamı
Laftasın, noktadasın, hal-i etasın ya Ali
Vema erresuluneke ala rahmeten lil alemin
Bu ayetin hürmetine halk ordu asman-ı zemin
“Ve hüvve ali küllü şeyin kadir”sin hemin
Laftasın, noktadasın, hal-i etasın ya Ali
Ve hadde la şerike la elhamdülillah çok şükür
Kimi eyledin la-ihtiyaç, kimi eyledin fakir.
Evliyalar, enbiyalar daima bunu okur.
Laftasın, noktadasın, hal-i etasın ya Ali
Ruzesi gün-i cihanım senden olur muayyen
Bin bir ismin zikrederler cümle can
Sekiz uçmak ziynetinde zikrederler hur-i gılman
Laftasın, noktadasın, hal-i etasın ya Ali
Ali der cürmümü af eyle Hakk-ı şehid-i Kerbela
Hanedan Mustafa’sın sensin cümleden ala
La ya’lemül gaybüllahi teala
Laftasın, noktadasın, hal-i etasın ya Ali.
Köyde Sivri Sadık isminde kısa bir süre önce ölen bir şair varmış. Bunun nefesleri ve manzum parçaları elden ele dolaşıyor.
Sen seni deneme eyli neylersin!
Eldeki kusuru neye gördün sen.
Şakır bülbüllerin firdevs bağında,
Vefası olmayan bir dikene kondun sen!
Mevt olamayınca ceset yunur mu,
Gizli sırrın her nadana denir mi?
Altın kerpiç taş duvara konur mu,
Niçin böyle çamur ile sürdün sen!
Ben arifim dersen şakır dilin yok,
Açılmış bahçesin gonca gülün yok,
Şeriatte, tarikatte yolun yok,
Niçin böyle marifeti derdin sen!
“Sivri Sadık” böyle gördü karayı,
Aşık olan maşukunu arayı,
Ne ile yapılır gönül sarayı?
Niçin böyle fehimsizsin kırdın sen!
Bu adamın çırakları arasında, okur yazar olmayan bu şairler ve zakirler arasında, manası anlaşılmayan Arapça cümlelerden oluşmuş nefesler okuma eğilimi çok:
Fienna nokta tül tehtül bae
Aba altında bir nokta al aba
Diğer:
Hakkında laftı dindi ise zahit
Lehmin lehmi demek ise şahit
Enna medine min nu Vahit
Ali Muhammet, Muhammet Ali
Diğer:
Hakkında laftı enna fetihna
Enna medine, Ali bu baha
Sure-i ümrani okur raveye
Koy tut, koy verme oniki darı
Buralardan topladığım nefesleri ve diğer manzumeleri bu makaleye almak konu dışındadır. Fakat bu taraftaki Alevilerin hayatını ve maneviyatını anlamak için bu konuda bir fikir vermeği gerekli görüyorum. Bunlardan aldığım manzumeler arasında Mir Ata’nın bir destanı vardır. Bu destanı Alevilerin hepsi ezbere biliyorlardı. Anlaşılması oldukça orta bir seviyeye açık olan bu destanı köylüler çok güzel anlıyorlar. Seviyelerinin derecesini ve bağlandıkları fikirleri göstermek itibarıyla önemli olan bu destanı da buraya alıyorum:
Guş eyle bendemi ey yar-ı dana!
Dana isen fehm et sırr-ı yezdanı.
Acep ne hikmetin elyiyor nema.
Nema etmek için zat-ı sühhanı.
Zatına tecelli kıldı ilah da,
Tecelli den bir nur eyledi peyda.
Fikret, nedir bir kez kudret-i Mevla!
Bırakmadı dilinden vird-i mesani.
Çünkü yaratıldı ol nur-u alem,
Andan zuhur oldu ervah-ı adem.
Ruh-i Mustafa’ya kıldı mükerrem.
O sebepten halk etli kevni, mekanı.
“Kün”dedi, var oldu bu kevn-i mekanı,
Melaik ile o kubbe-i asuman.
Evvela aydınlık oldu nümayan,
Kurdu bu eflaki, çarh-ı devranı.
Akla, fikre sığmaz hikmet-i settar.
Hak dostuna eyledi gururu ağyar,
Ol Halililullaha gülzar oldu nar.
Böyle oldu hakkın emri, fermanı.
Halk tecelli kıldı Tur’da Musa’ya,
Anda hayran kaldı sırr-ı maveraya,
Rab ereni, dedi durdu duaya.
Ol zaman işitti ol “len-i teranı”.
Ey peder zuhura geldi Mesih’a,
Nice muhazzat eyledi icra.
Erecekti onu kavm-i nisarı,
İnkar eylediler ruh-ı rahmanı.
Şeriat sancağın dikti ol resul.
Kuran’ı itti ona Huda’dan nüzul.
Onun gayretini edenler kabul.
Buldular cenneti, bağ-ı cenanı.
Şeriatın kurdu şah-ı enbiya.
Sevenler dost oldu sevmeyen ida.
Doğdu geldi hem Aliyyel Mürteza,
Tarikat bir cenne dikti nişanı.
Alinin sırrına akıllar ermez,
Aklı erenlerde beyana urmaz.
Cihan heder olsa kör olan görmez.
Aşk olsun görene kendi nihanı.
Fesada düştü bir ali melun.
Ahdı peygambere ederler mağbun .
Abdallar Cemoğlu Mülcem döktü hun.
Gör neye uğradı hakkın aslanı.
Namaz kılmak için mesaide vardı,
İbn-i Mülecem onun vakti arardı,
Namaz kılar iken ol Şahı urdu.
Bilmedi melun yediği nanı.
Şahın şehit olduğunu bildiler,
Ol vakit meluna haber saldılar,
İmam-ı Hasan’a zehir saldılar,
Soldurdular o gonce-i hanedanı.
Tenha kaldı ulu Hüseyin şehzade,
Yezidi dert alıp düştü fesada.
Leşker çekip kasdı Ali evladı.
Kurdular Kûfe’ye ulu divanı.
Mervan Kerbela’ya vardı oturdu.
Cenk ü cidal için ordusun kurdu.
İbadet ederdi, ezan okurdu.
İbadetsiz geçirmezdi zamanı.
Hüseyin bunları gördü “anda” heman,
Dedi: “Yarab bunlar nasıl müslüman?
Evlad-ı Resule oldular düşman”!
Kimse görmemiş böyle seyranı.
Hüseyin dedi “öldüm” ey Kavm-i Adv!
Verin yetimlere içsin birer su,
Ahirette yeriniz olmasın tamu,
Mekân etmeyin kendinize niranı.
Bu ise (sözden) hiç kimse olmadı memnun,
Kaldı teşdediller ciğer yangın-ı (pürhun)
Şahı şehit etti ol şebir, melun!
Deşt-i Kerbelaya akıttı kanı.
Oniki imamla ondört masumun.
Kanını akıttılar bunca mazlumun,
Hak belasın versin ol kavm-i şümun.
Ehl-i Beyte kıldı bunca ziyanı.
Nice kanlar içti hak-i Kerbela .
Kıyamet-i haşre dek kaldı macera.
Bu dua alemde söylenir hala,
Hakk-ı devir etsin bizden şerr-i Mervani.
Mir Ata böyle imiş bizlerde adet.
Peygamber dostuna ederiz rahmet.
Düşmana olsun sadhüzar-ı lanet.
Zira terk etmeyiz yolu, erkânı..
Bu köy halkı çok neşe ve zevk içindeydi. Çocuklar oynuyor, kızlar türkü söylüyor, kadınlar bir yamaçtan karşı yamaçtakiler ile görüşüyor, büyükler dem çekiyor, bütün köy çığlık içinde.
Burada başka bir köye giderken yine yanıma bir delikanlı verdiler. Esasen en büyük yararı yalnız kaldığımız bir arkadaştan görüyorum. Bunun içinde en iyi fırsat yol arkadaşlığı idi. Bu arkadaşlar, yolda benimle yalnız kalmaktan istifade ederek Alevilik hakkında bazı şeyler öğrenmek isterlerdi. Bende onlardan özellikle şu, mum söndürmek diye bilinen olayı öğrenmeye çalışırdım. Bunlar içinde bana hikaye anlatanlarda vardı; Mekke’de bir çocuk tas içinde yağ götürüyormuş, tası elinden düşürmüş ve tastaki yağ kumun içine karışmış. Çocuk ağlamaya başlamış ve karşısında Hz. Ali yi görmüş. Ali kumları sıkmış ve tası yağ ile doldurmuş, bunu anlatan, hikâyeden sonra, “Efendim” dedi, “Şah Merdan efendimiz buraya geldi mi?”
-Niçin soruyorsun?
-Ankara’da bir zaman gaddar bir kral varmış, bu kral bazı adamları ile Mekke’ye gitmiş. Orada Hasan Hüseyin efendimizi çocuk iken görmüşler, bu çocukların yüzlerindeki nuru görünce, iki cihan padişahlığının bunların olduğunu anlamışlar onları çalıp Ankara dolaylarındaki kalelerin bodrumundahapis etmişler. Hz. Ali efendimiz haber alınca gelmiş ve bir nara atmış, kaleler yıkılmış: bir nara atmış kral ve uyruğu yere serilmiş, bir nara atmış hapishane yıkılmış ve Hasan Hüseyin efendimizi kurtarmış. Şimdi burada Hz. Ali’nin atının izleri var.
-Peki ama Hz. Ali Mekke’den buraya ne kadar zaman içinde gelmiş?
-Bir anda.
-Şu halde kral nasıl ondan evvel gelmiş de çocukları hapis etmiş, demek ki bu hikaye düşüncesi olmayan insanları aldatmak içindir.
Ben de bunlardan dedelerinin hal ve hareketini ve onlara müritler tarafından nasıl hürmet edildiğini, onlardaki aile adetlerini, düğün ve bayramlar hakkındaki gelenek ve göreneklerini sorup öğrenmeye çalışırdım. Cem ayini hakkında genellikle bilgi vermekten çekinirlerdi. Bunları ben diğerlerinden öğrendiğim şekliyle anlattı ve yalnız arkadaşımdan onların düzeltilmesini beklerdim. Bunlardan birisi ile dedeliğin gereklerinden bahsettik.
-”Bizde“ dedim, Cem ayini sırasında hamile kalan kadından doğan çocuk dede olur, sizde dahi dedeler hep böyledir değil mi?
-Kadının cem ayini sırasında hamile kaldığını nasıl bilebilirsiniz?
-Şüphesi olan kadın bir müddet korunur ve çocuk doğduğu zaman dokuz ay on gün sayılır.
-Bizde böyle adet yoktur. dedeler hep ocak soyundan gelenlerdir, cevabını verdi.
Bir diğeri ile de şunları konuştuk:
-Bazı yerlerde cem ayini gecesi fener yanında horoz bulundururlar. Erkan başlarken bu horoz, Allah tarafından kanatlarını sallar ve mum söner. Sizde böyle değil mi? Ben bunu gözümle gördüm; dedim.
-Ben bunu görmedim ve işitmedim bizde böyle şeyler yoktur, cevabını verdi.
Diğer birisine bu suali şu surette vaz ettim: “Bizim bu Alevilik çok iyidir. Eskiden babamız erenlerin yolundan giderlermiş, şimdi yolumuz bozulmaya başladı. Eskiden erkân başlarken mum sönermiş, kadın – erkek, birbirine karışırmış, ama bu pirlerimizin yolu diye yapılırmış, şimdi bazı yerlerde mum sönmeden kadın – erkek karışmağa başlamış, bilmem sizin buralarda bu adet nasıl?”
Zavallı muhatabım kızardı ve hayret etti. “Ben bunu hiç görmedim”, dedi.
Burada okurlarımı temin ederim ki bu aldığım cevaplar gayet samimi idi. Çünkü muhataplarım bana o kadar güveniyorlardı ki benimle en gizli sırları görüşmekten çekinmemişlerdi ve kalplerinde bana derin muhabbetleri her hareketlerinden belli idi. Bu adamlar şu kaba sorularım üzerine de bana kızmadılar. Ve yine hürmette kusur etmediler. Bunların birisinden “bana kızdı, fakat hissiyatını gizliyor” diye şüphe etmiştim. Halbuki bu yol arkadaşı beni gideceğim köye ve dede evine, Alevilerin girdiği gibi kaç göç sormadan girdik. Erkekler evde bulunmadıkları için ihtiyar iki kadına benim Alevi dedesi olduğumu söyledi ve bana niyaz ederek ayrıldı.
Batınılerin eski tarihlerinde ve özellikle onların “kızıllar” kolunu oluşturan ve hicri ikinci asır sonlarına doğru Azerbaycan Türkleri arasında çıkan “Babeki” kısmında “mum söndürme” usulünün bulunması ve Anadolu Alevileri hakkında da halkın dilinde de bu gibi söylentilerin dolaşması, bizi çok şüphelendirmişti. Bu nedenle küstahça denilecek bir şekilde meseleyi kurcalamıştım.
İtiraf ederim ki yukarıda aldığımı belirttiğim bu cevaplar, benim bu konudaki şüphelerimi yok etmemişti, bilakis birincinin cevabını mahut usulü kabul ve dedeliğin bu suretle reddi mahiyetinde anlamıştım.
Bu sırada yine oralarda bir memura rastladım. Bu Alevi benim Alevi ocak zadelerinden olduğumu anlamış ve esasen köylülere müjdeleyen de bu adammış.
Bu adamla musahabelerimiz bir gün öğleden sonra akşama kadar devam etti. Aleviliğin meziyetlerinden, faydalarından, iyiliklerinden bol bol bahsetti. “Alevilik ham ruhları terbiye ediyor, en kaba insanları inceltiyor, kadınlara karşı hürmet telkin ediyor ve insanları birbirine bağlıyor. Bunları büyük bir itimat ve emniyet ile anlatıyordu. Alevi köyleri birbirinin aleyhlerinde bulunmazlar, aralarında bir olay olursa onu gizler, birbirinin sırrını saklarlar, aralarındaki ihtilafları dedenin kararına uyarak hemen hallederler. İçerler fakat sarhoş olmazlar, lutilik bilmezler kadınlar ve erkekler helalinden başkasına göz dikmezler, pek afiftirler ve hülasa, Aleviler namuslu, faziletli çalışkan, muti, sadık... elahir insanlardır,” diyordu.
Kendisi Anadolu’nun içlerinden imiş. Bir çok yerleri gezmiş, her yerdeki Alevileri bilirmiş. Burada (beraber bulunduğumuz yerlerde)ki Alevilerle daha içerilerdeki Aleviler arasında farklar bulunduğunu ve bu farkların genel hatlarını anlattı.
Kendi memleketi etrafındaki Aleviler, daha saf ve daha hakiki imiş. Buradakiler aralarında çıkan olaylardan dolayı hükümete başvururlarmış. Halbuki buna lüzum kalmamalı imiş. Oralarda sahip ve musahip ayininde eş olan erkekler birbirine sarılıp post altına yatırılır ve üzerlerine çarşaf örtülür. Bunların kadınları da biri diğerinin ayak ucunda olmak üzere çömelir üzerine örttükleri çarşafın uçlarını yalnız erkeklerin ayakları üzerine örterlermiş.
Buralarda ise kadınlar ayak ucunda ayakta dururlarmış. Buralarda bazı köylerde ayine kız ve oğlanlar ve genellikle evli olmayanlar asla alınmazlar, bazı köylerde ise alsalar bile erkan başlayacağı zaman hepsini dışarı çıkarırlarmış. (Filhakika öyledir) Fakat kendi taraflarında çocukları bile dışarı çıkarmazlarmış ve kapı dışında gözcüler yokmuş, yalnız içeride gözcüler varmış ki bunlar düzeni sağlarlar ve fazla sarhoş olanları sıkışıklıktan korurlarmış. Oralarda kadınlar, ayin esnasında içeride erkeklerden ayrı otururlarmış. Onların meclisi aynı meydanda fakat ayrıca kurulur ve bunlar kendi aralarında sema oynarlar, erkeklerde kendi aralarında oynarlarmış. Onların sakileri kendilerinden, erkeklerin sakileri de erkeklerden olurmuş. Buralarda ise bir erkek bir kadın karşılıklı sema oynarlarmış. Bu iyi bir şey değilmiş. Diğer bazı yerlerde ise Aleviler arasında bir takım farklar daha varmış. İkrar merasiminde talipi bir ip ile bağlarlar ve bu ip müridin yanında bağlılık alameti olarak, Bektaşilerdeki teslim taşı gibi, kalırmış. Bununla mürid, kendini gerekirse dostlarına tanıtırmış. Fakat bu adet buralarda değil, İzmir tarafındaki Alevilerde varmış.
Hakikaten Bayat Aşiretinin yaşadığı İzmir köyünde bu adeti araştırdım. Bu ip özel olarak Meşhed’ten, Meşhed Rıza Ocaklarından getiriliyor. Bunlara başka yerlerde rastlamadım. Arkadaşımızın verdiği bilgiye bakılırsa o taraflardaki Alevilik bazı mühim unsurlardan yoksunmuş ve şu halde artık bu Aleviliğin niçin sır olarak devam ettiğinin sorulması lazım gelirdi.
Bu noktayı da kendisi açıkladı. ”Bence Aleviliği gizli bir tarikat diye nitelemeye gerek yoktur. Bunun gizlenecek neresi var ki ?.. Geçen senelerde, İstanbul’da bu konu hakkında bir kongre yaptık. Kongrede birçok Alevi ileri gelenleri vardı. Aleviliğe yeni bir yön, yeni bir kisve vermeyi düşündük. Bir çokları bunu açığa vurmağı teklif etti. Fakat zamanı uygun bulmadık. İstanbul'da Alevilerin birkaç yerde dernek ve ayin yaptıkları merkezler vardır. Bunların en birincisi Unkapanı civarındadır. Sonra Kadırga’daki toplanma yerini anlattı, Taksim’de, Ayazpaşa’da merkezleri bulunduğunu, bazen Haydarpaşa’da da toplandıklarını ekledi ve bunlar için birçok adresler verdi. Adresler içinde yüksek memurlar, odacı başı, kapıcı gibileri vardı. Bunlarla görüşmemi ve toplantılara gitmemi tavsiye etti. Nihayet beni akşam yemeğine götürdü. Zaten daima sarhoş olan, konuşurken uzun bıyıklarının altında ağzı ve parmakları titrer bir halde olmasına rağmen odasında bir şişe daha açtı, pir aşkına kabul etmemi rica etti.
Her yerde Alevilerin sakal ve bıyıkları birbirine karışıktır. Rakı içilirken genellikle bıyık süzgecinden geçer. Arkadaşım bıyığını sakalına, sakalını dolusuna karıştırarak özel merasimi ve adetleri ile şişeyi bitirdi, kahvehaneye çıktık. Bir saat sonra hareket etmek üzere bir otomobil bulmuştum. Artık ne olursa olsun bir saat sonra ayrılacağım için bana gücenmesini arzu etmemekle beraber herhalde kafamı kurcalayan soruyu kendisine sormağa karar verdim.
