KARIŞIK

24 Şubat 2016 Çarşamba

Piremir Sultan

Piremir Sultan






Asıl Adı Mehmed olup evlad-ı Resüldendir. Babası Seyyid Ali’dir. Emir Sultan hz‘ne yakınlığından dolayı kendisine Emir denmiştir. Doğum tarihi belli değildir.
Piremir Sultan hz’i , 1495 yılında Buhara’dan geldi. Emir Sultan camiine geldi ve Halka ; ” Ben Emir Buhari’nin kız kardeşinin oğluyum, bu sebeple Emir Buhari dergahında bulunmak benim hakkımdır ” dedi. Daha sonra kürsüye geçip birkaç defa vaaz etti ancak türkçesi çok iyi olmadığı için farsça vaaz etti ama halk pek bir şey anlamadı.
O zamanda emir Sultan dergahında Postnişin olan Abdurrahman efendi bu durumdan çok rahatsız oldu. Bu surede halk ikiye ayrıldı. Bir kısmı Abdurrahman efendiyi, bir kısmı da Piremir Sultanı destekledi. Daha sonra Abdurrahman efendi ; Darus Sultani’ye gidip kendisinin burada görevli olduğuna dair bir emri şerif getirdi. Taraflar arasında bir mahkeme kuruldu ve sorun çözülmeye çalışıldı . Ancak bir türlü sulh sağlanamadı. Hatta camii şerifde kubbe altında Abdurrahman Efendi meclisi toplanır , aynı anda mihrab yanında Piremir sultan meclisi toplanırdı. Çok zaman kavgalar yapıp dövüştüler. İki tarafta çok yıprandı.
O sırada Rumeli Yenişehirinde irşadla meşgul olan Emir Sultan hz’nin halifelerinden Şeyh Hacı Halife Bursa’ya gelip duruma müdahale etti ve halkı Abdurrahman efendi etrafında birleşmeye çağırdı. Halkın çoğuda Abdurrahman efendi’nin meclisine dahil oldular . Piremir Sultan’ın dostlarından Hoca Ali zade meseleye müdahil oldu ve Musa Baba camiinin üst tarafında Piremir Sultan‘a bir camii ve zaviye inşa ettirdi ve sorun çözüldü. Piremir Sultan hazretleribu dergahta irşad hizmetlerini sürdürdü ve vefatında da aynı dergahın bahçesinde defnedildi. Günümüzde Dergahtan eser kalmamıştır.

PİR SULTAN ABDAL.banaz

PİR SULTAN ABDAL..
sivas yıldızeli..banaz




PİR SULTAN Sivas’ın Yıldızeli İlçesinin Çırçır bucağına bağlı Banaz köyünde yaşamıştır. Köy Yıldız Dağı eteklerinde, Çırçır’ 48km, uzakta olup denizden yüksekliği 1700 metredir. Evleri kerpiç, damları toprak, içi dışı ak toprakla sıvanmış, çoklukla tek katlı, soğuğa karşı birkaç metre yere gömülüdür.
İlk olarak köye araştırma yapmak üzere 1939 yılında Pertev Naili Boratav gitmiş, ondan yirmi yıl sonra öğretmen İbrahim Aslanoğlu, daha yakın yıllarda da Hüseyin buluz birer ziyaret yapmışlardır.
Bu kişilerin anlatıklarına göre; Pir Sultan’ın oturduğu ev şimdi de durmaktadır. Evin önünde, Pir Sultan’ın asasının ucuna takarak Horasan’dan getirdiği bir değirmen taşı, bir söğüt ağacı (Buluzun söylediğine göre çem ağacı)vardır. Bu ev, ağaç kutsal sayılır, ziyaret edilir. Pir Sultan yaz aylarında, havaların iyi olduğu günlerde , ağacın altındaki Horasan’dan getirdiği taşın üstüne oturup karısı ile sohbet etmeyi pek severmiş. Evinin yanında (bu günbakımsız bırakılmış) birde bahçesi varmış.
Buluz’un 1969’da yaptığı ziyaretten önce1966’da Akşam Gazetesi muhabiri Cengiz Tuncer de Banaz’a gitmiş, bilinen halk rivayetlerine dayanarak özellikle Hızır Paşa ile ilişkilerini hikaye etmiştir. B u dizi yazıların arasında ilk olarak köyle ilgili resimler çıkmıştır.
MEZARI
SİVAS’TA eskiden adı Keçibulan iken sonradan Pir SULTAN’IN ASILMASIYLA Darağacı denilen yerdir. Şimdi buraya Kepçeli denilmektedir. Bugün Sanayi Çarşısının tam karşısındadır. Şimdi Mal Pazarı olarak kullanılan bu alanın Gazhane bitişiğinde, sıra söğütlerin bitiminde hafif tümsek toprak yığını onun mezarıdır. Üstü moloz taşlarla örtülüdür. Mankıbeye göre taşlar asılma sırasında Hızır Paşa’nın emriyle Pir Sultan’ın taşlanmasında kullanılan taşlardır.
Gerçek mezarırnın burası olaması gerekir. Halk da burasını göstermektedir.. Her halde asaılmadan sonra ailesi ve müritleri hükümet korkusundan alıp köylerine götürmemiş olmalıdır. Eğer götürselerdi, bakımlı bir ziyaret yeri olurdu. Oysa, köyde böyle bir şey yokyur.
Yıllar sonra hakkında söylenenler geliştikçe efsanelere bürünmüş, bunun sonucunda bir söylentiye göre; Pir Sultan, Sivas’ta asılmış fakat darağacından inmiş, Erbil’e gitmiş orada gömülmüştür. Bir de S. Nüzhet’in Bektaşi geleneğine göre, Merzifon’da yattığını vardır ki, her iki rivayetin doğruluğu kabul edilemez.
Ayrıca Kemaliye (Eğin) ve Divriği ilçelerinin ortak yaylası olan Sarı Çiçek yaylasının bir bölgesinin adı <<Koca Haydar>>dır. Burada bir tepenin doruğunda bir kümbet vardır ki burada Koca Haydar adında bir veli yatmaktadır. Koca Haydar’ın sürüp gelen soyu ve oturdukları köy Kemaliye sınırları içindedir. Koca Haydar, Sivas ve Divriği bölgelerinde ünlü bir ocaktır.
Koca Haydar’ın türbesini çevreleyen dağın doğu yönünde bulunan Bizmişen, Ağıl, Dilli köyleri aynı yamaç üzerinde olup halkın hepsi Alevi’dir. Ağıl köyü bu bölgede ocak tanınır. Kemaliye ve çevresinde Alevi bulunmadığına göre, adı geçen köyler halkının XVI. Yüzyılda hükümetin Alevi’leri sıkıştırması üzerine Sivas yöresinden buraya geldikleri düşünüle bilir. Burada yatan Koca Haydar’ın Pir Sultan olduğu söylenmektedir. Bilndiği gibi Pir Sultan’ın adı Koca Haydar’dır. Sarı Çiçek yaylasının, Banaz köyünün bağlı olduğu Yıldızeli ile sınır sınır ortaklığı da vardır. Adı geçen köylerin 918/1512 tarihli Diyarbekir defterinde adları geçmektedir. Bu Koca Haydar mezarı Pir Sultan için yapılmış makam olmalıdır. (Bk. : Mehmet Hilmi Gür, Pir Sultan Abdal’ın Mezarı; Türk Folklor Araştırmaları, sayı 255)
PİR SULTAN’IN SÖYLEDİĞİ
ŞAH İSMAİL, Akkoyunlu Devletini yıkıp Şah olduktan sonra Bağdat şehri de kendisine geçmişti. Ölümünde yerine oğlu Şah Tahmasb geçmiş, Kanuni Sultan Sülayman 1534 yılında doğuya yaptığı seferde Bağdat’ı almıştı. Tahmasb’ın saltanatı sırasına rastlayan bu olay Anadolu Alevilerini çok üzmüş, Pir Sultan bunun üzüerine yanık şiir söylemiştir. Bu şiir aşağıya alınmıştır:
9
Güzel Şah’ım çok yerlerden görünür
Aslı nedir, neye verdin Bağdad’ı
Akıl edemedim senin sırrına
Aslı nedir, neye verdin Bağdad’ı
Yazık değil mi müminle müslüme
Ne getirdin Yezid’i Bağdad üstüne
………………………………………..
Aslın nedir, meyve verdin Bağdad’
Yok mu bunda erenlerin yardımı
Ne çekersin cevrin derdini
Yiğide ar değil mi vermek yurdunu
Ah Hünkar’ım neye verdin Bağdad’
Çeksen de askerini gelsen idi
Hacı Bektaş Hanı’na konsan idi
Kırsan ol yezid’i olmaz mı idi
Ah Hünkar’ım neye verdin Bağdad’ı
Ah gidi yezit hendekler doldurdu
Kırdı Hurmail’i aldı Bağdad’ı
Çağrışıp geliyor yeşil ördeği
Aslı nedir, neye verdin Bağdad’ı
PİR SULTAN’ım der ki, üçler yediler
Kırklar da hazır idiler
Bağdad’ı Basra’yı verdi dediler
Aslı nedir, neye verdin Bağdad’ı
Şiiri S. Nüzhet biraz değişik olarak Hatayi adına yayınlamıştı (Bektaşi şairleri, 1930). Sonradan çıkardığı Hatayi Divanı’nda yanlışlığı kabul etmiştir. (s. 231). Boratav da yanlışlığa tokunmuş, şiirde geçen Şah’ın Tahmasb olacağını bildirmişti (s. 71, not: 2). İlk olarak gerçek sahibini ortaya koyduğumuz bu şiir iki bakımdan önemlidir. Birisi Pir Sultan’ın yaşadığı zamanı bildirmesi, öteki de Şah Tahmasb’la, daha doğrusu İran’la yakın ilgidir. Bu ilgi ve sevgi, yeniçeriler arasında da sürmüştür. Ama, onlar doğrudan eyleme geçmişlerdir. Ancak uzaktan bir sevgi göstermişlerdir. Nitekim doksan yıl sonra, 1623’de Şah Abbas, Bağdat’ı geri aldıktan sonra yeniçeri şairi Kul Mustafa şu şiiri söylemiştir:
10
Pirliğinde düşman sözüne uydun
Şah ne akıl ettin aldın Bağdad’ı
Malum oldu kendi kendine kıydın
Şah ne akıl ettin aldın Bağdad’ı
Tuğlar çıkıp sancağımız çekilir
Bir od düştü cihan yanar yıkılır
Yine ilin vilayetin yıkılır
Şah ne akıl ettin aldın Bağda’ı
Gaziler şemşirin alıp destine
Dökerler kanını Irak çölüne
Ser veririz İmamlar yoluna
Şah ne akıl ettin aldın Bağdad’ı
Askerle doludur dağ ile taşlar
Akar gözlerimden kan ile yaşlar
Al-i Osman serdarı Tebriz’de kışlar
Şah ne akıl ettin aldın Bağdad’ı
Mustafa eydür, gel etme inadın
Nice kere kendi kendin sınadın
Sultan Murat kırar kolun kanadın
Şah ne akıl ettin aldın Bağdad’ı

