KARIŞIK

29 Mart 2018 Perşembe

Mevlana Halid Bağdadi  türbesi..suriye -şam








Suriye – Şam – Kasiyun Dağındaki dergahında


On sekizinci yüzyılın sonu ve on dokuzuncu yüzyılın başında Irak ve Şam’da yetişmiş büyük velîlerden. Asrının müceddidi idi. Babasının ismi Ahmed’dir. İsmi Hâlid, lakabı Ziyâüddîn’dir. Bağdâdî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Babası hazret-i Osman’ın, annesi ise hazret-i Ali’nin soyundandır. Bu sebeple Osmânî diye de anılmaktadır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî diye meşhûr olmuştur. 1778 (H.1192) senesinde Bağdât’ın kuzeyindeki Şehrezûr kasabasında doğdu. 1826 (H.1242) senesinde Şam’da vefât etti. Kabri Şam’ın kuzeyinde, Kâsiyûn Dağı eteğindeki kabristanda bulunan türbesindedir. Sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.
Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Hâlid-i Bağdâdî, keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası, sağlam irâdesi ve çalışkanlığı ile dikkati çekti. Süleymâniye’de devrin meşhûr âlimlerinden Muhammed bin Âdem-i Kürdî, Sâlih-i Kürdî, Abdürrahîm Berzencî ile kardeşi Abdülkerîm Berzencî’den, Abdullah-ı Harpânî’den ve daha pekçok âlimden ilim öğrenip, icâzet aldı. Sarf, nahiv, edebiyât, usûl, mantık, hikmet (fen), hey’et (astronomi), geometri, hesâb ilimleri ile tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm, tasavvuf ilimlerini ve diğer ilimleri öğrendi. Fîrûzâbâdî’nin Kâmûs’unu ezberledi. Öğrendiği bütün ilimlerde din ve fen adamlarına hocalık yapacak derecede üstün bir bilgiye sâhib oldu. Din ve fen ilimlerindeki üstünlüğü ve geniş bilgisi sebebiyle zamânının bütün âlimleri ve velîlerinin takdirlerini kazandı. Hangi ilimden ve hangi fenden ne sorulursa sorulsun derhal cevâbını verirdi. Zekâsı ve bilgisi karşısında akıllar hayrete düşerdi.
Hocası Seyyid Abdülkerîm Berzencî 1788 (H.1203) senesinde tâundan vefât edince, onun talebesi boş kalmasın diye ders vermeye başladı. Her taraftan âlimler dersine koştu. Her müşkülü çözer her derde devâ olurdu. Dünyâya ehemmiyet vermez, gece gündüz ibâdet ederdi. Böylece yirmi bir yaşındayken, ulemâya ve talebeye üstâd olup, yedi sene ders okuttu. Sözü tesirli, avâm ve havâss arasında sözü delîl olan şerefli bir zâttı.
1805 senesinde hacca gitti. Yolda Şam âlimlerinden çok saygı gördü. Tevâzûundan dolayı, Allâme Muhammed Kuzberî’den hadîs rivâyeti; Mustafa Kürdî’den Kâdirî yolu icâzeti aldı.
Bir müddet Şam’da kaldıktan sonra Hicaz’a gitmek için yola çıktı. Medîne-i münevvereye kavuştuğu zaman Peygamber efendimize aşk derecesindeki sevgisini anlatan Kasîde-i Muhammediyye’yi Farsça olarak yazdı.
Medîne-i münevvereye geldiğinde, kâmil bir velî bulup ona teslim olmak arzusundaydı. Bir gün Yemenli fazîlet sâhibi bir zâta rastladı. Câhilin âlimden nasîhat istemesi gibi ondan nasîhat istedi. O zât dedi ki: “Ey Hâlid Mekke-i mükerremeye gittiğin zaman edebe uymayan birşey görürsen hemen reddetme.” Mevlânâ Hâlid hazretleri Mekke-i mükerremede bir Cumâ günü Kâbe-i şerîfe karşı Delâil-i Hayrât’ı okurken birinin, Kâbe’ye sırt çevirip kendine bakdığını gördü. “Utanmadan Kâbe’ye arkasını çevirmiş. Edebi gözetmiyor!” diye düşünürken, o kimse; “Mümine hürmet, Kâbe’ye hürmetten daha öncedir. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Niçin beni kötülüyorsun. Medîne’deki zâtın nasîhatını unuttun mu?” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunun büyük velîlerden olduğunu anladı. Ondan af diledi ve; “Beni talebeliğe kabûl et.” diye yalvardı. O da; “Sen burada olgunlaşamazsın.” dedikten sonra eli ile Hindistan’ı göstererek; “Senin işin orada tamam olur.” dedi ve gitti.
Bu gördüğü zatın hocası Abdullah-ı Dehlevî olduğu rivayet edilmektedir.
Mevlânâ Hâlid hazretleri, memleketi Süleymâniye’ye dönüp ders vermeye başladı. Fakat gece-gündüz Hindistan’ı düşünüyordu. Bir gün bu düşünceler içindeyken, Hindistan’ın Dehli şehrinde bulunan evliyânın en büyüklerinden Abdullah-ı Dehlevî’nin talebelerinden Mirzâ Abdürrahîm isimli bir zât çıkageldi. O talebe, Abdullah-ı Dehlevî; “Mevlânâ Hâlid’e selâmımızı söyle bu tarafa gelsin!” buyurdu.” dedi. Uzun zaman başbaşa görüştüler. Mevlânâ Hâlid talebelerine ders vermeye gelmez oldu. Talebeler, Hindli’ye kızmaya başladı.
Bir süre sonra, 1809 senesinde ikisi birlikte İran ve Afganistan üzerinden Hind yolculuğuna çıktılar. Umulmadık bir zamanda medreseyi ve talebeyi bırakıp bu ânî ayrılışına şehrin bütün halk ve talebeleri çok üzüldüler. Yoldan çevirmek için çok ısrar ettiler ve yalvardılarsa da fayda vermedi. Hindistan’ın karanlıklar ve tehlikeler içinde bulunduğunu söyleyip vaz geçirmek istediler. Onlara; “Âb-ı hayât zulümâtta bulunur.” şeklinde cevap veren Mevlânâ Hâlid hazretleri, arkadaşı Mirzâ Abdürrahîm ile yaya olarak yola çıktı.
Mevlânâ Hâlid, Tahran’dan; Bistâm, Harkan, Semnân ve Nişâbur’a geçti. Geçtiği yerlerdeki evliyâyı, şiirleriyle medheyledi. Âriflerin kutbu Bâyezîd-i Bistâmî’nin kabrini ziyâret ettiği zaman meşhûr bir kasîde söyledi.
Sonra Tûs (Meşhed) şehrine gitti. Orada, on iki imâmın dokuzuncusu Mûsâ Kâzım’ın oğlu İmâm Ali Rızâ’nın türbesini ziyâretinde de, çok güzel bir kasîde okuyarak onu medheyledi.
Mevlânâ Hâlid, Ahmed Nâmıkî Câmî’nin kabrini ziyâret etti. Onu da Fârisî bir kasîdeyle medheyledi. Buradan Afganistan’a geçti. Hirat’a uğradı. Hirat’ın bütün âlimleri, fazîlet sâhipleri, ziyâretine geldiler. Gelenler arasında Abdullah-i Hıratî (Hirevî) de vardı. Bu zât sonradan Mevlânâ Hâlid hazretlerinin talebesi oldu. Her şehirden ayrılırken; âlimler, vâli ve kumandanlar ve halk ona âşık olup, saatlerce yola uğurladılar. Kandehâr, Kâbil, Peşâver âlimlerinin suâllerine verdiği cevaplarla hepsini hayran bıraktı. Peşâver’de çok hürmet ve tâzimle karşılandı. Âlimler onun üstünlüğünü tasdik ve ikrâr ettiler. Sonra Lâhor şehrinin bir kasabasında kâmil bir velî olan Allâme Mevlânâ Senâullah Dehlevî’yi (rahmetullahi aleyh) ziyâret etti. Mevlânâ Senâullah Dehlevî, Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın en üstün talebelerindendi.
