İstanbul’da yetişen büyük velîlerden. İsmi Yahyâ, nisbeti Beşiktâşî’dir. Aslen  
Amasyalı olup Şamlı Ömer Efendinin oğludur. Yahyâ Efendi, İbn-i Ömer el-Arabî,  
Yahyâ bin Ömer Beşiktâşî ve Molla Şeyhzâde gibi isimlerle de tanınıp meşhûr olmuştur.  
1494 (H.900) senesi Trabzon’da doğdu. 1569 (H.977) senesinde İstanbul’da vefât etti. 
 Kabr-i şerîfi, Beşiktaş ile Ortaköy arasında yaptırdığı ve kendi adıyla anılan  
câminin yanında olup, ziyâret mahallidir. 
 
Babası Şamlı Ömer Efendi uzun müddet Trabzon’da kâdılık yaptı. Yahyâ Efendi  
orada dünyâya geldi. Kânûnî Sultan Süleymân da Trabzon’da aynı sene aynı  
haftada doğdu. Kânûnî ile süt kardeşi oldular. Kânûnî dünyâya geldiğinde,  
annesi Âişe Hafsa Sultanın sütü kesilmişti. Bunun üzerine Kânûnî’yi Yahyâ Efendinin  
annesi emzirdi. 
 
İlk tahsîlini, babasından ve oradaki başka âlimlerden yapan Yahyâ Efendi, 
 küçüklüğünden îtibâren ilim ve ibâdete rağbet ederek yetişti. Çok riyâzet  
ve mücâhede yaptı. Nefsin isteklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak  
için çok çalıştı. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere, mânevî  
olgunluklara kavuştu. İlimdeki kemâlâtını arttırmak ve daha yükseklere 
kavuşmak maksadıyla, hilâfet merkezi olan İstanbul’a geldi. Zenbilli  
şöhretiyle meşhûr, Müftiy-ül-enâm Ali Cemâlî Efendinin hizmet ve  
sohbetlerine kavuştu. Vefâtına kadar sohbetlerine devâm etti. 
 
Ali Cemâlî Efendinin vefâtından sonra müderris oldu. Yahyâ Efendi,  
çeşitli medreselerde vazîfe yaptıktan sonra, 1553 senesinde, Sahn-ı  
semân medreselerinden birinde müderrislik yaptı. İki sene sonra da  
emekli oldu. Emekliliğinden sonra inzivâyı, yalnız kalıp, hep ibâdet  
ve tâat ile meşgûl olmayı tercih etti. Beşiktaş’ta satın aldığı deniz  
kenarındaki bahçesinde, bir ev ve mescid yaptırdı. Sonraları  
evin etrâfında; medreseler, hamam ve orada kalanların barınacakları  
odalar ve yol üzerinde herkesin gelip geçtiği bir yerde de çok güzel bir  
çeşme yaptırdı. Pek mahâretli olup, inşâat işlerini bizzat kendisi yapardı.  
Yaptığı çeşmenin târihî olması bakımından, kitâbesi için yazdırdığı şu 
 beyt meşhûrdur: 
 
“Binâ târihi bu inşâlar olsun 
 
Konup içenlere sıhhâlar (safâlar) olsun” 
 
Askerî ve mülkî erkân, ahâlinin ileri gelenleri, çevredeki ve uzak yerlerdeki 
 insanlar, tüccârlar ve bilhassa gemiciler, Yahyâ Efendiyi ziyâret ederler, 
 hediye ve adak gönderirler, hâcetleri için duâ isterlerdi. Yahyâ Efendi, 
 yanına gelen ziyâretçilere çeşit çeşit yemekler, şerbetler ve meyveler 
 ikrâm eder, geleni boş çevirmezdi. İyilik, ikrâm ve ihsânları pekçoktu.  
Bâzan şehrin ileri gelen zâtları ile ilim sâhiplerini dâvet eder, çeşit  
çeşit ikrâmlarda bulunurdu. Bâzan da fakir ve yoksullara ziyâfet  
çeker, gönüllerini alırdı. Her sene Resûlullah efendimizin, dünyâya  
teşriflerinin sene-i devriyyesi olan mevlid kandilinde, daha çok iyilik  
ve ikrâmlarda bulunur, daha geniş ziyâfetler verirdi. İlim talebelerinden, 
 fakirlerden ve zayıflardan ziyâretine gelenlere çok sadakalar verir,  
en aşağı hediyesi kayık ücreti olurdu. Bahçesinde bulunan meyvelerden  
Kânûnî Sultan Süleymân Hâna takdîm ve hediye eder, Sultân da ona,  
maddî yardımda bulunurdu. 
 
Yahyâ Efendi, çeşitli ilimlerde söz sâhibi olup, naklî ilimlerden başka; tıb,  
hikmet, hendese ve fizik gibi aklî ilimlerde de mahâret ve ihtisas sâhibi idi. 
 Duâsı Allahü teâlânın izniyle hastalara şifâ olurdu. Kendisi, hem zâhirî, 
 hem de bâtınî kemâlâta sâhipti. Üveysî idi. Dil ve gönül ehli, şâir, tabîb,  
hakîm, cömert, kerîm (iyilik edici), şefkatli, yumuşak huylu, zekî, iyi  
huylu, takvâ ve güzel ahlâk sâhibi bir zâttı. Ziyâretine gelenler, onun  
kereminden, kerâmetinden, hikmetli sözlerinden, tıbba dâir bilgilerinden, 
 ilim ve fazîletinden istifâde ederler, feyz almış olarak dönerlerdi.  
Sohbetinde bulunanların herbirine “Âşık” diye hitâb ederdi.  
Sohbetlerinde din büyüklerinden bahseder, onların menkıbelerini,  
güzel hâllerini anlatırdı. 
 
Yahyâ Efendinin iyilik, ikrâm ve ihsânları pekçok olmakla birlikte, kendisi  
gâyet sâde bir hayat yaşar, her türlü lüzumsuz âdetten kaçınır, resmiyetten  
uzak dururdu. Tekellüf ve fazla masraftan uzak olup, elbisesi ve sarığı sâdeydi. 
 
