KARIŞIK

15 Şubat 2016 Pazartesi

HALLAC-I MANSUR VE ENE'L HAK
rkeolog L.Massignon, Bağdat yakınlarında kazı yaparken gözü, kırık bir testi üzerindeki şu beyit’e takılır.“Allah’a kavuşmak için iki rekat namaz da yeter. Ancak, böyle bir  namaz için abdesti, insanın kendi kanı ile almış olması gerekir.” Söz, Hallac-ı Mansur’a aittir. Tarih, Hallac’ın “şehit düşünür” olduğunu haber verirken, Tasavvuf ehli, O’nu “Şehit Veli” olarak bilir.
Konumuz ile ilgili bağlantılı olduğundan kısaca “şehitlik” hakkında bilgi vermekte yarar var.  Şehitlik ikiye ayrılır.
1) Hükmi şehitlik
2) Fiilî şehitlik
                                                                                 İman ehli olmak şartıyla, yanma, boğulma, kanser, verem v.b. ağır hastalıklar ya da doğum sırasında meydana gelen ölümler, hükmi şehitlik kapsamında yer alır.
Fiili şehitlik ise ikiye ayrılır :
a) Savaşta Allah için bedenini feda etmek suretiyle ölmek,
b) Bir velinin, bedeninin katledilmesiyle vuku bulan ölüm.

Hallac-ı Mansur... “Ene’l Hak” sözü ile gönüllere taht kurmuş, bu yolda bedenini feda etmiş, vücudundan akan damla damla kana rağmen, Allah’a, insanlara, kâinata olan sevgisini dile getirmiş bir Şehit Veli’dir.
Bir’lik ve Vahdet-i Vücud (Tek’lik) felsefesini, bilgi dairesinin dışına taşırıp yaşama yolundaki erlerden biri ve Cüneyd-i Bağdadi’nin talebesi olan  Hallac-ı Mansur, 857 yılında Tur kentinde dünyaya geldi. Bir çok öyküde onun hakkında şunlar anlatılmaktadır:
Mansur, bir gün yün atma işinin yapıldığı bir dükkâna gider. Dükkan sahibine kısa bir süre için dışarı çıkmasını söyler. Dükkân sahibi geri dönüp de tüm pamukların atıldığını ve temizlendiğini görünce şaşırır. İnanılmaz miktarda pamuğun çok kısa bir sürede atılmasından sonra, kendisine “Hallac”lâkabı verildiği de rivayet edilir.
Ben (Abdullah Bin Tahir Azdi); bir gün Bağdat pazarında bir yahudiye kızarak ona “köpek” dedim. Tam o esnada Hallac yanımdan geçmekteydi. “ İçindeki köpeğin havlamasına müsaade etme, sustur onu” dedi ve devam etti, “Evladım, insanlar dinlerini kendileri seçmezler, kaldı ki hem Musevilik hem Hıristiyanlık hem de İslam, Hak dinidir. Amaçları aynıdır, araçları farklıdır.”Hallac’ın kendine özgü kerametleri, halka açtığı harikulade halleri vardır.
Devamlı aleyhinde konuşan bir Basralı, O’ndan ölmek üzere olan kardeşini iyileştirmesini ister. Hallac, “Sen benim aleyhimde konuşmaya devam edersen arzun yerine gelecektir” der. Hallac idrarını hastalara şifa olarak içirmiş, hapiste bulunduğu süre içinde, tüm mahkumların zincirlerini çözerek serbest kalmalarını temin etmiş, kendisinin neden firar etmediğini soranlara  “Biz Hakk’ın mahkûmuyuz” diyerek, oldukça anlamlı bir yanıt vermiştir. Demek ki, bir Veli’den kendi nefsi için bir istek ve arzu oluşmamaktadır. Hallac, Ramazan aylarında hiç bozmadan beş günlük oruçlar tutmuştur. Vahdet-Teklik yaşamı içinde hayatını devam ettiren, tamamen çıplak bir şekilde yaşamayı tercih ederek, örtünme gereğini duymayan Hallac’a, Hocası Cüneyd-i Bağdadi; halka ters düşecek kelâmlardan kaçınmasını öğütlemiş, bu yüzden başının bir gün mutlaka belâya gireceğini ima ederek “Bakalım hangi darağacında kanın akacak” demiştir. Hallac-ı Mansur’un yanıtı “Sen o gün sufi elbiseni bırakıp, yerine fakih elbisesi giyeceksin”  olmuştur.
Yaşar Nuri Öztürk, Hallac’la ilgili eserinde özetle ; “ ‘Ene’l Hak’ bir ‘Şath’ (bazı meczupların taklit ürünü olan ve zahirde saçma görünen manidar sözleri)  sözü, bir sekr (sarhoşluk) ürünüdeğil tasavvuf anlayışının mihveridir. Bu söz Hallac’ı hem ‘Vahdet-i Şuhud’culardan hem de ‘Vahdet-i Vücud’culardan ayırır. Ene’l Hak Vahdet-i Vücud’un bir ifadesi olamaz, zira Hallac, Uluhiyet babında Tenzih’i hiç bırakmamıştır, o halde Hallac, ‘Vahdet-i Vücud’cu değildir. ” demektedir.

Bizim Hallac’ı değerlendirmemiz ise daha farklıdır, şöyle ki ; tarikattan gaye Tasavvuf’a geçiş, Tasavvuf’tan gaye, Allah’a ermektir. Allah’a erişin ise iki yolu bulunmaktadır:
1) Fena Yolu
2) Vahdet-i Vücud
Fena yolu, Abdulkadir Geylani Hazretlerinden başlayıp,Muhiddin-i Arabi’ye kadar uzanan evliyanın yolunu  kapsar. Bu yolda “Allah’ın varlığı dışında varlıkların, kendine ait bir varlığı yoktur” düşüncesi hakimdir. Bu görüş Fena halidir. Yani ‘Yok’u  Yok etmek’ düşüncesi ve yaşamı… Hallac-ı Mansur’un görüşü  bu şekildedir. Muhiddin-i Arabi’de ise, direkt Hakk’ı müşahede hali vardır. Yok edilecek bir varlık söz konusu değildir. Bu görüşe Vahdet-i Vücud denmektedir.Vahdet-i Vücud’un dahi aşamaları mevcuttur. Hallac’da zuhur eden “Ene’l Hakk” sözü, onun yaşadığı “Aynel Yakiyn”boyutu itibariyle söylenmiştir. Bu sözün “sekr”  hali, meczupluk ve “mukallitlik” ile alakası yoktur.
Esasen, batı dünyasındaki bilimsel araştırmaların neticesi de, varlığın bir bütünden ibaret olduğu aşamasına gelmiştir. Bugün“sadece madde var, mana yoktur” görüşü ise iflas etmiştir.Müsbet ilmin tesbitine göre madde, enerjinin yoğunlaşmış halidir ve insanın beş duyusuna göre var olan bir yapıdır.  Yani madde düşüncesi, birimlerin algılama kapasitesinden kaynaklanmaktadır ve tamamiyle göreseldir. “Göresel kavram”ların gerçekte bir değeri yoktur. Mutlak evren ise salt enerji, özü itibariyle  tek ve Tümel bir Bilinç’tir. Madde diye bilinen şeyin aslının belirlenmesi, evrenin hayal hükmü ile var olduğunu göstermektedir. Yani kâinat diye bildiğimiz şey, tamamen bir varsayım olup, “hayal” den ibarettir. Bu konuda belirli çalışmalarda bulunan ABD’nin Stanford Üniversitesi profesörlerinden Karl Pribram’ın deneylerini dikkatle izleyelim: Pribram hafıza dediğimiz duyunun, beynin bir bölümünde kümeleşmediğini, ayrıca kalınlığı 4-4,5 mm. arasında değişen, yaklaşık 14.000.000.000 (ondört milyar) nöron’dan oluşan, beynin yarı kümelerinin yüzeyinde bulunan ve Beyin Korteks’i olarak isimlendirilen boz madde tabakası dahil olmak üzere, her hücrede BÜTÜN olarak mevcut olduğunu belgeledi. Bu bulgular Hologram tekniği ile birleştirildi.
Hologram konusunda sizlere geçtiğimiz yıllarda yine bu sütunlarda oldukça tafsilatlı bilgiler sunmuştuk. Kısaca tekrar edelim: Hologram, Lazer ışınlarıyla üretilen üç boyutlu görüntülerdir. Böylece, hayalet gibi boşlukta duran üç boyutlu görüntüler, parçalandıklarında her bir parçadan, görüntünün bütünü yeniden oluşturulabilmekte… Bu aşamada ProfesörKarl Pribram kendi kendine şu soruları sormuş: “Acaba Evren de bir Hologram mı?... İnsan beyni evreni kendi kendine mi oluşturuyor? 
Yani bildiğimiz her şey bir rüya, hayalden mi müteşekkil?“Bu arada yeri gelmişken bir parantez açmak istiyorum. Resulullah Efendimiz “Dünya Mümin’in rüyasıdır” diyerek dünya hayatının da aynen rüya gibi hologramik görüntülerden ibaret olduğuna işaret etmektedir.
Ve Karl Pribram, Insan beyninin her şeyi, biyoelektrik frekanslar şeklinde algıladığını da ispatlamıştır. Yani atom boyutunda dahi renk, koku, güzellik ve çirkinlik gibi kavramlar olmayıp, sadece beynimizde, algılanan frekansların mevcudiyeti söz konusudur… Bu aşamada Pribram kendine şu soruyu soruyor: “Beyin maksimum ve minimum düzeylerdeki frekansların tümünü aynı anda bütün hücrelerde, dolayısıyla tek bir hücrede bulundurabiliyorsa, onları bu noktaya yönelten kim?… Ve Tek bir hücrenin dahi varlığı hayal hükmünde ise, birimlerin varlığından bahsetmek mümkün olabilir mi?”
İşte Hallac tarafından söylenen “ben yokum”düşüncesinin altında yatan gerçek, “ben Hakk’ım” sözü ile müsbet ilmin kesiştiği nokta burasıdır. Yani tek bir varlığın varoluşu Hallac için Aşk, ilahi güçtür. Ona göre Aşk, Kudret sıfatının zuhurudur. Sevdiğin için her şeyini feda etme, benliğinden geçme yukarıda da belirttiğimiz gibi fenâ halidir.Ene’l Hak (ben hakikatım) sözü ise, Kadı Ebu Yusuf’un ‘sen kimsin?’ sorusuna cevap olarak verilmiştir. 
Bu yanıt “Ben yokum’u” yaşayanın veya zerre’de Küll’ü müşahade edenin  söylemesi gereken sözdür. Aslında zerre yoktur Küll vardır. Zerre kelimesi Küll’ü anlatım sadedinde ifade edilmiştir. Ene’l Hak sözü kesinlikle, Hallac’ın özünden gelmiştirKadılar,Hallac’ın ağzından dökülen ve kendilerine ters gelen, bu kelâm yüzünden önce kamçılanmasına, sonra bedeninin dilim dilim kesilmesine ve kellesinin bedeninden ayrılarak yakılmasına karar verdiler. Mansur’un ölümüne açlık, kıtlık, fakirlik beldesi olan  Bağdat şehri ve halkı silah zoruyla tanık edilmiştir. Ve  “Ene’l Hak” dediği için ebedi hayatına kendi kanı ile gusul abdesti alıp gözyaşları ve tekbirlerle  uğurlanmıştır, gönül adamı Şehit-Veli HALLAC-I MANSUR.
AHMED YESEVİ