Mevlânâ Hâlid; burada başından geçenleri şöyle anlatır: Bu kasabada bir gece kaldım. Rüyâda, Şâh Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin, yanağımdan tutup beni kuvvetle kendine çektiğini gördüm. Sabahleyin Mevlânâ Senâullah’ın huzûruna gittiğim zaman, daha rüyâmı anlatmadan; “Kardeşimiz ve seyyidimiz Abdullah-ı Dehlevî’nin huzur ve hizmetlerini câna minnet bilmeli, huzur ve hizmetinde bulunmayı, sana vâd olunan nîmetlere kavuşmaya sebep bilmelisin.” dedi. Daha sonra o kasabadan ayrıldım. Hindistan’ın başşehri olan Dehli ismi ile meşhûr Cihânâbâd’a geldim.
Aylarca süren uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra tam bir senede Dehli’ye (Cihanâbâd) ulaşan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Dehli’ye vardığında, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin bulunduğu şehre gelmenin sevinci ile, seferdeyken yanında bulunan şeylerin hepsini, fakirlere dağıttı. Sonra Hindistan’ın en büyük velîsi ve büyük İslâm âlimi, Şâh Abdullah-ı Dehlevî’nin huzûruna kavuştu.
Abdullah-ı Dehlevî, onu talebeliğe kabûl etti. Ona nefsinin terbiyesi için dergâhı temizleme vazifesini verdi. Mevlânâ Hâlid, bu kadar ilimde âlim olmasına rağmen, hiç îtirâz etmedi. Bir gün yerleri temizleme işi nefsine zor geldi. Derhal nefsine; “Eğer mübârek hocamın verdiği bu şerefli vazifeden kaçarsan yerleri süpürge ile değil, bu sakalınla süpürtürüm.” diyerek hitâb etti. Artık bundan sonra hatırına böyle hiçbir düşünce gelmedi. Bir gün yine böyle su taşırken, hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ile karşılaştı. Abdullah-ı Dehlevî, onun mübârek omuzları üzerinden Arş’a doğru muazzam bir nûrun yükseldiğini ve meleklerin ona gıbta ve hayranlıkla baktıklarına şâhid oldu. Abdullah-ı Dehlevî, Mevlânâ’nın tasavvufta pek yüksek derecelere eriştiğini, kemâle gelip olgunlaştığını görünce, bu vazifeden alıp, devamlı huzûrunda bulunmasını emretti. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, orada da hocasına canla başla hizmet ederek, büyük mücâhede ve çetin riyâzetler çekti. Abdullah-ı Dehlevî’nin huzûrunda beş ay çalışıp sohbetleri ve nazarlarıyla büyük velîlerden olmak saâdetine erişti. Huzur ve müşâhede makâmına kavuştu. Vilayet-i kübrâ hâsıl oldu. Müceddidiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çeştiyye yolunda kemâle geldi. Abdullah-ı Dehlevî’nin kalbindeki bütün esrâr ve mânevî üstünlüklere kavuştu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, feyz ve kemâl bulunca, Abdullah-ı Dehlevî hazretleri; “Ey Hâlid, şimdi memleketine ve Bağdât’a git! Oradaki Hak âşıklarını, sevdiklerine, yâni Allahü teâlâya kavuştur.” buyurunca, Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Ey benim sebeb-i devletim, yüksek sığınağım, efendim! Orada Hayderî ve Berzencî seyyidleri çoktur. İnsanlara doğru yolu anlatmakla nasıl meşgûl olurum. Çünkü, onlar şöhret ve îtibâr sâhibi ve âlimlerin sığınağı durumundadırlar. Böyle bir işe kalkışsam, diğer insanlar bile beni men ederler.” diye arz etti. “Sen, memleketine git. İrşâd ile meşgûl ol. Bütün seyyidler, senin ayağının toprağına yüz sürerler ve şerefli zâtına hizmetçi olurlar. Oranın vâlileri, emînleri, âlimleri, fazîlet sâhipleri, mübârek ayağını öperler. Şimdi ne istersen vereyim, iste yâ Hâlid!” buyurdu. “Din için dünyâlık isterim!” dedi. “Git, her istediğini verdim!” deyip; “Yolun üzerinde, filân yerde, evliyânın büyüklerinden, iki seneden beri yemez, içmez, konuşmaz, Hakk’a gönlünü vermiş, ölü gibi hareketsiz durup, Hakk’ın sevgisine dalmış şerefli bir zât var. Ona selâmımı söyle, hayırlı duâsını al ve şerefli elini öp!” buyurdu. Sonra bütün talebe ve sevdikleriyle, dört millik mesâfeye kadar Mevlânâ Hâlid’i uğurladı. Sonra; “Hâlid bürd”, yâni “Hâlid herşeyi aldı götürdü.” buyurdu.
Mevlânâ Hâlid, o velînin olduğu beldeye gelince, yerini sordu. Uzaktan gösterdiler. Bulunduğu yere doğru yürüyünce, velînin heybetinden Mevlânâ Hâlid’i (rahmetullahi aleyh) bir korku ve dehşet kaplayıp, gidemedi, olduğu yerde kaldı. Hemen Şâh-ı Dehlevî hazretlerini hatırladı. Korkusu gitti. O zâtın yanına gidip, hocasının selâmını bildirdi. O da başını murâkabeden kaldırıp; “Aleyke ve aleyhisselâm.” buyurdu. Sonra; “Ey Hâlid, senin fütûhâtın ve irşâdının yayılma yeri Bağdât’tır.” deyip, tekrar murâkabeye daldı. Mevlânâ Hâlid hazretleri, o zâtın, nisbet-i Muhammedî denizine gömülmesine, feyz nûrları içinde bir an cemâl-i Haktan ve O’nu murâkabeden ayrılmamasına hayran kalarak oradan ayrıldı.
Mevlânâ Hâlid Şîrâz’a, oradan İsfehan’a sonra Hemedan’a gitti. Hangi şehre teşrif etse, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını hatırlatması güzel âdetlerindendi. Bu şehirlerdeki vâz ve nasîhatlerini duyan îtikâdı bozuk kimseler ona kötülük yapmak istedilerse de, Allahü teâlânın koruması ve Mevlânâ Hâlid’in heybeti sebebiyle korkup bir şey yapamadılar. Sonra Senendec’e, oradan da 1811 (H. 1226) senesinde vatanları olan Süleymâniye’ye gittiler. Bütün âlimler, fazîlet sâhipleri, talebe, şehrin ileri gelenleri ve halk sevinç ve neşe ile onu karşılamağa çıktı. Süleymâniye’de bir bayram havası yaşandı. Bir müddet burada kaldıktan sonra Bağdat’a gitti. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin dergâhına yerleşip beş ay kadar insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Tekrar Süleymâniye’ye dönerek ilim öğretmeye ve talebe yetiştirmeye devam etti.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri 1813 senesinde Süleymâniye’den tekrar ayrılıp Bağdât’a gitti. İkinci defâ Bağdât’a teşriflerinde, çok kimseler kendisine talebe oldu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir müddet Bağdât’ta kalıp İslâmiyeti anlattıktan ve talebe yetiştirdikten sonra memleketi olan Süleymâniye’ye döndü. Orada kendisi için bir dergâh inşâ edildi. Bu dergâhta insanlara vâz ve nasîhat edip talebe yetiştirdi.
