KARIŞIK

15 Şubat 2016 Pazartesi

Abalı Baba Türbesi

 

Abalı Baba Türbesi..


Anadolu'nun en ücra köşelerine kadar ulaşmış bir erenler ordusuyla çepeçevreyiz. Çoğunun başında bir dikili taşı yok, bazısının ziyaretçileri kapılarında kuyruk oluyorlar. Öyle ya da böyle olsun, Cenab-ı Hakk'ın insanlara rahmetinin bir nişanesi de bu erenler. Yöresinin halkına ışık tutmuş her biri. Aslında günümüzdeki gibi her iki yönde de her türlü enformasyonu sağlayan yayın organlarının var olmadığı asırlarda insanların irfana aç dimağlarını Allah bilgisi ile doyuran bu gibi erenlerin gördüğü görev çok daha önemli olmuştur herhalde.

Abalı Baba Türbesi'nin aşağıdan girişi

Halkın avamının o türbelerden çok şeyler bekleyen anlayışları çoğu kez bu parlak güzelliği gölgeliyor. Sanki uzun süre kabir ziyaretlerinden men edilmiş bir ümmet değiliz. Putperestlik artığı olan fikirlerin temizlenmesi uzun zaman alıyor, tevhidin ışığının kafalardaki tüm putları devirmesi aynı zamanda bir inşa anlamına geliyor. Kafalarda dikilen putlar tahribin, onların tahribi de dimağların inşasının nişanesi olduğuna göre, tahrip kolay ve inşa zor oluyor.
Nebevi öğretinin şart koştuğu tevhid bilincinin nadasa bırakılmış olmasının, kalabalık kitlelerin dimağlarında ne denli bozucu bir tesir gösterdiğini, böylesi ziyaretlerde her defasında bir kez daha anlar ve çaresiz kalırım.
 Abalı Baba Türbesi'nin giriş kapısı
Memlik Köyü'nde de bugün Abalı Baba türbesini ziyaret ettik. Yüzyıllar önce yaşamış bir veli kişi, bir güzel insan. Sağlığında o topraklarda yaşayan insanlara ne yaptıysa, mezarını türbeye çevirmiş, ona duydukları minnettarlığın göstergesi olarak türbesini ziyaretgâh edinmişler.
Abalı Baba, türbede üç evladı ve hanımı ile birlikte medfun.

Hasan Velî olarak da bilinen Abalı Baba, Hacı Bayram Velî ile Hüseyin Gazi'nin çağdaşı olarak gösteriliyor. Anlatılanlar ise evliya menkıbelerinin ulaştığı sınırın da üstüne çıkıyor. Rivayete göre Hacı Bayram Velî, bir grup öğrencisi ile birlikte (yanında Hüseyin Gazi ya da bir rivayete göre Gülbaba olduğu halde) Memlik Köyü'ne Abalı Baba'yı görmeye giderler. Hüseyin Gazi hakkında bilinen pek bir şey olmamakla birlikte Emevi dönemlerinde yaşadığı tahmin edilmekte, Gül Baba'nın ise varlığı 1961 yılına kadar bilinmiyordu. Hacı Bayram Veli yaşadığı sabit olan ve hem Devlet-i Osmaniye hem de Ankara halkı tarafından haklı bir hürmete kavuşan bir kanaat önderi. Neyse efendim, Hacı Bayram Velî ve beraberindekiler Memlik Köyü'ne kümes hayvanlarına binerek gelmişler, Abalı Baba ise kendilerini karşılamak için duvara ya da taşa binerek yolun başına çıkmış. O sırada talebeleri ile birlikte dergâh inşaatı yapıyorlarmış. Diğer talebeler de karşılamaya inşaat aletlerine binerek gitmişler. Sohbetleri esnasında Abalı Baba ziyaretçilerine ikramda bulunuyor. Süt olduğu söyleniyor. Hacı Bayram Velî, gölgelik bir yer de yokmuş deyince, ateşteki üç parça odunu atıyor ve üç tane ağaç oluyor. O ağaçların gölgesinde sohbetlerine devam ediyorlar. Hatta yaptıkları dualarda da Abalı Baba'nın duasına hayran kalıyorlar. Hikâye bu boyutlara nasıl geldi bilmiyorum. Kulaktan kulağa aktarılan bilgilerin ulaşacağı boyutu kestirmek zor. Bugün bile nitekim yaşadığımız hadiselerle ilgili kulaktan kulağa olmadık dedikodular yayılabiliyor.
Abalı Baba'nın köz odunları atarak ağaç ettiği yönündeki rivayetin ağaçları.Artık altında gölgelenecek "adam" kalmadığı için kurumuşlar.
Tabii bir zatın Hacı Bayram Velî'nin hürmetine mazhar olması bir onay anlamına geliyor.
Mübarek Abalı Baba'nın bir de zaviyesi olduğu rivayet ediliyor. Osmanlı kaynaklarında genelde vakıf arazisi şeklinde geçen bir bölge burası.
Böylesi anlı şanlı efsanelerle birlikte bir de türbenin şifa verici özelliğine de inanılıyor. Birçok hastalığın oralarda şifa bulduğu söyleniyor.
Türbe içinde yoğun bir ilgi görmek mümkün. Ayrıca halkımız bilmem hangi dini metinde görmüşlerdir; türbeyi tavaf ediyor. Mutlu evlilikler kurmak için düğün alayı, gelin ve damatla birlikte türbeye geliyor. İşleri rast gitmeyenler de burada fayda umuyorlar.
En acı olan tarafı da orada yatan muhterem kişinin nasıl yüzyıllar boyu kulaktan kulağa abartılarak anlatılan bir üne nasıl kavuştuğuyla ve bu seviyede bir insan olmanın yollarıyla ilgili kafa yoran yok. Çünkü oradan çıkınca herkes ciro edeceği senetleri düşünüyor. Türbeye gidip mutlu evlilik yapmak da oldukça kolay bir şey. Kişiye bir görev yüklemiyor. Nasıl bir eş olursan ol, yuvana ne düzeyde özen gösterirsen göster, türbeye gittiysen evliliğin mutlu olacaktır...
Kanaatimizce türbe ziyaretlerinin maksadı, en başta ölümü hatırlamak, bir gün bizlerin de o aleme intikal edeceğimiz fikrini somut bir şekilde yerleştirmektir. İkinci en önemli maksat, orada yatan muhterem kişilerin var olduğu, bir zamanlar yaşadığı ve toplumlarında hayırla yad edilecek işler yaptığını düşünerek, "Biz de öyle olabilir miyiz? Böyle olma konusunda ne tür eksikliklerimiz var?" şeklinde bir muhasebe yapmaktır. Kişiyi duaya vesile yapmaya gelince, vesile yapılmak anlamında en büyük şan, Hazret-i Rasul-i Ekrem'e aittir. Dualarımızı onun yüzü suyu hürmetine yapabiliriz. Ondan sonra da sırasıyla Peygamberler ve onların ashabı gelir. Daha sonra da Asfiya ve Evliya hazeratını düşünmek mümkündür.
Ancak genelde kabir ziyaretlerinde gördüğümüz şudur ki, kimsenin ölmek gibi bir derdi yok. Herkes türbeden çıkışta yapacağı işlerin hesabında. Halbuki aşağıda yatan kişi başka hesaplar veriyor. En büyük bir velî de olsa bu durum hesap verecek olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Abalı Baba'nın sandukası

Tüm bu duygular içinde bir türbe ziyareti de biz yaptık. Unutulmaz izler bırakmış olmak güzel. Aslında unutulsa da güzel izler bırakmak güzel. Abalı Baba da güzel izler bırakmış herhalde ki, yüzyıllardır ziyaret ediliyor. Ancak bu ziyaretlerin çığırından çıkmaması, tavaf gibi çirkin ve hesabı verilemeyecek uygulamalardan kaçınılması en büyük dileğimizdir.