ŞAHKULU SULTAN TEKKESİ

ŞAHKULU SULTAN TEKKESİ

istanbul..merdivenköy














Kadıköy İlçesi’nde, Merdivenköy Mahallesi’nde yer alan ve İstanbul’un çevresindeki en eski Türk tesislerinden olan Şahku­lu Sultan Tekkesi, bazı kaynaklara göre, 1329’da Osmanlıların galibiyeti ile sonuç­lanan Pelekanon meydan savaşını müteakip Orhan Gazi tarafından bir Ahî zaviye­si olarak kurulmuştur.. Bu meyanda, söz konusu savaştan sonra Orhan Gazi İzmit Körfezi’nin kuzey kıyısını, Üsküdar’a kadar fethettiğinde, Bizans İmparatoru III. And- ronikos’un, Şahkulu Sultan Tekkesi’nin ye­rinde bulunan av köşkünde sulh müza­kerelerinin yapıldığı, bu görüşmeler sıra­sında, Orhan Gazi’nin, sulh şartları ara­sında, av köşkünün Ahîlere verilmesini is­tediği ve bu şartı Bizanslılara kabul ettirdi­ği, Orhan Gazi’nin dedesi olan Şeyh Ede- bâli’nin yeğeni Ahî Ahmed’in zaviyenin ilk şeyhi olduğu ileri sürülmektedir. Gerek söz konusu zaviyenin, gerekse de “Abda- lân-ı Rum” ve “Gaziyân-ı Rum” zümrele­rine mensup olan, ancak menkıbelerine ve hatıralarına daha sonra Bektaşî’lerin sahip çıktığı birtakım savaşçı-kolonizatör derviş­lerin (Sancakdar Baba, Mansur Baba, Se­merci Baba, Mâh Baba, Gözcü Baba, Yö­rük Baba, Gül Baba, Eren Baba, Garipçe Baba, Buhur Baba, Kartal Baba, Balcı Ba­ba) aynı yıllarda Kartal-Üsküdar eksenin­de tesis etmiş oldukları zaviyelerin, daha ziyade Bizans’ı gözetlemekle yükümlü, ile­ri karakol niteliğinde kuruluşlar oldukları söylenebilir.
Ankara bozgunundan (1402) sonra, Gebze’nin batısındaki Osmanlı toprakla­rının Emir Süleyman Çelebi tarafından II. Manuel Palaeologos’a terk edilmesi sonu­cunda, civarında bulunan diğer zaviyeler­le birlikte, burası da ortadan kaldırılmış, Bektaşî geleneğine göre bu sırada, tekke­nin banisi ve ilk şeyhi olarak kabul edi­len Şahkulu Sultan ile çevredeki zaviye­lerin, “40 erenler” olarak anılan şeyhleri şehit edilmişlerdir. Bu olaydan kısa süre sonra I. Mehmed (Çelebi) bu bölgeyi yeni­den Osmanlı topraklarına katarak Şahkulu Sultan Tekkesi’ni ihya etmiştir. Tekkeye adını vermiş olan, “Şahkulu Sultan” veya “Şahkulu Baba” olarak anılan şeyhin ha­yatı ve kimliği hakkında bilinenler Bektaşî mitolojisindeki birçok başka sima gi­bi, hemen bütünüyle menkıbelerin müp­hem verilerinden ibarettir. Bazı araştırma­cılar, Bektaşî geleneğinde Horasan kö­kenli bir veli olarak kabul edilen Şahkulu Sultan’m, aslında II. Bayezid dönemin­de vuku bulan Şah İsmail yanlısı ayaklan­manın başı olup Osmanlı tarihçilerinin “Şeytan Kulu” olarak adlandırdıkları Kızıl­baş şeyhi olduğunu iddia etmektedir. Şahkulu Sultan Tekkesi muhtemelen 15. yy’ın sonlarında veya 16. yy’m ilk çey­reğinde eski ağırlıklarını yitiren Ahilerden yeni teşkilatlanan, kendilerine bağlanan Yeniçeri Ocağı’nın da etkisiyle gitgide güç­lenen Bektaşîlere intikal etmiştir. Bundan sonra Şahkulu Sultan Tekkesi Bektaşîliğin İstanbul’daki âsitanesi, ayrıca bu tarikatın Osmanlı topraklarındaki bütün tekkeleri içinde en önemlilerinden birisi olarak var­lığını sürdürmüştür. Bazı kaynaklarda, Ba- bagân (mücerred) koluna bağlı Bektaşî tekkeleri arasında Şahkulu Sultan Tekke- si’nin Kırşehir’deki pir evinden ve Dimeto- ka’daki Seyyid Ali Sultan Tekkesi’nden sonra üçüncü sırayı işgal ettiği bildirilmek­te, diğer bazı metinlerde ise bu tekkeye “âsitane-i saniye” ve “ikinci pir evi” denil­diği görülmektedir.
Osmanlı başkentini Anadolu’ya bağla­yan yolun üzerinde bulunan Şahkulu Sul­tan Tekkesi’nin Devlet-Ordu-Bektaşîlik iliş­kilerinde ve teşrifatta özel bir yeri vardı. Bu meyanda pir evinden İstanbul’a gelen dedebabalar İstanbul’daki Bektaşî ricali ve Yeniçeri Ocağı’nm ileri gelenleri tarafın­dan, gösterişli bir merasimle Şahkulu Sul­tan Tekkesi’nde karşılanır, burada bir müddet dinlendikten sonra İstanbul’a nak­ledilirler, Kırşehir’e dönüşlerinde de yine bu tekkeden uğurlamrlardı. 1826’da Ye­niçeri Ocağı ile birlikte Bektaşî tarikatının da lağvedilmesi üzerine Şahkulu Sultan Tekkesi Bektaşîlerden Nakşibendîlere dev­redilmiş, o tarihteki postnişini Âhir Meh- med Baba dört dervişi ile beraber Tire’ye sürülmüştü. Bu hengâmede tekkenin yık- tırılmasa bile en azından tahribe uğradığı tahmin edilebilir. Bilindiği gibi 1826’dan tekkelerin kapa­tıldığı 1925’e kadar Bektaşîlik resmen mül­ga sayılmış, Tanzimat’tan ve özellikle bu tarikata yakınlığı olduğu bilinen Abdüla- ziz’in tahta çıkmasından (1861) sonra Bek­taşîlere devletçe müsamaha gösterilmeye başlanmış ve “Nakşibendî” adı altında ken­di geleneklerini sürdürmelerine göz yu­mulmuştur, Bu arada Şahkulu Sultan Tek­kesi’nin de bir durgunluk devresinden sonra geçen yüzyılın ortalarından itibaren yavaş yavaş canlandığı ve Bektaşîler nez- dindeki eski önemini kazandığı gözlen­mektedir. Tekkenin günümüze intikal et­miş olan yapıları bu ikinci kuruluş devri­ne aittir. Özellikle bu dönemin postnişin- lerinden Mehmed Ali Hilmî Dedebaba’ mn(->) (ö. 1’907) meşihatı (1863-1907) bo­yunca Şahkulu Sultan Tekkesi yoğun bir imar faaliyetine sahne olmuştur.
Cümle kapısında bulunan 1291/1874-75 tarihli kitabe tekkeyi oluşturan bütün bina­lar için geçerli bir ihya kitabesi olmadığı gibi, tekkenin çekirdeğini teşkil eden mey­dan evi ile buna bağlı büyük aşevi-“kiler evi” çamaşırhane-hamam kanadının mima­ri özellikleri, ayrıca tekkenin tarihçesine ilişkin bilgiler bu bölümlerin 19. yy’m or­talarında inşa edildiğini göstermektedir. M. Ali Hilmi Dedebaba’mn 1286/1869-70’te ikinci kere pir evini ziyaretinden dönüşün­de tekkeyi tamir ettirdiğini ve genişletti­ğini matbu divanındaki biyografisinden öğreniyoruz. İkametgâh bölümü meydan evinin kuzeyine bu tarihten sonra, cümle kapısındaki kitabenin işaret ettiği 1291/ 1874-75’te eklenmiş olsa gerektir. Aynı şe­kilde cümle kapısından başka bunun ya­nındaki bölümlerin (kapıcı can hücresi, ba­cılar mahfili, at evi) bu tarihte inşa edildi­ği, meydan evinin, büyük aşevi-“kiler evi” çamaşırhane-hamam kanadının da aynı ta­rihte esaslı bir onarım geçirerek son şek­lini aldığı tahmin edilebilir. 19. yy’m dör­düncü çeyreğinde de imar faaliyetinin de­vam ettiği, 1309/1892’de bir “zenbûr evi” (arı kovanı) ve 13’13/189Ğ’da da şeyh oda­sı niteliğinde bir mekânın inşa edildiği an­laşılmaktadır.