Süleymâniye’deyken, Berzencîler’den silâhlı iki yüz kişi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin öldürülmesine karar verdiler. Cumâ günü, silâhlı olarak mescidin dış kapısında beklemeye başladılar. Cumâ namazı kılındıktan sonra, bütün halk câmiden dışarı çıktı. Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, her zaman câmiden en son çıkardı. Dışarı çıkanlar bu silâhlı kişilerin Mevlânâ Hâlid hazretlerine kötülük yapmak niyetinde olduklarını anladılar. Mevlânâ Hâlid hazretleri, mescidin kapısından çıkıp, bu silâhlı ve kötü niyetli kimselere heybetli bir nazarla bakınca kalblerinde müthiş bir korku hâsıl oldu. Öldürmek için gelenlerden bâzısı nâra atarak kaçıştı, bâzıları da yüzüstü düşerek perişân oldu. Bundan sonra, Mevlânâ Hâlid hazretleri ile bütün talebeleri, hiçbir şey olmamış gibi, Cennet misâli olan hânekâha gittiler. Kaçan bu düşmanların çoğu; “Mevlânâ câmiden çıkınca, onun omuzlarında heybetli bir arslanın ağzını açmış, üzerimize atlamak üzere olduğunu gördük. O anda aklımız başımızdan gitti, kaçacak yer bulamadık.” dediler.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Bağdât’ta ilimle ve insanlara İslâmiyeti anlatmakla meşgûl olduğu sırada, onu hased eden inkarcılardan birisi Bağdât Vâlisi Saîd Paşaya bir mektup yazarak Mevlânâ Hâlid hazretlerini şikâyet etti. Mektup yalan ve iftirâlarla doluydu. Hattâ Mevlânâ Hâlid hazretleri küfürle ithâm ediliyordu. Mektûbu okuyan vâli, sinirlenerek mektubu yere çarptı ve; “Sübhânallah! Eğer hazret-i Şeyh Hâlid de müslüman değilse, müslüman kimdir? Bu mektubu yazan ya delidir veya Allahü teâlâ onun basîret gözünü kör etmiştir. Bunun sebebi de o kimsedeki aşırı haseddir. Allah’a sığınırız, Allah’a sığınırız.” dedi.
Bağdât’taki âlimlere bu mektuba bir reddiye yazılmasını emretti. Halle Müftüsü Muhammed Efendi bu mektuba bir reddiye yazarak bozuk fikirlerini çürüttü. Bu mektubu Bağdât âlimleri de tasdik ettiler. Daha sonra hatâ ettiğini anlayan iftirâcı iddiâlarından vazgeçip Mevlânâ Hâlid hazretlerinden özür diledi ve affedildi.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine düşman olan ve karşı çıkanlardan pekçoğu onun güzel ahlâkı ve kerâmetleri karşısında insafa gelip büyüklüğünü kabûl ettilerse de bâzıları aynı hased ve muhâlefetlerine devâm ettiler.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir müddet Allahü telânın emir ve yasaklarını anlattıktan ve talebe yetiştirdikten sonra Süleymaniye’den âile fertlerini ve talebelerinden bir kısmını da berâberine alarak yerleşmek üzere Şam’a gitti. Şam ahâlisi, âlimleri ve idârecileri ona saygı ve iltifât gösterdiler. Şam Vâlisi Abdurrahmân Paşanın oğlu Mahmûd Paşa Mevlânâ Hâlid hazretlerinin üstünlüğünü anladı. Uzaktan yakından pekçok kimsenin onun sohbetiyle ve ilim meclisleriyle şereflenmek üzere geldiklerini görerek ona bir mescid ve bir dergâh yaptırdı. Kendisinin ve talebelerinin geçimlerini sağlayabilecek maddî yardımlarda bulundu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri sohbetleriyle insanların dünyâda ve âhirette kurtuluşa ermeleri için gayret etti. Pekçok âlim ve fazîlet sâhibi kimse onun sohbetlerinde bulundu. Şeyh İsmâil Şirvânî, Şeyh Ahmed Eğribozî ve başka zâtlar bunlardandır.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam’da bulunduğu sırada, onun büyüklüğünü çekemeyenler, Osmanlı Pâdişâhı Sultan İkinci Mahmûd’a; “Asker ve silâh topluyor, güçlenip devletinize baş kaldırmak istiyor. Ülkeni ondan koruyasın.” diye şikâyette bulundular. Sultan İkinci Mahmûd Han hemen büyük âlim Şeyhülislâm Mekkîzâde Mustafa Âsım Efendiyi huzûruna çağırdı. Durumu kendisiyle görüştü. Mustafa Âsım Efendi; “Ey müminlerin emîri! Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmin Hucûrat sûresi 6. âyetinde meâlen; “Size fâsığın biri haber getirirse onu iyice araştırın.” buyuruyor. Görüşüm odur ki, onun hâlini araştırıp açığa çıkarabilecek güvenilir iki kişiyi bulup yollayınız. Hiç sezdirmeden gitsinler, araştırmalarını yapıp dönsünler.”
Bunun üzerine Sultan Mahmûd Han iki kimseye derviş elbisesi giydirip araştırmak için Şam’a gönderdi. Derviş kıyâfetiyle giden kimseler gizlice araştırmaya başladılar. Allahü teâlâ bu kimselerin gelişini Mevlânâ Hâlid hazretlerine mânevî olarak bildirdi. Kalbine, kendisine gelen iki misâfire ikrâmda bulunması ilhâm olundu. Derviş kıyâfetindeki bu kimseleri bulduran Mevlânâ Hâlid-iBağdâdî hazretleri onları yemeğe dâvet etti. Yemek hazırlanıncaya kadar da kendi durumunu açıkladı. Kendi evini oda oda onlara gezdirdi. Bu odalarda ev eşyâsı dışında hiçbir şey bulamadılar.
Bu hâlin Mevlânâ Hâlid hazretlerinin kerâmeti olduğunu anlayan o kimseler, saygı ve hürmetle ayaklarına kapandılar. Artık gizleyecek bir şey yoktu. Olan her şeyi açıkladılar. Ona talebe olup tasavvuf yoluna girdiler. Huzûrunda kalıp İstanbul’a dönmek istemediler. Fakat Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Olmaz. En uygunu İstanbul’a dönmenizdir. Hazret-i Sultana durumu anlatırsınız.Verilen görevi tam yerine getirmiş olursunuz. Ancak bundan sonra isteyen buraya döner, isteyen de orada kalır. Bundan sonrası için artık bir günâh yoktur.” buyurdu.
