KARIŞIK

27 Şubat 2016 Cumartesi

NUSAYRİLER

NUSAYRİLER
Bin Yemin
Yemen'den kalkıp kaçgöç dalgaları halinde Anadolu'ya kadar geldiler. İnanışlarından dolayı karşılaştıkları baskı ve aşağılama her yerde izledi onları. Büyük kırımlara tabi tutuldular ama "Ehlibeyt yolundan dönmediler". İbadetlerini, törenlerini, geleneklerini gizlilik içinde yürüttüler. Sır tutmayı zorunlu ve kutsal saydılar. Zamanı geldiğinde topluluğun her üyesini sınavdan geçirdiler, mihenk taşına vurdular ve "cemaate ilişkin sırları saklayacağına, kurallara, ahlak ve öğretiye uyacağına" dair defalarca yemin ettirdiler. Yemine sadık kalmayanlar dışlandı, disiplin temel kural haline geldi. Cumhuriyetin "din ve inanç hürriyeti" ile rahatladılar ama eski alışkanlıklarını ve gizliliğe dayalı yaşama biçimlerini aynen sürdürdüler. Mersin, Tarsus, Adana, İskenderun, Antakya ve Samandağ'ın uzandığı Akdeniz kıyı şeridinde yüzyıllardır iyilik yolunun dervişleri geziniyor. Pek çoklarının "Fellahlar", bazılarının "Arap uşakları", tanıyıp bilen çok az kimsenin de "Nusayriler ya da Arap Alevileri" dediği cemaatin yaşadığı bu topraklarda sırlar hâlâ kadrini bilene veriliyor, emanet ehline teslim ediliyor...
YAZI: FAİK BULUT/ FOTOĞRAFLAR: ŞEBNEM ERAŞ
Çukurova, bildiğimiz Çukurova değil; o doğal, o gizemli, o vahşi doğayı barındıran, nice eşkıyaya, kurda kuşa, börtü böceğe yataklık eden Çukurova yok artık. Köyler, beldeler, ilçeler, şehirler kenetlenmiş; koskoca bir `metropol' olup çıkmış. Gökdelenler matkap misali bakir semayı deliyor; beton yığını konut kooperatifleri, bir zamanlar sazlık ve bataklık ovanın tabiatına meydan okuyor.
Aslında sadece Çukurova'ya değil, tüm bölgeye bir haller olmuş. `Yer demir gök bakır' olmaktan çıkmış; yer gök yağmur artık. Asi Nehri, asiliğini yapmış. Antakya-Samandağ arasını tufana, afete boğmuş. Semadan gazap yağınca, koca ağaçlar kökünden devrilmiş, meyve bahçelerinin dibi bir metre kalınlığında kumla kaplanmış, 2.5 metre yükselmiş sel. Denizden esen tuzlu rüzgârlar, bostan mahsulünü kurutmuş; Akdeniz ötesinden gelen kum fırtınası, güneşi balçıkla, gökyüzünü dört kat tozla sıvamış. 
Alevi Araplar da denilen Nusayrilerin yoğun yaşadığı yerlerden biri Hatay'a bağlı Samandağ ilçesinde bir cenaze töreni... Nusayrilerin inanç ve gelenekleri, tüm törenlerde yansıyor. Cenaze töreni de bunlardan biri. Cenaze uğurlanırken erkekler önde, kadınlar arkada yürür. Uzaklık ne olursa olsun mezarlığa dek yaya gitmek esastır. Yol üstünde aralıklarla bekleyen birkaç kadın, konvoydakilere kolonya serper. Definden sonra cenaze yakınları sıraya dizilir, katılanlar ise önlerinden geçerek `başsağlığı' dileğinde bulunur. Taziye genellikle eller havaya kaldırılarak bildirilir.
Her yağmur sonrası gökkuşağı oluşuyor. Birinin altından geçebilsek muradımıza erer miydik? Yüzyıllardır bu bölgeyi yurt edinmiş bir cemaatin sır kapılarını aralayabilir miydik? Tüm isteğimiz, Nusayrilik hakkında bilgi verecek, konuşacak, görmüş geçirmiş insan bulmak. İlk temas olumlu. Dr. Ömer Uluçay (Arap Aleviliği: Nusayrilik adlı kitabı var) sayesinde Adana'da yaşayan makine mühendisi ve işadamı Hasan Atıcı, serbest meslek sahibi Ali Naci Gökçe ve tüccar Tahsin Yıldırım'la görüşüyoruz. Aydınlatıcı bilgiler alıyoruz.
Örf, âdet, düğün, dini merasim gibi toplumsal etkinlikleri yakalayabilmek umuduyla Tarsus'a hareket ediyoruz. Bir pastane işleten Abidin; tanıdıkları devreye sokuyor. Görüşmeye gelenlerden biri öğretim görevlisi, diğeri mermerci, üçüncüsü makine mühendisi. Şeyh Nazım adında bir din adamını salık veriyorlar. Şeyh, Mersin'deki bir cemaat toplantısında olduğundan, iki oğlu karşılıyor bizi. Büyüğü, hiç yakınlık göstermedi; ne bir insan, ne mezar, ne türbegâh ismi verdi. `Hakkımızda yazılanlar eksik ve yanlış; size bir şey açıklamayız. Mezar orada, kendiniz gidin görün. Bizi rahat bırakın!' dedi. Küçük kardeş daha nazik: `Babam sizinle görüşmez. Ne yazılırsa yazılsın, ne söylenirse söylensin; bizim inancımıza dair her şey yüzeysel kalır!'
Ertesi gün, Nusayri genci Cenap Koca'nın yardımıyla kuyumculuk ve yeminli tercümanlık yapan, aynı zamanda Musalla Mahallesi din hocası Sait Yapıcı ile tanışıyoruz. Başlangıçta bize kuşkulu davranıyor. Sait Hoca, yaklaşık 300 yıllık bir geçmişi olan "El Ammar" ailesinden. Arap Aleviliğine ilişkin sorularımızı, `çok sert' buluyor: `Biz bir alt toplum, alt kültür değiliz. Bir kazanın kulpu yerine konmak, ayrımcılık yapmak yanlıştır. Bu toplumun bir parçasıyız' diyor tepkiyle. 

