KARIŞIK

10 Ocak 2016 Pazar

SEYİT NESİMİ,ŞAH İSMAİL(HATAYI)ŞEYH BEDRETTİN:FUZULİ:BABA MANSUR:,HALLAC-I MANSUR:ASLAN BABA:SEYİT MAHMUT HAYRANİ: V İ R A N İ :

ASLAN BABA:



Aslan baba Kazakistan ve Türkistan dolasylarında uzunca bir ömür yaşamış evliyalardandır.Aslan baba Hace Ahmet Yesevi'nin ilk hocasıdır.Doğumu ve ölümüyle ilgili kesin bir bilgi mevcut değildir.Aslen Türkmen olup Taşkentli olduğu öne sürülmektedir.Yesi Şehrinde anlatılan menkıbelere göre Ashabı kliramın büyüklerinden olduğu söylenmektedir.Yine yesi menkıbelerinde anlatılanlara göre 400 yıl gibi uzun bir ömür yaşadığı söylenmektedir.Kimi kaynakllara göre 700 yıl kimine göre ise 850 yıl gibi çok uzun bir ömür yaşadığı rivayet edilmektedir.Aslan baba'nın ömrüyle ilgili rakkamların abartıldığını söyleyebiliriz ancak normal bir insanın yaşamımdam çok daha uzun bir ömür yaşadığı anlaşılmaktadır.Aslan Babanın bir zamanlar mezar-ı Şerifte bulunduğu ve İmam Rıza'nın öğrencisi olduğu söylenir.Aslan Baba Ahmet Yesevi'nin manevi yücelmesinde çok büyük emeği olduğu anlatılmaktadır.Aslan Baba Ahmet Yesevi'nin geleceğiyle ilgili aldığı işaret üzerine Türkistana gitmiş uzun yıllar Türkistanda yaşadıktan sonra Ahmet Yesevi'yi bulmuş ve onun hocası olarak kendisine ilim öğretmiştir.Ahmet Yesevi'de Aslan Babayı kendi piri olarak kabul ederek ona saygı göstermiştir.Divan-ı Hikmette bu hadise şu şekilde anlatılmaktadır.Yedi yaşta Aslan Bab'a selam verdim.Hak Mustafa emanetini lütfedin dedim.Hem o vakit bin bir zikrimi tamam ettim.Nefsim ölüp La mekana yükseldim.Bir rivayete göre Aslan Baba Hz.Muhammed'in kendisine verdiği hırkayı Ahmet Yesevi'ye giydirdikten sonra ona bin bir zikir telkininde bulunur.Ahmet Yesevi Aslan Baba'nın bilgisiyle yoğrulup eren mertebesine yükseldikten sonra piri ve hocası Aslan Baba vefat eder.Aslan Baba fefat etmeden önce oğlu Mansur Ata'yı (Baba Mansur)Ahmet Yesevi ye emanet ederek onu yetiştirmesini söyler.Ahmet Yesevi Aslan Baba'nın son söylediği sözlerine uyarak Buhara'ya gidip dönemim en önemli bilgin ve mutesavıflarından olan Yusuf Hamenadi'ye bağlanır.Burada tam manasıyla olgunlaştıktan sonra Yesi şehrine geri döner ve Yeside kurduğu tasavvuf okulunda öğrenci yetiştirir.Bu arada Piri ve hocası Aslan Baba'nın kendisine emanet ettiği oğlu Mansur Aya'yı(Baba Mansur) kendisine halife tayın ederek kendini tamamen ibadete verir.Ahmet Yesevi artık evliya mertebesine ulaşmıştır.Bilindiği gibi Türkiye de yaşayan Baba Mansur oymağının soyundan geldikleri zat olan Baba Mansur(Mansur Ata)Ahmet Yesevi tarafından 12 Türkmen aşiretiyle birlikte Anadoluya gönderilmiştir.Ky.Evliyalar ansiklopedisi S.703.Aslan Baba nın türbesi Kazakistanda'dır Türkistan'ın Yesi Şehrine yakın olan Otrar da bulunmaktadır.Ahmet Yesevi'nin Türbesini ziyarete gidenler önce Otrar da bulunan Aslan Baba nın Türbesini ziyaret ettikten sonra Ahmet Yesevi'nin türbesini ziyarete giderlermiş.Bu ziyaret şeklinin yöredeki eski bir geleneğe dayandığı söylenmektedir.Yesi menkıbelerine göre Aslan Baba'nın sahabe olduğu kimi anlatımlara göre ise Salman-ı Farısi olduğu söylenir.Çok uzum bir ömür geçirdiği söylenen Aslan Baba'nın peygamberden 300 yıl önce doğduğu rivayet edilmektedir.Aslan Baba'nın 33 dini çok iyi bildiği sonradan İslamiyeti seçtiği yönündeki bilgilerle Salman-ı Farısi iddiasıyla çeliştiği söylenmektedir.Aslan baba kimi anlatımlara göre 400 yıl kimine göre 700 yıl kimine göre ise 850 yıl yaşadığı belirtilmektedir.Şayet 700 yıl yaşadığı doğruysa o halde peygamberden 300 yıl önce dünyaya geldiği de doğrudur aksi takdirde bu söylem kulaktan dolma uydurma bir söylemden öteye gitmez.Aslan Baba nın yaşamıyla ilgili sözlü rivayetler şöyledir.Hz Muhammed bir gün sahabelerine bende bir emanet var bu emanetin bizden yıllar sonra yaşayacak olan çocuk yaşta birine ulaşması gerekir bu emaneti alanın ömrü çok uzun olur dedikten sonra bu emaneti kimin alacağını sorar.Peygamberin bu söylemi üzerine emaneti sahibine ulaştırma görevini Aslan Baba nın kabul ettiği söylenir.Hz.Peygamber cebinden çıkardığı bir hurmayı ve bir de hırkayı Aslan Babaya teslim ederek bu emanetleri o çocuğa ulaştır dedikten sonra senin ömrün uzun olsun diye de dua eder.Ahmet Yesevi uzun yıllar dolaştıktan sonra Yesi Şehrine giderek araştırır ve daha çocuk yaşta olan Ahmet Yesevi'ye ulaşır.Ahmet Yesevi Aslan Babayla ilk karşılaşır karşılaşmaz kendisine emanetlerimi getirdinizmi diye sorar.Aslan Baba önce cebinde itinayla sakladığı hurma tanesini çıkartır ve Ahmet Yesevi nin dilinin altına koyduktan sonra Hırkayı kendisine giydirir.Böylece görevini tamamlamış olan Aslan Baba Ahmet Yesevinin tasavvufi anlamda yetişmesi için onun hocası olur.Anlatılan menkıbelerin doğruluk derecesi nedir ne kadarı doğru ne kadarı yanlıştır yada tamamı doğrumudur konusunda kesin bir karara varmanın imkanı yoktur.Ömrüyle ilgili söylenenlerin abartılı olduğu kanısındayım zira bir insanın 700 yıl yada 850 yıl gibi aklı zorlayacak bir ömür yaşamasının olanaksız olduğunu düşünmekteyim.Ömrüyle ilgili söylenenler abartılı olsa dahi Aslan Baba nın çok uzun yaşadığı bir gerçektir.Aslan Baba nın ölümünden sonra Ahmet Yesevi artık bölgenin manevi lideridir.Türklere ve Türkmenlere müslümanlığı sevdiren kutlu bir kişidir.Aslan Baba nın türbesi 1200 lü yıllarda yaptırılmıştır.1400 yılında Timur tarafından yenilenmiştir.1907 de ünlü mimar Kalbirza tarafından restore edilmiştir.İlk türbesinden iki direğin hala ayakta olduğu söylenir.Halk bu iki direği kutsal sayıyır.İnsanların türbeden içeriye girdikten sonra adeta sürünerek saygı gösterdikleri Türbeye giden ziyaretçiler tarafından anlatılmaktadır.Kazakistan'a gidenler Aslan Baba nın türbesini şöyle anlatmaktadırlar.Çok muhteşem bir türbe Aslan Babaya ait olan secere türbenin duvarında asılı duruyor.Türbenin bakıcısı yaşlı bir kazak kadın bu kadın elinde bıçak yada tesbihle gelen ziyaretçilere dua ettirdiği söylenmektedir.Bu yaşlı Kazak kadının Atilladan Timur'a dönemim bütün Türk hakanlarının isimlerini tek tek saydığı yine giden ziyaretçiler tarafından anlatılmaktadır.Aslan Baba Türbesi Eski Kültür bakanlarından Namık Kemal Zeybek tarafından da ziyaret edilmiştir. 




BABA MANSUR:




Türkiye de yaşayan ve orta Asyadan Anadolu'ya göç eden Baba Mansur ailesi çoğalarak binlerce aileye ulaşmıştır.Baba Mansurlular olarak bilinen bu aileler daha önceleri kırsal kesimde köylerde yaşarlarken köylerdeki arazilerin yetersizliği ve iş alanlarının olmayışı nedeniyle ağırlıklı olarak şehir merkezlerine göç etmiş bulunmaktadırlar.Başta İzmir,İstanbul,İzmit,Ankara,Mersin ve Adana gibi iller olmak üzere Erzincan,Tunceli,Bingöl,Malatya,Erzurum'un bazı ilçeleri ve Muş'un Varto İlçesi ile köylerinde yaşamlarını sürdürmektedirler.Ayrıca Türkiyenin diğer bir çok ilinde de Baba Mansur evlatları bulunmaktadır.Baba Mansurluların soy seceresi Mansur'un babası olduğu söylenen ve Türbesi Kazakistanda bulunan Aslan Baba'ya dayandırılmaktadır.Bazı araştırmacılar ve bazı Baba Mansurluların iddiası Baba Mansurluların Hallac'ı Mansur'un soyundan geldikleri yönündedir.Bu düşünce tamamen yanlıştır Hallac'ı Mansur hiç Anadolu'ya gelmemiştir Arap yarımadasında doğmuş orada yaşamıştır.Yaşamının son dönemlerini Bağdatta yaşamış olan Halac-ı Mansur'un İblis yani şeytan için yazdığı ta sin ül ezel isimli risalesi ile Miraç adlı risaleleri nedeniyle kendisine karşı olan düşmanları harakete geçerek aleyhinde kampanyalar başlatmışlar.Bunun üzerine Halife El Müktedir'in emriyle 25 Mart 922 de 64 yaşındayken Hambeliler ile şafiiler tarafından önce asılmış sonrada parçalanarak öldürülmüştür.Tarihlere bakıldığında Hallac-ı Mansur Baba Mansurdan 276 yıl önce ölmüştür.Çünkü Baba Mansur'un ölün tarihi 1198 olarak geçmektedir.Baba Mansur hakkında yazılanların hemen,hemen hepsinin benzer özellikler taşıdığını görmekteyiz.Sonuç olarak vardığım karar Baba mansurluların kökeni'nin Hallac-ı Mansurla bir ilişkisinin olmadığıdır.Baba Mansur önce babası olduğu öne sürülen Aslan Baba tarafında eğitilmiş Aslan Babanın isteği üzerine Asmet yesevi dergahına gönderilen Baba Mansur bu dergahta irşad olduktan sonra hocası Ahmet Yesevi'nin isteği üzerine 12 Türkmen aşiretiyle birlikte Anadolu ya göç etmiştir.Türkmenistan türkçesiyle Mansur Ata Selçuklu Türkçesiyle de Baba Mansur olarak bilinen bir zat olduğu belirtilmektedir.Baba Mansurluların soyundan geldikleri zatın Türkmenistandan Anadolu ya göç eden baba mansur olduğu kesinlik kazanmaktadır.Daha önce Türkmenistanda yaşamış olan Mansur Ata(Baba Mansur) Ahmet Yesevi'nin hocası Aslan Baba'nın oğludur.Önce Babası tarafından yetiştirilen daha sonra Aslan Baba tarafından Ahmet Yesevi ye emanet edilerek Ahmet Yesevi tarafından İrşad edilen Mansur Ata(Baba Mansur) Hocası Asmet Yesevi kendisini tamamen ibadete verince Baba Mansur'u kendi halifesi yapar.Dergah içerisinde yaptırdığı çilehaneye çekilerek ibadet eden Ahmet Yesevi 1166 da vefat etmiştir.Baba Mansur Anadoluya göç ettiği için Ahmet Yesevi ye sırasıyla Tac Ata,Zengi Ata,Sadr Ata,Yahya Ata ve en ünlüleri olan Süleyman Hekim Ata Halife olmuştur.Bir çok kaynağa göre 12 Türkmen aşiretiyle birlikte Türkmenistan'ın Horasan bölgesinden göç ederek Anadolu ya gelen Baba Mansur ve ailesi Anadolu'nun bir çok bölgesini dolaştıktan sonra o dönemler adı Dersim olan bu günkü Tunceli'nin Mzgirt ilçesinin hudutları içerisinde kalan ve o dönemler belde olan daha sonra selçukluların Artuklu beyliğini ortadan kaldırmasıyla birlikte yapılan yağma ve talandan bu bölgede nasibini alarak harabeye çevrilerek yerle bir edilmiştir.Baba Mansur ve ailesi günümüzde köy konumunda bulunan Mohunduya yerleşmiştir.Baba Mansur selçuklular döneminde belde olan Mohundu ve civarında büyük saygı görür.Baba Mansur'un saygın kişiliği Selçuklu sultanı II Alaaddin Keykübat'a kadar ulaşır.Mohundunun karşı yakasında bulunan Bağin kalesine gelen Alaaddin Keykübat Bu arada adını duyduğu Baba Mansur'u da görmek ister ve Mohunduya hareket eder.Alaaddin Keykübat ve adamları mohunduya geldiklerinde Baba Mansur duvar örmekteydi Sultan Alaaddin Keykübatı gören Baba Mansur duvarını örmeye devam eder bunu gören Alaaddin Kekübat kendisini önemsemediğini düşündüğü için Baba mansur'un derhal duvardan inerek huzuruna gelmesini söyler.Durumdan haberdar edilen Baba Mansur işini bırakmayacağını söyleyerek çok istiyorsa Sultan buraya gelsin diyerek haber gönderir.Buna çok içerlenen Sultan Keykübat atını hışımla duvarın örüldüğü yere doğru sürer ve Baba Mansur'a senin ermiş bir kişi olduğunu duydum kimsin nereden geldin şayet ermiş isen keramet göster diyerek azarlar.Sultan Alaaddin Keykübatın bu sert çıkışı üzerine Baba Mansur Ya Allan diyerek elindeki çekici duvara vurur ve duvara atfen yürü der.Duvar bulunduğu yerden başka bir alana kayarak sapa sağlam durur.Bunu gören Alaaddin keykübat Baba mansur'dan kendisi ve ailesiyle ilgili detaylı bilgi alıp bu bilgileri başka kaynaklardan da doğruluğunu teyid ettikten sonra bir soy seceresi düzenleyerek Baba Mansur ailesine gönderir ve bu ailenin vergiden muaf olmasını sağlar.soy seceresinin selçuklular döneminde düzenlenmesinin nedeni bu çekişme ve kırılmaların selçuklular döneminde meydana gelmesinden kaynaklanmaktadır.Baba Mansur Orta Asyadan Anadolu ya gelip bir çok yerde konakladıktan sonra Doğu Anadoluya yerleştiği bilinmekle birlikte artuklulardan kalma el yazması iki sayfalık bir belgenin dışında herhangibir belgenin bulunmaması tesadüfü değildir.Bu nedenle Baba Mansur ile ilgili anlatılan ve dilden dile dolaşan menkıbelerden dolayı yaşamıyla ve kişiliğiyle ilgili farklı görüşler ortaya çıkmaktadır.Bir çok kişi Baba Mansur'u kulaktan dolma sözlerle kendi kafasında canlandırdığı bir karakter şeklinde yazdıkları bir gerçektir.Mesela Baba Mansur'un aslında Hallac'ı Mansur olduğu yada Cansız duvarı yürütmedeki farklı anlatımlar gibi pek çok mesnetsiz ve bilgiden yoksun yazılar ve söylemler bulunmaktadır.Baba Mansur Doğu Anadolu da hüküm süren ancak Selçuklulara vergi bağımlılıkları olan Artuklu Beyliği döneminde yaşamını sürdürmüştür.Bazı kaynaklara göre Bağın kalesinin karşı yakasında bulunan Mohunduya yerleşen Baba Mansur'un yakınları Mohundudan ayrılmazken kendisinin Harputa göç ederek buraya yerleştiği söylenir.Baba Mansur'un Harputtan başka bir yerde Türbesinin olmaması bu tezi doğrulamaktadır.Artuklular döneminde sekiz köşeli olarak inşa edilen türbe Selçukluların Artuklulara saldırıp 1234 te bu beyliği ortadan kaldırmasıyla yakıp yıkılan Harputla birlkikte Baba Mansur türbesi de zarar görüp yıkılmıştır.Türbe ve etrafı sahipsizlikten dolayı arsaya dönüşür ve üzerinde otlar yeşermeye başlar.Aradan yüz yıllar geçer ve Türbenin bulunduğu bölge yavaş yavaş yapılaşmaya başlayuarak bu bölgede evler yapılır.Bu evlerde oturan Şahande isminde bir bayan bulaşık suyunu sürekli evlerinin önündeki boş arsaya döker.Şahande hanım bir gece rüyasında piri fani ak sakallı birinin evine gelip kendisine neden pis suyunu hep benim üzerime döküyorsunuz ya suyunuızu benim üzerime dökmeyiniz yada benim yerimi değiştiriniz dedikten sonra çıkıp gider.Şahande hanım sabah uyandığında rüyadır deyip önemsemeden günlük yaşantısına devam eder.İki gece daha peş peşe aynı rüyayı görünce telaşlanır ve konuyu kendi yakınlarının aracılığıyla dönemin Harput Müftüsüne ulaştırır.Müftü anlatılan rüyayı ciddiye alarak konuyu Harput valisine iletir.Valinin talimatıyla sözkonusu arsada kazı çalışmaları başlar.Bu çalışmalar esnasında arsanın ortasında lahit şeklinde üç mezar bulunur bunlardan birinde yaşlı aksakallı öldüğü günkü gibi sapa sağlam duran nurani yüzlü birinin yattığını görürler.Lahit'in üzerindeki yazıdan adının Baba Mansur olduğu anlaşılır.Diğer iki mezardan birinin bir kadına diğeri ise bir çocuğa ait olduğu söylenmektedir.Baba mansurun yanında bulunan diğer iki lahitin de Baba Mansur'un ailesinden olduğu söylenmektedir.Artuklu Mimari özelliğine göre sekizgen biçimde inşa edilmiş olan Türbe dip kısmındaki kalıntıdan anlaşılmış ve bu türbenin yeniden yapılması kararı alınmıştır.Eski temel üzerine sekiz köşeli olarak yeniden yaptırılan Türbe iki katlıdır.Bu türbenin üst katı makam odası olarak adlandırılmıştır.Yandan bir metdivenle çıkılan bu odanın ön kısmında birde selamlık vardır.Baba mansur adına en çok Artuklular döneminde raslanmaktadır.Pir Sultan Abdal Baba Mansur için şöyle demiştir.Bülbül figan eder bağı gülşende Mansur'un kimsesi yoktur meydanda.Ozan bu deyişinde Baba Mansur'un yanlız bırakıldığını söylemektedir.Böyle önemli bir zatın kayıt altına alınmaması imkansızdır bu konu akademisyenler tarafından araştırılarak Baba Mansur'un gerçek kimliğinin gün yüzüne çıkarılmasında yarar vardır.