-Azizim dedim, seninle çok samimi sohbetler ettik. Bunların neşesini sen de nefsinde hissediyorsun! Mezhebimizin esaslarını bilen bir arkadaşla muhabbet, benim için büyük bir nimet oldu. Kendisi, zaten sızmış bir halde bulunmakla beraber yaptığım ön konuşmalarla bir daha sızmıştı. Mukaddimelerim çok uzun idi, Aleviliğin esaslı birşey olduğundan bolşevikliğin bile – iştirak-i nokta-yı nazarından - bazı hususları bizim mezhebimizden aldığını, son zamanlarda Bahailik diye bir mezhebin çıktığını, bu mezhebin veya dinin Amerika’da bir çok taraftar bulunduğunu, orada erkek kadın bir arada ayin yaptıktan sonra cinsel zevke daldıklarını ve nihayet demin kendisinin Aleviliği açığa çıkarmaktan bahsettiğini, halbuki erkan denilen cinsi münasebet meselesini çevremizin hazmedemiyeceğini ve bu konudaki fikirlerini bildirmesini söyledim.
Yemekten evvel kendisiyle Bahailikten, bolşeviklikten bahsetmiştik. Bu meselelere karşı yabancı olmayışından evvelce kendi aralarında bunların görüşüldüğü anlaşılıyordu. Ben de böyle konuşmalarla emrivaki halinde cevap almayı, cinsi münasebet olayı bilinen birşey imiş de şimdi onun bu konudaki görüşlerini söylemesini istiyor göründüm.
Bu soru karşısında arkadaşımın sızmış hali değişti ve gözleri parladı. “Hayır”, dedi, “Alevilikte katiyen öyle birşey yoktur. Esasen Aleviliğin sır olarak saklanması bu gibi söylentilerin çıkmasına sebep olduğu için onu açığa vurmak istiyoruz.”
Cevap verdim. Ben Tekfurdağ taraflarında Alevi ayinlerinde bulundum. Birisinde bu usulün olduğunu bizzat gördüm. İşte bu noktanın açıklanması hususunda konuşmak istediğimi ekledim.
-Hayır olamaz, bu mümkün değil dedi. Sizin gördükleriniz ihtimal Alevi değil ve ihtimal bunlar büsbütün kötü insanlardır. Ben birçok Alevi ayinlerinde bulundum, böyle birşey asla olmamıştır ve olamaz.
Arkadaşım bu konuda o kadar kendinden emin konuşuyordu ki daha önce bahsettiğim yol arkadaşlarımdan sorup olumsuz cevap almamla beraber yine de tereddütlü olduğum bu konudaki fikrimi tamamen değiştirebildi. Bu konuda bir saat süren sohbetimizde değişik yollardan hareket ettim. Aslında beni kendilerinden bildiği için, böyle birşey olduğu takdirde kendisinden bir açıklama yapması beklenirdi. Bu tartışmada bile benden şüphe etmeyecek kadar bana inanmıştı. Asla o taraftan gelmedi ve Aleviliğin bu gibi pisliklerden uzak olduğu hususunda ısrar etti.
Görülüyor ki, buralardan elde ettiğimiz bilgiler, herhalde mum söndü usulünün Alevilerde bulunduğu söylentisinin çok kötü bir iftira olduğu sonucu etrafında toplanıyor. Tarihten aldığımız bilgiyi, Batınilerin diğer kollarında bulunduğunu bildiğimiz olayları bunlara mal etmişiz. Bunlar halk arasında çıkan asılsız söylentilere temel oluşturmuştur.
Herhalde bu usul Anadolu Alevilerinin ayinlerine bazı yenilikçiler tarafından sokulmak istenmiştir. çünkü bazı yerlerde erkan denilen ve Kırklar semaından sonra başlayan ayin bir erkekle bir kadının meydan postu üzerinde sarmaşarak yatması ve dede tarafından değnekten geçirilmesi veya pençelenmesi şeklinde devam eder. Bu “muteva kabl-i inni temuteva” sırrına ermek ve mevcut günahlardan temizlemek ameliyesi imiş. Posta yatırılan erkek-kadın, sahip ile musahibin zevcesi veya musahip ile sahibin zevcesidir. Yalnız Tahtacılarda, benim edindiğim izlenime göre, bir erkeğin herhangi bir kadın ile beraber posta yatırılması durumu vardır. Çünkü onların ocaklı dedelerinden birisi benim Alevi dedesi olduğuma inandıktan sonra benden hiçbir sırrı gizlemeyeceğine dair verdiği sözü tutmak ve bana bunu hissettirmek için ayinde icra edilen erkanı benim sormama fırsat vermeden kendisi anlatmaya başlamıştı ve ileride görüleceği gibi bütün ayin erkanını birer birer anlattı. Ve nihayet “işte erkan başlar” dedi. Bende “Yani bir erkekle bir kadının posta yatırılması” dedim. Evet, dedi. Söz aramızda mutlak olarak geçti. Bittabi bilir gibi görünmek için tasrih ettirmeğe hacet kalmadı.
İşte bu nedenle, bilinen usulün Anadolu Alevileri arasına sokulmak istenip de tamamıyla başarılı olmadığı veya başlangıçta bir müddet sokulup ta yalnızca istihalelere katılarak şimdiki değnekten geçme veya pençeleme şekline girmiş olduğu fikrini veriyor.
Alevilerin ayin esnasında erkandan geçmesi veya dünyadan geçmesi günahlarından silkinip yeniden doğması merasimini ifade eden bu meydan postuna sarmaşıp yatma ameliyesi harice “mum söndürme” usulü mahiyetinde akis etmiştir. Bana göre özünü sarihi münebbiden alan bu şayia, işte Alevilerce pek gizli tutulan ve çeşitli şüphelerin doğmasına sebep olacak bu mesele ile teyit edilecek bir durum olmuştur.
Gerçekten de Aleviler, usul-ü erkân dedikleri bu merasimi o kadar mükemmel bir şekilde sır olarak saklayabilmişlerdir ki, yukarıda belirttiğim sebeplerin bu bağları gevşettiği son günlere kadar, Alevi olmayan hiç kimse bu sırrı öğrenememiştir. Bilinen söylentinin yanlış anlaşmalara yol açmasının sebebi de budur. Bir çok yerlerde, şehirlerde benim Alevilikle ilgilendiğimi öğrenenler, filan kişi Aleviliği çok iyi bilir, o içlerine girmiştir, diye bazı kimseleri tavsiye ettiler ve bunlarla görüştüm.
Bunlar bizzat ayine girdiklerini ve mum söndürme usulünün var olduğunu gözleriyle gördüklerini söyledikleri halde kendilerine ayin içindeki bazı erkanı ve merasimi sorunca, hepsi bu anlattıkları şeyleri görenlerden işittiklerini söylemek mecburiyetinde kaldılar ve bence bu sözlerin şayia ve daha doğrusu iftiradan başka birşey olmadığı ortaya çıkmıştır.
Bununla beraber şurasını söyleyeyim ki Alevilikte erkanın bu şekilde oluşu, ister iştirakin evvelce girmiş ve sonra çıkmış olduğunu kabul ediniz, ister teşebbüs halinde kalarak Anadolu Alevilerine girmemiş olduğunu tercih ediniz, fakat herhalde bunun için zemin hazırlamak istenildiği ve bazı şeylerin alınarak bir dereceye kadar böyle bir ruh halinin oluşturulduğu bugün vaka halinde görülmektedir.
Seyahatimin ikinci ve üçüncü bölümlerinde topladığım bilgiler içinde bu noktayı açıklayacak olan konuşmaları, sırasından ayırarak tek bu meseleyi mütalaa etmek için buraya alıyorum;
Abdalların bir köyünde, ileride olaylarını ve sohbetimizi okurken çok dikkatli bir adam olduğunu anlayacağınız ve Abdalların başkanı sayılan, “Veli Efendi” isminde bir adam vardı. Bu adamı elde etmek ve hakkımda istediğim görüşü kendisinde uyandırmak için bir çok tertibat almıştım. Bunlara rağmen Veli Efendi bir türlü bana güvenmiyor ve fırsat buldukça dedelerin, tarikatların aleyhinde küfürler savuruyordu. “Canım” diyordu. Bu dedeler gelir, karılarımıza şöyle eder, kızlarımızı böyle eder, paramızı alır, bizi esir gibi, eşek gibi kullanırlar. Bu zamanda da (yani cumhuriyet devrinde de) bunlara hala inanacak mıyız? Bu sözleri yine küfürler takip ederdi. İkinci bir Abdal köyü Ebuhas köyü’ne gitmek istediğim zaman Veli Efendi yine yanımda ayrılmıyordu, aziz bir misafiri nasıl yalnız bırakacaktı. Fakat yolda bir hadise imdada yetişti. Yolda giderken Veli Efendi’nin kardeşinin oğlu müteehhil olduğu halde diğer bir köydeki yakın akrabasından başkasına nikahlı olan bir kızı kaçırmış. Bu iki başlı bir cinayetti. Kız, herşeyin olup bittiğini söylüyordu. Bu konuda tedbirler alındıktan sonra yolumuza devam etmiştik.
Şimdi Veli Efendi tamamen muhakemesini kaybetmişti. Artık erkandan, Sema oyunundan bahsediyor ve gideceğimiz köye varınca benim bir Alevi dedesi olduğum hakkında bir güven uyandıracağına söz veriyordu. Hakikaten köyde bizi ocaklı evine götürdü ve kendilerine işaret etti. Derhal dede olduğumuzu anladılar ve bize kurban kesildi. Bir taraftan da aralarında çok nefes bildiğinden dolayı aşık kabul edilen Ali Çavuş’u çağırdılar, bağlama ve keman da geldi, nefesler söylendi ve üç kişi semaa kalktılar. Semaa oyunu oynadılar. Kadınlar ateşli bir faaliyetle yufka açtılar. Bana bizdeki kırklar semaını sordular, ben de İstanbul tekkelerinde gördüğüm oyunların birisini taklit ederek “bizde işte böyledir” diye bir sema tarif ettim. Derken Ali Çavuş karşıdan atıldı, “Hay Allah razı olsun beyefendi” tıpkı böyle. “Ben” dedi İstanbul’da ayinlere girdim, orada tıpkı sema böyle yaparlar. Benim Aleviliğim tamamen doğrulanmıştı. O gece Ali Çavuş, bağlaması ve bir kemancı ile beraber benim gideceğim köye geldi. Bütün bir geceyi onunla birlikte geçirdik. Sohbet sırasında Veli Efendinin dedeler hakkında söylediği sözü sordum ve tasdik etti. Fakat bunun “mum söndürme” usulünden çok, eğer mahalli değil ise, dedelerin özel şekilde hareketi veya bir ikisinin oluşturduğu nefretin bir ifadesi gibi olduğunu da belirtmeyelim.
Çünkü Abdallarda ahlak anlayışının öteden beri pek geniş bir sınıra sahip olduğu hakkında söylentiler vardır. Yukarıda söylediğim tesadüfi olay da bu anlayışın bir delili olarak kabul edilebilir. Benim gördüğüm diğer Alevi köylerinde ise, ahlak anlayışının belirli bir rengi var. İştirak hadisesini dini bir ayin mahiyetinde bir fariza-yı diniye gibi ifa etmek dahi her halde ahlak telakkisinde değişikliği ve gevşekliği icap ettirir. Ayin dışında kıskanç olarak bilinen erkek ve kadının dini farzını yaparken bu özelliğinin geçici olarak değişmesi, kolay kolay açıklanacak birşey gibi görünmüyor.
Bununla beraber Eskişehir’e bağlı, Afyon’a yakın Büyükyayla isminde eski Bulgar göçmenlerinin bulunduğu köyde öğrendiğim ikinci olay, iştirak meselesinin başlangıcı veya ondan doğan geniş ahlak anlayışının ortaya çıkışı olarak kabul edilebilir.
Bu köyde bulunduğum gün ve gecesi bunlarla kaba bir iffet ve aile hayatında azami kıskançlık hisleri bulunduğu intihabını almıştım. Buradan ayrıldığım zaman bana verilen bir ihtiyar yol arkadaşı, yolda, kimsesiz dolambaçlardan geçerken etrafımızı saran çam ağaçlarından bile gizli tuttuğunu gösteren tavrı kısık sesiyle ayinin zevkini anlatıyordu. Bulgaristan’daki dedeleri senelerden beri gelmemiş ve ayine o zamandan beri hasret çekiyorlarmış. Bütün bu hasretin verdiği hararetle ve sohbetlerimizin etkisiyle ihtiyar içinden coşuyordu.
Köydeki sohbetimiz sırasında bir “görünme mörünme” kelimesi geçmiş ve bu terim beni bir çok zanlara sevk etmişti. Şimdi yol arkadaşımdan bunu öğrenmek istiyordum. Meğer görünme niyaz demekmiş, niyaz ise namaz demektir. Anlattığına göre niyaz, dedenin huzuruna giderek dedenin yüzünü, sağını solunu (omuzlarını olacak) ve sonra dizlerini, belinin iki tarafını öpmek ve sonra “aşağıya varmak” imiş. Bu esnada dede, tülbendi çekermiş. Saki mutlak kadından olurmuş ve bu kadın evli olmakla beraber genç ve güzel olanlardan seçilirmiş. Bu güzeller nöbetleşirmişler. Sakiler dem sunarken niyaz ederler ve doluyu sırasıyla erenlere verirken niyazı herbirine yaparlarmış.
Niyaz hakkında anlattığı şekilden istifade ederek söze karıştım. “Bizde”, dedim, “saki dolu verirken erenlere niyaz eder. Fakat bu bizde o kadar samimi olur ki kadının saçları erenlerin yüzüne ve yüzünün sıcaklığı erenlerin yanağına akseder”. İhtiyar hararetli bir sesle “bizde de öyle. ” dedi. Peki doluyu verirken sizde sakinin eli öpülmez mi? dedim. Öpülür dedi ve başını bana doğru kaldırarak dudaklarını örten bıyıklarını eli ile bir silip sıyırdı ve farkında olmayarak öpüşü tarif eder gibi dudaklarını büzüştürmüş olduğu halde ekledi. Hatta ağız ağıza öpülür. Fakat yüreğini bozmayacaksın! Yüreğini bozdun mu sofuluk bitti, o çok fenadır yol incedir ha, yüreğini pek tutacaksın.
Bu ihtiyar yol arkadaşı ile sanki ruhlarımızı konuşturmuşuz gibi yürekten gelen samimi ve mahrem sırları ifadeye has kısık seslerle konuşarak bir Çerkes köyüne geldik. Köylüler bize hürmet ederler ve tuhaf tuhaf endişeler ve vaziyetler gösterirlerdi. Fakat benim zihnimi, dedenin tülbendi nasıl çektiğini ve aşağıya nasıl varıldığını anlamak endişesi meşgul ediyordu. Bizim ihtiyar da arasıra bana göz kırpar, ham ruhlar, soğuk insanlar, işareti vererek alaylar ederdi. Dışarıya çıktım, ihtiyara iki üç paket tütün aldım, bunu zavallı yolda benden istemişti ve bakkala tembih ettim. Ben dedim size kim olduğumu anlatacağım, hiç merak etmeyin! Fakat şimdi beni bu ihtiyarla odaya yalnız bırakınız. Haber vermeyince içeri kimse girmesin, dedim. Çerkesler bunu uyguladılar. Ben ihtiyara paketleri verdim. “Canım” dedim, “şu sizin bu niyazla bizim niyaz arasında fark var galiba. Gel bakalım sen dedeye niyaz eder gibi bana bir niyaz et, bende sana bizim niyazı anlatayım.”
İhtiyar kalktı ve yavaşça karşıma geldi sağ, sol omuzlarımı, dizlerimi, fakat kalçalara doğru öptü ve iki dizi arasına secde etti. Peki dede tülbendi nasıl açar dedim. Onun duasını dede bilir dedi ve anladım ki meğer tülbent dediği gülbank imiş ve aşağıya varır dediği de secde imiş.
Bu sohbetten şunu anlıyoruz ki Alevilerde sakiler kadınların güzellerinden oluyor ve bunlar kocalarının ve kardeşlerinin hazır bulunduğu bir dernekte yabancı ile öpüşüyor. Ve bu keyif dini mahiyette olduğu için erkeklerde ve kadınlarda kıskançlık hislerini asla tahrik etmiyor. Köyün dış görünüşünde ve etrafından aldığımız malumatta bu köy halkının ahlak anlayışı müsfir ve taassup addedilecek mahiyette iken kendilerine telkin edilen dini ruh bu “Batıni iştiraki” başlangıcını, hissettirmeyerek hazmettirmiştir.
İşte gerek Veli Efendinin dedeler hakkındaki ithamları ve sakilerin lütufkâr hoş görüleri iştirak olayının bir zaman bunların aralarında sokulmak istenilmesinin çalışılmış olduğunu gösteren olaylardır. Şu kadar ki, ameliye, Anadolu’ya tamamen girmemiş veya girmiş ise tutunamayarak bugün hatırlanmayan zamanlardan beri terk edilmiştir.
Aleviliğin birkaç derecesinin bulunduğu, iştirakin en son paye kabul edildiği ve bunun havas arasında yaşadığı veya yaşayabileceği fikirler, köy Aleviliği, Tahtacı Aleviliği ve benzerleri hakkında asla varit olmamıştır. Çünkü bunlarda sınıf ve derede farkı asla görülmemiş olmakla beraber ocaklarının dahi köylülerden farkları olmadığı anlaşılmıştır. Aralarında seçkin kabul edilecek veya havas denilmeye layık görülecek bir zümre (çelebi ocağı belki istisna edebilir) bulunmadığı için bu fikirler varit değildir.
Seyahatimin bu kısmında mesaimi Alevilerin özel olarak ayinlerini ve ayine katılmak için yapılan merasimi anlatmağa ve özellikle bilinen usulün var olup olmadığını öğrenmeğe ayırdığım için bu bahsi uzattım ve arzumun hilafına olarak buradaki gözlemlerimin bende husule getirdiği düşünceleri yazmak ve Aleviliğin en çok merakla araştırılan tarafı burası olduğu için bu konudaki mütalaalarımı i söylemek mecburiyetinde kaldım.
