Berke Han Türbesi kudus
5 Kasım 2023 Pazar
Türkan Hatun Türbesi
Hüseyin Mansur Hallac Hazretleri
Hallacı Mansur Hicri 244 ( Miladi 858) yılında Beyza yakınlarında bir kasaba olan Tur’da doğdu. 922 de Muktedir’in buyruğu üzerine Bağdat’ta asılarak, uzuvları kesilerek iskence ile öldürüldü. Hallacı Mansur’un babası Müslüman, dedesi ise Mezdek inancındaydı. [i] Hallac-ı Mansur bazende Muhammed b. Ahmet el-Farisi adını da kulanıyordu.[ii] Hallac; Hüseyin b. Mansur’un lakabıdır. Mansur, Hallac lakabını baba mesleği olan yorgan yatak yünlerini, pamuklarını temizliyen, tarayan anlamında olan yorgancı ve hallaç mesleğinden dolayı almıştır. Yani Hallacı Masur’un babası yorgancılık yapıyordu. Bu nedenle de Hüseyin b. Mansur’a Hallac-ı Mansur olarak söylendi.
Doç. Dr. Bedri Noyan dedebaba, Hallac-ı Mansur’un Hallac lakabını almasını şöyle anlatıyor:[iii]
“Hallac-ı Mansurun esas mesleği hallaçlık değildir. Birgün hallaçlık yapan bir dostunun dükkanına gider. “Ben senin işini görürüm, işin geri kalmaz.” diyerek onu bir yere yollar. Adam dönüşünde bakar ki bütün pamuklar atılmış. (Mansur, parmağının bir işareti ile o pamukları atmış.) Bunun üzerine kendisine Hallac takma adı verilmiş.”
Hallac-ı Mansur’un çocukluğu Beyza’da geçti Beyza, İran coğrafyasında yer alır. Bu nedenle de Hallac’ın İran kültür ve inanç etkisinde olması gerekir. Hakbuki Hallac-ı Mansur’un düşünce yapısını incelendiğinde, İran inanç ve kültüründen fazlaca etkilemediği görülmektedir. Bunun aksine kendi yaşamından uzak olan Arap kültür ve inancı daha fazla ilgisini çekmiş ve kendisini fazlaca etkilemiştir. Bunu da çevresinin etkisi ile olsa gerek ki, henüz küçük yaşlarda olduğu halde Kur’ana ilgi duyuyor ve Kur’an derslerini almaya başlıyor. Hallac-ı Mansur küçük yaşlarda Kur’anı ezberlemiştir. Hallac-ı mansur’u ilginç kılan, ve sunni ulamayı şaşırtan ve hayretler içinde bırakan yanı ise çok küçük yaşlarda Kur’an hakkında yorumlar getirmesidir.
Hallac-ı Mansur 16 yaşlarında devrin büyük sufi bilgini Sehl b. Adullah et-Tüsteri’den 2 yıl kadar ders aldı. Tüsteri’nin ölümü üzerine Basra’ya gitti. Hallac-ı Mansur burada ünlü sufi bilgin Amr b. Osman el Mekki’den 2 yıl kadar dersler aldı. Bu sırada hocası olan Amr b. Osman el Mekki’nin karşı çıkmasına rağmen Hallac-ı Mansur ünlü sufi bilginlerinden Ebu Yakup el-Akta’nın kızı Ümmü Hüseyin’le evlendi. Bu evlilikten Süleymen, Ahmet (Hamd), ve Abdüsamed adında üç erkek, bir de bir kız çocuğu oldu.
Hallac’ın bu evliliği sufilerin arasında ikilik yaratmıştı. Sufiler arasındaki bu kavga Hallac-ı Mansur’un Basra’yı terk etmesine sebep olmuştur. Hallac-ı Mansur tam Basra’yı terk etmek üzereyken Sufilerin önderi ve piri olarak anılan Cüneyd el-Bağdadi ile tanıştı. Var olan rahatsızlıkları, dedikoduları, bu nedenle duyduğu üzüntüyü kendisine anlattı. Cüneyd kendisine öğütlerde bulunarak sabırlı ve sükûnetli olmasını istedi.
Hayatı azaltan afatlardan biri hasrettir.
Hallac-ı Mansur kendisine isnat edilen iftira ve dedikodulara daha fazla dayanamadığından Basra’dan ayrılarak Mekke’ye gitti. Mansur, Mekke’de nefsini terbiye ile ruhunun miracını gerçekleştirmek üzere Kabe’nin haremine kapanarak çile sürecine girdi.
Hallac-ı Mansur’un Mekke’ye gelişini Ebu Yakup Neh-Recur-i şöyle anlatıyor:
“ Mekke’ye ilk gelişinde Kabe’nin sahnında oturuyordu. Hallac, bu bir yıllık .ile süreci içinde oturduğu yerden sadece abdest almak ve tavaf etmek için ayrılmıştır. Ne güneşe aldırıyordu ne de yağmura. Her yatsı vakti yanına bir çörekle bir testi su konuyordu. Bir çöreğin dörtte biriyle bir kaç yudum su alıyor geri kalanı çeviriyordu.”[iv]
Hallac-ı Mansur’un bu perhiz-çile denemeleri o günün süfilerini şaşkına çeviriyordu. Aynı zamanda kendisine kızıyor ve alehinde dedikodular yapıyorlardı.Bu dedikoduları Şeyban şöyle naklediyor:
“Öğle sıcağıydı. Bir taşın üstüne oturmuş duran bir genç ile karşılaştık. Hava çok sıcak ve bunaltıcı olduğundan alnında akan terler taşa dökülüyordu. Arkadaşım bu manzarayı görünce bana: “Haydi gidelim” diye işaret etti. Vadiye inince de şöyle dedi: “ Ömrümüz vefa ederse şu adamın başına neler geleceğini göreceğiz. Oturmuş Allah ile ahmakça sabır yarışı yapıyor. Allah ona, tahammül edemeyeceği bir bela mutlaka verecektir.” Daha sonra bu gencin, Hallac olduğunu öğrendik.
Hallac-ı Mansur Mekke’de kaldığı süre zarfında Hac veya umre için gelen müslüman gruplarla sıkı ilişkiler içinde oldu. Onlara kendi düşüncelerini aktarıyor ve onları çeşitli konularda aydınlatıyordu. Özellikle de bu müslüman gruplar içinde Horasan ve civarında gelen insanlara daha yakınlık gösteriyor, onlara Kur’an yorumlarını yapıyor ve çeşitli bilgiler vererek onları aydınlatıyordu.
Hallac-ı Mansur 271 (milladı 900) yılında Mekke’den tekrar Basra’ya döndü. Hallac; ruhsal alemde artık amacına ulaşmış, hayata, insana ve dine değişik perspektiflerden bakmaya başlamış ve kendisine yakışır bir biçimde konuşmaya başlamıştır. Hallac’ın bu durumunu sevgisini kazanananları çoğalttığı gibi, Sünni Ulamanın başını çektiği çevrelerin tepkilerini üzerine çekerek düşman cephesini de büyütmüştür.
Tasavuf konusundaki yeni düşünceleri, etkili davranışları, konuşmaları nedeniyle gittiği yerde çevresinde büyük bir kalabalığın toplanmasına yol açan Hallac-ı Mansur’u değişik inançta ve mezhepte kimseler savunmuştur. Miladi 908 de baş gösteren Hanbeli ayaklanmasına katılmakla suçlanan Hallac-ı Mansur 913 tarihinde Sus’ta bir kadın saray polislerine “ Hallac denen bir adamın evini biliyorum. O eve her gece gizliden birileri geliyor ve çok sakıncalı şeyler konuşuyorlar” deyip şikayette bulundu. Bunun üzerine Hallac’ın baş düşmanı Ebul Hasan Ali b.Ahmet er-Rasimbi tarafından tutuklandı. Sekiz yıl tutuklu kaldıktan sonra Bağdat’a götürüldü. Maliki kadısı Ebu Ömer Hammadi’nin fetvası ve Abasi Halifesi Muktedir’in buyruğu üzerine 22 Mart 922 tarihinde Bağdat’ta idam edildi.
Allah’a dayanan hiçbir zaman yıkılmaz.
Hallac-ı Mansur; idama getirilirken önce 1000 kamçı vurularak kamçılandı sonra., darağacında asılarak gövdesi param parça edildi. Hallac’ın gövdesinden kesilerek koparılan her bir parçası, her bir uzvu “Enel Hak” diyordu. Bu durumu gördükleri halde halen inanmak istemeyen bu caniler bu zulümle de yetinmeyerek, gövdesi param parça edilmiş Hallac-ı Mansur’u halka teşhir için tüm Bağdat sokaklarında gezdirip ve halkı Hallac’ın kafasının kesilmesini seyre zorlanmıştır. Hallac’ın kafası gövdesinden koparıldığı zaman seyre zorlanan halkın gözü önünde Hallac-ı Mansur’un kesik başı “Enel Hakk” diye söylemiştir. Tüm bu olup bitenlere rağmen kafası kesilen Hallacı Mansur gövdesi yakılarak külleri suya serptirilmiş yine de nehrin suları “Enel Hakk “ diye bağırıp çağırmıştır. Suyun bu seslenişi Hallac’ın “Ben idam edilip, yakılacağım. Benim küllerimi nehire serptirecekler. Nehir bana yapılan zülme dayanamayacak ve “Enel Hakk”diye bağıracaktır. Sen o zaman benin abamı alıp getirip nehire atacaksın. Ancak o zaman sesler kesilecektir” diye yardımcısına vasiyette bulunur. Hallac’ın bu vasiyeti yerine getirmek üzere yardımcısı tarafından Hallac’ın abası suya atılmış, böylece nehirden gelen “Enel Hakk” nidaları son bulmuştu.