rta Asya Türk tasavvuf şiirinin öncülerinden,Yeseviyye tarikatının kurucularından, şeyh ve pir-i Türkistan gibi sıfatlarla anılan Ahmed Yesevi’nin Batı Türkistan’da Sayram kasabasında dünyaya geldiği bildirilir. Doğum tarihine ait kesin bir kayıt bulunamamıştır. Önce annesinin, ardından da Babası Şeyh İbrahim’in vefatından sonra ablası ile birlikte Yesi şehrine yerleşmeleri dolayısıyla, Ahmed adının yanına “Yesili” manâsına gelen Yesevi lakabı eklenir.
Daha küçük yaşlarındayken birtakım tecellilere mazhar olması ve olağanüstü halleri ile çevresinde dikkât çeker. Yedi yaşında Arslan Baba’ya bağlanarak ondan batın ilmi öğrenir. Arslan Baba adlı bir zatın gerçekten yaşayıp yaşamadığı bilinemese de bazı rivayetlerde onunResulullah’ın (s.a.v) ashabından olduğu, dört ya da yedi yüz yıl yaşadığı anlatılır. Menkıbelere göre, bir gün gazvelerin birinde aç kalan sahabe, Hz. Muhammedin’inhuzuruna gelip yiyecek ister. Hz. Muhammed’in (s.a.v) duası üzerine Cebrail (a.s)  cennetten bir tabak hurma getirir.Ashab, hurmaları paylaşırken bir hurma tanesi yere düşer. Cebrail (a.s) Resulullah’a hitaben, yere düşen hurmanın O’nun ümmetinden birine ait olduğunu bildirir.Hz. Muhammed (s.a.v) “ bu hurmayı sahibine kim teslim edecek? ” diye sorunca Arslan Baba , o göreve talip olduğunu bildirir. Hz.Resulûllah,  kendi eliyle hurmayı Arslan Baba’nın damağına yerleştirir.  Ve hurmanın sahibini nerede bulacağını, onu nasıl yetiştireceğini anlatır. Bunun üzerine Arslan Baba, nice yüzyıl sonra Yesi’ye gelir ve Ahmed’i çocuklarla oyun oynarken bulur.  Ona henüz bir şey söylemeden, Ahmed, emaneti kendisine teslim etmesini ister.
Arslan Baba, damağında sakladığı hurmayı çıkarıp verir. (Bir rivayete göre de Hz. Muhammed’in verdiği hırkayı giydirir.)Ayrıca ona bin bir zikir telkin eder. Bu olaydan bir süre sonra da vefat eder.
Divan-ı Hikmet’te bu hadise şöyle dile gelir:
Yedi yaşta Arslan Bab’a selam verdimHak Mustafa emanetini lutfedin, dedim
Hem o vakit bin bir zikrini tamam ettim
Nefsim ölüp lâ- mekâna yükseldim işte
Yesevi, Aslan Baba’nın vefatından sonra, onun son işaretine uyarak Buhara’ya gidip dönemin ünlü bilgin ve mutasavvıflarından Şeyh Yusuf Hemadani’ye bağlanır. Onunla birlikte birçok seyahat yapar. Şeyhi henüz hayattayken halifeler arasında üçüncü sıraya yükselir. Hemedani vefat edince, Şeyh Abdullah Berki ve Şeyh Hasan-i Endaki’nin ardından  irşad sırası kendisine gelir. Burada bir müddet görevine devam ettikten sonra, müridlerini şeyhinin dördüncü halifesi olan Hoca Abdülhalik Gücdüvani’ye teslim ederek Yesi’ye geri döner. Ahırete intikal edene kadar bu şehirde kalıp irşad görevini sürdürür. Rivayetler farklı olmakla birlikte, hikmetlerden anlaşıldığı kadarıyla seksen- seksen dörtyıl yaşadığı söylenmektedir.
Kuvvetli bir medrese tahsili yanı sıra tasavvufu da iyice öğrenen, Arapça ve Farsça’yı anadili gibi kullanan Yesevi, devrinin birçok mutasavvıfı gibi bir alanda kalmakla yetinmeyip İslamiyet’i yeni kabul etmiş yerleşik ve  göçebe Türkleri zahir ve batın ilimlerde aydınlatır, İslam’ın esaslarını, şeriat hükümlerini, tarikatın adab ve erkanını öğretir. Savaşın, zulmün, kargaşanın hüküm sürdüğü bir ortamda onları hakikâte ve birliğe davet eder. Bu amaçla söylediği tasavvufi şiirlerinde özellikle yalın bir Türkçe’yi, halk söyleyiş ve üslubunu kullanmaya gayret eder. Hikmet adı verilen bu şiirler çok geniş bir alanda nüfuzunu devam ettirir ve Yunus Emre’den başlayarak birçok kuşakta etkisini gösteren yepyeni bir söyleyişin tohumları atılır.

“Anlamıyorlar alimler konuştuğumuz Türkçe’yiAriflerden duyunca açar gönül mülkünü
Ayet hadis manâsı Türkçe olsa uygundur
Manâsını kavrayanlar yere koyar börkünü
” 

şeklindeki sözleri de bu çabasının kanıtı olmaktadır.
Vefatından çok sonra, on altıncı yüzyılda Divan-ı Hikmetadıyla bir divanda toplanan hikmetler, dervişleri vasıtasıyla en uzak Türk topluluklarına  ulaştırılır. Bu manzumeler aynı zamanda Yesevi Hazretlerinin hayatı, tahsili, sülûku, ulaştığı makam ve mertebelere dair ipuçları vermektedir.
Onu hikmetlerde kimi zaman vahdet zevkiyle coşup
“Arş ve kürsü yürüdüm, levh ve kalemi gördüm
Vücud şehrini gezdim, dedim bu can içinde“
derken,
kimi zaman da melamet havasıyla nefsini hesaba çekip yerden yere vuran bir  kimlikte buluruz:
“Ey dostlar bilmedim ben hiç yolumu
Saadete bağlamadım ben belimi
Gıybet sözden ayırmadım ben dilimi
Nâdanlığım beni rüsva kıldı dostlar “
Hazreti Muhammed( s.a.v) altmış üç yaşında vefat ettiği için, kendisinin de aynı yaşa geldiğinde tekkesinin avlusunda, toprak altına bir hücre kazdırıp kalan ömrünü burada geçirdiği rivayet edilir. Divan-ı Hikmet’inde geçen şu mısralar rivayeti doğrular niteliktedir:
Eya dostlar,kulak verin dediğime,
Ne sebepten altmış üçte girdim yere?
Mirâç üstünde Hak Mustafa ruhumu gördü,
O sebepten altmış üçte girdim yere”
1166 yılında Yesi şehrinde vefat eder. Kendisinden çok sonraki dönemlerde yaşayan hükümdar Timur’unrüyasına girip ona zaferi müjdelemesi ve zaferin gerçekleşmesi  üzerine zaten bir ziyaret yeri haline gelmiş türbesi Timurlenk tarafından görkemli bir tarzda yeniden yaptırılıp külliye haline getirilir.
Ahmed Yesevi’nin ölümünden sonra kurulan Yesevi tarikatı, Seyhun, Taşkent, Maveraünnehir ve Harzem sahalarına yayılmakla kalmaz, XIII. yy.’ da Anadolu’ da Haydariye, Bahai ve Bektaşi tarikatlarını etkiler. Nakşibendilikte de bu tarikattan izler bulmak mümkündür. İnanç ve tarikat adabında Türklerin milli kültür, örf ve adetlerine uygun taraflar bulunması Yeseviliğin Türkler arasında bu denli yaygın olmasını açıklayabilecek sebeplerden biri sayılmaktadır. Ahmed Yesevi’nin şeriat ile tarikatı kolayca telif etmesi Sünni Türkler arasında bu anlayışın süratle yayılıp yerleşmesini ve daha sonraki tarikatların nüvesini teşkil etmesini hızlandırmıştır.
Ahmed Yesevi, Allah ehli ve gönül insanı olarak zaman sınırlarını aşıp nice gönüllere seslenmektedir.
1

Kaynakça:İslam Ansiklopedisi.
Ahmed Yesevi Hikmetleri; İbrahim Hakkulov.
Türk Edebiyatı Tarihi ; Seyit Kemal Karaalioğlu, c. 1.

14 Şubat 2016 Pazar

Aydî Baba

Aydî Baba


Gâziantep velîlerinden. İsmi Mehmed olup, babasının ismi Mehmed Nâmî Efendidir. Babası da âlim bir zât idi. Aydî Baba, 1812 (H.1227) senesinde Antep'te doğdu. İlk tahsîline bu vilâyette başlayan Aydî Baba sonra, ilim öğrenmek için, Halep, Kayseri ve İstanbul'a gitti. İlim tahsîlini tamamlayınca memleketine dönüşünde Kayseri Medresesinde bir süre müderrislik yaptı.

Aydî Baba, bir arkadaşı ile berâber tekrar İstanbul'a seyâhate gitti. İstanbul'da Kuşadalı İbrâhim Efendiye talebe oldu ve ondan Halvetî tarîkatını insanlara öğretmek için icâzet, diploma aldı. Bu seyâhatine, dükkânını ve mallarını satıp katılan arkadaşının bir süre sonra parası bitti ve sıkıntıya düştü. Aklından, "Gül gibi işimi ne diye dağıttım da burada sürünmeye geldim." diye geçirdi. Bu düşünceleri Aydî Baba'ya mâlûm olunca; ona kucağını açmasını söyledi ve takkesini kucağına ters çevirdi. Takkeden bir sürü para döküldü. Ona; "Haydi Antep'e git de dükkan aç!" dedi. Arkadaşı hatâsını anlayıp af diledi ise de, Aydî Baba onu Antep'e gönderdi.