HALLAC-I MANSUR:



Türkiye de yaşayan ve Alevi dedeleri olarak bilinen Baba Mansurlu ocağı yada Baba mansur oymağı nın nereden kimin soyundan geldikleri günümüzde dahi tartışılmaktadır.Bu isimle anılan insanların bir kısmı soylarının Hallac-ı Mansurdan geldiğini iddia etmektedirler.Bu düşünce tamamen bir yanılgıdan kaynaklanmaktadır ve yanlıştır.Okuyup araştırmadan yada güvenilir kaynaklardan öğrenmeden böyle bir savı ortaya atmak doğru değildir.Bir şeyi iddi etmeden önce o kunu üzerinde derince bir çalışma yapmak yada konu üzerinde uzmanlaşmış güvenilir kaydaklardan öğrenmek doğru olur kanısındayım.Türkiye de yaşayan Baba Mansurluların Türkmenistan Kazakistan ve Horasan bölgesinden geldikleri gün gibi ortadadır oysa Hallac-ı Mansur Arabistan topraklarında Irak Bağdat dolaylarında yaşamış ve Anadolu topraklarına hiç gelmemiştir.Baba Mansurlulara ait bir soy seceresinin olduğunu bu secerenin yine aynı soydan gelen bir aile tarafından muhafaza edildiğini hepimiz biliyoruz.Secereyi elinde bulunduran bu aile bu soy seceresini açıklamaktan çekinmekte ve gizli tutmaya devam etmektedir.GELİN HALLAC-I MANSUR'U BİRLİKTE TANIYALIM:Ebul Hüseyin bin Mansur el beyzav.Aslında İranlı bir sufi olan Hallac-ı Mansur'un yaşamı vaazları ve ölüm biçimi İslam kültür tarihinin önemli bir bölümünü aydınlatır.Hallaçlık yapan bir babanın oğlu ve sahabelerden Hz.Eyyüb'ün soyundan gelen bir anneden 858 de dünyaya gelmiştir.Babası İran'ın Tur şehrinden ayrılarak Vasıt'a yerleşmiştir.Bu kent Arapların ve Hambelilerin çoğunlukta olduğu bir kentti.Hallac-ı Mansur bu kentte ana dili olan Farsçayı unutarak Arapçayı öğrendi.Hallac-ı Mansur 12 yaşına kadar Kuran okuyarak iç anlamlarını öğrenmeye çalıştı.Bu arada ünlü sufi Sehl el Testeri nin müridi olur.Hallac-ı Mansur 878 de daha 20 yaşındayken Tusteriyi bırakarak Basraya gider ve burada Emr El Maliki adlı bir sufi nin elinden hırka giyerek evlenir.Daha sonra Cüneyt ile görüşmek üzere Bağdat'a gider.Bağdatta sunniliğin ateşli bir vaazcısı olarak yaşamını sürdürür.Bir süre Bağdatta kaldıktan sonra Hacca gider ve oradanda Hindistan'a geçer.Hindistanda giydiği hırkayı çıkararak askerlerin giydikleri kalın kaba elbiseleri giyerek bundan böyle tanrıyı kalbine gömdüğünü söyler.Bu söyleminden sonra kendisine Hallac-ı ül esrar yani sırların hallac'ı adı verilir.Müritlerinin ve ününün artması nedeniyle Müntezile mezhebinden olanlarla şafii mezhebinden olanların tepkisiyle karşılaşınca buradan ayrılarak Horasan'a gider.Horasanda beş yıl kaldıktan sonra Tuster'e geri döner.Tusterden Bağdat'a giderek bu kente yerleşir.Bağdattan ikinci sefer Hacca gider.İkinci defa Hacca giden Hallac-ı Mansur burada sihirbazlık ve cinlerle işbirliği yapmakla suçlanınca Türkmenistan ve Hindistanı dolaşır.Budizm ve Hinduizm hakkında bilgi sahibi olmaya çalışır ve bu inançlar hakkında bilgi toplar.902 de üçüncü sefer hacca gitmek için mekkeye geri döner.Arafatta Tanrının varlığıyla tamamen dolması için yaptığı duayı Bağdata dönünce de sürdürür.Bu arada Enelhak Tanrı ile özdeşleşmek yani tanrı bendedir tezini savunur.Bu düşüncesi etrafta Hallac-ı Mnsur'un kendisini tanrı ilan ettiği gibi algılanarak yayılır.Bazı Müritlerinin yakalanarak cezalandırılmaları üzerine Bağdat Ayvazdan Sus sehrine kaçar.Susta üç yıl kaldıktan sonra yakalanarak Bağdat'a getirilir.Bağdatta karmati ajanlığıyla suçlanan Hallac-ı Mansur Vezir Ali Bin İsa'nın emriyle boynuna ip takılarak üç gün işkence edilerek sokaklarda dolaştırıldıktan sonra hapse atılır.915 te ateşli bir hastalıktan hastalanan Halife El Muktedir'i olağan üstü güşleri sayesnde iyileştirir.Ayrıca velihat'ın papağanını da iyileştirerek ölümden kurtarır.Bütün bunlara rağmen Muntezile halkı bunların hepsinin sihirbazlık olduğunu söylerler.Hallac-ı Mansur'a kötülük yapılması Halifenin annesi tarafından önlenmiş olur.Bundan sonraki sürede İblis yani Şeytan hakkındaki görüşlerini içeren Ta sin ül ezel ve Miraç adlı iki risalesi düşmanlarını yeniden harekete geçirir.Kendisine karşı başlatılan bu kampanya ve hareket Hallac-ı Mansur'un öldürülmesiyle son bulur.Öldürülmemesi için Halifenin annesi oğlu El Muktedir'e yaptığı baş vurular sonuçsuz kalır.25 Mart 922 de 64 yaşındayken Halife Muktedir'in emriyle derisi yüzüldükten sonra dar ağacına asılan Hallac-ı Mansur parçalanarak öldürülür.Hallac-ı Mansur aşırı tanrı sevgisiyle ve tasavvuf tarihiyle olduğu kadar yaşamı ve görüşleri edebiyat tarihine de yansımıştır.Hallac-ı Mansur Vahdet-üş şuhud kuramı ile tanınır.(Yüzde yüz birlik göreni ile görüneni bir görme tek bakma)anlamını içeren Vahdet-üş şuhud kalbe yerleşmiş tanrıyı sufi nin kendisinden ayrı görmemesi biçiminde açıklanır.Hallac-ı Vahdet-i vücut görüşünü savunanlar tarafından kalbe yerleşeni madesel cisim olarak görmekle suşlanmıştır.Ancak Hallac'a göre buradaki yerleşme cisimsel değil ruhsaldır.Hallac-ı Mansur kendi ruhsal hallerine özgü vecd,surk.cem,tecrit ve tecelli gibi bir takım tasaveffi terimleri ortaya atmıştır.K.(B.Lrs.)Yazılı kaynaklardan da anlaşılacağı gibi Hallac-ı Mansur Anadolu ya hiç gelmemiştir.Oysa Baba Mansur ailesinin soyundan geldikleri zatın Türkmenistandan Anadolu ya Gelen Ahmet Yesevi'nin halifesi olan Mansur Ata diğer adıyla Baba Mansur olduğu ağırlık kazanmaktadır. 

SEYİT MAHMUT HAYRANİ:



Seyit Mahmut Hayrani Türkmenistan'ın Horasan bölgesinden göç ederek Anadolu ya gelen erenlerden biridir.Seyit Mahmut hayrani hakkında yazılanlara bakıldığında babasının Mesut Paşa olduğu söylenir.Bir süre güneydoğu da kaldıktan sonra Harrandan Konya ya göç etmiştir.Mevlana'nın çağdaşı olan seyit Mahmut Hayrani bir süre Mevlana dergahında kalarak ondan feyz almıştır.Daha sonra Mevlana dergahından ayrılarak Akşehir'e gitmiş ve burada izdivaya çekilmek istemiş ancak kapıldığı ilahi aşkın tesiriyle yollara düşmüş dağlarda dolaşmış bir çok yeri gezdikten sonra Akşehir'e geri dönmüştür.Seyit Mahmut Hayrani yi çok seven Mevlana Celaleddin-i Rumi onu hiç unutmamış ve gelenden gidenden hep onu sormuş hakında bilgi almıştır.Keramet ve mucizat sahibi olduğu ve hep kerametlerinden bahsedilen Seyit Mahmut hayrani hicri 667 miladi 1268 de Konya Akşehirde vefat etmiştir.Sultan dağı eteklerinde dağla aynı adı taşıyan Sultan Mahallesindeki Türbede defnedilmiştir.Sandukasındaki yazının Türkçesi şöyledir.Velilerin kutbu Mesut şehit merhum ve mağfur senedim ve efendim Seyit Mahmut ibni mesut hicri 667 yılında vefat etmiştir.Allah'ın geniş rahmeti üzerine olsun.Türbede Türk tahta işlemeciliği ve oymacılığı sanatının şaheseri olarak kabul edilen üç sanduka bir ermeni tarafından çalınmış bu sandukalar yurt dışına kaçırılmak üzereyken ikisi yakalanmış ve İstanbuldaki Türk İslam eserleri müzesinde sergilenmiştir.Bu sandukaların üzerinde Velilerin kutbu Seyit Mahmut ibni Mesut yazıları bulunmaktadır.Büyük bir mimari özelliğe sahip Mahmut Hayrani'nin Türbesi daha sonra yapılan Mevlana türbesine örnek olmuştur.Bu iki türbenin de aynı mimar tarafından yapıldığı söylenir.(ky.T.b.St.)Tunceli Mazgirt ve oradanda ülkenin bir çok yerine dağılmış olan Kureyşan Aşireti'nin Seyit Mahmut Hyrani'nin soyundan geldikleri söylenir.Kureyşanlıların Hacı Kureyş'in evlatları olduğu ve Hacı Kureyş'in de Seyit Mahmut Hayrani'nin oğlu olduğu söylenmektedir.Bir çok kimse ve yazara göre Hacı Kureyş ile Baba Mansur(Şah Mansur)un kardeş olduklarını öne sürmektedirler.Hacı Kureyş ile Şah Mansur'un çağdaş oldukları ancak kardeş olmayıp yakın akraba oldukları doğrudur.Şah Mansur(Baba Mansur) ile Hacı Kureyş'e ait birer soy seceresinin olduğu ve bu secerelerin detaylı bir şekilde incelenerek gerçeklere ulaşılmasıyla konu çözülmüş olur.Baba Mansur soy seceresi hakkında yazılan mesnetsiz ve bilgiden yoksun söylemler Hacı Kureyş Seceresi hakkında da mesnetsiz bilgiden yoksun kafadan dolma sözler söylenmekte ve yazılar yazılmaktadır.Bu yazılanların çoğu dilden dile dolaşan halk menkıbeleridir bu menkıbeler zamanla dejenere edilerek gerçeklilikten uzaklaştırılmıştır.Bu iki soy seceresi hakkında yorum yazıp anlatanlar İbrahim peygamberden tutun Hacı Kureyş ve Şah Mansur'a kadar gelmektedirler bu yazıları ve yorumları yazarken İbrahim Peygamberden günümüze kadar babadan oğula isim sıralayarak yazmaktadırlar.Doğrusu ben şahsen bu yazıları yazanların bu isimlere hangi kaynaklardan ulaştıklarını oldukca merak etmekteyim.Bir gerçek varki bu yazılıp çizilenlerin büyük bölümü kişilerin uydurmasıdır.Bu iki oymağın ehlibeyt soyundan geldikleri söylenir.Orta asyadan gelen Türkmen aşireti oldukları tarih kitaplarında ve belgelerde yazmaktadır Etlibeyt'e dayatılmasının tek tutar yanı ise Emevi zulmünden kaçarak Türkistandaki Türkmenlere sığınan Peygamber torunlarıyla yapılan evliliklerden doğan çocukların anne tarafından eylibeyte kavuşmalarıdır bu çocuklar tasavvufi anlamda irşad edilerek eren mertebesine ulaşıp yol gösterici olmaları tekkeler kurarak bu misyonu sürdürmeleriyle günümüzde dede baba dediğimiz olgu ortaya çıkmıştır. 