Çeşitli yerlerden adak ve hediye olarak gelen malların çoğunu, binâ yapmakta  
ve bahçelerinin bakımında harcardı. Her tarafta binâlar yapardı. Yaptığı 
 inşâatın biri tamam olmadan diğerine başlardı. Mescid, medrese, tıb mektebi, 
 hânekâh, hamam gibi binâlar inşâ ederdi. İnşâat işinde çok mâhir idi. 
 Dağları kazdırır, toprakları indirip, deniz sâhillerini doldurur, oralara  
yeni binâlar yapardı. Böyle çok binâ yapmasının hikmeti suâl edildiğinde; 
 “Bekara sûresi 36. ve A’râf sûresi 24. âyet-i kerîmelerinde meâlen;  
“...Yeryüzünde sizin için bir vakte (ömrünüzün, ecelinizin sonuna) 
 kadar, yerleşmek, geçinmek ve menfaatlenmek vardır.” buyruldu. 
Bizim ve bizden sonra gelip yolumuzda olanlar için, en güzel kalma yerleri,  
en münâsip ve lâzım olan yerler böyle binâlardır. Bunun için bu tip 
 binâların inşâsına bu kadar gayret ediyoruz.” buyururdu. 
 
Kânûnî Sultan Süleymân, sultan olunca, ona çok yakın alâka gösterdi. 
 Çok yardım edip, İstanbul’daki meşhûr yerine yerleştirdi. 
 
Kânûnî Sultan Süleymân Han bir gün Yahyâ Efendiye hatt-ı şerîf gönderip;  
“Birâderim Yahyâ Efendi! Şaşılacak şeydir ki, bizi terkettin. Hayli zamandır 
görüşemedik. Buna sebep nedir? Eğer bizden size karşı bir kusur meydana 
 geldi ise kerem edip af buyurunuz. Teşrif edip bizi sevindiriniz. Böylece  
kırık gönlümüz neşelensin.” dedi. Hatt-ı şerîf, Yahyâ Efendiye ulaşınca, 
 kâğıt kalem istedi ve Kânûnî’ye cevap yazıp onun görüşme isteğini kabûl etti.  
Dergâhına dâvet etti. Sohbette bulundular. 
 
Yahyâ Efendi hazretlerinin çok kerâmetleri görüldü. Kânûnî Sultan 
 Süleymân Han sık sık kendisini ziyâret eder nasîhatlerini ister, duâsını alırdı. 
 
Bir gün Yahyâ Efendi hazretleri Sahn-ı semân Medresesine gitmek için yola çıkmıştı.  
Yolda atının yularını bir papaz tuttu ve; “Ey âlim zât! Ey Yahyâ Efendi!  
Size bir suâlim var. Bu müşkül işi bana îzâh edin. Soracağım şeyin  
cevâbı acabâ dîninizde var mıdır? Her sene yeni defter tutulmayıp, gidiyor. 
 Ölen kalan kim bilinmeden ölmüş bir gayr-i müslimden devletçe haraç isteniyor? 
 Bu nasıl iştir. Bu şekilde hareket dîninizde var mıdır?” dedi. Yahyâ Efendi 
 bunları duyunca; “Hayır. Dînimizde ölmüş bir gayr-i müslim vatandaştan  
haraç alınmaz. Sonra çok fakir kazandığıyla güç geçinen kimseden ve 
 çok yaşlı olanlardan da haraç alınmaz. Bunlar affolunmuşlardır. Sultânımız 
 ona muhtaç değildir.” dedi. O zaman papaz; “Efendi şunu iyi bil ki, bizden  
ölen kimsenin bile haracını isteyip, her yıl alırlar. Bunu ben size soruyorum. 
 İslâm dîni bunun alınmasını istiyor mu? Ne olur bunu Sultan Süleymân Hana  
arzedin, haber verin, sorun?” dedi. 
 
Bunları işiten Yahyâ Efendi celâllendi ve din gayreti ile medreseye vardı.  
Ders yapmadan önce hemen kalem kâğıt istedi ve Sultan Süleymân Hana  
hitâben; “Ey cihân sultanı Süleymân Han! Şimdi sana saltanat haram oldu.  
Zulmün ölen kişilere kadar uzandı demek. Halbuki böyle bir zulmü senin 
ecdâdın yapmamıştı. Bu mudur din gayreti? Bak, müminleri bir kâfir ilzâm 
 ediyor, susturuyor, çâresiz bırakıyor.” diye yazdı. Sonra da sevdiği birine 
 bu mektubu verip Sultana gönderdi. Mektup, Kânûnî’nin eline ulaştığında, 
 Kânûnî ona nazar edip okudu. Rengi değişip, kalbini bir üzüntü kapladı. 
 Tahtından indi ve bir adamını Yahyâ Efendiye göndererek geleceğini bildirdi. 
 Çok geçmeden saltanat kayığına binip Yahyâ Efendinin dergâhına vardı.  
Hürmetle selâm verip yaklaştı ve; “Ağabey! Bu mektup da nedir? Bunu  
bize siz mi gönderdiniz? Ey güzel haslet sâhibi! Nedir suçumuz? Bize bunu  
beyân edip açıklayınız? Biz de işin hakîkatını bilelim. Saltanat bana neden  
haram oldu? Kime zulmeyledim?” diye sordu. 
 
O zaman Yahyâ Efendi hazretleri ona; “Pâdişâhım! Bu ne iştir. Defterleri  
her sene niçin yenilemezsiniz? Ölmüş olan gayr-i müslimlerden memurlarınız  
haraç toplarlar. Böyle ele geçen mal sana hiç helal olur mu? Bu senden  
beklenmez. Yediğin, giydiğin haram olunca, elbetteki saltanat da sana haram 
olmuş demektir.” dedi. 
 
Hayretler içinde kalan Kânûnî; “Hâlimi Allahü teâlâ biliyor ki, bu  
söylediklerinizden zerrece haberim yoktur.” dedi. Yahyâ Efendi de;  
“O halde bu gaflet nedir? Yarın Allahü teâlânın huzûrunda buna vereceğin  
cevap ne olur. Memurların gayr-i müslim malı alırlar. Bu kâfir hakkı,  
kul hakkı olur. Ergeç Allahü teâlânın huzûruna çıkacaksın. Yakanı kâfirin 
 eline vereceksin. Netîcede korkarım Cehennem ateşine atılırsın. 
 Cihân pâdişâhının kâfirle birlikte gelmesi lâyık mıdır? Bu mudur  
din gayreti, bu mudur îmân gayreti? Kullara zarar verene, inletip  
ağlatana Allahü teâlânın rızâsı yoktur. Sana yolların en hayırlısı  
gösterilmişken, buna Resûlullah efendimiz hiç rızâ gösterir mi?  
Yaptığın işler yanlıştır. Niçin adâletle işlerini görmezsin? Dîninin  
bildirdiği yola gitmezsin? Şunu iyi bil ki, ey cihân pâdişâhı! Şöhret  
zînetinin hepsi burada bu dünyâda kalır. Bu apaçık bir iştir. Eğer adâletle 
 bir iş yaptıysan, sana kalacak odur.” buyurdu. 
 