Aydî Baba, İstanbul dönüşünde İki şerefeli Câmide imâmlık yapmaya başladı. Evinin bir bölümünü tekke hâline getirerek insanlara doğru yolu anlattı. Şehrin ileri gelenleri ve halktan pek çok kimse derslerine katıldı. Bir süre sonra Allahü teâlânın aşkı ile yanan Aydî Baba talebelerine; "Biz şeyhlik yapıyorduk ama talebe bile olamamışız. Ben size hoca olmaya lâyık değilim. Eğer halktan uzak olmazsak, Allahü teâlâya yakın olamayız." diyerek şeyhliği, imâmlığı ve hatipliği bıraktı.

Antep'in bir mahallesinde bir kadın doğum yaparken çok zor durumda kalmıştı. Yanında bulunan kadınlar, kocasına; "Aydî Baba'ya git de hanımının kurtulması için duâ etsin." dediler. Adam; "O deli ne yapabilir?" diye düşünmesine rağmen Aydî Baba'nın yanına gitti. Durumu anlattı.Aydî Baba gözlerini kapayıp biraz murâkabeden sonra; "Git. Nur topu gibi bir oğlun oldu. Allahü teâlâ onu sâlih kullarından eylesin." dedi. Adam yine kalben inanmayarak evine gitti. Evdeki kadınlar bir erkek çocuğu olduğunu müjdelediler. Adam, Aydî Baba hakkındaki bu düşüncelerine tövbe etti.

Aydî Baba, Allahü teâlânın aşkı ile çok güzel şiirler söyledi. Fakat cezbe hâlinde söylediği bâzı sözleri ve davranışları yüzünden tenkitlere uğradı. Bir ara Birecik'e sürgün edildi. Sonra tekrar Antep'e geldi. Dönüşünden kısa bir süre içinde 1865 (H.1282)'te Antep'te vefât etti. Eski Mezarlığa defnedildi ise de kabri sonraları kurulan Yeni mezarlığa nakledildi.

Aydî Baba, Allahü teâlânın aşkı ile Yûnus Emre gibi şiirler söylemiştir. Gündüz yazdığı şiirlerinde Aydî, gece söylediği şiirlerinde ise Ayanî mahlasını kullanmıştır. Aydî Baba'nın şiirlerinin toplandığı bir dîvânı vardır. Yazması, Süleymâniye Kütüphânesi Yazma Bağışlar No: 2063'de vardır. Ayrıca 1937'de Gâziantep'te neşr edilmiştir.

AĞLAYU AĞLAYU

Dîvânında hocasının vefâtı üzerine yazdığı mersiye şöyledir:

Şeyhim bekâya gitti ben kaldım ağlayu ağlayu

Aktıkça kan bu dîdeden sildim ağlayu ağlayu

Geldi dil deryâsı cûşa, döndüm ol demek bî-hûşa

İhtiyârsız başım taşa, çaldım ağlayu ağlayu

Arttı derdim âh ile, göz kan döker dilhâh ile

Ser-tâ-kadem eyvâh ile, doldum ağlayu ağlayu

Yandı dil nâr-i furkata, sabrolunmaz bu hasrete

Şimdi deryây-i hayrete, daldım ağlayu ağlayu

....

Cismim yanar bu nâr ile, gönlüm dolar bu zâr ile

Bağrım fırak-i yâr ile deldim ağlayu ağlayu

Boynum eğüp sünbül gibi feryâd edip bülbül gibi

Aydî iken ben gül gibi, soldum ağlayu ağlayu

1) Gaziantep Evliyâları; s.157

2) Son Asır Türk Şâirleri; c.3, s.2120

3) Kuşadalı İbrâhim Halvetî; s.39,45

SOFYALI BÂLÎ EFENDİ

SOFYALI BÂLÎ EFENDİ


Rumeli'de yetişen büyük velîlerden. Bugünkü Arnavutluk sınırları içinde kalan Usturumca'da doğdu. 1553 (H.961) senesinde Sofya'da vefât etti.Kabri, Sofya yakınındaki Sâlihiyye'dedir.
Küçük yaştan îtibâren ilim öğrenmeye başlayan Bâlî Efendi, Sofya ve İstanbul'da ilim tahsil etti. Zamânının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri öğrenip âlim oldu. Velîlerin sohbetlerinde bulundu. Kalbinin tasfiyesi ve nefsinin tezkiyesi ile meşgûl oldu. Nefsinin kötü isteklerini terk ederek, kalbini temizledi.
Yedi sene dağlarda, mağaralarda dolaştı. Tek başına kalıp, herkesten uzak durdu. İstanbul'a gitti. Tavukpazarı yakınlarında, Hakîm Ali Paşanın kendisi için inşâ ettirdiği dergâhta, insanlara ilim öğretip feyz saçmakla meşgûl olan Kâsım Çelebi'nin hizmetine girdi. Kâsım Çelebi, Çelebi Halîfe nâmıyla meşhûr Cemâl Halvetî'nin talebesiydi. Kâsım Çelebi'nin ilim ve feyzinden istifâde ile kemâle gelip olgunlaşan Bâlî Efendi, ahlâkta güzel, amelde gayretli, ilimde üstün oldu.
Kâsım Çelebi'nin hizmetinde bulunduğu sırada Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin mânevî işâretiyleFusûsü'l-Hikem kitabına şerh yazdı.
Hâdise Şöyle nakledilir: Daha hocasİ Kâsİm Çelebi'nin hizmetinde, ilim ö?renmek, nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye etmekle meŞgûl iken ba?a gitmiŞti. Bir müddet ba?İn bakİmİ ile u?raŞtİktan sonra, yanİna biri geldi. Bu gelen tanİyİp gördü?ü, bilip iŞitti?i kimseye benzemiyordu. Selâm verdi ve; "Benim Füsûs adlı eserimin müşkillerini hâlleyle" deyip, Bâlî Efendinin eline birkaç kâğıt tutuşturdu. Bâlî Efendinin ŞaŞkİnlİ?İ arasİnda, geldi?i gibi kayboldu. Bağda işini bitiren Bâlî Efendi, dergâha döndü. Kâsım Çelebi'ye durumu arz etmek üzereyken, mübârek hocası durumdan haberdâr olduğunu işâret ettikten sonra şöyle anlattı: "Bundan önce âlem-i misâlde Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem huzûrundaydık. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri; "Ümmetinin büyüklerinden birinin benim kitabımı şerh edip şüpheleri gidermesini arzu ederim." dedi. Biz de hemen Resûl-i ekremin huzûrunda niyâzda bulunup; "Bu saâdet benim halîfelerimden birine nasîb olsun." diye yalvardığımda, arzum kabûl edilmiş, bu işin sana verildiği bildirilmişti. Bu mânâ bizim çoktan mâlumumuzdur. Haydi Allahü teâlâ mübârek etsin." buyurdu.
Tasavvuf yolunda ilerleyip olgunlaşan Sofyalı Bâlî Efendiye hocası icâzet verip, Allahü teâlânın dînini öğretmek vazîfesi ile bugün Bulgaristan sınırları dâhilindeki Sofya'ya gönderdi.
Orada yıllarca insanlara doğru yolu göstermek, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmekle meşgûl oldu. Zamânın pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Hanın bâzı seferlerine katıldı. Allahü teâlânın dîninin yayılması ve insanlar üzerinden zulmün kaldırılıp adâletin hâkim kılınması için savaşan İslâm ordusunun muzafferiyeti için duâlarda bulundu. Pekçok kerâmetleri görüldü. Birçok talebe yetiştirip, çeşitli bölgelere gönderdi. Rumeli'nin müslümanlaşması, insanların Cehennem ateşinden kurtulması için durmadan çalıştı. On binden fazla talebesi arasında, en meşhûr iki halîfesi; Kurd Efendi ve Nûreddînzâde Muslihuddîn Efendilerdi.Yavuz Sultan Selîm Hanın kâdıaskerlerinden Sarıgürz Nûreddîn Hamzâ Efendiye de mektuplar yazıp nasîhat ederdi.
Sofyalı Bâlî Efendi yetiştirdiği kıymetli talebeleri yanında pek faydalı eserler de yazdı. Bunlar:Şerh-i Füsûsü'l-Hikem, Etvâr-ı Seb'a, Şerhu Hadîs-i Küntû Kenzen, Risâletü'l-Kazâ vel-Kader, Kıssa-i İbrâhim Aleyhisselâm, Mecmûatü'n- Nesâih, Risâletü't-Tasavvuf ve Vâridâtadlı eserlerdir.
Hayâtını İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek ve insanlara anlatmakla geçiren Sofyalı Bâlî Efendi, Selânik yakınındaki Salâhiyye'de vefât etti ve orada defnedildi.
Kabri kazılırken, bir küp altın çıkarıldı. Çıkan altınlar kâdıya teslim edildi. Uçlardaki derviş gâzilerin her halleriyle yakînen ilgilenen Kânûnî Sultan Süleymân Hana durum arz edildi. Mezarından çıkan altınlarla kabri üzerinde bir dergâh ve câmi yapılmasını emretti. Bu işle Fâtih Sultan Mehmed Han devri âlimlerinden Ali Kuşçu'nun torunu Sofya kâdısı Abdurrahmân bin Abdülazîz Efendi'yi vazîfelendirdi. Sonunda güzel bir dergâh ile zarîf bir câmi inşâ edildi.
Bâlî Efendi pek güzel şiirler de yazmİŞtİr. Manzûme-i Vâridât adlİ eseri Şiirlerinden meydana gelmiştir.

Hûr-ı'nin düşme dâm-ı zülfüne zâhid gibi
Geç hevâsından behiştin maksad-ı Aksayı gör

beyti onun bu şiirlerindendir. Yâni; "Cennet hûrilerinin zülfünün tuzağına düşme.Cennet'in nîmetlerine de bakma, asıl maksadı gör. Allahü teâlânın rızâsını gözet." demektir.