V İ R A N İ :


Virani Alevi Bektaşilerin yedi ulu ozanlardan biri olarak tanımladıkları ozanlarımızdan biridir.Doğumu ve ölümü ile ilgili kesin bir bilgi bulunmamakla birlikte 16 yy da yaşamış ve 17 yüz yılın başlarında vefat ettiği muhtelif kaynaklarca ifade edilmektedir.Virani nin Eğriboz adasında doğduğu söylenmektedir.Virani bektaşiliği benimsemiş önemli halk ozanlarımızdan biridir.Virani nin bir süre Hz.Ali nin Necef Kantindeki türbesinde Türbedarlık yaptığı ve necefteki bektaşi tekkesinden icazet alarak babalık vasfını elde ettiği söylenir.Kimi kaynaklara göre Necefteki Hz Ali Türbesinden ayrıldıktan sonra Balkanlara giderek Hz Peygamberin soyundan olan Demir babadan icazet alarak babalık vasfına kavuştuğu anlatılmaktadır.Virani'nin 1587-1628 tarihleri arasında hükümdar Şah abbas ile görüştüğü de anlatılmaktadır.Anadoluyu karış karış dolaşan Virani'nin Bektaşiliğin ikinci piri olarak kabul edilen Balım Sultan dan el aldığı da anlatılmaktadır.Virani yaşadığı dönemin şartları dahilinde iyi bir eğitim aldığı Türkçe nin dışında Farsça ve Arapçayı da çok iyi konuştuğu onu anlatan kaynaklarca belirtilmektedir.Virani nin kaleme aldığı bir divan ve birde risalesi bulunmaktadır.Viraniye ait olan bu iki eser günümüze kadar gelmiştir.Virani Balkanlardaki Deliorman bölgesinde yaşayan ve yüz yaşını aşmış piri fani bir zat olan aynı zamanda Hz Muhammed'in soyundan geldiği söylenen Demir Baba dergahını ziyaret ederek ondan icazet ister.Demir Baba da Viraniye nasihatlerde bulunduktan sonra ona icazet vererek onu babalık mertebesine yükseltir.Demir Baba dan rızalık aldıktan sonra oradan ayrılarak yine Bulgaristandaki Deliorman bölgesinde bulunan Otmam Baba tekkesini ziyaret eder.Virani Otman Baba yı ziyaret ettikten sonra oradan ayrılarak yolonun üzerinde bulunan Karlıova bölgesinde ki hafızzade Türbesine gelir.Deliorman yakınllarındaki Hafızzade Türbesinde hastalanan Virani iyileşmeyerek burada hakkın rahmetine kavuşur.Balkanlarda vefat eden Virani Karlıova bölgesindeki Hafızzade Türbesinin avlusuna defnedilir.Sevenleri tarafında bu Türbede ziyaret edilmektedir. 





FUZULİ:


Fuzuli Türk divan edebiyatında önemli bir yere sahip olan ozanlarımızdan biridir.Asıl adı Mehmet olan Fuzuli nin babasının adı Süleymandır.1488-1495 yılları arasındfa Iarak'ın Hill Şehrinde doğmuştur.Yaşamı boyunca Iraktan başka bir yere gitmemiştir.Tüm yaşamı Bağdat,Necef ve Kerbela Kentleri arasında geçmiştir.Irak Safevi Hanedanlığının eğemenliği altındayken uzun yıllar Necefteki Hz Ali Türbesinde hizmet etmiştir.Fuzuli, şii mezhebine mensup olduğu için Hz Ali ile Hz Muhammed'i bir birinden ayrı düşünmeyerek bir bütün olarak görmekteydi.Ayrıca fuzuli nin Ehlibeyt ve on iki İmamlara bağlılığı ile Kerbela Şehitlerine olan sevgi ve bağlılığını yazmış olduğu deyiş ve mesnevilerinde açıkca dile getirmiştir.Fuzuli Necefteki Hz Ali Türbesinde hizmet ederken Safevi Hanedanı Şah İsmail(Hatayı)tarafından kendisine Ratibe adı altında bir aylık bağlanmış daha sonra bilinmeyen bir nedenle bu aylık kesilmiştir.Fuzuli'nin Arap yada acem olmadığı Türkmenlerin Bayat oymağına mensup olduğu belirtilmektedir.Çok iyi bir eğitim gördüğü söylenen Fuzuli Türkçe,Farsça ve Arapça biliyordu.Mesnevilerini ve şiirlerini bu üç dilde yazmıştır.Devrinin Geometri.Fizik ve Astronomi gibi bilim dallarıyla ilgilenmiştir.Irak Safevilerin elindeyken Safevilere yapıtlar sunan Fuzuli Irak 1534 yılında Osmanlıların eline geçtikten sonra Devrin Osmanlı Padişahlarından Kanuni Sultan Süleyman ve diğer ileri gelenlere yapıtlar sunmuştur.Fuzuli nin yapıtlarını çok beğenen Kanuni sultan süleyman kendisine dokuz akçelik bir maaşın bağlanmasını emreder.Ancak Fuzuli,nin Nişancı Paşaya gönderdiği ünlü şikayetname adlı mektubunda kendisine verilmek istenen dokuz akçelik maaşın hiç bir zaman eline geçmediğini söylemiş ve eleştiride bulunmuştur.Fuzuli nin değeri ne Safeviler nede Osmanlılar tarafından anlaşılamamıştır.Fuzuli bütün yaratıcı gücünü insan ve evrenle ilgili düşüncelerini yazmış olduğu mesnevinameleri ile deyiş ve şiirlerinde açıkca dile getirmiştir.Fuzuli ye göre şiirin temelini bilim özünü ise sevgi oluşturur.Fuzuli bu düşüncesiyle bilimi hep ön planda tutmuştur.Bu düşünce tarzı Fuzuli yi çağının en aydın ve çağdaş ozanlarından olduğunu ortaya koymaktadır.Fuzuliye göre gerçek varlık tanrıdır diğer varlıklar onun iradesiyle tecelli etmişlerdir.İslamda yaygın olan ve gelecekle ilgili olarak önceden hisseden ve bilen yani keramet sahibi olduğu söylenmektedir.Fuzuli nin yazmış olduğu mesnevilerin ön sözlerinden de anlaşılacağı gibi daha çocuk yaştayken şiirle uğraşmaya başlamıştır.Türkçe,Farsça,Arapça deyişler ve şiirler yazmıştır.Özellikle Gazel yolunda Leyla ile Mecnun adlı mesnevisinde bu konuda önemli ölçüde başarı göstermiştir.Türkçe divanı'nın önsözü içindeki manzum bir parça da şiirlerin en önemlisinin gazel olduğunu vurgulamaktadır.Fuzuli nin deyiş ve şiirleri din motifli değildir.Bu şiirler ağırlıklı olarak aşk teması üzerine işlenmiş olan şiirlerdir.Fuzuli nin işlemiş olduğu aşkın dünyevi aşkla bir ilgisi yoktur.Ağırlıklı olarak manevi aşkı işlemiştir.Mesela hak aşkı,Tanrı)Muhammed,Ali ve on iki İmamlar ile ehlibeyt aşkı üzerine temalar işlemiştir.Fuzuli Yezit tarafında Kerbela da şehit edilen Ehlibeyt evlatlarına büyük saygı göstermiş ve sürekli olarak onları anmıştır.İyi şiirin ancak bilimle elde edileceğine inanan ozan bu düşüncesini yazmış olduğu Türkçe mesnevisinin ön sözünde açıkca belirtmiştir.Ozan bu konu da şu açıklamayı yapmıştır.İlimsiz şair esassız divar gayette bi itibar çürük olur sözleriyle anlatmaktadır.İlimsiz şiirden kalıb-ı bi-ruh gibi teneffür kıldığını yani nefret ettiğini söylemektedir.Fuzuli Türk edebiyatında ünü ve etkisi fazla olan ozanlardan biridir.Azeri,Çağatay ve Türkiye türkçesiyle yazan bir çok ozanın Fuzuli den etkilendikleri görülmektedir.Azeri edebiyatı üzerindeki etkisi doğal olmakla birlikte Çağatay edebiyatında Ali Şir Nevai eğemenliği ile rekabet etmiştir.Osmanlı edebiyatında ise çağdaşları Hayali ve Taşlıcalı yahyadan başlayarak daha sonra yetişen Bağdatlı Ruhi,Baki,Naili,Nabi,Nedim,Şeyh Galip Yenişehirli Avni gibi şairler üzerinde büyük etkisi olmuştur.Fuzuli şii olması nedeniyle Alevi ve Bektaşiler tarafından da benimsenmiş onun deyiş ve nefesleri Cem ibadetlerinde okunmaktadır.Aleviler Fuzuli yi yedi ulu ozanlardan biri olarak kabul etmektedirler.Ayrıca Şiilerin Muharrem ayında Kerbela anmalarında Fuzuli nin yazdığı Hadikat üs-süade adlı mesneviyi okumaktadırlar.Fuzuli nin halk edebiyatı üzerinde de büyük etkisi olmuştur.Bir çok saz şairi ve ozan onun etkisinde kalmıştır.Bunların en ünlüleri Gevheri ve Dertli dir.Fuzuli şiir ve düz yazı alanında önemli yapıtlar bırakmıştır.Türkçe,Farsça ve Arapça üç divan yazmıştır.Türkçe olarak sonradan basılan divanları şöyledir.Fuzuli divanı 1948 de Abdulbaki Gölpınarlı tarafından yine Fuzuli divanı 1950 Ali Nihat Tarlan tarafından Türkçe divan 1958 da Kenan Akyüz ,Sait Yüksal,Müjgan Cumbur tarafından Türkçe olarak yazılan en önemli ve en güzeli Leyla ile Mecnun adlı Mesnevisidir.1957 de Necmettin Halil Onan tarafından Esrar ile Şarap arasındaki ünazarayı(Tartışma) anlatan ve Şah İsmail'e sunulan Beng'ü Bade eseri latin harfleriyle 1955 te Kemal edip Küçükoğlu tarafından hazırlanarak basılmıştır.Ayrıca kerbela vakasını anlatan Hadikat üs-suade(Kutlu kişilerin bahçesi)Saadete ermişlerin bahçesi adlı yapıtı da Selehattin Güngör tarafından hazırlanarak basılmıştır.Fuzuli nin mesnevi ve şiirlerinden anlaşılacığı gibi Irakta doğmuş orda yaşamış Bağdat,Kerbela ile Necef şehirlerinin dışına çıkmamıştır.Fuzuli nin hayatı diğer hak ozanlarında olduğu gibi yokluklar içinde geçmiştir.Evlat olarak Fazlı adında bir oğlu olduğu belirtilmektedir.Fuzuli nin doğum tarihini 1480 olarak kabul edecek olursak 1556 yılında 76 yaşında vefat etmiştir.(B.l.sz.a.) 



ŞEYH BEDRETTİN:



Asıl adı Bedrettin Mahmut olan Şeyh bedrettin bazı kaynaklara göre 1358-1359 bazılarına göre ise 1365 yılında Edirnenin Karaağaç ile dimatoka arasında bulunan simavna beldesinde dünyaya gelmiştir.Babası bir Osmanlı Emiri bir gazi olan ve Selçuklu Sultanı II Alaaddin Keykübat'ın soyundan geldiği iddia edilen İsrail'dır.Şeyh Bedrettin'in babası İsrail Edirne Osmanlılar tarafından alındıktan sonra ele geçirilen Dimatoka ya bağlı simavna kasabasına kadı olarak atanmıştır.Şeyh Bedrettin'in annesi ise Rum ileri gelenlerinden bir ailenin kızı olup sonradan Müslüman olan Melek Hatun'dır.Bu nedenle Şey Bedrettin için simavna kadısının oğlu sıfatı kullanılmış ve bu sıfatla tanınmıştır.Sonradan bu deyin Kütahyanın Simav ilçesiyle bağlantılı hale getirilerek Ona Bedrettin Simavi denmeye başlanmıştır.Simavnalı Şeyh Bedrettin öğrenim çağına geldiğinde ders arkadaşı kadızade-i rumi adıyla anılan ünlü matematikçi ve astrolog Musa ile birlikte Musanın babası Bursa Kadısı Koca Mahmut'dan daha sonra da konyadaki Allame Feyzullah'dan ders almıştır.Şeyh Bedrettin daha sonra Suriyeye gitmiş ancak oradaki bilginleri küçükseyerek Kahireye giderek Kahiredeki bilginlerden ders almıştır.Bedrettin Kahirede arkadaşları ünlü bilgin Cürcanlı Seyid Şerif ve ünlü tabip Aydınlı Hacı Paşa ile birlikte Mübarekşah Mantıki'den İlahiyat Felsefe ve Mantık dersleri alarak eğitimini tamamlamıştır.Şeyh Bedrettin ayrıca Kahire de izdiva hayatı yaşayan Ahlatlı Hüseyinden de Tasavvuf Öğrenmiştir.Bedrettin Şeyhi nin buyruğuyla Tebrize giderek Timurun huzurunda bilginler arasında yapılan bilimsel konuşma ve tartışmalarda derin bilgisini göstermiştir.Bu tartışmanın ardından kazvine giderek burada derin bir tasavvuf bilgisini alarak Kahireye geri dönmüştür.Şeyh Bedrettin Kahire de Memlüklü sultanı Melik Zahir Berkuk'un hürmet ve takdirine mazhar olmuştur.Bu nedenle Ahlatlı Hüseyi'nin tavsiyesi üzerine Sultan'ın oğlu Ferec'in hocalığına getirilir.Şeyh Bedrettin Kahirede kaldığı süre içinde İslam Hukukunu kaleme almıştır.Bedrettin şeyhinin ölümü üzerine bir süre onun yerine Şeyh olmuş daha sonra Anadolu'ya geri dönmüştür.Bedrettin Anadolu da Germiyan,Karaman,Aydın dolaylarında tire ve diğer yerlerde bulunan Alevi Bektaşi yörelerini bir bir dolaşmıştır.Şeyh Bedrettin irşad amacıyla Anadolu'da dolaştığı sıralarda batıni düşünceyi yaymaya çalışmıştır.Dolaştığı yörelerde sürekli olarak Alevi Bektaşi Türkmenlerle ilişki kurarak esas amacına uygun olarak onların üzerinde büyük etki bırakmıştır.Şeyh Bedrettin daha sonra Rumeli'ye geçerek Edirneye yerleşmiş ve kendisini ziyarete gelenlere sürekli olarak telkinlerde bulunmuştur.Şeyh Bedrettin'in bu çalışmaları Osmanlı devletinin parçalanıp Şehzadelerin bir birleriyle mücadele ettikleri döneme raslamaktadır.Bu dönemde Şeyh Bedrettin'in büyük bir bilgin kudretli ve erdemli bir kimse olduğu her tarafa yayılmıştır.Edirne de Hükümdarlığını ilan eden Musa Çelebi Şeyh Bedrettin'i Kazasker olarak atamış Bu sayede Şeyh Bedrettin'in saygınlığı gittikçe artmıştır.Şeyh Bedrettin bu yetkiyi çok iyi kullanarak ününü yaymayı başarmıştır.Çelebi Sultan Mehmet 1413 te kardeşi Musa Çelebiyi bertaraf ederek yerine sultan olunca Şeyh Bedrettin'i Kazaskerlik görevinden azlederek İlim ve irfanına duyduğu saygıdan dolayı onu oğlu ve kızıyla birlikte İznikte zorunlu ikamete tabi tutmuştur.Sultan Çelebi Metmet İznikte zorunlu ikamete tabi tuttuğu Şeyh Bedrettin'e ayda 1000 akça maaş bağlamıştır.Şeyh Bedrettin İznikta sakin bir yaşam sürerek yeni eserler yazmakla vakit geçiriyordu.Şeyh Bedrettin bir süre sonra Urla yarımadasındaki Karaburun da bulunan halifesi Dede Mustafa adıyla anılan Börlükçü Mustafa nın büyük faaliyetler içine girdiğini haber alır.Şeyh Bedrettin Hacca dideceğim bahanesiyle çocuklarını İznikte bırakarak Kastamonuya oradanda Sinop'a geçerek bir gemiye binip Kefe yoluyla Eflak Voyvodasının yanına gider.Mustafa dede olarak bilinen Börlükçü Mustafa Karaburunda Müridi Torlak Kemal ise Manisa da Alevi Bektaşilerin bulundukları yörelerde Osmanlının içinde bulunduğu iç kargaşadan yararlanarak yoğun faaliyetlerde bulunurlarken Şeyh Bedrettin de Rumeli de İsyan hazırlıklarını sürdürüyordu.Şeyh Bedrettin Eflaktan Osmanlı topraklarına geçerek Silistre,Dobruca ve Deli, Orman bölgelerinde etkili bir propoğanda yaparak etrafına önemli ölçüde insan toplar.Çok geçmeden Börlüceli Dede Mustafa beş bin kişilik bir güçle Karaburundan isyana başlar.Başlatılan isyan kısa sürede büyüyerek devam eder.Börlüceli Mustafa Dedenin başlattığı isyanı bastırmakla görevlendirilen İzmir sancak beyi Aleksandr isyancılara yenildiği gibi hayatınıda kaybeder.Bu durum karşısında Saruhan sancak beyi Ali bey isyanı bastırmakla görevlendirilir.Ali bey güçleri de bozguna uğrayarak güçlükle Manisa ya kaçarlar.Durumun giderek kötüleşmesi üzerine Çelebi Metmet daha etkin önlemler almaya mecbur kalır.Sultan Çelebi Mehmet Veziri Beyazıt Paşa ve Oğlu Şehzade Murat'ı büyük bir kuvvetle Börlüce dede Mustafa ya karşı gönderir.Beyazıt APaşa kuvvetleri ile Börlükçü Mustafa Dedenin güçleri arasında şiddetli çatışmalar yaşanır.Bu çatışmadan sonra Börlükçü Dede Mustafa ve diğer guruplar teslim olmak zorunda kalırlar.Çarpışmalarda Osmanlı Kuvetleri de çok sayıda zayiat verirler.Beyazıt Paşa teslim olanları Ayasuluğa getirerek burada sorgular.Bunlardan bir çoğu dede sultan Börlükçü Mustafa'nın gözleri önünde başları vurularak iğdam edilirler.Börlükçü dede Mustafa nın elleri bir tahtaya çivilenerek deve üzerinde halk arasında dolaştırıldıktan sonra öldürülmüştür.Öte yanda Manisa ve Çevresinde etrafına üç bin kişi toplayan Torlak Kemal'in İsyanı Karaburun isyanı kadar etkili değildi.Şehzade Murat ve Beyazıt Paşa Börlüçe dede Mustafa nın isyanını bastırdıktan sponra Torlak Kemal'e karşı harekete geçerler.Torlak kemalde kısa sürede etkisiz duruma getirildiktan sonra Torlak Kemal ve arkadaşiları asılarak idam edilirler.Osmanlılar bu isyanın Alevi Bektaşi isyanı olduğuna inanarak asıl Liderlerinin Şeyh Bedrettin olduğunu düşünüyorlardı.Deli Orman bölgesine yerleşen Şeyh Bedrettin bir çok yere mektup göndererek halkın kendisine katılmasını istiyordu.Şeyh Bedrettin Kazasker olduğu dönemlerde rumeli de çok sayıda yandaş edinmişti.Şeyh Bedrettin Anadolu da başlatılan İsyanın yayılıp genişlemesini bekliyordu.Dede Mustafa ve Torlak Kemal'in başlatıkları isyanın bastırılması Şeyh Bedrettin ve yakın çevresinin ciddi şekilde moralini bozmuştu.Bu sırada Sultan Çelebi Mehmet Yıldırımın oğlu Musa Çelebi (Düzme Mustafa)nın saltanat iddiasıyla Teselya ve Selanikteki faaliyetlerini önlemekle meşguldü.Ancak o Sereze gelince Şeyh Bedrettin'in deliorman bölgesinde isyana başladığını öğrenmiş ve bir süre sonra kendisine katılan Beyazıt Paşayı Şeyh Benretti'e karşı göndermişti.Aslında Anadoludaki isyanın bastırıldığını haber alan Şeyh Bedrettin yandaşlarının bir kısmı dağılmıştı.Meydana gelen çarpışmalarda Şey Bedrettin yakalanarak Sultan Çelebi Metmet'in bulunduğu Serez'e götürülür.Şeyh Bedrettin'in Rumeli Fatihleri'nin soyundan geldiği Büyük bir bilgin ve düşünür olması nedeniyle hemen öldürülmedi.Sultan Metmet Çelebi bu konu da Din adamlarının fetva vermesini emretti.Şeyh Bedrettin'in giriştiği bu harektin İslam'a uygun olup olmadığı ve cezasının ne olması gerektiği hususunda bir bilgin heyetine soruldu.Heratlı Mevlana Haydar'ın düzenlediği bir fetva ile suçlu olduğu ilan edilen Şeyh Bedrettin 1420 de Sezer pazarında bir dükkan'ın önünde asılarak idam edildi.Ky(Trk.Trh.)Şeyh Bedrettin'in yazmış olduğu eserlerin çoğu gizlenmiş yada kaybolmuştur.Bu konu ile ilgili daha önce görülmüş olan bir davada Mahkeme kararına göre 48 eseri bulunmaktadır.Başka kaynaklara göre ise bu sayının 38 adet olduğu yönündedir.Şeyh Bedrettin'in en iyi incelenen eserlerinden biri Varidattır.En öne çıkan eserlerinden bazıları şunlardır.Varidat,Camü-ül fusuleyn,Lati-fül İşarat,Et-Teshil,Meseret-ül Kulüb,Unkud-ül Cevahir,Çerağ-ül Fütuh,ve en son yazdığı Narü-l Kulüb gibi eserlerdir. 