Çeken Şıheylik Evliyâsı..zile

Çeken Şıheylik Evliyâsı..zile



 Zile'nin Yeşilce Köyü'nde bulunmaktadır. Köyün resmî adı Yeşilce olmasına rağmen yörede köy Şıheylik adı ile anılır. Malazgirt zaferinden sonra Oğuz boylarından 12 çadırlık bir Türkmen kafilesinin köye geldiği, Anadolu'nun manevî mimarlarından Horasan erlerinden yedi kardeşin en büyüğü olan Şeyh Mehmet Efendi'nin buraya gelerek yerleştiği rivayet edilmektedir. Bu Şeyh Mehmet icazetini almak için Amasya'daki şeyhe gitmiş. İcazet veren şeyh "Gel bakalım Mehmet, ne kerametin var, göster?" demiş. Şeyh Mehmet binanın direğini tutup sallamış. Direkle beraber bütün bina sallanınca Amasya'daki Şeyh Mehmet Efendi'ye "Tamam Şeyh'im tamam iyilik bulasın." demiş. Bugün, ruhî bunalıma düşenlerin, işlerinin daha iyi, rahat ve düzenli gitmesini isteyenlerin ziyaret yeri olan Şıheylik'e gidenlerin iyilik ve dertlerine şifa bulduklarına inanılır

İki Alatlı Türbeleri..Lapseki

 İki Alatlı Türbeleri..Lapseki






Orhan Gazi zamanında Süleyman Paşa önderliğindeki Osmanlı ordusu Rumeli’ye geçmeden az önce Lapseki’yi fethetmek için yürümüştür. O zaman Bizans’ın elinde bulunan Lapseki’ye padişahın fermanını götürmek için üç tane Osmanlı süvarisi görevlendirilmiştir. Bu süvarilerin atları al(kırmızı)renklidir. Süvariler Lapseki’nin tam güneydoğu istikametine geldikleri sırada takriben şu anda ilçeye bir kilometre mesafede küçük bir tepe üzerinde Bizanslılar tarafından şehit edilmişlerdir. Şehidin bir tanesinin cesedi bulunamamıştır. Bu şehitlerin gömüldüğü yer halk dilinde “İKİ AL ATLI” şeklinde söylenegelmiştir. Bu şehitler için aynı yerde iki adet mezar mevcuttur. 1356 yılında ise Orhan Bey’in oğlu Şehzade Süleyman Paşa, Ece Bey, Hacı İlbey, Gazi Fazıl Bey ve Evranos Beyler Güreci ile Lapseki arasına gelerek ilk defa fetih amacıyla Gelibolu’ya geçtiler. Bu arada Orhan Bey Umurbey’deki kiliseyi camiye çevirdi. Gazi Süleyman Paşa’da Lapseki’de bugünkü camiyi yaptırdı" diye konuştu.

BALLI BABA..karadeniz ereğli


BALLI BABA..karadeniz ereğli

Karadeniz - Ereğli, Türkiyede çok bilinen bir ilçe. Demir çelik fabrikası ve gemi yapım sanayisi ile dünyanında ilgisini çeken ikiyüz bin nufuslu şirin bir ilçe. Arazisinin büyük bir kısmı ormanlarla kaplı. Dünyada sadece burada yetişen Osmanlı çileği ile çok ünlü. Zonguldak ormanlarının içinde olan Ereğli ormanlarında da kestane ve ıhlamur ağaçları boldur. Bu nedenle arıcılık hemen her tarafta yaygın olarak yapılıyor.


 
Çeştepede bulunan bu türbede 700 yıl öncesi bölgeye İslamiyeti anlatmak için geldiği söylenen HAVLUCU BABAyatıyor ve mezar taşındaki yazısı.

.

Tavusbaba Türbesi ..konya ..meram

Tavusbaba Türbesi ..konya ..meram


Konya'nın Meram Bağları'nda çok mütevazı bir türbe yer alıyor. Halk tarafından Tavusbaba Türbesi olarak adlandırılan mekan, bugün ziyaretçiler tarafından sürekli ziyaret edilmekte… Fakat Tavusbaba türbesi bir kadına mı ait yoksa bir erkeğe bilinmiyor. 

Yüzyıllar boyu bu gizemini koruyan türbe, bazı efsanelerin de çıkış noktası. Derler ki; günün birinde hint diyarından güzel mi güzel bir kadın yerleşmiş buraya. Her gün rebab çalar şarkı söylermiş. Kimsenin yüzünü görmediği bu güzel kadın bir gün rebabını çalmamış. Tepedeki sesin kesildiğini fark eden halk, merak ediip tepeye çıkmış. Bakmışlar ki bir rebab ve bir yığın tavus kuşu tüyünden başka bir şey yok. Daha sonra bu buraya türbe yapılır ve tavuskuşu tüyleri türbede saklanır. 

Bir başka rivayete göre ise; Mevlana'yı görmeden vurulan bir kadın bilir ki Mevlana hep Meram Bağları'na çıkar. Sırf onu birazcık görebilmek için bağların tepesine yerleşir. Ömrünün geri kalanını uzaktan Mevlana'yı izleyerek geçirir. 

Hangi efsane doğrudur bilinmese de şehre gelen turistler tarafından sık sık ziyaret edilmeye devam ediyor Tavusbaba Türbesi. Sizin için de anlamlı bir gezi noktası olabilir.

AKŞEMSEDDİN TÜRBESİ.göynük

AKŞEMSEDDİN TÜRBESİ.göynük
Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemseddin’in türbesi 1464 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Kefeki taşınmış kasnaksız bir Kubbe örtülü altıgen planlı bir yapıdır. Girişi doğu yönündedir. Kapının üzerinde sivri kemerli bir alınlık yer alır.
Türbenin içi çok sadedir. Kubbenin oturduğu pandantifler ilgi çekicidir. Her kenarda altta ve üstte ikişer sıra halinde yer alan pencerelerden üst sıradakiler geç devre ait renkli camlı alçı şebekelerle süslenmiştir.
Akşemseddin’in sandukası 2.50×0.50 metre boyutunda, kapıdan girince sağdadır. Ceviz üzerine kabartma yazı ile süslü olan bu sanduka Osmanlı ağaç işçiliğinin güzel bir örneğidir. Kapaklar nar çiçeği kabartma ile süslüdür. Türbede ayrıca Akşemseddin’in oğulları Emrullah ile Sadullah Çelebilerin sandukaları vardır.

