KARIŞIK

9 Şubat 2016 Salı

Seyyid Cemal Sultan Türbesi /

Seyyid Cemal Sultan Türbesi /


 AFYONKARAHİSAR -İhsaniye -

Seyyid Cemal Sultan Türbesinin Yeri: Afyonkarahisar İli İhsaniye İlçesine bağlı Döğer Beldesine 5km uzaklıktaki bir tepenin yamacında türbesi vardır.
Seyyid Cemal Sultan Türbesi
Seyyid Cemal Sultan Kimdir: Hacı Bektaşi Veli’nin halifelerindendir. 1280 senesinde doğmuş, 1365 senesinde vefat etmiştir. Türbede bulunan yazıtta Peygamberimizin 16. torunu ve Musa-i Sani’nin çocuğu olduğu belirtilmektedir. 
Seyyid Cemal Sultan’ın Afyon, Kütahya ve Eskişehir’de Kemal Sultan olarak  anılmakta ve bilinmektedir. Derviş Cemal Ocağı’nın kurucusudur.  

Türbenin Durumu: Türbe 2011 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğünce restorasyonu tamamlanmış ve halkın ziyaretine açılmıştır. Türbe kesme taştan yapılma olup 700 yıllık bir geçmişe sahiptir. Türbe iki bölümden oluşmuştur. Birinci bölümde Mehmet ve Ahmet adındaki iki kişinin mezarı bulunmaktadır. İkinci bölümde ise Seyyid Cemal Sultan’ın mezarı bulunmaktadır. Türbenin bahçesinde sekiz tane üstü açık mezar bulunmaktadır ve bunlardan biri Gözcü Bal’a aittir.
Türbe Restorasyon Yapılırken
Restorasyon Sonrası Türbe
Ziyaret Nedeni: Her yıl 15 Mayısta düzenlenen Seyyid Cemal Sultan Anma Etkilikleri türbede yapılmaktadır. Yöre halkı ve çevre illerden gelenler tarafından sıklıkla ziyaret edilmektedir.  
Seyyid Cemal Sultan’ın vefat ettiği yer Döğer Kasabası Çakırlar Mevkii olduğu için türbeÇakırlar Tekkesi olarak da anılmaktadır. Alevi-Bektaşi yurttaşlarımız tarafından ziyaret edilen türbede kurban kesilir, adak adanır ve Cem törenleri yapılır.

Menkıbeler: 1-) Hacı Bektaşi Veli’nin en sevdiği halife olarak anılan Seyyid Cemal Sultan’ı tüm halifelerinin en önünde tutarmış ve sık sık sırtını sıvazlayarak “Cemal’imdir, Cemal’imdir, Cemal’imdir” diyerek sevgisini belirtirmiş.

Abalı Dede .ankara







Abalı Dede .ankara
Abalı Dede'nin 1351 yılında o gunku adı Memluk olan Memlik'te doğdugu, 1426 yılında da yine doğduğu yerde 77 yasındayken ebediyete irtihal ettiğini, bütün hayatını ibadet, hayır ve hasenetten sonra bina yapımı, tamiri işleriyle devam ettiğini, tarihi kaynaklardan ögrenmis bulunuyoruz.  Bina yapımı işleriyle ilgilenirken, ABA (Sayaktan yapılmış , yakasız uzun üstlük) giydiği icin ABALI DEDE adını almıştır. Hasan Veli Abalı Baba, Yüce Allah'ın sevgili kullarından olduğuna inanılan keramet sahibi mübarek bir zattır.  


Türkiye’nin neredeyse her köyünde “Horasan eri” olarak anılan “Allah dostları”nın kabirleri veya adına yapılmış türbeleri vardır. Bu ulu kişilere “gazi”, “derviş”, “dede”, “baba”, “seydâ”, “velî”, “şah”, “şeyh”, “ermiş”, “seydî”, “sultan” ve “seyyid” gibi  ünvanlar verilir ve dualar bu kutlu kişilerin makamlarında yapılır. Allah rızası için kurbanlar bu makamlarda kesilir.  Hasta olanlar, muradı olanlar, bu makamları ziyaret ederek bu ulu kişilerin ruhaniyetlerinden istimdat umarlar.  




Abalı Baba Türbesi, psikolojik rahatsızlıkları olan kişiler tarafından sıkça ziyaret edilir. 
Anadolu’da yaygın olan “ocak tedavi” merkezidir.  


Abalı Baba, türbede üç evladı ve hanımı ile birlikte medfun... 




Bir rivayete göre; Abalı Baba, Hacı Bayram-ı Veli ile buluştuklarında sohbet esnasında, gelenlerden biri şöyle der; Ya Mübarek yerin hoş güzel, havadar fakat gölgeliğin yokmuş der, Abalı baba hemen yerinden kalkıp ocaklarda yanmakta olan üç meşe palamut ağacını alır, ayrı ayrı yerlere diker ve pürlen ya mübarek dediğinde o uçları yanmakta olan ağaçlar Allah'ın izniyle yemyeşil gölgelikli ağaçlar olurlar, gölgesinde yemeklerini yerler. 
Ağaçlar hala orada bulunuyor fakat kurumuş... 


8 Şubat 2016 Pazartesi

Hızır Aleyhisselam ve Samandağ Türbesi

Hızır Aleyhisselam ve Samandağ Türbesi (Ziyaret)