ŞAH İSMAİL(HATAYI)



Safevi devletinin Kurucusu ve ilk hükümdarı olan Şah İsmail 1486 yılında Azerbaycan Serab da doğdu.Şah Haydar ile Akkoyunlu Hükümdarı uzun Hasan'ın kızı Halime Begüm'ün oğludur.Şah İsmail'in Babası Şah Haydar 1488 de Şirvan Şahı Ferruh Yasarla giriştiği savaşta öldürülmesi üzerine annesi Halime Begün ve kardeşleriyle birlikte İstarh kalesine kapatıldılar.Beş yıl sonra Akkoyunlu tahtına oturan Rüstem bey kendilerini serbest bıraktı.Şah İsmail'in ağabeyi Ali Safevi tarikatinin başına geçtiyse de Akkoyunlu hükümdarı Rüstem beyle arası açıldığı için 1494 te öldürüldü.Şah İsmail henüz çok küçük olduğu için Müritleri tarafından Geylan Hükümdarı Mirza Ali nin yanına kaçırıldı ve yedi yaşına geldiğinde ise şeyh ilan edildi.12 yaşına kadar lahicanda kalan Şah İsmail 1500 de topladığı kuvetin başına geçerek önce erdebile daha sonra da Erzincan'a gitti.Yöredeki aşiretlerden topladığı yedi bin kişilik kuvvetle Şirvana yürüyerek babasını öldüren Ferruh Yasar'ı yenerek İdam ettirdi.Ardından Nahçıvan yakınlarında Akkoyunlu Hükümdarı Elvend Mirzayı yenerek Azarbaycana hakim olmayı başardı.İsmail Safevi bu galibiyetten sonra Tebrizde Şahlığını ilan ederek on iki imamlar adına hutbe okuttu.Kısa bir süre sonra Irak ve Fas hükümdarları ile Akkoyunlu Murat beyi hamedanda yenerek Şiraza ardından Firuzköy,Yezd,İsvahan ve Gazvin kentlerini ele geçirdi.Sınırlarını genişleten Şah İsmail buralarda yaşayan ve kendisine karşı direnmeye çaışan sunni halk üzerinde baskılarını arttırdı.Akkoyunlu Murat Beyin Dulkadroğullarına sığınmasını bahane ederek 1507 de Dulkadiroğulları Beyliğine saldırarak Harput ve Diyarbakır'ı topraklarına katıktan sonra Bağdatın üzerine yürüyerek bağdatı da almış oldu.Şah İsmail daha sonra 1510 da Özbek Hanı Muhammed Şahbaniye karşı Merv Netri yakınlarında kazandığı zafer Horasan'ın Safevi eğemenliğine girmesiyle sonuçlandı.Babur Şahla dostluk kurarak Horasandaki nüfuzunu sağlamlaştıran Şah İsmail Anadoluya gönderdiği halifeleri aracılığıyla Anadolunun Türkleşmesine Alevi ve Bektaşiliğin yayılmasında önemli ölçüde rol oynadı.Şah İsmail yanlısı olan Şah Kulu'nun başlattığı isyan güçlükle bastırıldı.Şah Kulu ayaklanmasının Osmanlılar tarafından bastırılmasından sonra Şah İsmail tarafından Anadolu ya gönderilen Nur Ali Koyulhisarda etrafına topladığı Alevi Bektaşilerle 1512 de Tokat'ı alarak Şah İsmail adına hutbe okuttu.Dönemin Osmanlı Padişahı I Selim diğer adıyla Yavuz Selim bu ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırarak olaya karışmamış olan çok sayıda masum Alevi Bektaşiyi katletti.Osmanlılarla savaşın kaçınılmaz olduğunu anlayan Şah İsmail Tebrize gelerek hazırlıklara başladı.iki ordu 23 Ağustos 1514 te Hoy yakınlarındaki Çaldıran ovasında karşı karşıya geldiler.Şah İsmail'in Ordusu karşısında zorlanan Yavuz Selim yöredeki Kürt aşiretler ile Ermeni komitacılardan destek alarak bu takviye birlikleri cepheye sürüp böylece şah İsmail'i yenmeyi başardı.Bu yenilgiden sonra Şah İsmail'in durumu epeyce sarsılmış oldu.Bu yenilgiyi fırsat bilen Özbekler Horasanı yeniden geri almayı başardılar.Şirvan Şahla yeniden barış imzalayan Şah İsmail Osmanlılarla yeniden savaşmak için tekrar hazırlıklara başladı ancak hastalandığı için bu hazırlıkları sürdüremedi.Toplan yedi yıl hükümdarlık yapan Yavuz Selim bu savaştan altı yıl sonra sırtında çıkan bir yaradan dolayı 1520 de ölünce Şah İsmail yeniden Osmanlılara karşı bir harekete girişmeyi düşündüyse de hastalığı ilerlediği için bu gücü kendisinde bulamadı.Şah İsmail 1524 te daha 39 yaşındayken İlerleyen hastalığüı sebebiyle Serab da öldü.Şah İsmail'in cenazesi Erdebile götürülerek dedesi Şeyh Safi nin yanına defnedildi.Şah İsmail aynı zamanda çok güçlü bir halk ozanıydı.Hatayı Mağlasıyla okuduğu deyişleri Azeri edebiyatının en güçlü eserleri arasında yer almaktadır.Şah İsmail'in deyişleri Anadolu da yaşayan Alevi ve Bektaşiler arasında da oldukca önemsenir ve cem ibadetleri esnasında bu deyişler okunur.Günümüzde okunan Şah İsmail(Hatayı) deyişleri özelliğinden hiç bir şey kaybetmemiştir.Şah İsmail'in Hatayı mağlasıyla okuduğu gazeller ve deyişler aşk özlem dünyanın fani oluşuyla ilgili konular içtenlikli bir anlatım ve sade bir Türkçe ile ele alınmıştır.Bu nefesler bütünüyle Alevi Bektaşi İslam inancını yansımaktadır.Halk diliyle söylenmiş ve Yunus Emre geleneğiyle sürdürülen bu deyiş ve nefeslerde Hz.Muhammed,Hz Ali,On iki imama bağlılığı Yezit ile mervana karşı oluşu Mürşide ve Pire bağlılığı yol ve erkana sevgiyle bağlanmayı,Ahlak ilkesine bağlı kalınması,İyilik edip kötülük,dedikodu ve insanları çekiştirmenin kötü davranışlar olduğu konusu üzerinde Hasasiyetle durmuştur.(By.lr.sz.ank.) 




BEKTAŞİLİK



:Hacı Bektaş-ı Veli adına kurulan ve on üçüncü yüzyılda Anadolu Türkmenleri arasında pek çok yandaş toplayan Baba İshak'ın 1240 ta başlattığı bu ayaklanma bastırıldıktan sonra bektaşiler bugün kendi adına anılan kasaba da oturan Hacı Bektaş-ı Velinin etrafında toplandılar.Bektaşiler Hz.Muhammed'i Mürşit Hz.Ali yi Rehber ve Hacı Bektaş-ı Veli yi Pir olarak tanıdılar.Mevlevilik daha çok kentlerde yayılırken Bektaşilik başlangıçta sınır boylarında ve daha ziyade kırsal kesimde yaşayanlar arasında yayılmaya başladı.Bu arada Kalenderilik,İsmaililik ve Haydarilik tarikatinden olanlardan da Bektaşiliği benimseyenler oldu.Bektaşiliğin Şamanlıktan izler taşıması Anadolu halkının konuştuğu arı Türkçeyi konuşması tekli düşünce yerine her düşünceden olan insanları kucaklaması ve genel inançları ortaya koyması gibi nedenlerle büyük ilgi çekmiştir.Bektaşiliğin kapılarını her düşünceden insanlara açması nedeniyle Osmanlı İmparatorluğunun eğemenliğindeki Anadolunun hemen hemen her yöresinde hızla yayılarak Balkanlara kadar gitmiştir.Bektaşiliğin hızlı bir biçimde Anadolu dan Balkanlara kadar yayılmasıyla birlikte Osmanlı devletinde ordu gücünün bel kemiğini oluşturan Yeniçeri ocağının yarı resmi tarikati haline gelmiş oldu.Bu nedenle Yeniçeri ocağına taifei Bektaşiyan da denmiştir.Hacı Bektaş-ı Veli den sonra Bektaşiliğin ikinci piri sayılan Balım Sultan Bektaşiliğin ayin ve erkanında değişiklikler yaptı.Tekkeleri yeniden düzene soktu dünyadan el etek çekmiş bir dervişler örgütü kurdu.Bu düzenlemeden sonra bektaşilik bir birine rakip olan iki kola ayrıldı.Hacı Bektaş-ı Veli soyundan geldiklerini öne sürdükleri için kendilerine bel evladı adını veren kola mensup olanlar daha çok kırsal kesimde yayılmaya başladılar.Bu kola daha sonra Çelebiler kolu denildi.Hacı Bektaş-ı Veli nin gerçek yolunu izleyenlerin kendileri olduklarını öne sürdükleri için yol evladı yada sefili diye adlandırılan ikinci kol düzenli ve örgütlü bir tarikat durumunda büyük kentlerde ve kasabalarda güçlendi.Bu kola babalar kolu denildi.Yeniçerilerin çıkardıkları ayaklanmada Bektaşilerin büyük rol oynadığını düşünen II Murat Yeniçeri ayaklanmasını kanlı bir biçimde bastırarak bu ocağı 1826 tarihinde kapatmış oldu.Yeniçeri ocağının kanlı bir biçimde kapatılması Osmanlı Devletinin askeri gücünün zayıflamasına neden olmuştur.II Murat'ın Bektaşilere karşı olan katı tutumu Bu tarikatin yasaklanmasına neden olmuştur.Bektaşiliği yasaklayan II Murat Bektaşi önde gelenlerini tutukladıktan sonra bir kısmını asarak idam ettirdi ve bir kısmını da sürgüne gönderdi.Bu dönemde yeni kurulan bektaşi tekkeleri yıktırıldı.Hacı Bektaş-ı Veli dergahı da dahil olmak üzere köklü ve eski tekke ve dergahlara sunni şeyhler atandı.Özellikle de Nakşibendi tarikatinden olan sunni şeyhler bu tekke ve dergahlara atandılar.Bütün bu yapılanlara rağmen bektaşilik varlığını korudu ve 1861-1876 tarihleri arasında Abdulaziz'in saltanatı döneminde Bektaşiliğin yeniden serbest olmasına karar verildi.Bektaşilikte bazı önemli kurallar vardır.Bir pire bağlanmak Mühip olmak,İkrar vermek,kabul etmek,onaylamak.Teslim olmak kendisini Allah'ın kaderine bırakmak ona sığınmak.Rıza yani kendi isteğiyle razı olmaz rızalık göstermek gibi bazı temel kuralları bulunmaktadır.Günümüzde ise artık sade bektaşilik yada diğer kollar ayrı ayrı varlığüını sürdürmektedirler.Bu inanç sistemi içerisine giren tüm görüşlere Anadolu da Alevilik denmektedir.b.lr.s.a. 