KAYNAKLAR

1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.522
2) Tezkire-i Halvetiyye, Süleymâniye Kütüphânesi, Es'ad Efendi Kısmı, No: 1372, v.16b
3) Kitâb-ı Silsilet-il-Mukarrebîn ve Menâkıb-il-Müttekîn (Münîrî); v.119b
4) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.42
5) Sefînet-ül-Evliyâ; c.3, s.227
6) Sicilli Osmânî; c.2, s.4
7) Mu'cemü'l-Müellifîn; c.3, s.38

Yahya Efendi

Yahya EfendiEvliyalar
İstanbul’da yetişen büyük velîlerden. İsmi Yahyâ, nisbeti Beşiktâşî’dir. Aslen 
Amasyalı olup Şamlı Ömer Efendinin oğludur. Yahyâ Efendi, İbn-i Ömer el-Arabî, 
Yahyâ bin Ömer Beşiktâşî ve Molla Şeyhzâde gibi isimlerle de tanınıp meşhûr olmuştur. 
1494 (H.900) senesi Trabzon’da doğdu. 1569 (H.977) senesinde İstanbul’da vefât etti.
 Kabr-i şerîfi, Beşiktaş ile Ortaköy arasında yaptırdığı ve kendi adıyla anılan 
câminin yanında olup, ziyâret mahallidir.

Babası Şamlı Ömer Efendi uzun müddet Trabzon’da kâdılık yaptı. Yahyâ Efendi 
orada dünyâya geldi. Kânûnî Sultan Süleymân da Trabzon’da aynı sene aynı 
haftada doğdu. Kânûnî ile süt kardeşi oldular. Kânûnî dünyâya geldiğinde, 
annesi Âişe Hafsa Sultanın sütü kesilmişti. Bunun üzerine Kânûnî’yi Yahyâ Efendinin 
annesi emzirdi.

İlk tahsîlini, babasından ve oradaki başka âlimlerden yapan Yahyâ Efendi,
 küçüklüğünden îtibâren ilim ve ibâdete rağbet ederek yetişti. Çok riyâzet 
ve mücâhede yaptı. Nefsin isteklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak 
için çok çalıştı. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere, mânevî 
olgunluklara kavuştu. İlimdeki kemâlâtını arttırmak ve daha yükseklere
kavuşmak maksadıyla, hilâfet merkezi olan İstanbul’a geldi. Zenbilli 
şöhretiyle meşhûr, Müftiy-ül-enâm Ali Cemâlî Efendinin hizmet ve 
sohbetlerine kavuştu. Vefâtına kadar sohbetlerine devâm etti.

Ali Cemâlî Efendinin vefâtından sonra müderris oldu. Yahyâ Efendi, 
çeşitli medreselerde vazîfe yaptıktan sonra, 1553 senesinde, Sahn-ı 
semân medreselerinden birinde müderrislik yaptı. İki sene sonra da 
emekli oldu. Emekliliğinden sonra inzivâyı, yalnız kalıp, hep ibâdet 
ve tâat ile meşgûl olmayı tercih etti. Beşiktaş’ta satın aldığı deniz 
kenarındaki bahçesinde, bir ev ve mescid yaptırdı. Sonraları 
evin etrâfında; medreseler, hamam ve orada kalanların barınacakları 
odalar ve yol üzerinde herkesin gelip geçtiği bir yerde de çok güzel bir 
çeşme yaptırdı. Pek mahâretli olup, inşâat işlerini bizzat kendisi yapardı. 
Yaptığı çeşmenin târihî olması bakımından, kitâbesi için yazdırdığı şu
 beyt meşhûrdur:

“Binâ târihi bu inşâlar olsun

Konup içenlere sıhhâlar (safâlar) olsun”

Askerî ve mülkî erkân, ahâlinin ileri gelenleri, çevredeki ve uzak yerlerdeki
 insanlar, tüccârlar ve bilhassa gemiciler, Yahyâ Efendiyi ziyâret ederler,
 hediye ve adak gönderirler, hâcetleri için duâ isterlerdi. Yahyâ Efendi,
 yanına gelen ziyâretçilere çeşit çeşit yemekler, şerbetler ve meyveler
 ikrâm eder, geleni boş çevirmezdi. İyilik, ikrâm ve ihsânları pekçoktu. 
Bâzan şehrin ileri gelen zâtları ile ilim sâhiplerini dâvet eder, çeşit 
çeşit ikrâmlarda bulunurdu. Bâzan da fakir ve yoksullara ziyâfet 
çeker, gönüllerini alırdı. Her sene Resûlullah efendimizin, dünyâya 
teşriflerinin sene-i devriyyesi olan mevlid kandilinde, daha çok iyilik 
ve ikrâmlarda bulunur, daha geniş ziyâfetler verirdi. İlim talebelerinden,
 fakirlerden ve zayıflardan ziyâretine gelenlere çok sadakalar verir, 
en aşağı hediyesi kayık ücreti olurdu. Bahçesinde bulunan meyvelerden 
Kânûnî Sultan Süleymân Hâna takdîm ve hediye eder, Sultân da ona, 
maddî yardımda bulunurdu.

Yahyâ Efendi, çeşitli ilimlerde söz sâhibi olup, naklî ilimlerden başka; tıb, 
hikmet, hendese ve fizik gibi aklî ilimlerde de mahâret ve ihtisas sâhibi idi.
 Duâsı Allahü teâlânın izniyle hastalara şifâ olurdu. Kendisi, hem zâhirî,
 hem de bâtınî kemâlâta sâhipti. Üveysî idi. Dil ve gönül ehli, şâir, tabîb, 
hakîm, cömert, kerîm (iyilik edici), şefkatli, yumuşak huylu, zekî, iyi 
huylu, takvâ ve güzel ahlâk sâhibi bir zâttı. Ziyâretine gelenler, onun 
kereminden, kerâmetinden, hikmetli sözlerinden, tıbba dâir bilgilerinden,
 ilim ve fazîletinden istifâde ederler, feyz almış olarak dönerlerdi. 
Sohbetinde bulunanların herbirine “Âşık” diye hitâb ederdi. 
Sohbetlerinde din büyüklerinden bahseder, onların menkıbelerini, 
güzel hâllerini anlatırdı.

Yahyâ Efendinin iyilik, ikrâm ve ihsânları pekçok olmakla birlikte, kendisi 
gâyet sâde bir hayat yaşar, her türlü lüzumsuz âdetten kaçınır, resmiyetten 
uzak dururdu. Tekellüf ve fazla masraftan uzak olup, elbisesi ve sarığı sâdeydi.

Çeşitli yerlerden adak ve hediye olarak gelen malların çoğunu, binâ yapmakta 
ve bahçelerinin bakımında harcardı. Her tarafta binâlar yapardı. Yaptığı
 inşâatın biri tamam olmadan diğerine başlardı. Mescid, medrese, tıb mektebi,
 hânekâh, hamam gibi binâlar inşâ ederdi. İnşâat işinde çok mâhir idi.
 Dağları kazdırır, toprakları indirip, deniz sâhillerini doldurur, oralara 
yeni binâlar yapardı. Böyle çok binâ yapmasının hikmeti suâl edildiğinde;
 “Bekara sûresi 36. ve A’râf sûresi 24. âyet-i kerîmelerinde meâlen; 
“...Yeryüzünde sizin için bir vakte (ömrünüzün, ecelinizin sonuna)
 kadar, yerleşmek, geçinmek ve menfaatlenmek vardır.” buyruldu.
Bizim ve bizden sonra gelip yolumuzda olanlar için, en güzel kalma yerleri, 
en münâsip ve lâzım olan yerler böyle binâlardır. Bunun için bu tip
 binâların inşâsına bu kadar gayret ediyoruz.” buyururdu.

Kânûnî Sultan Süleymân, sultan olunca, ona çok yakın alâka gösterdi.
 Çok yardım edip, İstanbul’daki meşhûr yerine yerleştirdi.

Kânûnî Sultan Süleymân Han bir gün Yahyâ Efendiye hatt-ı şerîf gönderip; 
“Birâderim Yahyâ Efendi! Şaşılacak şeydir ki, bizi terkettin. Hayli zamandır
görüşemedik. Buna sebep nedir? Eğer bizden size karşı bir kusur meydana
 geldi ise kerem edip af buyurunuz. Teşrif edip bizi sevindiriniz. Böylece 
kırık gönlümüz neşelensin.” dedi. Hatt-ı şerîf, Yahyâ Efendiye ulaşınca,
 kâğıt kalem istedi ve Kânûnî’ye cevap yazıp onun görüşme isteğini kabûl etti. 
Dergâhına dâvet etti. Sohbette bulundular.

Yahyâ Efendi hazretlerinin çok kerâmetleri görüldü. Kânûnî Sultan
 Süleymân Han sık sık kendisini ziyâret eder nasîhatlerini ister, duâsını alırdı.

Bir gün Yahyâ Efendi hazretleri Sahn-ı semân Medresesine gitmek için yola çıkmıştı. 
Yolda atının yularını bir papaz tuttu ve; “Ey âlim zât! Ey Yahyâ Efendi! 
Size bir suâlim var. Bu müşkül işi bana îzâh edin. Soracağım şeyin 
cevâbı acabâ dîninizde var mıdır? Her sene yeni defter tutulmayıp, gidiyor.
 Ölen kalan kim bilinmeden ölmüş bir gayr-i müslimden devletçe haraç isteniyor?
 Bu nasıl iştir. Bu şekilde hareket dîninizde var mıdır?” dedi. Yahyâ Efendi
 bunları duyunca; “Hayır. Dînimizde ölmüş bir gayr-i müslim vatandaştan 
haraç alınmaz. Sonra çok fakir kazandığıyla güç geçinen kimseden ve
 çok yaşlı olanlardan da haraç alınmaz. Bunlar affolunmuşlardır. Sultânımız
 ona muhtaç değildir.” dedi. O zaman papaz; “Efendi şunu iyi bil ki, bizden 
ölen kimsenin bile haracını isteyip, her yıl alırlar. Bunu ben size soruyorum.
 İslâm dîni bunun alınmasını istiyor mu? Ne olur bunu Sultan Süleymân Hana 
arzedin, haber verin, sorun?” dedi.