Hz. Hızır Türbesi









Hızır Kelimesinin Anlamı ve Hızır’ın Kimliği
Hızır, Arapçadaki imlâsıyla el-Hadır kelimesi, hemen hemen bütün kaynaklarda bir isim değil, lakap olarak değerlendirilmiştir. Bu kelimenin bazı kaynaklarda da el-Hadr, el-Hıdır seklinde kaydedildiği görülürse de, doğrusunun el-Hadır olduğu kabul edilmiştir. Bu kelimenin Türklerde Hızır veya nadiren Hıdır, İranlılarda ise Khezr şeklinde kullanıldığı bilinmektedir. El-Hadır kelimesinin yine Arapçadaki el-Ahdar manasına geldiğini belirten Ocak, bu kelimenin de yeşil, yeşilliği çok olan yer manasına geldiğini ifade eder. ( Ocak 1990, 59–60)
Hızır’ı işaret eden özelliklerden birisi de oturduğu yerlerin veya dokunduğu yerlerin hemen yesillenmesidir. Bu yüzden Hatay’daki Hızır Türbelerinde her ne kadar beyaz renk hâkimse de bazı yerlerinin (kapı, pencere) ve bazı sandukaların yesil olduğu gözden kaçmamaktadır.
Hızır’ın kimliği konusunda çesitli inanışlar mevcuttur. Bazıları Nebi olarak kabul ederken veli veya melek olduğunu düşünenler de vardır. Darda ve zorda kalan, sıkıntıya düşen herkesin yardımına koşan ve insanları sıkıntılardan kurtaran Hak’la Hak olmus Veliyullah’tır. Hızır, Nusayri inançlarına göre sıkıntılarda, ibadetlerde hep yardıma çağrılır. Hızır, gittiği her yerde mutluluk, sağlık, bolluk verirken zor durumda kalanların yardımına koşarak insanların dileklerini yerine getirir. Kalbi temiz, iyiliksever insanlara daima yardım eden, dertlere derman olan, hastalara şifa veren ve bitkilerin yeşermesine ve yaşamasına vesile olan yine Hızır’dır.
Hıdır aleyhisselam enbiya zincirinin altın halkalarından biridir. Kısas-ı enbiyada-Peygamberler tarihinde Resulullahın ceddi olan Hz. İbrahimden sonra yaşamış bir nebidir... Musa peygamberle yolculuk eden ve Onu sabır sınavından geçiren yoldaşıdır... Avrasya hakimi İskender Zulkarneyn'in ordu komutanlarından biridir. İskender Zulkarneynin teyzesi oğludur ki; cesedini tufana kadar muhafaza edip, Nuh tufanından sonra sular çekilince defnetmiştir.
Adem babanın Kabil soyundan ilk nesil torunudur... Hz. İbrahimin çağdaşı olup, Nemrut zulmünden sonra birlikte Babili terk etmişler...
Ancak temel öğretimize göre "Baki olan yalnız Allahtır". Her insan gibi Hıdır da doğmuş, büyümüş, var oluş-yaratılış misyonunu tamamlamış ve ölmüştür. her şeye gücü yeten Allah, Onun ruhuna kıyamete kadar bazı özellikler bağışlamış. Hıdır, istediğinde insan şeklinde görünebildiği, istediği coğrafyaya ve istediği zaman ulaşabildiği gibi tüm zahiri ve Batıni ilimlere de vakıftır. Her lisanı konuşabilir.
Battal Gaziden Bektaşi gülbanklarına kadar sayısız hikâyelerde Hızır motifi yer alır.
Hatay'da ve Dünya'da Hıdır Ziyaretleri
Musa ve Hızır’ın buluştuğu yerin yani “Mecma’ül- Bahreyn”in “Samandağ” olduğuna inanılmaktadır. Türbenin girişinde bununla ilgili bilgi verilmiştir. Samandağ’ın, Asi nehrinin denize dökülen yer olması, “Mecma’ül- Bahreyn”in insanların kabulünde burası olmasını kuvvetlendirmiştir. Hızır makamlarının bazıları yer olarak Asi nehrinin kıvrımlarını takip eder. Bu türbe, Hatay’da bulunan Hızır Türbelerinin en önemlisi olarak kabul edilir. Bu türbe etrafında çesitli inanışlar vardır.
İskenderun-Antakya karayolunun sağında, Bedirge ile Topboğazı arasında küçük bir Hıdır makamı vardır. Bakras köyünün Amik ovasına açılan ilk tepesi üzerindedir. Etrafı kireçle çırpılmış, dört köşe minyatür kubbelidir. Aynı şekilde İskenderundan Karaağaç istikametinde ve Arsuza kadar müteaddit Hıdır ziyaretleri vardır. Esas konumuzun materyali ise Samandağ sahilindedir. Orta büyüklükte taş-kerpiç karışımı dairevi bir yapıdır. Orta Anadolu, Azerbaycan ve Afganistan'da gördüğümüz eski Türkmen yatırlarına benzer. İnanca göre Hıdırın dünyada görüldüğü ve konakladığı kabul edilen her yerde bir ziyaretgâhı vardır.
Bu türbeler arasında en önemlileri Samandağ ilçesinde ve Harbiye Beldesinde bulunan türbelerdir. Bu türbelerin en önemli özelliği Kehf süresinde geçen Hızır-Musa bulusmasının inanısa göre bu iki türbenin olduğu yerde geçmesidir. Kuran’da anlatılan bu bulusma hikâyesi (60–82. ayetler) ile Samandağ’da anlatılan hikâye arasında biraz farklılıklar olmakla beraber anlatılan hikâyenin kaynağının semavi kitaplar olduğu görülür.
Evliya Çelebi Seyahatnamesinde ve Şeria nehrinin denize döküldüğü yerde Hızır Aleyhisselama ait bir "Ziyaretgah-ı Hasu Amme" vardır. Bunlardan başka Anadolu ve Ortadoğu Hızır-Hıdır ziyaretgahlarıyla doludur.
Cebel-i Lübnan eteklerinde Hıdır ziyareti, Baku şehrinin banliyösünde "Hızır-ı Zinde Ziyaretgahı", Edirne ve Kırklarelinde Hızır ziyaretleri, Mudurnuda Hıdırlık kayası, Çorumda Hızırlık ziyaretgahı, Şam-Dımışk, Sayda ve Semerkantta Hızır makamları, Anadolunun en uzun nehri Kızılırmak kollarından biri olan Hıdır suyu, Afyon ve Akşehirde Hıdırlık tepeleri, Denizlide Hıdırlık Sultan ziyareti, Kütahyada Hızırlık dağı ve Hızırlık tekkesi, Giresun sahilinde Hızırlık kayalıkları... Ve daha nice şehir girişlerinde ve tarihi olaylara damgasını vuran kalelerde "Hızır Kapıları" ve Hızır Camilerine rastlıyoruz. Anadoluda Yunus Emrenin makamı yedi yerdeyse Hızır Aleyhisselam'ın yetmiş yerdedir. Gılgamış Destanı, Hindu geleneği, İskender hikâyeleri, Kıtab-ı Mukaddes, Yahudi efsaneleri ve Eski Ahit denilen Tevrat; Hızır Aleyhisselamı konu alır.