1925’te kapatıldıktan sonra mülkiyeti Vakıflar İdaresi’ne intikal eden Şahkulu Sultan Tekkesi bir müddet son postnişin Haşan Tahsin Baba’nm ve bazı dervişle­rin meskeni olarak kullanılmış, bu son ku­şağın vefatını müteakip terk edilerek harap olmaya başlamıştır. Günümüze ulaşama­mış olan bazı bölümlerin bu devirde or­tadan kalktıkları bilinmektedir. 1965 civa­rında Vakıflar İdaresi tekkenin bir kısmı­nı (meydan evi ile buna bitişik olan bazı bölümleri) restore ettirmiş, ancak herhan­gi bir fonksiyon verilmediğinden yapılar yeniden harabiyete yüz tutmuştur. Son yıl­larda kurulan Şahkulu Sultan Külliyesi’ni Onarma ve Yaşatma Derneği tekkeyi aslı­na uygun biçimde tamir ettirerek Bektaşî kültürünün yaşatıldığı bir merkez haline getirmiş bulunmaktadır.
İstanbul’da Bektaşîliğin en parlak tem­silcisi olan Şahkulu Sultan Tekkesi yeni- çerilik-Bektaşîlik bağından kaynaklanan askeri, siyasi öneminin yanısıra Bektaşî edebiyatı ve musikisinde de önemli bir ye­re sahiptir. Özellikle Bektaşîlerden başka diğer tarikat ehli arasında da sevilen ve sa­yılan, bir müddet Kırşehir’deki pir evinde dedebabalık yapacak kadar nüfuzlu olan şair ve bestekâr M. Ali Hilmi Dedebaba’mn meşihatı sırasında Şahkulu Sultan Tekke­si verimli bir kültür hayatına sahne olmuş­tur. Ayrıca haziredeki mezarlardan da gö­rüleceği üzere, mensupları arasında devlet ricalinden birçok kimsenin bulunduğu bu tekke “aristokrat” havalı İstanbul Bektaşîli­ğini temsil etmekteydi.
Kaynaklarda çeşitli başka adlarla da (Gadnî Dede, Hamdi Baba, Merdivenköy, Şahkulu Baba, Şeyh ıMehmed Ali Baba) anılan Şahkulu Sultan Tekkesi’nin ayin gü­nü perşembe idi. Mücerred erkânının uy­gulandığı tekkede, Dahiliye Nezareti’nin R, 1301/1885-86 tarihli istatistik cetvelinde 30 erkeğin ikamet ettiği belirtilmiştir. Vak’a-i Hayriye’den (1826) önceki dönemde adla­rı tespit edilebilen postnişinler Mustafa Ba­ba (ö. 1682), Yusuf Baba (ö. 1685), Mürşid Ali Baba (ö. 1697), Hacı Feyzullah Efendi iö. 1761), Mahmud Baba (ö. 1793), İsma­il Baba (o. 1796), Ali Baba (ö. 1813) ve Âhir Mehmed Baba’dır. Vak’a-i Hayriye’ den kısa bir süre sonra tekkenin Halil Rev- nakî Baba (ö. 1850) tarafından canlandı- rıldığı rivayet edilmekte fakat ikinci bâni olarak genellikle Ahmed Baba (ö. 1849) kabul edilmektedir. Daha sonra meşihat görevini üstlenen postnişinler ise Hacı Sa­dık Baba (ö. 1852), Hasan Baba (ö. 1857),
Ali Baba (ö. 1863), Mehmed Ali Hilmi De- debaba (ö. 1907), Filibeli Mustafa Yesarî Baba, Ahmed Burhan Baba, Hacı Ahmed Baba (ö. 1918), Ubeydullah Baba, Filibeli İbrahim Fevzî Baba, Ahmed Nuri Baba, Yalvaçlı Mehmed Tevfik Baba ve Merhaba Tahsin Baba’dır.
Şahkulu Tekkesi bütün Bektaşî âsitane- leri gibi şehrin dağdağasından uzak, mesi­re niteliğinde, asude bir mevkide, geniş bir arazi içinde yer alır. Günümüzde tekke­nin arsası doğuda imam Ramiz. (l’ekke Al­tı) Sokağı, batıda Mania Yolu, güney ve kuzeyde ise komşu parsellerle çevrilidir. İmam Ramiz Sokağı’nm ötesinde Şahkulu Tekkesi’ne bağlı olanların gömülü bulun­duğu geniş bir mezarlık doğuya doğru uzanır.
Tekkenin cümle kapısı kuzeyde, bu­günkü İstanbul-Ankara otoyolu yönünde yer alır. Cümle kapısının dışında, ulu bir çı­narın altında tekkeye bağımlı olan Mâh Ba­ba Çeşmesi bulunmaktadır. Bu çeşmenin yanında günümüze ulaşamamış bir namaz­gah ile tekkeyi ziyarete gelenlere selam­lık vazifesi gören bir kahvehanenin var ol­duğu bilinmektedir. Cümle kapısından tek­kenin bahçesine girildiğinde sağda “kapıcı can” hücresi ile kadınların ağırlandığı bacı­lar mahfili sıralanır. Aynı sırada yer alan üçüncü birimin de ahırların bakımı ile yü­kümlü olan at evi babasına ait olduğu tah­min edilebilir. Söz konusu mekânların ar­kasında kuzey yönündeki çevre duvarı bo­yunca tekkenin at evi (ahır) uzanır.
Cümle kapısının soluna, kuzey-güney doğrultusunda tekkenin en önemli bölüm­lerini barındıran ana bina yerleştirilmiştir. Bu bölümler kuzeyden güneye doğm, tek­kede yaşayan mücerred babalara ve der­vişlere (canlara) mahsus iki katlı ikamet­gâh, bu kanadın içinde gündelik yemeğin pişirildiği küçük aşevi, ayinlerin icra edil­diği meydan evi, özel günlerde kullanılan büyük aşevi ve bununla iç içe bulunan ça­maşırhane, “kiler evi”, hamam, aşevi baba­sı ile “kiler evi” babasının hücreleridir. Ana bina kuzey ve doğu yönlerinde daha zi­yade babaların gömülü olduğu bir hazire ile kusatılmıstır.,Sahkulu Sultan’ın acık türbesi de bu hazirededir. Ana binanın batı yönünde ise bahçeye nazır setler üzerin­de havuzlar ye çardaklar göze çarpar. Bu kesimde, cümle kapısının tam karşısında, tekkeye gelen hatırlı misafirlerin ağırlandı­ğı, şeyh odası niteliğinde bir mekânın bu­lunduğu bilinmektedir. Ayrıca tekkenin bahçesinde ekmek evinin (fırın), zenbûr e- vinin (arı kovanlarını barındıran yapı), ko­yun ve inek ağıllarının ve kozahanenin du­var kalıntıları, çeşitli bostan kuyuları ve bir su kulesi görülmektedir.
Tekkerin yakınındaki Çemenzar mev­kiinde ise kuruluşundan beri tekke ile bağlantılı olan ve M. Ali Hilmi Dedebaba tarafından 1307/1889-90’da tamir ettirilen GözcyJBaba makamı ve haziresi bulun­maktadır. Göztepe semtinin adını bu ma­kamdan aldığı unutulmamalıdır, Yine bu mevkide tekke sakinleri tarafından yazlık ikametgâh olarak kullanılan büyük bir ah­şap köşkün yer aldığı malumdur.
Önünde atlar için düşünülmüş uzun ya­lağı ile tipik bir kır çeşmesi olan Mâh Baba. “Çeşmesi’nin aynataşmda ve musluk yerin­de’teslim taşı kabartmaları dikkati çeker. Tepede Iİ. Âbdüİhamid’in tuğrası ve 1315/ 1897 tarihi yer almaktadır. îki mısralık.man­zum kitabenin, sülüsle yazılmış olduğu se­zilmekte ise de günümüzde okunması im­kânsızdır.-
Namazgâh bütünüyle ortadan kalkmıştır.. Buradan getirildiği anlaşılan 1161/1748 tarihli mihrap taşı yakın tarihe kadar mey­dan evinin duvarına dayalı olarak durmakta taşın üst kesiminde Lale Devri üslubunu anımsatan kabartmalar bulunmaktaydı.
Cümle kapısının dikdörtgen açıklığı kesme küfekiden sövelerle kuşatılmıştır. Düşey çubuklarla ve dairevi madalyonlar­la donatılmış olan yan sövelerin üst biti­minde teslim taşı kabartmaları yer alır. Üst söve başlığının tam ortasına da Bektaşîlerce kutlu ‘sayılan ve “Hacıbektaş taşı.” ola­rak adlandırılan oniksten bir teslim taşı ka­kılmıştır. Üst söve başlığı yanlarda pilastr- larla kuşatılmış, üst sınırı bir silme kuşağı ile belirtilmiş, silmenin üzerine oturan ki­tabe levhası bileşik kemer görünümünde bir alınlığın içine alınmış, yanlara, pilastr- larm hizasına, dikdörtgen prizma biçimin­de, üstlerinde birer kürenin bulunduğu ba­balar yerleştirilmiş, alınlığın tepesine alem olarak “horasanî” denilen tipte bir Bektaşî tacı oturtulmustur. Sülüs hatla yazılmış olan manzum kitabe 1291/1874-75 tarihlidir.