Bunları işiten Yahyâ Efendi celâllendi ve din gayreti ile medreseye vardı. 
Ders yapmadan önce hemen kalem kâğıt istedi ve Sultan Süleymân Hana 
hitâben; “Ey cihân sultanı Süleymân Han! Şimdi sana saltanat haram oldu. 
Zulmün ölen kişilere kadar uzandı demek. Halbuki böyle bir zulmü senin
ecdâdın yapmamıştı. Bu mudur din gayreti? Bak, müminleri bir kâfir ilzâm
 ediyor, susturuyor, çâresiz bırakıyor.” diye yazdı. Sonra da sevdiği birine
 bu mektubu verip Sultana gönderdi. Mektup, Kânûnî’nin eline ulaştığında,
 Kânûnî ona nazar edip okudu. Rengi değişip, kalbini bir üzüntü kapladı.
 Tahtından indi ve bir adamını Yahyâ Efendiye göndererek geleceğini bildirdi.
 Çok geçmeden saltanat kayığına binip Yahyâ Efendinin dergâhına vardı. 
Hürmetle selâm verip yaklaştı ve; “Ağabey! Bu mektup da nedir? Bunu 
bize siz mi gönderdiniz? Ey güzel haslet sâhibi! Nedir suçumuz? Bize bunu 
beyân edip açıklayınız? Biz de işin hakîkatını bilelim. Saltanat bana neden 
haram oldu? Kime zulmeyledim?” diye sordu.

O zaman Yahyâ Efendi hazretleri ona; “Pâdişâhım! Bu ne iştir. Defterleri 
her sene niçin yenilemezsiniz? Ölmüş olan gayr-i müslimlerden memurlarınız 
haraç toplarlar. Böyle ele geçen mal sana hiç helal olur mu? Bu senden 
beklenmez. Yediğin, giydiğin haram olunca, elbetteki saltanat da sana haram
olmuş demektir.” dedi.

Hayretler içinde kalan Kânûnî; “Hâlimi Allahü teâlâ biliyor ki, bu 
söylediklerinizden zerrece haberim yoktur.” dedi. Yahyâ Efendi de; 
“O halde bu gaflet nedir? Yarın Allahü teâlânın huzûrunda buna vereceğin 
cevap ne olur. Memurların gayr-i müslim malı alırlar. Bu kâfir hakkı, 
kul hakkı olur. Ergeç Allahü teâlânın huzûruna çıkacaksın. Yakanı kâfirin
 eline vereceksin. Netîcede korkarım Cehennem ateşine atılırsın.
 Cihân pâdişâhının kâfirle birlikte gelmesi lâyık mıdır? Bu mudur 
din gayreti, bu mudur îmân gayreti? Kullara zarar verene, inletip 
ağlatana Allahü teâlânın rızâsı yoktur. Sana yolların en hayırlısı 
gösterilmişken, buna Resûlullah efendimiz hiç rızâ gösterir mi? 
Yaptığın işler yanlıştır. Niçin adâletle işlerini görmezsin? Dîninin 
bildirdiği yola gitmezsin? Şunu iyi bil ki, ey cihân pâdişâhı! Şöhret 
zînetinin hepsi burada bu dünyâda kalır. Bu apaçık bir iştir. Eğer adâletle
 bir iş yaptıysan, sana kalacak odur.” buyurdu.

Kânûnî Sultan Süleymân Han bu sözleri işitince ağladı ve vezîrine
 emredip; “Her sene evleri teker teker sayın. Gayr-i müslimlerden 
ölen kalanları yazın. Haraç hesâbını iyi tutun. Hazîneye haram para
 getirmeyin. Şunu iyi bilin ki, buna kesinlikle rızâm yoktur.” diye 
ferman etti. Sonra da Yahyâ Efendi hazretlerine dönüp; “Sen bizim 
doğru yolu gösteren rehberimizsin. Gaflet uykusundan bizi 
uyandırdın. Bu sebeple Allahü teâlâ senden râzı olsun. Suç bizdeymiş.” 
dedi. Yahyâ Efendi de ona; “Ey cihân pâdişâhı! Tövbe edin ki, Allahü 
teâlâ affetsin. Bir daha gaflette kalıp zulüm etmeyiniz. Doğru yolu
 bırakıp eğri yola gitmeyiniz.” buyurdu. Kânûnî ona; “Ağabey! 
Şimdi artık bizim tahta geçmemize izin var mıdır?” diye sordu. 
O zaman Yahyâ Efendi, Kânûnî’nin elinden tutup; 
“Evet şimdi çıkabilirsin.” buyurdu.

Yahyâ Efendinin sevdiklerinden Baba Tarak anlatır: “Balıkçı idim. 
Balık avlar, onunla geçinirdim. Bir seher vakti Yahyâ Efendi hazretlerinin
 dergâhına vardım. Beni gördükte; “Gel, teknen ile beni denizde bir
 gezdiriver. Allahü teâlânın kudretini düşünelim. Deryâyı bir güzel 
eyredelim.” buyurdu. Ben de; “Başüstüne efendim!” dedim. Hemen
 gidip kayığa bindik. Yahyâ Efendi hazretleri kayığa oturdu. Kıyıdan 
biraz ayrılınca, gönlümü bir üzüntü kapladı. Gam ile doldum. Zîrâ 
hanımım bana o gece fakirlikten yakınıp; “Evin ihtiyâcını karşılayamıyorsun.
 Bak kızın yetişti. Çeyizi bile yok. Sen ise durmadan Yahyâ Efendiye
 gidersin. O da böylece seni işten alıkoymaktadır. Kuru kuruya 
gezmek hangi akıl îcâbıdır." demişti. Gece söylediği bu sözleri 
hatırıma gelmişti. Kimseye bir şey söylememiştim. Birden Yahyâ Efendi 
hazretleri bana; “Evlâdım! Yanında balık tutmaya ağın var mı?” diye sordu.
Ben de; “Efendim, denizde balık olmayınca, ağ olmuş neye yarar.” 
diye cevap verdim. Yahyâ Efendi yine; “Balık yok ise üzülme. 
Allahü teâlâ sana rızkını elbet ihsân ediverir. Ağı bana ver. 
Şimdi sana Allahü teâlânın kudretini göstereceğim.” buyurdu. 
Yahyâ Efendi bu sözü söyler söylemez denizin yüzü balıkla dolup
 kaynamaya başladı. Ağı attı, içi balıkla doldu. Onları kayığın içine 
boşalttı. Herbiri iri iri, tâze kefallerdi. Bana dönüp; “Evlâdım! Şimdi 
beni kenara bırak, sen de balıkları satmaya git. Bu balıklar ne kadar
 para ederse, onunla kızına babalık yap. Çeyizini alıp, hazırla. Hanımının 
da istedikleri böylece yerine gelsin.” buyurdu. O zaman ben hayretler
 içinde kaldım. Zîrâ benim üzüntü sebebimi anlamıştı. Hemen Yahyâ 
Efendi hazretlerini kıyıya bıraktım ve balıkları pazarda satmaya gittim.
 Balıkları satıp parasını getirerek, durumu hanıma anlatıp parayı saydım.
 Hanım buna çok sevindi. Bütün ihtiyaçları karşıladım. Çeyizi aldık.
 Hanım ondan sonra bana karşı hiç huysuzluk yapmaz oldu. Sonra
 koşarak Yahyâ Efendi hazretlerinin huzûruna geldim. Beni tebessüm
 ile karşıladı ve; “Balığı şu kadara sattın ve ihtiyaçlarını da karşıladın
herhalde.” buyurdular. Ben de; “Evet efendim. Size canım fedâ olsun.
 Bize kereminizle yardım ettiniz.” dedim. Sonra bana; “Ey Baba Tarak!
 Sen bu sırrı kimseye söyleme. Allah için yayma. Bizdeki yardım doğrudur.
 Kısmetmiş ve senin hakkın olmuştur.” buyurdu.”

Yahyâ Efendi hazretlerinin elbiselerini bir Rum terzi dikerdi. 
İsmi Kusta Usta idi. Yahyâ Efendi ona zaman zaman; “Ey Kusta 
Usta! Küfür hâlinde olman uygun değil. Îmâna gelsen de seninle 
bir kardeş olsak. Âhiret yolunda da yoldaş olsak, daha iyi değil mi?”
derdi. O da; “Sözleriniz doğrudur. Bir gün gelir başımızın yazısını
 elbet görürüz. Hak nasîb ederse oluruz.” diye cevap verirdi. 
Yahyâ Efendi bir zaman terziye dikmesi için bir elbise verdi. O da kısa
 zamanda biçip dikti ve Yahyâ Efendi hazretlerine getirdi. Yahyâ Efendi 
onu eline alınca, ceplerini aramaya başladı. Terzi Kusta Usta; 
“Bir noksanı mı var?” diye sordu. Yahyâ Efendi de; “Onun bir
noksanı yoktur. Acabâ bunun ceplerini dikmediniz mi?” diye sordu. 
Bunun üzerine Kusta Usta; “Efendim! Cebini dikmiştim. 
Cep ağızları dikişlidir. Verin bana ağızlarını açayım.” dedi.
O zaman Yahyâ Efendi, ona; “Ellerini ceplerine sok ne çıkar, 
ne bulursan senin olsun.” buyurdu. Terzi Kusta bu söze bir 
mânâ veremeyip şaşırdı ve ellerini, ipliklerini söktüğü ceplere soktu.
 Bir avuç altın çıkardı. Kusta Usta’nın aklı başından gitti ve kendisini
bir titreme aldı. Sonra Yahyâ Efendinin ellerine sarıldı ve; “Ey Allah’ın 
sevgili kulu! Bana yardım edin. Mümin olma zamânım geldi. Îmân 
etmek istiyorum. Bana îmânı öğretiniz.” dedi. Yahyâ Efendi onun 
başına kendi tülbendini sardı ve; “Artık ismin Ali Usta oldu.” 
buyurdu. Ali Efendi Kelime-i şehâdeti söyleyip Yahyâ Efendinin
 talebeleri, sevdikleri arasına girdi ve dergâhta ömür boyu hizmet etti.

Yahyâ Efendinin torunu Azîz İbrâhim Efendi anlatır: “Dedemin 
yanında oturmuştum. Bir beyt okudu. “Nasîbin var ise gelir 
Yemen’den. Ne Yemen’den. Hind’den de dahi Hind’den de.” 
dedi. Sözünü tamamladığında kapı çalındı. Bana; “Kapıyı çalan
 kimdir bir bak?” buyurdu. Ben de gidip kapıya baktım. Hindli 
birisi duruyordu. Ona; “Kimsin ve ne istiyorsun. Çaldığın bu 
kapıdan istediğin nedir?” dedim. Sonra geri dönüp ceddime; 
“Dedeciğim birisi sizinle kapıda görüşmek istiyor.” diye haber verdim.
 O da bana; “Onu içeriye dâvet et, sohbet etmek istiyoruz.” dedi.
 Derhal gidip kapıyı açtım ve ona; “Dedem sizi istiyor.” dedim. 
O da eşyâsıyla birlikte içeriye girdi. Selâm verdi ve dedemin elini öptü.
Koynundan bir mektup çıkarıp verdi. Sonra da; “Ben senin için tâ 
Hindistan’dan geldim. Sizi sevenler bizi bilir. Bu hediyeleri size
 gönderdiler.” dedi. Dedem Yahyâ Efendi hazretleri de tebessüm 
edip, o kişiyi misâfir ettiler ve sonra geri gönderdiler.”