Pirsefa Hazretleri Ve Türbesi..

  Pirsefa Hazretleri Ve Türbesi:
               
       Pirsefa Hazretleri ile Yuşa Peygamber aynı yerde yatmaktadırlar. Pirsefa hakkındaki rivayetlere göre Pirsefa’nın Hz. Yuşa’nın türbedarı olduğu ve ölünce buraya gömüldüğü söylenmektedir. Bir başka rivayete göre ise Pirsefa Medinelidir ve ensardandır.
      Gaziantep’in Müslümanlar tarafından fethinde Hz. Ali kumandasında buraya gelmiş, Karaçomak’la yan yana savaşırken uğradığı zorlu bir kılıç darbesi ile gövdesi ikiye bölünmek suretiyle şehit olmuştur. Bunun üzerine Hz. Ömer, Yuşa’nın yanına defnederek “Kendini Peygamber-i Zişan’la Komşu ettim” demiştir.


  • Pirsefa Türbesi.jpg
  •  
  • Pirsefa Türbesi.jpg
     
  • Pirsefa Türbesi.jpg

Tahir ile Zühre Mescidi Konya

 Tahir ile Zühre Mescidi
Konya


Tahir ile Zühre Mescidi, Meram İlçesinde Form’daki Gedavet Parkında yer alır. 
Kitabesi günümüze gelememiştir. Yapı üslubundan XIII.yüzyılın sonlarında Sahip Ata’nın torunları tarafından yaptırıldığı sanılmaktadır. Sahip Ata’nın torunlarının yanındaki türbede gömülü olduğu düşünülse de bu konuda yeterli bir bilgiye kaynaklarda rastlanmamıştır. 

Yaygın bir rivayete göre ise, yandaki türbede gömülü olanlar Sahip Ata’nın torunları değil. Buna göre, mescidin bitişiğindeki türbe, halk hikâyelerimizin ünlü kahramanlarından Tahir ile Zühre’ye ait. Türbede yan yana iki mezar. Biri Tahir’in, öteki Zühre’nin .... 
Hikaye, Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Emrah ile Selvihan, Aşık Garip ile Şah Sanem ve Yusuf ile Züleyha’da olduğu gibi hazin. 


 
(+) 



  
 
(+) 

Mescdin cümle kapısı 

  
 
(+) 

Pencere detayı 

  
 
(+) 

Güney cephesi 

  
 
(+) 

Kuzey Cephesi 


 
(+) 


Mescit kareye yakın dikdörtgen planlıdır. Giriş kapısı zengin mukarnas frizleri ile bezenmiştir. Günümüze gelen izlerden firuze, lacivert, mor çini mozaiklerle kaplı olduğu anlaşılmaktadır. İbadet mekânındaki mihrap alçı ve süslemeli olup, geometrik motiflerle de bezenmiştir. 

  
 
(+) 



Hikâyeleri kısaca şöyle: 
Zühre bir sultan kızı, Tahir bir vezir oğludur. İkisi de anne ve babalarının yedikleri sihirli bir elmadan dünya’ya gelmişler, birlikte oynamış, birlikte büyümüşlerdi. Önceleri, bir hocanın rahlesi önünde diz çöküp okurlarken, sonra yaşlı bir Pir’in elinden içtikleri “Aşk Badesi” ile sarhoş olur, yüreklerini aşkın yalap yalap yakan ateşinde közleştirirler. Artık, sazla- sözle deyişler söylemekte, birbirlerine olan aşklarını dile getirmektedirler. Bu böyle gitmeyecek, bir engel ortaya çıkacak, daha beşikteyken sözleri kesilen bu iki sevgiliyi birbirinden ayıracaktır. Çünkü, Hak âşıklarının alın yazısı böyledir. Bu çizgide kaderleri birliktir. Gün gelip çatmış, kader ağlarını örmüş, Tahir Konya’dan Mardin zindanına sürülmüş, Zühre de sarayın bir odasına kapatılmıştır. 
Her iki âşık, umutsuz aşklarının çilesini çekmeye, yüreklerindeki petek petek aşk balını saza ve söze dökmeye devam ederler. Gün olur, Tahir zindandan kurtulur. Konya yoluna düşer, Konya sarayından sevgilisini kurtarmak isterken yakalanır. Bu kerre bir sandala bağlanarak, başıboş, Beyşehir gölünün hırçın dalgalarına bırakılıverir. Göl Emir’i onu bulur, konağına getirir. Bu sırada, Zühre’nin bir Bey oğlu ile düğününün yapılmakta olduğu haberi alınır. Tahir, kılık değiştirerek, Konya’ya gelir, bir yolunu bularak Saraya girer. Girer ama, bir muhafız onu tanır üzerine atılarak öldürür. Zühre, altın telli duvağıyla cesedin üzerine kapanır, oracıkta can verir. Her ikisini bir mezara korlar. Mezardan iki gül fidanı boy verir iki fidanın arasında bir çalı dikeni vardır. Bu iki fidanı asla birleştirmez. Sonradan mezarlar üstüne, bugünkü türbeyi yaptırır, adına Tahir Ve Zühre türbesi derler.

Dede Korkut Türbesi..bayburt

Dede Korkut Türbesi..bayburt


bayburt un güney doğusunda 39 Km. mesafede ki Masat köyünün hemen çıkışındadır. Yapılış şekli ve mimarı tarzı ile çok eskilere uzanan ve halk arasında Alî Baba diye geçen türbe Alî baba (Büyük Baba) anlamında kullanılan ve bütün Türk dünyasını yakından ilgilendiren, Dede Korkut’a ait olduğu söylenen türbedir. 

İsim:  dede korkut.jpg
Görüntüleme: 5792
Büyüklük:  69,8 KB (Kilobyte)


Türbenin üzerinde eski Türkçe 718 rakamı görülmektedir. 

İsim:  korkut.jpg
Görüntüleme: 8510
Büyüklük:  46,9 KB (Kilobyte)


Yapılış şekli ve kullanılan malzeme bakımından adı geçen kişiye ait olabilecek karakterdedir. Anıt türbe Orhan Şaik Gökyay’ın 1986 Basımı Dede Korkut Hikayeleri Kitabında resimli olarak yer almaktadır. Dede Korkut asırlar boyu yüksek erdem , hoşgörü ve anlayışın kitlelere yayılmasında büyük rol oynamış bilge bir kişidir
 - 

Koçubaba Camii ve Türbesi :keskin

Koçubaba Camii ve Türbesi :keskin


 Kırıkkale merkez ilçeye bağlı Koçubaba köyündedir. Cami ve türbe 15. yüzyıl yapısıdır. Ancak cami yeniden yapılmıştır. Türbe ise yapılan onarımlarla özgünlüğünü büyük ölçüde yitirmiştir. Sekizgen planlı ve sivri bir külahla örtülü olan türbede, Alevi Şeyhi Koçumbaba’nın sandukası bulunmaktadır.