SEYİT NESİMİ


:Seyit Nesimi 1404-1418 yılları arasında Yemende doğmuş Türk şair ve Alevi Bektaşi geleneğinin yedi ulu ozanlarından biridir.Feyzullah Hurifi'nin halifesi olan Seyit Nesimi'nin asıl adı Seyit İmamedettin dır Seyit Nesimi coşkulu Tasavuffi şiirleri dışında aşıkane şiir ve gazellerde yazmıştır.Nesimi'nin bir divan oluşturacak kadar Farsça şiirleri bulunmaktadır.Bu şiirlerinin 1844 te bir divanı basılmıştır.Tuyuğları 1973 te İngilizce çevirileriyle birlikte yayınlandı.Bu divan 1976 da tekrar yeni harflerle basılmıştır.Mukadme ül-Hakayık adlı eserinde Nesimiye ait olduğu söylenmektedir. b.lrs.Kimi kaynaklara göre Seyit nesiminin ismi Hüseyin'dir.1370 yılında omaha da doğduğu söylenir.Adı ister Hüseyin ister İmamettin olsun sonunda Seyit Nesimi adıyla tanınmış ve bu isimle anılmıştır.Seyit Nesimi ile ilgili çok kapsamlı bir bilgi bulunmamaktadır.Nesimi genç yaşta derin bir aşk-ı Muhabbetle hakka bağlanmıştır.Döneminin en iyi medreselerinde eğitim görmüş ve en iyi filozof ve bilginlerle sıcak ilişkiler kurmuştur.Harf gizeminin kurucusu büyük üstad olan Feyzullah ile tanıştıktan sonra bendine sığmaz olmuştur.Seyit Nesimi bu coşkuyla adeta bir ırmak gibi çağlamıştır.Kimine göre Nesimi ve onun gibi batıni sufilerin Ünsel cezbe hallerini bir sembolik anlamla dile getirirler.Hz.Muhammed ile Hz Ali yi bir birinden ayrılmaz bir bütün olarak gören Nesimi on iki imamlara duyduğu derin sevgiyi deyişlerine yensıtmıştır.Seyit Nesimiye göre Allah'a ulaşmanın yolu ona olan derin sevgi ve aşkla mümkün olacaktır.Nesimi bu dü şüncesinden asla şüphe etmemiştir.Hak yolunda ilerleyen herkesin mutlaka menzile ulaşacağına inanırdı.Üstadı olan ve kendisine derin bir sevgi beslediği Feyzullah Öldürüldükten sonra timurun ülkesini terkederek Anadoluya gelip fikirlerini burada yaymaya başladı.Seyit Nesimi'nin Feyzullahtan sonra en çok etkilandiği kişi ise Halac-ı Mansur olmuştur.Hallac-ı Mansur'un enelhak cümlesini dilinden düşürmemiştir.Seyit Nesimi bir süre Anadolu da gezdikten sonra kendisinden yarım asır önce yaşamış olan mevlana ve Yunus Emre nin şiir ve yapıtlarını incelemişti

İstanbul’da Hz. Hüseyin’in Kızlarının Türbesi...ÇİFTE SULTANLAR

İstanbul’da Hz. Hüseyin’in Kızlarının Türbesi



Çifte Sultanlar Türbesi, 1903*

İstanbul’un fethiyle birlikte Bizans'tan tevarüs edilen kilise, manastır ve küçük ibadetgâhların bir kısmı padişah, devlet erkânı ve bazı nüfuzlu şahıslar tarafından cami ve medreseye dönüştürülmüştür. Bu yapıların biri de Koca Mustafa Paşa Camii’dir.

Koca Mustafa Paşa Külliyesi cami, medrese, sıbyan mektebi, imaret, türbeler, hazire, sebiller, Sünbül Sinan Dergâhı ve Zincirli Servi olarak bilinen tarihi ağacı bünyesinde barındırır. Külliyenin avlusunda yer alan türbelerden birisi de halk arasında yaygın olarak Çifte Sultanlar şeklinde tanınan Hz. Kerimeteyn-i Muhteremeyn Hz. Hüseyin’in iki kızının türbesidir.

II. Bayezid şehzâde iken Amasya’da sohbetine katıldığı Muhammed Cemaleddin el-Halvetî (öl. 1493, 1494, 1505) İstanbul’a davet etmiş, Koca Mustafa Paşa da şeyhten İstanbul’da kalmasını rica ederek caminin harimindeki hankâhı ona tahsis etmiştir. Böylece bu tekke Halvetîliğin İstanbul’daki ilk hankâhı olmuştur. Muhammed Cemaleddin’den sonra yerine, şeyhin vasiyeti üzere, Sünbül Sinan olarak tanınan halifesi Yahya b. Ali (öl. 1529) geçmiştir. Sünbüliye adını alan bu tarikat İstanbul’da faaliyet gösteren ilk tarikat kabul edilir.

Koca Mustafa Paşa Camii’nin bulunduğu mekân, Abbasî halifesi Harun er-Reşid veliaht iken 163 (779-780) ve 165 (781-782) yıllarında Bizans’a karşı düzenlenen ve İstanbul’a kadar uzanan seferlerle de irtibatlandırılmıştır. Bu seferlerde İstanbul’un yarısı fethedilmiş ve Bizans imparatoru ile sulh anlaşması yapılmıştır. Bunun üzerine halife, imparatordan küçük bir yer talep etmiş ve o zaman Kızlar manastırı bulunan bu semtte kale inşa etmiştir.

Koca Mustafa Paşa külliyesi içinde avlunun ortasında yer alan tarihî mekânlardan biri Çifte Sultanlar olarak bilinen açık türbedir. Bu türbede medfun bulunan Çifte Sultanların Hz. Hüseyin’in iki kızı olduğu rivayet edilmektedir. Türbenin ne zaman inşa edildiği bilinmez. Türbenin Hz. Hüseyin’in kızlarına ait oluşu hakkında bilinenler menkıbelere ve halk inanışlarına dayanmaktadır.

Türbe II. Mahmud zamanında (1808-1839) tamir edilmiş ve bugünkü görünümünü almıştır. Sünbül Efendi’yi ziyarete gelen II. Mahmud’un dikkatini avludaki türbe çekmiş, türbenin Hz. Hüseyin’in çocuklarından birinin Bizans’a esir düşen kızına ait olduğunu öğrenince 1228 (1813) yılında buraya türbe yaptırmaya karar vermiştir.

Padişah tamir öncesinde türbe hakkında vakanüvis Hoca Asım Efendi’den bilgi istemiştir. Asım Efendi, Hz. Hüseyin zamanında Rumeli bölgesinde bir savaşın vuku bulmadığı, dolayısıyla kızlarından birinin Bizans’a esir düşmesinin mümkün görünmediği cevabını verir. Yine de burada medfun olan kişinin Hz. Hüseyin’in neslinden bir şerif olması ihtimalinden dolayı türbenin yapılmasını tavsiye eder (5 Receb 1228/4 Temmuz 1813).

Türbenin etrafındaki parmaklıklar bu tamiratın hatırasıdır. Parmaklıkların üst kısmında kuşak şeklinde yerleştirilen sekiz levhadaki sekiz beyit Vakanüvis Mehmed Esad Efendi’ye ait olup 1227 (1813) tarihinde Yesarizade Mustafa İzzet tarafından talik hattıyla yazılmıştır:

Bu meşhed kim ziydretgâh-ı erbab-ı muhabbettir
Gubar-i anberini kuhl-i erbab-i basirettir

Kafes ya Hû tehîdir sanma etrafında bu câyın
Müşebbek âşiyân-ı tutiyan-ı bağ-ı cennettir

Viren feyz ü şeref bu gülistân-ı cennet-âsâya
İki gül-gonca-i gülnahl-i gülzâr-ı siyaddettir 

Şehid-i Kerbelâ Sultan Hüseyn’in duhterânından

İki sultan medfun olduğu bunda rivayettir

Bu câye ihtiramı Gazi Han Mahmud-ı Adlî'nin
Delil-i yümn ü tevfik ü saadettir keramettir

Bu câ-yı pakı tezyin itmeden ol kutb-ı devranın
Muradı hanedan-ı Mefhar-i kevneyne hürmettir

O hakan-ı keramet-şan ü arif şah-ı agâhın 
Bu hizmette muvaffak olduğu bi-rayb ü minnettir

Ola sad-sal mamur ü muammer taht-ı âlide
Vücud-i lazımü’l-mevcudu Mevlâ’ya emanettir 

Sahabe levhasında ise "Makam-ı Hazret-i İmam-ı Hüseyn-i Kerremeynü'l-Mükerremeyn" şeklinde adlandırılan türbe hakkında şu kıta yazılıdır: 

Kerremeynü 'l-Mükerremeyn
Bi-hakk-ı Seyyidi ‘l-Kevneyn

Nur-i ayneyn İmam Hüseyn
Şefaate ir-gör (erdir) bizi

Çifte Sultanlar türbesi ile ortak tarihi geçmişe sahip olan bir diğer mekân Zincirli Servi'dir. Servi ağacının gövde kısmı ahşap bir mahfaza içine alınmıştır. Bu ahşap mahfazanın kafesli pencerelerinin üst kısmındaki levhalarda Yesarizâde'nin hattıyla yazılmış bir şiir bulunduğu ve bu levhaların yakın zamanda yerinden kaldırıldığı bildirilmektedir. Bu şiirde Zincirli Servinin bulunduğu mekânın uhreviyyetinden bahsedilmektedir. Tanyeli, bu şiirin Vakanüvis Pertev'e (1807-8) ait olduğunu söylemektedir ki, şairin matbu Divan'ında bu şiir mevcuttur. On yedi beyitlik bu şiirde aynı zamanda Çifte Sultanlar meşhedinde Dördüncü İmam Ali Zeynelabidin'in (imam-ı çarümin) kızının medfun olduğu zikredilmektedir:

Bu servün zıllı sünbülzar-ı cennetden ibaretdür
Bu servün saye-endaz oldığı yer bağ-ı cennetdür

Görindi bunda ruhaniyyet-i fahr-i cihan dirler
Ziyaret eylemek bu cayı ehl-i aşka sünnetdür 

İmam-ı çarüminün duhter-i sad-ahter-i paki
Bu câya geldi bunda meşhedi meşhûd u müsbetdür

Bu serv-i ahzar altında mülaki oldılar Hızr'a
Bu câ-yi pakde ruhaniyan vakf-ı ibadetdür 

Murad-ı Pertev-i nâ-çiz bu nazm-ı hakikatden
Azizân hak-i pak-i kabrine ikram u hürmetdür 

Hüseyin Vassaf ise yukarıdaki şiirin yerinde Mesnevîhân İlmî Efendi'ye ait olan on üç beyitlik farklı bir şiirin yazılı olduğunu kaydetmiştir. Bu manzumede de Çifte Sultanlar' a atıf vardır:

Zihi Şah-ı rusul neslinden iki gevherîn-vâlâ
Hemişe bu makama ruhları oldu şeref-efzâ

Ne hoş gül-goncalar gülzar-ı cennetden açılmışdır
Bu sünbülzâra bûy-efşân olmuş dû-melek-sima

Hüseyin hazretleri duhterlerinden Fatıma, Zeyneb
Behişt-âsâ olur medfenleri cana ferah-bahşâ

İki sultan-ı zi-şan ile pire istinadından
Bu bir zencirli servidir kıyam üzre durur hâlâ 

Camii ve müştemilatı Sultan Abdülmecid ve II. Abdülhamid dönemlerinde de önemli ölçüde tadilat geçirmiştir. Bu sırada Çifte Sultanlar türbesinin de tezhib olunduğu bildirilir. Tespit edilebilen tamirat defterlerine göre Abdülmecid döneminde 1-7 Şevval 1264 (31 Ağustos-6 Eylü11848) ve 29 Muharrem 1265 (25 Aralık 1848) tarihlerinde türbenin şebekesinin yaldızının elden geçirilmesi için tahsisat tayin edilmiştir. Ancak bu yenilemelerin türbenin II. Mahmud dönemindeki görüntüsünde temelli bir değişiklik meydana getirmediği söylenebilir.

İmam Suyutî'nin Risalesi 
Çifte Sultanlar Türbesi’nin varlığına işaret eden eldeki en eski bilgi ise Suyutî’nin (öl. 911/1505)  Koca Mustafa Paşa Camii’nin şerefiyetine dair yazdığı bir risaleye atfedilmektedir. Risalenin aslı henüz tespit edilememiştir, ancak Türkçe tercümeleri bulunmaktadır. Risalede aynı zamanda bu caminin avlusundaki açık türbede medfun bulunduğuna inanılan Hz. Hüseyin'in kızlarının nasıl İstanbul'a getirildiklerine dair bir menkıbe anlatılmaktadır.

Yapılan araştırma neticesinde Suyutî’nin bu isimde bir risalesini tespit etmek mümkün olamamıştır.  Keşfü’z-zünun’da İmam Suyutî'ye ait olduğu zikredilen Buluğu’'l-Emniyye fi Hankâhi 't-Türkiyye adlı eserin Koca Mustafa Paşa Camii'nden de bahsettiği düşünülebilir. 

Çifte Sultanlar'ın kabir yerlerini Sünbül Efendi’nin keşfen belirlediği nakledilmektedir. Suyutî'nin Koca Mustafa Paşa Camii'nden bahisle Hz. Hüseyin'in iki kızının menkıbesini yazmış olması 1505 senesinden evvel kabrin cami avlusundaki yerinin tespit edildiğini gösteriyor. Bu da Sünbül Efendi'nin meşihatının ilk devresine tekabül etmektedir. Ayrıca Sünbül Efendi'nin, Mısır'da İmam Suyutî ile görüşmüş olması da kuvvetli bir ihtimaldir. Zira Sünbül Efendi, halifelik icazetini aldıktan sonra mürşidi Çelebi Halife'nin delaletiyle irşad vazifesiyle Mısır'a gönderilmişti. 

Bu risalenin tam olarak ne zaman ve kim tarafından Türkçeye tercüme edildiği bilinmemekle birlikte, bir Sinanî kolu dervişi olan Fenaî-i Halvetî tarafından ilk defa manzum olarak Türkçeye tercüme edildiği anlaşılmaktadır. 

Risalenin tercümelerinde, sahabe türbelerini bildiren listelerde ve Sefine adlı iki eserde hanını sultanları kastetmek üzere Kerimetan-ı Hazret-i Hüseyin, Kerimeteyn-ı mükerremeyn, Hz. Kerimeteyn-i Muhteremeyn, Hazret-i Hüseyin'in iki kerimesi/kızı şeklinde ifadeler kullanılmıştır. Arşiv belgelerinde ise İmam Zeynelabidin'in iki kerime-i muhteremeleri ifadesi yer almıştır. Ancak günümüzde bu türbe Çifte Sultanlar ismiyle şöhret bulmuştur. Menkıbede Hz. Hüseyin'in iki kızından bahsedilmesine rağmen, tercüme nüshaların biri dışında hiçbirinde adları açık olarak zikredilmez. Çifte Sultanlar türbesinin kuşak yazısında yer alan şiirde de isimleri belirtilmemiştir. Genel olarak ilk rivayetlerde Hz. Hüseyin'in kızları, İmam Hüseyin Kızları olarak geçerken, halk arasında nakledilen yaygın haberleri yansıtan yakın dönemde kaleme alınan birçok eserde Hz. Hüseyin'in kızlarının adları açık bir şekilde zikredilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki tarihen Hz. Hüseyin'in kızlarının Sükeyne ve Fatıma olarak tanınıyor olması, yakın dönemde kaleme alınan kitaplarda Çifte Sultanlar'ın bu isimlerle anılmalarına sebep olmuştur.

Tercüme risalelerde hanım sultanların refakatinde Cabir b. Abdullah el-Ensarî ile beş sahabînin de bulunduğundan bahsedilmektedir. Cabir, imparatorun izniyle hanım sultanların defin işlerini yürütür ve cenaze namazlarını kıldırır.

Cabir b. Abdullah, Kerbelâ'dan on sekiz yıl sonra 78/697 tarihinde Medine'de vefat eden tanınmış bir sahabîdir. Kuşatma ya da başka bir sebeple İstanbul'a geldiğine dair tarihi bir kayıt yoktur. Hanım sultanlarla ilgili hikâyenin menkıbevî dokusu içinde Cabir’e yer verilmesinin onun şahsiyeti ve hayatı ile bağlantılı bir anlam taşıdığı açıktır. Cabir'in Yezid'in veliahtlığını desteklememesi ve Osman b. Affan'ın katilleri arasında kabul edilerek Haccac (ö. 95/714) tarafından ellerinin kurşunla damgalatılması, ayrıca Hz. Hüseyin'in torunlarından Muhammed el-Bâkır'ın talebeleri arasında bulunması onun Ehl-i Beyt muhibbi kabul edilmesi için uygun sebeplerdir. 