Hallac-ı Mansur’u idama götüren nedenler:
Hallac-ı Mansur’un düşünceleri “insan-tanrı- evren” konularını içeren, varlık birliğini savunan, bu nedenle de şeriat anlayışına aykırı sayılan bir niteliktir. Hallac’a göre; gerçek olan, var olan,”Bir”dir. “Çokluk” bir görüştür. “Bir’in değişik biçim ve nitelikte yansımasıdır. Bu “Bir” de Tanrı’dır. Ancak, evren ve insan bu “Bir’in dışında değil, içindedir, onunla özdeştir. Bu nedenle insanın “Enel Hak” demesi doğrudur, gereklidir.[v] İnsan konuşan, dolaşan, düşünen, sevinen, gülen, üzülen, öfkelenen bir Tanrı’dır. Tanrının bütün nitelikleri insanda, insanın bütün özellikleri Tanrı’da, evrende bir birlik, bütünlük içindedir. Ölüm gerçek değildir, bir değişmedir, bir görünüştür. Bundan dolayı kişinin ölümü yaşamında, yaşamı da ölümündedir. Hallac-ı Mansur bu düşüncesini, çevresinde toplanan büyük bir kalabalığa “Beni öldürün. Beni öldürün, yaşamım ölümümde, ölümüm yaşamımdadır.” Sözleriyle açıklamıştır.
Hallac, Hz Muhammed’in ilahiliği üzerinde ısrarla duran ve Tavasin’de onun ebedi ve ilahiliği açıkça belirten ilk sufilerdendir. Buna rağmen Suni İslam ulamasının boy hedefi olmaktan da kendini kurtaramamıştır. Sünni İslam ulamasını kızdıran ve hatta idamına ferman edilen Hallac-ı Mansur Hz. Muhammed için;
“Hz. Muhammed’in varlığı yokluktan öncedir. Adı ise kelamdan önce gelir. Cevher ve arazlardan önce ve sonranın hakikatlarından önce bilinmekte idi. Ne doğulu ne de batılı bir kabileden gelir.
Hz. Muhammed sürekli olarak sufilerin kalplerini yakan, sönmeyen bir nur’dur. Bütün peygamberler ve veliler “Nur’larını” (bilgilerini) ancak Peygamberlerin Nur’undan alırlar. Onun nur’u kelam’inkinden daha parlak ve daha ezelidir.”
Diğer bir söylenceye göre de:
“Eğer bir gün Hz. Muhammed ile görüşmem nasip olsaydı ona: “Mi’rac gecesinde niçin yalnız kendi ümmetin için mağrifet istedin? Diğer bütün kafirler için de merhamet isteseydin elbette esirgenmezdi derdim.. demiº. Bunun üzerine Rasul-ullah (Hz. Muhammed)in ruhu ortaya gelerek.ona görünmüº ve hiddetle: “ Benim Tanrı iradesinden başka bir şey istememin imkanı var mıydı?” deyince Mansur niyaz edip özür dilemiş ise de kabul edilmemiş, başın fedası ile sulh olunacağı kendisine söylenmiş. Mansurun idamıda bu nedenle yerine getirilmiş. [vi]
Acaba Hallac-ı Mansur’u ölüme götüren, Sunni İslam ulamasının yoğun tepkisini üzerine çekerek işkence ile öldürülmesine fetva veren Hambeli kadısını zorlayan Hallac’ın bu sözleri mi, yoksa Hallac’ı Karmatilerle ilişkilendirip, isyancı gösterip, halkın gözünden düşürerek ondan kurtulmayaı isteyen Abbasi halifelerinin hileli oyunları mı?
Karmatiler
Hemedani Kırmiti, bir İsmaili şeyhinin tavsiyesi ve yol göstericiliği ile geçim sıkıntısını çeken, yoksul, yetiştirdikleri hurmaları boğaz tokluğuna varlıklı ailelere satan, kısacası; düzenden hoşnut olmayan ve Abbasi ve Arap zülmüne karşı olanlanlardan bir güç oluşturdu. Daha sonraları bu güçlerin birliktelikleri sonucu çoğalıp, büyüyerek düzeni rahatsız edecek boyuta gelmeleri ile de Karmati adını aldılar. Diğer bir deyişle Karmati tarikati. Daha sonraları karmati devleti olarak görmekteyiz.
Tatlı dilli olanların dostları, her gün biraz daha artar.
Abbasi Halifeleri’ni, Arap gericilerini ve Sünni İslam ulamasını korkutan ve düzenini rahatsız eden, Karmati İmamlarının neler söylediklerine bakalım;
Karmatiler (Karamita) düzene karşı örgütlenmiş ve hatta Sunni İslamın savunduğu bir kelamı, bir ibadet türünü savunmuyorlar tam tersine “ Bizim kabemiz ve kıblemiz Kudüs olduğundan bütün ibadetlerde oraya dönülür. Dinlenme günü Cuma değil Pazar günleridir.Yılda iki gün oruç tutulur. Bu da Nevruz ve Mihrican günleri uygulanır. İnsanlar arasında her hangi bir fark yoktur. Tüm insanlar eşittir. Tüm insanlar eşit oldukları için mallarıda eşittir”[vii]
“Kur’anın gerçek manasını ancak batini imamlar bilir”
Karmatilerde kemal, ikinci doğumla gereçekleşir. Alem bir tecelliler bütünüdür ki türlü şekillerde görülür ve görünür. Madde bir hicap (perde)tır. Bu hicap kaldırıldığında kişiyi aşan kozmik bir zihin şuuruna erilir ki, işte ikinci doğum budur. Bu doğum, bir kozmik ben’e ulaşma halidir.
İkinci doğumun elde edilmesini sağlayan mistik eğitim (seyrusüluk) Beş müsibetten kurtulmak olarak görülür. İnsanın kozmik ben’e ulaşmasını engelleyen Beş negativite şunlardır: Gök, tabiat, kanunlar, devlet, ihtiyaç, ve zaruret. Beş müsibetten kurtulmak ibadettin de hem amacı hem de kendisidir.
Muhamed Ali es- Suri Karmatiler için şöyle der: Karmati eserlerin bilim ve düşünce üstünlüğü tatışılmaz. Bunu inkar edemeyen iftiracı çevreler Karmati’leri ahlak ve inanç yönünden çamurlama yolunu tutmuşlardır.
Karmati düşünce, Kur’ana bağlı bir sistem geliştirmiştir. Ancak geliştidikleri bu düşüncelerinde Kur’an, alabildiğine sübjektif bir yoruma tabi tutulmuştur. “Karamati te’vil” diyebileceğimiz bu yorum, yer yer Kur’anı tanımaz hale sokulabilmiştir. Çünkü onlara göre; “Kur’anın gerçek manasını ancak batini imamlar bilir”[viii] Karmati hareket gibi muhteşem bir düşünce ve siyaset aksiyonunun kur’an vahyini rahatsız eden bu tavırı , insanlık dünyası için çok büyük bir kayıp olmuştur kanısındayız.
İbni Sina ise; Karmatilerin sosyal hayatlarına ve yetişme usullerine yönelik olarak şöyle der; Karmatiler, fevkalede iyi yetişen, bunu sağlamak için de çok okuyan insanlardı. “Dar-ul Hikmet” denen medreselerde eğitim görürlerdi. Kitap okuma işini meclis denen yerlerde yaparlardı. Meclislerde her türlü bilim ve felsefe konuşulurdu. Tartışmalar ciddi biçimde yazıya geçirilir, sonra da bu yazılanlar temize çekilerek eser haline getirilirdi. Eser haline getirilmiş bu yazılar ilgili yerlere gönderilirdi.
Meclisler; muhtelif gruplar için ayrı ayrı idi. Bunlar:
1- Büyük ve seçkin dostlar için,
2- Devlet büyükleri ve ileri memurlar için,
3- Sıradan insanlar ve yolcular için,
4- Kadınlar için,
5- Saraylı kadınlar için.
Kısacası; Karmat topluluklar tam saoyalist bir hayat yaşarlardı. Herkes çalışmak zorunda idi. Küçük çocuklar bile en azından ekinlere musallat olan kuşları kaçırmak için çalışırlardı.
Karmatilerde mülkiyet sadece techizat ve kılıça hastı. Her mıntıkada toplanan nimetleri dağıtan bir görevli bulunurdu. Bu görevliler, yoksulları ve güçsüzleri asla ilgisiz bırakmazlardı.
Karmati toplumun bağlı bulunduğu sosyal, ekonomik ve hukuksal prensipler şöyle özetliyebiliriz.
- Sosyal gruplar (işçi, çiftçi, zanaatkar, tüccar vs) bir tek bütçeden destek görürdü.