Vazîfeli iki kişi Sultan İkinci Mahmûd Hana dönüp şikâyetlerin asılsız olduğunu bildirdiler. Sultan da aldığı bu haber üzerine Allahü teâlâya hamd etti. Şeyhülislâma da bu teklifinden dolayı teşekkür etti. İki kişiden birini Mevlânâ Hâlid hazretlerinin hizmetine yolladı. O kimse Şam’a gidip senelerce Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin hizmetinde bulundu ve orada vefât edip türbesinin yanına defnedildi.
Sonra Sultan Mahmûd Hanın saray nâzırlarından Mevlevî Hâlet Efendi, Mevlânâ Hâlid’in şöhret ve îtibârını çekemeyerek, kendisini halîfeye çekiştirdi. “On binlerle adamı vardır. Devlet ve saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldırılması lâzımdır.” dedi. Sultan Mahmûd Han; “Din adamlarından devlete zarar gelmez.” diyerek sözüne kıymet vermedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunu işitince, hayır ve selâmetle duâ etti ve; “Hâlet Efendinin işi Pîri Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine havâle olundu. Onu huzûruna çekip cezâsını verecektir.” buyurdu. Az zaman sonra Sultan Mahmûd Han Mora İsyânına sebeb olduğu için onu Konya’ya sürdü. Orada îdâm olundu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Bağdât’taki vazîfesini tamamladıktan sonra son olarak 1822 senesinde Şam’a gitmek üzere hazırlandı. Âile fertlerinden bazılarını Bağdât’ta bıraktı. Bağdâtlılar gitmesini istemediler. Ancak Mevlânâ Hâlid hazretleri kendilerine gelen mânevî işâretin Şam’a gitmeleri doğrultusunda olduğunu belirterek yola çıktı. Talebeleri ve sevenlerinden büyük bir cemâatle Şam’a geliyorlardı. Şam arâzisine geldikleri zaman, Safvek bin Fâris diye meşhûr Şemmer kabîlesinden bir yol kesici, adamları ile kâfileyi soymak istedi. Safvek bin Fâris, bu hâdiseyi şöyle anlatır: “Pekçok yardımcımla Mevlânâ Hâlid’in kâfilesine hücûm edeceğim zaman, kâfileden beyaz elbiseli, ata binmiş, heybetli biri göründü. Sonra gözlerimizin önünde büyük bir dağ kadar oldu. Yolcular ile aramızda büyük bir engel teşkil etti. Artık kâfiledekileri seçemez olduk. Boyunun uzunluğu semâya kadar varan bir büyük dağ gibi olan bu zâtı görünce, korkudan bir titreme gelerek, mızraklarımız elimizden düştü.Sonra herkes hayvanlarından düştü. Artık kâfilede Allah’ın sevgili bir kulu olduğunu anladık ve hep bir ağızdan; “Aman aman, affedin affedin!” diye bağırıştık. Bunun üzerine kâfile görünmeye başladı. İçlerinde Mevlânâ Hâlid’i görünce, hepimiz kusurlarımızın affını rica ve niyâz ettik. Ellerine sarılarak tövbe ve istiğfâr eyledik.”
Sağ sâlim Şam’a gelen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, Ümeyye Câmiindeki Gazze büyüklerinin Halvethânesine girdi. Şam’a bu gelişi sırasında Seyyid İsmâil Efendinin kızı Âişe Takıyye Hanımla evlendi. Sonra Bağdât’ta kalan hanımı ve âile fertlerinin de getirilmesini emretti.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam’ın meşhûr semtlerinden Kunvat’ta büyükçe ve geniş bir konak satın aldı. Âilesi ile birlikte oraya yerleşti. Oranın bir kısmını vakıf olarak bağışladı. Konağın yanına bir mescid yaptırdı. Bu mescidde beş vakit namaz cemâatle kılınmaya başladı. İleri gelenlerden ve halktan pekçoğu Mevlânâ Hâlid hazretlerinin cemâat ve sohbetlerine koştu. Vezirler ve devlet adamları onun huzûrunda el pençe divan durdular. Kâfile kâfile gelenler Nakşibendiyye yoluna girip talebesi oldular. Kendisine devletin ileri gelenlerinden mektuplar yazıldı, vâliler ziyâretine koştular. Âlimler ve şâirler üstünlüğünü anlatan eserler ve şiirler yazdılar. Kısaca İslâm dünyâsının her tarafında onun üstünlüğünü ve fazîletini bilmeyen ve kabûl etmeyen kalmadı.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam’da kaldığı müddet içinde pekçok yıkık mescidi tâmir ettirdi. İdas Câmii de bunlar arasındadır. Yerleştiği konağın yakın bir yerine bir köy kurdu. Orada halîfeleri ve talebelerinden bir cemâatin kalmasını emretti. O köy halkının dînî terbiyesini ise, halîfelerinden Şeyh İsmâil Enârenî ile Şeyh Ahmed Hatib’e bıraktı. Şuvayka Câmii olarak bilinen Murâdiye Câmiinde Muhammed Hânî’yi, Sâlihiyye’deki Câmi-i Sâhibe’de Abdülkâdir Dimlanî’yi insanlara İslâmiyeti anlatmakla ve Hatm-i hâcegân yaptırmakla vazîfelendirdi. Kendisi de medresesinde sabahları Şâfiî fıkhı okuttu.
Şam’dayken Kudüs’e giderek Mescid-i Aksâ’yı ve büyüklerin kabirlerini ziyaret etti. Kudüs halkından saygı iltifat gördü. Kudüs’ten Urfa’ya gelerek mübârek makamları ziyâret etti ve insanlara vâz nasihat ederek kurtuluşlarına vesîle oldu. Tekrar Şam’a döndü. 1826 senesi hacca gidişinde berâberinde halîfelerinden ve talebelerinden pekçok kimse de bulundu. Yol boyunca gittiği beldelerin insanlarına da İslâmiyeti anlatanMevlânâ Hâlid hazretleri hac vazîfesini yerine getirdi. Medîne-i münevvereye giderek sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Mekke-i mükerremede ve Medîne-i münevverede pekçok âlim ve evliyâ zâtlarla karşılaşıp sohbet etti. Aynı sene içinde Şam’a döndü ve vazîfesine devâm etti.
Mevlânâ Hâlid hazretleri hayâtının son senesinde Ramazân-ı şerîf ayının son gününde halîfeleri ve sevenlerine Kudüs’e gitmek istediğini bildirdi. Talebeleri bu habere çok sevindiler. Fakat Şevvâl ayı içerisinde tâûn salgını, vebâ hastalığı ortaya çıktı. Talebeleri; “Kudüs’e gitmenin tam zamânıdır.” dediler. Onlara buyurdu ki: “Şimdi üzerinde durduğumuz mesele, tâuna karşı sabırlı olmaktır. Bunun sevâbı, istediğiniz şeyden daha çoktur.” Tâunla şehîd olup gitmenin fazîletinden ve iyiliğinden bahsetti. Tâûndan ölenlerin şehîd olacağı hakkında hadîs-i şerîfleri okuyarak bu yüksek dereceye kavuşmak istediğini bildirdi.