Çifte Sultanlar Türbesi'nin bugünkü hali
foto: Mustafa Cambaz

9 Ocak 2016 Cumartesi

Yuşa Peygamber






Beykoz’da , Yuşa Peygamber Tepesinde
Hz. Yuşa (a.s.) , Yusuf (a.s.) neslinden olup, Nun’un oğludur. Annesi Hz. Musa (a.s.) ‘ın kız kardeşidir. Mısır’da doğmuştur.  Musa (a.s.)’dan sonra İsrailoğullarına Peygamberlik yaptığı ve İsrailoğullarına büyük fetihler yaptığı rivayet edilir. Bazı kaynaklarda , Hristiyanların ve Yahudilerin ona Yeşu dedikleri nakledilir. Yeşu (Yuşa (a.s.)) Beni İsrail’e gönderilen dört büyük peygamberden biridir.
Hz. Musa (a.s.) ‘ın Yuşa (a.s.) ile ” iki denizin birleştiği yere” kadar yaptıkları tarihi ve gizemli yolculukları ve burada Hz. Hızır (a.s.) ile buluşmaları Kur’an’ı Kerim’de Kehf suresinin 60-65 . ayetlerinde anlatılır. Burada Hz. Musa (a.s.) ‘ın yanındaki genç adamın Hz. Yuşa (a.s.) olduğu rivayetlerden anlaşılmaktadır.
Hz . Yuşa(a.s.) ‘ın 127 yaşında şehit olarak vefat ettiği ve Dev Dağına Defnedildiği rivayet edilir.  Yuşa (a.s.) ‘ın Kabrinin bulunduğu rivayet edilen yerler şunlardır ;
1- İstanbul – Beykoz – Yuşa Tepesi
2- Halep veya Nablus yakınlarında Maara Şehri
3- Ürdün – Salt
4- Gaziantep de Hz. Yuşa (a.s.) – makamı vardır.
Beykoz Yuşa Teesi hakkındaki rivayet şöyledir ;
Yuşa (a.s.)’ın kabrinin Beşiktaşlı Yahya efendi (k.s.) tarafından tespit edildiği rivayet edilir.
YavuzSultan Selim, Trabzon’da Vali iken, oğlu Sultan Süleyman dünyaya gelir. Fakat kendisine sütanne tutulur. Aradan 40 küsur sene geçer, Sultan Süleyman Padişah olur. Yahya Efendi de büyük bir alim ve tasavvuf ehli olur. Nihayet bir gün padişah olan süt kardeşini ziyaret için İstanbul’a gelir. Kanuni kendisi için Beşikteş’ta kışlık bir dergah bir de Anadolu Kavağı- Sütlüce’de yazılık bir dergah hazırlatır.
Yahya Efendi, yazlık dergahında iken bir gece rüyasında
bir zat karşısına çıkıyor ve diyor ki: ” Ben Yuşa Peygamberim ve şu tepede yatıryorum. gel yerimi tesbit et ve beni ziyaret et ”
Yahya Efendi sabah uyanıyor. “Hayırdır İnşaallah bu nasıl rüya” diyor.
” Yuşa Peygamber Filistin de değil mi?..” Bu nasıl rüya diyor. Fakat
ikinci akşam aynı zat, karşısına çıkıp: ” Neden Gelmedin , bu defa yarın gel ziyaret et” diyor
Sabahleyin Yahya Efendi uyandığında bu defa rüyanın etkisi büsbütün kendisini sarıyor ve akşama kadar,
-”Hayırlar ola, acaba bu neyin nesi deyip, düşünüyor“.
Fakat her halükarda hala Yuşa Peygamberin kabrinin Filistin civarlarında olduğuna kilitlendiği için gitmeye lüzum görmüyor. Lakin gece olup uyuyunca, yine aynı zat karşısına çıkıp bu defa azarlayarak, tekrar aynı şeyleri söylüyor.
Sabah, gün açar açmaz bu defa Yahya Efendi müritleri ile birlikte bunca yolu aştıktan sonra rüyada belirtilen tepeye çıkıyor. Çıkar çıkmaz  tepeyi inceleyip, kabrin yerini bulmaya çalışıyor. Bir taraftan da oranın yerli ahalisini gözetleyip, onları durdurup bilgi almak istiyor. Nihayet koyunların otlatan bir çoban görüyor ve kendisini “ne zamandır buralarda çobanlık yaptığını” soruyor.
Çoban…
“10 seneye yakın buralara gelirim” deyince, kendisine bu
ahalide kendisine olağanüstü gelen şeyler olup olmadığını soruyor.
Çoban
bu soru üzerine Yahya Efendi’ yi bir yere götürerek:
‘’ Efendim ; şu yeri görüyor musun? üzeri yemyeşil ot olduğu halde, koyunlarımı bu oyu yedirmek için her seferinde buraya getiriyorum fakat koyunlarım nedense bu yeşil otun olduğu kısıma hiç uğramayıp ikiye ayrılarak bir kısmı bu yerin sağından bir kısmı da solunda geçip gidiyorlar, Aha şu ileride yine birleşiyorlar . Yani Buraya basmıyor otundan yemiyorlar.’’ diyor
Bunun üzerine Yahya Efendi o yeri tesbit ediyor ve yeri işaretliyor. Padişaha naklediyor. Oraya bir türbe inşa ediyorlar. O zamanda bu zamana ziyaret ediliyor.
Osmanlı döneminde bu tepe Sadrazam 28 Çelebizade Mehmet Sait PAşa tarafında 1755 tarihindebir mescid yaptırmıştır. III. Osman’ın sadrazamlarında olan bu zat aynı zamanda, burada türbenin etrafını çevirmiş , bir türbedar ile türbenin bakımını ifa etmek için görevliler tayin ettirmiş ve onlar için odalar yaptırmıştır. (Allah ondan razı olsun) .
Tarih boyunca ziyaretcileriyle bütünleşen ve hep insanların ilgi odağı olmayı sürdüren bu tepede, III. Selim Han döneminin bazı yıllarında , izdihamdan dolayı fitneye mahal olmasın düşüncesiyle mevlid okunması bile yasaklanmıştır.
Yuşa Peygamber’e izafe edilen kabrin 17 metre uzunlukta olması konusunda ise şöyle yorumlar yapılmıştır.
1- O bir peygamberdir, ona duyulan saygı ve sevgiden dolayı böyle uzun ve büyük bir mezar yapılmış olabilir.
2- Yeri Manevi bir keşifle bulunduğu için, isabet eder düşüncesiyle geniş ve uzun tutulmuş olabilir

Hazreti Mevlana'nın babası

( Hazreti Mevlana'nın babası ve Alimler Sultanı)