Anadolu Alevilerinde olduğu gibi Nusayrilerin inancında da Hz. Ali'nin çok özel bir yeri var. Kendilerini `Ali yandaşı' olarak tanımlarlar. Bu inanç hepsinde yok. Ali'ye ilişkin değerlendirmeler öyle önemli ki, onun semadaki konumu hakkındaki görüş ayrılıkları mezhep içinde alt kolların ortaya çıkmasına neden olmuş. Bölgedeki türbe ve ziyaretgâhların tamamında olduğu gibi, Tarsus'taki Yedi Uyurlar Ziyaretgâhı da Ali posteriyle dikkat çekiyor.
Sait Hoca, bize türbegâhı gezdiriyor. Beyaza boyalı, kubbeli bu yapının önünde adak ve dini merasim yemekleri için yapılan masalar, ateş yakılacak ocaklar, kesim yeri olan bir bahçe bulunuyor. Şeyh Hatim el Tevbani isimli bir evliya ile Hoca'nın ata dedesi Şeyh Ali Ammar'ın mezarları burada. Duvarlarda, Hoca'nın şeyh sülalesinin şeceresi fotoğraflarla belgelenmiş. Yaklaşık 300 kişinin niyaz edebileceği, halı, motifli yastık ve minderlerle kaplı mekânda ayrıca şeyh sehpası, Kuran, Hz. Ali'nin çerçeveli posteri, Esma-ül Hesna (Allah'ın isimleri), dualarla süslenmiş bir Zülfikâr posteri, bizzat Sait Bey tarafından yapılmış bir ebced takvimi, buhurdanlık, bağış kutusu dikkat çekiyor. Sait Hoca açıklıyor: `Her kabir, her mezar türbegâh değildir. Bir zatın adına türbegâh yapılabilmesi için, Allah tarafından teşrif ve tekrim (şereflendirilmesi ve saygın kılınması) edilmesi gerek. Sözgelimi toprağına ayan beyan nur yağmalı. Şeyh Hatim, yağmur duasının kabul olmasıyla ünlendi. Dip dedem Şeyh Ali ise, bir türlü yanmayan ateşe karşılık olarak, ateşsiz yemek pişirme konusundaki kerametiyle tanındı. İnancımızdaki evliyalar, muhayyerin sınıfındandır; kimisi adlarına yapılan bu türbegâhlarda yatar, kimileri burada yoktur; zira onlar gelir, giderler.' Sait Hoca, türbegâhtaki dini merasim ve adakları yöneten kişi aynı zamanda. `Fıkhi (mezhep hukuku) ve batıni (içsel, öze ilişkin) konularda kimseye cevap vermeyiz' dedikten sonra defteri kapattık ve Antakya'ya doğru yola koyulduk.
Nusayrilerin yaşadığı Mersin, Tarsus, Adana, İskenderun, Antakya ve Samandağ coğrafyası bumerangı andırır. Attığınızda, size geri dönebilen cinsten bir coğrafyadır burası. Günlük bir gazetenin promosyon olarak verdiği kitapta, Nusayrilik, `gerici tarikatlarla' eş tutulmuş, öteden beri kimi din ve mezhep bağnazlarının, Arap Aleviliğine yönelik karalamalarına yer verilmişti. Bu yüzden gittiğimizde tepkiler tazeydi, öfke dinmemişti. Yani yöreyi sadece sel basmış değildi; Arap Alevilerinin yürekleri de tufana yakalanmıştı. Kime gittiysek, hangisine dokunduysak, `bin ah' işittik. Dert ve şikâyet dinledik. Öfkelerine tanık olduk ve hikâyelerini toplamaya devam ettik. İnanç mensuplarını, ilim erbabı Nusayrileri dinledik. İşte söylenenler:
`İslam toplumu, uygarlığı ve tarihinin ayrılmaz bir parçasıyız. Müslüman olmak için gerekli beş şartı yerine getiriyoruz. Dahası Ehlibeyt ve On İki İmam yolundayız. Kuran, Sünnet ve Hüccetü'l-Akl (yani aklın gereği) üzre amel eyleriz. Kuran'da mesnedi olan, Ehlibeyt'in onaylayıp imamların ilettiği hadisleri (peygamber sözleri) doğru belleriz. Peygamber vasiyetine uyarız.'
Adanalı Ali Naci Gökçe açıklıyor: `On birinci İmam Hasan el Askeri'nin müridi Muhammed bin Nusayr'a izafeten Aleviliğin bir kolu olan Nusayri denir bize. Bunda maksat, Nusayri topluluğunun diğer bid'at çevreleriyle (din adına sonradan âdet çıkaranlarla) karışmasını önlemektir. Muhammed bin Nusayr peygamber değildi; yeni bir din ve mezhep kurmamıştı; kendince dine bir ekleme de yapmamıştı; Ehlibeyt'in kutsal akidesini (öğretisini) yayıp savunmakla yetinmişti. Bizde namaz niyaz, oruç, zekât var. Biz Alevi-Sünni diye ayrım yapmayız; sadece Ehlibeyt'i mağdur edip, bu kutsal aileye 1001 ay boyunca sövüp sayanlar için Emevi takipçileri sıfatını kullanırız.'
İşadamı, makine mühendisi Hasan Atıcı konuyu tamamlıyor: `Bizde Allah tektir, birdir; Arapça belirtirsek, `Allahü ahad'dır. Yani O, sayıya gelmez; sıfatlardan münezzehtir. Kuran, Allah kitabıdır. Ona hiçbir batıl yaklaşamaz. Namaz niyazımız, Sünnilerinkinden ayrıdır. Niyazda mekân, hareket önemli değil; Allah'a yönelme ve ibadet esastır. Kıyamet gününe, ruh göçüne (tenasüh, reenkarnasyon, yeniden bedenlenme) inanırız. Bu fikri Hint felsefesinden değil, bizzat Kuran'dan alırız. Ruh göçü şöyle yansır: Haksızlık yaparsak, bunun hesabını vermek için kıyamete kadar beklemeyeceğiz. Yeniden bedenlenme sayesinde hesabı verilecektir.'

Hızır İlyas inancı Nusayrilerde köklü ve çok yaygın. Her yerleşim merkezinde asıl ziyaretgâh, Hızır Makamı'dır. İnanç, ölümsüzlüklerine inanılan iki peygamberin buluştuğu yerlerin kutsanması esasına dayanır. Antakya, Harbiye'deki Hz. Hızır Makamı, kalabalık gruplarca sürekli ziyaret ediliyor ve burada zaman zaman bin kişilik yemekler veriliyor, kurbanlar kesiliyor. Gelip geçenler, yeni araba alan, işe başlayan, yola çıkan, evlenen, askere giden herkes makamın çevresinde üç kez tur atar, dilek tutar, destur alır.
İskenderunlu 81 yaşındaki din adamı Mahmut Reyhani, cumhuriyetle birlikte dinsel/mezhepsel baskıdan kurtulduklarını, şeyh unvanlı Alevi Nusayri din hocalarının eskiden beyaz sarık, ortasında kırmızı fes bulunan başlıkları ile cüppelerini attıklarını; yerine fötr taktıklarını, genelde takım elbise giydiklerini söylüyor. Çokça ziyaret ettiği Arap ülkelerinde, kıyafetine yönelik bu tip eleştirilere, Atatürk'ü ve laikliği savunarak karşılık veriyormuş. Antakya Harbiye'deki köklü bir aileyi temsil eden Şeyh Nasreddin Eskiocak da benzer tavır sergiliyor.

Hasan Atıcı, Suriye'yi yöneten Nusayrilerle ilişkinin çerçevesini çiziyor: `Hafız Esad, mensubu olduğu Nusayriliği Şiiliğe dayandırıyordu. Türkiye'de iyi kötü özgürlük var; demokrasi çerçevesinde inanç ve ibadetlerimizi yerine getiriyoruz. Suriye'de bu rahatlığı göremeyiz. Atatürk'ün sağladığı laiklik içinde kendi rengimizi yansıtıyoruz. Buradaki Nusayrilerden, kimsenin Suriye'yi tercih ettiğini duymadım.' Şeyh Mahmut Reyhani, Birinci Dünya Savaşı sonrasında `Fransızların sundukları özerk Nusayri bölgesi, mezhep mahkemesi ve Arapça okullar türünden ayrıcalıklara itibar etmediklerini; Türkiyeli Müslümanları koruyup kolladıklarını' aktarıyor. 