- Karmati devletine bağlı bulunan her kişi, zekat ve fitre dışında her ay bütçeye 1 dinar vermek zorundadır. Bunlardan başka sosyal konumuna göre başka vergiler de öderlerdi. Toplanan paralar kamu yönetimince sosyal, bilimsel ve sanai programların uygulanmasında kullanılırdı..
- Bilgi ve eğitim, toplumun tüm katmanları için gerçekleştirilirdi.
- Toplum bireyleri arasında ruhsal ve bedensel boyutlarda kardeşçe yardımlaşma, dayanışma ve barış esastı. Yönetilenlerin yönetenlerle dostluk ve kardeşlik hisleriyle bağlılığı da bu cümledendi.
- Kadına hayatın tüm alanlarında erkekle eşit hakları tanınmıştı.
- Karmati olmayan toplum ve bireyleriyla münasebetlerde, sırların saklanması ve diplomasi kurallarına uygunluk esastı.
Karmatilerde tüm bu prensiplerin uygulanması, İmam’ın görevlendirdiği, eşit hak ve yetkilere sahip 3 kişilik bir dailer komitesince uygulanıp denetlenirdi.
Yukarıad görüldüğü gibi; İslami ulamaya göre yanlış olan, Karmati’lere göre doğrudur. Bu nedenle de Karmatiler islam çevrelerince dinden dışarı, zındık olarak görülmüşler. Absi Halifeleri ve iftiracı islam ulaması bu hınçlarını Hallacı Mansur’un sakalları traş edilip, bir deveye bindirilerek Bağdat sokaklarında halka teşhir edilirek “İşte Karmatilerden biri.” Veya “Karmati Papazını görmek istiyenler gelsinler!” diye göstermişlerdir.
Bize göre; Hallac-ı Mansur’un asılması ne “Enel Hak” (Ben tanrıyım) sözü, ne de Hz. Peygamber’e yapılan övgü ile birlikte Velilik mertebesinin Nebilik‘ten üstün görülmesi veya Peygamber’in Kelam’dan önce gelmesi ve ne de isyanlara katılmasıdır. Onu idam ettiren sadece ve sadece Abbasi halife’lerinin olumsuz ve keyfi yönetimlerine karşı gelen halk korkusu ve Arap gereciliği ile yobaz Sünni İslam ulamasının bilgisizliklerinden kaynaklanan tutum ve davranışlarıydı.. Bu nedenle dir ki Hallac; düzmece bir mahkeme ile ve de düzmece bir suç ile suçlanmıştır. Şöyleki;
308 (miladi 908) yılında meydana gelen bir kaç ayaklanmalarda Hallac’ın düşüncelerinin kitleyi etkilemeya başladığı açıkça görülüyordu. Keyfi idareden rahatsız olan toplum patlamaya hazır bir çıban gibiydi. Abbasi sarayı bundan çok rahatsızdı. Çünkü ardı arkası kesilmeyen isyanlar başlamıştı. Saraya yakınlığı ile bilinen ve Hallac’ı Mansur’a içten içe hınç duyan Hamid; Hallac’ın daha fazla yaşatılmasının sarayın geleceği için bir intihar anlamına geleceği fikrinde israr ediyordu. Gerçektende başını Hambeli gurupların çektiği bu isyanlar, Hallac-ın alehine olmuştur. Onu tehlikeli gösteren deliller halinde kullanıldı.
Hamid; mahkemede esas alınmak üzere “Peygamberlik ve ilahlık adia etmek”idi. Bir de “Sidiğini şifa diye sunmaktan” Hulul (Allahın kullarının vucüduna girmesine) kadar her türlü suç isnat edilerek yargılanmak istendi. Bu idiaların gerçekçi göstermek için de Hallac, bu idaalara uygun bir fıkıh geliştirmiş olmakla suçlanıyor ve hatta Ben Tanrı’yım diyen Hallac’ın peygamberler atadığı da öne sürülüyordu. Hallac; tüm bu saçma sapan suçlamalara kısa ve net olarak söyle diyordu; “Allahlık veya peygamberlik iddiasından Allah’a sığınırım. Ben, Allah’a çokça ibadet eden, oruç tutan, onu her an anan birisiyim. Hepsi bu”[ix]
Azim ve sebat en büyük yardımcıdır.
Hamid; Hallac’ın ölümüne her ne şekilde olursa olsun karar vermek üzere , mahkeme reisliğine Maliki mezhebinden ünlü kadı Ebu Ümer Muhammed b. Yusuf el Hammadi, mahkeme üyeliklerine de; Hanefi mezhebinden Ebu Cafer Muhammed b Ahmed el-Enbari et Tenuhi ve Ebu Hüseyn Ömer b. Malik ei Şeybani getirildi.
Mahkeme; yukarıda isnat edilen suçları bir tarafa bırakarak Hallac’ı “zındıklıkla “ suçluyordu. Çünkü Hallac’ı asmanın tek yolu buydu. Çünkü Maliki mezhebine göre zındıklığın tövbesi kabul olmaz. Öyle ise diğer mezheplerce affedilmesi mümkün olsa da Maliki mezhebine göre affedilemez. Bununla yetinmeyen mahkeme reisi bir İsfahan fakihi olan İbn-i Davut ez Zahiri’nin Hallac’la ilgili şu görüşlerini rehber alıyor. “ İbn-i Davud el-Zahiri; “ Eğer Allah’ın Hz. Muhammed’e indirdikleri doğru ise Hallac’ın söyledikleri yanlıştır. Sonuç olarak, Hallac ölüme gönderilmelidir.”
Hallac, tüm bu haksız suçlamalara karşı artık kendisini savunmanın boşuna olduğunu anlamış ve kendisini yargılayan kadılara dönerek; “Canıma kanıma dokunmanız haramdır. Dinin mubah saydığı yorumlarımı tevil ederek benim alehime kullanmanız helal değildir. Ben; dini İslam, tavrı sünnet olan bir insanım. Bunu gösteren kitaplarım çarşı-pazarda herkesin elindedir. Allah’tan korkun da benim hayatıma kast etmeyin” Hallacın tüm bu feryadı boşunaydı. Çünkü ferman çok önceden verilmişti.
Hallac’ın idam kararı üzerine halifenin yanında mabenci olarak görev yapan Hallac’ın dostu Nasr el Kusuri Halife’nin annesine şunu söyledi; “Bu masum insanın ölüm fermanını tastiklemesi durumunda oğlunuzun başına bir bela geleceğinden korkuyorum.
Hallac-ı Mansur’un söylemleri Sünni İslam çevrelerince fırtınalar kopardığı gibi, İslam’a dayalı devletleri ve bu devletlerin başında bulunanların da korkulu rüyası durumuna gelmiştir. Prof. Yaşar Nuri Öztürk Hallac-ı Mansur için şöyle diyor:
“ Yeni oluşların rüyalarını gören ruh yeni istrapların kabuslarına göğüs germeye hazır olmalıdır. Çünkü her büyük aydınlık, yaratıcı ruhta bazı fanilikleri yakarak beşlenir. İstırap, işte bu yanmanın getirdiği acıların genel adıdır.Hallac bu istırabı ve acıyı duyan ve yaºayan ölümsüzlerdendir.”
Özellikle de kendisini dinlemediği için Hallac’ı sihirbazlıkla suçlayan sufilerin önderi/piri Cüneyd el- Bağdadi’de bu bilge, bu kamil insan için şöyle diyor:
“Artık o, sedece kendi benliğine güvenip dayanacak bir aşamaya girmiş bulunuyor.”
“Enel Hak” için kim ne söyledi;Hallac-ı Mansur denince akla “Enel Hak” sözü gelir. Tasavvuf’ta Hallac-ı Mansur bu sözü ile öne çıkmış bu nedenle de Sunni İslam ulamasının şimşeklerini üzerine çekmiş bir hayli düşman edinmiştir. Bu söz ayni zamanda Hallac’ın düşünce dünyasının esasını, kişiliğindeki hakim öğeyi ve tarihteki yerini belirlemektedir.
Hallac-ı Mansur ; Enel Hak; “Ben tanrıyım” sözünü şöyle açıklar; “ Halk’ta yer alan Hak unsuru dolayısıyla Hak, halk’la aynıdır. Bir başka yerde şöyle diyor; “ Ben Hak’kım, zira ben hiç bir zaman Hak’la hak olmaktan vazgeçmedimç”
Yine başka bir yerde de Allah’a yönelerek şöyle diyor; “Seninle benim aramda İllahlık ve Rablik(el-ilahiyye ve’r-rubiyye) yoktur. Ey ben olan O, ve ben O’yum. Zamandanlık ve ezelilik bir yana, benim benliğim ve senin O’luğun arasında hiç bir fark yoktur.”
Vicdanınız temizse özgürsünüz demektir.