O sırada birisi gelip; “Efendim duâ edin de bana tâûn bulaşmasın.” diye yalvarınca, ona duâ ettiler. O kişi kurtuldu. Kendileri için ise; “Rabbime kavuşmayı istememekten hayâ ederim.” buyurdu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin Muhammed Behâüddîn isimli beş yaşındaki oğlu bu sene tâûn hastalığına tutulup vefât etti. Onun vefâtını haber alınca, buyurdu ki: “Ey Rabbim! Bu musîbete sabır ve genişlik verip, beni sevinçle rızıklandırdın. Önümde rûhunu aldın. İnşâallah yüksek katınızda büyük bir nasîbi olur. Oğlum Behâüddîn mıknatısımızdır. Bizi kendisine çeker. Biz ona uyarız. Vekîlimizdir.” buyurdu. Nûrlu yüzlerinde sevinç doğmuştu. Merhum oğluna sabır ve tahammül etmenin fazîletlerini içine alan sohbet ve vâza başladı. Âhirete göç eden bu temiz yavrunun Kâsiyûn Dağındaki bir tepeye defnolunmasını emretti. Bu yere bundan evvel kimse defnolunmamıştı. Şeyh İsmâil ve Şeyh Muhammed Nâsih hazretlerine techiz ve tekfinini emir buyurdu. Cenâze yıkandıktan sonra, müslümanların omuzlarında, adı geçen yere götürüldü. Bizzat Mevlânâ Hâlid hazretleri imâm olup, cenâze namazını kıldırdıktan sonra defneylediler.
Behâüddîn’in vefâtından sonra, diğer oğlu Abdürrahmân da aynı sene içinde taûndan vefât etti. Abdürrahmân gâyet zekî, merhamet sâhibi, akıllı bir çocuktu. O da defin hazırlıkları bitince Kâsiyûn isimli tepeye, kardeşi Behâüddîn’in mezârının kuzey tarafına defnedildi. Çok kalabalık bir cemâat cenâzesinde bulundu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, son zamanlarına doğru, yanlarında bulunan emânet kitapları sâhiplerine vermek için ayırmaya başladılar. Bir ara talebelerinden birini gönderip, Şeyh İsmâil Enârenî’yi çağırttı. Ona; “Buradan hiç bir yere çıkmam. Ancak oğlum Behâüddîn’in yanına gitmeyi isterim.” buyurdu. Şeyh İsmâil; “Efendim güneşin harâretinden oraya gitmek ve orada oturmak mümkün olmaz.” deyince Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Güneşin harâreti bize zarar vermez.” buyurdu. Sonra kütüphânesinin önünde oturdu ve; “Ey İsmâil! Beni dinle, aslâ muhâlefet etme. Vefâtımdan sonra, çoluk-çocuğum, fıkıh kitaplarım, diğer hukûkî işlerim için yerime vasî olarak, İsmâil Enârenî’yi tâyin ettim. Ondan sonra Muhammed Nâsih, sonra Abdülfettâh, ondan sonra da seni seçtim. Malımın üçte birini namaz borcumun iskâtı için ayırın. Bir su sarnıcı inşâ edin. Ben zannederim ki, ümmetin iyi zâtlarından bâzı ihlâs sâhipleri, bu makâmda, sevdiklerimiz için dergâh binâ ederler. Malımın üçte birinden geri kalanı da, kapımızdaki fakir ve yoksullara verilsin. Ölümümden daha büyük bir musîbet size gelmez. Ona karşı sabır ve tahammül gösteriniz. İnsanlarla münâkaşa etmeyiniz.” buyurdu.
Şeyh İsmâil de; “Efendim, bugün kalblerimizi hüzün ve kederle doldurdunuz. İnşâallah bu emir gelmez de ömrünüz uzun olur.” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Ey İsmâil! Biz Şam’a ancak ölmek için geldik. Buraya geliş gâyemiz bundan başka bir şey değildir. Cenâb-ı Hak, Beyt-i mukaddesi ve Nebiyy-i zîşânı ziyâreti ve Hâcc-ı ekberi, bize geçmiş senelerde nasîb etti. İnşâallah saâdet-i ebediyyeye nâil oluruz. Başka bir şey istemiyoruz. Bâzı inkârcıların size yapacağı ezâ ve cefâdan korkuyoruz. Bilhassa falan kimsenin ezâ ve cefâsından korkuyoruz. Hak teâlâya yalvararak duâ ediyoruz ki, size eziyet verecek olan o kimse fazla yaşamasın. Çünkü sevdiklerimize iftirâ ederek zahmet verir.” buyurdu. Buyurdukları gibi, kendilerinden kısa bir müddet sonra o kimse öldü.
Bir gün Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, Şeyh İsmâil Gazzî’ye buyurdular ki: “Bütün kitaplarımı vakfettim.” O esnâda içeriye Şeyh Muhammed Nâsih Efendi girdi ve; “Efendim Seyyid Hüseyin Efendi ve berâberinde bâzı âlim zâtlar, size tâziyeye geldiler.” dedi. Daha sonra onları karşılayıp, oturmalarına müsâade ettiler. Oğlu Abdurrahmân için tâziyelerini kabûl etti. Ziyâretçiler gidince, Şeyh İsmâil Efendi de izin alıp ayrılmak istedi. Mevlânâ hazretleri: “Bugün burada kalınız.” buyurdu. Sonra da; “İnsanların; “Mevlânâ Hâlid kerâmet izhar ediyor.” demelerinden korkmasaydım, bütün arkadaş ve dostlarımla vedâlaşırdım. Bu Cumâ gecesi gideceğimizi zannediyorum.” buyurdu. Daha sonra kendisine yemek getirildiğinde; “Bu ve bundan başka yemeklerden yiyemeyeceğim, ölümü isteyen hem de yemek yiyen hiç bir kimse gördünüz mü?” buyurdu. Uzun bir müddet dünyâ yemeklerinden yemedi. Sonra; “Dünyâ yemeklerine doymuş olduğum hâlde, Rabbime kavuşmayı arzu etmem.” diyerek, evlâdı ile şakalaşan bir baba gibi, ayaklarını evin içinde yere vurdu. Bundan önce böyle bir hâl kendilerinden görülmemişti. Sonra kitapların bulunduğu yere gitti. Emânet aldığı kitapları sâhiplerine göndermeye başladı. Çoluk-çocuğuna teker teker nasîhat ve vasiyet ederek vedâlaştıktan sonra; “Biz bu Cumâ gidiyoruz.” buyurdu. Sonra mescide vardı. İkindi namazını kıldıktan sonra, medresenin olduğu tarafa yöneldi. Kapısına geldiklerinde, sevdiklerinden İsmâil Gazzî’yi yanına çağırıp iltifât etti.Kütüphânesinin önünde oturdu. Önceki vasiyetini ve nasîhatı tekrar etti. Çoluk-çocuğuma hoş nazarla bakınız. Seçtiğim vasîm Şeyh İsmâil Enârenî’dir. Benden sonra irşâd vazifesinde bulunacak seçtiğim talebemdir. Bu husûsu hiç kimse hatırından çıkarmasın.” buyurup, İsmâil Gazzî’ye: “Bana kalemi ver, vakıf şartlarını yazayım.” buyurdu ve mübârek ellerine kalem alıp; “Bu kitapları Allah için vakfettim. Vakfımın şartları şunlardır.” diyerek şartlarını yazdı. Sonunda da; “Bu yazılan şartlarla vakfettiğim kitaplarımın küçük bir tânesini de olsa değiştiren, noksanlaştıran kimseler üzerine; Allah’ın, meleklerinin ve bütün insanların lâneti yağsın.” buyurdular. 