Bu bölgede gittiğim bazı köylerde, konuşma konusunu bu noktalara çekemeyince adetleri mevzu bahis ediyorduk. Fakat genellikle bu konular köylülerle toplu bulunduğumuz zamanlarda olur ve bu sebeple adetleri, Alevilik noktasında değil, Türkmen veya Yörük adetleri şeklinde görüşürdük.
Bu hususta lehçe ve giyim şekilleri de dahil olmak üzere adetlere ait aldığım notların Alevilikten ziyade o bölgede oturmakta bulunan Türkmenlere ait olduğunu anladım. Bu makalede ise Alevilik mevzuu dışında olan bu konuları yazmayı gerekli görmüyorum.
*********
Seyahatimin bu bölümünde, buralardaki Alevilerde yaşayan itikatları da öğrenmek için elime geçen fırsatı kaçırmadım. Ancak bunların, hatta bütün gördüğüm yerlerdeki Alevilerin itikatları şunlardır diye esaslı bir takım hatlar çizilemez. Bu durumda herhangi bir nefeste, inanca bağlı birkaç beyti hatırlayan bir Alevi o nefesten aldığı fikirlere, göre itikadını açıkladığı halde bir saat sonra o nefese tamamen zıt diğer bir nefesten esinlenmiş olarak büsbütün aykırı bir inanç beyan eder. Bir an için Hazreti Peygamberin hatemül enbiya olduğunu ve Hazreti Ali’nin hatem-i evliya olduğunu söyler ama biraz sonra Cebrail’in peygamberliği yanlışlıkla Muhammet’e getirdiğini, asıl hak sahibinin Ali olduğunu ileri sürer. Bu kadarla da yetinmeyerek bir müddet sonra Hz. Ali’yi uluhileştirdiğini görürsünüz!
Yukarıda vermiş olduğum bir nefes ile miraç hikayesi bunun ispatıdır. Bir çok yerlerde Ali den ayrı olarak Muhammet isminde bir kişinin olduğu dahi bilinmez. Genellikle “Muhammet Ali” derler. Fakat bu iki ismin tek bir isim olduğunu düşünürler.
Bütün Aleviler on iki imamın isimlerini ve bazılarının bir dereceye kadar menkıbelerini efsanevi bir şekilde bilir.
Mezhepleri Caferi mezhebidir. Fakat yalnız bu kadar... Cafer ve mezhep hakkında bütün fikir ve amelleri yalnız “İmam-ı Cafer ve Caferi mezhebi” kelimelerinin kullanılmasından ibarettir.
Caferi mezhebi nedir? Nelere ihtiva eder? Bu mezhebin başlıca inançları nelerdir? İmam-ı Caferi hangi tarihte yaşamıştır? Neler yapmıştır? Bunların içinde tek bilgili kişi olan Kargın Dedesi de bunları bilmez.
Bir yerde Caferi mezhebine göre gusül olmadığını söylediler. Fakat bir yerde ayine girerken gusül abdesti alındığından bahsederler.
Kargın Dedesi, ayine girerken müride yalnız abdest aldırıldığını ve abdestin yüz, el, baş, ayak, uzuvlarını yıkamak şeklinde olduğunu söyledi. Ayağa meshedildiğini kabul etmedi. Elin dirseklere kadar yıkanıp yıkanmadığını sorduğum zaman sözü değiştirdi. Ayine girerken herkesin yeni elbise giydiğini ve elbisenin beyazlardan ibaret olduğunu anlatmaya başladı. Kadınların ayin için en güzel elbiselerini giymeleri gerektiğini ekledi.
Kargın Dedesi emelde mezheplerinin İmam-ı Azam Ebu Hanife mezhebi olduğunu söylemişti. Zannederim bu muhataba karşı tedbirli davranmaktan çok, Caferi mezhebinin aynı zamanda emelde mezhep olduğunu bilmemesindendi. Bununla birlikte diğer köylerde “Hanefi” kelimesini ömründe bir kez olsun duymuş olanlar bile görülememiştir.
Görüştüğüm Alevilerde, ahrete ait meseleler hakkında hiçbir fikre rastlamadım onların cenneti de cehennemi de dünya. . .
Tenasühe hakkında bazı nefesler var, fakat bu konuda hiçbiri bir şey bilmez. Uluhiyetin Ali’de zuhuru, başka bir deyişle Allah’ın Ali şekline girmesi, hakkındaki fikirlerden de bir şey anlamazlar. Yalnız bunları söylerler ve nefeslerde okurlar. Hepsi bu.
Bunlarda harflerden, rakamlardan anlam çıkarmak, işaretlerden yararlanmak, eğilimi de vardır. Anlaşılıyor ki Batıniliğin bir çok özelliği buralara girmiş. Fakat bütün bunları nefeslerinden, efsane ve hikayelerinden çıkarmak gerekir.
Kargından sonra gittiğim köylerde silsilenameler, dergiler elde etmeye çalışmıştım. Bu sebeple bana birtakım kitaplar getirdiler ki bunlar, çoğunluğu yazma olmak üzere başı sonu olmayan yazılardan başka birşey değildi. Alevilerin bugünkü inançlarının bu kitaplardan alınmış olduğunu tahmin etmek güç olmadı, çünkü bana anlattıkları olayların bir çoğunu kitaplarda buldum. Köylüler bu tür şeylere pek değer verirlerdi. Yalnız daha sonra bu kitapları tesbit etmek mümkün olur ümidiyle bunlardan bir iki sahife not almıştım. Sonuçta bunlardan birinin “Faziletname-i Şah-ı Velayet” ismindeki kitap olduğunu, bu eserin İstanbul’da basılmış olduğunu öğrendim. Bir nüshasını elde ettim. Bunda Alevilik hakkında çok dikkat çekici menkıbeler var.
İkincisinin de “Hutbetül Beyan”nın Türkçe açıklaması olduğunu öğrendim ki bu eserin bir yazma nüshasını bana diğer bazı eserlerle beraber Abdallar köyünden Veli Efendi vermişti. Veli Efendi, ile anlaştıktan sonra kendisi köydeki bütün kitapları bana getirmiş ve “istediklerini al” demişti. Bunların içinde yazma “Türabi Divanı” ile yazma “Hutbetül Beyan” açıklaması dikkat çekicidir. Orada matbu olarak “Kameri” kitabını da görmüş ve İstanbul da bulurum düşüncesiyle almamıştım. Maalesef burada pek eski bir nüshayı geçici olarak bulabildim.
Elimdeki Hutbetül Beyan şerhi 218 sayfadır, 20x29 büyüklüğündedir. Bunu yırtık pırtık bir halde gördüğüm zaman, baştarafı ile son tarafı olduklarını tahmin ettiğim sahifelerini yazmış idim. Çok dikkat çekici olan bu sahifeler, kitabı belirlemeye yardım ettiği kadar, Alevi inançlarını da gösterdiği için buraya aynen alıyorum.
“İma beday-ı Talep” : Tahkik eker dilersin, tahkik ki kimdir ol şah-ı evliya ol vasi-i Mustafa ol veli-yi mücteba, envar-ı esfiya ol muhter-i etkiya ol mesnet-i ulema ol seyyid-i saliha ol mufahhir-i fukara ol eşref-i şerifa onun fazileti beyaniçün kelbderür enma ve ayete kul kefa yani imam Aliyyel Mürteza Kerimullah-ı Veciha eğer lutf edip dimse kendinin faziletinden kim der beğim ne beliydi onun mahiyetinden.
Aliyi bir kişi bildi cihanda
Meğer ol kişi kim Peygamber idi
Nebiden sonra mahlukat içinde kamu
Sevalar içinde öz server idi.
Ne bahr idi onun gönlü acep kim
Sözünün her biri bir güher idi.
Şeyleküm (şöyleki) kendünün faziletinden beyan kılub hutbetül beyanıon evvelinde gün gibi ruşan u ayan kılub buyurmuştur ki. İnnellezine indi müftahül gayb la yalemüha bad-ı Muhammet gayri ve enna bekel şeyy-i alim.
Kitabın son sahifesi: (bazı imla hatalarını düzelterek yazıyorum)
Yine bu kâ münasip Salman-i Farisi den razi rivayet olunur kim bu ayetin sebeb-i nüzulü kim “Enma ve leykümüllah” idir. İmam kendi evinde ibadet ile meşguldü nagah sail kapudan “Şeyyenallah” didi. Şah-ı Vilayet rukua varmışdı. Gördü kim kılınca (yani namazı ikmal ederse) sail geçer, fırsat-ı kuvvet olur. Parmağında yüzüğün saile işaret itti, yani sundu. Sail işaret fehm edüp yüzüğü aldı. Henüz dahi Mürteza Ali namazdan fariğ olmadın galgla alem-i melekuta düştü. Cebrail e m Resul-ü haziret kanına geldi. Resul-ü haziretine e m bu ayeti götürdü ki (Ünnema ve likümüllah) dır. Salman-ı Farisi Razı Mürteza Ali’nin meddahilahidir, dirdi. Bu ecelden Ebu Zar Gaffari’nin sözüne şahit düştü. Hasutlar mülezzem oldular. Zira Mürteza Ali’nin “la havle ve la kuvvete illa billahi” dediği, ihtiraz ettiğidir. Birkaç kez kişinin ..........? yani Benan-ı Bin Seman ve Nasır-ı Tusi’nin “Kim bunlar Ali’ye Hüda’dır” didiler. Mürteza Ali Kerimullah-ı Veciha bunları katletti. Giru dua etti. Giru diri oldular ve eğer keramet ve eğer şecaat ve eğer ferasettir ve ğer nusrettir ve eğer kuvvettir cemiyeke Allah’tan bilir heman Kabil’de belittir yev hesa bin bir abd-i zaifim hüvvel kuvvetüllahundur”didi. Pes İmam Ali Kerimullah-ı Veciha Abdullah Vahu Resulullah ve la hüvvel vela kuvvete illa billahi dimekle sözü hatim etti.
Ben buraya kadar yazdım. Fakat daha sonra bulduğum tam nüshada bu sözlerin devamı şöyledir;
Zira Ebu diyetine ikrar etti ve cem’i efal hüvvel ve kuvvetüllahe mahsustur, didi. Nasır ve Benan Bin Seman dedi ki zail evvela ta ehli imam nice itikad itmek gerektir, yine ve ehli şerik ne vecihle gümrah oldu anlana ve bunların ol vakit malum olurki nübüğvvet velayet kişiye temam olana pes seralevhiyet mevhum oluna kabli mukabil makbul ve alim ilm-i malum oluna serren ve cehren temam mahtum oluna pes kişi ol vakit Mürteza Ali’nin sözüne tasdik edüp Sıddıkına ve Selmana hezaranı dir hezaran selam zema bir Muhammet Aliyüsselam hatme-i katabı şerh hutbetül beyan ve ali ümran-ı aliye elifüsselam ve ali Muhammet ve ala ve sahbiha ve zeryate ve itrate ecmain. Yarabbül alemin.
Yadkâr Hüseyin el fakir’ul hafir bu kitabı tahrir eden an evladı Hasan Dede Veli Kuddisi sırrel azizi sırri Abdulhakir Mustafatemet tarihi sene salis ve seb’ete aşirete ve mailte ve elif-i temetelkitabe be’venallahül meleke el vahab fi yeddü abdül zaifül muhtaç illa rabbel gani settarül levhac ene abdül veli bin aliyel muhtaç ali sene –i resul –i seyyid sertaç nur-ı ilalahiril münhaç ali şeriatül tarikate el hakikül hac darı dünya haştır ema akıbet-i mevti haştır ema şiddeti nar olmasa nemetülkitab bu avnillahül melike vahib.
Alevilerde gördüğüm kitaplar hakkında daha sonra bazı tahliller yapacağım. Burada bu kitaplardan bunların inançları hakkında bilgi toplamanın mümkün olduğunu göstermek istedim. Bununla birlikte seyahatim ve bu makale, kitaplarda anlatılan Alevilikten çok bugün yaşayan Aleviliği göstermek amacını gütmektedir. Genellikle kitaplarda olanlarla, yaşayan şeyler birbirinden farklı olurlar. Bundan dolayı kitapları tam olarak tahlil etmeye imkan yoktur.
İleride görüleceği gibi Alevilerde Salman-ı Farisi hakkında pek çok hikaye vardır. Ayrıca dillerinde Hz. Ali’nin hizmetçisi olan Kanber dolaşır. Bu iki kişiden sonra tanıdıkları Seyyid Battal Gazi, Hacı Bektaş’tır.
Alevi köylerinin hiçbirinde minare ve cami yoktur. Yalnız dedelerin evlerinde misafirhaneler ve ayine mahsus salon bulunur. Dedeler, bir köyden diğer bir köye (ayin zamanlarında) geceleyin ve genellikle yüz örtüsü ile giderler. Dede ocaklarının Aleviler arasında şerif oldukları üzerine bir inançları da vardır. Hatta ocaklı bir kız, ocaklı olmayan bir Aleviyle evlendirilemez. Ama bir dede oğlu herhalde diğer bir ocaklıdan kız alabilir. Müritlerinden kız almağa tenezzül etmez.
Köylerinde bazen imam ve hatip vardır. Fakat bu isimler yalnız askerlik için işe yararmış, yoksa iş yapmak için değil.
Aralarında “Nad-ı Ali” yi bilmeyen yoktur. Bunun hakkında bir de menkıbeleri var. Uhut’ta Hz. Peygamber yaralandığı zaman yere kan damlamasın diye hemen Cebrail gelmiş, kanadını tutmuş ve ya Muhammet “Nad Aliyyen”=“Ali’yi çağır” duasını okutmuş. Muhammet bu duayı okuyunca derhal Ali yardımına gelmiş, Zülfikarı çekmiş, bütün müşrikleri kılıçtan geçirmiş ve Muhammet ile beraber bütün müslümanları kurtarmıştır. Nad-ı Ali şudur: “Nad-ı Aliyyen mazharül acaip tecde avnen leke fil nuvaib innallahe küllü hem ve tam seyeneceli bazımeteke yallah ve bunur nebeveteke ya Muhammet ve bunur velayeteke ya Ali ederkeni ve aliyeke mahuli.
Bazı yerlerde “Ya Allah, Ya Muhammet, Ya Ali” sesleri üçer defa tekrarlanır. Tahtacılarda ise bu dua bir sahife kadar uzundur, Ali’den sonra bütün imamların isimleri okunur.
Buralarda iken bir gün etrafa yağmur yağıyor ve Emirler köyü yakınlarına yağmıyordu. Meğer o sıralarda bu köylüler yağmur istemiyorlarmış. “Bu herif bizi koruyor” dediler. Bunlarda bunun gibi birçok hususiyetler vardır. Mesela birşeyin kendilerinde bulunmadığını ifade etmek için “yok demezler, hak vere” derler.
Bazı isimleri telaffuz etmek istemez ve Bekir, Ömer, Osman, Zebir isimlerine düşmandırlar. Çoğunun ismi Ali Rıza, Hasan, Hüseyin’dir. Buralarda bir yerde Cafer bir yerde de Kanber isimlerine rastladım.
Genellikle Alevilerde yatırlara, erenlere çok önem verilir. Öyle ki bazı meçhul mezarlar bile ziyaretgah (türbe) kabul edilir. Tepelerin arasında muhakkak bir yatır bulunur. Çoğunlukla yatırların ziyaret mevsimi vardır. Her yatırın kendine has gücünün olduğu ve belli hastalıklara şifa vermek özelliğinin olduğuna inanılır. Evliyalar hakkında ki gözlemler diğer yerlerde gördüklerim ile beraber ayrıca yazılacaktır.
Bu köylerde gördüğüm hallerden biri de Alevilerin, ufak münasebetler ile büyük kabul ettikleri adamları kendilerine mal etmek istemeleridir. Gerçi her insan, münasebet gördükçe büyük saydığı adamları kendine mal etmek ister, ama Alevilerde bu his çok güçlü ve yaygındır. Eski Batini tarihlerinde ve gizli tarikat kuranların propagandalarında bu hal anlaşılabilir bir durumda olsa da, bu kendi kendini inandırmak için değil, avlamak istedikleri kişileri, elde etmek için bir araç olarak kullanılırdı. Alevilerde ise durum, bilakis kendilerini anlatan ve aldatmak isteyenlere kolaylıkla inandıran bir irade hastalığı arazını göstermektedir.
Bunların arasında sırdaşlığın ve bir dedeye bağlı olma kardeşliğinin doğurduğu derin bir samimiyet ve mümkün olan anlamıyla dayanışma daima kendini göstermektedir. Birbiri ile dost ve sırdaştırlar. Küçükler, büyüklere derece derece hürmet ederler. Birbirlerini sık sık ziyaret ederler ve ab-ı Kevser ayinini yaparlar, bunlara kendi aralarında sohbet ve muhabbet adını verirler ki bu sohbetlerde kafalar tütsülendiği zaman bağlama ile nefesler söylenir ve bazen de karşılıklı Sema oynanır. (bu sema ayin içinde yapılan üç tür semanın ikincisidir.) Bayramları, düğünleri, eğlenceli zamanları hep böyle geçer.
Herşeyi hoşgörürler, olur olmaz şeylere kızmazlar. Yalnız imamlara ve erenlere karşı söylenen sözlere tahammül edemezler. Yetmişiki mezhepten olan insanlar, bize göre eşittir; derler. Fakat Sünniler hakkında bu eşitliği adaletle uygulamazlar. Çünkü Sünnileri Ebubekir, Ömer, Muaviye taraftarı olmakla suçlar ve bu yüzden onlara kendilerinin mukadderatına fiilen tecavüz etmiş gözüyle bakarlar. Hiç kimseyi sukup saymayız, derler, ama ashabın ileri gelenleri hakkında bu esasları uygulayamazlar. Yezitlik büsbütün başka birşey ve başlıca bir tarikat olduğu halde Alevi olmayan müslümanları genellikle yezidi olarak görürler.
Yezidlerle alışveriş etmezler, kız alıp vermezler, konuşmak ta istemezler, mecbur kalınca tiksinerek görüşürler. Yezidlerin evinde misafir kalmalarına imkan yoktur. Onların yemeklerini yemek istemezler. Bu hareketleri ile sunnilerin daha şiddetli uygulanan aksülamellerini çekmişlerse de bu adetler son zamanlarda çok gevşemiş, silinmeye yüz tutmuştur. Biz bunların izlerini gördüğümüz için buraya aldık.
Bunların düğün, nikah, gelin, doğum, ölüm ve cenaze törenleri, bayramları ve kurbanları Tahtacıların bu husustaki tören ve adetleri derecesinde dikkate değer değildir. Bu sebeple bu hususları Tahtacılar hakkında topladığımız bilgilerde de daha iyi anlayabileceğiz.