Kânûnî Sultan Süleymân Han bu sözleri işitince ağladı ve vezîrine 
 emredip; “Her sene evleri teker teker sayın. Gayr-i müslimlerden  
ölen kalanları yazın. Haraç hesâbını iyi tutun. Hazîneye haram para 
 getirmeyin. Şunu iyi bilin ki, buna kesinlikle rızâm yoktur.” diye  
ferman etti. Sonra da Yahyâ Efendi hazretlerine dönüp; “Sen bizim  
doğru yolu gösteren rehberimizsin. Gaflet uykusundan bizi  
uyandırdın. Bu sebeple Allahü teâlâ senden râzı olsun. Suç bizdeymiş.”  
dedi. Yahyâ Efendi de ona; “Ey cihân pâdişâhı! Tövbe edin ki, Allahü  
teâlâ affetsin. Bir daha gaflette kalıp zulüm etmeyiniz. Doğru yolu 
 bırakıp eğri yola gitmeyiniz.” buyurdu. Kânûnî ona; “Ağabey!  
Şimdi artık bizim tahta geçmemize izin var mıdır?” diye sordu.  
O zaman Yahyâ Efendi, Kânûnî’nin elinden tutup;  
“Evet şimdi çıkabilirsin.” buyurdu. 
 
Yahyâ Efendinin sevdiklerinden Baba Tarak anlatır: “Balıkçı idim.  
Balık avlar, onunla geçinirdim. Bir seher vakti Yahyâ Efendi hazretlerinin 
 dergâhına vardım. Beni gördükte; “Gel, teknen ile beni denizde bir 
 gezdiriver. Allahü teâlânın kudretini düşünelim. Deryâyı bir güzel  
eyredelim.” buyurdu. Ben de; “Başüstüne efendim!” dedim. Hemen 
 gidip kayığa bindik. Yahyâ Efendi hazretleri kayığa oturdu. Kıyıdan  
biraz ayrılınca, gönlümü bir üzüntü kapladı. Gam ile doldum. Zîrâ  
hanımım bana o gece fakirlikten yakınıp; “Evin ihtiyâcını karşılayamıyorsun. 
 Bak kızın yetişti. Çeyizi bile yok. Sen ise durmadan Yahyâ Efendiye 
 gidersin. O da böylece seni işten alıkoymaktadır. Kuru kuruya  
gezmek hangi akıl îcâbıdır." demişti. Gece söylediği bu sözleri  
hatırıma gelmişti. Kimseye bir şey söylememiştim. Birden Yahyâ Efendi  
hazretleri bana; “Evlâdım! Yanında balık tutmaya ağın var mı?” diye sordu. 
Ben de; “Efendim, denizde balık olmayınca, ağ olmuş neye yarar.”  
diye cevap verdim. Yahyâ Efendi yine; “Balık yok ise üzülme.  
Allahü teâlâ sana rızkını elbet ihsân ediverir. Ağı bana ver.  
Şimdi sana Allahü teâlânın kudretini göstereceğim.” buyurdu.  
Yahyâ Efendi bu sözü söyler söylemez denizin yüzü balıkla dolup 
 kaynamaya başladı. Ağı attı, içi balıkla doldu. Onları kayığın içine  
boşalttı. Herbiri iri iri, tâze kefallerdi. Bana dönüp; “Evlâdım! Şimdi  
beni kenara bırak, sen de balıkları satmaya git. Bu balıklar ne kadar 
 para ederse, onunla kızına babalık yap. Çeyizini alıp, hazırla. Hanımının  
da istedikleri böylece yerine gelsin.” buyurdu. O zaman ben hayretler 
 içinde kaldım. Zîrâ benim üzüntü sebebimi anlamıştı. Hemen Yahyâ  
Efendi hazretlerini kıyıya bıraktım ve balıkları pazarda satmaya gittim. 
 Balıkları satıp parasını getirerek, durumu hanıma anlatıp parayı saydım. 
 Hanım buna çok sevindi. Bütün ihtiyaçları karşıladım. Çeyizi aldık. 
 Hanım ondan sonra bana karşı hiç huysuzluk yapmaz oldu. Sonra 
 koşarak Yahyâ Efendi hazretlerinin huzûruna geldim. Beni tebessüm 
 ile karşıladı ve; “Balığı şu kadara sattın ve ihtiyaçlarını da karşıladın 
herhalde.” buyurdular. Ben de; “Evet efendim. Size canım fedâ olsun. 
 Bize kereminizle yardım ettiniz.” dedim. Sonra bana; “Ey Baba Tarak! 
 Sen bu sırrı kimseye söyleme. Allah için yayma. Bizdeki yardım doğrudur. 
 Kısmetmiş ve senin hakkın olmuştur.” buyurdu.” 
 
Yahyâ Efendi hazretlerinin elbiselerini bir Rum terzi dikerdi.  
İsmi Kusta Usta idi. Yahyâ Efendi ona zaman zaman; “Ey Kusta  
Usta! Küfür hâlinde olman uygun değil. Îmâna gelsen de seninle  
bir kardeş olsak. Âhiret yolunda da yoldaş olsak, daha iyi değil mi?” 
derdi. O da; “Sözleriniz doğrudur. Bir gün gelir başımızın yazısını 
 elbet görürüz. Hak nasîb ederse oluruz.” diye cevap verirdi.  
Yahyâ Efendi bir zaman terziye dikmesi için bir elbise verdi. O da kısa 
 zamanda biçip dikti ve Yahyâ Efendi hazretlerine getirdi. Yahyâ Efendi  
onu eline alınca, ceplerini aramaya başladı. Terzi Kusta Usta;  
“Bir noksanı mı var?” diye sordu. Yahyâ Efendi de; “Onun bir 
noksanı yoktur. Acabâ bunun ceplerini dikmediniz mi?” diye sordu.  
Bunun üzerine Kusta Usta; “Efendim! Cebini dikmiştim.  
Cep ağızları dikişlidir. Verin bana ağızlarını açayım.” dedi. 
O zaman Yahyâ Efendi, ona; “Ellerini ceplerine sok ne çıkar,  
ne bulursan senin olsun.” buyurdu. Terzi Kusta bu söze bir  
mânâ veremeyip şaşırdı ve ellerini, ipliklerini söktüğü ceplere soktu. 
 Bir avuç altın çıkardı. Kusta Usta’nın aklı başından gitti ve kendisini 
bir titreme aldı. Sonra Yahyâ Efendinin ellerine sarıldı ve; “Ey Allah’ın  
sevgili kulu! Bana yardım edin. Mümin olma zamânım geldi. Îmân  
etmek istiyorum. Bana îmânı öğretiniz.” dedi. Yahyâ Efendi onun  
başına kendi tülbendini sardı ve; “Artık ismin Ali Usta oldu.”  
buyurdu. Ali Efendi Kelime-i şehâdeti söyleyip Yahyâ Efendinin 
 talebeleri, sevdikleri arasına girdi ve dergâhta ömür boyu hizmet etti. 
 