13 Mart 2018 Salı

Cafer bin Akil bin Ebu Talip türbesi



                                                             kerbela şehitlerinin mezarları

Cafer bin Akil bin Ebu Talip (Arapçaجعفر بن عقیل), İmam Hüseyin’in (a.s) yârenlerinden ve Aşura günü Kerbela’da şehit olanlardandır.[1] Annesinin künyesi Ümmü Sagar’dır, bazıları ise Ümmü’l Benin olduğunu söylemiştir. Cafer de Müslim b. Akil gibi Hz. Ali’nin (a.s) damatlarındandır. Şehit olduğunda yaşının 23 olduğu söylenmiştir.


Cafer, Akil bin Ebu Talib’in oğludur. Makatilu’t Talibin kitabında annesinin Kilab oğulları kabilesinden Amir b. Amiri’nin kızı “Ümmü Sagar” olduğu belirtilmiştir.[3] Ancak TaberiHişam’dan annesinin Şakar b. Hizam’ın kızı Ümmü’l Benin olduğunu nakletmiştir.[4] Aynı şekilde annesinin Suğriye kızı Hafsa olduğu da söylenmiştir.[5] Cafer de kardeşi Müslim bin Akil gibi İmam Ali’nin (a.s) damadıdır.
Doğum tarihi hakkında fazla bir bilgi yoktur, ancak Lübabu’l Ensab kitabı yazarına göre Kerbela’da şehit düştüğünde yaşı 23’tür


 Hz. Cafer bin Akil’in savaş meydanına çıktığında şu recezi okuduğunu yazmıştır:
انا الغلام الابطحی الطالبی
من معشر فی هاشم و غالب
و نحن حقا سادة الذوائب
هدا حسین سید الاطائب
Ben Ebtahi (Mekke’li) genci ve Talib’in nesliyim
Haşim ve Galib’in hanedanındanım
Ve bizler kuşkusuz büyüklerin efendisiyiz
Bu temizlerin efendisi Hüseyin’dir




http://tr.wikishia.net/view/Cafer_b._Akil..alıntıdır..teşekkürler

İmam Muhammed Cevad  türbesi..kazımeyn






İmam Cevad diye meşhur olan Muhammed bin Ali bin Musa (Arapça: محمد بن علي بن موسی), Şiaların dokuzuncu imamı ve imam Rıza a.s. oğludur. Hicretin 195. yılında Recep ayında Medine’de dünyaya geldi. İmam Cevad (a.s) 25 yaşındayken Abbasi halifesi Mu’tasımtarafından şehit ettirildi ve dedesi İmam Musa b. Cafer’in (a.s) Kazımeyn’deki türbesinde toprağa verildi.[1] İmam Rıza (a.s), oğlu İmam Cevad (a.s) dünyaya geldiğinde doğumunun Şialar için çok hayırlı ve bereketli olduğunu söylemiştir. İmam Rıza’nın (a.s) şehadetinden sonra bazıları kardeşi Abdullah b. Musa b. Cafer’in peşine gittiler, bazıları da “Vakıfilere” katıldı, ancak Şiaların çoğunluğu o zaman daha küçük yaşta olan İmam Cevad’ın (a.s) imametine kabul ederek ona tabi oldu. İmam Cevad (a.s) ile saray bilginleri arasında çeşitli münazaralar yapılmıştır. İtikad, tefsir, fıkhın çeşitli konuları ile ilgili çeşitli hadisler İmam Cevad’dan (a.s) elimize ulaşmıştır.


Nesep, Künye ve Lakapları

İmam Cevad diye meşhur olan Muhammed b. Ali b. Musa b. Cafer b. Muhammed, On İki İmam Şialarının dokuzuncu imamıdır. Annesi Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a) eşi Mariye Kıbtiye’nin hanedanından gelen “Subeyke” hatundur. Elbette bazı kaynaklarda Hizran ve Reyhane diye de zikredilmiştir.[2] Künyesi Ebu Cafer’dir. Genellikle tarihî rivayetlerde künyesi Ebu Cafer-i Evvel olan İmam Muhammed Bakır’ın künyesi ile karıştırılmaması için Ebu Cafer Sani (İkinci) olarak zikredilmektedir.[3] En meşhur lakabı Cevad’dır. Taki, Murtaza, Kani, Razi, Muhtar, Mütevekkil ve Münteceb lakapları da İmam Cevad’ın (s.a.a) lakaplarından sayılmıştır.[4]

Doğumu ve Şehadeti

Tarihçilerin kayıtlarına göre, İmam Cevad (a.s) hicretin 195. yılında Medine’de dünyaya gelmiştir. Ancak doğum günü ve ayı hakkında fikir ayrılıkları mevcuttur. Şeyh Tusi’nin “Misbahü’l Müteheccid”[5] kitabında naklettiği meşhur görüşe göre Receb’in onunda dünyaya gelmiştir, ancak çok sayıdaki kaynağa göre İmam Cevad (a.s) Ramazan ayının ortasında dünyaya gelmiştir.[6] İmam Cevad (a.s) 25 yaşında iken Abbasi halifesi Mu’tasım tarafından Bağdat’ta şehit edilmiştir. Kâzımeyn’de dedesi İmam Musa Kâzım’ın (a.s) türbesinin yanında toprağa verilmiştir.[7]

Eşleri ve Çocukları

Eşleri

İmam Cevad (a.s) h. 215. (veya 214.) yılda Abbasi Halifesi Me’mun’un kızı Ümmü Fazıl’la evlendi.[8] Bu evlilik Me’mun’un isteği üzerine gerçekleşmiş ve İmam Cevad (a.s) Hz. Fatıma’nın (s.a) mehriyesi olan on beş dirheme eşit bir mehirle bu evliliğe onay vermiştir. İmam Cevad’ın (a.s) bu eşinden çocuğu olmamıştır.[9] İmam Cevad’ın (a.s) tüm çocukları Semane-i Mağribiye adlı bir başka eşinden dünyaya gelmiştir.[10] Bazılarının dediğine göre İmam Rıza (a.s) Horasan’da ikamet ettiğinde İmam Cevad bir keresinde babasını görmek için bu bölgeye bir seyahatte bulunur.[11] İşte bu seyahatte Me’mun, kızını imam Cevad’la (a.s) nikâhlar. Nitekim İbn Kesir, İmam Cevad’ın (a.s) Me’mun’un kızıyla nikâh hutbesinin daha İmam Rıza (a.s) hayattayken okunduğunu, ancak düğün töreninin Me’mun’un izni ile h. 215 yılında Tikrit’te yapıldığını söylemiştir. [12] Bu görüşle bazılarının evliliğin 202 yılında bazılarının ise 215 yılında gerçekleştiğine dair görüşleri arasında bir çelişki yoktur, ancak bu durum İmam Cevad’ın (a.s) Yahya b. Eksem’le[13]Bağdat’ta yaptığı ünlü münazara ile uyuşmamaktadır.