7 Şubat 2016 Pazar

Zincirkıran Mehmet Bey Türbesi, Muratpaşa, Antalya


Zincirkıran Mehmet Bey Türbesi

Muratpaşa, Antalya


 Yivli Minare ve Camii, Muratpaşa, Antalya
Antalya'nın Muratpaşa İlçesinde Yivli Minare’nin avlusunda yer alan Zincirkıran Mehmet Bey Türbesi'nin hemen yanında yer almaktadır.
1377 yılında yapılmıştır.
Aynı zamanda Mevlevihane’nin doğusundaki küçük bir terasta bulunan bu türbe, sekizgen planlı olup, kesme taştan yapılmıştır.
Türbenin içerisi giriş kapısı dışındaki yedi duvarda birer dikdörtgen pencere ile aydınlatılmıştır.
Türbenin üzeri Selçuklu kümbetleri üslubunda sekizgen, piramidal taç bir külahla örtülmüştür.
Güneybatı kenarındaki türbe giriş kapısı beden duvarlarından dışarıya doğru hafif bir çıkıntı meydana getiri ve çevresi profillerle kuşatılmıştır.
Dikdörtgen girişin içerisinde, yay biçiminde kapısı bulunmaktadır.
Bu kapının kemer taşları üzerinde iki satırlı kitabesi ve üç de rozeti vardır.
Kitabede:
“Allah’tan başka her şey helâk olucudur.
Devlet, dini ve dünyanın savaşçısı, âlim ve fikirlerin terbiyecisi büyük emir Mehmet Yunus Bey oğlu Mehmet’e
779 h. (1377) senesi Şaban ayının sonlarında merhum ve mâfur.
Emirzade Ali için-Allah kabrini nurlandırsın, şu şerife kubbenin inşasını emir etti.
Mülkü halkı, ebedi olsun”.
Giriş kapısındaki taştan halka Mehmet Bey’e unvanından ötürü kopardığı zincirler için sembolik olarak konulmuştur.
Türbenin içerisi sıva ile kaplıdır.
Köşelerdeki küçük trompcuklarla kubbeye geçilir.
Böylece türbenin içerisi kubbe, dışarısı da piramidal taş külahlıdır.
Türbenin içerisinde Zincirkıran Mehmet Bey’in sandukası ile birlikte iki sanduka daha bulunmaktadır. Kaynaklarda çinili olduğu yazılı olan bu sandukalar bugün çinisizdir.

Ebu Derda Türbesi, Bartın




Ebu Derda Türbesi, Bartın





 Ebu Derda Türbesi, Bartın
Hz. Peygamberimizin Sancaktarı Ebu Derda Hazretlerine ait olduğu söylenir. Ancak; tarihi kaynaklara göre, Hicretin 50. yılında İstanbul’un kuşatılması sırasında bu bölgeden geçerken buralarda bir süre kaldığı tahmin edilen Ebu Derda Hazretleri hatırasına sonradan bir türbe yapıldığı ve burasının manevi bir makam olarak kabul edildiği olasıdır.

 Türbenin belgelenemeyen bir rivayete göre Bartın Müftülerinden Toscuoğlu Hacı Rıfat Efendi tarafından yaptırıldığı söylenmekte, yılı bilinmemektedir. Eldeki kaynaklardan, takriben yüz yıl kadar önce tamamen yandıktan sonra onarıldığı anlaşılmaktadır.
 Günümüze sadece bir taş lahidi ulaşan ve yanında küçük bir cami ile kavşak suyu çekmesi ve bir kuyu bulunan türbe, manevi makam olarak hayli ziyaretçi çekmektedir. 

Mızraklı Dede türbesi

                       Mızraklı Dede türbesi





Bozyaka semtinde, Türbe Caddesindedir. Şu an İZSU su deposunun altında kaldığını duydum. Bu yatırla ilgili bir hikaye aşağıya çıkarılmıştır.

En önemli romancı-larımızdan, `Çalıkuşu `nun yazarı Reşat Nuri Güntekin`in yurt izlenimlerini anlattığı `Anadolu Notları `nı uzun yıllar sonra tekrar okudum. İki cilt halinde yayınlanan `Anadolu Notları ` 1930`lu yıllarda kaleme alınmıştır. Güntekin bu kitapta köylünün parayla ilişkisinden, gönül çelen tuluat tiyatrolarına, otel manzaralarından rakı muhabbetlerine, Anadolu insanına ilişkin keskin gözlemlerde bulunur. İnsan her çağda farklı noktalara odaklandığından aşağıdaki anekdotu çoktan unutmuştum. Tekrar okuduğumda şaşırarak hatırladım. Paylaşmak isterim: Reşat Nuri `nin çocukluk günleri. 1889 doğumlu olduğuna göre 19`uncu asrın son yıllarındayız. Küçük Reşat Nuri , sütninesinin İzmir Dübekbaşı`ndaki evinde yaşamaktadır. Mahalle sakinlerinin arasında Şehnaze Hanım ve gümrük katibi kocası da vardır. Aptesinde namazında, melek gibi bir adam olan katip, günün birinde bayramlık kıyafetlerini giyip evden ayrılır. Bir daha da dönmez! `Eyvah herif evlendi` diye bir yaygara kopar. Gerçekten de gümrük katibi Damlacık taraflarında yaşayan genç bir dulla evlenmiştir. Olacak iş değildir. Mahallenin kadınları, adama büyü yapıldığına karar verir. Bir yandan büyüyü bozmak için hazırlıklara girişilirken, işini sağlama almak isteyen Şehnaze Hanım Mızraklı Dede `ye bir tavuk adar. Ve şimdi dikkat: Bu arada... Yani tavuğu adarken... Bir yandan dualar okur... Ama aynı anda da, en hafifi `edepsiz` olmak üzere, `evliya ` sayılan Mızraklı Dede `ye olmadık hakaretler eder. Sadece o mu? Şehnaze`ye eşlik eden diğer kadınlar da Mızraklı Dede `ye küfür müfür, dümdüz gitmektedir. Daha önce birçok camiye, türbeye giden, dualar eden Reşat Nuri `nin tüyleri, bu manzara karşısında diken diken olur. Olacak iş midir? Bir evliyaya nasıl hakaret edilir? Hem hakaret edip, hem de nasıl yardım istenir? Neler olup bittiğini sütninesine sorar. O da... Mızraklı Dede `nin bir boş anında başka bir evliyaya küfrettiğini... Bu yüzden bütün ömrü boyunca vicdan azabı çektiğini... Ölürken de, `Benim adımı ananlar, bana da öyle küfretsinler ki istediklerini yapayım` dediğini, anlatır... Hem İslami, hem de rasyonel açıdan yaklaşıldığında gerçekten de saçma, abuk sabuk bir hurafe, bir batıl itikat bu. Ama olayın `dini` değil de, `folklorik` boyutuna bakıldığında ne kadar müthiş, ne kadar renkli, ne kadar tuhaf bir olay değil mi? `Ancak kendisine küfredildiğinde, bir adağı yerine getiren evliya `! İnsan zihninin olağanüstü yaratıcılığı! Şaşırtıcı bir tersine çevirme.

İmamı Caferi Sadık Tayyar Türbesi İZMİR

İmamı Caferi Sadık Tayyar Türbesi İZMİR

İzmir Konak Kubilay Mah. 1021 Sk.da İmam Cafer-i Sadık isimli türbedir.

İmam Cafer-i Sadık,Hicri 83 yılında Medine'de doğdu, 148 (m. 765)'de orada vefat etdi. "Sadık" lakabıyla meşhur olan İmam Cafer b. Muhammed, Ali'nin torununun torunudur. Muhammed Bâkır'ın oğlu ve Mûsâ Kâzım'ın babasıdır. Oniki imamın altıncısıdır.Cafer-i Sadık'ın şii öğretisine göre en büyük özelliği tam bir öğretmen rehber olmasıdır. Şiilik öğretisine göre, 148. yılında Abbasi halifesi Mansur'un emriyle zehirletilerek şehid edilmiştir. İzmirle aslında hiç bir ilgi ve alakası yoktur. Fakat bu ismi nasıl aldı ve burada yatan kişi gerçekte kimdir bilemiyoruz. Ama kesinlikle bu isimle alakası yoktur.