Şeyh Nasreddin Eskiocak (ortadaki) Antakya, Harbiye'de köklü bir aileyi temsil ediyor. Aile efradı Memluklar zamanının önemli şahsiyeti İmadeddin'in torunları. Alevilik, reenkarnasyon ve ahlak üzerine kitaplar yazan Şeyh Nasreddin Eskiocak'ın kardeşleri de din adamı. Atalarının yaşadığı dinsel/mezhepsel baskıları hatırlatarak, laiklik konusundaki duyarlılıklarını dile getiriyor sık sık.
Yaklaşık 1200 yıllık tarih boyunca altı büyük göç, sayısız felaket yaşayan; bu arada Halep'teki büyük yerleşimleri sırasında Hamdani devletini kuran, Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferi sırasında binlerce Nusayri'yi kırmasıyla Lazkiye Dağları'nın doruklarına çekilen Nusayriler, bir anlamda göçebelik, tehcir, tecrit ve yoksulluğa mahkum edildiler. Nusayri adını, 11. İmam Hasan el Askeri'nin müridi Muhammed bin Nusayr'dan aldıkları yolundaki rivayet akla yatkın. Başka bir rivayete göre ise, ikinci halife döneminde bölgeye gönderilen 450 kişilik takviye kuvvet burada düşmanı yendikten sonra bölgede ikamet etmiş. Hz. Ali yandaşı olan bu kuvvete `nasara/nüsra' (yandaş, zafer kazanan) adı verildiğinden, yörenin sarp dağlarına yerleşen herkes aynı isimle anılmış.
Kaçgöç dalgaları Nusayrileri açlığa ve yoksulluğa mecbur etmenin yanı sıra, sürek/surak/suvarik (sürgün sözcüğünden bozma) sıfatıyla horlanmalarına neden oldu. Yoksul halk, açlıktan ölmemek için sarp dağların verimsiz topraklarını işleyerek, ağaçları kesip tarla haline getirerek ayakta durmaya çalıştı; Arapça `fellahü'l-ard' (toprağı işleyenler) ibaresinden, kendilerine `fellah' adı verildi bu yüzden. Uzun süre Hıristiyan ve Müslüman ağaların yanında marabalık yaptılar. Zamanla toprak sahibi olup rençberlik, bağcılık, bostancılığı bir meslek haline getirince, bu kez, Arapça `fellah' (rençber, köylü, çiftçi) deyimi iyice yerleşti. `Arap uşağı' yakıştırması, Atatürk zamanındaki kimi siyasetçiler tarafından, üstün bir unvanmış gibi sunulmuş olmasına rağmen, aslında Osmanlının son demlerinde, bu toplumu aşağılamanın ifadesi olarak kullanılmıştı. Osmanlı tahrir defterlerinde ise `Garipler Cemaati' olarak kayda geçmişlerdi.
Samandağlı Abdullah Vural, tam 115 yaşında. `Eskiden el örmesi dizkapağına inen gömlek giyerdik' diyor. İç çamaşırı bulamadıklarını; dağda ağaç, çalı çırpı toplama sırasında bu gömlek yırtılmasın diye, çırılçıplak iş gördüklerini ve bedenlerindeki yara berelerle dolaştıklarını anlatarak o zamanki yoksulluğun boyutunu gösteriyor.
Osmanlı zamanında Nusayrilerin mal mülk sahibi olması, Kuran satın alıp okuması bağnazlar tarafından adeta yasaklanmıştı. Çarşıya bile inemezlermiş. Aleviler Kuran elde edebilmek için Hıristiyan din adamlarını devreye sokarlarmış. Nusayri din adamlarının sarıkları önce arkadan ateşle tutuşturulur; sonra ateşi söndürme bahanesiyle ayaklar altına alınıp çiğnenirmiş. Nusayri selamını almamak için yüzlerini çevirenler; omuz atıp geçenler varmış. 

Adana'nın Mıdık Mahallesi Arap Alevilerin yoğun olarak yaşadığı yerlerden biri. Her yerleşim bölgesinde olduğu gibi burada da türbe ve ziyaretgâhlar var. Buradaki Yedi Uyurlar Ziyaretgâhı özellikle bayramlarda ve tatillerde hiç boş kalmıyor.
Arap Alevilerinde din işlerini yürüten şeyhlerin otoritesi tartışılmaz. Dini vecibeleri yerine getirip merasimleri yönetiyor, cemaat toplantılarında Kuran okuyup öğüt ve nasihat veriyorlar. Deva, şifa ve çözüm arayan ziyaretçileri için dua ediyorlar. Kapıları herkese açık. Samandağ'daki Şeyh Ali Yazıcı ile Harbiye'deki Nasreddin Eskiocak'ın ziyaretçileri hiç eksik olmuyor. Halkın durumunu göz önüne alan Şeyh Ali, bazı eski âdetler ile zekât (hımıs: beşte bir) adı altında din adamlarına sunulan bağışları kaldırmış.

Yardımcı şeyhlere ise Nakib deniyor. Bunlar, şeyhlerin talebesi konumunda olup, iyice eğitim gördükten sonra şeyhliklerine karar veriliyor. İmamlar (hocalar), Sultan Abdülhamid'in Alevileri Sünnileştirme, köylerine cami yaptırma siyaseti çerçevesinde ihdas edilen bir sınıf. Bunlara fahri imam denilebilir. Samandağ'daki cenazede karşılaştığımız Tahsin Yılmaz, bunlardan biriydi. Bir ocak niteliğindeki şeyh ailesinde, makam babadan oğula geçiyor. Yalnızca Hz. Ali'nin soyundan geldiklerine inanılan ve şeyh ailesi olarak bilinen ailelerin çocukları şeyh olabiliyor. Ancak genel kurala rağmen şeyh oğlu isterse, din işleriyle uğraşmayabiliyor. Burada yetkinlik, dini eğitim, disiplin, ahlâk ve dürüstlük yani liyakat esas. Bu da pek çok aşamadan geçmeyi gerektiriyor. Şöyle ki; ergenlik çağına giren erkekler, dini eğitim için aday gösterilir. Adayın dürüstlüğüne, temiz insan oluşuna kefil gerekir. Kefillik, öncelikle aile çevresinde aranır. Yedi gün, bir ay gibi bir süreden sonra eğitimin abecesini öğrenen talebe (aday) yeniden cemaat huzuruna getirilir, konu komşudan kefil olmaları istenir. Birkaç ay sonra tekrar toplum huzuruna çıkarılıp sınanır, mihenk taşına vurulur ve ona kefil olmaları talep edilir. Her sınanma aşamasında kurban kesilip, toplu yemek verilir. (Bu gelenek eskiden sadece Nusayrilerin yaşadığı mahallelerde gerçekleştirilirdi. Gizliliğe dayalı bir inancın bu işleminin, şimdi farklı mezheplere mensup insanların yaşadığı ortamlarda uygulaması söz konusu değil.) Ailesi fakirse, çocuğu eğiten şeyh masrafları karşılar. Şeyhlik eğitiminin ne kadar süreceğine şeyh karar verir. İlk aşamanın adı `meşveret cemiyeti', ikincisinin `melik cemiyeti'dir. Yeni hayata davet merasimi merhalesi, masraflı bir törendir.