Boyutları en geniş yerinde 47×32 m’yi bulan ana binanın kuzey kesimi iki katli
ikametgâh bölümüne tahsis edilmiştir. “L” planlı bir kitle oluşturan ikametgâhın du­varları tuğla ile örülmüş, pencerelerin bü­yük çoğunluğu ile kapılar sepet küpü kemerlerle donatılmıştır. Alaturka kiremit kaplı  bir çatı île ortülü olduğu bilinmek­tedir. 1960larda vuku bulan bir yangın so­nucunda söz konusu kanat harap olmuş, son yıllarda yalnız cepheleri eski haline uygun olmak kaydıyla yeniden inşa edil­miştir. Bu yüzden özgün planı hakkında bildiklerimiz sınırlıdır. “Esâs giriş güneyde yer almakta, ayrıca kuzeye “Şahkulu Sultan” makamına açılan, diğer bir kapı bulunmak­tadır,
Ana binanın güney kesimini işgal eden tek katlı kanada batı cephesinden girilir. Duvarlar moloz taş. ve. tuğla, ile örülmüştür. Büyük aşevi ile çamaşırhanenin ortaklaşa sahip oldukları, düzgün olmayan bir plana sahip mekân yaklaşık 12×6 m boyutlarındâdır. Girince sağda aşevinin büyük oca­ğı göze çarpar. Burada ilginç olan ocağın aynı zamanda, hemen arkasında bulunan hamamın külhanı olarak kullanılacak şekilde tasarlanmasıdır. Aşevi ocağından sonra hamamın girişi bunun da ötesinde ça­maşırhane ocağı yer alır. Solda (kuzey yonünde) meydan evinden bu kanada açılan iki tane kapı-pencere görülür. Doğuda yan yana “kiler evi” ile “kiler evi” babasının hücresi sıralanmaktadır. Isı kaybını asga­riye indirmek için hamamın aşevi ocağı ile ile çamaşırhane ocağının arasına yerleştirilmiş olması dikkati çekmekte aynı ilginç çözüm daha önce 1748 tarihli Ab- dal Yakub Tekkesi’nde karşımıza çıkmakta’dır.
Bir câmekân-ılıklık, bir halvet ve bir heladan oluşan hamamda ilginç mimarı ayrıntılar göze çarpar. Bunlardan biri halvet ile camekan-ılıklık arasındaki duvarlarda bulunan tütekli bir lamba penceresidir. Diğeri de camekan-ılıklık  mekânının gü­ney duvarında yer alan, alçı kabartma perde motifleri ile çerçevelenmiş ve geç dönem halk resmi türünde hayali bir peyzaj­la  bezenmiş olan niştir. Aşevi babasının hücresi kanadın güneybatı köşesine sonradan eklenmiştir.
Bütun bu bölümler içinde, gerek tekke­nin fonksiyon şemasında odak noktasını teşkil etmesi, gerekse de mimari özellik­leri bakımından en önemlisi şüphesiz ki .meydan evidir. Tekkenin ana binasının or­tasında yer alan meydan evi kuzeyde tekke sakinlerinin odalarını ve küçük aşevini barındıran iki katlı yapıya., güneyde büyük aşevi “kiler evi”, hamam, hela ve çamaşırhane böÎümlerini ihtiva- eden iki katlı diğer bir yapıya bitişiktir. Meydan evi ile bu iki yan kanat_arasında kapılar ile geçiş sağlanmıştır. Batısında ise bir giriş mekanı mahiyetinde olan taşlık ile su haznesi yer almaktadır. Sonuçta meydan evi ancak doğu yönünde serbest kalmakta ve içinde yer aldığı yapı kitlesinden dışarı taşmaktadır.
Ayrıca komşu bölümler ile böylesine kuşa­tılmış olmasına karşılık  yan kanatlara nis­petle yüksek tııtulmuş üst yapıs  sayesinde dışarıdan bakıldığında bağımsız birbölüm olarak algılanabilmektedir.
Meydan evinin planı muntazam bir onikigenden oluşur. Moloz taş ve tuğla ile örgülü, içten ve dıştan sıvalı duvarlar, ke­narları içten 2,80 m uzunluğundaki bu oni- kigeni meydana getirmektedir. Şüphe yok ki bu mekânın tasarımında çokgenler için­de onikigenin seçilmiş olmasının yegâne sebebi On İki İmam kültüne sıkı sıkıya bağlı olan Bektaşîliğin rakam semboliz­minde söz konusu sayının kutsallıkta baş­köşeyi işgal etmesidir.
Meydan evinin güneydoğu (kıble) yö­nünde yer alan ve planda 1 no. ile göste­rilmiş olan kenarında ayinlerde “taht-ı Mu- hammed”in ve “kanun çerağı”nm konul­masına mahsus bir niş bulunmaktadır. Onikigenin doğu yönünde dışarıya taşkın­lık yapan dört kenarında (2, 3, 4 ve 5 no’lu kenarlar) yerden başlayan birer kapı-pen- cere açılmış olup bunlardan hazire ve özellikle tekkeye adını veren Şahkulu Sul- tan’ın kabri seyredilmektedir. Âdeta birer niyaz penceresi niteliğinde olan bu açık­lıklar, mekânda bulunan bütün diğer pen­cere ve kapılar gibi, tuğladan örgülü sepet kulpu kemerler ile taçlandırılmış ve dış­tan küfeki söveler ile çerçevelenmişlerdir.
Kuzeydeki 6 no’lu kenarda da 1 no’lu- dakine benzer diğer bir niş görülmekte ve bunun yanlarında birer devşirme sütun parçası yer almaktadır. 7 ve 8 no’lu kenar­larda taşlığa açılan ve doğudakiler ile ay­nı boyutlara sahip olan birer kapı-pence- re vardır. Taşlıktan hem dışarıya hem de ikametgâh bölümüne geçildiğine göre, bu açıklıklar gerek tekkede meskûn olanla­rın, gerekse de ayinlere katılmak için ge­lenlerin kullanmasına mahsustur. Bunlar­dan 8 no’lu kenarda yer alan kapı-pence- reden girince sağda yine devşirme bir sü­tun parçası vardır ki “sırac-ı münir” tabir edilen kandilin kaidesi olsa gerektir. Bu kandil meydan evinin esas girişi olan ve Bektaşîlerce kendisine büyük kutsallık at­fedilen. “eşiğin” sağında bulunduğuna gö­re bu kapı eşik olmalıdır. 9 no’lu kenar­da meydan evinin çatısına çıkan kâgir merdivene geçit veren açıkiık yer almak­tadır.
Arkasını su haznesine dayamış olan 10. kenarda ise önleri yalaklı üç adet abdest musluğu bulunmaktadır. Bektaşîlerin “tel­kin ayini” tabir ettikleri “ikrar verme” ya­ni tarikata girme merasiminde “talib”in “rehber” önderliğinde birbirini müteakip üç abdest aldığı ve bunlardan sonuncu­sunun bildiğimiz namaz abdestine çok benzediği düşünülür ise, buradaki abdest musluklarının alelade bir şadırvan niteli­ğinde olmayıp tarikat erkânı ile ilgili bir fonksiyonu olduğu ortaya çıkmaktadır, Ni­tekim taşlıkta bunların eşi olan üç adet musluk daha yer almaktadır ki, kanaati­mizce cemaatin abdest almasına mahsustur.
Meydan evinin güneyinde yer alan 11. ve 12. kenarlarda, büyük aşevi, “kiler evi”, hamam, hela ve çamaşırhane gibi mekân­ların etrafında sıralandığı taşlığa açılan bi­rer kapı-pencere bulunmaktadır. Ayin me­kânı ile yemek pişirme mekânı arasında böylesine doğrudan bir ilişki kurulmasının sebebi Bektaşîliğin erkânında, meydan
Meydan evi ile güneydeki bölümlerin planı:
  1. Giriş taşlığı,
  2. meydan evi,
III. büyük aşevi,
IV, kiler evi,
V, kiler evi babasının hücresi,
  1. çamaşırhane,
VII, hamam (camekân-ıiıkhk),
V7II. hamam (halvet), IV- hela,
  1. Aşevi babasının hücresi.
  2. Baba Tanman
