KARIŞIK

31 Ocak 2016 Pazar

Cakir el-Kürdi

Cakir el-Kürdi





Irak'ta yetişen büyük velîlerden. İsmi, Muhammed bin Düşem (veya Düsem) olup, lakabı Câkîr veya Câkbir el-Kürdî el-Geylânî'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. Irak'ta Samerrâ'ya bir günlük mesâfede bulunan bir sahrâda yaşadı. Hanbelî mezhebi âlimlerinin büyüklerindendir. 1155 (H.550) senesinde yaşadığı yerde vefât etti. Vefâtı için başka târihler de rivâyet edilmiştir. Kabri, ziyâret edilmekte olup, kendisini sevenler, mübârek rûhundan istifâde etmektedirler. İnsanlar vefâtından sonra ona yakın olmak, bereketinden istifâde etmek için, kabri etrâfında bir köy kurdular.

Tâc-ül-Ârifîn Ebü'l-Vefâ hazretleri, Câkîr hazretlerini över, yüksekliğini anlatırdı. Câkîr'e, Ali bin Heytî ile bir takke gönderip, bunu kendisine yaklaşmak için başına koymasını emretti. Takkeyi vermek ve bu emrini bildirmek için huzûruna çağırmadı. "Câkîr'in benim talebem olması için Allahü teâlâya duâ ettim. Allahü teâlâ duâmı kabûl buyurdu. Onu bana verdi." buyurdu.

Irak'ta bulunan evliyâ sözbirliği ile; "Câkîr hazretleri, yılanın derisinden soyunduğu gibi, nefsinin bütün arzularından soyunmuştur." buyurdular ve böyle bildirdiler.

Câkîr hazretleri, Irak'ta bulunan evliyânın büyüklerinden, âriflerin güzîde ve seçkinlerinden, muhakkîk, araştırıcı âlimlerin önde gelenlerinden idi. Zamânındaki evliyâ içinde bir tâne olup, onların temel direklerinden biri oldu. Çok yüksek derecelerin, kerâmetlerin sâhibi idi. Yetiştirdiği talebelerin hepsi, çok kıymetli mübârek zâtlardır. Kendisine; "Niye herkesi talebeliğe kabûl etmiyorsun?" denilince; "Bana talebe olmaya gelen herkesin ismini, nasıl olduğunu, Levh-il-mahfûz'da görmedikçe, hiç kimseyi talebeliğe almadım." buyurdu.

Ebû Muhammed el-Hamîdî anlatır: "Üstâdımız Câkîr hazretlerinin ne yiyip içtiğini, nafakasının nereden geldiğini kimse bilmezdi. Bir gün yanında idim. Çobanları başında olduğu hâlde sığırlar oradan geçiyordu. İneklerden birisini göstererek; "Bu hayvan, kırmızı bir buzağıya yüklüdür. Falan ay ve falan günde doğurur. Doğan o kırmızı buzağıyı, büyüyünce bana vermek için nezr ederler. Falan gün fakirler onu keserler. Falan ve falan kimseler de ondan yerler." buyurdu. Sonra başka bir ineği işâret ederek; "Bu inek dişi bir buzağıya yüklüdür. O buzağının vasıfları şöyle şöyledir. Bu inek falan zamanda doğum yapacaktır. Büyüyünce, onu da benim için nezrederler. Fakirlerden filan kişi onu keser. Falan ve falan kimseler de ondan yerler. O ette, kırmızı bir köpeğin de nasîbi vardır." buyurdu. "Vallahi Câkîr hazretlerinin vasfettiği şeylerin hepsinin aynen vâki olduğunu gördüm. Anlattıklarından hiçbiri noksan olmadı. İkinci anlattığı buzağı kesilip tekkeye getirildiği sırada, kırmızı bir köpek içeri girdi. O etten bir parça kapıp gitti."

Bir gün,Câkîr hazretlerine bir genç gelerek; "Bugün sizden, bana ceylân eti ikrâm edip, yedirmenizi istiyorum." dedi. O anda bir ceylân gelerek, Câkîr hazretlerinin huzûrunda durdu. O da bu ceylânın kesilmesini emretti. Bu emir üzerine ceylân kesilip, pişirildi. O yiğit de bu etten yedi." Hamîdî yine dedi ki: "Yedi sene hocam Câkîr'in hizmetinde bulundum. Bundan başka, bu yakınlarda hiç ceylân görmedim."

Bir zaman büyük bir kalabalığın iştirâkiyle Câkîr hazretlerinin dergâhı yapılmıştı. Büyük bir kalabalığa yemek verilecekti. Dâvetliler, pişirilecek yemekler ve her şey hazırdı. Hizmetlere bakan, o anda bir eksikliğin farkına vardı. Yemekleri pişirecek adam yoktu. Hizmetçilerden biri de hocalarına odun kalmadığını bildirdi. Câkîr hazretleri mutfağa girdi. Kapıyı kapatmalarını söyledi. Her bir ocağın altına ayağını uzattığında ocaklar ateşle doldu. İki yüz kadar ocakta yemekler hemen pişiverdi. Gören ve duyanlar bunun Câkîr hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu anladılar. Ona karşı olan sevgileri daha da fazlalaştı.