Yahyâ Efendinin Boğaz’da çok güzel bir bahçesi vardı. Orada 
Mustafa Efendi adında biri hizmet ederdi. Bir gece Yahyâ 
Efendi ona; “Bana biraz su getir.” buyurdu. O sırada hiç su 
yoktu. Mustafa Efendi testiyi alıp dışarı çıktı. Dışarısı çok karanlık 
olup, göz gözü görmez derecedeydi. Üstelik su getirilecek yer 
de oldukça uzak ve tehlikeliydi. Mustafa Efendi bir türlü 
gitmeye cesâret edemedi. Geriye de dönemedi. Neticede; 
“Yahyâ Efendiye fedâ olsun, diye gönlünden geçirip yola 
koyuldu. Birden gideceği yer gündüz gibi aydınlandı. 
Selâmetle gidip testiyi doldurup getirdi. Lâkin bu aydınlığa 
şaşıp kaldı. Tekrar dışarı çıkıp bu aydınlığı görmek istedi. 
Dışarı çıktığında her tarafı kapkaranlık gördü. Bu hâli Yahyâ
 Efendiden sormak istedi. İçeri girdiğinde Yahya Efendi ona; 
“Bak Mustafa Efendi! Bu gördüğünü kimseye söyleme. Bizi 
de ellere verme. Bir kimsede yakîn nûru varsa, o kimse zulmette,
 karanlıkta kalmaz.” buyurdu. Bu hal onun bir kerâmetiydi.

Belbân isminde gayr-i müslim bir çobanın sürüsünden, iki koyun
 kaybolmuştu. Kaybolan koyunlar, Yahyâ Efendinin dergâhının
 bahçesine gelmişlerdi. Çoban, koyunlarını bütün aramalara 
rağmen bulamadı. Nihâyet orada bulunduklarını öğrenip, doğruca
 dergâha geldi. Yahyâ Efendinin, müslümanların büyük bir
âlimi ve velîsi olduğunu işitmişti. “Acabâ bana nasıl alâka gösterir,
 benimle ilgilenir mi, ilgilenmez mi? Eğer benimle ilgilenir, 
aç ve yorgun olduğumu anlayıp; tâze ekmek, tereyağı ve bal 
ikrâm ederse, onun hakîkaten büyük bir zât olduğunu anlarım.
” gibi düşünceler ile Yahyâ Efendinin huzûruna girdi. Yahyâ 
Efendi onu görünce, o daha hiçbir şey söylemeden; “Bu kişi,
 koyunlarını ararken, dağ taş demeden dolanıp çok yorulmuş 
ve acıkmıştır. Buna tâze ekmek, tereyağı ve bal getirin.” diye 
hizmetçiye emretti. Emredilen yiyecekler, derhâl hazırlanıp 
getirildi. Ortaya konunca, Yahyâ Efendi Belbân’a; “İşte sana
 tereyağı, mumlu bal ve tâze nân (ekmek), Dilersen yağa ban,
 dilersen bala ban.” dedi ve tebessüm ederek, yemesi için 
işâret etti. Belbân da o yiyeceklerden yedi. Gönlü ve kalbi 
yumuşadı. Evliyânın lokması kalp hastalığına şifâ olmuştu. 
Bunun üzerine Belbân îmân etmekle şereflenip müslüman 
ldu. Bu nîmetin şükrânesi olarak, Allah rızâsı için, kendisinin 
olan o iki koyunun kesilmesini ve orada bulunanlara ikrâm 
edilmesini istedi. Bunun üzerine Yahyâ Efendi, şu şiiri söyledi:

Sabahleyin iki ganem (koyun),
Menzile mihmân (misâfir) geldi.
Her görenler dediler,
“Tekkeye kurbân geldi.”

Yolda çokdur çalıcı,
Onları, çaylak gibi,
Her aç olan ona der;
“Derdime dermân geldi.”

Bir koyundan küçüktür,
İki koyunu pençeler,
Çekip orada yutar,
Der: “Bize ihsân geldi.”

Ey “Müderris” ola gör,
Râ’î (çoban) bugün bunlara sen!
Enbiyâ zümresi hep
Âleme çoban geldi.

Yalova’da bir imâm vardı ki, Yahyâ Efendiyi büyük bilir ve çok
 severdi. Zaman zaman ziyâretine gelirdi. Bu imâmın çoluk
 çocuğu kalabalık olup, maddî sıkıntı içindeydi. Fakat o 
sabreder fakirliğini gizler, kimseye bir şey söylemezdi. 
Bir gün yine Yahyâ Efendi hazretlerini ziyârete geldi.
 Selâm verip huzûrunda oturdu. O sırada dergâh tenhâ 
olup, kimseler yoktu. Yahyâ Efendi ona; “Ey temiz insan! 
Gel seninle bahçede biraz dolaşalım. Allahü teâlânın lütfunun 
sonu yoktur.” buyurdu. Berâberce çıktılar. Bir yere
 geldiklerinde, Yahyâ Efendi; “Sen bize candan bağlısın.
 Şimdi sana Allahü teâlânın lütfuyla bir iş göstereceğim.
 Böylece gönlündeki fakirlik sıkıntısı kalmayacak. 
Fakirlik ateşini söndürmüş ve seni sevindirmiş olacağız
” buyurdu. Sonra yere asâsını vurdu ve; “Burasını kaz!”
 dedi. İmâm Efendi orasını açtığında, içinden bir küp 
altın çıktı. Ona; “Ne durursun, fakirlik hastalığına çâredir.
 Bunları sana sonsuz hazîneler sâhibi Allahü teâlâ 
gönderdi. İstediğin kadar al.” buyurdu. İmâm Efendi
bunları heybesine doldurdu. Yahyâ Efendi ona; “Ey İmâm
 Efendi! Dünyâ üzüntüsünü gönlüne sakın koyma. Bunları
 hayırlı işlere sarfedersin. Yalnız bu sırrı kimseye söyleme. 
Şâyet anlatırsan o zaman bunlar elinden çıkar, aldırırsın.” 
buyurdu. İmâm Efendi de; “Efendim, ben bu işe çok şaştım!
 Bu kadar altınla memleketime nasıl dönerim. Yollarda 
haramîler, eşkıyâlar var. Korkarım ki bunları benden alırlar.
 Nasıl varacağımı bilemiyorum.” dedi. Bunun üzerine 
Yahyâ Efendi; “Sana kimse zarar veremez. Bu senin nasîbindir.
 Var selâmetle git.” buyurdu. İmâm Efendi vedâ edip yola çıktı. 
Hakîkaten başına hiçbir şey gelmeden Yalova’ya vardı. Kendisini 
hanımı karşıladı. Heybedeki altınları görünce, hayretler içinde 
kaldı ve; “Bunları nereden buldun?” diye sordu. O da; “Bu işi
sana açıklayamam. Sâdece Allahü teâlânın ihsânı olarak bil!”
 dedi. İmâm Efendi bundan sonra etrâfına yardım etmeye başladı. 
Hem yedi hem yedirdi. Ömrü hayır yapmakla geçti. İnsanlar onun 
hakkında; “Nereden buluyor bunları?” demeye başladı. Bâzısı da; 
“Birisinden emânet almış gâlibâ!” Kimisi de; “Anlaşılan defîne 
bulmuş.” dedi. Herbiri bir şey söyledi. Netîcede İmâm Efendi
hastalandı. Hastalığı ilerleyince, komşularını başına çağırdı ve
 onlara; “Size bu malı nereden bulduğumu açıklamak istedim. 
Bunun elime girmesine sebep, Yahyâ Efendi hazretleridir. 
Bugüne kadar kimseye söylemedim. Zîrâ bana, söyleme gizle 
demişti. Şimdi ise ömrümün sonu yaklaştığından onun kerâmeti
 unutulmasın diye söylüyorum.” dedi ve Kelime-i şehâdet 
getirerek vefât etti.

Torunu Tâceddîn Efendi anlatır: “Bir gece uyuyordum. 
Gece yarısı dedem beni uyandırdı ve; “Tâceddîn! Şimdi git.
 Dergâhta hizmet edenleri uykudan uyandır. Denizde bir
 işim var, kayığı denize indirsinler.” buyurunca, gidip 
haber verdim. Çocuk olduğum için beni dinlemediler ve; 
"Görmedin mi dışarısı fırtına. Kayık bu havada denize 
iner mi?” dediler. Ben de gidip söylediklerini dedeme anlattım.
 O zaman dedem hemen gidip kendisi kayığı denize indirdi.
 İçine postunu yayıp oturdu. Sonra dergâhtakiler kayığın 
denize indirildiğini anladılar. Yahyâ Efendi kayıkla denize 
açıldı. Biraz yol aldıktan sonra küçük bir kayık içinde iki 
papazın suya batmak üzere olduğunu gördü. Hemen 
yetişip onları kayığa aldı ve Yeniköy’e götürüp kıyıya
 çıkardı. Tekrar Beşiktaş’a dergâhına geldi. Sonra bu
 papazlar metropolitlerine başlarından geçeni anlattılar.
 Metropolit de, Yahyâ Efendiye çeşitli hediyeler gönderip, 
ona sevgi, saygı ve hürmetlerini bildirdiler.