Sunni İslam uleması, Hallac-ı Mansur’u din adına yargılarken, çıkarlarını ve geleceklerini düşünerek, zamanın egemen güçlerine hoş görünmek pahasına ya gerçekten onu anlamamışlar veya anlamak ismemişler. Sunni ulamanın bu konumunu daha sonraları Hallac-ı Mansur’un asılmasını yanlış gören Mutasavvıf, şaiir M. İkbal ve bir çok tesfir ve vıkıh yazarında görmek mümkündür. Tüm Sünni İslam ulemasının bu yanlışlarına rağmen gerek Hallac döneminin şair, düşünür, bilim adamı, teolog, sufi, mutasavvıf ve gerekse sonraki kuşak Hallac- Mansur için şöyle derler.
Büyük mutasavvıflardan Genguhi şöyle der;
“Enel Hak diyen Dost’tur, ben değilim!
Bu budala insanlar Hallac-ı darağacına asıp öldürdüler; eğer ben orada olsaydım, onu asla öldüremezlerdi.”
Kendisine Hallac’ın ruhunu temsil ediyor denilen mutasavıf Saçal;,
“Şu son devrin Mansur’u Enel Hak sözünü aşikare söyler. Şimdi idam sehpası aşk vuslatının sembölü haline gelmiştir.”
“Aşıklar her saat darağacına meyleder, Çünkü Mansur’u darağacına çıkaran bu alev, aşkın alevidir. Aşkın mertebesi dar ağacıdır” diyor ve devamla;
Ölümü göze alıp buna azmetmek aşk erbabı için esastır.
Dar ağacı her şeyden evvel, aşıkların ziynetidir…
Darağacı, aşıkların gelin yatağı haline gelir…
*** *** *** *** ***
Enel Hak sözünü söylerken…
Dostun ellerini düşünerek kendimi öldürtürüm…
*** *** ** *** ***
“Her kim ki Hallac libasında geldi,
“Ölümünde” sözünde ebedi hayat buldu.
Akibeti bakamında Hallac-ı Mansur ile ayni olan Alevi Ulusu Seyid Nesimi şiirlerinde, deyişlerinde “Enel Hak’kı” şöyle işliyor;
Sırr-ı Enel Hak söylersem
Alemde pinhan gelmişem
Hem Hak derim Hak bendedir
Mem batini insan gelmişem.
*** *** *** ***
Dara çıkmak bu fena darda Mansur’a düşer
Ol Enel Hak diyenin Sırrını dava ne bilir!.
** *** *** *** ***
Büyük işler ancak ortak çalışma ile olur.
Küllü yer gök Hak oldu mutlak
Söyler def u ceng u ney Enel Hak
** *** *** *** ***
Yanağında ayan oldu Enel Hak
Kaçan süret olur gözgüde mestür
Ne gayretli Enel Hak’tır bu yarap
Ki Mansur’u asar hem dare mansur.
Şah Latif ise, Hallac için şöyle diyor:
“Hallac, yalnız cefakeş aşık değil, ayni zamanda bütün eşyada mevcut bulunan ilahi hakikatin sembölüdür.”
Şah Latif bir şiirinde;
Su, toprak, ırmak: Bir tek feryat!
Ağaç, çalı, bir çağırış: ‘Enel Hak!’
Bütün eşya ıstrabına layık hale gelmiştir.
Hepsi binlerce Mansur’dur
Hangisini darağacına çekeceksin?
“Enel Hak Çağıruben dara geleyim mevlam!” diye yakaran ve: “ Bir ben vardır bende benden içeru” diyerek Enel Hakk’ı bir başka şekilde ifade eden Yunus İmre’de divanında:
Mansur eydur Enel Hak dil suretun oda yak
Dinüz dara gelsunler ben darı kurup geldim.
*** *** *** *** ****
Bin yıl toprakta yatsam hiç komayan Enel Hakk’ı
Ne vakt gerek olur ise nefesin uru gelem
*** *** *** *** ***
Dem urmaz idi Mansur tevhid-i Enel Hak’tan
Aşk darına dost zülfü asmıştı beni uryan
*** *** *** *** ***
Pir Sultan Abdal kendisinin idamına karar verildiğini duyduğu zaman “ber dar” olmak yani Hallac gibi öldürülmek deyimini kullanıyor ve;
Hızır paşa bizi berdar etmeden
Açılan kapılar şaha gidelim
Siyaset günleri gelip çatmadan
Açılın kapılar şaha gidelim.
Fazilet, kralların en büyüğüdür.
Zeki Eyüboğlu’nun ‘Tarikatlar’ adlı eserinde belirttiğine göre; Hallac-ı Mansur’un, Yeni –Platonculuk’tan esinlenen düşüncelerine göre; “evren” yaratılmamıştır, bir ışık kaynağı olan Tanrı özünün yansıması sonucu oluşmuştur. İslam dininin ileri sürdüğü yaratış-yaratılış olayı yanlış anlaşılmıştır. Tanrı’dan başka bir varlık olmadığı için “yaratılmış nesne” den söz edilemez. Yatılmış nesne , tek varlık olan Tanrı karşısında ikinci bir varlığın bulunduğunu ileri sürmektir. Bu da tanrısal öze aykırıdır., iki ayrı varlık olduğunu söylemektir.[x]
Hallac; bunları söylerken, insanın değerli ve kutsal bir varlık olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Hallac’ın benimsediği Tasavvuf anlayışına göre, ahlakın temeli sevgi ve saygıdır. İnsanın gönlü ‘Tanrı Evi’ olduğuna göre ona saygı duymak, sevgiyle yaklaşmak gerekir. Birbirini incitmek, birbirine karşı kötü davranmak, yalan söylemek, haksızlık yapmak, suç işlemek, hırsızlık yapmak, sagısızlık yapmak insana yakışmaz. Bu eksik eylemlerin kaynağı tanrısal sevgiden yoksun kalmaktır.
Hallac-ı Mansur için kim ne söyledi:
Vasiti, Hallac için şöyle der; “ Benim gözümde o Kur’anı ezberlemiş ve manasını kavramış bir insandır. Fıkıhta üstat, hadis ve rivayet ilminde bilgin, yıl boyu oruç tutan, geceler boyu namaz kılan bir süfidir. Öğüt verir, ağlar, bazen de anlayamadığım sözler söyler. Ben onun küfrüne de hüküm veremem”
Mısırlı Zeki Mubarek de şöyle der; “ Eğer Muhiddin İbn Arabi ebedi semböllerin arkasına sığınmasaydı onu da Hallac gibi katlederlerdi”
Öğrencisi ve müridi olan Şibli şöyle der;
Hallac’ı, idamından sonra rüyamda gördüm. Ve onu sordum:
Allah sana nasıl muamele etti? Dedi:
‘Beni bir misafir gibi karşıladı ve bana ikramda bulundu.
Seninle ilgili olarak diğerlerine nasıl davranacak? diye sordum. Dedi:
“Onları da affedecek. Bana marhametli davrananları, Allah için merhametli davranmayanları yüzünden; bana düşmanlık edenleri de Allah için düşmanlık ettikleri için”
Şibli sözlerine devamla;
“Ben ve Hallac aynı şey idik; beni divaneliğim kurtardı, onu aklı batırdı. Ben ve Hallac ayni şey idik. Ne var ki o sırrı aşığa vurdu, ben sakladım”
Hallacı Mansur’u sehirbazlıkla şuçlayanlara en iyi yanıtı, süfi düşüncesinin önde gelen isimlerinden Hucviri Keşful -Mehcup adlı eserinde Hallac ile ilgili bölümde yer vermiştir. Hücviri şöyle der; “ Hallac, yüce hal sahiplerindendi….O, asıl ve esas yönünden terk edilmemiştir… Bu Hakk erini büyücülüğe nisbet edenlerin iddiaları tutarsızdır… Hallac, namaz kılmış, zikirle meşgul olmuş, çokça oruç tutmuştur… O halde ondan zuhur eden şeylerin keramet olduğu kesindir.”
Ebu Said ibn Ebil Hayr Hallac’tan söz ederken şöyle der; “ Hüseyin b. Mansur, yükseklerin en yükseğinde idi. Doğu ile batı arasında hiç kimse, bu tevhid vadisinde onun gibi dolaşamadı.”
Mevlana Celaleddin Rumi; Mesnevisinde; Hallac’a doğrudan veya dolaylı atıf yapan, hayranlık ve saygı ifade eden sözlerinden yalnız birini buraya almayı yeterli buluyorum. Mevlana “Gerçeği, işaretle anlatan Hallac’ı halk darağacına çekti. Hallac sağ olsaydı, sırlarının büyüklüğü yüzünden o beni darağacına çekerdi.”
Eğer faziletiniz yoksa yaratınız.
Mevlana’nın oğlu sultan Veled de şöyle der;
“Tanrı doslarını tanımak, Tanrı’yı tanımaktan daha güçtür. Hallac-ı Mansur’u o çağın bilgin ve velileri inkar ettiler. Onu öldürmeğe azmettiler. Hepsi o asılsın diye fetva çıkardı. Sonunda o büyük insanı astılar. Astıktan sonra da cesedini yaktılar. Alemde ondan bir eser kalmasın diye, yanan cesedin küllerini de nehre attılar. Her ne yaptılarsa yine “Enel Hak” yazmıştı. Bu gördükten sonra herkes yaptığına pişman oldu. O günden beri Hallac’ın adı anılmaktan hiçbir öğüt meclisi renklenmez. Onu kıyamete kadar öveceklerdir.”