Bunlar arasında bulabildiğim üstüne esatire ve efsane niteliğindeki bilgileri, daha sonra geniş bir şekilde Bayatlarla Abdallar arasında bulduğum için, bu konudaki bilgiler seyahatimin ikinci safhasına tahsis ettiğim bölümde yazılacaktır.

BURSA'DA ALEVİ-BEKTAŞİ KÖYLERİ

BURSA'DA ALEVİ-BEKTAŞİ KÖYLERİ


Raif Kaplanoğlu / Tarihçi-Yazar
Önceleri Anadolu köylerinin büyük bölümü Bektaşi idi. Türkler Anadolu’ya geldiklerinde Şamanist inançlarını tümüyle terketmemişlerdi. Müslümanlık inanışları da, Arap Müslümanlığından farklı bir seyir gösterip hem inanış, hem de ibadet açısından çok farklı özellikler içermişti. Dinsel törenlerinde Şamanist unsurlar ağırlık kazanmaktaydı. Dedeler, Bektaşiler için adeta Şaman görevini görüyordu. Bu ünlü dervişlerin Şamanlar gibi kımız yerine şarap içtikleri belgelerden anlaşılmaktadır. Bu dervişlerinden biri olan Baba Sultan’ın kurduğu köy, zamanla Sünni’leşmiş. Ancak yine de bazı eski geleneklerini sürdürüyorlar. Ancak onun müridi sayılan Hasan Dede’nin köyü Doma/Şehitler köyü, Bursa’nın en büyük Bektaşi köylerinden biri. Her yıl dede onuruna şenlikler düzenleniyor. Kuran okumaya çok hevesli olmayan bu köylülerin tüm dinsel törenlerinde de mevlit adı verilen Türkçe ilahiler okumaları, Bektaşiliğin Türk kimliğini koruyan bir inanç biçimine sokmuştur.
Emir Sultan onuruna, Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar sürdürülen “Erguvan Bayramı” da, bir Bektaşi şöleniydi. Bu bayramdan, XVII. yüzyılda söz eden Evliya Çelebi'ye göre bahar mev­siminde, Emirsultan’da deniz gibi bir kalabalık toplanırmış. Genellikle Yörük ve Bektaşi kökenli köylülerin katılımı ile yapılan bu törenlerde, Karacabey ve Orhaneli ilçesine bağlı Erenler, Büyükorhan ilçesine bağlı Tekerler köyleri başta olmak üzere alevi-meşrep insanların sel gibi aktığı söylenmektedir.
Bursa’da da, birçok Bektaşi köyü vardır. Bu köylerin bir kısmı, son yıllarda yerleşen Yörükler olduğu gibi, bir kısım köyler de, yüzlerce yıldır Bektaşi olarak yaşamaktadır.
Keles ilçesine bağlı Sorgun, eski yaşam biçimlerini en güzel biçimde yaşatan bir köyümüzdür. Bu köyde Bektaşiler de yaşamaktadır. Bursa’nın en büyük Bektaşi köyleri ise Şehitler ile İnegöl’ün Kurşunlu Beldesidir. Şehitler tümüyle Bektaşi iken, Kurşunlu beldesinin büyük çoğunluğu Bektaşi’dir.
Bursa’nın birçok köyünde, Bektaşi aliler, Sünni ailelerle birlikte yaşıyor. Bu köylere Bektaşilerin ne zaman geldiğini bilemiyoruz. Ancak Bursa’nın her köşesinde Bektaşilere ilişkin izler bulmak olasıdır. Eski bir piknik yeri olan Alevibaba Yaylası, Lami Çelebi’ye göre, Dolubaba Yaylası'nın yanındadır. Zaten Dolubaba da bir Bektaşi dervişidir. İznik’e bağlı Müşküle köyünde de 1940’lı yıllarda Bektaşi kültürü belirlenmiştir. Yenişehir’e bağlı Barcın, Karacaahmet, Akbıyık ve Tekke köyleri, bugün aynı nispette olmasa da eski Bektaşi köyleriydi. Uludağ’da gezinen Durmuş Yörükleri de Bektaşi Yörükleri idi.

BEKTAŞİ GELENEKLERİ
Seferışıklar köyünde, Orhan Bey'in silah arkadaşı olan Gözle Mahmud’un gömülü olduğuna inanılmaktadır. Köydeki Kalander mahallesi, olasılıkla Kalanderi dervişleriyle ilintili olmalıdır. Nitekim köyde Bektaşilerin yaşaması da bunun kanıtıdır. Kalenderilere de Işıklar denilmektedir.
M.Kemalpaşa ilçesi Söğütalan’a bağlı Garipçetekke köyünde de Bektaşi Türkmenleri yaşamaktadır. Bu köyde çok değişik gelenekler vardır. Köyün batısındaki ormanlık alanda Et Kız adıyla bir yatır vardır. Burası aslında bir lahittir. Cuma ve Pazar günleri, köy kadınları bu yatırı ziyaret eder. Erkeklere ise günahtır. Burada dilek dilendikten sonra ağaca çaput da bağlanır. Güneybudaklar köyünde de Hacet Baba adlı ünlü bir dervişin mezarının vardır. Köyde de bazı Bektaşi haneleri yaşar.
Kabulbaba, M.Kemalpaşa ilçesi Söğütalan bucağına köyde Rumeli'den gelen Bektaşi göçmenler yaşamaktadır. Eski adı Halilbaba idi. Olasılıkla köyün adı bu Bektaşi babasından gelmiş. Başka bir kaynakta ise Fadulfakih adını taşıdığı, Kabul Baba’nın ölümü üzerine bu adı aldığı söylenir. Kabul Baba, burada bulunan türbesinde gömülüdür. Hıdrellez günü, türbede çok büyük bir tören yapılır. Köylüler mutlaka dedeye kurban keser. Türbenin ayak ucundaki toprak yenildiğinde, hastalıklara şifa geldiğine inanılmaktadır. Tümüyle Bektaşi köyüdür.
Kurşunlu köyünün hemen altında Batmaca Dede adlı mevkide bir türbe vardır. Her yıl büyük bir şölen düzenlenen bu mevkide bulunan su kaynağının mide, bağırsak, idrar yolu, karaciğer hastalıklarıyla kaşıntılara iyi geldiği söylenmektedir.
Karacaahmet, köyünde Karaca Ahmet Sultan Türbesi vardır. Mezarın çocuğu olmayanlara iyi geldiği söylenmektedir. Daha çok da, delileri tedavi için kullanılmaktaymış. Deliler, mezarın yanında bağlı olarak bir gece bırakılmaktaymış. Mezarı daha çok Bektaşiler ziyaret etmektedir. Köyde eskiden bir de Bektaşi tekkesi varmış.