Samandağ, Hz. Hızır Makamı içindeki yüksek beyaz kayanın çevresi mermerle kaplı. Ziyarete gelenler, makamın eşik kapısının iki yanını öperek içeri giriyor, beyaz kayanın kaidesine yüz sürüyorlar. Birkaç kez tavaf edip, dualar okuyarak dilek tutuyorlar.
Arap Aleviliğinde cemaate kabul edilmek de, karmaşık bir yol izler. Davranış ve ritüeller simgeseldir. Nakib ve Necib unvanlı iki kişinin, sağı ve solunda 12'şerden toplam 24 kişi yer alır. İmam huzuruna çıkan, nefis terbiyesi için o anda belli pratikleri yerine getiren aday, tam ortada yer alır. Hırka giydirilmek ve sembolik içecek veya içki (kutsal içki genellikle taze sıkılmış üzüm suyudur) sunulmak suretiyle, kendisine, `şahitlerin önünde cemaate ilişkin sırları saklayacağına, kurallara, ahlâk ve öğretiye uyacağına' dair defalarca yemin ettirilir. Dışarıdan birinin Nusayriliği kabul edilmez.
Nusayrilerde hac (zorunlu değil, ekonomik gücü olanlar gider), zekât, şehadet hak bilinir. Bunlar şekilde değil, özde insanı olgunlaştırmalı. Yalan, haram, haksızlık, zulüm, kötülük olmamalı. Nusayrilerin rağbet ettiği Batıni namaz şekle, yere, zamana bağlı değil. Her mekân ve zamanda, uygun hal üzereyken Allah'a yönelmek, O'nu yüceltmek temel kural sayılır. Nusayriler, `Ehlibeyt 1001 ay boyu camilerde lanetlendiği için, oralara gitmiyoruz. Cami ve mezheplere siyaset karıştı' diyorlar.
Bayramlar, törenler de oldukça bol Nusayrilerde. İrili ufaklı 85 kadar bayram, özel dini münasebet, anma günü, hayrat, şölen yapılıyor. Kurban Bayramı, Nuh Gemisi, Salip (Haç), Saint Barbara, Hac, Unsura, Hz. İsa'nın miladı, Nevruz gibi bir kısım bayramlar; diğer inançlara karşı hoşgörüyü somutlaştırma ve aynı geleneklere sahip başka inançtan olanlarla yaşamı paylaşma babından kutlanıyor. Mesela Salip Bayramı, tarım/hasat şöleni gibidir. On iki bayram esastır; bunun sekizi kameri takvime göre, yani değişmeyen (ebced hesabınca sabit kalan) günlerde, dördü ise miladi takvime göredir.
En önemlisi Gadir Bayramı'dır; zilhicce (hacca gitmenin içinde yapıldığı Arabi 12. ay) ayının 18. gününe denk düşer. Peygamber Muhammed'in Gadir Humm Vadisi'nde, Veda Haccı sırasında Hz. Ali'yi halife ve vasi tayin ettiği, Ehlibeyt'i yücelttiği gün kabul edilir. Kutlamadan sekiz gün sonra, ikisi arasında `Aşiyet-i Cuma' (Cuma akşamı) denilen bir münasebet daha kutlanır ki, 36 yılda bir Gadir Bayramı'yla aynı güne rastlar. Bayram'da çarşı pazarda, evde hayat durur; kadın-erkek hiçbir iş yapmazlar. Dikiş dikilmez, ev süpürülmez. Küsler barışır, akşamleyin Hızır İlyas Makamı'na akın edilir.
Hızır İlyas inancı ise burada, Anadolu'nun hiçbir yerinde görülemeyecek ölçüde köklü ve yaygın. Her Nusayri yerleşim merkezindeki asıl ziyaretgâh, mutlaka Hızır Makamı'dır. Ölümsüzlüklerine ve aramızda yaşadıklarına inanılan iki nebinin (Hızır ve İlyas) buluşması hikâye edilip ikisinin sentezi, `Hıdırellez' merasimlerine dönüştürülmüş. 6 Mayıs-18 Aralık arasındaki 186 günlük döneme aynı isim takılmış. Küçüklüğünden beri Samandağ Hızır makamının hizmetini gören 1927 doğumlu Şeyh Sait Dönmez açıklıyor: `Burası makam değil, teşrife'dir. Hızır ölmemiş ki, kabrinde yatmış olsun. O, her gün bir yerde gezer; daha çok deniz kenarlarında bulunur. Kuran'daki Mecmau'l-Bahreyn ibaresinin sözlük anlamı iki denizin buluştuğu yer demektir. Gerçekte, derya gibi iki nebinin, Hz. Musa ile Hz. Hızır'ın buluşması kastedilir.'
Antakya, Harbiye'deki Hızır Makamı da aynı inancın devamı. Ermiş/evliya türbeleri ise ikinci derecede önemli ziyaret yerleri sayılır. Samandağ Aknehir Tepesi'ndeki Şeyh Muhammed el Arabi Türbegâhı bunlardan biri. Bu zatın, manastırda yaşayan 40 kadar keşişi, keskin zekâsıyla Müslüman yaptığı söylenir. Harbiye'de türbesi bulunan Şeyh Yusuf el Hekim, bomboş kilere rağmen keramet gösterip 40 misafir kervancıyı doyurmuş; develerin taşıyabileceği kadar ihsan ve ikramda bulunmuş. Şeyh ailesinden İskenderunlu Davud Tümkaya, `ålimleri bilmiyoruz; türbe ve kubbeler çok gerekli değil. Aslolan ermiş ve âlimlerimizin eserlerini bilip, tanımaktır' diyor.
Gelenekler hızla çözülse de, bugün daha çok düğünlerde yansımaya devam ediyor. Eski renkliliği bulmak kolay değil ama Nusayri toplumunun düğünleri gene de başlı başına bir hazine. Eskiden kız verilmesi uygun görülse dahi, dünürün üç veya yedi kez, kız babasının kapısını çalması gerekirdi. Kız istemek için vekil tayin edilir; söz kesilir, mekli (kızın kardeşine verilen harçlık), mehir (başlık yerine geçer, genellikle altın) verilirdi. Artık mekli yok ama mehir varlığını sürdürüyor. Bu para, tümüyle gelinin çeyizine sarf edilir. Önce küçük, sonra büyük nişan yapılır. Bir tepsi içinde kapı kapı dolaştırılıp sunulan havlu veya yemeni düğün davetiyesi yerine geçerdi. Şimdi şeker ve kolonya eşliğinde davetiye dağıtılıyor.
Perşembe akşamı `kız kınası'; cuma gecesi `oğlan kınası' (artık aynı gün yapılıyor) ve cumartesi ise `damat tıraş günü' olmak üzere üç gün sürer düğünler. Damat kına yakılması için hemen elini açmaz; `düğün olmuyor' sözü üzerine, kendisine bir şey armağan (ev, tarla, bahçe, vs.) edildiğine dair açıklama yapılır. Böylece damat elini kınalar. Masraflı ve yemekli yapılan (yerel dilde kırgım) düğünde; meydancı, yemek sonuna doğru herkesi `şebeş'e (takı işlemi) davet eder.

Damat tıraşında mahalle berberi, işi uzattıkça uzatır; bir esans döker, mevval, cezayiri türünden gazel çeker; bir kıl keser, şiir okur; yeniden esans alır damadın başına döker; bir jilet vuruşundan sonra fıkra anlatır. Her fasılda berbere bahşiş verilir. Düğün yemeğinin ardından `hamama götürme müzayedesi' başlar. Ortalık, bir hayır yarışına dönüşür; biri, 50 kişilik bir davetli grubunu `hamamda kebap yemeye' çağırır; diğeri, davetlilere tatlı yedirmeyi üstlenir. Pazar günü tören hazırlığı başlar. Konvoy halinde, gelin evinden alınır; buhur, dua ve zılgıtlar eşliğinde büyük bir tur atılarak damat evine getirilir. Gelin damat evi bitişik komşu bile olsalar, düğün alayı özellikle büyük bir tur atar ki, güya gelin yolu kolay belleyip baba evine gidivermesin. Hem gelin, hem damat övülür; kem gözlere nazar edilir. Antakya, Samandağ yöresinde cezayiri (uzun hava) okunur; debke (halay) arci (yöresel halay) çekilir; Adana civarındaki oyunun ismi ise `raksa'.
Bu kadar değil; düğünle ilgili gelenekler gerdekten sonrasına da uzanıyor. Ancak pek çoğu günümüzde daha çok köylerde yaşıyor. Bazı âdetler de yok olmuş. Örneğin, şimdilerde kına var, masraflı açık artırmalı yemek faslı yok. Mahallelerde konvoylu çeyiz dolaştırma geleneği ise köylerde hâlâ görülebilir.
Nusayriler örf, âdet, kimlik ve kökenlerini araştırma döneminin henüz başında. 1938'de Hatay'ın Türkiye'ye katılması sürecinde Güneş Dil Tezi savunucuları, `yöre halkının Eti Türklerinden olduğunu' döne döne tekrarlayıp durmuştu. Nusayrilerin inançlarını da dikkate alan kimi siyasetçiler, `Hz. Ali'nin orduları Arap değil, Türklerdendi. Horasan erenleri de Ali askerleri arasında bu bölgeye gelip yerleştiler' yolunda yazılar yazmışlardı. Günümüz Nusayrilerinin bir kısmı, bu propagandaya inanmış görünüyor. Ama çoğunluk, kökenlerinin Yemen'den kalkıp Irak, Suriye, Halep üzerinden Lazkiye yöresine göçen, yaklaşık 700 ila 300 yıllık süreçte Suveydiye (Samandağ), Antakya, İskenderun, Adana, Tarsus, Mersin'e yerleşen büyük aile efradına dayandığına inanıyor. Şunu diyorlar: `Ezilmişliğin verdiği hırsla, herkes eğitime sarıldı. Diyeti ise Arapçadan, asıl kültürümüzden vazgeçmek oldu. Türkçe, giderek Arapçanın yerini alıyor; iki kuşak sonra evimizde Arapça konuşulmaz olacak. Ama Araplık, siyasi ve milli bir dava değil bizim için. Etnik köken ve Arap kültürü ile eşanlamlı, o kadar. Bu kimliğimizle varız, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir rengiyiz. Bu yeterlidir. Yoksa, bizi Eti Türk'ü sayıp asimile etmenin âlemi yok. Dışlanmadan, horlanmadan, iftiraya uğramadan bu toplumun bir parçası olmak esastır.'
Antakya'daki Çağdaş Sanat Atölyesi (ÇESA) hem Arap folklorunu derliyor, hem de `Grup Nidal' adıyla bir orkestra kurarak, halk türkülerini yaşatıyor. Mütevazı tiyatro topluluğunun Arapça dillendirdiği amatör oyunlar, halk arasında rağbet görüyor. Samandağ Belediye Başkanı Ganım Canpolat eğilimi özetliyor: `Kültürümüz ileriye dönüktür; her türlü değişime açığız.'
Nusayrilerin sayısı konusunda kesin bir veri bulunmuyor. Bir milyona yakın oldukları sanılıyor. Adana'da Akkapı, Yamaçlı, Güneşli, Seyhan, Haydaroğlu, Cumhuriyet, Havuzlubahçe, Havutlu, Mirzaçelebi, Sucuzade, Mıdık mahalleleri ile Yüreğir ve Karataş; Mersin'de, Cumhuriyet, Turgutreis, Alsancak, Hamidiye mahalleleri; Tarsus'ta Eski Ömerli, Eski Hatay, Musalla ve Yeşil mahalleleri; İskenderun Arsuz, Karaağaç ve Nardüzü beldeleri; Antakya'nın başta Harbiye olmak üzere büyük bir bölümü, Samandağ, Aknehir yöresinin tamamında Aleviler oturuyor. Nüfus oranı Samandağ'da yüzde 90, Antakya'da yüzde 60-70; İskenderun'da yüzde 40; Adana'da yüzde 25, Tarsus'ta yüzde 80, Mersin'de yüzde 20-25, Lazkiye ve Halep'de (Suriye) yüzde 15.
Tarih boyunca horlanan ancak, cumhuriyetin `vatandaşlık, laiklik, din ve vicdan hürriyeti' ile inanç ve ibadetlerini daha rahat yürüten Nusayriler, geleceklerini yeniden kurdular. Emek harcayarak mal mülk sahibi oldular; eğitime ağırlık verip kendilerince sınıf atladılar. Tarsuslu Nusayriler genelde kabzımallık, kebapçılık, mobilyacılık ve kuyumculuk yaparken; Adanalı kardeşleri bürokrasi ve iş hayatının belli kademelerinde ilerledi. Antakya Harbiye'de hizmet sektöründe çalışanlar ve atölye sahipleri bulunuyor. Samandağlılar ise modern tarımın yanı sıra, çoğunlukla yurtdışında nasiplerini aramakla meşguller.