Haydar Sultan Camii ve Türbesi

Haydar Sultan Camii ve Türbesi :


 Keskin ilçesine 22 km. uzaklıkta bulunan Haydar Sultan köyünde Böyrek Dağları’nın eteklerinde köye 500 m. kadar uzaklıkta yer almaktadır. Geç Roma ya da Erken Bizans dönemlerinde varolan muhtemel bir manastır üzerine inşa edilen Haydar Sultan Külliyesi, cami, türbe, hazire, çeşme ve kuyudan oluşmaktadır. Yapılan onarımlarla asıl hüviyetini kaybeden külliyeden günümüze Deliler Kuyusu adı verilen kuyu ile iki adet kitabe kalmıştır.
Deliler Kuyusu, caminin yanında etrafı duvarla çevrili avludadır. 50 cm çapında bir kuyu bileziği, onun altı ise 60x60 cm'lik kare kuyu bulunmaktadır. Kuyu ağzı beton kaplamalarla yükseltilmiş olup zeminden derinliği 1,5 m. kadardır. Kuyu suyunun kükürtlü olması nedeniyle, su soğuk olmasına karşılık kaynıyor ve buhar çıkartıyor görünümündedir.

KARAMANOĞLU ALAADDİN BEY TÜRBESİ

KARAMANOĞLU ALAADDİN BEY TÜRBESİ :

Karaman oğlu Alaaddin bey Türbesi


Bu günkü Çıplaklı Beldesi sınırları içinde Gülefşen adıyla bilinen bir semttedir. Türbenin alt kısmı taş duvarlardan üstü (kubbesi) tuğladan yapılmıştır. Giriş kapısının üstünde yıllar önce çıkan bir Mellengiç (sakızlak) ağacı o kadar büyümüş ve kalınlaşmış ki üzerindeki kitabeyi bile düşürmüştür. Hatta bu mellengiç (yörede menevişte derler) kökünden dolayıda belli bir dönem Meneviş Evliyası olarak adlandırılmış. Daha sonradan Süleyman Dede olarak-ta anılan bu türbenin içinde sanduka filan yoktur, içinde metruk mezarlar vardır. Bakımsız bir şekilde onarım bekler, yinede çeşitli hastalıklar ve adaklar için ziyaret edilir.

Aburga Ahmet Dede Türbesi..bozcaada

Aburga Ahmet Dede Türbesi




Feribota bindiğinizde ve Bozcaada’ya yaklaştığınızda sol tarafta hemen farkedeceğiniz Aburga Ahmet Dede Türbesi’inde 10 mezar vardır. Rivayetlere göre denizci olan Aburda Ahmet Dede’nin Türbesinde denizciler dua edermiş, adak adarlarmış, Bozcaada halkı türbeyi hala kullanmaktadırlar. Aburga Ahmet Dede Türbesi Osmanlıdan kalma bir türbedir.
HALLAC-I MANSUR VE ENE'L HAK
rkeolog L.Massignon, Bağdat yakınlarında kazı yaparken gözü, kırık bir testi üzerindeki şu beyit’e takılır.“Allah’a kavuşmak için iki rekat namaz da yeter. Ancak, böyle bir  namaz için abdesti, insanın kendi kanı ile almış olması gerekir.” Söz, Hallac-ı Mansur’a aittir. Tarih, Hallac’ın “şehit düşünür” olduğunu haber verirken, Tasavvuf ehli, O’nu “Şehit Veli” olarak bilir.
Konumuz ile ilgili bağlantılı olduğundan kısaca “şehitlik” hakkında bilgi vermekte yarar var.  Şehitlik ikiye ayrılır.
1) Hükmi şehitlik
2) Fiilî şehitlik
                                                                                 İman ehli olmak şartıyla, yanma, boğulma, kanser, verem v.b. ağır hastalıklar ya da doğum sırasında meydana gelen ölümler, hükmi şehitlik kapsamında yer alır.
Fiili şehitlik ise ikiye ayrılır :
a) Savaşta Allah için bedenini feda etmek suretiyle ölmek,
b) Bir velinin, bedeninin katledilmesiyle vuku bulan ölüm.

Hallac-ı Mansur... “Ene’l Hak” sözü ile gönüllere taht kurmuş, bu yolda bedenini feda etmiş, vücudundan akan damla damla kana rağmen, Allah’a, insanlara, kâinata olan sevgisini dile getirmiş bir Şehit Veli’dir.
Bir’lik ve Vahdet-i Vücud (Tek’lik) felsefesini, bilgi dairesinin dışına taşırıp yaşama yolundaki erlerden biri ve Cüneyd-i Bağdadi’nin talebesi olan  Hallac-ı Mansur, 857 yılında Tur kentinde dünyaya geldi. Bir çok öyküde onun hakkında şunlar anlatılmaktadır:
Mansur, bir gün yün atma işinin yapıldığı bir dükkâna gider. Dükkan sahibine kısa bir süre için dışarı çıkmasını söyler. Dükkân sahibi geri dönüp de tüm pamukların atıldığını ve temizlendiğini görünce şaşırır. İnanılmaz miktarda pamuğun çok kısa bir sürede atılmasından sonra, kendisine “Hallac”lâkabı verildiği de rivayet edilir.
Ben (Abdullah Bin Tahir Azdi); bir gün Bağdat pazarında bir yahudiye kızarak ona “köpek” dedim. Tam o esnada Hallac yanımdan geçmekteydi. “ İçindeki köpeğin havlamasına müsaade etme, sustur onu” dedi ve devam etti, “Evladım, insanlar dinlerini kendileri seçmezler, kaldı ki hem Musevilik hem Hıristiyanlık hem de İslam, Hak dinidir. Amaçları aynıdır, araçları farklıdır.”Hallac’ın kendine özgü kerametleri, halka açtığı harikulade halleri vardır.
Devamlı aleyhinde konuşan bir Basralı, O’ndan ölmek üzere olan kardeşini iyileştirmesini ister. Hallac, “Sen benim aleyhimde konuşmaya devam edersen arzun yerine gelecektir” der. Hallac idrarını hastalara şifa olarak içirmiş, hapiste bulunduğu süre içinde, tüm mahkumların zincirlerini çözerek serbest kalmalarını temin etmiş, kendisinin neden firar etmediğini soranlara  “Biz Hakk’ın mahkûmuyuz” diyerek, oldukça anlamlı bir yanıt vermiştir. Demek ki, bir Veli’den kendi nefsi için bir istek ve arzu oluşmamaktadır. Hallac, Ramazan aylarında hiç bozmadan beş günlük oruçlar tutmuştur. Vahdet-Teklik yaşamı içinde hayatını devam ettiren, tamamen çıplak bir şekilde yaşamayı tercih ederek, örtünme gereğini duymayan Hallac’a, Hocası Cüneyd-i Bağdadi; halka ters düşecek kelâmlardan kaçınmasını öğütlemiş, bu yüzden başının bir gün mutlaka belâya gireceğini ima ederek “Bakalım hangi darağacında kanın akacak” demiştir. Hallac-ı Mansur’un yanıtı “Sen o gün sufi elbiseni bırakıp, yerine fakih elbisesi giyeceksin”  olmuştur.
Yaşar Nuri Öztürk, Hallac’la ilgili eserinde özetle ; “ ‘Ene’l Hak’ bir ‘Şath’ (bazı meczupların taklit ürünü olan ve zahirde saçma görünen manidar sözleri)  sözü, bir sekr (sarhoşluk) ürünüdeğil tasavvuf anlayışının mihveridir. Bu söz Hallac’ı hem ‘Vahdet-i Şuhud’culardan hem de ‘Vahdet-i Vücud’culardan ayırır. Ene’l Hak Vahdet-i Vücud’un bir ifadesi olamaz, zira Hallac, Uluhiyet babında Tenzih’i hiç bırakmamıştır, o halde Hallac, ‘Vahdet-i Vücud’cu değildir. ” demektedir.