Yahyâ Efendiyi seven ve dergâha odun taşıyan bir kayıkçı
 vardı. O anlatır: “Bir gün Yahyâ Efendi bana; “Ey reis! Sen
 bize candan hizmet edersin. Seni severiz. Bize bir kayık 
meşe odunu getiriver.” buyurdu. Ben de gidip bir kayık 
odun getirdim. Kayığı iskeleye yanaştırdım. Hizmetçiler
 dergâha odunu taşımaya başladılar. O gün Yahyâ Efendiye
 pekçok muhtaç ve borçlu geldi. Yahyâ Efendi hazretleri
 her birine yardım edip, ihtiyâcını karşıladı. Hepsi sevinçliydi.
 Hayır duâ ederek dergâhtan ayrıldılar. Yahyâ Efendi 
hazretleri hayâtında para kesesi kullanmazdı. Onun 
bir küçük el sepeti vardı. Nereye gitse onu yanından 
ayırmazdı. Bir başkasının da ona dokunmasına, içine 
elini sokmasına izin vermezdi. Kim bir şey istese, ister 
ekmek, ister meyve ne olursa olsun mübârek elini 
içine sokar, istenilen şeyi çıkarır verirdi. Yahyâ Efendinin
 huzûruna vardığımda beni tebessümle karşıladı ve; “Reis, 
biz senden odun istemiştik. Ne yaptın?” dedi. Ben de; “
Efendim odun iskeleye geldi. Hizmetçiler taşıyorlar.” 
dedim. O zaman Yahyâ Efendi hazretleri, yanındaki kapalı
 sepetine elini soktu, içinde dolaştırıp bir miktar altın çıkardı
 ve bana uzattı. O zaman ben; “Acabâ para kesesi kullanmam
asının sebebi nedir?” diye gönlümden geçirdim. Yahyâ Efendi 
bana bakıp güldü ve; “Reis! Bizim kesemiz yoktur. Lâkin yedi 
iklim bize keselik yapıyor. Altın ve gümüş bizde misâfir olmaz. 
Hem de bir gece bile kalmaz. Yerine ulaştırılır.” buyurdu.

Kocaeli’nde Hacı Ali Efendi isminde takvâ sâhibi, dergâhı 
olan bir zât vardı. Hacı Ali Efendi, Yahyâ Efendi hazretlerinin 
büyüklüğünü ve güzel hallerini işitmişti. Bir gün onu görmek 
için yola çıktı. Beşiktaş’a, oradan da Yahyâ Efendinin dergâhına
geldi. Hizmetçilere hitâben; “Yahyâ Efendiyi ziyârete geldik.” 
dedi. Onlar da; “Şu anda burada değildir.” diye cevap verdiler.
 Hacı Ali Efendi tekrar; “O halde nerede bulabiliriz, söyleyin.” 
dedi. Hizmetçiler de; “Efendim, Yahyâ Efendi hazretlerinin 
Yeniköy yakınında bir bağı var, oraya gitti.” dediler. Hacı 
Ali Efendi bunun üzerine yanındakilere; “Gidip onu bulalım.” 
dedi. Sonra Yeniköy’e geçtiler ve Yahyâ Efendinin bağını 
buldular. Hacı Ali Efendi bahçıvana; “Yahyâ Efendiye
haber verin. Onu ziyâret için geldik.” dedi. Bahçıvan; 
“Efendim, Yahyâ Efendi hazretleri seher vakti buraya 
gelip, bir müddet kalıp kayıkla Kavak tarafına gittiler.” 
dedi. Hacı Ali Efendi bunları duyunca; “Tövbeler olsun! 
Bu kişi deli olsa gerek. Kendisinde evliyâlıktan bir eser 
göremiyoruz. Bağdan bağa dolaşan kişi velî olur mu? 
Arzusu peşinde koşuyor. Bu işler hiç evliyânın işi mi? 
Hani zikirler, hani dergâhta sohbet, hani ibâdet, hani 
virdler, zikirler, hani elbise ve külâh? O ise tenhalarda 
yollara düşüp bağdan bağa koşuyor. Bu dünyâya bu 
derece heves bir velîde olur mu? Biz onu daha görmeden 
niyetlerini bir güzel anladık. Âşikâre apaçık ne olduğu 
meydana çıktı. Dünyâya düşkün olan, âhiret adamı 
olamaz. Âhiret adamı olan çok kere fakir olur. Nerede 
Yahyâ Efendide bunlar?” diye söylendi. Geriye dönmeyi
 düşündü. Fakat vazgeçti. “Bu kadar zahmet çekip
 tâ Kocaeli’nden buralara kadar geldim. Görmeden gitmek, 
bu kadar zahmeti boşa çekmek olur. Emeğim boşa
 gitmesin. Onu görmeden dönmek akıllıca bir iş olmaz. 
Onu bir bulup imtihan edeyim.” dedi ve kayık ile 
Kavak yönüne doğru yola çıktı. Kayıkla giderken 
yolda Yahyâ Efendi ile karşılaştı. Yahyâ Efendi onu 
görünce, tebessümle; “Kardeşim hoş geldiniz. Bir 
kimsenin gönlünde dünyâ sevgisi olmazsa, onun 
elinde bulunan dünyâlıklar âhirette şeref ve îtibâr 
bulmasına mâni olmaz. Biz dünyâ ehlinden uzak 
olmak için bu dağ ve bahçeleri mesken edindik. Lâkin 
biz nereye gitsek bizi buluyorlar. Aman ve fırsat vermiyorlar.
” buyurdu. Sonra şu beyti okudu:

“Yâ İlâhî! Kulunum. Emrine itâat ederim, anarım seni

Beni ne yaparsan yap, yeter ki yapma dünyâ delisi.”

Hacı Ali Efendi bu sözleri duyunca, onun gerçek hâlini anladı
 ve söylediklerine bin pişman oldu. Geri kalan ömrünü Allahü teâlânın
 bu sevgili kuluna muhabbet ederek geçirdi.

Kânûnî Sultan Süleymân Hanın vefâtından sonra yerine oğlu
 İkinci Selîm Han pâdişâh olup tahta geçmişti. Bir gün saltanat 
kayığı ile Boğazı gezmek için çıktı. Giderken Boğaz’daki bâzı
yerleri yanındakilere soruyordu. Beşiktaş’a geldiklerinde,
 kendisine; “Efendim burası Beşiktaş’tır ve Yahyâ Efendi
 hazretleri oturur. Buralarını o ihyâ etmiştir.” dediler. O zaman
 Sultan Selîm Han; “Yahyâ Efendi nasıl biridir?” diye sordu. 
Ona; “Sultanım! Yahyâ Efendi, babanız Cennetmekân hazretlerinin
 süt kardeşi idi. Babanızla çok iyi görüşürlerdi.” dediler. 
O zaman Sultan Selîm Han; “Evet, babamla olan yakınlığını ve 
dostluğunu bilirim. O babama her ne derse babam şüphesiz 
yerine getirirdi. Yahyâ Efendi saraya bir defâ olsun gelmemişti.
 Lâkin babam hep onun ayağına giderdi. Babam ona çok iltifat 
ettiğine göre görelim nasıl zâttır. Evliyâlığı nicedir. İmtihan için
 onu bir yere dâvet edelim.” dedi. Kale bahçesi denilen güzel
bir yere geldi. Sultan bir adamıyla Yahyâ Efendiyi buraya 
dâvet etti. Yahyâ Efendi geldiğinde ona iltifat etmemeyi 
gönlünden geçirdi. Çok geçmeden Yahyâ Efendi kayığıyla
 çıkageldi. Sultan Selîm Han, Yahyâ Efendiyi görünce 
tahtından inip hürmetle onu karşıladı ve iltifat etti. Yahyâ Efendi
 ona; “Sultanım! Niçin tahtınızdan indiniz. Bu ne iltifat.”
 buyurdu. Sultan, el öpmek isteyince, Yahyâ Efendi, 
Sultanın iki kulağını tutup büktü ve; “Abdestin var mı? 
Söyle yoksa bırakmam.” dedi. Sultan; “Abdest alayım.”
 dedi. Yahyâ Efendi; “Dediğim namaz abdesti değildir.
Söylediğim tövbe abdestidir.” buyurdu. Sultan Selîm Han
 mahçûb oldu ve Yahyâ Efendinin ellerinden öpüp, 
hürmet gösterdi. Onun büyük bir velî olduğuna iyice inandı.

Yahyâ Efendinin, Apostol isminde hıristiyan bir komşusu vardı.
 Bir gün bu Apostol, denizde fırtınaya tutuldu. Kendisi hıristiyan 

olduğu hâlde, Yahyâ Efendinin hürmetine duâ ederek kurtuldu.
 Evine gelince, Yahyâ Efendiye hediye götürmek istedi. Kendi 
âdetlerince, mühim ve kıymetli hediye sayılan yıllanmış şarap 
alarak Yahyâ Efendinin dergâhına gitmek için yola çıktı. 
Getirdiği şarap, dergâhın yokuşunda, daha oraya varmadan
 nar suyu hâline döndü. Bu apaçık kerâmetleri gören 
Apostol, müslüman olmakla şereflenip, Ali ismini aldı. 
Arsasını Yahyâ Efendiye hediye etti ve kendisi de onun
 talebeleri arasına katıldı. Bu zât, Yahyâ Efendi ile aynı türbede
 onun kabrinin ayak ucunda yatmaktadır.

Bir zaman Sultan İkinci Selîm Han bir donanma hazırlayıp 
sefere çıkılmasını ferman buyurdu. Donanma hazırlandığında
 donanma komutanı Kaptan-ı deryâ Beşiktaş’a geldi ve 
Yahyâ Efendiden duâ istedi. O zaman Yahyâ Efendi hazretleri
 üzüntülü ve sıkıntılı bir halde; “Allahü teâlâ bir şeyin olmasını 
takdir ettiyse, onu hayır duâ değiştiremez. Lâkin sizden gelecek
 kötü bir haberi işitmememiz için gece-gündüz Rabbime duâcıyım.
” buyurdu ve donanma kaptanını uğurladı. Donanma o yıl 
düşmana karşı zafer kazanamadı. Bu haber İstanbul’a gelmeden
 önce Yahyâ Efendi hazretleri Hakk’ın rahmetine kavuştular. 
Buyurdukları gibi bu haberi duymadan âhirete gittiler.

Beşiktâşî Müderris Yahyâ Efendi, ömrünün sonuna kadar 
Beşiktaş’taki yerinde, ibâdet ve mücâhede ile vakit geçirdi.
1569 (H.977) Zilhicce ayında, kurban bayramı gecesi vefât 
etti. Vefâtında seksen yaşına yaklaşmıştı. Kurban bayramı 
günü, Süleymâniye Câmiinde, bayram namazından sonra 
cenaze namazı kılındı. Cenâze namazını Şeyhülislâm Ebüssü’ûd 
Efendi kıldırdı. Bahçesi yakınında bulunan ve daha önceden
 hazırladığı kabrine defnolundu. Cenâzesinde vezîrler, âlimler,
 zenginler ve fakirlerden müteşekkil çok kalabalık bir cemâat
 hazır bulundu. Bu cemâat, onun hâlinin iyi olduğuna, sonunun
hayırlı olduğuna, tam ve âdil bir şâhitti. Vefât gecesinde;
âlimler, hâfızlar, vâizler, imâmlar, tasavvuf büyükleri Kur’ân-ı kerîm 
okudular. Kelime-i tevhîd ve tesbîh ile o geceyi ihyâ edip, sevâbını o 
büyük zâtın rûhuna hediye ettiler. Kabri üzerine İkinci Selim Hân 
tarafından türbe yaptırıldı. Sonra gelen Osmanlı sultanları, Yahyâ 
Efendinin türbesinin, câmi ve zâviyesinin ve diğer külliyâtının 
bakım ve tâmirini büyük bir hassâsiyetle ve aksatmadan yapmışlardır.