Örneğin “12 İmamın Başı İmam Caferi Sadık Tayyar Hazretlerinin Türbesi’’ levhasının asılı olduğu tarihi binada gördüklerim çok ilginçti. Türbeye bir aile yerleşmiş.


Mahalleliden duyduklarıma göre, Bir Japon turist fotoğraf çekerken, orayı işgal edenlerce dövülmüş.

Güzel Baba..KARAKOÇAN

Güzel Baba:
Tüm Anadolu abdallarında olduğu gibi Güzel Baba`nın hayatı hakkında da kesin bilgiler mevcut değildir. Yöre halkının sevgisini kazanmış saygın bir kişiliğe sahip olduğu anlaşılmaktadır. Rivayetlere göre Pir Cemal Abdal`ın kardeşidir. Halk arasında kendisine duyulan saygıdan dolayı ölümünden sonra mezarı ve çevre ormanı korunmuştur.(Meşe ormanından ağaç kesilmesi halk arasında günah olarak nitelendirilmektedir.) Bazı düzenlemelerle hem bir ziyaret yeri, hem de bir mesire yeri olarak kullanılmaktadır

Pir Cemal Abdal..karakoçan

PİR CEMAL ABDAL HAZRETLERİ



Selçuklu döneminde 1160-1230 yılları arasında yaşadığı tahmin edilmektedir. Pir Cemal Abdal Orta Asya’ dan Anadolu’ya gelen Yesevi şeyhlerinden biridir. Anlatılan rivayetlere göre Mevlana Celalettin Rumi’nin babası Bahaeddin Veled ’le birlikte Belh yöresinden kalkarak önce Erzincan’a daha sonra, Pir Cemal Abdal’la aynı oymaktan olan Okçu Yusuf ve kardeşleri olan Hamza, Bahadır, Çakbey, Kızıl ve Şevti ile birlikte bugünkü Okçular Köyüne geldiği ve buraya yerleşmelerine ise Sultan Alaaddin Keykubat’ın aracılık ettiği söylenir. Pir Cemal Abdal’ın Üçbudak Köyü’ndeki ev kalıntısından kalan izlere halen rastlamak mümkündür.
İlçemizin kuzey batısında bulunan Üçbudak Köyü’nde medfundur. Mezarı son yıllarda mermer bir sanduka içine alınmıştır. Bu mermer sandukanın etrafı demir bir kafesle çevrilidir.

KIRKLAR SULTAN HZ. TÜRBESİ




         Bir hadiste peygamber efendimiz Hz Muhammed Mustafa (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır. ‘ benim kabrimi ziyaret eden beni ziyaret etmiş gibidir’ buradan yola çıkarak onu ve onun velilerini ziyaret etme onu ziyaret etmek gibidir çünkü Resulullah velilerin, evliyaların, bu gibi insanların gönüllerinde gezer. Bende bundan dolayı türbe ziyaretlerine önem vermekteyim ve sizlerle gittiğim, duyduğum ama gidemediğim, bunun gibi bir çok türbeyi paylaşmak istiyorum!

         Kabir ziyaretine gittiğimizde öncelikle kabir ehline selam vermek gerekir. Kabrin yanına gelerek ‘اَلسَّلامُ عَلَيْكُمْ دَارَ قَوْمٍ مُؤْمِنينَ وَاِنَّا اِنْ شَاءَ اللّهُ بِكُمْ لاَ حِقُونَ   (Esselamü aleyküm ya Ehle-daril kavmilmüminin! İnna inşaallahü an karibin biküm lahikun)  bu şekilde selam vermek sünnettir.

          Kırklar sultan Hz. Peygamber efendimizin soyundan gelen seyyid bir zat olup kabri Kanuni Sultan Süleyman zamanında keşfedilmiştir. O dönemim şeyhlerinden Kemal Efendi tarafından keşfedilmiş olup, üstün keramet sahibi bir kimse olduğu rivayet edilmektedir. İnsanların düşüncelerini okuyabildiği ‘Ledun’ ilmine sahip olduğu ve Hızır As’ın talebelerinden olduğu rivayet edilmektedir. İmam-ı Azam Hz. Peygamberlerin kerametlerinin hak olduğu gibi velilerin kerametlerinin de hak olduğunu bildirmişlerdir.

           Kırklar Sultan Kabri bir çok kimse tarafından bilinmemektedir ancak Beykoz için ayrı bir öneme sahiptir. Kabrin temizliği her gün nöbetleşerek gönüllü insanlar tarafından yapılmaktadır. Beykoz’un Dereseki köyünde bulunan kabir, Yüşa Peygamber Hz. Türbesine yaklaşık 15 dakikalık mesafede bulunmaktadır. Kırklar sultan Hz ile ilgili çok fazla bilgiye sahip olamamakla beraber, hemen yol kenarında bulunan bu kabri samimi niyetlerinizle, edep ve saygıyla ziyaret etmenizi ve oranın manevi havasından feyiz almanızı tavsiye eder, Dualarınızın kabul olmasını niyaz ederim… ( Arkadaşlar world'de yazdığım ve oradan kopyaladığım için bu şekilde çıkıyor kusura bakmayın)



AŞIKLI SULTAN TÜRBESİ...

AŞIKLI SULTAN TÜRBESİ...
 Diğer bilinen adı ilede AYAĞI YANIK TÜRBE.... Kastamonuda bulunan yüzlerce türbe arasında en dikkat çekenidir.. Bizzat kendimde gittim gördüm... Sandukanın ayak kısmı açık 
[​IMG]


[​IMG]