Yahyâ Efendinin torunu Azîz İbrâhim Efendi anlatır: “Dedemin  
yanında oturmuştum. Bir beyt okudu. “Nasîbin var ise gelir  
Yemen’den. Ne Yemen’den. Hind’den de dahi Hind’den de.”  
dedi. Sözünü tamamladığında kapı çalındı. Bana; “Kapıyı çalan 
 kimdir bir bak?” buyurdu. Ben de gidip kapıya baktım. Hindli  
birisi duruyordu. Ona; “Kimsin ve ne istiyorsun. Çaldığın bu  
kapıdan istediğin nedir?” dedim. Sonra geri dönüp ceddime;  
“Dedeciğim birisi sizinle kapıda görüşmek istiyor.” diye haber verdim. 
 O da bana; “Onu içeriye dâvet et, sohbet etmek istiyoruz.” dedi. 
 Derhal gidip kapıyı açtım ve ona; “Dedem sizi istiyor.” dedim.  
O da eşyâsıyla birlikte içeriye girdi. Selâm verdi ve dedemin elini öptü. 
Koynundan bir mektup çıkarıp verdi. Sonra da; “Ben senin için tâ  
Hindistan’dan geldim. Sizi sevenler bizi bilir. Bu hediyeleri size 
 gönderdiler.” dedi. Dedem Yahyâ Efendi hazretleri de tebessüm  
edip, o kişiyi misâfir ettiler ve sonra geri gönderdiler.” 
 
Yahyâ Efendinin Boğaz’da çok güzel bir bahçesi vardı. Orada  
Mustafa Efendi adında biri hizmet ederdi. Bir gece Yahyâ  
Efendi ona; “Bana biraz su getir.” buyurdu. O sırada hiç su  
yoktu. Mustafa Efendi testiyi alıp dışarı çıktı. Dışarısı çok karanlık  
olup, göz gözü görmez derecedeydi. Üstelik su getirilecek yer  
de oldukça uzak ve tehlikeliydi. Mustafa Efendi bir türlü  
gitmeye cesâret edemedi. Geriye de dönemedi. Neticede;  
“Yahyâ Efendiye fedâ olsun, diye gönlünden geçirip yola  
koyuldu. Birden gideceği yer gündüz gibi aydınlandı.  
Selâmetle gidip testiyi doldurup getirdi. Lâkin bu aydınlığa  
şaşıp kaldı. Tekrar dışarı çıkıp bu aydınlığı görmek istedi.  
Dışarı çıktığında her tarafı kapkaranlık gördü. Bu hâli Yahyâ 
 Efendiden sormak istedi. İçeri girdiğinde Yahya Efendi ona;  
“Bak Mustafa Efendi! Bu gördüğünü kimseye söyleme. Bizi  
de ellere verme. Bir kimsede yakîn nûru varsa, o kimse zulmette, 
 karanlıkta kalmaz.” buyurdu. Bu hal onun bir kerâmetiydi. 
 
Belbân isminde gayr-i müslim bir çobanın sürüsünden, iki koyun 
 kaybolmuştu. Kaybolan koyunlar, Yahyâ Efendinin dergâhının 
 bahçesine gelmişlerdi. Çoban, koyunlarını bütün aramalara  
rağmen bulamadı. Nihâyet orada bulunduklarını öğrenip, doğruca 
 dergâha geldi. Yahyâ Efendinin, müslümanların büyük bir 
âlimi ve velîsi olduğunu işitmişti. “Acabâ bana nasıl alâka gösterir, 
 benimle ilgilenir mi, ilgilenmez mi? Eğer benimle ilgilenir,  
aç ve yorgun olduğumu anlayıp; tâze ekmek, tereyağı ve bal  
ikrâm ederse, onun hakîkaten büyük bir zât olduğunu anlarım. 
” gibi düşünceler ile Yahyâ Efendinin huzûruna girdi. Yahyâ  
Efendi onu görünce, o daha hiçbir şey söylemeden; “Bu kişi, 
 koyunlarını ararken, dağ taş demeden dolanıp çok yorulmuş  
ve acıkmıştır. Buna tâze ekmek, tereyağı ve bal getirin.” diye  
hizmetçiye emretti. Emredilen yiyecekler, derhâl hazırlanıp  
getirildi. Ortaya konunca, Yahyâ Efendi Belbân’a; “İşte sana 
 tereyağı, mumlu bal ve tâze nân (ekmek), Dilersen yağa ban, 
 dilersen bala ban.” dedi ve tebessüm ederek, yemesi için  
işâret etti. Belbân da o yiyeceklerden yedi. Gönlü ve kalbi  
yumuşadı. Evliyânın lokması kalp hastalığına şifâ olmuştu.  
Bunun üzerine Belbân îmân etmekle şereflenip müslüman  
ldu. Bu nîmetin şükrânesi olarak, Allah rızâsı için, kendisinin  
olan o iki koyunun kesilmesini ve orada bulunanlara ikrâm  
edilmesini istedi. Bunun üzerine Yahyâ Efendi, şu şiiri söyledi: 
 
Sabahleyin iki ganem (koyun), 
Menzile mihmân (misâfir) geldi. 
Her görenler dediler, 
“Tekkeye kurbân geldi.” 
 
Yolda çokdur çalıcı, 
Onları, çaylak gibi, 
Her aç olan ona der; 
“Derdime dermân geldi.” 
 
Bir koyundan küçüktür, 
İki koyunu pençeler, 
Çekip orada yutar, 
Der: “Bize ihsân geldi.” 
 
Ey “Müderris” ola gör, 
Râ’î (çoban) bugün bunlara sen! 
Enbiyâ zümresi hep 
Âleme çoban geldi. 
 