Nasıl Gidilir ; Konya - Hazretleri Mevlana Türbesinde. Hazreti Mevlana'nın hemen yanında.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin babasıdır ve hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'in soyundandır. Belh şehrinde Hatîboğulları sülâlesindendir. İsmi Muhammed Bahâeddîn'dir. Babası Hüseyin Hatîbî, dedesinin ismi de Ahmed Hatîbî'dir. 1151 (H.545)de doğdu. 1228 (H.625) veya 1231 (H.628) de Konya'da vefât etti. Annesi, Harezmşah sultanlarından Alâüddîn Muhammed Harezmşah'ın kızı Emetullah Hâtundur.
Muhammed Bahâeddîn iki yaşında iken, babası Hüseyin Hatîbî otuz üç yaşlarında olduğu hâlde vefât etti. Emetullah Hâtun, oğlu Bahâeddîn'in büyümesi ve iyi bir tahsîl ile yetişmesi için büyük bir titizlik ve îtinâ gösterdi. Efendisi Hüseyin Hatîbî'den kalan kitapların bulunduğu odaya oğlunu sık sık götürür; "Evlâdım, Bahâeddîn'im! Bu kitaplar, rahmetlik babandan kaldı. Muhterem baban bu kitapları dâimâ okur, hiç elinden bırakmazdı. Bu kitaplara çok değer verir, her şeyden üstün tutardı. Onun vefâtından sonra pekçok âlim bu kitapları almak için bize geldiler. Fakat hiçbirine vermedim, bunları senin için muhâfaza ediyorum. Sen de ilim öğrenerek babanın kitaplarını anlamaya muvaffak ol ve babanın yerini tut!" derdi. Bu sözler Bahâeddîn'e çok tesir eder, büyüyünce okuyup âlim olacağını söylerdi. Emetullah Hâtun, oğlunu, okuma çağına gelince ilim tahsîline verdi. Bahâeddîn, derslerine çok çalışır, devamlı kitapları ile meşgûl olurdu. Keskin zekâsı, hâdiselere karşı sürat-i intikâlinin çok fazla olması ve Allahü teâlânın yardımıyla kısa zamanda hocalarının takdîrini kazandı. Pekçok zâhirî ilimleri öğrendi. Dolayısıyla, halk arasında da tanındı, onların muhabbetlerini kazandı. Büyük Velî Necmeddîn-i Kübrâ'dan tasavvufu öğrenerek, onun dertlere devâ olan feyz ve bereketlerine kavuştu. Bâtınî ilimlerde ilerleyerek, Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin en önde gelen talebeleri arasına girdi. Muhammed Bahâeddîn, hocasının teveccühleri ile iyice olgunlaşarak, zamânının en büyük âlimlerinden ve velîlerinden oldu.
Muhammed Bahâeddîn evlenme çağına gelince annesi, Harezm Sultânı Rükneddîn'in kerîmesi olan Mümine Hâtun ile evlendirdi. Onların bu evliliklerinden de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri doğdu.
Muhammed Bahâeddîn hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde öyle yüksek derecelere vâsıl oldu ki, iki cihânın güneşi, hürmetine yaratıldığımız Server-i âlem Sevgili Peygamberimiz ona rüyâsında "Sultân-ül-ulemâ= Âlimlerin sultânı" lakabını verdi. Rivâyete göre, bu hâdise şöyle anlatılır: Zamânının büyük âlimlerinden üç yüz kadar müftî ve müderris, bir gece Peygamber efendimizi rüyâlarında gördüler. Resûlullah efendimiz büyük bir kürsî üzerine oturmuşlardı. Etraflarında da binlerce velî ve âlim bulunuyor, Resûlullah efendimizi huşû içinde dinliyorlardı. Orada Muhammed Bahâeddîn, güzel elbiseler giyinmiş bir hâlde, Peygamber efendimizin hemen yanıbaşlarında ve sağ taraflarında oturmuştu. Peygamberimiz, orada bulunanlara Muhammed Bahâeddîn Veled'i göstererek; "Ey insanlar! Bugünden sonra Muhammed Bahâeddîn'e "Sultân-ül-ulemâ" denilecek ve imzasına "Sultân-ül-ulemâ" yazılacaktır." buyurdu. Sabah olunca rüyâlarını anlatmaya gelenlere, daha onlar bu müjdeyi vermeden o; "Ey kardeşlerim! Bu gece Sevgili Peygamberimizin bize ihsân buyurduğu lakabı bana müjde için geldiniz değil mi?" diyerek, onların rüyâlarını keşfettiğini belirtince, cümlesi hayran kalarak; "Allahü teâlâ ve Resûlü şâhiddir ve biz de şâhidiz ki, sen Sultân-ül-ulemâ'sın. Bundan böyle bu isimle tanınacaksın." dediler. Muhammed Bahâeddîn'e karşı muhabbetleri ziyâde olup, ona talebe olmak istediklerini bildirdiler. O da, gelen bu âlimleri talebeliğe kabûl etti. İmzâ olarak da Sultân-ül-ulemâ lakabını kullanmaya başladı.
Âlimler, rüyâlarını yakınlarına söyleyince, hâdise herkes tarafından işitildi. Her taraftan ziyâretçiler gelmeye başladı. Şânı her yerde duyuldu. Halkın yanında îtibârı pek ziyâde yükseldi. Herkes huzûruna koşar, hizmetiyle şereflenmek için çalışır ve hasta kalblere şifâ olan mübârek sözlerini dinlemek için can atardı. O civarda olanlar, Sultân-ül-ulemâ'ya sabırsızlıkla koşarak, talebesi olmakla şereflenmek istediler ve murâdlarına kavuştular. Birçok müşkili olanlar Belh'e kadar gelip, aldıkları cevaplarla dertlerine derman buldular.
Bahâeddîn Veled hazretlerinin zâhirî ve bâtınî mertebeleri yükselince, başta annesi, talebeleri ve akrabâları kendisine; "Başımıza pâdişâh ol. Seni korumak, emirlerini yerine getirmek için hazırız" dedilerse de, onlara; "Peygamber efendimiz; "Ben fakirlikle iftihâr ederim" buyurdu. Zâhirî saltanat tâcını giymek bize yakışmaz. Bizim yolumuz, Peygamberimize tâbi olmak ve sünnet-i şerîflerine uymaktır." buyurdu.
Bahâeddîn Veled, bundan sonra riyâzet ve mücâhede, nefsin isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmak ile uğraştı. Bu şekilde mânevî bakımdan pek yüksek derecelere kavuştu. Ne zaman vâz ü nasîhat etmeye başlasa, etrâfında binlerce insan toplanır, feyiz ve bereketlerinden istifâde ederlerdi.
Bahâeddîn Veled, sabah namazından sonra ikindi vaktine kadar talebelerine ilim öğretir, ikindiden sonra medresesine gelenlere mârifetullahtan, Allahü teâlâyı tanımakdan bahsederek insanları aydınlatırdı. Nasîhatlerinde Ehl-i sünnet îtikâdını anlatır, bozuk fırkaların inanışlarını îzâh ederdi. İnsanların, dalâlet ve sapıklık yollarına düşmemeleri, Cehennem'de yanmamaları için çok gayret sarfederdi.
Bid'at fırkasına mensup bâzı âlimler, aralarında ittifak ederek, Bahâeddîn Veled'i, sultâna şikâyet ettiler. Sonra; "Sultânımız! Muhammed Bahâeddîn Veled, size zâlimdir, âlimlerinize de câhildir diyor. Halkın büyük bir kısmı onun etrâfında toplandı. Vakitlerinin çoğunu onunla geçiriyorlar. Bir gün sizi tamâmiyle bırakıp, ona tâbi olacakları muhakkaktır. Eğer böyle bir şey olursa, sizin saltanatınıza ziyân gelir. Bu bizim için yüz karasıdır. Biz, size gördüğümüzü söylüyoruz. Vazifemiz sizi uyarmaktır, gerisini siz bilirsiniz." dediler. Bunları işiten sultan çok üzüldü. Çünkü Sultân-ül-ulemâ'ya ziyâdesiyle muhabbeti vardı. Fakat bu âlimlerin söyledikleri de yabana atılır şeyler değildi. Bu işin tahkîki için yakınlarından bir kimseyi Sultân-ül-ulemâ'ya göndererek; "Bütün beldelerde olan hâdiseler sizce keşfolunmakta, bütün memleketlerdekiler de tasarruflarınız altındadır. Ülkemizde bir pâdişâh var iken, ikincisinin de hükümet kurması uygun değildir. Neticede, bendenizi bir memlekete tâyin buyurursanız memnun oluruz" gibi sitemli ve uygun olmayan sözler sarfetti. Bunları Sultân-ül-ulemâ'ya söylediklerinde, buyurdu ki: "Hasedcilerin zulümlerinden hicret etmek dedelerimizin sünnetleridir. İş böyle olunca, biz de sefer eder, başka ülkelere gideriz. Buradan ayrılınca, bu memleketin başına felâketler gelir, bu ülkeyi dinsiz Tatarlar (Hülâgü'nün ordusu) istilâ ederler." buyurdu. Akrabâ ve talebelerine sefer hazırlıklarına başlamalarını söyledikten sonra, sultânın adamlarına dönerek; "Sultâna gidip bizden selâm söyleyiniz. Ona; "Biz fânî dünyânın şöhretlerine tâlip değiliz. Dünyâ sultanlığında, tâcında da gözümüz yoktur. O, bu dünyâdaki saltanatına devâm etsin." deyiniz." buyurdu.
Haber etrâfa çabucak yayıldı. Bahâeddîn Veled hazretlerinin hicretini işiten herkes, malını mülkünü toplayıp, bu memleketten ayrılmaya, Bahâeddîn Veled ile berâber gitmeye karar verdi. Bütün olup bitenleri yakından takib eden sultan, çok üzüldü. Sultân-ül-ulemâ'ya şefâatçılar göndererek af diledi. Kararından vazgeçmesini istirhâm etti. Sultân-ül-ulemâ hazretleri, pâdişâhın teklifini reddetti. Fitne çıkarmadan, halkı galeyâna getirmeden şehirden ayrılmak istiyordu. Bunun için de, Cuma günü Belhlilerin bir câmide toplanmalarını arzu etti. Herkes o gün câmide toplanıp, mahşerî bir kalabalık hâlini aldı. Bahâeddîn Veled, onlara nasîhat etti, tesellide bulundu ve onlarla vedâlaştı, helâlleşti. Orada bulunanlar çok ağladılar. Sultân-ül-ulemâ, oradan yakın akrabâları ve talebeleriyle birlikte ayrıldı.
Nişâbûr'a geldiklerinde onları Ferîdüddîn-iAttâr hazretleri karşıladı. İzzet ve ikrâmlarda bulundu. O sırada beş yaşlarında bulunan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Nişâbûr'da bir rüyâ gördü. Rüyâsında nur yüzlü bir ihtiyâr, kendisine, altı dallı bir gül verdi. Rüyâsını babasına anlattığında, Sultân-ül-ulemâ şöyle tâbir etti: "Altı tâne dalı olan gül, senin altı cildlik bir kitap yazacağına işârettir." Orada bulunan Ferîdüddîn-i Attâr da; "Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile meşgûl olursunuz." diyerek, Mantık-ut-Tayr isimli kitabı Mevlânâ'ya hediye etti. Meğer rüyâda görülen ve kendisine gül veren kimse Ferîdüddîn hazretleri imiş.
Nişâbûr'dan ayrılıp Bağdât'a doğru yola çıktılar. Bağdât'a giderken, yol üzerindeki bütün şehirlerin sâkinleri onları çok iyi karşılayıp, evlerine götürerek çok ikrâm ve tâzimde bulundular. Bağdat'a yaklaştıkları zaman, kendilerine rastlayan bir cemâat; "Sizler kimlersiniz?Nereden gelip, nereye gidiyorsunuz?" diye suâl edince, Bahâeddîn Veled; "Allah'dan geliyoruz, Allah'a gidiyoruz, Lâ havle velâ kuvvete illâ billah." cevâbını verdi. O cemâat, bu cevâbın muhabbeti ile hayretler içinde kaldılar. Bu haber, Şeyh Şihâbeddîn Sühreverdî hazretlerine bildirildi. O da; "Böyle bir zât, Bahâeddîn Veled'den başkası olamaz." buyurdu. Bunun üzerine Sühreverdî hazretleri de, talebeleri ile birlikte onu karşılamaya çıktılar. Buluştukları zaman, Sühreverdî atından inip, Bahâeddîn Veled'in ellerini öptü ve onları kendi hânesine dâvet etti. Bahâeddîn Veled, maiyetinin kalabalık olduğunu söyleyerek, özür diledi ve Müstensıriyye Medresesine yerleşti.
Bağdât'tan kâfilesiyle ayrılan Sultân-ül-ulemâ, Kûfe yoluyla Kâbe-i muazzamaya geldi. Zilhicce ayının ortalarına kadar orada ibâdet ile meşgûl oldu. Haccını îfâ ettikten sonra, Medîne-i münevvereye gelip, hasretiyle yandığı Sevgili Peygamberimize misâfir oldu. Orada günlerce gözyaşları içinde ibâdet eyleyip, Resûlullah efendimizin feyiz ve bereketleriyle şereflendi. Bir müddet orada Cennet hayâtı yaşadıktan sonra, mânevî bir işâret üzerine Peygamber efendimize vedâ edip, gözlerinden yaşlar dökerek Medîne-i münevvereden ayrıldı. Günlerce yol aldıktan sonra, Şam'a geldi. Oradaki âlimler Şam'da kalması için çok ısrâr ettilerse de, onlara nâzik bir cevâb ile Rum diyârına gitmek istediğini bildirdi. Sonra Konya'nın bugünkü Karaman ilçesinin yerinde bulunan Lârende kasabasına geldi.
Konya'da bulunan Sultan Alâüddîn, Emîr Mûsâ'yı Lârende'ye bey tâyin etmişti. Emîr Mûsâ, Muhammed Bahâeddîn Veled hazretlerine çok saygı gösterdi. Onun talebesi olmakla şereflendi. Hocası Sultân-ül-ulemâ'ya bir medrese yaptırarak, yedi sene hizmetiyle şereflendi. Bahâeddîn Veled, oğlu Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi, Seyyid Şerâfeddîn Semerkandî hazretlerinin kerîmesi Gevher Hanımla evlendirdi. Vefât eden hanımı Mü'mine Hâtun ile oğlu Alâüddîn'i Lârende'ye defnetti.
Emîr Mûsâ'yı çekemeyenler, Konya Sultânı Alâeddîn-i Keykûbâd'a; "Lârende Beyi Emîr Mûsâ, Sultân-ül-ulemâ'yı çok sevip, onun talebesi oldu. Ona olan aşırı muhabbetinden sizi unuttu. İsminizi bile ağzına almaz oldu." gibi iftirâlarda bulundular. Alâeddîn Keykûbâd, Emîr Mûsâ'ya mektup yazarak huzuruna çağırdı. Emîr Mûsâ durumu hocasına bildirdiğinde, Sultân-ül-ulemâ; "Sultan Alâeddîn'e gidiniz, selâmımı söyleyiniz. Sorduklarına doğru cevab veriniz." buyurdu. Emîr Mûsâ derhal yola çıkıp, Konya'da Alâeddîn Keykûbâd'ın huzuruna çıktı. Sultânın; "Ey Mûsâ! İşittiğime göre Sultân-ül-ulemâ'nın emrinden dışarı çıkmaz imişsin. Bizi ziyârete hiç gelmiyorsun. Yoksa bizi unuttun mu?" diye sitem edince, Emîr Mûsâ, Sultân-ül-ulemâ Muhammed Bahâeddîn Veled hazretlerinin üstünlüğünü, keşif ve kerâmetlerini, ilimdeki yüksekliğini uzun uzun anlattı. Âlimlere karşı aşırı sevgisi ve hürmeti olan Alâeddîn Keykûbâd bu sözleri hayranlıkla dinledi ve; "Ey Mûsâ! Sultân-ül-ulemâ böyle büyük bir âlim ve velî bir zât idi de, bize daha önce niçin bildirmedin? Onu Konya'ya dâvet ediyorum. Bizler de feyiz ve bereketlerine kavuşup, mübârek elini öpmekle şereflenelim. Lütfen gidiniz, bana vekâleten kusûrumuzun affını isteyip, muhabbetimizin çokluğunu kendilerine arzediniz. Lütfedip Konya'yı da şereflendirmelerini istirhâm ettiğimi zât-ı alîlerine bildiriniz" emrini verdi. Emîr Mûsâ Lârende'ye gelip, hocasına durumu bildirdi. Sultân-ül-ulemâ; "Müslümanın dâvetine icâbet lâzımdır." emri gereğince, bu dâveti kabûl edip hazırlandı. Konya'ya doğru yola çıktı. Sultan Alâeddîn de, yanında vezîrleri, kâdıları, âlimleri ve ileri gelen devlet erkânıyla, Bahâeddîn Veled'i karşılamaya çıktılar. Bahâeddîn Veled hazretlerine yaklaştıklarında, atlarından inip yaya olarak huzûrlarına vardılar. Büyük bir sevgiyle onu karşıladılar. El öpüp, hürmetle hâl hatır sordular. Büyük bir tevâzu ile Bahâeddîn Veled'den af dilediler. Hep birlikte Konya'ya dönmeye başladılar. Bugünkü Mevlânâ hazretlerinin türbesinin olduğu yere geldiklerinde, Sultân-ül-ulemâ; "Buradan nesebimizin güzel kokuları geliyor." buyurarak, oradaki bir bahçeyi işâret etti. Bunu işiten Alâeddîn Keykûbâd, Sultân-ül-ulemâ'ya o bahçeyi hediye etti. Bahâeddîn Veled, Konya'da bir medreseye yerleşti. Orada vâz ve nasîhat ederek, insanların kurtulması, iki cihân saâdetine kavuşması için çok çalıştı.
Bir kimse bir günah işleyip, tövbe etmeden Sultân-ül-ulemâ'nın huzûruna çıksa, gelenin durumunu hemen keşfederek; "Allahü teâlânın velî kullarının huzûruna temiz olmayan kalb ile gelmeyiniz. Bu kötü hâlleri bırakın, güzel bir tövbe ederek göz yaşları akıtın ki, günah kirleri yıkansın. Evliyânın huzûruna, günahlarınıza tövbe ve istigfâr etmiş olarak girip, onların yüzlerine Allahü teâlânın rızâsı için muhabbetle bakınız ki, onların feyz ve bereketlerinden istifâde edesiniz" buyururdu. Böylece, onların işlediği günahları söylemeden, yüzlerine vurmadan nasîhat ederdi.
Sultân-ül-ulemâ Muhammed Bahâeddîn Veled hazretleri, bir gün hasta olup, yattı. Alâeddîn-i Keykûbâd ziyâretine gelip; "Efendim! İnşâallah tez zamanda sıhhate kavuşur da devletimizin başına geçip tahta oturursunuz. O zaman zât-ı âlinizin hizmetiyle şereflenip, her ne murâd ederseniz, bütün gücümüzle size yardımcı olmaya çalışırız. Böylece Rabbimizin ihsân edeceği nice ikrâmlara ve gizli sırların keşfine nâil oluruz inşâallah." deyince, Sultân-ül-ulemâ; "Biz artık bu hastalık sebebiyle bu fânî dünyâdan hakîkî âleme göç ederiz. Fakat arkamızdan kısa zaman sonra, siz de bize kavuşursunuz. İşte orada sizinle berâber oluruz." dedi. Bundan sonra helâlleştiler. Bundan üç gün sonra bir Cuma günü, öğleye doğru Kelime-i şehâdet getirerek çok sevdiği hakîkî âleme kavuştu.
Muhammed Bahâeddîn Veled hazretlerinin vefâtından sonra, Alâeddîn-i Keykûbâd günlerce ata binmedi, sarayında tahtına oturmadı. Kuru hasır üzerine oturarak tâziye için gelenleri karşıladı. Câmilerde pekçok Kur'ân-ı kerîm hatimleri yaptırıp, öksüz ve fakirleri doyurdu, üstlerini giydirdi. Hepsinden meydana gelen sevâbı, hocası Sultân-ül-ulemâ hazretlerine gönderdi.
Sultân-ül-ulemâ'nın ileri gelen talebelerinden Seyyid Burhâneddîn anlatır: "Rüyâmda hocam Sultân-ül-ulemâ'nın türbesinden yeşil bir nur yükselmeye başladı. Genişledi, genişledi, bulunduğum yere kadar geldi. O nûrun önüne bir engel çıkmadan bütün Konya'yı kuşattı. Bu hâdise karşısında bayılıp düştüm. Sabahleyin rüyâyı tâbir ettirdim. Sultân-ül-ulemâ'nın neslinden çok muhterem kimselerin meydana geleceğini müjdelediler."
Bahâeddîn Veled'in çok sevdiği talebelerinden biri anlattı: Rüyâmda, Sultân-ül-ulemâ'nın mübârek başını, Arş'a kadar yükselmiş gördüm. Ona; "Efendim! Hâliniz nasıldır?" dedim; "Oğlum Celâleddîn-i Rûmî'nin ilim ve amel nûruyla bu derece yükseklere ulaştım. Oğlumun mertebesine, bütün velîler ve melekler gıbta ediyorlar. Ondan çok memnunum." dedi.
Baha Veled’in vefatından sonra Selçuklu Sultanı Alâeddin’in mühim bir sıkıntısı olsa şeyhinin Türbesine koşar mutlaka ferah bularak dönerdi.
1) Nefehât-ül-Üns; s.513, 514
2) Kâmûs-ul-A'lâm; c.2, s.1412
3) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.9, s.223
4) Risâle-i Sipahsalar

KEÇECİ BABA

KEÇECİ BABA KİMDİR




 Araştırmacı  A. YAMAN a göre keçeci baba 
Çevrede önemli evliyalardan biri olarak bilinen keçeci babayı araştırmacı A.YAMANşöyle anlatmaktadır: Halk söylencelerine göre Horasandan Anadoluya gelen keçeci babanın türbesi Tokat ili Erbaa ilçesi keçeci köyündedir kendisi sancaklı evliyalarındandır
 13.yy da yaşadığı ,hacı bektaş velinin amcası olduğu rivayet edilmektedir.
 keçeci baba ahi mahmut veli , gül ahi baba şah , mahmut veli gibi isimlerledeanılmaktadır. Selçuklu döneminin son ahi babası olarak bilinir zamanının önemli sanatlarından olan keçeciliğin en büyük ustasıdır türbesi bulunan köyün ismi buna dayanmaktadır. Keçeci baba bilim ruh sağlığı,veterinerlik,sanat ve eğitimle uğraşmış zamanın en yetkin bilgin ulema kişisi ve velisi olarak Anadolu erenleri içerisinde derin iz bırakmış horasan pirlerindendir.   Kendi türbesi içinde yatan ailesi ile birlikte   altın bıyık, seyit mehmet, ali haydar   adında üç oğlu ve Turhal’ın Karkın köyünde mezarı bulunan Aziz baba adlı torunu olduğu bilinmektedir.
 Türbesini her yıl her etnik yapıdan ,inançtan, kültürden binlerce kişi ziyaret eder kurbanlar keserler adaklar adarlar ,türbesine özellikle ruh sağlığı bozulmuş kişiler ,felçliler,askere gidenler ve çeşitli dilekler dileyenler gelirler. Her yıl ağustos ayının son Pazar günü Keçeci köyünde keçeci baba kültür festivali düzenlenir,keçeci köyünde ayrıca 
 Deruni, Fedai, Arifoğlu, Nihani, kurban ali, sükuti gibi ozanlarda keçeci baba tekkesinden feyz alarak yetişen tanınmış hak aşıklarıdır.

 KEÇECİ BABA BİR AHİDİR(ahilik :Osmanlıda ve Selçukluda sanat sahibine verilen isimdir vede ocaktır) ve ahilik ocağına mensuptur ahilik sanatkarlık demektir ocağıda sanatkarlar ocağıdır.Keçeci köyünün en büyük özelliği bütün evler tek katlıdır bu iki nedene dayandırılmaktadır;
 birinci neden köylüler keçeci babaya çok saygılıdırlar türbeden yüksek bina yapmamaktadırlar,
ikinci neden köylülerin ifadelerine göre türbeden yüksek bina yapıldığı zaman ya yanmakta ya yıkılmaktadır mutlaka başına bir şey gelmektedir.
KEÇECİ BABA İSMİ
 keçeci babanın asıl adı mahmut’tur anlatıldığına göre ününü duyan devrin Selçuklu sultanı kendini saraya çağırır ve bir keramet göstermesini ister oda cebinden keçe çıkarmaya başlar o kadar çok keçe çıkarırki bir oda keçe ile dolar o olaydan sonra sultan senin adın keçeci baba olsun der ve lakap olarak keçeci baba kalır
 Keçeci babanın horasan erenlerinden olduğu hicri 750,miladi 1349 yılında burada şehit düştüğü ayrıca oğullarından birinin kendi yanında diğerinin ise Rusyada şehit olduğu rivayet edilmektedir.

KEÇECİ BABA ZAVİYESİNDE YETİŞEN ÜNLÜLER (bu bölüm Ahi Mahmut vakfı sitesinden alınmıştır) 
  1) aziz baba Turhalın Karkın köyünde yatar
  2) kasım pehlivan Tokatın Erbaa ilçesi Keçeci köyünde yatar
  3) haydar pehlivan
  4) kurban ali Keçeci de yatar
  5) fedai Amasya Ebemi Köyünde yatar
  6) mevali
  7) ruhani
  8) ligari
  9) suzi Zilenin Kuru pınar köyünde yatar
10) sükuti
11) arifoğlu Tokat merkez Kızıl köyde yatar
12) sefil ali
13) deruni
14) engüni
15) aşık haydar şahin
şahzade abdülaziz döneminde baş pehlivan olan kasım pehlivan(şeyh kasım) ve alnında zöhre yıldızı parlayan haydar pehlivan köyümüzün önde gelen büyüklerindendir.

 keçeci köyü’nde ayrıca deruni, fedai, arifoğlu nihani, kurban ali, suzi, sükuti gibi ozanlar da keçeci baba tekkesinden feyz alarak yetişen tanınmış hak aşıklarıdır...


Ayhan Aydın’ın  Kazım Kaya ile bir söyleşisinden
KEÇECİ BABA 
(İmam Rıza geçsede kayıtlarda) Musayı Kazım torunu Musayı Sani Evladı,
 Zeynep Ana’dan doğma,  bir erendir.
 Ahı Mahmut Veli olarak, günümüzde ise Keçeci Baba olarak anılan bir Anadolu erenidir.
Kendisi Keçeci’ye gelince ilk önce mekanı ve evini yapıyor. Bir mescit de yapıyor. Hz. Peygamber deliyi ayıktıran, kuduzun şifasını veren, uğursuzlara murat veren, nice daha dertlere derman olan aynen sırrı Şah Mahmut’u Veli verilmiş.
Ahi Mahmut Veli dediğin zaman Ahir Zaman Nebisi’nin (Muhammet Mustafa)’nın yolunun bir yolcusu, onun yolunu devam ettiren bir veli.
 Mucizeler göstermiştir.
 Şekeri şeb etmiş.
 Onun yaşadığı dönem, Selçuklular  dönemidir
 Ama o İstanbul’a gidiyor. İstanbul’da kral varmış. İslamiyet’i Anadolu’da yayan en başta Horasan piri olan Keçeçi Baba’dır. Esas gelişi Şah Mahmudi Veli’dir. Şah demek İmam Ali’den geliyor. On İki İmam’dan da Veliliği gelir. İmam Rıza’dandır, Horasan’ın piri İmam Rıza’dır.