Yahyâ Efendinin iki oğlu olup, her ikisi de babaları gibi ilim, 
irfan âşığı kimseler idi. Babalarının yolunda bulunmuşlar, vefâtlarında
 aynı türbeye defnolunmuşlardır.

Yahyâ Efendi hazretlerinin şâirliği de kuvvetli idi. “Müderris”
 mahlasıyla tasavvufî şiirleri ve müretteb Dîvân'ı vardır.

O KENDİNİ TANITTI

Kânûnî, bir gün kayıkla Boğaz’da gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizâsına
 gelince kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahyâ Efendiyi çağırttı. 
O da yanında bir ahbâbı ile gelip kayığa bindiler. Birlikte giderlerken,
 Yahyâ Efendinin ahbâbı, devamlı olarak Kânûnî’nin parmağında 
bulunan çok kıymetli bir yüzüğe bakıyor ve bu bakış dikkati 
çekiyordu. Kânûnî bu hâli farkedince, parmağındaki o kıymetli 
yüzüğü çıkarıp; “Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz.
” dedi. O zât yüzüğü aldı. Evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi.
 Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret ettiler. 
Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince,
kayık kıyıya yanaştı. O zât, ineceği sırada denizden bir avuç su
 alıp Sultana uzattı. Avucunda biraz önce denize attığı yüzük vardı.
 Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes, yine çok hayret ettiler. 
Kânûnî, elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât birdenbire gözden
 kayboluverdi. Kânûnî, Yahyâ Efendiye dönüp; “Ağabey, neler
 oluyor?” dedi. O da; “O gördüğünüz Hızır aleyhisselâm idi.” 
dedi. Bunun üzerine Kânûnî; “O hâlde bizi niye tanıştırmadınız?”
 deyince, Yahyâ Efendi; “O kendini tanıttı. Ama siz tanımakta geç kaldınız.” buyurdu.

OSMANOĞULLARININ ÂKIBETİ NE OLACAK?

Bir gün cihân pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Han, Yahyâ Efendi hazretlerine bir hatt-ı şerîf gönderdi ve; “Ağabey! Sen ilâhî sırlara vâkıfsın, bilirsin. Kerem eyle de bize Osmanoğullarının âkıbetinin ne olacağını haber ver. Nesli kesilip yok mu olacak. Yok olacaksa, bu hangi sebeptendir.” dedi. Hatt-ı şerîfi okuyan Yahyâ Efendi eline kalem kâğıt alıp; “Kardeşim! Neme gerek.” diye iri harflerle yazıp Kânûnî’ye gönderdi. Kânûnî, Yahyâ Efendiden gelen mektûbu okuduğunda hayretler içinde kaldı. Fakat bir şey anlamamıştı. Derhal bir kayık hazırlanmasını emretti ve bu bilmece sözün mânâsını anlamak için Yahyâ Efendinin dergâhına geldi. Yahyâ Efendiyi görür görmez; “Ağabey! Ne olur gizlemeyip, suâlime cevap veriniz. Biz de ona göre hareket edelim.” dedi. Yahyâ Efendi bunun üzerine tebessüm edip; “Biz cevap verdik. Bu sözümüzü anlayamamana şaşarız.” dedi. Kânûnî; “Nasıl?” deyince, Yahyâ Efendi; “Zulüm, haksızlık yayılsa, işitenler de; “Neme gerek.” dese ve onu önlemeye çalışmasalar, sonra koyunu kurt değil de çoban yese, bilenler de bunu söylemeyip gizlese, fakirler, muhtaçlar, gariplerin feryâdı göklere çıkıp bunları taşlardan başkası işitmese, işte o zaman felâkettir. Neslinin o zaman yok olmasından korkulur. Hazînelerin boşalır. Askerin itâat etmez olur ve yolundan gitmezler. Yok olmak mukadderdir.” buyurdu. Kânûnî bunları işitince, göz yaşlarını tutamadı. Yahyâ Efendiye olan sevgisi daha da arttı.

KİMSE KİMSENİN RIZKINI YİYEMEZ

Yahyâ Efendi bir zaman sevdiklerinden birkaçıyla yolculuğa çıkmıştı. Bir yerde durdular. Talebelerinden birini çağırıp; “Burada bir değirmen var. Oraya gidip tâze yumurta alalım. Yiyelim ve şükredelim.” buyurdu. Değirmene gittiler. İsmi Hasan Efendi olan değirmenci, güzel huylu biriydi. Yahyâ Efendi değirmenciye; “Efendi bize tâze yumurta getir.” buyurdu. Değirmenci; “Efendim! Bir tâne bile kalmadı. Yumurta alıcısı geldi, hepsini alıp gitti.” dedi. Bunun üzerine Yahyâ Efendi; “Kimse kimsenin nasîbini alamaz. Alayım dese bile, buna yol bulamaz. Var sen kümesi aç. Bize de kalmıştır.
” buyurdu. Kümesi açtığında her taraf yumurta doluydu. O zaman Yahyâ Efendi; 
“Bak Hasan Efendi! Allahü teâlâ bizim rızkımızı 
da yaratmış.” buyurdu ve bir avuç altına bir sepet yumurta alıp yola devâm ettiler.

PEHLİVÂN YAHYÂ EFENDİ

Avrupa’da Kara Pehlivan ismiyle meşhûr ve bütün güreşçileri yenen gayr-i 
müslim bir güreşçi vardı. Bu güreşçi bir ara İstanbul’a geldi. Bütün güreşçilere 
meydan okuyor, hiç kimsenin kendisiyle 
güreşmeye cesâret edemeyeceğini söylüyordu. Yahyâ Efendi, İslâmiyetin şerefini, 
vekarını korumak için, güreşmek üzere o meşhûr
 pehlivanın karşısına çıktı. Kendisi daha önce hiç güreşmezdi. Herkes bu duruma çok
 hayret etti. Pehlivanlar meydana çıktığında,
 binlerce insan merak dolu bakışlarla ve endişe ile netîceyi bekliyorlardı. Nihâyet 
Yahyâ Efendi, Kara Pehlivan ile karşılaştı.
 O meşhûr, mağrûr ve kendini beğenen Kara Pehlivan’ı bir elense ile yeniverdi.

Kara Pehlivan, bu zâtta gördüğü kuvvetin normal bir şey olmadığını, bu hâlin o
 büyük zâtın bir kerâmeti olduğunu anladı. O anda kalbinde bir değişiklik hissetti. 
Gönlü âdetâ Yahyâ Efendiye bağlanıp kaldı. 
Nihâyet onun huzûrunda müslüman olmakla şereflenip, talebeleri arasına katıldı.

ÂŞIĞA BAĞDÂT IRAK DEĞİLDİR

Mağripli birisi Yahyâ Efendinin ismini duyup, görmeden ona âşık oldu. 
Yahyâ Efendinin nerede olduğunu bilmiyordu. Mısır, Şam, Halep ve başka 
birçok yer gezip Yahyâ Efendiyi aradı. Netîcede İstanbul’a geldi. Gördüklerine dâimâ;
 “Yahyâ nerede. Ey insanlar Yahyâ’yı biliyor musunuz?” derdi. Birisi onun hâlini 
anlayıp aradığı kişinin Beşiktaş’ta olduğunu haber verdi. Mağripli yürüyerek
 Beşiktaş’a geldi. Sorarak Yahyâ Efendinin dergâhını buldu. Kapıyı çalıp, Yahyâ Efendi 
hazretlerini sordu. Dergâhtakiler Yahyâ Efendinin Kavak’taki bahçesine gittiğini 
söylediler. Âşık Mağripli; “Âşığa Bağdât ırak değildir.” diyerek Kavak’taki bahçeye 
geldi. Bahçe çok güzel olup ortasında bir havuz vardı. Yahyâ Efendi havuzun 
yanında oturmuştu. Hizmetçiler bahçeyi suluyorlardı. Mağripli doğruca Yahyâ Efendinin 
yanına yaklaşıp, selâm verdi ve elini öptü. Sonra da; “Efendim ne olur beni talebeliğe
 kabûl edin. Nice yıllar diyar diyar gezip sizi ararım." dedi. Yahyâ Efendi ona; 
"Acabâ maksadın nedir?Bu kadar zahmete sebep ne oldu. Bize anlat, biz de sana
 yardım edelim, gamını giderelim." buyurdu. Mağripli, Yahyâ Efendinin ayaklarını 
öpmek istedi ve; "Efendim ne olur kimyâ ilmini bana öğretin.” dedi. Bu sözü üzerine
 Yahyâ Efendi; “Sen yanlış haber almışsın. Biz o senin dediğin şeyi bilmeyiz.”
 buyurdu. Mağripli yine; “Efendim! Derdimin dermânı sendedir. Ben arzuma 
kavuşmadan buradan gitmem.” dedi ve sözlerinde ısrar etti. Meğer ki Mağripli, 
Yahyâ Efendiyi imtihan etmek istermiş. Onun maksadını anlayan Yahyâ Efendi, 
Mağriplinin ayak ucunda bir siyah taş gördü ve; “Ey kişi! Şu kara taşı bana 
al da veriver.” buyurdu. Mağripli eğilip yerdeki kara taşı aldı ve Yahyâ Efendinin
 eline verdi.Yahyâ Efendi o taşa dikkatle baktı. O sırada taş altın kesildi. Sonra
 havuzun içine atıverdi ve; “Allahü teâlânın sevgili kulları taşa nazar etseler, 
o hâlis altın oluverir.” buyurdu. Bunu gören Mağripli; “Elhamdülillah. Cenâb-ı Hak 
beni maksâdıma kavuşturdu. Maksadım hâsıl oldu. Efendim beni kabûl edin. 
Hizmetinizle şereflenmek istiyorum. Canım başım yolunuza fedâdır.” dedi ve 
ellerine sarıldı. Yahyâ Efendi de onu talebeliğe kabûl etti. Bir bahçenin bakım 
şlerini ona verdi.