YENİ BEKTAŞİ KÖYLERİ
Yörükler, yaşam koşullarının gereği olarak, köy ve kasabalardaki gibi bir İslam anlayışını hiçbir zaman uygulayamamıştır. Yaşam biçimleri buna uygun değildi. Ancak yerleşen Bektaşi köyleri zaman içinde Sünni’leşmişlerdir. 18-19. yüzyılda da, Uludağ’da göçebe olarak yaşayan Bektaşi Yörükleri Bursa’ya yerleştirilmiştir. Bu köyler, belki zamanla Sünnileşecek ama yeni yerleştikleri için halen eski geleneklerini sürdürüyorlar. M.Kemalpaşa ilçesi Söğütalan’a bağlı Mineyva olarak da anılan Ağaçlı köyü, Taşpınar bu tür köylerdir. Orhaneli’ne bağlı Dağgüney köyünü de Bektaşiler kurmuştur. Köy, bugün dağ yöresinin müzisyen fabrikasıdır. Köye müzisyenliği de Bektaşiler getirmiştir.
Bazı Bursa köylerine ise, Bulgaristan ve Yunanistan’dan Bektaşiler göç etmiştir. Aslında, uzun yıllar Bektaşiliğin merkezi Arnavutluk olmuştu. Arnavutların da büyük bölümü Bektaşidir. Ancak Bursa’ya gelen Arnavutlardan çok azı Bektaşidir. Rumeli’nden gelen Bektaşiler OnhangaziOrtaköy’de bir mahalle kurmuştur. Yine İsmetiye köyünde de Yugoslavya'dan gelen Bektaşiler yerleşmiştir. Demirtaş Köyünde Bektaşi Arnavutlar yaşamaktadır.
Bursa’da Türk kökenli Bektaşiler dışında, 1938 Dersim olayları sonucu Bursa’ya yerleştirilen Tuncelili Aleviler yaşamaktadır. Başta Kestel ve Adaköy olmak üzere Fidyekızık, Göllüce, Soğanlı, Küçükbalıklı, Panayır, Alaaddin, M.Kemalpaşa’ya bağlı İncilipınar, Kumkadı, Ormankadı, Başköy (Köyü terketmişler) ile Piremir ve Esenevler Mahallelerinde Aleviler yaşamaktadır.
Bektaşilik bir tarikat, Alevilik ise kişiye aileden intikal eden bir dinsel inanış. Herkes Bektaşi olabilir. Alevilik ise temeli İslam olsa da Müslümanlıkla çok farklı biçimleri olan bir dinsel yaşam biçimi.
Yüzlerce yıl, bazı iftiralar nedeniyle kimliklerini saklamak zorunda kalan Bektaşi ve Aleviler artık daha özgürler. Ancak laik devletin imkanlarından gereği kadar yararlanamadıklarını düşünüyorlar. AB yolunda Türkiye’nin tüm inançlara saygı gösterecek adımları atacağına hiç kuşku yoktur.

GÖÇEBE-YERLEŞİK ÇATIŞMASI
Anadolu’ya gelen Türklerin büyük bölümü Alevi-Bektaşi eğilimliydi. Zaten sürekli gezen göçebelerin, Sunni bir İslam’ın gereklerini yerine getirmeleri olanaksızdı. Bu nedenle, Bursa ve civarında kurulu bulunan köylerin büyük bölümü Alevi-Bektaşi eğilimliydi. Şehirliler ise Sunni idi. Osmanlı yönetimi, siyesi açıdan Sunni anlayışı benimseyip de medreseler de çoğalınca, giderek Anadolu’da Sunnilik artmıştı. Ancak Anadolu’daki göçebelerle yerleşik arasında süren iki-üç asır çelişki ve çatışma, giderek Sunni-Alevi savaşına dönüşmüştü. Osmanlı yönetimi göçebeye baskı yaparken, diğer yandan Alevi/Bektaşi kesime de baskı yapmaya başlamıştı. Bu aşamada Doğu’da, yine birer Türk devleti liderleri olan Timur, Uzun Hasan ve Şah İsmail, Anadolu’daki göçebe-Alevilerin kurtarıcısı olmuştu…
Osmanlı ile Doğu’da kurulmuş olan bu Türk devletleri arasındaki savaşta ise, en büyük sıkıntıyı Aleviler çekmişti. Bugün Alevilerin yaşadığı sıkıntıların kaynağı da, işte bu dönemin siyasi kararlarıdır. Nitekim Doğu’daki Türk devletine karşı yapılacak savaşta, gazilerin şevkini arttırmak ve Şah İsmail’i destekleyen Anadolu’nun göçebelerine baskı yapmak amacıyla siyasi bir fetva çıkarılmıştı. Ebu Suud Efendi’nin fetvasına göre, Kızılbaş olarak anılan Alevilerin “malları, canları” savaşan gazilere helal kılınmıştı.
İşte bu fetva sonunda, Anadolu’daki tüm Alevilerin kimliklerini saklamak zorunda bırakmıştı. Bu dönemde, Uludağ’da bulunan çok sayıdaki Alevi-Bektaşi köyü de, giderek Sunnileşti. Bunlardan en önemlisi, birçok kaynakta açıkça Bektaşi/Babai olduğu belirtilen Babasultan köyü bugün tümüyle Sunnileşmiştir. Ancak yine de bugün, hemen her köyde bir “Dede” mezarının bulunması ve köylülerin buna büyük saygı göstermeleri, eski Bektaşi inanışların izlerini gösteren en önemli işarettir.
Emir Sultan onuruna, Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar sürdürülen “Erguvan Bayramı” da, eski bir Bektaşi şöleniydi. Genellikle Yörük ve Bektaşi kökenli köylülerin katılımıyla yapılan bu törenlerde, Karacabey ve Orhaneli ilçesine bağlı Erenler, Büyükorhan ilçesine bağlı Tekerler köyleri başta olmak üzere alevi-meşrep insanların sel gibi aktığı bir bayramdı...
Bugün halen Bursa’da, birçok Bektaşi köyü var. Ancak bu köylerin ufak bir kısmı eski Bektaşi köyüdür. Çoğu ise son yıllarda yerleşen Yörüklerle, Rumeli göçmenlerin iskanıyla kurulmuş Bektaşi köyleridir.

BURSA’NIN BEKTAŞİ KÖYLERİ
Bugün Bektaşi kimliğini en iyi biçimde sürdüren Bursa’da iki büyük önemli köy var. Geyikli Baba’nın müridi sayılan Hasan Dede’nin köyü Doma/Şehitler köyü, Bursa’nın en büyük Bektaşi köylerinden biri. Her yıl dede onuruna şenlikler düzenleniyor.  İnegöl’ün Kurşunlu beldesinin de büyük çoğunluğu Bektaşi’dir. Her iki köy de, çok eski Bektaşi köyüdür.
M.Kemalpaşa ilçesi Söğütalan’a bağlı Mineyva olarak da anılan Ağaçlı köyü, Taşpınar köyü, Garipçetekke başta olmak üzere 19. yüzyılda kurulmuş birçok Yörük köyü, Bektaşi kimliğini sürdürmekte. Orhaneli’ne bağlı Dağgüney köyünü de Bektaşiler kurmuştur. Köy, bugün dağ yöresinin müzisyen fabrikasıdır. Köye müzisyenliği de Bektaşiler getirmiştir.
Bazı Bursa köylerine ise, Bulgaristan ve Yunanistan’dan Bektaşiler göç etmiştir. Rumeli’nden gelen Bektaşiler Orhangazi Ortaköy’de bir mahalle kurmuş, İsmetiye köyünde de Yugoslavya'dan gelen Bektaşiler yerleşmiştir. Demirtaş Köyünde, Bektaşi Arnavutlar yaşamakta…
Bursa’da Türk kökenli Bektaşiler dışında, 1938 Dersim olayları sonucu Bursa’ya yerleştirilen Tuncelili Aleviler yaşamakta. Başta Kestel ve Adaköy olmak üzere Fidyekızık, Göllüce, Soğanlı, Küçükbalıklı, Panayır, Alaaddin, M.Kemalpaşa’ya bağlı İncilipınar, Kumkadı, Ormankadı, Başköy (Köyü terketmişler) ile Piremir ve Esenevler Mahallelerinde Aleviler yaşamakta…
Keles ilçesine bağlı 19. yüzyılda yerleşmiş Sorgun, eski yaşam biçimlerini en güzel biçimde yaşatan bir köyümüz olup Bektaşiler yaşamakta… İznik’e bağlı Müşküle köyü, Yenişehir’e bağlı Barcın, Karacaahmet, Akbıyık ve Tekke köylerinde de, eski Bektaşi köyleriydi. Uludağ’da gezinen Durmuş Yörükleri de Bektaşi Yörükleriydi. Bir Bektaşi şeyhi olan Dolu Baba’nın yakınlarında, Alevibaba Yaylası adıyla anılan bir piknik alanı bulunmakta…

BEKTAŞİ TEKKELERİ
Bursa'da kurulan ilk tekkeler de, genellikle Bektaşi tekkeleriydi. Zaman içersinde, siyasi nedenlerden Bektaşilik gerilemişti, ancak yine Bursa’da birçok Bektaşi tekkesi vardı. Bunlar; Abdal Musa, Abdal Murad, Geyikli Baba ve Postinpüş Baba ve Akbıyık Tekkesiydi. Evliya Çelebi de Bursa’da, "Şeyh Kiliman Tekkesi" adlı bir Bektaşi tekkesinden söz etmekte…
Ancak Bursa’nın en ünlü Bektaşi tekkesi, Işıklar’daki Ramazan Baba Tekkesi’ydi. Bu tekkenin son şeyhlerinden biri olan Şeyh Sabit (öl. 1911), Bursa’nın en renkli kişilerinden biriydi. Şeyh Sabit, çevresinde girişkenliği misafirperverliği ve nüktedan tavırlarıyla tanınmakta…
Şeyh Sabit, sahip olduğu arazilerini, 93 Göçmenlerinin iskanı için vermesinden dolayı yeni kurulan bu mahalleye, Şeyhsabit Mahallesi denilmişti. Hatta Şeyh Sabit Efendi, Işıklar semtini ağaçlandırmış, Hükümet Caddesi'nden Işıklara kadar olan yolun her iki tarafına ağaç dikmeye çalışmıştı.
Bugün Şeyh Sabit adı unutulmuş, mahallesinin adı değişmiş, tekke-mescidi de ev olmuş… Fadiye Güzerman’ın tasarrufunda bulunan Eşrefiler Caddesindeki tekke binası da satılık. Koruma Kurulu ise, Ayşe Yandayan başvurusuna karşın tescili onaylamamış. Oysa tapuda, açıkçı konutun eski durumunu mescit olarak tesit etmekte…

RUM BEKTAŞİLER
Aslında Rumeli’ni, önce Bektaşi şeyhleri fethetmişti. Birer misyoner örgütü gibi, Bektaşi tekkeleri, Rumeli’nin İslamlaşmasında büyük katkı yapmıştı. Hatta bugün bile, Bektaşiliğin en önemli merkezi Arnavutluk olarak kabul edilmekte. Tüm Rumeli’nde, Bektaşilik halen çok yaygın…
Bugün hoşgörü konusunda, Mevlevilik öne çıkarılsa da, bence Bektaşiliğin felsefesi ve hoşgörüsü, Tasavvuf dünyasında rakipsizdir… Bugün, geçmişle bugün arasında bir bağ aranacaksa, çağa ayak uydurabilecek tek felsefe anlayış, Bektaşilik olabilir…
16. yüzyılda, Yenişehir Akbıyık köyündeki Bektaşi tekkesinde, 4 tane Hıristiyan kökenli dervişler bulunmaktaydı. Charles Mac Farlane adlı bir İngiliz seyyah da, 1850 yılında geldiği Bursa’da, çok sayıda Bektaşiye rastladığını söyler. Ama daha ilginç olanı ise, Antonaki Varsamis adında Rum bir Bektaşi babasının olduğunu belirtmesi…
Bugün ülkemizde yaşayanların yüzde 95’inin Müslüman olması,  binde bir bile olmayan Nasturi veya Süryanilere karşı üstün olmasını gerektirmez. Laiklik, devletin, ülkesindeki her dine mensup kişilere karşı aynı mesafede olmak anlamına gelir…

FARKLI OLANI BENİMSEME
Bundan 2-3 yıl önce, bir ilahiyat profesörü, Muharrem ayında yazdığı bir makalesini dağıtmıştı. Bu yazıda, Kerbela olayı Sunni bakış açısıyla etüt ediyordu. Bir başka dervişin ağzıyla, Kerbela olayının bir kader olduğu vurgulanarak, “Bunu Allah istedi, yoksa bu olay gerçekleşmezdi” türünden bir mantıkla, olayı savunuyordu…
Bu yazıyı okuyup sinirlenen Safiyeddün Erhan(Eşrefoğlu), her yıl Çatalfırın Tekkesinde düzenlediği Aşure Ayini öncesinde bir konuşma yapmıştı. Aslında bu yazıyı yazan hocamız, kendince son derece iyi niyetli olarak, ama kendi bakış açısıyla yorumluyordu Kerbela Olayını… Kerbela yasının, Sunnilerle Alevi/Bektaşiler arasında bir kin alanı olmasını engellemek istiyordu. Ancak, Sunni bakış açısıyla, Alevi/Bektaşi inancı yorumlamak yanlış yorumlara neden olabilir…
Oysa Alevi/Bektaşiler, farklı olmadıkları için değil, farklığı ile tanınıp kabullenmek isteniyor. Ulusal Türk Cumhuriyetinin kurumasında en önemli katkıyı yapan Alevi/Bektaşiler, farklığıyla bu ülkede yaşamak istiyor… Özellikle AKP’lilerin her konuşmasında sözüne ettiği, “Yüzde 99’u Müslüman bir ülkede”, Alevi-Bektaşiler, istatistiklere bile girememesinden incinmekteler…
Bursa’da bugün 20’yi aşkın köyde Bektaşi ve Aleviler yaşamakta. Bektaşi ve Aleviler, uzun yıllar kimliklerini saklamak zorunda kaldı. Sessiz sedasız yaslarını tuttu, Muharrem’de oruçlarını açtı. Kendilerini Sünni Müslümanlardan farklı gören Bektaşi ve Aleviler, artık laik devletin kendilerine bazı hakların tanınmasını bekliyor…
 *************

BİR ALEVİ KÖYÜ: İNEGÖL ŞEHİTLER

Hülya TAŞ
Şehitler köyü Bursa’ya 30 km uzaklıktadır. Soyu Ahmet Yesevi’ye dayanan köyü Hasan Dede’nin kurduğuna inanılmaktadır. Dışarıdan göç almayan köyün büyük ölçüde gelenekselliğini korumaya çalıştığını görmekteyiz. Bu araştırmada, Alevi inançlarının şekil verdiği köyün evlenme törenlerinde yer alan gelenek ve görenekler incelenmeye çalışılmıştır.