ZAMANIN PADİŞAHI ONA DİYOR Kİ; 
ekmeği bildin kaldırdın (çiğnemedin), Kuran’ı bildin çiğnemedin, zehiri içtin bal ettin, fırına atıldı, gül bahçesi, cennet sarayına çevirdi. Amma da Gül Ahi Baba’ymışsın, diyor. 
Ya derviş bu kadar mucizat gösterdin tadına doyamadım, son olarak, senden bir isteğim daha var. Koca bir sarayım var. Buraya senden bir işaret isterim. Bir avuç tüy alır (yün), okur, eliyle saçtığı gibi saray bin bir renkten keçe halı saraya donanır. Amma da Keçeci Baba Sultan’ımışın der, o zaman beratı eline alır. Padişah (Kral) seçeresini mühürledir, evlatlarını belgeler, kendisi geri gelir, İstanbul’dan. Daha buna benzer çok kerametleri, mucizeleri, ocakları var. 
Hala günümüzde yüksek bir ocak olarak Ahi Keçici Baba sayılır, hürmet gösterilir. Hacı Bektaş Evlatlarına bağlı olarak biz de bu hizmetleri sürdürürüz. Pirlerimiz ulusoylardır. Ersaslanlar (Keçici Köyü’nde) bizim rehber halifemizdir, onlar da yetkisi ulusoylardan alırlar. Yıllık olarak görgüyü onlardan alırlar. Bizler de Eraslanlar’dan (Deruni Sultan Evlatları) alırız.
Şimdi geldi evladım Deruni
İbni Rıza Şah Mahmut’u Veli’nin Özce Torunu
Arayan bulur, muhip pirini
Her zaman ikrara bağlıdır başımız.
Yani kış yaz delisi, kuduzu hiç durmaz, devam ederler. Kuduz hastasına biz Keçeçi Baba’nın toprağı ve (cevheri) suyunun götürürüz, septiğimiz gibi şifa bulunur. O hastalık gider. Ben deliyi elime gelince ayıktırıyorum, bu bizim bir mucizesidir. Bizim yöreye bir niyetle, dilekle gelip de, boş giden olmaz. 
Yani bizim ocak başta akıl hasları, ruh bozuklukları, kuduz hastası olanların şifa bulmak için geldikleri ana yerlerden, inanç mekânlarından birisidir.
Tokat mıntıkasında da hiçbir ocak onun üstüne gelip oturmaz, İmam Rıza diyerek, bizden öne çıkmıyor, bütün ocaklar bize saygı duyuyorlar. Bizler üst görevinde dedeler arasında dedelik yapıyoruz.
Derunu büyük bir ozan. Yanında yetişen ozanlarımız ve ocaklar
 Arifoğlu, (Tokat Kızılköy’de yatar), 
Fedai Baba (Amasya Ebemi Köyü’nde yatar), 
Kurban Ali (Keçeci’de yatar) 
Nihani Derviş (Amasya’nın bir köyünde), 
Hümmet Dede, Müradi (esas ismi Himmet) Dede (muradımı aldım, 
şükürler olsun, Deruni Sultan’dan Müradi bir himmet alıyor, (zamanın aşığı ve Kutubi olacak, Keçeci Köyü’nde) bunun sonunda Aşık Haydar dediğimiz büyük aşık, doğuyor. 
Elli yıldır köyün dedeliğini ve aşıklığını yapan kişi oldu.)
 Sukiti (Kuytu köyünde yatıyor.  Feyz alan bir yetişmiş ozan da odur.)
 Zile’nin Kuru pınar köyünde Ali Özkan ozanlık ismi Suzi Baba.  (Bu da benim annemin öz dayısıdır ve kökü de Keçeci’den oraya gitmiştir.  Yani o da Kayalardan ayrılmadır.) O da Zile’ye yerleşmiştir. 
Orada on şekiz yıl köy imamlığı yapmıştır. Halen de evlatları o köydedir. Çevre köylere dedeliği onlar yaparlar.  Deruni’nin yanında yetişen yedi ozan bunlardır.


Dedeler kimlerdir? Dede dediğin zaman aynen o ocaktan gelmesi, ocak zatlarından gelmesi, makam sahibi olması gerekir. Seyidi Saadet olman için On İki İmam’dan gelmen lazım. Bunlar Horasan erleri. Rum erleri dediğin zaman bu bölgede Anadolu’da yetişenlerdir. Horasan erleri İmam Rıza’nın nutkundan, soyundan gelenlere denir.  Pirleri İmam Rıza yetiştirmiştir. Soyundan gelenlerdir.
Evvala insanlık babında kendisini yetiştirmesi lazımdır. Kendisini yetiştirecek, topluma kendisini sevdirmesi lazım. Sadece bu bilgiyle olmaz. Kişilik, onur, şeref, haysiyet lazım. İlmini üstazlarından almış olacak. Motif olacak, her tarafla bağlantılı olacak, ilimden, her taraftan haberdar olacak. Eski yazısı olur, âşıklık olur, insanlara yardımcı olur, dede yeri gelince iş verir, yardımcı olur. İnsana yardımcı olmadan dede olmaz.
Dedeler işin özüne inecek. Araştırıcı olacak. Haki pay, turap olacak.
 İmam Ali’ydi ben turabım, diyen. Dedeler de öyle olacak. İnsanların da dede özüne girecek. Dedelik kolay değil. Büyüklerin sözüne uyacaksın. Toplum olmadan, insan olmadan, dedelik olamaz.
 Düzgün olacaksın, Müsahip kavline girmen lazım. Dört kapıyı, kırk makamı bir dede bilmezse nasıl dede olur? Gerçek seyyidler geride kaldı, her önüne gelen seyyid, dede oldu.
 Şu anda aynı şekilde hizmetlerinizi sürdürüyorsunuz? Bizim kendi geleneğimiz neyse onu sürdürüyoruz. Cemlerimiz atalarımızdan aldığımız şekliyle devam etmektedir. Keçiçi Baba’nın erkânlarını, cemlerini hep birlikte sürdürüyoruz.
Şimdi 9. ayın birinde Keçeci Baba Anma Törenleri olur. Ondan önce köy birlik görgüsünü yapar, hazırlanır. Törenden sonra, İstanbul’da, başka vilayetlerde köy toplumu tekrar birlik görgü cemlerini yapar. Şahıs görgülere geçerler. Herkes ocak dedesinden himmet alır, ondan sonra da kendi görgü taliplerine geçerler. Dar, yol erkân, müsahiplik başlar. Ama ilk önce dedesinden himmet alır. Köy birlik görgüsüne girmeyeni düşkün ilan ederler. Biz Keçeci baba birlik cemini yaptıktan sonra bizden bağlı ocaklar görgüden geçer, sonradan onlar hikmeti kendi ocaklarına götürürler.
 Söyleşi:Ayhan Aydın,  5 Aralık 2008, İstanbul
Derleme  Gazi Polat 






HZ.HIZIR İLE HZ.MUSANIN BULUŞTUĞU YER

HZ.HIZIR İLE HZ.MUSANIN BULUŞTUĞU YER



Hatay ilinde yer alan çok sayıda Hızır türbesi içinden ünlüsü Samandağı’nda yer alan türbedir. Hz. Hızır ile Hz. Musa’nın buluştuğu yer olarak kabul edilen kayanın üzerine kurulu.
H.Z Hızırın Türbesini sanki oradaymış gibi 360 derece panoromik ziyaret etmek için TIKLAYINIZ
Hz. Mûsâ döneminde yaşamış ve peygamber olması kuvvetle muhtemel, hikmet ve ilim sahibi bir şahsiyet.
Kur'ânı Kerîm'de, Hızır (a.s.)'in isminden açıkça bahsedilmez. Ancak Kehf Sûresi'nin 60-82. âyetlerinde yer alan Hz. Mûsâ ile ilgili kıssadan "Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul..." (18/65) diye sözü edilen şahsın Hızır (a.s.) olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bizzat Peygamber Efendimizden gelen sahîh hadislerde bu şahsın Hızır olduğu açıkça belirtilmiştir (bk. Buhârî, ilm 16, 44, Tefsîru'l-Kur'ân, Tefsîru Sûrati'l-Kehf 2-4; Müslim, Fedâil 170-174).
Bu rivayetlere göre bir gün Hz. Mûsâ isrâil oğulları arasında vaaz ederken ona kendisinden daha hikmet ve ilim sahibi kimsenin olup olmadığı sorulmuştu. Hz. Musâ: "Hayır, yoktur!" diye cevap verince Cenâb-ı Hak bir vahiyle Hz. Mûsâ'yâ Mecme'u'l-Bahreyn'de (iki denizin kavuşum yerinde) kullarından salih bir kul olan el-Hadir (Hızır)'in kendisinden daha âlim olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Hz. Mûsâ hizmetinde bulunan genç bir delikanlı ile Hızır'i bulmak üzere uzun bir yolculuğa çıktı. ikisi, iki denizin birleştiği yere ulaşınca, yolculukta yemek üzere azık olarak yanlarına aldıkları balıklarını unutmuşlardı ve Balık bir delikten kayıp denizi boylamıştı. Hz. Mûsâ oradan bir süre uzaklaştıktan sonra yemek için delikanlıdan balığı çıkarmasını istediği zaman balığın denize dalıp kaybolduğunu fârk ettiler. Hz. Mûsâ'nın Hızır'ı bulmasının alâmeti, bu balığın kaybolması olduğundan derhal oraya geri döndüler ve orada Hızır (a.s.)'i buldular. Bundan sonra Hz. Musa'nın Hızır ile, Kehf Sûresi 66-82. âyetlerinde anlatılan yolculuğu başladı.
Hz. Musa'nın yolculuğunda azık olarak taşıdığı balığın Mecme'u'l-Bahreyn'de denize dalıp kaybolması, bazı rivayetlerde ve çeşitli İslâm milletlerinin folklorunda, bu arada Türk folklorunda da bu suyun âb-i hayat olduğu, ölüleri bile canlandıran, içenleri ölümsüzleştiren bir hayat iksiri olduğu seklinde izah olunmuş, burada balığın canlanıp denize dalması meselesinde bir peygamberin hayatının ve Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin söz konusu olduğu unutulmuştur. Buna bağlı olarak, Mecme'u'l-Bahreyn bölgesinde yaşayan birisi olarak Hızır (a.s.)'a da ölümsüzlük isnâd edilmiş ve kendisine beser üstü güçler ve yetkiler verilmiştir.
Hızır aleyhisselâma verilen ilmin mahiyetini anlayabilmek için Musa (a.s.) ile olan yolculuğunu Kur'ân-ı Kerîm kısaca şöyle anlatır: Hızır (a.s.), yolculukta karşılaşacakları olaylara Musa peygamberin sabredemeyeceğini kendisine hatırlatmış ve O'ndan sabır için söz almıştır (el-Kehf,18/66-70). Önce deniz sahilinde, yolculuk için bir gemiye binmişlerdi. Hızır (a.s.) bir balta ile gemiyi delince kaptan tamir için geri dönmek zorunda kalmıştır. Musa (a.s.) sabredemeyip söyle demiştir: "Gemiyi, yolcularını boğmak için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın" (el-Kehf; 18/71). Yolculuğun sonunda, ilk bakışta görünmeyen ve perde arkası bilgi niteliğindeki sebebi Hızır (a.s.) şöyle belirtir: "O, deldiğim gemi, denizde çalışan birkaç yoksulundu. Onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü gemi yolculuğa devam ederse, ileride her sağlam gemiye el koyan bir kral (deniz korsanları) vardır" (el-Kehf, 18/79). Yolculuk sırasında, diğer çocuklarla oynamakta olan bir çocuğu öldürdü. Musa (a.s.): "Kısas olmadan, masum bir cana nasıl kıyarsın? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın, dedi" (el-Kehf,18/74). Küçük çocuğun bu erken yaşta vefat ettirilme sebebi Hızır (a.s.) tarafından şöyle açıklandı: "Öldürdüğüm erkek çocuğa gelince; onun anne ve babası mü'min kimselerdi. ileride onları isyan ve inkâra sürüklemesinden korktuk istedik ki, Rableri bu ölen çocuk yerine kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametli birini versin" (el-Kehf, 18/80,81). Burada Cenâbı Hak'kın, anne-babanın hayırlı kimseler olması sebebiyle, ileride kendilerini üzecek, büyük sıkıntılara sokacak bir çocuğu erken yasta vefat ettirip, onun yerine daha hayırlı bir evlâdın verilmesinin, gerçekte o aile için " hayır" olduğuna işaret ediliyor.
Yolculuğun üçüncü merhalesi Kur'an'da söyle anlatılır: "Musa ve salih kul yollarına devam ettiler. Sonunda bir köye varıp, halkından yiyecek istediler. Halk ise onları misafir etmek istemedi. Musa ve salih kul, orada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler, Salih kul hemen onu doğrultuverdi. Bunun üzerine Musa: "isteseydin buna karşılık bir ücret alırdın, dedi. Salih kul şöyle dedi: işte bu seninle benim aramızın ayrılması demektir. Sabredemediğin şeylerin içyüzünü sana anlatacağım" (el-Kehf, 18/77,78). Evi, ücretsiz tamir etmesini salih kul (Hızır) söyle açıklar: "Bu ev, şehirde iki yetim çocuğun idi. Duvarın altında kendilerine ait bir hazine vardı. Bunların babaları salih bir kimseydi. Rabbin, onların rüştlerine erip, hazinelerini bizzat kendilerinin çıkarmalarını istedi. Bu Rabbinden bir rahmettir. Ben bunları kendiliğimden değil, Allâh'ın emriyle yaptım. işte, sabredemediğin şeylerin içyüzü budur" (Kehf 18/82).
Bu hikmetlerle dolu yolculuktan, insanların günlük hayatta karşılaştıkları bir takım olayların, bazan büyük felaketlerin bir görünen yüzünün bir de asıl perde arkasının bulunduğu anlaşılmaktadır. Bazen şer olarak görülen olayların arkasından büyük hayırların ortaya çıktığı görülmektedir. Âyet-i Kerîmelerde söyle buyurulur: "Hoşumuza gitmediği halde, savaşmak size farz kılındı. Belki de hoşumuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır. belki hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür. Allah bilir siz ise bilmezsiniz (el Bakara, 2/216). "... Eğer karılarınızdan hoşlanmıyorsanız. olabilir ki, hoşunuza gitmeyen bir şeyde Allah, sizin için çok hayır takdir etmiştir. " (en-Nîsâ, 4/19). Rasûlullah (s.a.s.), Hızır(a.s.)'in ilmiyle ilgili olarak, gemi yolculuğu sırasındaki bir konuşmayı söyle nakleder: "Bir serçe, denizden gagasıyla su alıp, gemiye konmuştu. Hızır (a.s.) bunu Hz. Musa'ya göstererek şöyle dedi: Allah'ın ilmi yanında, benim ve senin ilmin, su serçenin denizden eksilttiği su kadar bir şeydir" 
Buhârî, ilm, 44, (el-Enbiyâ, 27, Tefsîru Sûre 18/2; Müslim, Fezâil, 180; Ahmet b. Hanbel, Müsned, II, 311, V, 118; bilgi için bk. Ibn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, İstanbul 1985, V,172-185).

Mansur Dede Türbesi / ADANA

Mansur Dede Türbesi / ADANA –Ceyhan –Akdam Köyü

Türbenin Yeri: Adana İli Ceyhan İlçesi Akdam Köyünde türbesi vardır.

Mansur Dede Kimdir: Kozan İlçesinde bulunan Tılan Ocağının kurucusu Mansur Dede olarak bilinmektedir.

Türbenin Durumu: Türbenin durumu hakkında elimizde herhangi bir bilgi yoktur.

Ziyaret Nedeni: Yöre halkı tarafından değişik dilekler için ziyaret edilmektedir.