Yalova’da bir imâm vardı ki, Yahyâ Efendiyi büyük bilir ve çok 
 severdi. Zaman zaman ziyâretine gelirdi. Bu imâmın çoluk 
 çocuğu kalabalık olup, maddî sıkıntı içindeydi. Fakat o  
sabreder fakirliğini gizler, kimseye bir şey söylemezdi.  
Bir gün yine Yahyâ Efendi hazretlerini ziyârete geldi. 
 Selâm verip huzûrunda oturdu. O sırada dergâh tenhâ  
olup, kimseler yoktu. Yahyâ Efendi ona; “Ey temiz insan!  
Gel seninle bahçede biraz dolaşalım. Allahü teâlânın lütfunun  
sonu yoktur.” buyurdu. Berâberce çıktılar. Bir yere 
 geldiklerinde, Yahyâ Efendi; “Sen bize candan bağlısın. 
 Şimdi sana Allahü teâlânın lütfuyla bir iş göstereceğim. 
 Böylece gönlündeki fakirlik sıkıntısı kalmayacak.  
Fakirlik ateşini söndürmüş ve seni sevindirmiş olacağız 
” buyurdu. Sonra yere asâsını vurdu ve; “Burasını kaz!” 
 dedi. İmâm Efendi orasını açtığında, içinden bir küp  
altın çıktı. Ona; “Ne durursun, fakirlik hastalığına çâredir. 
 Bunları sana sonsuz hazîneler sâhibi Allahü teâlâ  
gönderdi. İstediğin kadar al.” buyurdu. İmâm Efendi 
bunları heybesine doldurdu. Yahyâ Efendi ona; “Ey İmâm 
 Efendi! Dünyâ üzüntüsünü gönlüne sakın koyma. Bunları 
 hayırlı işlere sarfedersin. Yalnız bu sırrı kimseye söyleme.  
Şâyet anlatırsan o zaman bunlar elinden çıkar, aldırırsın.”  
buyurdu. İmâm Efendi de; “Efendim, ben bu işe çok şaştım! 
 Bu kadar altınla memleketime nasıl dönerim. Yollarda  
haramîler, eşkıyâlar var. Korkarım ki bunları benden alırlar. 
 Nasıl varacağımı bilemiyorum.” dedi. Bunun üzerine  
Yahyâ Efendi; “Sana kimse zarar veremez. Bu senin nasîbindir. 
 Var selâmetle git.” buyurdu. İmâm Efendi vedâ edip yola çıktı.  
Hakîkaten başına hiçbir şey gelmeden Yalova’ya vardı. Kendisini  
hanımı karşıladı. Heybedeki altınları görünce, hayretler içinde  
kaldı ve; “Bunları nereden buldun?” diye sordu. O da; “Bu işi 
sana açıklayamam. Sâdece Allahü teâlânın ihsânı olarak bil!” 
 dedi. İmâm Efendi bundan sonra etrâfına yardım etmeye başladı.  
Hem yedi hem yedirdi. Ömrü hayır yapmakla geçti. İnsanlar onun  
hakkında; “Nereden buluyor bunları?” demeye başladı. Bâzısı da;  
“Birisinden emânet almış gâlibâ!” Kimisi de; “Anlaşılan defîne  
bulmuş.” dedi. Herbiri bir şey söyledi. Netîcede İmâm Efendi 
hastalandı. Hastalığı ilerleyince, komşularını başına çağırdı ve 
 onlara; “Size bu malı nereden bulduğumu açıklamak istedim.  
Bunun elime girmesine sebep, Yahyâ Efendi hazretleridir.  
Bugüne kadar kimseye söylemedim. Zîrâ bana, söyleme gizle  
demişti. Şimdi ise ömrümün sonu yaklaştığından onun kerâmeti 
 unutulmasın diye söylüyorum.” dedi ve Kelime-i şehâdet  
getirerek vefât etti. 
 
Torunu Tâceddîn Efendi anlatır: “Bir gece uyuyordum.  
Gece yarısı dedem beni uyandırdı ve; “Tâceddîn! Şimdi git. 
 Dergâhta hizmet edenleri uykudan uyandır. Denizde bir 
 işim var, kayığı denize indirsinler.” buyurunca, gidip  
haber verdim. Çocuk olduğum için beni dinlemediler ve;  
"Görmedin mi dışarısı fırtına. Kayık bu havada denize  
iner mi?” dediler. Ben de gidip söylediklerini dedeme anlattım. 
 O zaman dedem hemen gidip kendisi kayığı denize indirdi. 
 İçine postunu yayıp oturdu. Sonra dergâhtakiler kayığın  
denize indirildiğini anladılar. Yahyâ Efendi kayıkla denize  
açıldı. Biraz yol aldıktan sonra küçük bir kayık içinde iki  
papazın suya batmak üzere olduğunu gördü. Hemen  
yetişip onları kayığa aldı ve Yeniköy’e götürüp kıyıya 
 çıkardı. Tekrar Beşiktaş’a dergâhına geldi. Sonra bu 
 papazlar metropolitlerine başlarından geçeni anlattılar. 
 Metropolit de, Yahyâ Efendiye çeşitli hediyeler gönderip,  
ona sevgi, saygı ve hürmetlerini bildirdiler. 
 
Yahyâ Efendiyi seven ve dergâha odun taşıyan bir kayıkçı 
 vardı. O anlatır: “Bir gün Yahyâ Efendi bana; “Ey reis! Sen 
 bize candan hizmet edersin. Seni severiz. Bize bir kayık  
meşe odunu getiriver.” buyurdu. Ben de gidip bir kayık  
odun getirdim. Kayığı iskeleye yanaştırdım. Hizmetçiler 
 dergâha odunu taşımaya başladılar. O gün Yahyâ Efendiye 
 pekçok muhtaç ve borçlu geldi. Yahyâ Efendi hazretleri 
 her birine yardım edip, ihtiyâcını karşıladı. Hepsi sevinçliydi. 
 Hayır duâ ederek dergâhtan ayrıldılar. Yahyâ Efendi  
hazretleri hayâtında para kesesi kullanmazdı. Onun  
bir küçük el sepeti vardı. Nereye gitse onu yanından  
ayırmazdı. Bir başkasının da ona dokunmasına, içine  
elini sokmasına izin vermezdi. Kim bir şey istese, ister  
ekmek, ister meyve ne olursa olsun mübârek elini  
içine sokar, istenilen şeyi çıkarır verirdi. Yahyâ Efendinin 
 huzûruna vardığımda beni tebessümle karşıladı ve; “Reis,  
biz senden odun istemiştik. Ne yaptın?” dedi. Ben de; “ 
Efendim odun iskeleye geldi. Hizmetçiler taşıyorlar.”  
dedim. O zaman Yahyâ Efendi hazretleri, yanındaki kapalı 
 sepetine elini soktu, içinde dolaştırıp bir miktar altın çıkardı 
 ve bana uzattı. O zaman ben; “Acabâ para kesesi kullanmam 
asının sebebi nedir?” diye gönlümden geçirdim. Yahyâ Efendi  
bana bakıp güldü ve; “Reis! Bizim kesemiz yoktur. Lâkin yedi  
iklim bize keselik yapıyor. Altın ve gümüş bizde misâfir olmaz.  
Hem de bir gece bile kalmaz. Yerine ulaştırılır.” buyurdu. 
 