Bizim Hallac’ı değerlendirmemiz ise daha farklıdır, şöyle ki ; tarikattan gaye Tasavvuf’a geçiş, Tasavvuf’tan gaye, Allah’a ermektir. Allah’a erişin ise iki yolu bulunmaktadır:
1) Fena Yolu
2) Vahdet-i Vücud
Fena yolu, Abdulkadir Geylani Hazretlerinden başlayıp,Muhiddin-i Arabi’ye kadar uzanan evliyanın yolunu  kapsar. Bu yolda “Allah’ın varlığı dışında varlıkların, kendine ait bir varlığı yoktur” düşüncesi hakimdir. Bu görüş Fena halidir. Yani ‘Yok’u  Yok etmek’ düşüncesi ve yaşamı… Hallac-ı Mansur’un görüşü  bu şekildedir. Muhiddin-i Arabi’de ise, direkt Hakk’ı müşahede hali vardır. Yok edilecek bir varlık söz konusu değildir. Bu görüşe Vahdet-i Vücud denmektedir.Vahdet-i Vücud’un dahi aşamaları mevcuttur. Hallac’da zuhur eden “Ene’l Hakk” sözü, onun yaşadığı “Aynel Yakiyn”boyutu itibariyle söylenmiştir. Bu sözün “sekr”  hali, meczupluk ve “mukallitlik” ile alakası yoktur.
Esasen, batı dünyasındaki bilimsel araştırmaların neticesi de, varlığın bir bütünden ibaret olduğu aşamasına gelmiştir. Bugün“sadece madde var, mana yoktur” görüşü ise iflas etmiştir.Müsbet ilmin tesbitine göre madde, enerjinin yoğunlaşmış halidir ve insanın beş duyusuna göre var olan bir yapıdır.  Yani madde düşüncesi, birimlerin algılama kapasitesinden kaynaklanmaktadır ve tamamiyle göreseldir. “Göresel kavram”ların gerçekte bir değeri yoktur. Mutlak evren ise salt enerji, özü itibariyle  tek ve Tümel bir Bilinç’tir. Madde diye bilinen şeyin aslının belirlenmesi, evrenin hayal hükmü ile var olduğunu göstermektedir. Yani kâinat diye bildiğimiz şey, tamamen bir varsayım olup, “hayal” den ibarettir. Bu konuda belirli çalışmalarda bulunan ABD’nin Stanford Üniversitesi profesörlerinden Karl Pribram’ın deneylerini dikkatle izleyelim: Pribram hafıza dediğimiz duyunun, beynin bir bölümünde kümeleşmediğini, ayrıca kalınlığı 4-4,5 mm. arasında değişen, yaklaşık 14.000.000.000 (ondört milyar) nöron’dan oluşan, beynin yarı kümelerinin yüzeyinde bulunan ve Beyin Korteks’i olarak isimlendirilen boz madde tabakası dahil olmak üzere, her hücrede BÜTÜN olarak mevcut olduğunu belgeledi. Bu bulgular Hologram tekniği ile birleştirildi.
Hologram konusunda sizlere geçtiğimiz yıllarda yine bu sütunlarda oldukça tafsilatlı bilgiler sunmuştuk. Kısaca tekrar edelim: Hologram, Lazer ışınlarıyla üretilen üç boyutlu görüntülerdir. Böylece, hayalet gibi boşlukta duran üç boyutlu görüntüler, parçalandıklarında her bir parçadan, görüntünün bütünü yeniden oluşturulabilmekte… Bu aşamada ProfesörKarl Pribram kendi kendine şu soruları sormuş: “Acaba Evren de bir Hologram mı?... İnsan beyni evreni kendi kendine mi oluşturuyor? 
Yani bildiğimiz her şey bir rüya, hayalden mi müteşekkil?“Bu arada yeri gelmişken bir parantez açmak istiyorum. Resulullah Efendimiz “Dünya Mümin’in rüyasıdır” diyerek dünya hayatının da aynen rüya gibi hologramik görüntülerden ibaret olduğuna işaret etmektedir.
Ve Karl Pribram, Insan beyninin her şeyi, biyoelektrik frekanslar şeklinde algıladığını da ispatlamıştır. Yani atom boyutunda dahi renk, koku, güzellik ve çirkinlik gibi kavramlar olmayıp, sadece beynimizde, algılanan frekansların mevcudiyeti söz konusudur… Bu aşamada Pribram kendine şu soruyu soruyor: “Beyin maksimum ve minimum düzeylerdeki frekansların tümünü aynı anda bütün hücrelerde, dolayısıyla tek bir hücrede bulundurabiliyorsa, onları bu noktaya yönelten kim?… Ve Tek bir hücrenin dahi varlığı hayal hükmünde ise, birimlerin varlığından bahsetmek mümkün olabilir mi?”
İşte Hallac tarafından söylenen “ben yokum”düşüncesinin altında yatan gerçek, “ben Hakk’ım” sözü ile müsbet ilmin kesiştiği nokta burasıdır. Yani tek bir varlığın varoluşu Hallac için Aşk, ilahi güçtür. Ona göre Aşk, Kudret sıfatının zuhurudur. Sevdiğin için her şeyini feda etme, benliğinden geçme yukarıda da belirttiğimiz gibi fenâ halidir.Ene’l Hak (ben hakikatım) sözü ise, Kadı Ebu Yusuf’un ‘sen kimsin?’ sorusuna cevap olarak verilmiştir. 
Bu yanıt “Ben yokum’u” yaşayanın veya zerre’de Küll’ü müşahade edenin  söylemesi gereken sözdür. Aslında zerre yoktur Küll vardır. Zerre kelimesi Küll’ü anlatım sadedinde ifade edilmiştir. Ene’l Hak sözü kesinlikle, Hallac’ın özünden gelmiştirKadılar,Hallac’ın ağzından dökülen ve kendilerine ters gelen, bu kelâm yüzünden önce kamçılanmasına, sonra bedeninin dilim dilim kesilmesine ve kellesinin bedeninden ayrılarak yakılmasına karar verdiler. Mansur’un ölümüne açlık, kıtlık, fakirlik beldesi olan  Bağdat şehri ve halkı silah zoruyla tanık edilmiştir. Ve  “Ene’l Hak” dediği için ebedi hayatına kendi kanı ile gusul abdesti alıp gözyaşları ve tekbirlerle  uğurlanmıştır, gönül adamı Şehit-Veli HALLAC-I MANSUR.
AHMED YESEVİ