evinde “ayin-i cenrlerce kumlan “muhab­bet sofra’lannda “lokma görülmesi” (ye­mek yenilmesi) ve “dem alınması’’dır (şa­rap ve rakı gibi alkollü içkiler içilmesi). Ay­rıca telkin ayininde talibin aldığı abdest- lerin ilk ikisinin gusül abdesti niteliğinde olması da meydan evinin hamam ile olan bağlantısını açıklamaktadır. Yine burada meydan evi ile “kiler evi”nin yakın ilişkisi de “kiler evi”n:in yalnız yiyecek ve içecek­lerin değil aynı zamanda ayinlerde kullanı­lan çeşitli tarikat eşyasının (tespih, buhur­danlık, kandil, şamdan, teber, keşkül, ne­fir vb) saklandığı bir bölüm olması ile açık­lanabilir. Nitekim Bektaşîlikten gayri tari­katların erkânından buna benzer husus­lar olmadığı için bu tarikatlara bağlı tekke­lerin hemen hiçbirisinde ayin mekânı ile mutfak, “kiler evi” ve hamam bölümleri arasında böylesine bir kaynaşma görül­mez.
Meydan evinin duvarlarının üst kısmın­da, her kenarda birer tane olmak üzere, toplam on iki adet pencere sıralanmak­tadır. Bunlar alttakiler ile aynı karakter­de, ancak biraz daha küçüktür. Bu üst pencerelerin altında, köşelerinde Bekta­şîliğin “alamet-i farikası” haline gelmiş olan on iki köşeli teslim taşlarının kabart­ma olarak yer aldığı birer dikdörtgen mer­mer levha bulunmaktadır. Bu levhalarda zamanında On İki İtnam’ın isimlerinin ya­zılı olduğu kolayca tahmin edilebilir. Meydan evinin mimari düzeninde en çok dikkati çeken ve tekkedeki bu bölü­mün tarikat mimarisi için olduğu kadar ge­nel olarak Türk İslam mimarisi tarihinde önemli bir yer işgal etmesine sebep olan husus ise yapıda kullanılmış olan değişik örtü sistemidir. Şöyle ki, meydan evinin onikigen alanının tam ortasında, kaidesi ve başlığı onikigen olan daire kesitli bir mermer sütun yükselmekte, bu sütunun ekseni etrafında 360° dönen ve bu sütun ile duvarlara oturan, tuğla ile örülmüş bir tür ^dpa2gJorwz]]jnekânı örtmektedir.
Bu arada sütunun yerÜIdığı noktanın Bektaşîlerce “dar” veya “dar-ı Mansur” di­ye adlandırıldığı “vahdet”, yani Tanrı ile birleşme makamı olarak kabul edildiği, ay­rıca sırat-ı müstakîm”i, yani Hakka giden doğru yolu sembolize ettiği ve ayinlerde  çok önemli bir yeri olduğu göz önünde tutulur ise; bu noktada yer alan taşıyıcının inşai (rasyonel) fonksiyonunun yanısıra en az onun kadar önemli bir de sembolik (ir­rasyonel) fonksiyonu olduğu ortaya çık­maktadır. Hattâ bu mekânı kendilerine has inanç ve sembollere göre şekillendirmiş ve kullanmış olan Bektaşîlerin bu sü­tunu üst-yapıyı- taşıyan sıradan bir mima­ri unsur olarak değil meydan evinin batini (ësotérique) muhtevasının en kutsal bir parçası olarak telâkki ettikleri rahatlıkla ileri sürülebilir.
Ayrıca Bu sistemde tarikat sembolizmi­nin bir tekkenin süsleme programını ne öl­çüde etkileyebildiğini göstermesi bakımın­dan dikkat çekici ayrıntılar yer almaktadır. Tabanında ve tepesinde silmeler ile do­natılmış olan onikigen mermer kaidenin yüzlerinde, her yüzde bir’tane olmak üze­re, toplam 12 tane, şamdan üstünde mum kabartması, kaş kemerli nişler içinde yer almaktadır. Bilindiği gibi Alevilik temayyülünün  bulunduğu bütün tarikatlarda ve özellikle Bektaşîlikte mum “çerağ” olarak isimlendirilir ve “nur-ı Muhammedi’yi, ay­rıca Hz Muhammed ile aynı nurdan yaratıldığı kabul edilen Hz Ali’nin nurunu ve onun neslinden gelen On iki İmam ile bu zatların manevi vârisleri olan velilerin nurlarını sembolize etmektedir. Şüphe yok ki kaidede yer alan on iki çerağ da On İki İmam’ın nuruna işaret etmektedir. Bu sembolik içerikli süslemenin meydan evini “sırat-ı müstakim”i ifade eden orta noktasında yer alması da ayrıca dikkate değer. Sanki bu şekilde, On İki İmam’ın Tanrı’ya giden doğru yolu nurları ile aydınlattıkları gerçeği anlatılmak istenmiştir. Hurufî etkileri ile yoğrulmuş Bektaşî sembolizminde Arap alfabesindeki elif harfinin söz konusu kaidenin yer aldığı dâr noktası ile aynı şeyleri ifade ettiği de hesaba katılır ise bu kaidenin üstünde bir elif gibi göğe doğru yükselen sütunun da sırat-ı mustakimi sembolize ettiği düşünülebilir.
Bu arada söz konusu sütuna ait ola halen İstanbul’da Türk-İnşaat ve Sanat Eserleri Müzesi’nde bulunan çok değişik bir bilezikten de söz etmek gerekir. Sutunû kaideye oturduğu yerden kavradığı anla-şılan bu bilezik tunçtan mamul ve parçadan müteşekkil.olup üzerinde eşit aralıklarla monte edilmiş on iki adet el yer almaktadır. Gerçekçi bir üsluba ve çok temiz bir işçiliğe sahip olan bu eller yumruk şeklinde sıkılmıştır. başparmakları ile işaret parmakları arasında kalan boşluklara ilerde uyandırılmak üzere çerağların yerleştirildiği muhakkaktır. Bu çerağ tutan ellerin herbiri kaidedeki çerağ kabartmalarının birinin üstüne isabet etmektedir. Tekkenin onarımı sırasında bu ilginç bilezik-şamdanın bir eşi imal edilerek özgün yerine monte edilmiştir. Sütun başlığına gelince altı yuvarlak üstü onikigen olan bu başlıkta ampir üslubuna bağlanan kabartma akantus yapıları ve yumurta dizisi gibi süslemeler üretilmektedir.  Bunun üstünde yine onikigen olan impost niteliğinde ikinci bir başlık yer almaktadır. Daha yukarıda ise bundan mamul olan 12 adet akantus yapılarından oluşan bir tür taç bulunmaktadır. Yaprakların uçları sola doğru kıvrılmış olup 5 ve 6. yy’ların Bizans Mimarisinde görülen bir başlık tipini hatırlatmaktadır. Bu tacın yapraklarından 12 adet ?? silme hareket etmekte ve B. N. Şehvaroğlu’nun tabiri ile “havai fişek gibi dökülerek” duvarların köşelerine varmaktadır. Böylece yelpaze tonozun yüzeyi oniki dilime ayrılmış olmakta ve plan ile üst yapı arasında görünüş bakımından bir bütünlük sağlanmaktadır. Yelpaze tonozun aslında dıştan onikigen piramit biçiminde ahşap bir külah ile örtülü olduğu halde son tamirlerde bu çalışma iptal edilmiş ve üst yapıya dışarıdan baktığında gözün yadırgadığı çok basık bir kubbe görüntüsü verilmiştir. Meydan evinin alemi mermerden oyulmuş elifi tipte bir Bektaşi tacıdır. Aynı tekkenin cümle kapısında da karşımıza çıkan tarikat tacının alem olarak kullanılma durumu geç devir tekkelerinde çokça görülen bir özelliktir. Meydan evine özgünlük katan bu ilginç tasarım Türk-İslam mimarisinde Şahkulu Sultan Tekkesi’nden önce 12.yy’dan itibaren farklı yapı türlerinde (kümbetlerde tekkelerde sivil mimari eserlerinde) gözükmekte büyük bir ihtimalle orta direkli çadır ve ev tipinden kaynaklanan bu çözüm söz konusu tekkede Bektaşiliğe özgü sembolik değerlerle ve Osmanlı ampir üslubuna bağlanan mimari ayrıntılarla donanmış olarak karşımıza çıkmaktadır.
Baha TANMAN
İstanbul Ansiklopedisi