Kocaeli’nde Hacı Ali Efendi isminde takvâ sâhibi, dergâhı  
olan bir zât vardı. Hacı Ali Efendi, Yahyâ Efendi hazretlerinin  
büyüklüğünü ve güzel hallerini işitmişti. Bir gün onu görmek  
için yola çıktı. Beşiktaş’a, oradan da Yahyâ Efendinin dergâhına 
geldi. Hizmetçilere hitâben; “Yahyâ Efendiyi ziyârete geldik.”  
dedi. Onlar da; “Şu anda burada değildir.” diye cevap verdiler. 
 Hacı Ali Efendi tekrar; “O halde nerede bulabiliriz, söyleyin.”  
dedi. Hizmetçiler de; “Efendim, Yahyâ Efendi hazretlerinin  
Yeniköy yakınında bir bağı var, oraya gitti.” dediler. Hacı  
Ali Efendi bunun üzerine yanındakilere; “Gidip onu bulalım.”  
dedi. Sonra Yeniköy’e geçtiler ve Yahyâ Efendinin bağını  
buldular. Hacı Ali Efendi bahçıvana; “Yahyâ Efendiye 
haber verin. Onu ziyâret için geldik.” dedi. Bahçıvan;  
“Efendim, Yahyâ Efendi hazretleri seher vakti buraya  
gelip, bir müddet kalıp kayıkla Kavak tarafına gittiler.”  
dedi. Hacı Ali Efendi bunları duyunca; “Tövbeler olsun!  
Bu kişi deli olsa gerek. Kendisinde evliyâlıktan bir eser  
göremiyoruz. Bağdan bağa dolaşan kişi velî olur mu?  
Arzusu peşinde koşuyor. Bu işler hiç evliyânın işi mi?  
Hani zikirler, hani dergâhta sohbet, hani ibâdet, hani  
virdler, zikirler, hani elbise ve külâh? O ise tenhalarda  
yollara düşüp bağdan bağa koşuyor. Bu dünyâya bu  
derece heves bir velîde olur mu? Biz onu daha görmeden  
niyetlerini bir güzel anladık. Âşikâre apaçık ne olduğu  
meydana çıktı. Dünyâya düşkün olan, âhiret adamı  
olamaz. Âhiret adamı olan çok kere fakir olur. Nerede  
Yahyâ Efendide bunlar?” diye söylendi. Geriye dönmeyi 
 düşündü. Fakat vazgeçti. “Bu kadar zahmet çekip 
 tâ Kocaeli’nden buralara kadar geldim. Görmeden gitmek,  
bu kadar zahmeti boşa çekmek olur. Emeğim boşa 
 gitmesin. Onu görmeden dönmek akıllıca bir iş olmaz.  
Onu bir bulup imtihan edeyim.” dedi ve kayık ile  
Kavak yönüne doğru yola çıktı. Kayıkla giderken  
yolda Yahyâ Efendi ile karşılaştı. Yahyâ Efendi onu  
görünce, tebessümle; “Kardeşim hoş geldiniz. Bir  
kimsenin gönlünde dünyâ sevgisi olmazsa, onun  
elinde bulunan dünyâlıklar âhirette şeref ve îtibâr  
bulmasına mâni olmaz. Biz dünyâ ehlinden uzak  
olmak için bu dağ ve bahçeleri mesken edindik. Lâkin  
biz nereye gitsek bizi buluyorlar. Aman ve fırsat vermiyorlar. 
” buyurdu. Sonra şu beyti okudu: 
 
“Yâ İlâhî! Kulunum. Emrine itâat ederim, anarım seni 
 
Beni ne yaparsan yap, yeter ki yapma dünyâ delisi.” 
 
Hacı Ali Efendi bu sözleri duyunca, onun gerçek hâlini anladı 
 ve söylediklerine bin pişman oldu. Geri kalan ömrünü Allahü teâlânın 
 bu sevgili kuluna muhabbet ederek geçirdi. 
 
Kânûnî Sultan Süleymân Hanın vefâtından sonra yerine oğlu 
 İkinci Selîm Han pâdişâh olup tahta geçmişti. Bir gün saltanat  
kayığı ile Boğazı gezmek için çıktı. Giderken Boğaz’daki bâzı 
yerleri yanındakilere soruyordu. Beşiktaş’a geldiklerinde, 
 kendisine; “Efendim burası Beşiktaş’tır ve Yahyâ Efendi 
 hazretleri oturur. Buralarını o ihyâ etmiştir.” dediler. O zaman 
 Sultan Selîm Han; “Yahyâ Efendi nasıl biridir?” diye sordu.  
Ona; “Sultanım! Yahyâ Efendi, babanız Cennetmekân hazretlerinin 
 süt kardeşi idi. Babanızla çok iyi görüşürlerdi.” dediler.  
O zaman Sultan Selîm Han; “Evet, babamla olan yakınlığını ve  
dostluğunu bilirim. O babama her ne derse babam şüphesiz  
yerine getirirdi. Yahyâ Efendi saraya bir defâ olsun gelmemişti. 
 Lâkin babam hep onun ayağına giderdi. Babam ona çok iltifat  
ettiğine göre görelim nasıl zâttır. Evliyâlığı nicedir. İmtihan için 
 onu bir yere dâvet edelim.” dedi. Kale bahçesi denilen güzel 
bir yere geldi. Sultan bir adamıyla Yahyâ Efendiyi buraya  
dâvet etti. Yahyâ Efendi geldiğinde ona iltifat etmemeyi  
gönlünden geçirdi. Çok geçmeden Yahyâ Efendi kayığıyla 
 çıkageldi. Sultan Selîm Han, Yahyâ Efendiyi görünce  
tahtından inip hürmetle onu karşıladı ve iltifat etti. Yahyâ Efendi 
 ona; “Sultanım! Niçin tahtınızdan indiniz. Bu ne iltifat.” 
 buyurdu. Sultan, el öpmek isteyince, Yahyâ Efendi,  
Sultanın iki kulağını tutup büktü ve; “Abdestin var mı?  
Söyle yoksa bırakmam.” dedi. Sultan; “Abdest alayım.” 
 dedi. Yahyâ Efendi; “Dediğim namaz abdesti değildir. 
Söylediğim tövbe abdestidir.” buyurdu. Sultan Selîm Han 
 mahçûb oldu ve Yahyâ Efendinin ellerinden öpüp,  
hürmet gösterdi. Onun büyük bir velî olduğuna iyice inandı. 
 