Kadiri tarikatının piri Abdülkadir Geylani:
“Hallac çok zor durumda kaldı. O zamanda elinden tutacak kimse de yoktu. Eğer ben onun zamanında yaşamış olsaydım, onun elinden tutardım.”
Ve yíne; Hak’kı bilenlerden biri dava ufkunda Enel Hak kanatlarıyla yükseldi de sonsuzluk bahçesinin dostsuz, sakinsiz olduğunu gördü. Ona dendi ki: ‘ Senin durumundakilerden gayrısının anlamayacağı bir dille konuştu.”
Hallac-ı Mansur’un savunduklarından pek de hoşlanmayan sufi Alaudedevle es-Simnai şöyle nakleder:
“ İbret için Hüseyin b. Mansur’un mezarına gittim. meditasyonum sırasında ruhunu yükseklerin en yükseğinde gördüm. Şöyle yakardım: ‘Rab’bim, bu ne haldir ki Firavun: ‘Ben en yüce rabbinizim’ ve Hallac: ‘Ben Hak’kım’ dedikleri ve ikisi de Allahlık iddia ettikleri halde Hallac, yücelerin yücesinde. Firavun ise cehennem çukurunda. İçimi ilham edilen bir ses şöyle dedi: ‘Firavun hep kendini görerek öyle dedi, Hallac ise bizden başkasını görmediği için Enel Hak dedi” [xi]
Hallac’ı destekleyen onun görüşlerini her zaman savunan halveti süfilerinden Sandiyuni şöyle der;
“Hallac, bilginlerin gerçeği fark edenlerince. Veliliği ve Allah’ı bilmekteki kudreti üzerinde ittifak edilen biridir. Bunun dışında ona isnat edilenler iftira ve yalandır. Onun sadakat ve veliliğine inanmak bir borçtuır. O, Hak yolunun temel insanlarından biridir; Mislümanların önderlerindendir. Bazı düşmanlarını İblis kandırdı ve ona iftira ve işkence ettiler.”
Hallac-ı Mansur’un etkilerinin genişlik ve derinliklerindeki temel sebeplerden bir de sufiliği politik bir aksiyon, söylem ve güç olarak sosyal arenaya çıkarmasıdır. Hallac, inandıklarını savunduğu için idam edilerek bedel ödemiştir. Ama bu idamı veya Hallac’ın idam edilerek ortadan kaldırılması, sufiliği izbelere habseden kapıdaki kilitin de düşüşü olmuştur. Yani Hallac, ölümüyle hiç bir şey kaybetmemiş aksine milyonların ardından gelmesini sağlayarak kendisinin de “insan ölmez, ölüm olarak görülen bir dönüşümdür” dediği gibi onu ölümsüzleştirmiştir.
Massingnon şöyle der;
“Hallac sayesindedir ki ölümü düğün yani Allah’a varış, sevgiliye vuslat telakki eden anlayış sufi ekollerinin tümüne, adeta bir ortak imam gibi girdi.[xii] Sufiler zafer sarayına Hallac’ın kanı hürmetine girdiler. Bunun uzantısı olarak darağacı , sonsuzluğu kucaklamış aşkın sembolü oldu. Sadece zülme uğrayarak katledilen şehit sufiler değil, nefsini öldürerek sosuzlukla arasındaki perdeyi kaldırmayı deneyen süfiler de Dar’ı Mansur (Hallac’ın idam edildiği darağacı) deyimini kullanmışlardır.”
Seven ben, o sevilen de ben
Bir bedene girmiş iki ruhuz.
Hallac-ı Mansur’dan:
Fakir, Allan’tan başka her şeyden müstağni olan ve yalnız Allah’a bakan kimsedir.
Yüksek ahlak, Hak’kı tanıdıktan sonra, halktan gelen eza ve cefanın insana tesir etmemesidir.
Tevekkül, bir şehirde yemek yemeye senden daha müstahak olan birisinin bulunduğunu bildiğin zaman, yemek yememendir.
Konuşan diller, susan kalplerin helakidir.
Sözler ve sohbetler illetlereö fiiller şirke bağlıdır. Allah ise ise cümlesinden müstağnidir.
Mürid tevbesinin, mürad ise arınmışlığın gölgesindedir.
Müridin cehdi kefşi, müradın keşfi cehdini geçmiştir.
Kişinin vakti, bağrındaki deryanın incisidir; yarın kıyamet günü bu incileri mahşerin zeminine çarparlar.
İyi yaradılışlı olmak esenliktir.
Dünyadan geçmek nefs zühdü, ahiretten geçmek ruh zühtüdür.
Erkeklerin yüz boyası onların kanlarıdır.
Hallac-ı Mansur ile ilgili bu kısa araştırmayı yine Hallac’ın bir şiiri ile noktalayalım:
Şu bedenden sana makam.
Candır Senden başkasına yer yo gönülde
Seni saran; ruhum, cildim, kanımdır
Ne yaparım ayrı düşersek. Söyle !?
*** *** *** ***
Ey! Duyur dostlara, çabuk haber ver!
Paralandı yelken, çöktü sefine
Deniz ortasında kaldım perişan
Gün olur Mansur’u berdar ederler
Göründü gözüme salibden nişan
Ne baht var bana, ne de Medine
*** *** *** ***
Seven ben, o sevilen de benim
Bir bedene girmişiz iki ruhuz biz
O diye gördüğün benim bedenim
Bana bak, onu gör;hep ayni şeyiz!
Kaynakça
http://sufizmveinsan.com/aksam/hallac.html
Bektaşiliğin iç Yüzü, M Teyfik Oytam, Marşf kütüphanesi- İstanbul
G. Öz – Alevilik, Uyum yayınları 1997 -Ankara
Doç. Dr. B.Noyan Dedebaba – Bektaşilik ve Alevilik, Cilt 1- 11, Ardıç yayınları 1999 -Ankara
Prof. Y. N. Öztürk- Hallac-ı Mansur, Yeni boyut 1997- İstanbul
İ.Z. Eyuboğlu, Tarikatlar ve Mezhepler, Der Yayınları, 1990- İstanbul
A.B. Gölpınarlı- Mevlana celaleddin, 1985- İstanbul
M. İkbal, Cavidname,
Ş. Tebrizi- Makalat,çeviri- 1974 -İstanbul
L. Massingnon, La passion de Hallaj- 1975- Paris
[i]Hatip El-Bağdat; Tarihu Bağdat. Prof. Yaşar Nuri Öztürk.Hallac-ı Mansur.
[ii] Taberi; Tarih.
[iii] Doç.Dr. Bedri Noyan dedebaba; Bektaţilik ve Alevilik.
[iv] Tarihi Bağdat- Passion.
[v] Tarikatlar- İ.Z. Eyuboğlu-Der yayınları 1990-İstandul
[vi] Doç. Dr. B. Noyan, Betaşilik ve Alevilik, Ardıç yayınları , ciyt 11,1999-İstanbul
[vii] İ.Z. Eyuboğlu, Tasavvuf ve Tarikatlar, Der Yayınları,1990 -İstanbul
[viii] Abdan el-karmati, Ţeceretül-Yakin
[ix] Teberi, 11/79; İbnul Esir- el Kamil, 8/127- Y.N. Öztürk,Hallacı Mansur, Yeni boyut-1997 İstanbul
[x] Tarikatlar-Z.Eyuboğlu, Der yayınları 1997- İstanbul
[xi] Massignon, Textes, 144
[xii] Passion.
26 Ağustos 2023 Cumartesi
Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli) Tekkesi
Seyyid Ali Sultan, tarihi belgelerdeki kayıtlara göre Hacı Bektaş Veli’nin tek oğludur. Asıl adı İbrahim’ dir. Timurtaş, Hızır Lala ve Kızıl Deli lakapları ile anılırsa da en yaygın adı Seyyid Ali Sultan’dır. Çok hareketli bir yapıya sahip olan Seyyid Ali Sultan İznik ve Gemlik’in Osmanlılarca zaptedilmesi sırasında orada bulunmuş ve yeni alınan yerlerde kültürümüzün yerleşmesini amaçlayan hizmetler vermiştir. Babasının ölümünde 27 yaşında bulunan Seyyid Ali Sultan Suluca Karahüyüğe dönmüştür. Murat I (Hüdavendigar) zamanında, 1362- 63 yıllarında, Seyyid Ali Sultan, Yeni Çeri ocağının kuruluşunda hazır bulunmuş, dua etmiş ve askere Ak Börk giydirmiştir. Murat I tarafından gerçekleştirilen Rumeli seferlerine de katılan Seyyid Ali Sultan Dimetoka’ da kendi adı ile anılan Dergah’ı kurmuştur.
Büyük ihtimalle, Bayezit I (Yıldırım) ile Timur arasındaki savaş nedeni ile Suluca Karahüyüğe dönemiyen Seyyid Ali Sultan 1402 yılında ölmüş ve Dimetoka’ da dergah’ da toprağa verilmiştir.
Batı Trakya Evros İli’nde bulunan Russa Tekkesi Balkanlardaki en eski tekkelerinden biridir ve Yunanistan-Bulgaristan sınırında bulunan ve aynı ismi taşıyan köye üç kilometre uzaklıkta bulunmaktadır. Heterodoks İslama aittir ve Bektaşi dervişlerinin dergâhıdır. Russa Tekkesi; Seyyid Ali Sultan Tekkesi, Kızıldeli Tekkesi ya da Kızıldeli Bektaşi Dergâhı isimleri ile de bilinmektedir.