26 Şubat 2016 Cuma

Kul Fakır Ali (Merzifonlu)

Kul Fakır Ali (Merzifonlu)


 
 

Amasya’nın Merzifon ilçesine bağlı Kıreymir Köyünde 1873 de doğdu.1938 yılında Hakka yürüdü.Türbesi Merzifon’da evinin bahçesindedir.Asıl adı Ali’dir.Gümüşhacıköy’e bağlı Keçiköy’de bir düğüne güreşmek üzere pehlivan olarak gitti.  Aşık Kul Hüseyin adlı dervişin telkinlerine ve “gerçek pehlivan kendisiyle,kendi hırsıyla,kendi nefsiyle güreşen,onu yenendir” demesi üzerine Ali,”Sadaksın üstadım” diyerek, Aşı Kul Hüseyin’in sözlerine,öğütlerine uydu.Kendisine orda Kul Fakır mahlası verildi.Gönlüne aşkın,muhabbetin ateşleri doldu.Okur yazar değildi.Hacı Bektaş dergahına özellikle o sıralar Pir postunda oturan Ahmet Cemalettin Çelebi’ye büyük bir saygıyla,hayranlıkla bağlandı.Deyişleri yöresel aşıklar tarafından cemlerde söylenmektedir.Deyişleri A.İhsan Aktaş ve Sabri Yücel  tarafından derlendi.” Anadolu’da bir duru kaynak;Aşık Kul Fakır (1991-İstanbul ) adıyla yayınlandı.
 
Kul Fakır bir gün komşu köylerden Diphacıya gider. Akşam muhabbet sofrası kurulur. Aşıklık yapan Kul Fakır'a Haydar Hoca adındaki bir zat, Sefil Ali aşkına bir dolu verir. Kul Fakır kadehi alır, ocağın küllerine döker. Haydar Hoca bu sefer başka bir ermiş kişinin ismini anarak tekrar bir dolu daha verir. Kul Fakır yine aynısını yapar ve kadehi ocağın küllerine döker. Haydar Hoca üçüncü doluyu verirken "bu da Mustafa Kemâl'in aşkına olsun" der. Kul Fakır doluyu alır ve "ey erenler, o büyük zat aşkına zehir olsa içerim, ah mümkün olsa da ömrümüzden beşer onar yıl o cana verebilsek" diyerek kadehine niyaz edip demini içer.
 
AŞIKLIĞI
Âşıklığı ise, Kul Hüseyin tarafından uyarılması ile başlar.
Kul Fakır pehlivandır, güreşlere katılır. Düğünlerde, törenlerde güreş olurdu eskiden. Bir gün bir yerde davet olur; Kul Fakır’ı götürürler güreş için; pehlivanlığa çıkar. Gümüşhacıköy’e bağlı Keçiköy var, Keçiköy’ de yetişmiş bir evliya vardır Kul Hüseyin diye... Kul Hüseyin der ki, “ Gerçek pehlivan nefsini yenendir, nefsiyle güreşendir.” O zaman Kul Fakır nefsiyle güreşmeye başlar, nefsini yener. “Saddaksın pirim” der ve uyanır. O zaman güreşi bırakır, nefsiyle güreşmeye başlar. Ama zaten Kul Fakır’ın soyunda var, nefsinde var, bu yolun yolcusu o. Kul Hüseyin’ den de o kelimeyi kaptıktan sonra tamamen kendini yetiştiriyor.

KAYNAK : Vardan Yoğa İki Irmak Arasında Aleviliğin İzleri, Nurbanu Karataş- Evrim Can İflazoğlu,Ocak 2015, Çorum  HBVAKV

 
1
Dostun gül cemali cennettir bana
Ne çare ayrılık zamanı geldi
İstemem ayrılmak senden sultanım
Ne çare ayrılık zamanı geldi
 
İstemem ayrılmak senden sultanım
Gül cemale aşkın ile nalanım
Çıkarma gönlünden dinim imanım
Ne çare ayrılık zamanı geldi
 
Kul FAKIR’im aşık aşka yanandır
Hak erenler birbirinden kanandır
Dosta doymak olmaz kanan yalandır
Ne çare ayrılık zamanı geldi
 
 
2
Seyrimde gezerken üç dilber gördüm
Biri aydır,biri ol güne benzer
Aşkın dolusunu sundu elime
Biri allar giymiş ahtere benzer
 
Üçler olup beşten haber alınca
Üç sünneti,yedi farzı kılınca
Sağıma soluma haber verince
Sağdaki  sevdiğim Sultana benzer
 
Mümin olan arı gibi iniler
Bin çiçekten alır balı bir eyler
Güzeli görenler aynayı n'eyler
İçi ahret dışı dünyaya benzer
 
Aklımı başımdan aldı bakışı
Yaktı şu sinemi aşlın ataşı
Ölmeden evveli ölse bi kişi
Kur'an da okunan imlaya benzer
 
KUL FAKIR'im ezel ağladım, gülmem
Okumuşum aktan,karayı bilmem
Bin derman verseler bu derdi vermem
Her dem kalp evinde durana benzer
 
 
3
Aşkın cemalin çıkmaz serimden
Pare pare etseler ayrılmam senden
Ayırma sevdiğim bizi bu demden
Canım kurban olsun yoluna dilber
 
Ya nice sevmeyim böyle dilberi
Sıdk ile severim sevdiğim yari
Ay ile gün gibi hüsnü cemali
Ezelden hayranım nuruna dilber
 
Kaşların bismillah levhi kudret
Gözlerin velleyli nuru hidayet
Elheme esmasın vücudun ayet
Cihanda erilmez sırrına dilber
 