Çocukları

Şeyh Müfid’in naklettiğine göre İmam Cevad’ın (a.s): Ali (İmam Hadi), Musa, Fatıma ve Emame adlı dört çocuğu vardı.[14] Elbette bazıları İmamın Hekime, Hatice ve Ümmü Gülsüm adlı üç kızının olduğuna inanmaktadır.[15]

İmametinin Delilleri

İmam Cevad’ın (a.s) imameti (İmam Rıza’nın şehadeti ile) hicri 203 yılından 220 yılına kadar toplam 17 yıl sürmüştür. İmam Cevad’ın imametine birçok rivayet ve karine delalet etmektedir. Örneğin: İmam Rıza’nın (a.s) ashabından birisi halifesi ve vasisi hakkında kendisine yönelttiği bir soruda İmam Rıza (a.s) kendi eliyle önünde oturan oğlu Ebu Cafer’i (İmam Cevad’ı) işaret etmiştir.[16] Başka bir rivayette İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: “Bu Ebu Cafer’i kendi yerime tayin etmiş ve ona makamımı vermişim. Bizler küçüklerin büyüklerinden miras aldığı bir ailedeniz. (Yani büyükler ilmi mirası aldıkları gibi küçüklerimiz de hiçbir fark olmadan ilmi büyüklerden miras alırlar.)[17] Bir başka rivayette ise (İmam Rıza’nın ashabından) Ebü’l Hasan b. Muhammed, İmam Rıza’dan (a.s) şöyle duyduğunu rivayet etmiştir: “Ebu Cafer, ailem arasında benim halifem ve vasimdir.”[18]

http://tr.wikishia.net/view/%C4%B0mam_R%C4%B1za_(a.s)..alıntıdır.

BABA ZAKİR TÜRBESİ.yıldırım .BURSA







      Namazgah ile Mesudi Makramavi mahalleri arasında bir mahalleye adını vermiştir. Bugün bu mahalle Namazgah sınırları içinde kalmıştır.
Baba Zakir, hafi ve cehri zikre vâkıf bir velidir. Asıl adı kaynaklarda Ali, mezartaşında Alâaddin olarak yazılmıştır. Uzun zaman Emir Sultan Hazretlerinin hizmetinde bulunup zakirbaşı (okuyucu başı) olarak görev yaptı. Adının verildiği mahallede İmaret adı ile anılan bir cami ve bir zaviye yaptırdı.Çelebi Sultan Mehmet Han zamanında tahminen 1417 ylılnda 103 yaşında vefat etti. Kabri, bugün Yeşil Türbe den yukarı doğru çıkıldığında Dereboyu sokakta solda, apartmanlar arasında sıkışmış; iki apartmanın daracık havalandırma boşluğunda ona da bir yer bırakılmıştır. Hanımı Hatice Hanım ve kızının kabri 30 metre aşağıda yol üzerindedir.


http://www.yildirim.gov.tr/baba-zakir-turbesi..alıntıdır..teşekkürler.
 BABACI HATUN Türbesi ..taraz .kazakistan

 Babacı Hatun Türbesi Babacı Hatun Türbesi1 , Kazakistan’ın güneyinde (Taraz-Çimkent yolu üzerinde) Jambıl Eyaleti ‘nde Taraz şehrine 18 kilometre uzaklıktaki Ayşe Bibi köyünde, Ayşe Bibi külliyesi içerisinde Ayşe Bibi Türbesi’nin yanında yer almaktadır






Tarihlendirmesi
Türbenin inşa tarihi, banisi ve mimarisi hakkında kesin bilgiye sahip değiliz. Ancak bu konuda değişik araştırmacılar tarafından yapılmış çalışmalarda öne sürülen farklı görüş ve fikirler vardır. B. Glaudinov (2012: 127), eserinde Babacı Hatun Türbesinin kitabesi hakkında A.M. Beleniski ve M.E. Masson eserine istinaden, “Bu muhteşem Abacı Hatun (Babacı Hatun) Mezarının banisi…İlhanşah….Mimarı da Muhammed” yazısı okunduğunu belirtmiştir.



Türbenin inşa tarihi, banisi ve mimarisi hakkında kesin bilgiye sahip değiliz. Ancak bu konuda değişik araştırmacılar tarafından yapılmış çalışmalarda öne sürülen farklı görüş ve fikirler vardır. B. Glaudinov (2012: 127), eserinde Babacı Hatun Türbesinin kitabesi hakkında A.M. Beleniski ve M.E. Masson eserine istinaden, “Bu muhteşem Abacı Hatun (Babacı Hatun) Mezarının banisi…İlhanşah….Mimarı da Muhammed” yazısı okunduğunu belirtmiştir.

Ancak günümüzde farklı dönemlerde yapılan onarımlarla Türbe kitabesinde tahribat görüldüğünden bu bilgiyi teyit edemedik. Türbe kitabesi, yapılan son restorasyon öncesi ve sonrası kitabesinde ise sadece ″E’ÂlÎ ( لى اع أ ( muhteşem2 … Babacı Hatun… ibaresi okunabilmektedir (Fotoğraf: 2-3). B. Glaudinov’un eserine göre (2012: 127), Babacı Hatun Türbesinin banisi İlhan Şah ve mimarının ise Muhammed olduğu anlaşılmaktadır. Ancak elimizdeki mevcut veriler ile bunu teyit etmek çok zordur. Eserin mimarı hakkında da herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Eserin mimarının Orta Asya kökeninden uzaktaki mimarlarla bağlantılı olduğu düşünülmektedir (Bernştam 1956: 59). Türbenin örtü sistemindeki altın oran uyumluluğu ile ahenkliğinin usta bir mimarın işi olduğu anlaşılmaktadır (Mendikulov 1950: 10-11).