Honsalar Mahallesi, Kale kapısı Mevkiinde, Kümbet Sokağında yer almaktadır. Ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı bilinmeyen bu türbe Kastamonu’nun en önemli kentsel efsanelerinden birini oluşturmaktadır. Mimari uslüb açısından Selçuklu dönemi eseridir. Türbenin içinde beş adet sanduka vardır. İskeletler sandukaların içindedir.2. Sandukada Mağripli Mehmet ağa, 3. sandukada Âşıklı Sultan metfundur. Diğer sandukalardaki zatlar bilinmemektedir. Türbeye de ismini veren Âşıklı Sultan’ın çürümemiş bedeninin ayak tarafı camekân içersinde gösterilmektedir.
Bu türbeye ait birbirine benzer birkaç söyleşi bulunmaktadır. Âşıklı Sultan’ın kendisi Bizans’ın elinde bulunan Kastamonu’yu ve kalesini ele geçirmek için gelen Türk birliklerinin komutanıdır. Savaş sırasında şu anda Türbesinin bulunduğu yerin yakınlarında şehit düştüğü için buraya gömülmüştür. Cumhuriyetin ilk yıllarında türbe ve civarında çıkan bir yangın sırasında, kendisi dönem valisinin uykusuna girerek “Ben yanıyorum, kalk yangını söndür” der. Bunun üzerine vali hemen uyanarak bölgedeki yangının söndürülmesini sağlar.
Söylencenin kaynağı ve anlatımını ise türbeye bir gelenek şekilde bakıcılık yapan bir aileden gelen yaşlı türbedar bir kadından gelmektedir. “Çok seneler evvel bir yangın olmuş ki bu çevrede çok büyük, insanlar yangını söndüremeyince evliyadan yardım istemişler. Bunun üzerine evliya mezar şeklindeki kabrinden ayaklarını çıkarmış ve yangın sönmüş. Halk şükran borcunu ödemek için kendisine bu türbeyi yapmışlar. Ve o zamandan bu yana da ismi Âşıklı Sultan olarak anılmış”
Âşıklı Sultan’ın bir diğer söylencesi ise yine oldukça eskilerden gelmekte ve yukarıda anlatılanlardan oldukça farklıdır. Çok önceleri yatırın sadece belden yukarısı kapalı imiş. Açık olan tarafta ise elleri de görünmekte imiş. Ellerinden birinde yatırın yüzüğü bulunmaktaymış. Yatırın bulunduğu türbede o zaman yeterli koruma olmadığından, yabancı birisi tarafından bu yüzük alınmak istenir. Bu kişi tam yüzüğü cesedin elinden çıkarmak üzereyken Âşıklı Sultan ellerini kapatıp yumruk şekline getirmiş. Bu olaya şahit olan yabancı kısa bir süre sonra ruhsal dengesini kaybederek ölmüş. Bu olaydan hemen sonra ise güvenlik nedeni ve yatırın rahatsız edilmemesi için sanduka ayak seviyesine kadar kapatılmış. 1919 yılı anılarını anlatan Dr. Emin Sağlar, türbeye iki arkadaşıyla birlikte gittiğinde 3 sanduka gördüklerini belirtir. Ayakları dışarıda olan sandukayı meraktan açtıklarında, 1.70 m boyunda bir insan cesedi ile karşılaşırlar. Karnı iman tahtasına kadar açılmış ve 2 cm. eninde şerit bezlerle doldurulmuş ve sarılmış olduğunu görünce bunun tahnitli yani mumyalanmış bir ceset olduğunu anlarlar. Cesedin başının üzerinde yer alan bir deri üzerinde çini mürekkebi ile “Mağripli Mehmet Ağa” yazmakta ve hemen altında ise ölüm tarihi hicri olarak 7 yüz ile başlayan bir rakam yazmaktadır. Dr. Sağlar diğer iki sandukanın boş olduğunu belirtir.
Mağripli Mehmet Ağa’nın kullanmış olduğu lakabından “Mağrip” dolayı Kuzey Afrika kökenli bir Arap olabileceği de düşünülebilir.
Bir diğer söyleşide, Âşıklı Sultan Türbesini milyonlarca kişi ziyaret etmiş ama ziyaretçilerden birisi farklıdır. Çok sık gelir Âşıklı Sultan Türbesi’ ne... Saatlerce dua eder... Ve bir gün... Sayısız ziyaretine, onca duaya rağmen bir türlü isteği yerine gelmediği için âşıklı Sultan’ ı suçlar. Vakit gece yarısını geçtiğinde, Âşıklı Sultan Türbesi önüne gelir ve 
---Sen evliya olsan, dualarım karşılık bulurdu. Eğer ermişsen kurtar bakalım kendini...
diyerek türbeyi ateşe verir.
Zamanın valisi yatağında uyumaktadır. Bir müddet sonra, kan ter içinde yatağından fırlar vali. Rüyasında, Âşıklı Sultan kendisine; “ Ben yanıyorum! Kalk, beni kurtar!” der. Ancak vali bu manevi işareti anlamaz ve sıradan bir rüya olarak değerlendirir. Tekrar uykuya dalar. Fakat Âşıklı Sultan yine karşısındadır ve yangını söndürüp kendisini kurtarmasını istemektedir validen… Vali ikinci ikazı da dikkate almaz. Hayırdır İnşallah, diyerek tekrar uykuya dalar. Bu sefer Âşıklı Sultan daha sert bir ifadeyle seslenir valiye, rüyasında; Kalk beni kurtar dedim sana! Yanıyorum! Bu sefer aklı başına gelir valinin! Yaptırdığı tetkikte gerçektende türbenin yanmakta olduğunu öğrenir. Derhal müdahale edilir ve kısa sürede yangın söndürülür. Fakat Âşıklı Sultan’ın ayak kısmı yanmıştır. Bu olaya izafeten halk tarafından, türbe “Yanık Evliya” olarak anılmaya başlar. Yangının izleri hem Âşıklı Sultan’ın ayaklarında hem de türbenin duvarlarında hala bellidir.
Söylencelerdeki ortak nokta ise önemli bir yangının olduğudur. Ancak bir araştırmacının belirttiği gibi, cesedin açıkta olan ayakları üzerinde görülen karartıların yangın nedeniyle değil, mumyalanmış cesette zamanla karbon eksilmesinden kaynaklandığını belirtmek gerekir.
Türbe ve Kastamonu açısından belki de en önemli noktalardan birisi mumyalanmış bir cesedin varlığıdır. Klasik Türk mimarisinde yer alan anıtsal mezarların açılımında; mezarın yer aldığı bir alt kat (oturtmalık), simgesel nitelikteki sandukanın bulunduğu ziyarete açık üst kat (gövde), ve bir perdeden oluşmaktadır. Toprak altında kalan oturtmalık bölümüne yaygın olarak mumyalık da denmektedir. Bu adın yaygınlaşmasının nedeni, ölülülerin mumyalanma geleneğinin Orta Asya’dan bu yana Anadolu’da da uzun bir süre kullanılmış olmasıdır. ​

tevekkül sultan.. silifke

tevekkül sultan.. silifke


























Taş köprünün hemen yanındaki türbe hakkında yazılı herhangi bir kaynak bulunmamaktadır. Selçuklu hanedanlarından birine ait olduğu rivayet edilen mezarın üzerindeki çatı daha sonradan ilave edilmiştir.

Çeçe Sultan Türbesi..gerze

Çeçe Sultan Türbesi..gerze


İlimiz Gerze ilçesi Çeçe Sultan köyünde bulunan türbe Selçuklular döneminden kalma bir yapıdır. Türbe dikdörtgen planlı, tek katlı ve tek mekanlı bir yapıdır. Kesme taştan yapılmış kemerli bir kapısı vardır. Kapı üzerinde Selçuklu Dönem yazı sitilinde yazılmış bir kitabesi vardır.