Câkîr hazretlerinin vefâtından sonra, yerine kardeşi Ahmed, ondan sonra Ahmed'in oğlu Gars, ondan sonra bunun oğlu Muhammed geçip talebelere ders verdiler.

Câkîr el-Kürdî hazretleri; "Şunlar ki, Rabbimiz Allahü teâlâdır deyip, (O'nun rubûbiyyetini ve vahdâniyyetini îtirâf ve ikrârdan) sonra (gizlide ve açıkta yalnız Allahü teâlâdan korkmak ve yalnız O'ndan ümitli olmakla, amellerinde ihlâs ve) istikâmet üzere oldular." (Fussilet sûresi: 30) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyup, burada geçen "İstikâmet üzere oldular" kelimesinin tefsîrinde; "İstikâmet üzere olmak demek, müşâhede üzere bulunmak demektir. (Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin sevgisinin kalpte bulunmamasına müşâhede denir.) Çünkü Allahü teâlâyı tanıyan, O'ndan başka hiçbir şeyi bilmez. O'ndan başka her şeyi unutur. Kim bir şeyi severse, ondan başka bir şeye muttalî olmaz. Başka şeye itâat etmez, tâbi olmaz." buyurmuştur.

İMDÂDIMIZA YETİŞ

Bir gün Câkîr hazretlerinin huzûruna bir talebesi gelerek; "Efendim! Ticâret için deniz yolu ile Hindistan'a gitmek istiyorum. Uygunsa müsâdenizi, duânızı istirhâm etmek için geldim." dedi. Câkîr hazretleri tebessüm ederek; "Bir sıkıntı durumu meydana gelirse, benim ismimi hatırla, Allahü teâlânın izni ile imdâdına yetişirim." buyurdu. Talebe; "Peki efendim!" deyip ayrıldı. Aradan altı ay geçti. Bir gün Câkîr hazretleri ayağa fırlayıp eliyle bâzı işâretler yaptı ve; "...Bunları bizim hizmetimize bağlayan Allahü teâlânın şânı ne yücedir. O, bütün noksanlıklardan münezzehtir. Yoksa biz, bunlara güç yetiremezdik." (Zuhrûf sûresi: 13) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyup, sağa sola birkaç adım yürüdü. Sonra oturdu. Orada bulunanlar bu hâlden bir şey anlayamayıp sebebini sordular. "Filân kardeşiniz, denizde boğulmak üzere idi. Allahü teâlânın izni ile kurtuldu." buyurdu. Onlar, deniz yolculuğunda bulunan arkadaşlarını hatırlayıp rahatladılar. Bir ay sonra o talebe geldi. Hemen hocasının ayaklarına kapanıp; "Efendim, şâyet sizin yardımınız olmasaydı biz helâk olacaktık!" diyerek, ayaklarını öpmek istediyse de müsâade edilmedi. Daha sonra, yalnız kaldıklarında arkadaşları sordular. Şöyle anlattı:

"Denizin ortasında gemimiz yol alırken, şimâl tarafından bir fırtına çıktı. Dalgalar arasında, gemimiz çok su aldı. Herkes sulara gömüldü. Helâk olacağımı zannedip çok korktum. Dalgaların içine gömülüp, boğulmak üzere olduğumuz sırada, hocamın sözünü hatırladım ve Irak tarafına dönerek; "Ey Câkîr hazretleri! Hâlimizi görüp anla! Bizim imdâdımıza yetiş!" dedim. Daha sözümü bitirmemiştim ki, hocamızı yanımızda gördüm. Bir gemide idi. Şimâl tarafına işâret etti. Fırtına durdu. Sonra geminin direğine yaslanıp denize doğru, "...Bunları bizim hizmetimize bağlayan Allahü teâlânın şânı ne yücedir. O, bütün noksanlıklardan münezzehtir. Yoksa biz bunlara güç yetiremezdik." (Zuhrûf sûresi: 13) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyup, sağa sola birkaç adım attı. Cenûba(güneye) doğru eliyle işâret etti. O taraftan tatlı bir rüzgâr esti. Câkîr hazretleri su üzerinde yürüyerek gözden kayboldu. Cenûb tarafından çıkan o tatlı rüzgâr, bizi gitmek istediğimiz yere ulaştırdı. Böylece biz, onun bereketi ile kurtulmuş olduk." Arkadaşları yemin ederek; "Hocamız bir an gözümüzden ayrılmadı. Sen de oraya bizzat geldiğini, sizi kurtardığını söylüyorsun." dediler. Bu hâdise üzerine talebeleri anladılar ki: "Allahü teâlâ, evliyâsına pek çok kerâmetler ihsân etmiştir. Evliyânın, aynı anda başka başka yerlerde görülmesi de, onların kerâmetlerindendir. Hattâ bu büyük velînin, birisi şarkta, diğeri garbda olan iki talebesi olsa ve bu iki talebe aynı anda vefât edecek olsalar, şeytanın onların îmânlarını çalmamaları için, son nefeste her ikisinin de imdâdlarına yetişir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.