Dost bakışlı aslan pençeli
Yaralı kalbime vurdun hançeri
İlikten kemikten kandan içeri
Bari ihsan eyle kuluna dilber
 
KULFAKIR'ım sızlar yürek yaresi
Dostun dosta kavuşmanın sırası
Sultanım elinde derdim çaresi
Ezelden yanarım narına dilber
 
 
4
Gönül arzuladı düştük yollara
Sürdüğümüz Balım Sultan yoludur
Düşürdün sultanım bizi dillere
Durduğumuz Ali Mansur darıdır
 
Darına dururuz cem-i alada
Göster didarını bize seyramda
Sultan Cemal derler aslı pek-zade
Cemalin görmek de gözün karıdır
 
Şükür kavuşturdu Pir Balım Sultan
Gezindi bendimi ol Şah-ı Merdan
Kusurum çok imiş, yakamda noksan
Sıtkınan sevenin  sadık yaridir
 
Dertliyim derdime dermana geldim
Ali’m veliyullah fermana geldim
Cömertsin sultanım ihsana geldim
Güzel nutkun kalp evini arıtır
 
Kul fakır’ım serim kurban yoluna
Sultan olan bakar kulun halına
Lahmike cismike indi şanına
Ruh be ruhumuzu veren velidir
 
 
5
Gel gönül gidelim dost illerine
Aşkınan gidende yol incinir mi
Sultanı bilirse kulun halini
Mushafın yazmaya el incinir mi
 
Mushafın Kübradır vucüd-ı insan
Allamet Esma’yı .uyurdu süphan
İlm-i müsemmayı zikreder lisan
Hal ile söyleyen dil incinir mi
 
Dilde ikrar gerek tekrar olmasın
Güllerimiz has bahçede solmasın
Kel ırakip andelibi görmesin
Bülbülün sesinden gül incinir mi
 
Güllük gülistanlık dostun cemali
Aslı pak olanlar bulur kemali
Su balığı sakın öldürmen anı
Balık oynayınca göl incinir mi
 
Kul Fakır’ım marifet burasında
Kulluk hatmolunda ba’yı isminde
Yüz on dört surede mevcut Yasinde
Hakikate eren hal incinir mi
 
6
Dertli gönlümü deftere
Yazım neyleyim neyleyim
Ben söyledim yar tutmadı
Sözüm neyleyim neyleyim
 
O yar merhamet etmiyor
Sevdası serden gitmiyor
Kırık kollarım tutmuyor
Dizim neyleyim neyleyim
 
Kul Fakır’ım dost yoluna
Dost düşman çıktı seyrine
Mezarımı dost köyüne
Kazım neyleyim neyleyim
 
7
Yüz yirmi dört bin nebinin sesi
Sesini duyanlar çeker yası
İsmi Azam ol Ali'nin duası
Okuyanlar mahrum kalmaz inşallah
 
Nice nebi veli göçtü bu handan
Sevenleri biz de serveriz candan
Alış veriş etmek biz her dükkandan
Erenler verdiğin almaz inşallah
 
Erenlerin kavli birdir iki olmaz
İkilikte kalan menzile eremez
Nara atsalar şu canım yanmaz
Ali'yi sevenler ölmez inşallah
 
"Muti kable ente mute" ermişiz
Ölmeden evvelin bir kez ölmüşüz
Biz bu hana üç beş defa gelmişiz
Baki ıkrar fani olmaz inşallah
 
Elüstü bezminde bir ıkrar verdik
Gahi akıllandık gâhi deli olduk
Sultan Veyis ile Yemen'den geldik
Sırrımıza kimse ermez inşallah
 
Aşığın çektiği aşk belasıdır
Hitabından gelen Hak nidasıdır
Kendini bilmeyen Hakk'a asıdır
Böyle güruhlara salmaz inşallah
 
KUL FAKIR'ım başa gelen ne haldır
Hakkında ferman var işin de zordur
Balım Sultan düşmüşleri sen kaldır
Bize bühtan eden onmaz inşallah
 
 
8
Şaha doğru giden kervan
Çok ağlattın güldür beni
Düşmüşem elden ayaktan
Tut elimden kaldır beni
 
Tut elimden ferman eyle
Gel bu derde derman eyle
Götür yare kurban eyle
Öldür derse öldür beni
 
Arıydım baldan ayrıldım
Ne şirin dilden ayrıldım
Bülbüldüm gülden ayrıldım
Gülistana kondur beni
 
Tut elimden düşmeyeyim
Doğru yoldan şaşmayayım
Derdim çoktur deşmeyeyim
Böyle şaha bildir beni
 
Yandı KULFAKIR’ ın bağrı
Derde tay olmuyor ağrı
Çek katarı şaha doğru
Eli süre indir beni

9
Her neyi ararsan vardır bu demde
Velâgat keremna ben-i ademde
Uzaktan arama, fark et sen sende
Bir pınardan bin deryayı süzen var
 
Cümlenin mabutu Hak sende hazır
Vezirlikten geçip olursun nazır
Her nereye baksan görünen hızır
Yer nazarda dü cihanı gezen var
 
Cümle aradığın vardır ademde
Arayıp bulanlar demezler bende
Görenlerde der ki, ne olur şunda
Dört Kitap'ı derceyleyip yazan var
 
Okuyup ilmine âmil olanlar
Seni fark etmez mi kendin görenler
Mümin müslim böyle mi olur erenler
Günde yüzbin, tarikinden azan var
 
Gerçek olan belli olur işinden
Dost dosta varamaz gönül kışından
Halım yaman oldu adu taşından
Ebu Cehil gibi kuyu kazan var
 
Erenler sevmezler yoldan azanı
Bu ceme almazlar ıkrar bozanı
Gerçek erler fark etmez mi düzeni
Sen demeden diyeceğini sezen var
 
KUL FAKIR' ım taş atan kendine atar
Herkesin attığı kendini tutar
Sabreden kulların didara yeter
Kırklar meclisinde engür ezen var

10
Ceddi Piri Baba bir bab sultanım
Gönüller evinde aziz mihmanım
Fatiha suresi, ümm-ül Kuranım
Yüzüm dergahına sürmeye geldim 

Girdim dergahına yeşil serili
Körler görebilmez perde gerili
Baytullah'ta gören var mı Halil'i
Onun ananesin sormaya geldim

Kalbi Beytullah'tır türbe-i celil
Piri Baba Sultan önümde delil 
Sırrı Balım Sultan, Pir Bektaş Velim
Gönülde makamım görmeye geldim 

Nerede çağırsam hazır yanımda 
Söyleyen ben değil,  Hızır yanımda 
Muhammed Ali nin vezir yanında 
Sahavet hüccetin almaya geldim 

Muhabbet Muhammed Ali değil mi
Nasipler verici Veli değil mi
Cümle evliyadan ulu değil mi
Dar-ı Çeç' de namaz kılmaya geldim

Müminin kıblesi dostun didârı
Muhabbet aşığı neylesin varı
Dilde zikrederim On İki İmamı
Ölmeden evveli ölmeye geldim

Sene bin üç yüz kırk birde geldi
Allah Muhammed'e Cebrail saldı 
Cebrail Ali'yi Kandil 'de buldu
Kubbenin üstüne konmaya geldim

Kubbe muallakta altı suyudu
Gelen geçti, gene dünya buyudu
Hasan -Hüseyin' in nesli büyüdü 
Zeynel'im zindana girmeye geldim 

İmam Bâkır idi çöllerde gezen 
İmam Cafer idi Buyruk'u yazan
Ebu Cehil idi kuyular kazan
Musa Kazım serim vermeye geldim

Şah Taki ba-Naki dest-i velayet
Hasan-ül Askeri göster sahavet
Mehdi yol içinde yapar adalet 
Girip mağaraya kalmaya geldim

Mağarayı muallağa koydular
Orada bileydi üçler,  yediler 
İmamlar ismine erkân kurdular 
Onun icraatın bilmeye geldim

KUL FAKIR ım yol Muhammed- Alinin
Settar eyle sır Muhammed Alinin
Hilaf katma din Muhammed Alinin 
Gulâmım kapında durmaya geldim