Türbe içinde Çeçe Sultan ve akrabalarına ait olduğu sanılan sekiz adet mezar bulunmaktadır. Türbe binası aynı zamanda camii olarak kullanılmaktadır. Hıdrellez kutlamaları her yıl burada yapılmakta, türbe ziyaret edilerek adaklarda bulunulmaktadır. Türbenin Çepni Türkleri Beyi Tayboğa ‘nın kardeşi Mehmet Çeçe Bey ‘e ait olduğu düşünülmektedir.

Horasan’dan gelen Mehmed Çece Bey’in babası Seyyid Abdullahu Ekber Hazretleri, Dedesi 12 imamdan biri olan Seyyid İmam Musa Kazım(RA) Hazretleridir.

Araştırmalara göre MS.. 1071 yılında Büyük Selçukluların Malazgirt Savaşı'ndan sonra İslam Dini'ni yaymak amacıyla Çeçe Sultan'ın bir grup mücahitle birlikte Anadolu 'ya akınlar düzenlediği anlaşılmaktadır. Öyle ki, türbesinde bulunan kılıç ve sancak da (çalındığı beyan edimektedir) bunu kanıtlamaktadır. Çeçe Sultan Türbesi'nin nasıl ve ne zaman yapıldığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Yalnız türbe içinde Çeçe Sultan'ın kendi ve çocuklarının tabutu ile eşyaları korunmaktadır. Mimari yapısı yontma ve yığma taşlardan yapılmış ve harcı kurudukça sertleşen bir çeşit kum ve kireç karışımı olan Çeçe Sultan Türbesi'nin kapısında tarihi bir geyik boynuzu ile anlamı henüz çözülememiş dekoratif yazılar bulunmaktadır. Türbenin önünde yıllar öncesinden günümüze kadar gelmiş silindir şeklinde bir ''Dilek Taşı'' da ziyaretçilerin ilgisini çekmektedir. 

Çece Sultan’ın Soy ağacı;



Seyyid Muhammed Hz.nin künyesel Soy şeceresi Peygamberimizin soyundan olup, aşağıda ad ve künyeleri bulunan aslı neslinden künyeler ile gelmiştir:



Halife İmam Hz. Ali bin Ebu Talip ve Hz. Fatıma-tüz-Zehra R.A (Cennet kokusu ve meyvesi)

Kerbela şehidi İmam Hüseyin Cennet efendisi,

İmam Şehid Zeynel Abidin (Ali Asgar) Hz,

Bini İmam Şianın imamlarından Seyyid Mehmed Baki Hz.

Bini İmam Seyyid Hüseyin Hz.

Seyyîd İmam Musa Kazım Hz.

Seyyid Abdullah (Abdullah Ekber Hz.)

Seyit Muhammed Cece Sultan El Mehmedi Meşuru Mehmet Cecebey Hazretleri.



Peygamberimizin soyundan gelen torunları Hz. Hasan ve Hüseyin’in soylarından erkeklere Seyyid, bayanlara Seyyide, Hz. Hasanın soylarından erkeklere Şerif, bayanlara Şerife denilir.



Çeçe Sultan Türbesinde görev yapanlara 1259 senesinde verilen berat fermanı


Yedi senesi zilhicenin onyedinci günü üzere olup vahi umumi olunarak kaideri meriye saltanati seniyeden olduğun tecrid bent biraren, Kastamonu - Sinop - Gerze nahiyesindeki vaki Çeçe sultan vakfının zaviyesi vazifesi ile zaviyeden zaviye ciheti mutasarrylar olduğundan iş bu seyyid Hüseyin banisi ve Mustafa ve Muhammed hasan olan berat hittahıdar olunmakta rica naşi tahriri olunmaktadır, olunmakta ciheti merbure birraen 1259 senesi üçüncü günü mucibince beratı şerif taat olunarak baabinde satr olan ferman alisanı vechle bu beratı tahrirle yummuna hurra ve mieteyin sebine ve tira liseneti saniye receb şehri. 


ÜMMÜ SULTAN TÜRBESİ..ödemiş



ÜMMÜ SULTAN TÜRBESİ..ödemiş

Türbe, Birgi’yi fetheden ve Aydınoğulları Beyliği’nin kurucusu olan Fatih Mehmet Bey’in kız kardeşi Hanzade Hatun’a aittir. Genel dolarak Sultan Şah denildiği gibi, Hatuniye Türbesi veya Hanzade Hatun Türbesi de denilmektedir.
Türbe Ulu Camii’nin güneyinde, bugün Birgi içinden geçmekte olan Gölcük ve Bozdağ köy yolu üzerinde yer almaktadır. Taş ve tuğla ile yapılmış, altıgen prizmal gövdeli türbeler grubuna dahil olan türbe, bu plan uygulaması ile Aydınoğulları devri türbe yapıları içersinde özel bir yere sahiptir. Çünkü bu beyliğin diğer türbelerinde kare ve sekizgen gövde yaygındır. Altıgen gövde yalnız bu yapıda karşımıza çıkmaktadır.Türbe içinde taşla örülmüş bir mezar ve başında parçalanmış mermer kitabesi bulunmaktadır.
89001946
Ümmü Sultan Türbesi (5)



Abdullah Haşimî el Mekki Hazretleri(Arap Şeyhi)


Abdullah Haşimî el Mekki Hazretleri(Arap Şeyhi)


Abdullah Haşimî el Mekki Hazretlerine Sivas-Yıldızeli civarındaki Mumcu Köyü’nün bir kısmı ve İsmail Bey Çiftliği dergâhının ve kendi ihtiyaçlarını karşılaması için mülk olarak verilmiştir. 

Kurduğu Rifâi tekkesi için Paşabey mahallesinde bir konak satın alarak gerekli tadilat ve semahaneyi yaptırdıktan sonra burayı dergâh haline getirerek h.27 Zilhicce 1331 (m. 27 Kasım 1913) de vakıf haline getirmiştir. İki katlı büyükçe olan konağın üst katın­da semahane, misafirhane, mutfak, meydan odası, alt katında ise, odunluk, so­fa, ahır ve diğer müştemilat bulunmaktadır. 

Bir vakıf senedine göre Paşabey mahallesinde kurmuş olduğu tekkesinde inşa ettiği mescitte hatiplik yapacak zatlara verilmek üzere 1311 (1893) yılında beş yüz kuruşluk bir vakıf tesis etmiştir. 

26 Muharrem 1332 (24 Aralık 1913) tarihini taşıyan vakıf senedine göre, vakfın idaresi ile dergahın şeyhliğini büyük oğlu Seyyid Mehmed Ragıb’a, bunun vefatından sonra da küçük oğlu Seyyid Ahmed Siraceddin’e bırakmıştır. 