http://sahkulu.org/ alıntıdır..

HZ.ALİ EFENDİMİZİN TORUNU.MİRZA MAZHAR


HZ.ALİ EFENDİMİZİN TORUNU.MİRZA MAZHAR

Canlar Canı-Sevgililer Sevgilisi
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri Hz. Ali Efendimiz’in (r.a) torunlarındandır. Pâk nesli, Kerbelâ’da şehid edilen Hz. Hüseyin Efendimiz’in (r.a) kardeşi Muhammed b. Hanefiyye hazretlerine dayanır.
Hindistan’da soylu ailelerden gelenlere ve seyyidlere özel bir unvan verilirdi. Bu yüzden kendisine Hz. Ali’nin (r.a) neslinden geldiği için “Mirza” denildi.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri insanlara huzur veren bir candı. İlham kaynağı bir sevgiliydi. Canlara can olan bir veliydi. Âlimlere, âbidlere, velîlere canlılık kazandıran bir candı. Bu yüzden kendisine “Cân-ı Cânân” (canlar canı, sevgililer sevgilisi) denildi. O, meşhur hadis ve fıkıh âlimi Şah Veliyyullah Dihlevî’nin dediği gibiydi:
“Bu dünyada Hz. Mazhar’ın bir benzeri daha yoktur.”
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri 1111 (1700)yılında doğdu. Henüz beş yaşlarında iken bile üzerinde görülen olağan üstü güzellikler bambaşkaydı. Allah sevgisi dillere destandı. İlâhî aşk onda doğuştandı. O seçilmişti.
Dokuz yaşlarında iken Hz. İbrahim aleyhisselâmın pek çok mânevî güzelliklerine şahit olmuştu. Yolda yürürken, “Ben, sıfatıyla Kur’an’da geçen ve ikinin ikincisi diye anılan Hz. Ebû Bekir Efendimiz’i (r.a), yolda yürürken daima önümde görüyorum” derdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine âşıktı. O hep gözünün önündeydi.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretlerinin sözlerin yetersiz kaldığı nice mânevî güzellikleri vardı. Bu yüzden olsa gerek babası, onun yetişmesine çok daha fazla özen gösterdi. Zâhirî ilimleri tamamladığında yaşı henüz on sekizdi.
İlâhî irade onu, mânevî âlemlere sevketti. Tatlı bir esintiydi bu. Rahmetti, lutuftu, şerefti. Bu ilâhî ikram Hz. Mazhar’ı, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) pâk neslinden gelen bir zatın nurlu ellerine ve gönüllerine bağladı: Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretleri…
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri nur-ı Muhammedî olan bir velînin dergâhında yetişti. Onun nurlu nazarları altında, daha önce kimsenin içmediği ağzı mühürlü kadehlerle bâtın ilminden içti. Onun irşadı ile kendinden geçti. İlâhî mertebelere kavuştu. Mânevî âlemleri seyretti ve ona “Habîbullah” denildi. Habîbullah “Allah sevgilisi” demekti.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri mürşidi Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretlerinin terbiyesi altında Muhammedî nurlara kavuşunca, özünü buldu. Sözleri insanlara tesir eder oldu. Hayret makamlarından bilinmezlik âlemine daldı. Cehaletten hayret mertebelerine yükseldi. Asla durmadı ve dinlenmedi. Çünkü onu, Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretleri yanından hiç ayırmadı. Onu gözetti, sâfîleştirdi. Maddî ve mânevî nazarlarını onun üzerinde topladı.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri bu yüzden, velîler meclisinden ayrı kalmadı. Varlıklar âleminde adeta parlayan bir güneş oldu. Zâhir ve bâtında yetenekleri çoktu. İnsanları irşad etmek ise artık onun göreviydi. Bir gün Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretleri etrafındakilere,
“Vefatımdan sonra Mirza Mazhar Cân-ı Cânân halifemdir” dedi. Böylece ona bir sıfat daha verildi. Şemseddin yani dinin güneşi… Artık onun tam adı şöyleydi: “Şemseddin Habîbullah Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri.” Zâhirde ve bâtında alması gereken sıfatları almıştı.
Mürşid-i Kâmillere Hayran
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri mürşidi Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretlerinin vefatından sonra iki yıl süreyle onun kabrinde tefekkür âlemine daldı. Ondan mânevî feyizler aldı. Ancak Allah sevgisi kendisinde coşkuluydu. O, kâmil velîlerden nurlar almaya doymuyor, can tazelemek istiyordu. Bu yüzden mürşidi hayatta iken onun, diğer kâmil velîlerle irtibat kurmasına izin vermişti.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri, bundan sonra dört mürşid-i kâmilden daha mânevî terbiye gördü. Bu zatlar, silsilenin diğer kollarından gelen büyük halifelerdi. İsimleri şöyle:
1. Mevlânâ Şeyh Muhammed Efdal hazretleri…
Bu zat, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğlu Muhammed Ma‘sûm hazretlerinin oğlu ve halifesi Hüccetullah Muhammed Fârûkî hazretlerinin halifesiydi.
2. Mevlânâ Şeyh Hafız Sa‘dullah hazretleri…
Bu zat da, yine Muhammed Ma‘sûm hazretlerinin halifesi ve oğlu Şeyh Muhammed Sıddîk hazretlerinin halifesiydi.
3. Mevlânâ Şeyh Muhammed Âbid Senâmî hazretleri…
Bu zat ise, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğullarından ve babası tarafından Kâdirî şeyhi olarak tayin edilen Muhammed Saîd Fârûkî hazretlerinin oğlu Şeyh Abdülahad hazretlerinin oğlu ve halifesiydi. Bu yönüyle Hz. Mazhar, hem Nakşibendî hem de Kâdirî tarikatından icâzet almış oluyordu.
4. Mevlânâ Şeyh Muhammed Zübeyr hazretleri…
Bu zat, Muhammed Ma‘sûm hazretlerinin oğlu ve halifesi olan Hüccetullah Muhammed Fârûkî hazretlerinin torunu ve en tanınmış halifesiydi.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri bütün bu zatlarla yirmi yıl birlikte oldu. Onlara hizmet etti. Nice mânevî sırlar buldu. Böylece kemâlâtını tamamladı. İnsanları irşad etmeye başladığı zaman âdeta bir irfan deniziydi. Dalga dalga coşmaya ve taşmaya başladı. Mürşidi Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretleri ona şöyle demişti:
“Seni müjdelerim. Yüce Allah katında kabul edildin.”
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri Mevlânâ Şeyh Muhammed Âbid Senâmî hazretlerinin huzurunda iken de iltifat görmüştü:
“Şimdiye kadar sana benzeyen bir müridim olmadı. Zira senin Allah sevgin sonsuz, Resûlullah Efendimiz’e (s.a.v) muhabbetin bambaşka. Bu tarikat, sayende çok yüce mertebelere ulaşacak. İnanıyorum ki sana ‘Şemseddin ve Habîbullah’ adını Allah Teâlâ verdi.”
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri şöyle anlatıyor:
“Bir defasında da huzuruna gittiğimde Mevlânâ Şeyh Hafız Sa‘dullah hazretleri, ‘Sende gördüğüm bu muhabbete, Allah ve Resûlü’ne olan bağlılığına hayranım’ demişti.”
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri böylece çeşitli şeyhlerden ve mürşidlerden aldığı icâzetlerle Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Çiştî tarikatlarında de mürşid-i kâmil oldu. Şöyle dedi:
“Üç tarikatta velîliği (Kâdirî, Sühreverdî, Çiştî) ve bunların terbiye metotlarını, ilimlerini ve zikir usullerini Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretlerinden aldım.
O beni daha sonra Muhammedî velâyete yükseltti. O zaman daima Muhammed Mustafa Efendimiz’i (s.a.v) görmeye başladım. O her an karşımdaydı. Bulunduğum her yerde onu görüyordum.
Yedi hakikat denilen farklı terbiye usullerini de kendisine yedi yıllık hizmetim sırasında Mevlânâ Şeyh Muhammed Âbid Senâmî hazretlerinden aldım. Bundan sonra o, tam bir yıl içinde beni pek yüce mânevî güzelliklere kavuşturdu. Hemen hemen tasavvufî her mertebenin üstünlükleri bende görülmeye başladı.”
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri mürşidi Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî hazretlerinden sonra, adı geçen dört mürşid-i kâmil de âhirete irtihal edince, sûfîlerin mânevî terbiyesini tamamen üstlendi. İrşad makamının kutbu oldu. Böylece Nakşibendî yolu ve bağlı olduğu bütün sâdât-ı kirâmın nurları, Hz. Mazhar’ın üzerinde açıkça görülmeye, bütün bölgelerden akın akın insanlar dergâhına gelmeye başladı. Kafilelerle gelen nice müridleri vardı. Her biri onu görünce kendinden geçiyordu.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri yaklaşık otuz yıl mürşid-i kâmillik yaptı. Bu süre içinde ne dünyaya ne dünyalık insanlara yöneldi. Onun tercihi sadece Allah’a kul olabilme özelliği kazanabilmekti. Buna tasavvufta “fakirlik” deniliyordu. Onun dünyevî bir isteği yoktu. Ne kendisi için görkemli bir ev yaptırdı, ne de şatafatlı bir dergâhı vardı. Onun tek bir sermayesi vardı. Onu da şöyle dile getirdi:
“Bu yolda elde ettiğim bütün sermayem, sâdât-ı kirâmı çok sevmiş olmamdır.”