11
Atatürk İle İlgili Bir Deyiş:
 
Kemâl'in var olsun Mustafa Paşa
Irakıplar ölsün hele sen çok yaşa
Ortayı mal ettin hazır ol başa
Vakit tamam oldu meydan geliyor
 
Meydanda bell'olur er ile körler
Düzde menzil almaz dikine zorlar
Çoktan geçtiyidi hayır ü şerler
Islahat memuru sultan geliyor
 
Sultan olan kula bulmaz kusuru
Hicaz'ı Mekke'yi bekle Mısır'ı
Sıdkile tutarsan alun yesiri
İsmail'e Hak'tan kurban geliyor
 
Kurban olan Ehl-i Beyt yoluna
Kem bakmayın siyasinin haline
"Allah-ü Ekber"i getir diline
Binine yetecek bir can geliyor
 
Canını verenler cananın bulur
Canını sevenler geriye kalır
Acaba onların hali nic'olur
Zülfikar elinde aslan geliyor
 
Yedi kral olsun Hak muin ise
Esef çekme yetmiş dahi gelirse
Onların asleri topu var ise
Şükür bize Hak'tan bürhan geliyor
 
Hani padişahlık nerede kaldı
Zevk ü sefa ile aklını aldı
Yola kem bakanlar belasın buldu
Dünya başlarına zindan geliyor
 
Tanrı'nın aslanı Hazreti Ali
Ta ezel Kandil'de kurdu bu yolu
Sıdkile tutarsan yetürün eli
Nice bin dertliye derman geliyor
 
Bâ noktası gönüllerinden çıktı
Ecnebi kızları evini yıktı
Sekiz yüz cariye belini büktü
Sandılar ki hergün bayram geliyor
 
Bilemedi milletin halini
İtalyan kızına yaktı balonu
Başa geçirmişler elin körünü
Halbuki hakkında ferman geliyor
 
KUL FAKIR'ım fermanını okudu
Andelibim dost bağında şakıdı
Aklı selim gönül evi pak idi
Mümin müslümana seyran geliyor

12
Her sabah her sabah bülbülün sesi
Bülbül avazını güle getirir
Yiğit olan sırrın kimseye demez
Kötü kalbindekin dile getirir
 
Yiğit olan eşiğinden bellidir
Yiğit kamil olur yüzü yerdedir
Kurttan doğan yine kurt eniğidir
Akıbet başına bela getirir
 
Yalınız gidip yoldaş olma yolsuza
Komşu olma rehbersize pirsize
Selam verme namussuza arsıza
Birgün namusuna hile getirir
 
Erenler de der ki Selman-ı paktır
Kırklar da derler ki cümlesi haktır
Cehennem evinin ateşi yoktur
Herkes ateşini bile getirir
 
Kul Fakır'ım gezdim gurbet ellerde
Bülbül ötmez gülistansız güllerde
Çok keramet vardır tatlı dillerde
Dağdaki deliyi yola getirir
 
13
Zamane halkının yanına varma 
Her cahil âdeme sırrını verme 
O seni görmezse send'onu görme 
Budur bu âlemde halın makbulu 

Hal içinde hallar vardır görürsen 
Eğer bu sözümden ibret alırsan 
Hak kelâmı fark eyleyip bilirsen 
Al-i İmran okur dilin makbulu 

Dinimiz Muhammed, dilimiz Kur'an 
Aliyyülazim'dir dersimiz veren 
Elham suresinden süzülüp gelen 
Birlik makamıdır yolun makbulu 

Yolu kuran kurdu böyle aslından 
Er olanlar belli olur zatından 
Körler seçemedi Hakk'ı batıldan 
Akrabadan hoştur elin makbulu 

El mi olur biri birin bilenler 
İkiliği atıp biri bulanlar 
Cife-i dünyadan elin alanlar 
İkilikten geçer birin makbulu 

Birlik makamına sahip olmalı 
Sabredip de selameti bulmalı 
Kaf u Nun'un haberini almalı 
Cennet-i Âlâ'da şarın makbulu 

KUL FAKIR'ım bizde geldik o şardan 
Getirip götüren ol Şah-ı Merdan 
Evveli kulluktur ahiri sultan 
Doğup dolunandır nurun makbulu

 
Kaynak:AŞIK KUL FAKIR- A. İhsan Aktaş- Sabri Yücel- 1991, İstanbul) 

DOĞRU GAZİ TÜRBESİ

DOĞRU GAZİ TÜRBESİ
         Türkiye’nin genel dini yapısı gereğince nasıl ki bazı istek ve umutlar için Türbelerde kurban kesilir ve adaklar yapılırsa bu gelenek ve görenekler Akçaalan kasabasında devam etmektedir. Her sene kurbanların kesilip adakların yapıldığı bu diğer türbe Akçaalan kasabasına 3 Km. uzaklıkta bulunan Doğru Gazi Türbesidir.
         Türbenin bulunduğu alanın tamamı meşe ağaçlarıyla çevrili 40 dönümlük bir mevkiyi kaplamakta olup, yaz aylarında, bol suyunun olduğu bu tepeye gelinerek hem türbe ziyareti yapılır hem de kebaplar çevrilerek piknik yapılır.
         Doğru Gazi tepesinden çevreye bakılınca tüm köy ve kasabalar görülmekte ve gün batımı seyretmenin tadına doyulmayan ender mesire alanlarından biridir.
Akçaalan Muharebesinde ve Doğru (GAZİ) Baba Türbesine Ait Anlatılan Hikaye ;  
    Bu tepenin eteklerinde Yunan Kuvvetleri  ile çarpışa sırasında, düşman kuvvetleri bozguna uğramış  ve kaçarlarken 11 kişilik düşman süvarisi arkalarına bakmışlar, bir de ne görsünler, yanlız bir Türk kahramanı var. Hemen geri dönmüşler, Doğru Gaziye hücum etmişler, orada bir saatten fazla savaşmışlar. Doğru Gazi bunlardan yedi düşman askerini öldürmüş, fakat kendisi de tan yedi yara almış artık kılıç sallayacak takati kalmayınca şimdiki yattığı tepeye doğru, sarp ve dik yerlerden çıkmaya başlamış.
     Bir aralık sağ kalan dört düşman askeri Gaziye yaklaşmışlar, tam o sırada yaralı cengaverimizin eyerinin kolanı kopmuş, eyer atın sırtından kaymış, kendisi de yere düşmüş, eyeri almaya, kolanı bağlamaya da vakit kalmamış, hemen silkinip bir elle kanlı kılıncına dayanmış, bir elini göğe kaldırmış, önce çok sevdiği eyeri için şu duayı okumuş;

BULANDI GÖZLERİM, DALDI UMMANA
YA EĞER! TAŞ KESİL KALMA DÜŞMANA
YOLLANDIM GİDERİM, ULU RAHMAN'A..
YA EYER! TAŞ KESİL KALMA DÜŞMANA !  

ALLAHIN HERŞEYE KADİRSİN KADİR
EYERİ DÜŞMANIN GÖZÜNDEN YETİR !
ÖZÜNDEN BİRİNCİ DİLEĞİM BUDUR
YA EYER TAŞ KESİL KALMA DÜŞMANA !

duası biter bitmes eyer hemen taş kesilip kayalara yapışmış ve duası Allah katında kabul olmuştur. 
Eyer taş kesildiği tepede o zamanki yerinde halen  durmaktadır.
  

Dört Kapı Kırk Makam

Dört Kapı Kırk Makam

















Bektaşi Tarikatı'nın en büyük özelligi, bir okul olmasıdır,
kurumsallaşmasını tam olarak tamamlayan bu yapının,
onlarca tasavvuf ereni yetiştirmesi büyük ölçüde bu oluşum ve
eğitim sistemine bağlıdır,
öyle ki Bektaşilikte, sofraya konulan gıdaların sofraya konulma sırasına,
sofradaki çatal bıçağın duruşundan, muhabbet sırasında sarf edilen sözlere,
Erkân içerisindeki oturuş, duruş, meydana girişten tutun da meydandan çıkışa kadar her türlü hal haraket ve cümleler ile,
Erkân'ın açılabilecegi günlerden, okunacak dualara, selamlaşma şekillerinden, kullanılan simgelere kadar herşeyin bir kuralı ve adabı vardır.