Yahyâ Efendinin, Apostol isminde hıristiyan bir komşusu vardı. 
 Bir gün bu Apostol, denizde fırtınaya tutuldu. Kendisi hıristiyan  
  
olduğu hâlde, Yahyâ Efendinin hürmetine duâ ederek kurtuldu. 
 Evine gelince, Yahyâ Efendiye hediye götürmek istedi. Kendi  
âdetlerince, mühim ve kıymetli hediye sayılan yıllanmış şarap  
alarak Yahyâ Efendinin dergâhına gitmek için yola çıktı.  
Getirdiği şarap, dergâhın yokuşunda, daha oraya varmadan 
 nar suyu hâline döndü. Bu apaçık kerâmetleri gören  
Apostol, müslüman olmakla şereflenip, Ali ismini aldı.  
Arsasını Yahyâ Efendiye hediye etti ve kendisi de onun 
 talebeleri arasına katıldı. Bu zât, Yahyâ Efendi ile aynı türbede 
 onun kabrinin ayak ucunda yatmaktadır. 
 
Bir zaman Sultan İkinci Selîm Han bir donanma hazırlayıp  
sefere çıkılmasını ferman buyurdu. Donanma hazırlandığında 
 donanma komutanı Kaptan-ı deryâ Beşiktaş’a geldi ve  
Yahyâ Efendiden duâ istedi. O zaman Yahyâ Efendi hazretleri 
 üzüntülü ve sıkıntılı bir halde; “Allahü teâlâ bir şeyin olmasını  
takdir ettiyse, onu hayır duâ değiştiremez. Lâkin sizden gelecek 
 kötü bir haberi işitmememiz için gece-gündüz Rabbime duâcıyım. 
” buyurdu ve donanma kaptanını uğurladı. Donanma o yıl  
düşmana karşı zafer kazanamadı. Bu haber İstanbul’a gelmeden 
 önce Yahyâ Efendi hazretleri Hakk’ın rahmetine kavuştular.  
Buyurdukları gibi bu haberi duymadan âhirete gittiler. 
 
Beşiktâşî Müderris Yahyâ Efendi, ömrünün sonuna kadar  
Beşiktaş’taki yerinde, ibâdet ve mücâhede ile vakit geçirdi. 
1569 (H.977) Zilhicce ayında, kurban bayramı gecesi vefât  
etti. Vefâtında seksen yaşına yaklaşmıştı. Kurban bayramı  
günü, Süleymâniye Câmiinde, bayram namazından sonra  
cenaze namazı kılındı. Cenâze namazını Şeyhülislâm Ebüssü’ûd  
Efendi kıldırdı. Bahçesi yakınında bulunan ve daha önceden 
 hazırladığı kabrine defnolundu. Cenâzesinde vezîrler, âlimler, 
 zenginler ve fakirlerden müteşekkil çok kalabalık bir cemâat 
 hazır bulundu. Bu cemâat, onun hâlinin iyi olduğuna, sonunun 
hayırlı olduğuna, tam ve âdil bir şâhitti. Vefât gecesinde; 
âlimler, hâfızlar, vâizler, imâmlar, tasavvuf büyükleri Kur’ân-ı kerîm  
okudular. Kelime-i tevhîd ve tesbîh ile o geceyi ihyâ edip, sevâbını o  
büyük zâtın rûhuna hediye ettiler. Kabri üzerine İkinci Selim Hân  
tarafından türbe yaptırıldı. Sonra gelen Osmanlı sultanları, Yahyâ  
Efendinin türbesinin, câmi ve zâviyesinin ve diğer külliyâtının  
bakım ve tâmirini büyük bir hassâsiyetle ve aksatmadan yapmışlardır. 
 
Yahyâ Efendinin iki oğlu olup, her ikisi de babaları gibi ilim,  
irfan âşığı kimseler idi. Babalarının yolunda bulunmuşlar, vefâtlarında 
 aynı türbeye defnolunmuşlardır. 
 
Yahyâ Efendi hazretlerinin şâirliği de kuvvetli idi. “Müderris” 
 mahlasıyla tasavvufî şiirleri ve müretteb Dîvân'ı vardır. 
 
O KENDİNİ TANITTI 
 
Kânûnî, bir gün kayıkla Boğaz’da gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizâsına 
 gelince kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahyâ Efendiyi çağırttı.  
O da yanında bir ahbâbı ile gelip kayığa bindiler. Birlikte giderlerken, 
 Yahyâ Efendinin ahbâbı, devamlı olarak Kânûnî’nin parmağında  
bulunan çok kıymetli bir yüzüğe bakıyor ve bu bakış dikkati  
çekiyordu. Kânûnî bu hâli farkedince, parmağındaki o kıymetli  
yüzüğü çıkarıp; “Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz. 
” dedi. O zât yüzüğü aldı. Evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi. 
 Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret ettiler.  
Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince, 
kayık kıyıya yanaştı. O zât, ineceği sırada denizden bir avuç su 
 alıp Sultana uzattı. Avucunda biraz önce denize attığı yüzük vardı. 
 Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes, yine çok hayret ettiler.  
Kânûnî, elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât birdenbire gözden 
 kayboluverdi. Kânûnî, Yahyâ Efendiye dönüp; “Ağabey, neler 
 oluyor?” dedi. O da; “O gördüğünüz Hızır aleyhisselâm idi.”  
dedi. Bunun üzerine Kânûnî; “O hâlde bizi niye tanıştırmadınız?” 
 deyince, Yahyâ Efendi; “O kendini tanıttı. Ama siz tanımakta geç kaldınız.” buyurdu. 
 
OSMANOĞULLARININ ÂKIBETİ NE OLACAK? 
 
Bir gün cihân pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Han, Yahyâ Efendi hazretlerine bir hatt-ı şerîf gönderdi ve; “Ağabey! Sen ilâhî sırlara vâkıfsın, bilirsin. Kerem eyle de bize Osmanoğullarının âkıbetinin ne olacağını haber ver. Nesli kesilip yok mu olacak. Yok olacaksa, bu hangi sebeptendir.” dedi. Hatt-ı şerîfi okuyan Yahyâ Efendi eline kalem kâğıt alıp; “Kardeşim! Neme gerek.” diye iri harflerle yazıp Kânûnî’ye gönderdi. Kânûnî, Yahyâ Efendiden gelen mektûbu okuduğunda hayretler içinde kaldı. Fakat bir şey anlamamıştı. Derhal bir kayık hazırlanmasını emretti ve bu bilmece sözün mânâsını anlamak için Yahyâ Efendinin dergâhına geldi. Yahyâ Efendiyi görür görmez; “Ağabey! Ne olur gizlemeyip, suâlime cevap veriniz. Biz de ona göre hareket edelim.” dedi. Yahyâ Efendi bunun üzerine tebessüm edip; “Biz cevap verdik. Bu sözümüzü anlayamamana şaşarız.” dedi. Kânûnî; “Nasıl?” deyince, Yahyâ Efendi; “Zulüm, haksızlık yayılsa, işitenler de; “Neme gerek.” dese ve onu önlemeye çalışmasalar, sonra koyunu kurt değil de çoban yese, bilenler de bunu söylemeyip gizlese, fakirler, muhtaçlar, gariplerin feryâdı göklere çıkıp bunları taşlardan başkası işitmese, işte o zaman felâkettir. Neslinin o zaman yok olmasından korkulur. Hazînelerin boşalır. Askerin itâat etmez olur ve yolundan gitmezler. Yok olmak mukadderdir.” buyurdu. Kânûnî bunları işitince, göz yaşlarını tutamadı. Yahyâ Efendiye olan sevgisi daha da arttı. 
 