Efendi Hazretleri, Tokatlı Pir’den önce yedi sene kadar Seyyid Abdullah Haşimî el-Mekki Rifâi’ye intisablı bulunmuş ve Hakk’a yürüdükten sonrada daima kabirlerini ziyaret etmiştir. [2] 

[1]— Demirel, Ömer, Osmanlı Dönemi Sivas Şehri, Sivas 2006, s.55 

[2]—Arab Şeyh kuddise sırruhu Hazretlerin torunlarından Seyyid Nizamettin Gürer Efendiden işittiğimize göre, Efendi kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri, Arab Şeyhi hayatı boyunca devamlı olarak kabr-i seadetlerini ziyaret eder ve türbe odasında bir zaman baş başa otururmuş.

Rifaî tarîkâti şeyhlerindendir. [2]

Hazreti Pîr-i Sânî es-Seyyid eş-Şeyh Ahmed İzzeddîn es-Sayyâdî er-Rıfâî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin (h.y.t: m.1271) sülâle-i tâhiresinden gelen es-Seyyid eş-Şeyh Muhammed Azîm el-Hâşimî el Mekkî es-Sayyâdî er-Rıfâî Efendi Hazretlerinin oğlu es-Seyyid eş-Şeyh Abdullah el-Hâşimî el Mekkî es-Sayyâdî er-Rıfâî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz hazretleri (r.1245–m.1829) senesinde Mekke-i Mükerreme’de dünyayı teşrif etmişlerdir. Annesi Havva Mehri Hanım’dır.

Hz. Seyyid Abdullah el-Hâşimî el Mekkî , babası Seyyid Muhammed Azîm el-Hâşimî kaddese’llâhü sırrahu’l azîze intisab etmiş, babasından seyr-i sülûk görüp Rıfâî-Sayyâdî, Kâdirî, Bedevî, Şâzelî, Sâdî, Nakşibendî, Mevlevî tarîklerinden hilâfet icazet almıştır.. Daha sonra Medine-i Münevvere’ye gidip es-Seyyid eş-Şeyh Hasan er-Rıfâî Hazretlerinden ve es-Seyyid eşŞeyh Sâlim er-Rıfâî hazretlerinden Rıfâî-Sayyâdî üzre birer hilafet daha almışlardır. Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’de pek meşhur olan Hâşimî-Sayyâdî ailesi bu civarda Tarîkat-ı Âliyye-i Rıfâiyye’nin intişarına pek büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Hazreti Pîr-i Sânî es-Seyyid eş-Şeyh Ahmed İzzeddîn es-Sayyâdî er-Rıfâî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin bu ailesi Hicaz ve civarı haricinde, Suriye, Irak ve civarında da Rıfâiyye-i Sayyâdiyye’nin merkez dergâhı olmuşlardır. Seyyid Abdullah el-Hâşimî el Mekkî Hicaz’dan Afganistan’a gitmişler orada 20 sene kalarak Tarîkat-ı Rıfâiyye’yi neşr etmişlerdir. Daha sonra İstanbul’a gelen Hazreti Seyyid Abdullah el-Hâşimî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın pek çok iltifatlarına mazhar olmuşlardır. Bizzat pâdişah tarafından kendilerine Şeyhü’l-Ekber ünvanı verilmiştir.
Sivas’a gelmeden önce İtalya’da bulunduğu rivayetleri de vardır. Abdullah Hâşimî el Mekkî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Anadolu’nun pek çok yerinde irşad faaliyetlerinde bulunmuştur. Bu arada İç Anadolu Bölgesindeki bütün Seyyid’lerin başına “Nakibü’l-Eşraf” olarak atanmışlardır. II. Abdulhamid Han Sivas vilayetindeki Sünnî ve alevi cemaatin arasında başlamış olan karışıklık ve fitne had safhaya vardığından Seyyid Abdullah Haşimî el Mekki Rifâ-i kuddise sırruhu’l-azîzi İstanbul’a çağırmış bu durumun düzeltilmesi için rica etmiştir. 1876’da Sivas’a gelip yerleşmiş ve dergâhını açmıştır.[3]

29 Nisan 1896 de İzmir Paye-i Mücerredesi,[4] 23 Ocak 1900 de birinci dereceden terfii, [5] 15 Şubat 1900 de ikinci rütbelerden Mecidi Nişanı itası [6] verilmiştir.

Siyasî hayatı çok canlı geçen Sivas’ın idarî amirleriyle ve özellikle dönemin Sivas valisi Reşit Akif Paşa ile (valiliği 1901–1908) iyi münasebetler içerisinde olmuştur. 1903 yılında alamadığı terfi, maaş artırımı ve 1908’de Osmanlı nişanını 25 Şubat 1908 de Bilâd-ı Hamse’den Bursa payesi ile bir nişan verilmiştir. Ancak İttihat ve Terakkî Hükümetinin zulmünden kurtulamamıştır. Mekke-i Mükerreme’ye sürgün gitmiştir.

[1]—bkn. YILDIZ, Âlim, “Arab Şeyh’in Bir Mektubu Makalesi” Hayat Ağacı Dergisi, Bahar 2005, s. 46–47

[2]—Seyyid Ahmed b. Alî el-Mekkî b. Yahya er-Rifâî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz (ö. 578/1182) Rifaiyye tarikatının kurucusu. 512'de (1118). Bağdat'la Basra arasında kalan Batâih bölgesinde Ümmüabide köyünde doğdu. Atalarından Rifâa el-Hasan el-Mekkî'den (ö. 331/943) dolayı Rifâi nisbesini aldı. Şa'rânî ise et-Tabakâtü''l--kübra'sında (s 1401, bu nisbenin aynı ismi taşıyan bir Arap kabilesine mensup olmasından ileri geldiğini yazar. Ancak onun hayatından bahseden ilk kaynaklarda böyle bir bilgi yoktur, son devir kaynakları da bu görüşü kabul etmezler. Doğum tarihi bazı müelliflerce 500 (1107) olarak verilmekle birlikte ilk kaynaklar 512 (1118) tarihi üzerinde ittifak etmişlerdir.