Dergaha ait yapılardan birinde bulunan Osmanlı panosunda yazılı olduğu üzere, 1400 yılında Derviş Seyyid Ali Sultan tarafından kurulmuştur. Russa Tekkesi dervişlerin toplanma noktası olan bir Alevi tekkesidir. 20. yüzyılda meydana gelen ayaklanmalar sebebiyle bölgedeki hristiyanlar tarafından ciddi hasara uğramış olan tekke yakın zamanda yenilenmiştir.
Russa Tekkesi’ndeki yapıların merkezinde, meyvelerini yiyenleri hastalıklardan koruduğuna inanılan 600 yıllık bir dut ağacı bulunmaktadır. Aynı ağaçtan Anadolu’nun Hacı Bektaş köyündeki Bektaşi Tekkesinde de bulunmaktadır. Asırlık dut ağacının çevresinde mutfak, konak (odalar), Seyyid Ali Sultan’ın mezarı, dua odası ve ziyaretçiler için modern müştemilatlar bulunmaktadır. Russa Tekkesi mezarlğında tekke bilgelerinin ( şeyhler) ve dervişlerinin mezarları bulunmaktadır.
Russa Tekkesi’ nde her sene benzersiz bir buluşma gerçekleşir: Ortodoksların ve Alevilerin ortak Azizi olan Aziz Georgios’un anıldığı 6 Mayıs günü, bu iki dinin inanlılarının oluşturduğu topluluk Didymoteicho, Orestiada ve Soufli kentlerinden gelerek burada buluşur.
Burası İslâm olmazdan önce, Anadolu’dan bir zât otuz kırk askerlen gelmiş. Buralara yerleşmek istemiş. Nereye yerleşelim diye söylenmişler. Zât, Kaziler’den bir mızrak atmış ve Rûşanlarda saplanmış. Zât, askerleriyle birlikte Rûşanlar’da yerleşmiş. Domutukaya yakın bir yerde kendisine ait bir yer seçmiş. Kendisine orda bir tekke yapmış. Askerleri dâima savaşırlar, daha sonra bu tekkeye gelir, kazan kaynatır, yemek yerlermiş. Gümülcine’ye yakın bir yerde bir kale varmış. Askerler bu kaleyi almak istemişler. Zât demiş ki, eğer kaleyi almakta zorlanırsanız beni anın, ben yanınıza gelirim. Askerler kaleye doğru ilelemişler. Karşılarına Sankız adında bir ordu çıkmış. Hemen zâtın adını anmışlar. Zât, tekkesinden çekilmiş, atını zorlayarak askerlerin yanına varmak istemiş. Atı yolda ölmüş. Orasının adını Atmezar koymuş. Yıllarca sonra mezarın üzerinde at şeklinde bir ağaç bitmiş. Bunu değil dedelerimiz, hatta babalarımız bile hatırlamıştır.Yoluna devam etmiş. Kendisinin fındık ağacından bir kılıcı varmış. Karşısına büyük taşlar çıkmış. Zât, demiş ki, taşta mı keramete kılıçta mı? Fındık ağacından yapılmış kılıcıyla taşlan doğramış. Sarıkız’a ulaşmış. İlkin Sankız ona üç defa taş atmış. Zât, elleriyle karşılamış. Sankız, hadi demiş, sıra sende. Zât, kızı tutmuş ve parçalamış. Kızın şapkasını fırlatıp atmış, şapka Şepkâne’ye düşmüş. Daha sonra saçı Sıçanlı’ya, bir ayağı Baldıran’a, diğer ayağı Akbıldır’a düşmüş Bu yerler köy, kasaba ve orman olarak adlarını korumaktadırlar. Askeriylen Gümülcine’ye ulaşmış ve Misine Kalesi’ne bir dua etmiş. Misine Kâlesi’nin altı üstüne dönmüş, yıkılmış.
Kaziler (Gâziler ve Rûşanlar, bölgedeki mevki adlandır.
(1) Domutukaya: Dimetoka. Bu isim Rumca olmasına rağmen
Domutukaya şeklinde söylenerek sanki Türkçeleştirilmiştir.
(2) Şepkâne, Sıçanlı ve Akbıldır, Gümülcine’de mevki adları,
Baldıran ise Gümülcine’ye bağlı bir köydür
Kızıl Deli Tekkesi veya Rousa Tekkesi diye de bilinen Seyit Ali Sultan Tekkesi, çoğunluğunu Pomakların oluşturduğu Rousa (Türkçede Ruşenler) köyünün 3 km dışındadır. Restore edilmiş ve günümüzde de faaliyet gösteren bir Osmanlı Tekkesi’dir; yan, dervişlerin (Bektaşilerin) buluşma yeri. Hatta Yunanistan’da bugün faaliyet gösteren iki tekkeden biridir. Balkanlar’daki en eski tekkelerden biridir ve Balkan Türk-Müslüman Bektaşiliği’nin en önemli merkezlerindendir. Tekke önde gelen din adamı Kızıl Deli’nin önderliğinde 1402 yılında kuruldu. Tekkeyi ziyaret etmek için Rousa-Goniko yolunu takip ederek 2,5 km sonra soldaki yokuş aşağı toprak yola sapmalısınız.
Kızıldeli tepesinde Seyid Ali Sultan’ın Mezargâhı bulunmaktadır. Burası Seyid Ali Sultan’ın “Anadoluya gelen beni burada bulsun”, diyerek köseğisini attıgı yerdir. Yavuz Sultan Selim Çaldıran Seferine çikarken, önce şu anda Çubuk İlçesi sınırları içinde Kızıldeli, ordusuna katılmıştır. Fakat yolda giderken Sultanın Şah Ismail ile savaşmaya gittiğini ögrenince bugün Şabanözü ilçesi sınırları içinde bulunan At Çayırı denilen yerde ondan ayrılmıştır. Bugünkü tarih kitaplarında Yavuz Sultan Selim’in ordusunda huzursuzluk başgösterince “Beni seven benimle gelsin, sevmeyenler karısının kızının yanına gitsin” dedigi yazılıdır.
Bölge ile ilgili halk arasında aşağıdaki kıssa anlatılmaktadır:
Kızıldeli, Yavuz’un ordusundan ayrılınca Kutluşar Köyü sınırları içinde bulunan Sıtma Tekkesi bölgesine gelince, kafilede bulunan birisi, “Ya Seyyid Ali susadık, bir su çıkarın da susuzluğumuzu giderelim, Yavuz çayı zehirlemiş olabilir.” der. Bunun üzerine Seyyid Ali Sultan, hırkasını başına çekerek Gülbeng-i Muhammedi’yi okumuş ve bugünkü kuyunun suyu, oldugu yerden çıkmıştır. Orada bulunanlardan birisi “Ya Seyyid Ali sıtmadan kırılıyoruz, sıtmaya da iyi gelsin”, deyince, “Suyunu içen ve gusleden sıtmadan uzak kalsın”, demiştir. Bu kuyunun suyu yüzyıllardır sıtma hastalıgına şifa olarak kullanılmış, o günden beri bu bölgeye sıtma tekkesi denilmiştir. Ayrıca bu bölgedeki her ağacın bir askeri temsil ettiğine inanılır, kimse yakmak maksadıyla bu bölgeden bir çöp dahi götüremez. Eger götürürse geri getirmek zorunda kalabilir. Bu bölgedeki meşe ağaçları 4-5 asırdır hala ayakta durmaktadır. Buradaki kuyunun suyu doluyor fakat, sanki bileşik kaplarda imiş gibi taşmıyor. Bu su kışları ılık, yazın ise çok soğuk olmakta ve içinde hiçbir haşarat yaşamamaktadır.