Sohbetlerinden Seçilenler
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri şöyle anlattı:
Tasavvuf yolunu tercih edebilmek, Allah sevgisinden kaynaklanır. Bu sevgiyi Allah Teâlâ, sadece ilâhî bir ikram olarak kullarına bağışlamıştır. Kaldı ki şartlarını yerine getirmek suretiyle Allah’ı zikretmek herkese farzdır.163
Kalp gözü ancak Allah’ı zikretmekle açılır. Zikir esnasında bir mânevî dalgınlık (istiğrak) olursa dikkatli olmak gerekir. Bu hal geçince zikre daha istekli bir şekilde devam etmelidir. Zikirden fayda görebilmek için, zikri bırakmamak gerekir. Çünkü asıl gaye fayda görmektir.
Tüm bu uğraşma ve nefsin zorlanması ahlâkın güzelleştirilmesi içindir. Buna “tehzib-i ahlâk makamı” denir. Bundan maksat, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v), “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim”164 hadisinin sırrına erişebilmek içindir.
Bu zamanda dini tam anlamıyla yaşamak, kolaylıklara yönelmemek (azimet) kolay değildir. Çünkü yapılacak işlerde İslâm’ın tavsiyeleri göz önünde tutulmuyor. Hal böyle olunca özellikle bid‘atlardan kaçınmak, İslâm dininin emirlerine uymak büyük bir ganimet oluyor.
Kerametlerinden Bazısı
Hz. Mazhar efendimiz yanında bir grup müridiyle yolculuğa çıkmıştı. Yanlarında binit ve yiyecek yoktu. Ama dinlendikleri her konaklama yerinde, Allah tarafından önlerinde hazırlanmış yiyecek buluyorlardı.
Bir gün çok şiddetli yağmur yağmaya başladı. Neredeyse fırtına ağaçları devirecekti. Seller yolları kapattı. Hz. Mazhar efendimiz ve müridleri yolda kaldılar. Hz. Mazhar, ellerini kaldırdı ve şöyle dua etti:
“Ey Allahım! Yağmur bize zahmet değil rahmet olsun, âfet olmasın?”
Kısa sürede yağmur dindi. Onlar da yollarına devam ettiler.
Şehadet
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri âhiret yurduna göç etmesine çok az bir zaman kala, vefat edeceği kendisine mâlûm olmuştu. Son günlerinde ilâhî aşkta sonsuzluğa dalmıştı. Her an yüce Allah’ı müşahede ediyordu.
Her zamankinden daha fazla ibadetlere düşkün oldu. Dergâhına gelenlerin sayısı giderek artıyordu. Her namaz vakti elini tutup biat edenlerin sayısı yüzlerce idi. Gelenler görüşebilmek için sıraya geçerlerdi.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri ihtimal en yüce dosta gitme vaktinin yaklaştığını hissetmişti ve şöyle diyordu:
“Artık gönlümde olmasını ümit ettiğim iş kalmadı. Yüce Allah tarafından bana verilen nimetlere fazlasıyla kavuştum. Allah Teâlâ, bana müslüman olma şerefi verdi. İlim nasip etti. Hayırlı işler yapma fırsatı verdi. Tasavvuf yolunda sâdât-ı kirâma hizmet etmek için mürşidlik, tasarruf, keramet, keşif ihsan etti. İlâhî mertebelere ulaşabilmek için ancak tek bir şey kaldı. O da, Allah yolunda şehid olabilmek.
Sâdât-ı kirâmın pek çoğu bâtınî şehidliğe ulaşmışlardır. Mânevî âlemde kendilerini feda etmişlerdir. Bu ise çok yüce bir mertebedir. Bana gelince, ben âciz bir kulum. Allah uğrunda cihad etmeye gücüm yetmez. Bu, benim için oldukça güç.
Halbuki ölüm, yüce Allah’ın huzuruna çıkmaktır.
Halbuki ölüm, Muhammed Mustafa Efendimiz’e (s.a.v) kavuşmaktır.
Halbuki ölüm, bütün kâmil velîlere ulaşmaktır.
Halbuki ölüm, bütün sâdât-ı kirâm ile buluşmaktır.
İşte şimdi ben, bu büyük zatları çok özlüyorum. Hz. Muhammed Mustafa Efendimiz’in (s.a.v) ve İbrahim Halîlullah Efendimiz’in (s.a) yanına gitmek istiyorum.
İşte şimdi ben, Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk Efendimiz’i (r.a) görmek istiyorum. İmam Hüseyin Efendimiz’i (r.a) görmek istiyorum.
Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini, Şah-ı Nakşibend efendimizi, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini görmek istiyorum.
Artık ben, onların hepsine kavuşmak istiyorum.”
Tarih 7 Muharrem 1195 (3 Ocak 1781) ve günlerden Çarşamba idi. Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretlerinin evinin kapısı çalındı. Üç Mecûsî kapıda belirdi. İzin istediler, verildi ve içeri girdiler. Hz. Mazhar gelenleri tanımıyordu. Bu yüzden gelenlere hürmet etmek için yatağından doğruldu. Gelenlerden biri elindeki hançeri kaldırdı. Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretlerinin kalbine sapladı. Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri o zaman seksen dört yaşlarındaydı. Gelenler ilerlemiş yaşını düşünerek şöyle dediler:
“Daha fazlasına dayanamaz ölür.”
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri aldığı darbenin de tesiri ile yere düştü. Ağır yaralanmıştı. Şehrin hâkimi hemen doktor gönderdi ve,
“Bu cinayeti işleyen zanlı veya zanlılar şu an bilinmiyor, ama bulunduğu anda kısas yapılacaktır” dedi.
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri şu cevabı gönderdi:
“Eğer bu işi yapanlar bilinir ve bulunursa ben, onlara hakkımı helâl ediyorum. Siz de onları affedin. Allah bu yaradan kurtulmamı murad etmişse elbette şifasını verecektir.”
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri bu olaydan sonra üç gün daha yaşadı. Muharremin onuncu günü Cuma günü akşamı âhirete irtihal etti. Tıpkı neslinden geldiği Hz. Hüseyin Efendimiz (r.a) gibi bir aşure günü… 10 Muharrem 1195 (3 Ocak 1781).
Allah’ın rahmeti üzerine olsun.
Allah Teâlâ bizleri şefaatlerine kavuştursun.
Geride Bıraktıkları
Velîlerden biri rüyasında Kur’ân-ı Kerîm’in yarısının yok olmuş olduğunu ve İslâmî hareketin duraksadığını gördü. Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretlerinin halifesi Şah Veliyyullah hazretleri bu rüyayı şu sözleriyle yorumladı:
“Bu rüya bana anlatılınca, Hz. Mazhar’ın, ‘Bizden sonra bu tarikatın yüksek makamlarına çıkışı duracaktır. Tasavvufa girenler ne kadar yükselirlerse yükselsinler, hal ehli olarak yüksek mertebelere ulaşamazlar’ sözlerini hatırladım. Hz. Mazhar’ın vefatından on altı yıl sonraydı. Halifelerinin müridlerini gördüm. Uzak beldelerde olup da bu yola girenlerin mânevî yaşantılarından sorular sordum. Onlar, şekil olarak bile velîliğe ulaşabilmeyi bir ganimet biliyorlardı.”165
Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretleri ardında nice kâmil velîler bırakarak Hakk’a yürüdü. Onun nurlu elleri ve rahmet nazarları içinde pek çok insan Allah’a vâsıl oldu. Sohbetlerinden ilâhî feyizler aldı. Kalplerinde iman coştu. Hem de dalga dalga…
Geride binlerce kâmil derviş, onlarca mürşid-i kâmil bırakarak irşad nimetini tamamladı. Ama bu nurlu Muhammedî yol bitmedi, tükenmedi, yok olmadı. Bilakis arttı, çoğaldı, büyüdü ve gelişti.
İşte Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretlerinin yetiştirdiği halifeleri:
Mevlânâ Şeyh Senâullah Osmanî hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Mîr Müslüman hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Fazlullah hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Ahmedullah b. Senâullah hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Muhammed Murad hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Abdurrahman hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Mîr Alîmullah hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Gulâm Kâkî Muradullah hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Muhammed İhsan hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Gulâm-ı Nakşibendî hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Muhammed Münîr hazretleri.
Mevlânâ Şeyh İbadullah hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Allâme Kalender Bahşî hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Mîr Naîmullah hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Abdülgafûr Sindî hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Musa Han hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Şah Veliyyullah Senâullah hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Muammer Senâullah hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Mîr Abdülbâki hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Muhammed Cemil hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Muhammed Behîk Fârûkî hazretleri.
Mevlânâ Şeyh Abdullah-ı Dihlevî hazretleri.
Nakşibendî yolunun günümüze kadar gelen silsilemizin devamı Mevlânâ Şeyh Abdullah-ı Dihlevî hazretleri ile oldu.
Şimdi sıra onda…
Allah Teâlâ bizleri kendisinden ayırmasın.
Allah Teâlâ hepsinin makamını yüceltsin.