Bursa’nın İnegöl ilçesine bağlı olan Şehitler Köyü, il merkezine 30 km, ilçe merkezine 12 km uzaklıktadır. Eski adı Doma’dır. Daha sonra Bekçeviz olarak adlandırılan köy’ün adı 1970’ ten sonra İstiklal Savaşı sırasında çok şehit vermesinden dolayı Şehitler köyü olarak değiştirilmiştir (Kaplanoğlu1996; 258). Köyün kurucusu olduğuna inanılan Hasan Dede, Hacı Muradı Veli’nin evlatlarından olup, soyu Ahmet Yesevi’ye dayanmaktadır. Köyde 5 aile dede soyundan gelmektedir. Diğerleri Talip’tir1. Köyün tümü Alevi olup bu özelliği ile orijinalliğini korumaktadır.
Her yıl mayıs ayının ikinci haftası Hasan Dede (Cemiloğlu 2002;115) ve İstiklal şehitleri adına anma törenleri düzenlenmektedir.
Yatırlarıyla da bilinen Şehitler köyünde Hasan Dede türbesinin dışında Sarı Kız, Kara İshak ve Arap Dede adlı üç mezar vardır. Sarı kız Hasan Dede’nin kızı, Arap Dede oğlu, Kara İshak’ın ise savaşırken şehit düşen bir Alevi dedesi olduğu söylenmektedir. Nüfusu 800 dolayında olan köyde 180 hane bulunmaktadır. Köyde bir ailenin en fazla iki çocuğunun olması ve köyün dışarıdan göç almayıp, dışarıya göç vermesi nüfusun aynı kalmasını sağlamaktadır. 2 Bu göçün çoğunluğunu kasaba ve şehir merkezlerine ticaretle uğraşmak için gidenler ile yükseköğretime devam edip meslek sahibi olarak yaşamlarını il ve ilçe merkezlerinde devam ettirenler oluşturmaktadır. Köyde ilkokul, kütüphane, cami, türbe ve cem evi bulunmaktadır. Köyde yer alan ilkokul da bir ana okul sınıfı ve ilkokul üçe kadar okutulan öğrenciler bulunmaktadır. Diğer sınıflar için öğrenciler Yenice’ ye ve İnegöl’e gitmektedir.
Köyün kütüphanesinde 1500’e yakın kitap bulunmaktadır. Köy halkının çoğu ilkokulu bitirmiştir. Yaşlıların çoğu okur-yazardır. Köyde 500 yıllık bir hamam bulunmaktadır.
Hamam harap halde olduğu için kullanılmaz durumdadır. Bu hamamın restore edilerek müze haline getirilmesi için çalışmalar yapılmaktadır. Özellikle düğünlerde kullanmak için 1997 yılında küçük bir hamam yaptırılmıştır. Bize verilen bilgilere göre, köyde hiç kimse yüz kızartıcı suçlardan, kavgadan veya kanunların suç saydığı davranıştan dolayı karakola veya mahkemeye gitmemiştir. Basit anlaşmazlıklar da kendi aralarında çözümlenmektedir. Derlemeler sırasında köyde komşuluk ilişkileri üzerinde de durulmuştur. Kendi ifadelerine göre hiçbir komşu diğer komşusu ile kavgalı değildir. Aralarında sorun olanlar bu sorunlarını çözmedikleri sürece yapılan Cem ayinlerine katılamazlar. Köylü bu gibi insanları dışlar. İnsanlar dışlanmamak için birbirlerinin haklarına saygı gösterirler. Diğer yandan köylüler, kendilerini insan haklarına ve kanunlara saygılı, Atatürk ilke ve İnkılâplarına bağlı kişiler olarak tanımlamaktadırlar. Evlerin birçoğunda, Cem evinde, Hz. Ali’nin, On iki imamın ve Atatürk’ün fotoğrafları bir arada bulunur. (Taş, 2000;711)