I.Velâyetnameler
Velâyetnameler, kimin adına yazılmış ise genellikle o kimsenin Hakk’a yürümesinden uzun bir müddet sonra yazılmışlardır. Velâyetnameler, genellikle hakkında velâyetname yazılan kimsenin sadık dostları veya dervişleri tarafından yazılır. Velâyetnameyi kaleme alan kişi, olayları günü gününe kaleme alamayacağı için, yıllar sonra hadiselerin zaman içindeki yerleri konusunda hassasiyet gösteremedikleri görülür. Bu gibi eserleri derleyen veya kaleme alan kişi derviş olduğu için genellikle şeyhi (piri) için anlatılan doğaüstü olayları ön plana çıkarır. İşte bundan dolayıdır ki modern araştırmacılar, velâyetnamelere ön yargı ile yaklaşırlar. Seyyid Ali Sultan velâyetnamesinde: “…Bir Cuma gicesi Yıldırım Han hazretleri taht-ı saadet bahtında otururken aşağa gelüb, seccade-i münâcaata baş koyub kırk rekat namaz edâ ve Hakk Te’âla’dan Rumeli’nin fethüçin niyaz ve reca idüb, erenlerden istimdâd taleb eyledi. Ol gice didelerine hâb-ı rahat müstevli oldukta (uykuya vardıklarında) hemen ma’nâsında iki cihan fahri Muhammed Mustafa sallallahu te’âla aleyhi ve âlihi ve selem zuhur idüb buyurdu ki: “Ya Yıldırım Han! Melül olma ki Hak Te’âla duanı müstecâb eyledi. Hâlâ Horasan cânibinden ve benim nesl-i pâkimden Seyyid Ali maiyetinde sana kırk er gelecekdir. Anların cümlesi kuvvet ve kudret sahibi veliyyullahdır ve Rumeli’nin fethi anların yed-i himmetlerindedir. Anlardan tegâfül itmeyesin!” buyurduklarında heman Yıldırm Han Resül aleyhisselamın mübarek kademlerine yüzler sürüb “Yâ Resulallah! Ol buyurduğunuz erenler kaçan gelseler gerektir?” didikte buyurdu: “An-ı karib gelürler. Ammâ sana nasihatım budur ki ol erenlerin içinde bir kâmil ve âmil ve fazıl kimesne vardır. İsmine Rüstem dirler, ana riâyet eyleyesin. Re’y ü tedbirini istivâb idesin ve ana ittiğün hürmet ve ri’âyet banadur” deyub gözden nihân oldu (kayboldu). Pes ol dem Orhan Bey, bidar olub gördü ki mekanı nura müstagrak olmuş. Ol minval gördüğü rüyayı tefekkür idüb Hudâ-yı Müte’âl hazretlerine şükür ü sipâs ü hamd-i bi-kıyas eyledi. Ve Resül aleyhi’s-salâvâtü ve’s-selâmın mübârek ruh-ı pür envârlarına salavât-ı şerife getürüb ba’dehu kırkların vüıüd u zuhurlarına muntazır oldu. Bunlar ise Horasan’da olan savmaalarında ibâdet idüb dem ü devranı sürmekde iken bir şeb (gece) Rasül aleyhi’s-salâtü ve’selâm kendisin bunlara iyân ve cemâl-i mübarekin nümâyan itdi. “Ey ciğer köşelerim ve muhlis bendelerim! Kırkınız dahi gönlünüzü birleyüb bu yerden hareket ve cânib-i Rum’â azimet idub kuretü’l-ayınım Seyyid Hacı Bektaş Veli’nin dergâhına varın. Sizlere lâzım olan hizmeti bil-edâ ziyaretini ecrâ edin. Meyânınıza seyf-i himmet kuşatsın ve her emri derse rızâsında ulub himmet-i tâm ve havâlet-i ihtimâm ile sizleri Orhan Bey, cânibine göndersün. Ana yardım idüb Rum ilin feth eyleyesüz deyu emr-ü tenbih eyledi. Cümlesi iş bu kelâm-ı felâh-encâmı dergüş idüb her birerleri sem’an ve tâaten deyub sefer tedarikin bil-itmâm oradan tayy-i mekân ve Cânib-i Rum’â revan oldular. Bir demde Suluca Karahöyük nâm mahal-i mübârekde vâki Hacı Bektaş Veli kutb-u zemânın dergâh-ı saâdet ve mâkam-ı siyâdetlerine kadem bastılar. Çün kim ol kırk er gelüb Hünkâra baş koyub Hazret-i Resül-ü Ekrem’in buyurduğu kelâmı naklidüb selâm-ı saadet-Hazreti Hünkârı kutbul’l-evliyâ bunların her birini bir hizmete tâyin buyurdu. Üç gün müddetde hizmetleri hitam bulub tekmil-i meram itdiler. Ba’dehu bunları huzur-u şerefine getürüb evelâ Seyyid Ali Sultan’ı cümlesine serdar eyledi. Ve cümleniz anın nutkundan taşra bulunmayınız deyu emr buyurdu. Yek-zebân olarak sem’an ve taâten didiler. Andan Emir Sultan’ı sancâkdar ve Seyyid Rüstem Gazi hazretlerini kadıasker ve Abdüssamed Fakih’i imam ve Seyyid Zâl’i saka ve Seyyid Ahmed’i kulağuz ve Seyyid Hamaza ile Seyyid Furki’ye ve Seyyid Ukufi’ye küs-i harbi verdi. Ve anların bakiyesine kılıç kuşadub himmet-i tâm ve erkân-ı tamam ile Yıldırım Han hazretleri cânibine gönderdi. Anlar dahi ta’zim ve terkim-birle yola revân oldılar…”Velâyetname’den vermiş olduğum bu metin içinde Hz. Peygamber Efendimiz: “Ya Orhan Bey! Melül olmaki Hak Te’âla duanı müstecâb eyledi. Hâlâ Horasan cânibinden ve benim nesl-i pâkimden Seyyid Ali maiyetinde sana kırk er gelecekdir” buyuruyor. Bu ifadeden Seyyid Ali Sultan’ın Horasan bölgesinden ve Hz. Peygamber’in neslinden olduğunu anlıyoruz. Yine aynı metin içersinde: “Bunlar ise Horasan’da olan savmaalarında ibâdet idüb dem ü devranı sürmekde iken” ifadeleri yer alıyor. Buradan da Seyyid Ali Sultan’ın ve arkadaşlarının o anda Horasan’da ikamet ettiklerini öğrenmiş bulunuyoruz. Yine aynı metinde: “Seyyid Hacı Bektaş Veli’nin dergâhına varın, sizleri Orhan Bey cânibine göndersün” ifadeleri yer alıyor.. Osmanlı’nın Rumeli’ye geçişleri ve fetihlere başlaması Orhan Bey (1326-1362) zamanındadır. Osmanlıların Rumeli’ye geçişleri ve yerleşmeleri, Gelibolu’nun fethi sonunda gerçekleşmiştir. 1353 yılı Mart ayında Gelibolu’da bir deprem meydana gelmiş, deprem sonunda kale surları yıkılmıştı. Böylece Süleyman Paşa ve arkadaşları müdafasız kalan Gelibolu’yu kolaylıkla işgal etmişlerdir. Hatta depremin oluş nedeni Seyyid Ali Sultan’ın erlik kudretine bağlanmaktadır. Hacı Bektaş Veli Hazretleri’nin doğum ve Hakk’a yürüyüş tarihleri, 1207-1270 veya 1248-1337 olarak verilmektedir. 1207-1270 olarak kabul etersek Hacı Bektaş Veli, kesinlikle Osmanlı dönemini görmemiştir. 1248-1337 olarak kabul edersek 1353 yılında Gelibolu’yu ele geçiren Süleyman Paşa’yı da görmüş olması ihtimali çok zayıftır. Velâyetnamede ise “… Gaziler gemiye doluşup karşıya geçerek, Gelibol (Gelibolu) şehrine yöneldiler. Şehre ulaştıklarında Seyyid Ali bir nara atar ve o anda zelzele oluverir…”Ancak Abdal Musa Velâyetnamesi’ne baktığımızda Kızıldeli’nin hayatı hakkında bazı değişik tarihsel bilgilerle karşılaşıyoruz. Abdal Musa Velâyetnâmesi’nde Kızıldeli Sultan’ı Abdal Musa’nın müridi gibi görüyoruz. Abdal Musa, Kızıl Deli Sultan’ı önce tahta kılıç kuşatıp Umur Bey’in mahiyetinde Rumeli’nin fethi ile görevlendiriyor. İkinci olarak da “Pir evini düzenlemek ve Hünkâr’dan kalan emanetleri alıp getirmek üzere oğlu ile birlikte Hacı Bektaş Dergâhı’na gönderiyor. Velâyetname’de “… Andan sonra Abdal Musa Sultan kalkdı, denüz kenarına indi ve didi ki: “Buraya leşker (asker) geliyor. Karıncıkları açdur. Daha bir şikarcık (av) sunmadılar. Karıncıkların tuyuralum” didi. Bir saatten sonra denüzden gemi zuhur itdi.Geldiler derganı görince.