rta Asya Türk tasavvuf şiirinin öncülerinden,Yeseviyye tarikatının kurucularından, şeyh ve pir-i Türkistan gibi sıfatlarla anılan Ahmed Yesevi’nin Batı Türkistan’da Sayram kasabasında dünyaya geldiği bildirilir. Doğum tarihine ait kesin bir kayıt bulunamamıştır. Önce annesinin, ardından da Babası Şeyh İbrahim’in vefatından sonra ablası ile birlikte Yesi şehrine yerleşmeleri dolayısıyla, Ahmed adının yanına “Yesili” manâsına gelen Yesevi lakabı eklenir.
Daha küçük yaşlarındayken birtakım tecellilere mazhar olması ve olağanüstü halleri ile çevresinde dikkât çeker. Yedi yaşında Arslan Baba’ya bağlanarak ondan batın ilmi öğrenir. Arslan Baba adlı bir zatın gerçekten yaşayıp yaşamadığı bilinemese de bazı rivayetlerde onunResulullah’ın (s.a.v) ashabından olduğu, dört ya da yedi yüz yıl yaşadığı anlatılır. Menkıbelere göre, bir gün gazvelerin birinde aç kalan sahabe, Hz. Muhammedin’inhuzuruna gelip yiyecek ister. Hz. Muhammed’in (s.a.v) duası üzerine Cebrail (a.s)  cennetten bir tabak hurma getirir.Ashab, hurmaları paylaşırken bir hurma tanesi yere düşer. Cebrail (a.s) Resulullah’a hitaben, yere düşen hurmanın O’nun ümmetinden birine ait olduğunu bildirir.Hz. Muhammed (s.a.v) “ bu hurmayı sahibine kim teslim edecek? ” diye sorunca Arslan Baba , o göreve talip olduğunu bildirir. Hz.Resulûllah,  kendi eliyle hurmayı Arslan Baba’nın damağına yerleştirir.  Ve hurmanın sahibini nerede bulacağını, onu nasıl yetiştireceğini anlatır. Bunun üzerine Arslan Baba, nice yüzyıl sonra Yesi’ye gelir ve Ahmed’i çocuklarla oyun oynarken bulur.  Ona henüz bir şey söylemeden, Ahmed, emaneti kendisine teslim etmesini ister.
Arslan Baba, damağında sakladığı hurmayı çıkarıp verir. (Bir rivayete göre de Hz. Muhammed’in verdiği hırkayı giydirir.)Ayrıca ona bin bir zikir telkin eder. Bu olaydan bir süre sonra da vefat eder.
Divan-ı Hikmet’te bu hadise şöyle dile gelir:
Yedi yaşta Arslan Bab’a selam verdimHak Mustafa emanetini lutfedin, dedim
Hem o vakit bin bir zikrini tamam ettim
Nefsim ölüp lâ- mekâna yükseldim işte
Yesevi, Aslan Baba’nın vefatından sonra, onun son işaretine uyarak Buhara’ya gidip dönemin ünlü bilgin ve mutasavvıflarından Şeyh Yusuf Hemadani’ye bağlanır. Onunla birlikte birçok seyahat yapar. Şeyhi henüz hayattayken halifeler arasında üçüncü sıraya yükselir. Hemedani vefat edince, Şeyh Abdullah Berki ve Şeyh Hasan-i Endaki’nin ardından  irşad sırası kendisine gelir. Burada bir müddet görevine devam ettikten sonra, müridlerini şeyhinin dördüncü halifesi olan Hoca Abdülhalik Gücdüvani’ye teslim ederek Yesi’ye geri döner. Ahırete intikal edene kadar bu şehirde kalıp irşad görevini sürdürür. Rivayetler farklı olmakla birlikte, hikmetlerden anlaşıldığı kadarıyla seksen- seksen dörtyıl yaşadığı söylenmektedir.
Kuvvetli bir medrese tahsili yanı sıra tasavvufu da iyice öğrenen, Arapça ve Farsça’yı anadili gibi kullanan Yesevi, devrinin birçok mutasavvıfı gibi bir alanda kalmakla yetinmeyip İslamiyet’i yeni kabul etmiş yerleşik ve  göçebe Türkleri zahir ve batın ilimlerde aydınlatır, İslam’ın esaslarını, şeriat hükümlerini, tarikatın adab ve erkanını öğretir. Savaşın, zulmün, kargaşanın hüküm sürdüğü bir ortamda onları hakikâte ve birliğe davet eder. Bu amaçla söylediği tasavvufi şiirlerinde özellikle yalın bir Türkçe’yi, halk söyleyiş ve üslubunu kullanmaya gayret eder. Hikmet adı verilen bu şiirler çok geniş bir alanda nüfuzunu devam ettirir ve Yunus Emre’den başlayarak birçok kuşakta etkisini gösteren yepyeni bir söyleyişin tohumları atılır.

“Anlamıyorlar alimler konuştuğumuz Türkçe’yiAriflerden duyunca açar gönül mülkünü
Ayet hadis manâsı Türkçe olsa uygundur
Manâsını kavrayanlar yere koyar börkünü
” 