Alevi Al Basri

Alevi Al Basri

İsmail Kaygusuz
"Alevi Al Basri" Namıyla Ali bin Muhammed Önderliğinde Zenci Köle-İşçilerin Ayaklanması
Abbasi İmparatorluğu'nu sarsan diğer bir toplumsal başkaldırı Zenci kölelerden geldi. 869’dan 883’e kadar tam 14 yıl sürdü. Bu konuda en geniş ve derli toplu araştırmayı 1976’da Paris’te yayınladığı ‘La Révolte des Esclaves en Iraq au IIIme / IXme Siécle’ (İngilizce versiyonu: Henry Louis Gates'in yeni bir 'Giriş'iyle Çevir: Léon King,The Revolt of African Slaves in Iraq in the 3rd / 9th Century, Princeton 1999) adlı kitabıyla Alexandre Popoviç yapmıştır. Temel aldığımız bu yapıtla birlikte, Louis Massignon’un First Encyclopaedeia of Islam 1913-1936: 1213’daki makalesi ve Asghar Ali Engineer’in The Origine and development of İslam (New Delhi 1980) ve diğer birkaç yabancı yazarın araştırmasından kaynaklanarak, bu büyük toplumsal ayaklanmayı özetlemeye çalışacağız:
Tabari’nin verdiği bilgilere göre isyan, kanallarda çalışan (kassahin) zenciler tarafından çıkarıldı. Bu köle-işçilerin görevi aşağı Mezopotamya’da ekilebilir tarım arazisi oluşturmaktı. Fırat ve Dicle nehirlerinin birleşip Şattularab adını aldığı Basra’nın doğusundaki delta bölgesinin topraklarını tuzdan arındırarak işlenebilir duruma getiriyorlardı.
Onbinlerce sayıya ulaşan bu köleler ya Doğu Afrika’dan, Zengibar’dan (bugünkü Tanzania) zorla yakalanarak getirilmiş ya da İmparatorluğa bağlı ülkelerden vergi olarak alınmış, savaş esirleri durumundaydı. Bu bölgede büyük toprak sahiplerinden pek çoğunun tuz bataklıkları kompleksi vardı. Hem bu bataklıkların suları kanallarla boşaltılarak tuz elde ediliyor, hem de toprak yıkanıp tepeler-yığınlar oluşturulup teras tarımına hazırlanıyordu. Çoğunluğu zenci olmakla birlikte kırsal bölgenin yerleşme birimlerinden de getirilmiş bu köleler 500’den 5000’e kadar ağır işçi bölükleri halinde kamplara yerleştirilmişti. En büyük iş kampı Dujayl'da ve burada 15 000 zenci köle-işçi çalışmaktaydı. Evsiz-barksız, umutsuz, en kötü koşullar içinde yaşıyorlardı. Bütün yiyecekleri birkaç avuç un, bulgur ve hurmaydı. Bu köleler efendilerinin dinini, ancak dillerini öğrendikten sonra tanımaları söz konusuydu. Sonuç olarak, kendilerini ezen ve insan yerine koymayan efendilerinin dini Ortodoks İslamı değil, tersine onlara karşı haklarını savunacak, adalet ve eşitlik getirmeyi vadeden Heterodoks İslamı (Aleviliği) benimseyeceklerdi. Böylece “Sahib al-Zenc” olarak kendilerini kurtaracak Ali soyundan birini, Ali bin Muhammed’i buldular.
Biruni’nin anlattığına göre bu kişi; İmam Ali’nin, Hüseyin kolundan Zeyd soylu sekizinci kuşak torunu olan "Alawi al-Basri" namıyla (Basralı Alevi) Ali bin Muhammed al-Burkui (yüzü Peçeli) idi. İranlı olduğunu ileri sürenler olduğu gibi, melez olduğunu söyleyen yazarlar da bulunmaktadır. Louis Massignon'a göre, olasılıkla bölgede yeni başlamış Karmati propagandasıyla ilişkisi olan Raşid Kurmati adında biri onu destekledi. Raşid Kurmati’nin, bir değirmenci, bir şerbet satıcısı ve bazı kaçak zenci kölelerle kurduğu gizli örgüte (ubbak), Babeki-Karmati usülü bağlılık yemini ile girdi. Kısa zamanda başına geçtiği örgütü büyütüp geliştirdi ve ihtilal ölçülerine yükseltti. 255 hicri yılının Ramazan ayında (Eylül 869) Kuran’dan, “Kendilerini savaşmaya ve bıçağa adamaktan (khuruc ghadban billah)” söz eden ayeti okuyarak büyük başkaldırıyı başlattı.
Büyük Zenci Köle-İşçi İsyanının Başlangıç Aşaması
Alexandre Popovic, Ali b. Muhammed'in ilk dönemi ve bu büyük başkaldırının başlangıcı hakkında şu bilgiyi veriyor:
"W. Caskel (Ali b. Muhammed'in ilk) dönemini şöyle özetliyor:
'Hicri 249-254 (863-868) yıllarında bir Alevi (Alisoylu) ya da pseudo-Alevi (sahte Alisoylu) Bahreyn'de başkaldırdı. Önce Hacar'da, sonra Al-Ahsa'da Banu Sad ile birlikte şansını denedi. Başaramayınca çöle açıldılar; Tamim ve batıdan gelen diğer kabilelerden oluşturdukları bir orduyla harekete geçtiler. Al Uryan ve diğer Abd al-Kays şefleri isyanı güçlükle bastırdılar. Ancak çok geçmeden Basrada büyük Zenci ayaklanmasını gerçekleştirecekti.'
"Ali b. Muhammed'in Basra'daki Babal ve Sad kabileleri arasındaki kavgalardan biri tarafına geçerek yararlanıp başkaldırma girişimi başarılamadı. Vali Muhammed b. Raja al Hidari onu ve arkadaşlarını kentten kovdu. Ali b. Muhammed ve dört arkadaşı Bagdad'a kaçıp izlerini yitirdiler. Ona katılmış olan Basra'daki yandaşları ve ailesinden üyelerinden karısı, büyük oğlu kızı ve hizmetçisi valinin buyruğuyla tutuklandılar..."
"Ali b. Muhammed, Bağdad'da kaldığı süre içinde yandaşları çok sayıda artmış ve yeni yoldaşlar edinmişti. Bunların arasında Cafer b. Muhammed al-Suham, Muhammed b. al-Kasım, Yahya b. Abd al-Rahman b.Khakan'ın iki azatlısı Muşrik and Refik vardı; Muşrik'e Hamza Abu Ahmet, Rafik'e Cafer Abu al-Fadl adını verdi..."
"Ali b. Muhammed, Basra valisinin iki kabilenin kentte yarattığı anarşiyi önleyemediği için azledildiğini öğrenir öğrenmez Basra'ya döndü önceki ve Bağdad'da kazandığı altı yakın adamıyla. Furat al Basra'ya gelince, oradan tuz arıtma bölgesi Amud al-Muna Kanal'ı üzerindeki Bi'r Nahl'da kurulmuş Kasr al-Kurayş'a yerleştiler. Ali b. Muhammed burada kendisini bir iş adamı ve Watıkh'ın çocuklarından birinin adına, Sabbakh tuzlalarından birinin yöneticisi gibi gösterdi. Bu durum onun Zencilerle yakından ilişki kurmasını ve böylece başkaldırma hazırlıkları yapmasını sağladı." (Alexandre Popovic, İngilizceye çeviren: Léon King, The Revolt of African Slaves in Iraq in the 3rd/9th Century, Princeton 1999: 35-38)
Görüldüğü gibi gerçekten profesyonel bir ihtilalci kimliği taşıyan Ali b. Muhammed, kabile anlaşmazlıklarına dayandırdığı ilk başkaldırılarında aldığı yenilgilerden ders çıkarıp, en temel yöntemi, yani sınıfsal kavgayı öne çıkartıyor; Basra tuzlalarında çalışan üretici köle-işçi sınıfının başına geçiyor. Bunun yolu da onların arasına girmek ve birebir, yüzyüze propaganda yapmaktır. Beş yıl bir Alisoylu olarak yaşadığı ve kendisini tutan kabileler arasında bazı keramet gösterileriyle Peygamber / İmam saygısı görmüş olduğu Bahreyn ve çevresindeki son yenilgisinde kaçıp gizlendiği Saman kasabasında kuşa seslendiği şiirinin bazı dizelerinde şunları söylüyor:
"Ey Saman kuşu, orada yalnız başına ne ötüp duruyorsun?
Yoksa bir kaza seni dostundan mı ayırdı?
Yanıma gel birlikte teselli bulalım..."
...
"Gururla başlarında bulunduğum Tamimli adamlarım
ve Yarbu oğlu Kulayb'ın yiğitleri atbinmiş;
Saad merkezi tutuyor,
Kanatlarda Numayri ve Kilab'ın adamları yalınkılıç direniyordu"
"Eğer bir kaza engel olmazsa, onları öyle bir şaşırtacağım ki, bir yay kullanarak sabahleyin Amir ve Muharib'i delik deşik edeceğim..."
...
"Uryan sanıyor mu ki, hendek kenarındaki saldırıda düşen süvarilerimi unuttum?"
Bir başka şiirinde:
"Abd al-Kays, benim kendisini unutmuş olduğumu sanmasın sakın! Onu asla unutmayacak ve öcümü alacağım."
Ali b. Muhammed'in Zenci köle-işçilerin arasına girdikten sonra öç alma duygusuyla harekete geçmenin yerini, şimdi devrimci savaşım bilinci alacaktır. Artık Sahib al-Zenci adıyla anılacak olan Ali b. Muhammed'den Samarra'da, Bahreyn ve Basra'da yazmış olduğu şiirlerden 190 dize günümüze ulaşmıştır. Bunlar güçlü edebi özellikleri olmamasına rağmen Halife çevresini; kendisi, ailesi ve soyunu, Ali sevgisini; Bahreyn'deki çarpışmaları ve Basra tuzlalarındaki köle-işçileri çevresinde toplamayı nasıl başardığını dolaylı ve dolaysız anlatan dizelerdir. (Arap kaynaklarından aktaran Alexandre Popovic, Çev.Léon King, The Revolt of African Slaves in Iraq in the 3rd / 9th Century, s. 34, 151)
A. Popovic oldukça dikkat çekici bulunan Zenci köleler ihtilalinin başlangıcı anlatmayı şöyle sürdürüyor:
"Bölgede ona ilk katılan (gerçekte bilinçli olarak yüzyüze propagandayla kazanılan İ.K.) Reyhan b. Salih adında bir kişi oldu. Adam, oradaki Zenci işçilere dağıtılmak üzere Basra'dan un taşıma işinde çalışmaktaydı. Tuzla alanlarındaki köle-işçilerin yaşamları ve yeme-içmeleri hakkında en iyi bilgileri o getiriyor ve Ali b. Muhammed adına onlara propaganda yapıyordu. Bir süre sonra işini bırakıp onun saflarına katıldı..."
"Bu arada Basra'ya gönderdiği Refik, oradan kendisiyle birlikte harekete kazandırdığı Şibli b. Selim adında bir şerbet satıcısını da getirdi. Ayrıca Ali b. Muhammed, Refik'e Basra'dan satın alması için kırmızı renkte ipek kumaş ısmarlamıştı. Ondan bir bayrak dikildi ve üzerine yeşil harflerle, Kuran'dan Tevbe Suresi'nin 111. ayeti yazıldı. Ayette, 'Tanrı inananlardan satın alacağı canları ve mallarına karşılık Cennetten bir ödül verecektir; çünkü onlar Tanrı yolunda savaşır, ölürler ve öldürürler. Bu alışveriş için sevininiz' denilmektedir.1Ayrıca bayrak üzerine Ali b. Muhammed, yani kendisinin ve babasının adı yazıldı."( A. Popovic, agy, s. 41-42)
Artık ona göre, sıra bayrağı kaldırıp ihtilali başlatmaya gelmişti. Böylece bayrak üzerinde buyurucu Kuran ayetinin altında, Tanrının nebisi (Muhammed) ve velisinin (Ali) adını görenlerin ilk anda, onun önderin adı olduğunu düşünmemesi olanak dışıdır. Bu akıllıca siyasetle insanlar daha kolay bu bayrak altına çekilmiş. Önderi tanıyıncaya dek çoktan hareketin içine girmiş oluyorlardı.
"İsyancılar, önce işlerine gitmekte olan 50 kişilik bir köle-işçi grubunun yolunu kestiler. Onların başlarındaki ustabaşının ellerini ayaklarını bağladıktan sonra, onları yanlarına katarak başka bir iş alanına gittiler. Aynı yol izlenerek, Abu Hudayt dahil 500 kölenin onlara katıldığı bildiriliyor. Daha sonra aralarında Zurayk ve Abu Hanjar'ın bulunduğu bir 150 kişilik ve arkasından bir diğer 80 kişilik köle grubu katıldı. Sonuncusunun arasında Raşid al-Magribi ve Raşid al-Kurmati de bulunuyordu. (Yukarıda belirtildiği gibi Louis Massignon, bu anlatılanların Karmati propagandasıyla ortaya çıkan bir örgütlenme olduğu ve Ali b. Muhammed'in bir yeminle örgüte girip başlarına geçtiği görüşünü Faysal al-Samir gibi Popovic de kabul etmiyor. İ.K.) Bu eylemler sık sık yinelendi ve isyancıların safları genişlemeyi sürdürdü."
"Vakit geldiğinde, Ali b. Muhammed onların hepsini biraraya çağırdı ve bu katılımların, birleşmelerin nedenlerini açıkladı. Kendilerine çok sağlıklı koşullar altında bir yaşam sağlıyacağı sözü vermekle kalmadı; onları asla aldatmayacağı ve hep destekleyeceği üzerinde ciddi bir biçimde yemin etti. Ayrıca köle-işçi sahipleri ve onları kullananlara da; zenci kölelere karşı baskıcı davranışlarından ve Tanrı tarafından yasaklanmış şeyleri onlara reva görmelerinden dolayı ölüme müstahak olduklarını anımsattı. Onlar ise Ali b. Muhammed'e, kölelerin çok geçmeden kendisini de terkedeceği yanıtını verdiler. Hatta ona kölelerini geri vermesi için para (kelle başı 5 Dinar İ.K.) ödemeyi önerdiler. Bunun üzerine kölelere, oraya gelmeye ve para önermeye cesaret etmiş bulunan köle sahipleri ve ustabaşlarına dayak atmalarını emretti. Her birine beşyüzer sopa vuruldu. Sonra olup bitenler ve sayıları hakkında, çevrelerinden birine birşey söyledikleri takdirde, bu kişilere karılarından boş düşeceklerine dair yemin ettirdikten sonra, onları salıverdiler. Ama, içlerinden biri hemen Dujayl'a geçti ve 15 000 kölenin çalışmakta olduğu en büyük kampın ustabaşılarını uyarmaya gitti. Ali b. Muhammed'e gelince, ikindiden sonra bölgeyi terketti. Adamlarıyla birlikte o da Dujayl'a gitti ve Maymun Kanal'da yerleşti. Pazar yerinin ortasındaki kanala bakan camiyi karargah evine dönüştürdü ve Ali b. Muhammed b. Ahmed b. Ali b. İsa b. Zeyd b. Ali b. al- Huseyn b. Ali b. Abi Talib adıyla ihtilali başlattı." (Alexandre Popovic, agy, s. 42-43)
Hareketin Kısa Özeti
Ne yazık ki kaynaklar, onun yönetim sistemi üzerinde ayrıntı vermemektedir. Sadece halife vekili Muvaffak tarafından bu isyancı Zenci köle-işçilerle, acımasızca sürdürülen savaş dönemine gönderme yapıyorlar. Cubba’dan harekete geçen Zenci lideri sapanlarla silahlanmış kuvvetlerini iki bölüme ayırdı:
  • 1.     Sadece zencilerden oluşan birlikler,
  • 2.     Fırat çevresi köylüleri, Kurmatiler ya da Karmatiler ve Nubialı, Güney Mısır bölgesi halkları Sudanlılar.
  • Arap kabilesi Banu Temim tarafından bir donanmayla desteklenen Ali b. Muhammed al-Burkui, Ubulla, Abbadan, güney Ahvaz ve son olarak büyük Basra kentini aldı. 877’de Cabbul, Numaniya, Carcariya, Ramhurmuz ve Wasit’e kadar ilerledi. 879’a doğru Bağdad’ın 17 mil yakınlarına kadar yaklaşarak yağmalarda bulundular.
Hareketin en önemli özelliklerinden biri, üzerlerine gönderilen paralı zenci köle birliklerin isyana katılma olayıydı. Ayrıca bazı özgür köylüler de, büyük toprak sahipleri sınıfına karşı duydukları öfkelerin artması dolayısıyla harekete katılmaktan çekinmediler. Büyük tehlikenin farkına varan Halife’nin kardeşi ve vekili, bütün güçlerini ikinci bir saldırı için harekete geçirdi. Ancak savaşı bitirmek üç yılını aldı; önce Zenci köle işçilerin Mania kampındaki 5 garnizonunu yerlebir etti ve arkasından Basra’nın güneyinde Abu’l-Khasib kanalı üzerinde bulunan ve Ali b. Muhammed'n başkenti Muhtara’daki kampı 881’de kuşatmaya aldı. Bir yıl dayanan Zenci köleler, 882’de silah bıraktılar ve önderleri Ali bin Muhammed al-Burkui ise 883’te yakalanıp öldürüldü.
Bu isyanın da kanlı bir şekilde ve vahşice bastırılmasında, Babekilerde olduğu gibi yine bir Türk kumandan ve onun birliklerinin rolü olmuştur. 837’de Afşin’in birlik kumandanlarından Boğa’nın oğlu olan Musa, İmparatorluğun doğu eyaletleri genel valisi bulunuyordu. 873’de Zenci isyanı Ahvaz’a ulaştığında Musa duruma müdahele etmişse de herhangi bir başarı elde edemeden, eyaletlerindeki karışıklıklar yüzünden ordusunu çekmek zorunda kalmıştı. Ancak Boğa oğlu Musa 881’de Al-Muvaffak’a geniş güven ve destek vererek, kendisinin İmparatorluk yönetimindeki etkinliğini artırmış. Onun kumandası altındaki Türklerin, Saffaridlere karşı Bağdad’ı korumaları ve Zencilere karşı büyük desteği sayesinde bu büyük isyanı bastırabilmiştir. (Roy Mottahedeh, ‘The Abbasid Caliphate in Iran’, Cambridge History of Iran Vol. IV, Cambridge 1975: 78-79)
Zenci Köle-işçi Hareketi ve Ali b. Muhammed için Son Birkaç Söz
Tam ondört yıl süren İslam tarihinin en büyük Zenci köle-işçiler ayaklanmasında, beşyüzbin ile ikibuçukmilyon arasında insan öldüğü sanılmaktadır. En büyük ayaklanma dedik, çünkü bu ilk Zenci köleler ayaklanması değildi: İlk ikisi Emeviler döneminde, üçüncüsü ise Abbasi halifeliğinin kuruluş yılında gerçekleşmiştir.
689-690'daki ayaklanma, iş alanlarını terkedip gruplar oluşturan Zencilerin, çiftliklere köylere baskınlarda bulunarak, yağma yapmalarından öteye gidemedi. Irak valisi Halid Musab b. al-Zübeyr'in ordusu onları kolayca yakalayıp hapse attı ve arkasından darağacına çektirdi. 694 yılındaki ikinci ayaklanmanın daha iyi hazırlandığı görülüyor: Tanınmış Emevi valilerinden al-Haccac'a karşı, çok sayıda Zenci toplulukları Rabah (Riyah) adında birini Şir-i Zenci (Zenci Arslanı) seçip, onun kumandasında ayaklanmışlardı. Bu kişi Abdullah İbn al-Jarud olarak tarihe geçmiştir. Bir yıla yakın süren hareket al-Haccac tarafından ezilmiştir. Tarihsel kaynaklar, çok açık olmamakla birlikte, 749-750'de ilk Abbasi Halifesi Abul Abbas al-Saffah'ın 4000 kişilik bir kuvveti Musul civarındaki Zenci isyancıların üzerine gönderdiğini söylemektedir. Çok büyük bir şiddet gösteren bu kuvvet bölgede kadın, erkek ve çocuk onbinden fazla insan öldürülmüştür. Zenci köle toplumsal hareketleri Tabari'de (838-923) ve 12. yüzyıl bir başka Arab yazarı Al-Kayravani'nin Kitab al-Uyun'dan bir pasajda değişik biçimlerde anlatılmaktadır (Alexandre Popovic, agy, s. 22-23).
Alexandre Popovic'in kitabının İngilizce versiyonuna bir giriş yazmış olan Jr. Henry Louis Gates büyük Zenci ayaklanmasını şöyle değerlendirmektedir:
"Zenci topluluklar, genelde İslam ülkelerinde köle olarak bulunuyordu. Bütün köleler gibi onlar da efendilere göre, hırsız, kaçak, akıldan yoksun, belleği boş bilgisiz insanlardı. Ağır baskı altında, yüzlerce ve binlercesi zorla kamplara tıkılmış, ailesiz, umutsuz bir avuç yiyecekle beslenen işte bu köleler, Ali b. Muhammed'in önderliğinde 869 ile 883 yılları arasında, Bağdad'daki efendilerine başkaldırdı ve özgürlükleri için ölümüne savaştılar. 14 yıl boyunca çok önemli askeri zaferler kazanarak, hatta kendi başkentlerini kurarak büyük başarılar elde ettiler. Abbasi İmparatorluğu'nun doğrudan Irak, Mezopotamya ve Batı İran üzerinde ve dolaylı olarak Kuzey Afrika'dan Orta Asya'ya ve Hazar Denizi'nden Kızıl Deniz'e uzanan topraklar üzerindeki üstünlüğüyle dünyanın en güçlü devletlerinden biri olarak düşünüldüğünde, bu başarılar olağanüstü bir biçimde önem kazanır.." (Agy, s.XI-XII)
Büyük Zenci köle ayaklanmasının önderi Ali b. Muhammed'e, al- Burkui (peçeli), Sahib al-Zenci, Alevi al-Basri (Basralı Alevi), Sahib al- Rih (Rüzgarın efendisi), al-Khabith (şeytan), al-Hain, al-Lain (lanetli), al-Habib (sevgili), al-Murık (sapkın), al-Fısk al-Fücur(zina yapan, günahkar) vb. 10'dan fazla birbiriyle çelişen anlamları içeren lakap ya da sıfatlar verilmiştir (A. Popovic, agy, s. 193-194). Elbette ki bunlar, hem düşmanları hem yandaşlarının ona nasıl baktıkları ve hangi duygularla yaklaştıklarını açıkça göstermektedir. Burada Alevi al-Basri bir yana, özellikle düşmanları tarafından verilmiş olması gereken al-Murık (sapkın), al-Khain, al-Fısk al-Fücur (zina yapan, günahkar), lakapları bile Ali b. Muhammed'in Heterodoks İslam (Alevi) inançlı olduğunu kanıtlamaktadır. Ortodoks Müslümanlar (Sünni egemenler), isyancı heterodoks grupları aşağılamak için her zaman, bu ve buna benzer sıfatlarla anmıştır. Ali b. Muhammed'in - onu bazılarının pseudo/alawi nitelemelerine rağmen-İmam Zeynelabidin oğlu Zeyd soyundan bir Alevi olduğu doğru olmalıdır. Zenci önderinin anası Kurra'nın (binti Ali b.Rahib b. Muhammed) büyük dedesi Hakim'in Küfe'de yaşadığı, 740'larda Zeyd b. Ali'nin yandaşı olduğu onun ve oğlu Yahya'nın Horasan'da öldürülmesinden sonra Rey'e gidip, yakınında bulunan Warzani'ye yerleştiğini biliyoruz. Safadi'nin anlattığına göre ise, Kurra'nın dedesi (al-Rahib olmalı?) her Hacca gittiğinde Ali ailesinden bir Şeyhi ziyaret edip ona hediyeler verirmiş. Son gidişinde onun ölmüş olduğunu öğreniyor ve on yaşlarındaki oğlu Muhammed'i alıp Rey'e götürüyor. İşte bu Muhammed, al-Burkui'nin babası (A. Popovic, agy, s. 33) ve Zeyd'in torununun torunu oluyordu.
"Alevilik İnanç, Kültür, Siyaset Tarihi ve Uluları" (1.cilt, İstanbul 1995: 29-40) kitabımızda uzunca anlattığımız gibi, Zeynelabidin oğlu Zeyd'in dört oğlu bir kızı olduğu ve bunlar Medine'de oturan İmam Cafer al-Sadık'ın korumasında yetiştirildikleri bilinmektedir. İlk oğlu Yahya'nın babasından birkaç yıl sonra isyan ettiği Cuzcan'da öldürüldüğü ve Hüseyin Züddema'nın torunlarından Ali Medeni'nin 9. yüzyılın ilk yarısında Malatya'ya gelip yerleşmiş olduğunu da biliyoruz. Diğer oğlundan birinin İsa mutim al-Eşbal, diğeri ise Muhammed idi. Ali b. Muhammed al-Burki'nin İsa b. Zeyd'den geldiğini, yani Ali soylu olduğunu yadsımak boşunadır.
"Çeşitli nedenlerden dolayı, Ali b. Muhammed'in kişiliği hakkında bir yargıya varmak kolay değildir. Kuşkusuz o, ikna edici ve kurnaz olan göze çarpıcı bir kişilikti. Ayrıca o zeki, etkili konuşan (hatip), çok iyi eğitim görmüş, şiirler yazmış bir ozan, anstronomi ve psikolojiyle ilgilenen bir kimseydi. Ali b. Muhammed, içinde bulunduğu koşullarda denetimleri hiç de kolay görülmeyen insanlara kumanda etmeye ve onları örgütlemeye muktedir olup, tartışılmaz askeri ve devrimci başarılara imza atmıştır." (A. Popoviç, agy, s. 150)
Ali b. Muhammed iyi eğitim görmüş ve çağının bilimlerini gereği kadar öğrenmiş görünüyor. Bu da onun varlıklı bir aileden geldiğini gösteriyor. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını Warzani ve Rey'de geçirmiş olan Ali b. Muhammed, toplumun her kesimi içinde yaşam deneyimi edinmiş ve sınıfsal katmanları tanımıştır. Abbasi Halifesi al-Muntasır'ın (861-862) Samarra'daki sarayına kadar girmiş ve halife ailesiyle ilişkiler kurmuştur. Saraya panegyrist (övgücü ozan) olarak kendisini sokturmuş ve kasideler yazmış. Başkentte şiir yazarak; çocuklara yazı sanatı, gramer ve astronomi dersleri vererek sağladığı biliniyor. Kısacası Ali b. Muhammed, toplumun her kesimini tanıyarak devrimci formasyon kazanmış. Gelecekten haber verme; Kuran'daki ayetler gibi vahiy aldığını (Bahreyn'de), kendisine duvarlarda görünmez kalemlerle yazılı emirler verildiği biçiminde duyurularla bir peygamber gibi insanları peşinden sürüklemiş. Yukarıda anlatıldığı üzere Bahreyn ve çevresinde çıkardığı çok sayıda savaş eylemleri ve çarpışmalarla önderliğini kanıtlamış ve gerçekten profesyonel bir ihtilalci olmuştur. Popovic'in "büyük bir toplumsal harekete önderlik etmesine rağmen bir toplumsal programı yoktu" (Agy, s. 152) yargısına katılmıyoruz. al-Mukanna'nın (peçeli) Arapçası olan al-Burkui (peçeli) lakabını alması bile onun bir Mazdek inançlı bir toplumsal ve ekonomik programı olduğunu gösterir. Elbetteki onu çağımızın devrimci komünist önderleriyle karşılaştıramayız. Ancak, yaşamı, yetişmesi, kesintisiz eylemleri ve 14 yıl boyunca dünyanın en büyük İmparatorluğu içinde verdiği özgürlük ve dünyayı değiştirme savaşımıyla onların, yani komünist önderlerin atalarından biridir Basralı Alevi Ali b. Muhammed!
Bir Tarihsel Karşılaştırma Ve Sonuç…
Louis Massignon bu başkaldırıyı,
“tıpkı Roma’ya karşı İÖ 140 yılında Eunus’un ve İÖ 73-71’de Spartacus’un köleler isyanı gibi, Bağdad’a yönlendirilmiş klasik tipten düzenli bir ‘toplumsal savaş’ olarak”
tanımlıyor. Ayrıca 1906-1913 yılları arasında, Avrupa emperyalizmine karşı Gandi’nin Hindistan’da yönetmiş olduğu ‘doğuştan hammalların grevlerini’ de örnek vermektedir. (First Encyclopaedeia of Islam 1913-1936: 1213)
Bizce Zenci Köleler isyanı, son ikisi değil ama birincisi ile karşılaştırılabilir. Son araştırmalara göre Roma tarihinde 1. Köleler İsyanı olarak bilinen Eunus köle hareketi, İÖ 135-132 (İÖ 140 değil) yılları arasında üç yıl sürmüştür. Suriye asıllı ve aynı zamanda kahin olan Eunus, bir savaş ganimeti köle olarak Sicilya’da Enna yakınında bir latifundia (büyük çiftlik arazisi) sahibine satılmış. Kısa bir zaman içinde köleler arasında tanınan Eunus, Tanrılardan aldığı kehanet adına köleleri efendilerine karşı isyana çağırıyor. (Zenci önderinin de Tanrıdan vahiyler aldığı, kehanetlerde bulunduğu bilinir.) Bir gecede 400 kişiyi bulan isyancılar üç gün içinde 3000’e ulaşıyor. Önce çiftlikler basılıyor, efendiler köleleştirilip zincirlere vurulup, boyunlarına boyunduruk takılarak işe koşuluyor. (Tam 30 bin kişinin katıldığı uzun süreli bu ayaklanmada, başlangıçta aynı durumu Zenci köleler de efendilerine yapıyorlar. Onları, sopayla dayak atarak cezalandırıyorlar. Kendi koşullarında çalışmaya zorluyorlar. Ucuz fiyata satışa çıkarıyorlar. Örneğin, bir efendinin karısını üç dirheme sattıklarına dair kayıtlar vardır...) Sonra kentleri ele geçirerek özgür vatandaşları köleleştiriyor. Birçoğu da kendilerine katılıyorlar. Bir yıl içinde Sicilya’yı ele geçiren Eunus, Antiochus adıyla krallığını ilan ediyor. Hapisaneler açılıp tutuklular salınıyor. Bir senato meclisi kuruluyor. (Ali b. Muhammed al Burkui’nin adına para bastırdığı, bir bayrağı, bir başkenti ve bu başkente bağlı kent ve kasabalardan oluşan, İmparatorluk içinde yeni bir devlet oluşturmuş. Ancak, merkez yaptığı Muhtara’da kurduğu yönetim hakkında fazla bilgi yoktur. Buna rağmen, öldürülmesinden 6-7 yıl sonra Hamdan Karmat’ın kurduğu Dar al-Hicra’daki yaşam ve sosyalistik yönetime benzerliği su götürmez. 874-875 ve daha sonra Karmati Dai’si Hamdan ile baştan olumsuz, daha sonra olumluya dönüşen ilişkilerden söz ediliyor.) Aynı yıl içinde Roma konsul’u Lucius Hypsaeus 8 bin kişilik ordusunu dağıtıyor. Arkasından peşpeşe consul Fulvius Flaccus, ve Calpurnius Piso. 132’de Rupillius’a yeniliyor köleler yakalanıp yeniden köleleştiriliyorlar. Eunus yakalanıyor, ama öldürülmüyor. (Ali b. Muhammed al Burkui ise tek başına kalıncaya kadar savaşıyor ve savaş meydanında öldürülüyor. Sağ kalan zencilerin bazıları Abbasi ordusuna yazılıyor. Hiçbirinin eski köle-işçi koşullarına geri dönmedikleri ve Karmatilere katıldığı biliniyor.) Eunus, geri kalan ömrünü köle olarak geçirmek koşuluyla hayatta bırakılıyor. (Cambridge Ancient History Vol. IX -The Roman Period 133-44 B.C.-, Cambridge 1932: 153-157)
İslam İmparatorluğu, köle mülkiyetli bir topluma sahip olduğu halde, Roma toplumunda olduğu gibi köleler üretimde gerçek ana unsur değildi. İmparatorlukta toplam zenginliğin ana payı ticaretten gelmekteydi. Bu nedenden dolayı, İslam toplumu karşılaştırılabilen diğer toplumlardan daha dinamik idi. Salt Feodal toplum ve onun toplam zenginliği sadece köylülüğün (serflerin) sömürüsünden gelir. İslamda varlık birikiminin bir payı da özgür yahut yarı-özgür köylülükten ve tahıl satışındandı. Köleler çoğunlukla ya ev işlerinde ya da askeri amaçlarla kullanılıyordu. Özellikle köle askerlerden zamanla ‘Memlükler’ adıyla geniş ayrıcalıklar üzerinde temellendirilen askeri bir (kast) sınıf oluştu. (Asghar Ali Engineer, The Origine and development of İslam, New Delhi 1980: 212)
Doğrudur, sınıfsal olarak, İslam İmparatorluğunda Roma’daki gibi köleler üretimde temel unsur değildi. Ama, yine de ‘köle mülkiyetli’ toplum olduğuna göre köleler bir tür sınıf oluşturmakta üretimde dolaylı önemli unsur oldukları yadsınamaz. Cihad adı altında yapılan yayılmacı ve istila savaşlarıyla servet birikimine ticaretten çok katkıda bulunan canlı (savaş esiri köleler, hayvanlar) ve cansız (mal-para-toprak, eşya) ganimetin belirleyici unsuru askerlikte kullanılan köleler değil midir? Binlerce Arap olmayan mevlası (kölesi) ile cihada çıkan askeri aristokrasi elemanları (kumandanlar) onlara düşene de elkoymuyor muydu ‘Al-Sahib’ olarak? Ayrıcalıklı Memlükler kast’ı, silahlarını sahiplerine çevirip başarılarına karşılık ganimetten paylarını istedikleri andan itibaren oluşmaya başladı. Buna karşılık Zenci köle-emekçiler isyanında görüldüğü gibi, köle bilincini kaybetmeyenler de toplumsal hareketlerde yerlerini alıyorlardı. Asghar Ali Engineer gibi yuvarlak sözlerle konuşmak kolay. İmparatorluğun her yanına yayılmış büyük toprak sahiplerinin tarlalarında bahçelerinde çalışan onbinlerce köleler üretimin ana unsuruyken; su kanalları ve kuyular açan, bataklık kurutan, Şattularab tuzlalarında tarım toprakları oluşturan köleler de üretimin büyük unsurları olmuştur…
Abbasi İslam İmparatorluğu'nda bu büyük emekçi sınıfsal unsuru harekete geçiren heterodoks İslam, yani Alevilik inancı olmuştur. 14 yıl boyunca Sünni İmparatorluğunu sarsan Zenci köleler ayaklanması için, Farhad Daftary’i “bu bir ihtilalci Şiizm ve özellikle İsmailizm hareketiydi” diyor. Gerçekte genel adıyla Heterodoks İslam, yani bir Alevilik hareketi demesi gerekiyordu.
1 Bu ayet ile başkaldırı hareketine hem dinsel yasallık kazandırılıyor hem de katılanlara açıkça cennet müjdeleniyordu. Muhammed'in, Medine'ye göçettiği günlerde, Muhacir (Mekkeli) ile Ensar (Medineliler) arasında yaptığı Akabe Kardeşlik sözleşmesinin arkasından indiği düşünülen ayetin tamamı şöyledir: "Kuran 9, 111: Allah inananlardan mallarını ve canlarını, cennetten kendilerine verilecek bir armağan karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşır, öldürür ve ölürler. Bu Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? Öyleyse, O'nunla yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte bu büyük kazançtır.