Ahmed er-Rifâi'nin Hz. Hüseyin soyundan gelen bir seyyid olduğunda bütün kaynaklar birleşirler. Babası Hakk’a yürüdüğünde yedi yaşında olan Ahmed er-Rifâfi'yi, devrin büyük sûfîlerinden dayısı Mansûr el-Batâihî, annesi ve kardeşleriyle birlikte himayesine aldı. Kur'an öğrenimini ve hıfzını tamamladıktan sonra, devrin âlim ve mutasavvıflarından Ali Ebü'l-Fazl el-Vâsıtî ve diğer bazı âlimlerden İslâmî ilimleri öğrendi. Ebu İshak eş-Sîrâzi'nin Şafiî fıkhı ile ilgili Kitâbü't-Tenbih'ini okudu. Bu kitaba yazdığı şerh Moğol istilâsı sırasında kaybolmuştur. Vâsıti ona icazet verdi ve hırkasını giydirdi. "Herkes üs-tadıyla ben ise talebem Rifâî ile iftihar ederim" diyen Vâsıtî, zahir ve bâtın ilimlerine sahip bir âlim ve sûfî olduğunu belirtmek üzere ona "ebü'l-alemeyn" unvanını verdi. Ahmed er-Rifâi, Vâsıti'nın ölümünden sonra dayısı Mansûr el-Batâihî'nin terbiye ve irşad halkasına girdi. Rifaî'ye hilâfet ve "şeyhü'ş-şüyûh" unvanını vererek kendisine bağlı bütün tekkelerin şeyhliğini de tevdi eden Batâihi, Ümmüabîde'deki tekkeye yerleşip müridlerin irsad ve terbiyesiyle meşgul olmasını istedi. Birkaç sene sonra bölgesindeki şeyhlerin bazı ciddi tenkitlerine mâruz kalmış, hatta erkek ve kadın müridlerini aynı zikir meclisinde bir arada bulundurmak gibi sünnet dışı uygulamalarda bulunduğu iddiasıyla Halife Müktefi'ye şikâyet edilmişse de bu durum onun çalışmalarına ve tesirlerinin yayılmasına engel teşkil etmemiştir. Müridlerinin sayısının artması, o bölgedeki şeyhlerin haset ve kıskançlığına sebep oldu. Ancak o birçok iftira, itham ve hakaretlerle karşılaşmasına rağmen, büyük bir sabır ve tevazu göstererek irşad vazifesine devam etti. Kendisini çekemeyenler Halife Müktefî'ye, erkek ve kadın müridlerini aynı zikir meclisinde bir arada bulundurduğu iddiasıyla şikâyet ettiler.(1155) Durumu yerinde araştırmakla görevlendirilen memur, kanaatlerini halifeye, "Bu seyyid ve müridleri sünnet yolunda değillerse yeryüzünde sünnet üzere hareket eden hiç kimse kalmamış demektir" şeklinde açıkladı. Bunun üzerine Halife, Ahmed er-Rifâi'ye, yaptırdığı tahkikattan dolayı özür dileyen bir mektup gönderdi.

1160'ta bazı yakınları ve müridleriyle birlikte hacca gitti. Dönüşte Medine'yi ziyaret etti. Medine uzaktan görününce devesinden inip yürüyerek Ravza-ı Mutahhara'ya girdi. Rifâi'nin bu ziyaret sırasında zuhur ettiği ileri sürülen bir kerametiyle ilgili menkıbe oldukça meşhurdur.

Rivayete göre. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kabri önüne gelince "es-Selâmü aleyke yâ ceddî!" diyerek selâm vermiş, orada bulunanlar Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin "Aleyke's-selâm yâ veledî" sözüyle selâma karşılık verdiğini duymuşlar; cezbeye gelen Rifâî diz çöküp,

"Uzakta iken benim yerime varıp toprağını öpsün diye sana ruhumu gönderiyordum; simdi bu devlet bedenime de nasip oldu; uzat elini de dudaklarımla öpeyim" mânasına gelen meşhur şiirini okumuş; bunun üzerine Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kabrinden dışarıya nürâni bir el uzanmış ve Rifâî bu eli öpmüş; aralarında Hayyât b. Kays el-Harrânî ve Adî b. Müsâfir gibi zatların da bulunduğu büyük bir topluluk hadiseye şahit olmuşlardır. Ahmed er-Rifâî'nin biyografisini yazan müellifler pek çok şahit ismi sayarak bu menkıbeyi mütevâtir bir haber şeklinde değerlendirirler. (Gâyetû't-tahrir müellifi Abdülazîz ed-Dîrînî, Hz. Peygamber'in selâma karşılık vermesinin ve kabrinden dışarıya nürâni bir elin uzanmasının mümkün olduğu hakkında devrin kadısına ait bir fetvayı da zikreder. Celaleddin es-Süyütî bu haberi incelediği eş-Şerefü'l-muhtem adlı risalesinde hadisenin tevatür derecesine ulaştığını söyler. Rifâî şeyhlerinden Ebü'l-Hüdâ es-Sayyâdî de bu menkıbe hakkında kaleme aldığı el-Kenzü'l-mutalsem fi meddi yedi'n-Nebi li-veledihi'-l ğavs er-Rifâ'î adlı eserinde bu menkıbeye yer veren pek çok kitap ve müelliften iktibaslar yapmıştır. Rifâi'ye saygısı ve bağlılığı olanların bu menkıbeyi mütevâtir haber olarak gösterme gayretlerine rağmen, bizzat Rifâî, prensip olarak keramete önem vermemiştir.

Abbasî Halifesi Müstencid, Ahmed er-Rifâi'ye bir mektup göndererek kendisine nasihat ve tavsiyelerde bulunmasını istedi. Rifâî'nin cevabî mektubunu beğenen halife ona ve dervişlerine birçok hediye gönderdi, bir sene sonra da sarayına davet etti. Halife, maiyetindekiler ve Bağdat şeyhleri ona büyük bir saygı ve ilgi gösterdiler. İrşâdü'l müslimîn müellifi Fârûsî, halifenin onu ikinci ve üçüncü gün yalnız başına saraya davet ettiğini, babasının kabri civarında icra ettiği zikir meclisine kendisinin de katıldığını anlatır. Bu ve benzeri kayıtlardan onun Abbasî halifelerinden hürmet gören, devrinin tanınmış ve itibarlı bir sûfisi olduğu anlaşılmaktadır, ikinci defa hacca gittiği kaynaklarda ifade edilmekle birlikte tarih verilmemektedir.

Ahmed er-Rifâî, şiddetli bir ishal hastalığı sonunda 22 Cemâziyelevvel 578'de (23 Eylül 1182) vefat etti. Türbesi Bağdat'ın güneyinde Vâsıt yakınlarındadır, ilk eşi Hatîce binti Ebû Bekir el-Vasıtî en-Neccâri'den Fâtıma ve Zeyneb adlarında iki kızı, onun vefatından sonra evlendiği Râbia'dan Salih adlı bir oğlu olmuş, ancak Salih evlenmeden vefat ettiği için nesli kızları ile devam etmiştir. Fâtırna'dan İbrahim el-A'zeb (ö. 609/ 1212) ve Ahmed el-Ahdar (ö. 645/1247) adlarında devirlerinde meşhur iki süfî, Zeyneb'den ise ikisi kız altısı erkek olmak üzere on torunu olmuştur. Bunlardan İzzeddin Ahmed es-Sayyad (ö 670/ 1271) Rifâiyye'nin Sayyâdiyye kolunun kurucusu olup tarikatın Irak, Hicaz, Yemen, Mısır ve Suriye'de yayılmasında tesiri olmuştur. Ahmed er-Rifâi'nin nesli günümüze kadar devam etmiştir. Rifâî aileler Suudi Arabistan, Irak, Suriye, Mısır, Lübnan gibi ülkelerde bulunmaktadır.