şeklindeki sözleri de bu çabasının kanıtı olmaktadır.
Vefatından çok sonra, on altıncı yüzyılda Divan-ı Hikmetadıyla bir divanda toplanan hikmetler, dervişleri vasıtasıyla en uzak Türk topluluklarına  ulaştırılır. Bu manzumeler aynı zamanda Yesevi Hazretlerinin hayatı, tahsili, sülûku, ulaştığı makam ve mertebelere dair ipuçları vermektedir.
Onu hikmetlerde kimi zaman vahdet zevkiyle coşup
“Arş ve kürsü yürüdüm, levh ve kalemi gördüm
Vücud şehrini gezdim, dedim bu can içinde“
derken,
kimi zaman da melamet havasıyla nefsini hesaba çekip yerden yere vuran bir  kimlikte buluruz:
“Ey dostlar bilmedim ben hiç yolumu
Saadete bağlamadım ben belimi
Gıybet sözden ayırmadım ben dilimi
Nâdanlığım beni rüsva kıldı dostlar “
Hazreti Muhammed( s.a.v) altmış üç yaşında vefat ettiği için, kendisinin de aynı yaşa geldiğinde tekkesinin avlusunda, toprak altına bir hücre kazdırıp kalan ömrünü burada geçirdiği rivayet edilir. Divan-ı Hikmet’inde geçen şu mısralar rivayeti doğrular niteliktedir:
Eya dostlar,kulak verin dediğime,
Ne sebepten altmış üçte girdim yere?
Mirâç üstünde Hak Mustafa ruhumu gördü,
O sebepten altmış üçte girdim yere”
1166 yılında Yesi şehrinde vefat eder. Kendisinden çok sonraki dönemlerde yaşayan hükümdar Timur’unrüyasına girip ona zaferi müjdelemesi ve zaferin gerçekleşmesi  üzerine zaten bir ziyaret yeri haline gelmiş türbesi Timurlenk tarafından görkemli bir tarzda yeniden yaptırılıp külliye haline getirilir.
Ahmed Yesevi’nin ölümünden sonra kurulan Yesevi tarikatı, Seyhun, Taşkent, Maveraünnehir ve Harzem sahalarına yayılmakla kalmaz, XIII. yy.’ da Anadolu’ da Haydariye, Bahai ve Bektaşi tarikatlarını etkiler. Nakşibendilikte de bu tarikattan izler bulmak mümkündür. İnanç ve tarikat adabında Türklerin milli kültür, örf ve adetlerine uygun taraflar bulunması Yeseviliğin Türkler arasında bu denli yaygın olmasını açıklayabilecek sebeplerden biri sayılmaktadır. Ahmed Yesevi’nin şeriat ile tarikatı kolayca telif etmesi Sünni Türkler arasında bu anlayışın süratle yayılıp yerleşmesini ve daha sonraki tarikatların nüvesini teşkil etmesini hızlandırmıştır.
Ahmed Yesevi, Allah ehli ve gönül insanı olarak zaman sınırlarını aşıp nice gönüllere seslenmektedir.
1

Kaynakça:İslam Ansiklopedisi.
Ahmed Yesevi Hikmetleri; İbrahim Hakkulov.
Türk Edebiyatı Tarihi ; Seyit Kemal Karaalioğlu, c. 1.

14 Şubat 2016 Pazar

Aydî Baba

Aydî Baba


Gâziantep velîlerinden. İsmi Mehmed olup, babasının ismi Mehmed Nâmî Efendidir. Babası da âlim bir zât idi. Aydî Baba, 1812 (H.1227) senesinde Antep'te doğdu. İlk tahsîline bu vilâyette başlayan Aydî Baba sonra, ilim öğrenmek için, Halep, Kayseri ve İstanbul'a gitti. İlim tahsîlini tamamlayınca memleketine dönüşünde Kayseri Medresesinde bir süre müderrislik yaptı.

Aydî Baba, bir arkadaşı ile berâber tekrar İstanbul'a seyâhate gitti. İstanbul'da Kuşadalı İbrâhim Efendiye talebe oldu ve ondan Halvetî tarîkatını insanlara öğretmek için icâzet, diploma aldı. Bu seyâhatine, dükkânını ve mallarını satıp katılan arkadaşının bir süre sonra parası bitti ve sıkıntıya düştü. Aklından, "Gül gibi işimi ne diye dağıttım da burada sürünmeye geldim." diye geçirdi. Bu düşünceleri Aydî Baba'ya mâlûm olunca; ona kucağını açmasını söyledi ve takkesini kucağına ters çevirdi. Takkeden bir sürü para döküldü. Ona; "Haydi Antep'e git de dükkan aç!" dedi. Arkadaşı hatâsını anlayıp af diledi ise de, Aydî Baba onu Antep'e gönderdi.

Aydî Baba, İstanbul dönüşünde İki şerefeli Câmide imâmlık yapmaya başladı. Evinin bir bölümünü tekke hâline getirerek insanlara doğru yolu anlattı. Şehrin ileri gelenleri ve halktan pek çok kimse derslerine katıldı. Bir süre sonra Allahü teâlânın aşkı ile yanan Aydî Baba talebelerine; "Biz şeyhlik yapıyorduk ama talebe bile olamamışız. Ben size hoca olmaya lâyık değilim. Eğer halktan uzak olmazsak, Allahü teâlâya yakın olamayız." diyerek şeyhliği, imâmlığı ve hatipliği bıraktı.

Antep'in bir mahallesinde bir kadın doğum yaparken çok zor durumda kalmıştı. Yanında bulunan kadınlar, kocasına; "Aydî Baba'ya git de hanımının kurtulması için duâ etsin." dediler. Adam; "O deli ne yapabilir?" diye düşünmesine rağmen Aydî Baba'nın yanına gitti. Durumu anlattı.Aydî Baba gözlerini kapayıp biraz murâkabeden sonra; "Git. Nur topu gibi bir oğlun oldu. Allahü teâlâ onu sâlih kullarından eylesin." dedi. Adam yine kalben inanmayarak evine gitti. Evdeki kadınlar bir erkek çocuğu olduğunu müjdelediler. Adam, Aydî Baba hakkındaki bu düşüncelerine tövbe etti.

Aydî Baba, Allahü teâlânın aşkı ile çok güzel şiirler söyledi. Fakat cezbe hâlinde söylediği bâzı sözleri ve davranışları yüzünden tenkitlere uğradı. Bir ara Birecik'e sürgün edildi. Sonra tekrar Antep'e geldi. Dönüşünden kısa bir süre içinde 1865 (H.1282)'te Antep'te vefât etti. Eski Mezarlığa defnedildi ise de kabri sonraları kurulan Yeni mezarlığa nakledildi.

Aydî Baba, Allahü teâlânın aşkı ile Yûnus Emre gibi şiirler söylemiştir. Gündüz yazdığı şiirlerinde Aydî, gece söylediği şiirlerinde ise Ayanî mahlasını kullanmıştır. Aydî Baba'nın şiirlerinin toplandığı bir dîvânı vardır. Yazması, Süleymâniye Kütüphânesi Yazma Bağışlar No: 2063'de vardır. Ayrıca 1937'de Gâziantep'te neşr edilmiştir.

AĞLAYU AĞLAYU

Dîvânında hocasının vefâtı üzerine yazdığı mersiye şöyledir:

Şeyhim bekâya gitti ben kaldım ağlayu ağlayu

Aktıkça kan bu dîdeden sildim ağlayu ağlayu

Geldi dil deryâsı cûşa, döndüm ol demek bî-hûşa

İhtiyârsız başım taşa, çaldım ağlayu ağlayu

Arttı derdim âh ile, göz kan döker dilhâh ile

Ser-tâ-kadem eyvâh ile, doldum ağlayu ağlayu

Yandı dil nâr-i furkata, sabrolunmaz bu hasrete

Şimdi deryây-i hayrete, daldım ağlayu ağlayu

....