KİMSE KİMSENİN RIZKINI YİYEMEZ 
 
Yahyâ Efendi bir zaman sevdiklerinden birkaçıyla yolculuğa çıkmıştı. Bir yerde durdular. Talebelerinden birini çağırıp; “Burada bir değirmen var. Oraya gidip tâze yumurta alalım. Yiyelim ve şükredelim.” buyurdu. Değirmene gittiler. İsmi Hasan Efendi olan değirmenci, güzel huylu biriydi. Yahyâ Efendi değirmenciye; “Efendi bize tâze yumurta getir.” buyurdu. Değirmenci; “Efendim! Bir tâne bile kalmadı. Yumurta alıcısı geldi, hepsini alıp gitti.” dedi. Bunun üzerine Yahyâ Efendi; “Kimse kimsenin nasîbini alamaz. Alayım dese bile, buna yol bulamaz. Var sen kümesi aç. Bize de kalmıştır. 
” buyurdu. Kümesi açtığında her taraf yumurta doluydu. O zaman Yahyâ Efendi;  
“Bak Hasan Efendi! Allahü teâlâ bizim rızkımızı  
da yaratmış.” buyurdu ve bir avuç altına bir sepet yumurta alıp yola devâm ettiler. 
 
PEHLİVÂN YAHYÂ EFENDİ 
 
Avrupa’da Kara Pehlivan ismiyle meşhûr ve bütün güreşçileri yenen gayr-i  
müslim bir güreşçi vardı. Bu güreşçi bir ara İstanbul’a geldi. Bütün güreşçilere  
meydan okuyor, hiç kimsenin kendisiyle  
güreşmeye cesâret edemeyeceğini söylüyordu. Yahyâ Efendi, İslâmiyetin şerefini,  
vekarını korumak için, güreşmek üzere o meşhûr 
 pehlivanın karşısına çıktı. Kendisi daha önce hiç güreşmezdi. Herkes bu duruma çok 
 hayret etti. Pehlivanlar meydana çıktığında, 
 binlerce insan merak dolu bakışlarla ve endişe ile netîceyi bekliyorlardı. Nihâyet  
Yahyâ Efendi, Kara Pehlivan ile karşılaştı. 
 O meşhûr, mağrûr ve kendini beğenen Kara Pehlivan’ı bir elense ile yeniverdi. 
 
Kara Pehlivan, bu zâtta gördüğü kuvvetin normal bir şey olmadığını, bu hâlin o 
 büyük zâtın bir kerâmeti olduğunu anladı. O anda kalbinde bir değişiklik hissetti.  
Gönlü âdetâ Yahyâ Efendiye bağlanıp kaldı.  
Nihâyet onun huzûrunda müslüman olmakla şereflenip, talebeleri arasına katıldı. 
 
ÂŞIĞA BAĞDÂT IRAK DEĞİLDİR 
 
Mağripli birisi Yahyâ Efendinin ismini duyup, görmeden ona âşık oldu.  
Yahyâ Efendinin nerede olduğunu bilmiyordu. Mısır, Şam, Halep ve başka  
birçok yer gezip Yahyâ Efendiyi aradı. Netîcede İstanbul’a geldi. Gördüklerine dâimâ; 
 “Yahyâ nerede. Ey insanlar Yahyâ’yı biliyor musunuz?” derdi. Birisi onun hâlini  
anlayıp aradığı kişinin Beşiktaş’ta olduğunu haber verdi. Mağripli yürüyerek 
 Beşiktaş’a geldi. Sorarak Yahyâ Efendinin dergâhını buldu. Kapıyı çalıp, Yahyâ Efendi  
hazretlerini sordu. Dergâhtakiler Yahyâ Efendinin Kavak’taki bahçesine gittiğini  
söylediler. Âşık Mağripli; “Âşığa Bağdât ırak değildir.” diyerek Kavak’taki bahçeye  
geldi. Bahçe çok güzel olup ortasında bir havuz vardı. Yahyâ Efendi havuzun  
yanında oturmuştu. Hizmetçiler bahçeyi suluyorlardı. Mağripli doğruca Yahyâ Efendinin  
yanına yaklaşıp, selâm verdi ve elini öptü. Sonra da; “Efendim ne olur beni talebeliğe 
 kabûl edin. Nice yıllar diyar diyar gezip sizi ararım." dedi. Yahyâ Efendi ona;  
"Acabâ maksadın nedir?Bu kadar zahmete sebep ne oldu. Bize anlat, biz de sana 
 yardım edelim, gamını giderelim." buyurdu. Mağripli, Yahyâ Efendinin ayaklarını  
öpmek istedi ve; "Efendim ne olur kimyâ ilmini bana öğretin.” dedi. Bu sözü üzerine 
 Yahyâ Efendi; “Sen yanlış haber almışsın. Biz o senin dediğin şeyi bilmeyiz.” 
 buyurdu. Mağripli yine; “Efendim! Derdimin dermânı sendedir. Ben arzuma  
kavuşmadan buradan gitmem.” dedi ve sözlerinde ısrar etti. Meğer ki Mağripli,  
Yahyâ Efendiyi imtihan etmek istermiş. Onun maksadını anlayan Yahyâ Efendi,  
Mağriplinin ayak ucunda bir siyah taş gördü ve; “Ey kişi! Şu kara taşı bana  
al da veriver.” buyurdu. Mağripli eğilip yerdeki kara taşı aldı ve Yahyâ Efendinin 
 eline verdi.Yahyâ Efendi o taşa dikkatle baktı. O sırada taş altın kesildi. Sonra 
 havuzun içine atıverdi ve; “Allahü teâlânın sevgili kulları taşa nazar etseler,  
o hâlis altın oluverir.” buyurdu. Bunu gören Mağripli; “Elhamdülillah. Cenâb-ı Hak  
beni maksâdıma kavuşturdu. Maksadım hâsıl oldu. Efendim beni kabûl edin.  
Hizmetinizle şereflenmek istiyorum. Canım başım yolunuza fedâdır.” dedi ve  
ellerine sarıldı. Yahyâ Efendi de onu talebeliğe kabûl etti. Bir bahçenin bakım  
şlerini ona verdi. 
 |