SEYYİD ŞEYH AHMED ..bingöl

SEYYİD ŞEYH AHMED 




Şeyh Ahmet Türbesi merkeze 17 kilometre mesafede, köy mezarlığı içinde köye hakim tepede yer alıyor. Dört köşeli, tek kubbeli olarak inşa edilen türbenin yapımında kubbe dahil tamamı taş kullanılmış. 1815-1885 yılları arasında yaşadığı tahmin edilen Şeyh Ahmet’in türbesi, yörede yoğun bir şekilde ziyaret ediliyor.

SEYYİD ŞEYH AHMED 

Seyyid Şeyh Ahmet 1815 yılında Göltepesi (Çan) Köyü’nde doğmuştur. Temel dini bilgileri babasından almıştır. 11 yaşında iken babası Şeyh Eyyüb Efendi’nin vefat etmesi üzerine hocası Molla Muhammed Kazi’nin yanında dini tedrisatına devam etmiştir. Daha sonra Palu’ya gelen Şeyh Ali Sebti Efendi, Şeyh Ahmed Efendiyi yanına alarak medresesinde okutmuş ve Nakşibendi tarikatında icazet vermiştir. Şeyh Ahmet Efendi, icazet aldıktan sonra Çabakçur, Göynük, Kiğı ve Lice bölgelerinde irşada başlamış, bu alanda birçok ilim adamı yetiştirmiştir. Seyyid Şeyh Ahmed Efendi, 1884’ün ilkbaharında vefat etmiştir