FATIMİLER DEVLETİ

FATIMİLER DEVLETİ
Adını Hz. Muhammed’in kızı, Hz. Ali’nin eşi, İmam Hasan ile İmam Hüseyin’in annesi olan Fatma’dan alan Fatımiler Devleti* (909-1171), Fas, Cezayir, Tunus, Mısır ve Suriye’de egemenlik kurdu.
Fatımilerde kesin bir Ehlibeyt bağlılığı vardır. Fatımiler daha çokAleviliğin İsmailliye koluna bağlıdırlar.
Fatımilerin çıkış noktası Abbasi egemenliğinin olduğu yıllara dayanmaktadır. Bu yıllarda Abbasi iktidarı Alevileri eziyordu. Fatımiler, Abbasi egemenliğine karşı muhalefeti örgütlüyordu. Ne gariptir ki; Abbasi egemenliği Alevilerin sayesinde iktidara gelmişti. Kanlı Emevi iktidarını Aleviler yıkmıştı. Abbasiler iktidara geldiklerinde Ehlibeyt taraftarlarına yani Alevilere baskı uygulamayacaklarını, onların inançlarını özgürce yaşamalarını sağlayacaklarını vaat ediyorlardı. İktidara gelince Emevi iktidarındaki baskı ve zulüm aynen devam etti. Aleviler bu zulme karşı örgütlenmeye başladılar. İşte bu örgütlenme Abbasi iktidarının gözünden kaçmadı. Bunun üzerine Alevilerden bir kısmı Kuzey Afrika’ya ve Yemen’e yöneldiler. Bunlar daha sonra Fatımiler adını alarak bütün Kuzey Afrika’da bir Fatımiler Devleti kurdular. 340 yıla yakın bir dönem iktidar olan Fatımiler, egemenlik alanına İtalya’nın Sicilya bölgesini de kattılar.
Fatımiler Devletinde salt inançsal anlamda gelişmeler olmadı. Bununla beraber günümüzde dahi büyük öneme sahip olan El-Ezher Üniversitesi de dahil olmak üzere bir çok olumlu gelişme yaşandı. El-Ezher Üniversitesi günümüzde Sünni inancın en yoğun öğretildiği merkez olarak ta bilinir. Bu da kaderin garip bir cilvesi olsa gerek. Yine Kahire kentini Fatımiler kurmuşlardır.
Kısaca belirtmek gerekirse...
Fatımiler Alevi inancın gelişmesine öncülük etmişlerdir. El-EzherÜniversitesi örneğinde olduğu gibi bilime önem vermişlerdir. Ama ne yazık ki; Fatımiler Devleti’nin yenilgiye uğramasından sonra bu kazanımlar ya yok olmuşlar ya da diğer inançlara hizmet edecek hale getirilmişlerdir. Günümüzde Kuzey Afrika topraklarında Fatımilerin izleri olmakla beraber bu izler çok zayıf görünmekteler.

NUR ALİ HALİFE AYAKLANMASI

NUR ALİ HALİFE
AYAKLANMASI


Nur Ali Halife isyanı Osmanlı yönetiminin iktidar kavgasında olduğu bir döneme rast gelir. 2. Bayezit iktidardan uzaklaştırılmış, Yavuz Selim kardeşlerine karşı iktidar için savaşım vermektedir. Şehzadeler arası savaşımla birlikte bürokraside şehzadeler içerisinde taraf tutarak iktidarda kalmak veya iktidara gelmek için savaşım veriyordu. Yavuz her türlü karşıtlığın üstüne şiddetle gidiyor ve boyunduruk altına alıyordu. Öteden bir köylü -Alevi- Türkmen ayaklanması olan Şahkulu isyanı yeni kanla bastırılmıştı, ama olaya kaynaklık eden nedenler ortadan kaldırılmamıştı. Şahkulu olayından sonra yer yer Alevi -Türkmen- köylü kesim eylemler içerisindeydi. Nur Ali Halife 1512'lerde Tokat, Amasya, Çorum ve Yozgat yörelerindeki yoğun Alevi kitlelerinin başına geçti.
Nur Ali Halife Şah İsmail'in halifesiydi. Nur Ali ayaklanmayı Koyulhisar'da
başlattı. Çevresine 3 - 4 bin süvari toplamıştı. Niksar'ı alarak Tokat'a geçti. Üzerine gönderilen  Faik Paşa güçlerini yenerek Tokat'ı aldı. Şah İsmail adına hutbe okuttu. Yöredeki Avşar, Varsak, Karamanlı, Turgutlu, Bozoklu, Tekeli ve Hamideli'li aşiretler Nur Ali'ye katıldılar. Kısa zamanda 20 binin üzerinde gücü oldu. Tokat'taki Şehzade Ahmet, Sinan Paşa'yı isyanı bastırmakla görevlendirdi. Sinan Paşa 2 bin askeriyle birlikte öldürüldü. Ayaklanmacılar Sivas'ı kuşattılar. Bu arada Şehzade Murat Kızılbaş oldu. Başına törenle kızıltaç takıldı. Tokat kenti ayanı Şah İsmail adına hutbe okuttu. Şehzade Murat 10 bin Kızılbaşla Kazovada Nur Ali Halife'yle birleşti. Ne varki Şehzade Murat sonradan askerleri üzerinde denetimini yitirdi. Nur Ali Halife ise Sivas, Amasya ve Tokat yöresinde toplanan Alevilerin çoğunun İran'a geçmesini sağladı.
Osmanlı Devleti, Nur Ali Halife'nin üzerine Bıyıklı Mehmet Paşa'yı gönderdi. Nur Ali Halife 20. 07. 1512'de Göksu'da yapılan çarpışmada yenildi.
Nur Ali, savaşta kadızade hoca bey diye biri tarafından şehit edilmiştir. Bıyıklı Mehmet Paşa, Nur Ali'nin başıyla birlikte İstanbul'a 600 Kızılbaş burnu göndermişti.
Her ne kadar Nur Ali şehit edildiyse de isyan eylemi başarıyla gerçekleşmiştir.

BARAK BABA

BARAK BABA
Barak Baba 1257 Tokat doğumlu olarak kayıtlarda gözükmektedir. 1307’de Gilan ‘da kaynar bir kazana atılarak şehit edilmiştir.  0 sıralarda kırk yaşlarında olduğu rivayet edilir.
Yine aynı yazar Barak Baba’nın Kalender Şeyhlerinden olduğunu, devamlı seyahat ettiğini bildiriyor. Buralarda Han Elçisi sıfatını kullanarak halktan büyük ilgi görüyor. Amasya tarihi Barak Baba’nın fiziğini tarif ederek şunları anlatıyor: Uzun boylu, sert yüzlü, kalın vücutlu, büyük gözlü, kumral saçlı, bıyığı ve kirpikleri oldukça uzun, yağız bir kimse olarak tanımlıyor. Giysilerine önem vermeyen tüm Kalenderi Şeyhleri gibi Barak Baba’nın da değişik kıyafetlerle dolaştığı kaydediliyor.

Kalenderilik bilindiği gibi Orta Asya’dan Horasan taraflarından gelmiş  bir tasavvufi harekettir. Bu hareket de diğer Yesevi, Kalenderi tarikatları gibi Anadolu’da Alevi Bektaşi kültürüyle kaynaşıp bütünleşmiştir.

Barak Baba Kalenderi Şeyhi, Hz. Ali ve İmamlara bağlılığı bilinen bir zattır. Kızılbaşlığı konusunda hiç bir zaman yüksünmemiş, bunu yaşamının sonuna kadar savunmuştur. Tekke tekke dolaşarak, yılmadan, usanmadan Alevi felsefesinin yaygınlaştırılmasında ve obalara taşınmasında büyük payı bulunmaktadır. 
Barak Baba kaynaklara göre Sarı Saltuk’un mürididir. Ondan nasip almış ve onun gibi davranmış, onun yolunu takip etmiştir.  
Barak Baba’nın çok genç yaşlarda adından söz ettirmesi, onun ne derece zeki, atılgan ve yaratıcı birisi olduğunu göstermektedir. Söylediği sözler karşısında herkesi hayrete düşüren Barak Baba, Alevi tekkelerinin en aktif koordinasyon görevini yürüten bir derviş ve baba olarak tanınmaktadır. Her ne kadar genç yaşında ölmüş olsa da adı uzun yıllar Anadolu’da oba oba   dolaşmıştır. Her milliyetten ve her dinden kimseler Barak Baba ile ilişkilerini yürütmekten ve tartışmaktan, fikir alışverişi yapmaktan çekinmemiştir.  
Barak Baba’yla ilgili anlatılanlar hem menkıbeyi, hem de tarihi yönünü veren bilgilerdir. Kırk yaşlarında işkenceyle öldürülen bu büyük Alevi pirine ait tarihi kaynaklar açıktır. Doğum tarihi konusunda kesin bir kayıt olmasa da ölüm tarihi kesin olarak 1307’dir. Dolayısıyla kırk yaşlarında öldürülen Barak Baba’nın doğum tarihi de kendiliğinden çıkmaktadır.
Kısacık yaşamına çok şeyler sıkıştırmış olan bu Kalenderi Şeyhi Barak Baba, Yunus’un şiirlerinde de sıkça geçmektedir.

Bu nasip çün çuş kıldı ben nice pinhan olam 
Yunus Emre’nin bu şiirinde görüldüğü gibi bu üç pir hep birlikte anılmaktadır.
Kaynak: Gülag Öz