M. M. Mendikulov (1951: 229), bu tarz türbeleri 10. yüzyılın sonu veya 11. yüzyılın başı olarak tarihlendirmiştir. Bununla birlikte Kazakistan’da türbelerin genelinde kubbe örtüleri konik veya piramidal külahlı olduğu ve bölgede 19. yüzyıla kadar yaygın bir şekilde kullanıldığı ifade edilmiştir. Kare planlı mekân üzerine çokgen prizma kasnağa oturan kaburgalı, konik külahlı örtü şeklinin ilk olarak 10. yüzyıl sonu ile 11. yüzyıl başı olarak tarihlendirilmiştir. Yapının kare planlı olması, çokgen prizmal kasnağa oturan konik veya prizmal külahlı olarak inşa edilmesi, daha sonraki dönemlerde inşa edilen türbe mimarisine örnek teşkil ettiğinden bahsetmiştir. A.N. Bernştam (1956: 94), “türbenin 10 – 12. yüzyıl Ermeni mimari yapı- larıyla benzerliğine değinerek türbe inşası gelişmiş Karahanlı dönemine (12. yüzyıl) değil, 11. yüzyıla tarihlemek gerekmektedir” demiştir. Buna ilaveten A.M. Belinskii de türbe kitabesindeki yazı çeşidinden hareketle erken dö- nem yapısı olarak tarihlendirme yoluna gitmiştir (Bernştam 1956: 94). T.N. Senigova (1972: 182), yapıyı ayrıntılı bir şekilde araştırmış ve türbenin tarihlendirilmesi hususunda 10. yüzyıl olabileceği ihtimali üzerinde durmuştur. Babacı Hatun Türbesi, plan, malzeme ve cephe düzenlemesi bakımından Samani ve Erken Karahanlı dönemi yapılarına büyük ölçüde benzerlikler göstermektedir. Babacı Hatun Türbesi gibi, 11. yüzyıl yapılarının kubbe örtüsü dilimli, yıldızvari prizmal külah mimari özelliklerini taşımaktadır. Bu sebeple türbe 11. yüzyıl yapısı olarak tarihlendirilmektedir. Çünkü 12. yüzyıldan sonraki anıtsal mimari yapılarda (türbe) yaygın bir şekilde terrakota kullanılmıştır. Buna örnek olarak 12 ve 13. yüzyıla ait Galinja’daki Marmaşen ve Anberde kiliseleri (Ermenistan) gösterilmiştir. Aynı şekilde, 12. yüzyıla ait Kafkasya ve İran’da İslam Mimarisinde konik külahlı, dilimli prizma veya yivli şeklinde örtü sistemi olan Nahçıvan Mümine Hatun, Bastan Yusuf İbn Küteyç ile Amal, Nasir-al-Halka ve Zari, Muhammed Sultan Risa türbeleri, Babacı Hatun türbesine mimari ve süsleme bakımından büyük ölçüde benzerlikler gösterdiği ifade edilmiştir (Bernştam 1956: 92). Babacı Hatun Türbesinin tarihlendirilmesinde sadece örtü sistemine dayanarak bir sonuca varmak eksik olur. Buna ilaveten Babacı Hatun Türbesinde oyma tekniği ile yazılmış Arapça kitabenin nesih yazı türü ve üslubu, 12. yüzyıl Karahanlı dönemine ait yazı örneklerinden ziyade daha çok 11. yüzyıl yazı tipleri ile benzerlik göstermektedir. Çünkü Orta Asya’da 11.yüzyıla ait yapılarda yaygın olarak nesih yazı çeşidi kullanılmıştır. Buna göre adı geçen türbenin yapı, teknik ve süsleme özelliklerine dayanarak Ayşe Bibi Türbesinden daha erken tarihlerde inşa edilmiş olduğu söylenmektedir (Bernştam 1956: 94). Bernştam (1956: 95), Babacı Hatun Türbesi inşaatı ve mimarisi hakkında şahsi bir yorumda bulunmuştur. Yazar bu yorumunda Yedisu (Jedisu) bölgesinde Nesturi (Ermeni) adlı topluluğa 1205 tarihine ait mezarlıktan bahsetmektedir. Buna istinaden 12. yüzyılda burada koloniler halinde Ermenilerin yaşadığını ve Babacı Hatun Türbesi’nin de Ermeni mimarisinden etkilenmiş olabileceğini öne sürmektedir (Bernştam 1956: 95). M. Oluş Arık, Babacı Hatun Türbesini 11. yüzyıla tarihlendirmiştir (Arık 1994: 13). Y.Yaralov, türbeyi 11. yüzyıl yapısı olarak tanıtmıştır (Yaralov 1962: 405). M. Cezar, Babacı Hatun’un, Ayşe Bibi’nin bir yakın bir akrabası olması sebebiyle, türbeyi 12. yüzyılda yapılmış olabileceği üzerinde durmuştur (Cezar 1977: 111-112). O. Aslanapa da M. Cezar’ın fikrine katılarak Babacı Hatun Türbesini 12. yüzyıla tarihlendirmiştir (Aslanapa 2010: 217). Yukarıda belirttiğimiz bilgiler ışığında Babacı Hatun’nun, Ayşe Bibi’nin yardımcısı veya lalası olduğu, dolayısıyla, Babacı Hatun Türbesinin 11. yüzyılın başında inşa edilmiş olabileceğini söyleyen M. M. Mendikulov’un fikrine katılmaktayız.  

9 Mart 2018 Cuma

Uzun Hasan Türbesi - Tunceli

İlçenin girişinde, Tekya Mevkiinde, blok bir kaya üzerine inşa edilmiş halk arasında Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’a ait olduğu sanılan türbenin kitabesinde yazılan bilgilere göre aslında türbenin 1572 yılında Behlülbey oğlu Şah Bey ve iki oğlu için yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Giriş kapısı üzerinde yer alan iki satırlık kitabesinde; “Emera bi-imareti hâzihi rav datirş-şerif el merman Hatun binti’l- masum ummhuma Şah Bey ve Cihan Şah Bey ebnau Muhammed Bey bin behlül bin Hüseyin el mekki fi sene 980.” (Hüseyin Mekki Bey’in oğlu Behlül Bey’in oğlu Muhammed Bey’in çocukları olan Şah Bey ve Cihan Şah Bey, kızları Masum kızı Merman Hatun için bu şerefli tübeyi 980 senesinde yapmayı emretti.) Türbe iki katlı olup alt katta cenazelik vardır. Doğal kaya üzerinde sekizgen planlı iki katlı tamamı kesme taştan yapılan türbe içten ve dıştan piramit çatı ile örtülmüştür. İç mekan kuzey ve batıda birer pencere ile aydınlatılmıştır. Kültür Bakanlığı tarafından 1971 yılında restore edilen yapı, Selçuklu mimari tarzını yansıtan seçkin bir yapıdır.

ABDULVAHAP GAZİ  TÜRBESİ...BURSA İZNİK






 Abdulvahap Gazi, Emeviler döneminde yaşamış ve İslam kuvvetleriyle Anadolu seferine katılmış ünlü bir ordu komutanıdır. Doğum tarihi belli değildir. Taberi ve İbnü’l Kesir, Abdulvahap 
Gazi’nin H.113(M.731) yılında şehit düştüğünü belirtir.
Abdulvahap Gazi, Battal Gazi’nin ve Ahmet Turan Gazi’nin silah arkadaşıdır.Abdulvahap Gazi’nin İznik’den başka Sivas, Elazığ ve Bayburt’ta da türbe ve makamları bulunmaktadır.
Menkıbelere göre Abdulvahap Gazi, Hz. Peygamber’in sancaktarıdır. Onun duası ile uzun bir ömür yaşamıştır. Hz. Peygambere ait mübarek emanetleri yıllarca sonra Malatya’ya gidip Battal Gazi’ye teslim etmiştir. Daha sonra Battal Gazi ve Ahmet Turan Gazi, Anadolu’yu İslamlaştırmak için birlikte hareket etmişlerdir. Abdulvahap Gazi, Soğuk Çermik yakınlarındaki bir savaş sırasında Ahmet Turan Gazi ile birlikte şehit düşmüş; sel sularına kapılan mübarek vücudu uzun müddet Yukarı Tekke kayalıklarının altından akan ırmakta kalmış, görülen bir rüyadan sonra mübarek cesedi buradan alınarak, Yukarı Tekke’deki kabrine nakledilmiştir.
Gelenek: Sivas halkının inancına göre Abdulvahap Gazi, Hz. Peygamber’in bayraktarı sayılmakta ve bayraktarların piri kabul edilmektedir. İşte böyle bir inançtan doğan bir düğün geleneği vardır. Bu gelenek şöyledir:
Oğlan tarafı gelini almak için başlarında bayraktarları, bayrağı çekmiş halde kızın bulunduğu köye veya mahalleye yaklaşırlar. Bunları kız tarafı karşılar. Kız tarafının bayraktarı, oğlan tarafının bayraktarına şöyle seslenir:
Bayraktar, bayrağını kaldır
Yönünü kıbleye döndür
Pirine bir salavat gönder
Verelim muhammed’e selavat,
Sallu ala Muhammed
Herkes selavat getirir. Bu sefer oğlan tarafının bayraktarı, kız tarafının bayraktarına şöyle der:
Kitap üstünde yazı
Okurlar bazı bazı
Pirimiz Abdulvahap Gazi
Verelim Muhammed’e selavat
Sallu ala Muhammed…