Bektaşlik içerisinde yürütülen Egitim dahi ana hatları ile belirlenmiştir.
Bektaşi'lige intisap eden bir can, kalbe hitap eden sezgisel egitimine başlamış olur, Zaman içerisinde belirli makamlara ulaşarak insan-ı kamil olma yolunda var olmaya çalışır.
Bu ögreti bektaşilikte " 4 kapı 40 makam " olarak açıklanmaktadır.

Şeriat kapısı,
Tarikat kapısı,
Marifet Kapısı,
Hakkikat kapısı ve bunun altında sıralanan 10' ar makam bu ögretinin temel noktasıdır.

basit bir anlatım ile 4 kapı 4 mevsime benzer;

Şeriat kapısında ;"sen 'sen'sindir, ben de ben"
Tarikat kapısında ;" ben 'sen' solurum, sen de ben olursun"
MArifet kapısında ; " sen ve ben ve dolayısı ile benlik duygusu kalmaz, ikimiz de 'biz' oluruz"
Hakikat kapısında ; " artık ikimizde yok oluruz, fenafillah makamıdır ve artık sadece "o" vardır.

Tüm mertebelerin ve Hülasa Bektaşiligin ana dayanağı tüm kaninatı var eden "Aşk" tır,
Aşk Hz. Muhammed'in Mirac'a çıkarken bindigi "Burak"tır.
Bektaşilik Aşk ile Başlar aşk ile biter, akıldan çok sezgisel hislere ve kalbe hitap eden bir yoldur,
Mürşid'in rehberligi ile geçilen tüm bu mertebeler aşk ile aşılır.

Şeriat Kapısı:
Nasip alan canın ilk eğitilme evresidir,

Sahibi; Hz. Muhammet'dir,

Simgesi; Hava.

Zahir Anlamı;
1-) Yapılması cezaya tabi olan işlere ait hükümler; "haramlar",
2-) Yapılması öğütlenen ancak yapılmadığı taktirde herhangi bir cezaya tabi olmayan işlere ait hükümler; "sünnet, müstehab, mendub".
3-) Yapılması hoş görülmeyen ancak yapıldığı taktirde herhangi bir cezaya tabi olmayan işlere ait hükümler; "mekruh",
4-) Yapılması yada yapılmaması bütünü ile serbest olan işlere ait hükümler; "mübah".
5-) Yapılması yada yapılmaması cezalandırma sonucu doğuran işlere ilişkin kesin hükümler, "farz yada vacip".

Batın Anlamı;
Erkâna, yol kurallarına ve simgelere ait bilgiler.

Makamları;
1-) iman etmek,
2-) ilim ögrenmek,
3-) Haramdan uzaklaşmak,
4-) İbadet,
5-) Nikah kılmak,
6-) ÇEvreye Zarar Vermemek,
7-) Şevkatli olmak,
8-) Sünnet ehli olmak,
9-) Yasaklardan kaçınmak,
10-) Buruklara uymak

Tarikat Kapısı:
Nasip alan canın Tarikat kurallarına işleyişine ait batıni bilgilere vakıf olduğu aşamadır.
Bu bilgiler gerek Erkân, gerek muhabbet Erkânı içerisindeki anlatımlar, simgeler ve bunların arkasındaki batın anlamlar ile,
toplum içerisinde anlatılan remzlerin ( Hz. Muhammed'in miracı, Hz. Musa'nın ağaç ile konuşması, Kızıldeniz'i 7 ye yarması gibi)
gerçek manalarını anlamaktan geçer.

Sahibi; Hz. Ali'dir,

Simgesi; Ateş.

Zahir Anlamı;
Benlikten ve bunun doğurduğu tüm kötülüklerden kurtulmak,
Hırs, şehvet, bencillik, iki yüzlülük, riyakarlık, kibir ve daha bir çok insan ile Hak arasına perde olan kötü huylardan kurtulmak.

Batın Anlamı;
Tarikatler herşeyden önce bir nefs terbiyesi yoludur,
Bektaşilige giriş kısmında anlattığımız üzere nasip alan can sırası ile bazı mertebelerden geçerek nefsini terbiye etmek sureti ile,
önce benligini yani kendisi ile Tanrı arasındaki perdeyi kaldırmak sureti ile Hakka ulaşmayı amaçlar,
burada Tarikat kapısında bu sürecin gerçekleşmesi sağlanır,
nasip alan can her türlü dünyevi ihtiras ve duygudan kendisini sıyırmaya ve duygularının kendisine degil,
kendisinin duygularına sahip olacagı bir hal'e erişmeye çalışır.

Makamları;
1-) Tövbe etmek, instisab etmek,
2-) Bir mürşitten naspip almak,
3-) Saç ve Libas giyme,
4-) Hizmet etmek,
5-) İyilik için çalışmak,
6-) Haksızlıktan korkmak,
7-) Umudunu yitirmemek,
8-) Hidayete ermek,
9-) Makam, cemiyet ve muhabbet sahibi olmak,
10-) Aşka ermek,

Marifet Kapısı:
Tanrısal bilginin sırlarına vakıf olunan aşamadır, Bu makam Tari ile bir olma makamıdır. Aşık maşuk ile bir olur,
birlik yakalanır. Seyr fillah Tanrıda yolculuk yapmak, Seyr maallah Tanrı ile bir olarak yolculuk yapmak makamıdır.

Sahibi; Hz. Ali'dir,

Simgesi; Su.

Zahir Anlamı;
Ruhunu geliştirme, Su elementinin de özellikleri sayılan, yardımseverlik, cömertlik, bağışlama gibi huyları edinmek.

Batın Anlamı;
Bu aşamada can birtakım Tanrısal bilgi ve sezgilere nail olur, tanrı ile arasında senlik, benlik kalmaz,
Tanrı ile bir olarak fenafillah makamına doğruu ilerlerken geçilen son aşamadır,
tüm kainat ve evren artık "O" nun gözü ile görülür,
" Allah birdir" remzinin hakiki manasının tam olarak anlaşıldığı safhadır.
 
Makamları;
1-) Sabırlı olmak,
2-) Bencillik, riya, kötü duygulardan uzak durmak,
3-) Edepli olmak,
4-) Özünü bilmek,
5-) Perhizli olmak,
6-) Utanmak,
7-) İlim ögrenmek,
8-) Cöert Olmak,
9-) Miskin olmak,
10-) Arif olmak,

Hakikat Kapısı:
İnsan-ı kamil olma yolundaki son evredir.

Sahibi; Hz. Ali'dir,

Simgesi; Toprak.

Zahir Anlamı;
Toprak elementinin özelligi olan Adil olma, vefalı olma, sözünde durma, yoksulları gözetici olma gibi birtakım huyları edinmek.

Batın Anlamı;
Bu aşamanın sonu fena fillah makamıdır ki, mutlak yokluk mertebesidir, Bu aşamada Tanrı ile can arasında bir ayrılık kalmaz,
artık görünen de gören de "O" dur, "Enel Hak" makamıdır.
Aşık'ın maşuğunda yok olduğu makamdır. Gerçek Aşk o dur ki bu makamda zuhur eder, senlik, benlik yada biz yoktur,
ikilik yoktur, sadece bir vardır ve o yüze bir de Alemlerin Rabbi olan Allahtan başkası degildir.


Makamları;
1-) Tüm insanları bir görmek,
2-) Vahdet-i vücud anlayışının sırrına ermek,
3-) Türap- toprak olmak,
4-) Elinden geleni, yapmak, verici olmak,
5-) Tevhit anlayışında olmak, Tanrıdan başka varlık tanımamak,
6-) Ayıp, kusur, hata görmemek,
7-) Manayı bilmek, sırrı öğrenmek,
8-) Seyr-ü sülügü tamamlamak,
9-) Sırrı saklamak,
10-) Müşahade,