Cismim yanar bu nâr ile, gönlüm dolar bu zâr ile

Bağrım fırak-i yâr ile deldim ağlayu ağlayu

Boynum eğüp sünbül gibi feryâd edip bülbül gibi

Aydî iken ben gül gibi, soldum ağlayu ağlayu

1) Gaziantep Evliyâları; s.157

2) Son Asır Türk Şâirleri; c.3, s.2120

3) Kuşadalı İbrâhim Halvetî; s.39,45

SOFYALI BÂLÎ EFENDİ

SOFYALI BÂLÎ EFENDİ


Rumeli'de yetişen büyük velîlerden. Bugünkü Arnavutluk sınırları içinde kalan Usturumca'da doğdu. 1553 (H.961) senesinde Sofya'da vefât etti.Kabri, Sofya yakınındaki Sâlihiyye'dedir.
Küçük yaştan îtibâren ilim öğrenmeye başlayan Bâlî Efendi, Sofya ve İstanbul'da ilim tahsil etti. Zamânının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri öğrenip âlim oldu. Velîlerin sohbetlerinde bulundu. Kalbinin tasfiyesi ve nefsinin tezkiyesi ile meşgûl oldu. Nefsinin kötü isteklerini terk ederek, kalbini temizledi.
Yedi sene dağlarda, mağaralarda dolaştı. Tek başına kalıp, herkesten uzak durdu. İstanbul'a gitti. Tavukpazarı yakınlarında, Hakîm Ali Paşanın kendisi için inşâ ettirdiği dergâhta, insanlara ilim öğretip feyz saçmakla meşgûl olan Kâsım Çelebi'nin hizmetine girdi. Kâsım Çelebi, Çelebi Halîfe nâmıyla meşhûr Cemâl Halvetî'nin talebesiydi. Kâsım Çelebi'nin ilim ve feyzinden istifâde ile kemâle gelip olgunlaşan Bâlî Efendi, ahlâkta güzel, amelde gayretli, ilimde üstün oldu.
Kâsım Çelebi'nin hizmetinde bulunduğu sırada Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin mânevî işâretiyleFusûsü'l-Hikem kitabına şerh yazdı.
Hâdise Şöyle nakledilir: Daha hocasİ Kâsİm Çelebi'nin hizmetinde, ilim ö?renmek, nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye etmekle meŞgûl iken ba?a gitmiŞti. Bir müddet ba?İn bakİmİ ile u?raŞtİktan sonra, yanİna biri geldi. Bu gelen tanİyİp gördü?ü, bilip iŞitti?i kimseye benzemiyordu. Selâm verdi ve; "Benim Füsûs adlı eserimin müşkillerini hâlleyle" deyip, Bâlî Efendinin eline birkaç kâğıt tutuşturdu. Bâlî Efendinin ŞaŞkİnlİ?İ arasİnda, geldi?i gibi kayboldu. Bağda işini bitiren Bâlî Efendi, dergâha döndü. Kâsım Çelebi'ye durumu arz etmek üzereyken, mübârek hocası durumdan haberdâr olduğunu işâret ettikten sonra şöyle anlattı: "Bundan önce âlem-i misâlde Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem huzûrundaydık. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri; "Ümmetinin büyüklerinden birinin benim kitabımı şerh edip şüpheleri gidermesini arzu ederim." dedi. Biz de hemen Resûl-i ekremin huzûrunda niyâzda bulunup; "Bu saâdet benim halîfelerimden birine nasîb olsun." diye yalvardığımda, arzum kabûl edilmiş, bu işin sana verildiği bildirilmişti. Bu mânâ bizim çoktan mâlumumuzdur. Haydi Allahü teâlâ mübârek etsin." buyurdu.
Tasavvuf yolunda ilerleyip olgunlaşan Sofyalı Bâlî Efendiye hocası icâzet verip, Allahü teâlânın dînini öğretmek vazîfesi ile bugün Bulgaristan sınırları dâhilindeki Sofya'ya gönderdi.
Orada yıllarca insanlara doğru yolu göstermek, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmekle meşgûl oldu. Zamânın pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Hanın bâzı seferlerine katıldı. Allahü teâlânın dîninin yayılması ve insanlar üzerinden zulmün kaldırılıp adâletin hâkim kılınması için savaşan İslâm ordusunun muzafferiyeti için duâlarda bulundu. Pekçok kerâmetleri görüldü. Birçok talebe yetiştirip, çeşitli bölgelere gönderdi. Rumeli'nin müslümanlaşması, insanların Cehennem ateşinden kurtulması için durmadan çalıştı. On binden fazla talebesi arasında, en meşhûr iki halîfesi; Kurd Efendi ve Nûreddînzâde Muslihuddîn Efendilerdi.Yavuz Sultan Selîm Hanın kâdıaskerlerinden Sarıgürz Nûreddîn Hamzâ Efendiye de mektuplar yazıp nasîhat ederdi.
Sofyalı Bâlî Efendi yetiştirdiği kıymetli talebeleri yanında pek faydalı eserler de yazdı. Bunlar:Şerh-i Füsûsü'l-Hikem, Etvâr-ı Seb'a, Şerhu Hadîs-i Küntû Kenzen, Risâletü'l-Kazâ vel-Kader, Kıssa-i İbrâhim Aleyhisselâm, Mecmûatü'n- Nesâih, Risâletü't-Tasavvuf ve Vâridâtadlı eserlerdir.
Hayâtını İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek ve insanlara anlatmakla geçiren Sofyalı Bâlî Efendi, Selânik yakınındaki Salâhiyye'de vefât etti ve orada defnedildi.
Kabri kazılırken, bir küp altın çıkarıldı. Çıkan altınlar kâdıya teslim edildi. Uçlardaki derviş gâzilerin her halleriyle yakînen ilgilenen Kânûnî Sultan Süleymân Hana durum arz edildi. Mezarından çıkan altınlarla kabri üzerinde bir dergâh ve câmi yapılmasını emretti. Bu işle Fâtih Sultan Mehmed Han devri âlimlerinden Ali Kuşçu'nun torunu Sofya kâdısı Abdurrahmân bin Abdülazîz Efendi'yi vazîfelendirdi. Sonunda güzel bir dergâh ile zarîf bir câmi inşâ edildi.
Bâlî Efendi pek güzel şiirler de yazmİŞtİr. Manzûme-i Vâridât adlİ eseri Şiirlerinden meydana gelmiştir.

Hûr-ı'nin düşme dâm-ı zülfüne zâhid gibi
Geç hevâsından behiştin maksad-ı Aksayı gör

beyti onun bu şiirlerindendir. Yâni; "Cennet hûrilerinin zülfünün tuzağına düşme.Cennet'in nîmetlerine de bakma, asıl maksadı gör. Allahü teâlânın rızâsını gözet." demektir.

KAYNAKLAR

1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.522
2) Tezkire-i Halvetiyye, Süleymâniye Kütüphânesi, Es'ad Efendi Kısmı, No: 1372, v.16b
3) Kitâb-ı Silsilet-il-Mukarrebîn ve Menâkıb-il-Müttekîn (Münîrî); v.119b
4) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.42
5) Sefînet-ül-Evliyâ; c.3, s.227
6) Sicilli Osmânî; c.2, s.4
7) Mu'cemü'l-Müellifîn; c.3, s.38