“Hay bunda abdallar var ancak” didiler. Gemiden çıkan kişiler abdalların yanına gelüb: “Ey Abdallar ne ararsınız? didiler. Abdallar, didiler ki: “Bunda gerçek er vardur. Size muntazırdır” didiler. Bunlar dahi sürüp erin nazarına geldiler. Ocakda erin harnısun (kazan) gördiler. Bunlara az göründü. Didiler ki: “Hay sultanum, bu yimek sizin leşkere mi yeter bizim leşkere mi yeter?” didiler. Abdal Musa Sultan kaldı, haranının (kazanın) yanına vardı, kepçeyi eline aldı: “Din imdi abdallar bunları siz üleştirin” didi. Bunlar tamam kırk bin er idi. Abdallar yimeği üleştirdiler. Daha yetişmeyenine tekrar yine üleştirdiler. Yemek cümlesine yetişdi. Karınları doyduktan sonra önlerinde yemek dökülüp kaldı: “Yeter Sultanım” didiler. Abdal Musa Sultan kepçeyi haranının üzerine kodı, gerü çekildi. Abdallar gördüler ki haranı önceki gibi dolup turur, hiç eksilmemiş. Aballardan birisi didi ki: “Niçün girü çekildiniz? Hey gaziler, gelin görün haranı, tolu turur. Siz bu haranıdaki yemekleri biriniz yirüz sanırdınız. Yine topduldur! Geldiler gördüler, temaşe eylediler, bildiler ki bu er gerçek velidir. Gazi Umur Beğ geldi didi ki: “Şimdiden gerü biz sana çağırıruz efendim, himmet eyle” didi. Abdal Musa Sultan eyitdi: “Bir börg getürün, Umur Beğ’e giydirelim” didi. Bir kızıl börg getürdiler, Umur Beğ’in başına giydirdiler. Gaziler şimden gerü buna Gazi Umur Beğ din” dedi. “Varsun bu beğ de gazi olsun gayrü. Şimdiden sonra gazilik verüb dururuz” didi. Gazi Umur Beğ eyidi: Bize bir yadiğar virün Sultanım” didi. Sultan eyidi: “Şol Kızıldeli’yi size virdük. Alın gidün” dedi. Bu gaziler kalkdılar: “Gidermüsün baba?” didiler. Kızıldeli işaretle “Giderün” didi. Abdal Musa çağırup bir ağaç kılıç sundı. Kızıldeli Sultan aldı, öpdi başına kodu. Andan sonra yüridiler. Abdal Musa Sultan eyitdi: “Din imdi hiçbir yire gitmen, Doğru Boğaz Hisarı’na varun. Üzerine düşün. İkdam idün. Alırsunuz. Boğaz Hisarun alduktan sonra Rumelin size virdüm. Önünüze kimse turmasun!” didi. Velâyetnâme’ye göre Kızıldeli’nin Abdal Musa’nın mahiyetinde bulunduğu dönem, muhtemelen 1334-1348 yılları arasında olmalıdır. Çünkü Umur Bey, Osmanlılardan önce, Kantakuzenus’a yardım amacıyla zaman zaman Rumeli’ye geçiyordu. Muhtemelen Kızıldeli ve yanında bulunan diğer dervişler de bu geçişlerden birisinde Umur Bey’in askerleri arasında yer almış olabilir. Rumeli fütühatı ve Gazi Umur Bey ile Kızıldeli arasındaki ilişkiye değinen tek kaynak Abdal Musa Velâyetnâmesi değildir. Fatih dönemi tarihçilerinden sayılan Enveri’nin Düstürnamesi’nde ve II. Selim dönemi tarihçilerinden Yusuf bin Abdüllatif’in Subhatü’l-Ebrar adlı eserinde de bu ilişkiye dair bölümler vardır. Modern Osmanlı tarihçileri arasında yer alan Enveri’nin 1465 yılında bitirdiği Düstürnamesi’nde Süleyman Paşa liderliğinde Gelibolu’ya geçiş ve Rumeli fetihlerinin başlamasının anlatıldığı bölümde Seyyid Ali Sultan Velâyetnânesi ile örtüşen pek çok ifadeler bulunmaktadır. Enveri, bir gemi ile geceleyin Gelibolu’ya geçen 70 atlının hepsinin börklü olduğunu ifade ederken, içlerinden birisinin kızılbörklü olduğunu özellikle belirtmektedir. Tekrar Abdal Musa Velâyetnânesi’ne dönecek olursak, Abdal Musa Velâyenamesi’nde anlatılanlara göre, Abdal Musa, Kızıldeli Hazretleri’ni oğlu ile beraber Hacı Bektaş Dergâhı’na gönderiyor. Velâyetname’de: “…Birkaç abdal aldı. Bir taşdan iki desti çıkardı, meydana getürdi. Birisin oğluna virdi ve birisin Kızıldeli Sultan’a virdi ve Kırk nefer abdal virdi. “Hacı Bektaş Hünkar’ın üzerine türbesün ve tekkesün ve furunun ve matbahun yapın ve dairesün ırakdan havlıya alun. İçine bakçe dikün. Her ağaç yemiş virince turun, kulluk eylen. Her ağaç yemiş virdükde her biründen alın getürün, meydana dökün. Meydan toptolu olsa gerekdür. Abdallar dahi size cevap diseler gerekdür. Ol söze bakınan, dikün kim: Hünkar ölüp geldiğümüz vakt üç nesne emanet koyup dururuz. Size virsünler, alın gelün.” Amma yerün bilmediler. Sultana abdal gönderdiler. Geldi: “Sultanum sizin buyurduğunuz emanetlerin yirünü kimesneler bilmediler. Yine bizi size saldılar. Nerede ise divüverün” didi. Abdal Musa eyitdi: “Bire evin un anbarındadadur; ol sarı âlemdür, birisi mermer çerakdur. Hacı Bektaş Hünkar’un önünde yanmışdur. Birisi yeşil fermandır ol kadar. Ol Sarı İsmail” dedür. El uzada, abdal gelinceye kadar Sarı İsmail göçdi, def eylediler. Kabrini tenhalayub üzerine vardı: “Ya Sultan Saru İsmail, benüm hizmetüm Hünkar’a geçmedi. Yeşil fermanı senden istediler ne buyurursun?” dedükde Sarı İsmail Sultan kabri içinde “yed-i Beyza” gibi bir eliyle şunı virdi. Abdal alıp “Allah’a ısmarladuk” diyub geldi. Hacı Bektaş evinde Kızıldeli Sultan’a fermanı virdi. Baki andan mermer çerağı ve Sarı âlemi virdiler. Kızıldeli Sultan Hazretleri’ne emanetleri teslim eyledi. “Bu anlatımda şunu görüyoruz, örneğin sözlü gelenekte; “Ahmed Yesevi Ocağı’ndan bir meşale atılıyor. Bu meşale bugünkü Hacı Bektaş Dergâhı’nın bulunduğu yere düşüyor ve dallanıp budaklanıp ulu bir ağaç oluyor. Daha sonra bu ağacın dalları, budakları tüm Anadolu’ya ve Balkanlar’a uzanıyor. Halk arasında daha da ileri gidilerek, bugün Hacı Bektaş Dergâhı’nın bahçesindeki kara dutun bu meşale olduğu söylenmektedir. Bu bir mecazi anlatımdır. Gerçekte, yani içsel anlamda Ahmed Yesevi Ocağı’ndan atılan bu meşale, “Hünkâr”ın kendisidir. Sarı Saltuk, Abdal Musa, Sarı İsmail, Cemal Sultan, Kızıldeli, Süceaddin Veli, Otman Baba ve Akyazılı Sultan gibi erenler, bu ağacın dalları ve budaklarıdır. İşte Abdal Musa Velâyetnamesi’nde anlatılmak istenen de budur. Burada çok açık olarak, Pir evinde bulunan sarı âlem, mermer çerağ, yeşil âlem gibi mukaddes emanetler, Hünkârdan sonra Abdal Musa tarafından Kızıldeli Sultan’a verilerek, Bektaşiliğin Rumeli’de Seyyid Ali Sultan (Kızıldeli) tarafından temsil edilmesi ve yayılması sağlanmış oluyor. Seyyid Ali Sultan Velayetnâmesi ile Abdal Musa Velayetnâmesi’ni karşılaştırdığımız zaman, her iki velayetnâmede de Kızıldeli Sultan’ın Hacı Bektaş Dergâhı’na vardığını görüyoruz. Ancak her ikisi arasında bir fark vardır. Seyyid Ali Velâyetnâmesi’nde Kızıldeli’yi Hünkâr’ın sağlığında ve bizzat Hünkâr’ın kendisi ile görüştüğünü sunarken, Abdal Musa Velâyetnâmesi ise Hünkâr’ın vefatından sonra, hatta birinci nesil halifelerinden Sarı İsmail’in vefatından da sonra olduğu belirtilmektedir. Eğer her iki velâyetnâme arasında kıyaslama yapılacak olursa, Abdal Musa Velâyetnânesi kronolojik olarak daha makul ve tarihsel gerçeklere daha uygundur. Buraya kadar yaptığım karşılaştırmalar gösteriyor ki modern tarihçiler ile Velâyetnâme arasında sadece Gelibolu’daki deprem konusunda bir paralellik bulunmaktadır. Seyyid Ali Sultan ve kırk arkadaşının Osmanlı topraklarına gelmeleri ve Rumeli fetihlerine katılmaları, ayrıca göstermiş oldukları başarılarından dolayı kendilerine vakıf olarak bağışlanan mülklere yerleşip tekke kurmaları, yukarıda da söylediğim gibi Orhan Bey, Süleyman Paşa ve I. Murat dönemlerine denk düşmektedir. Bundan dolayıdır ki Velâyetnâme’nin Kahire nüshasına itibar etmek daha makul görünmektedir. Yine Velâyetname’de geçen bir efsaneye göre: “… Bu emre aldırmayan kâfir sultanın bir el işaretiyle kafasından olur. Bir anda adamın kafasınını bedeninden ayrıldığını müşahade eden kale halkı dehşete kapılır. Gazilerden horoz ötümüne kadar mühlet isterler. Gaziler arasında o vakte değin bu heriflerin kendilerinin müstakbel ganimetlerini aşıracağı endişesi ile bu fikre karşı çıkanlar olursa da Seyyid Ali Sultan bu talebi kabul edip seher vaktine kadar beklemeyi kabul eder. Ancak sabaha kadar kale halkı fikir değiştirir. Gündüz gördükleri hadiseyi sihir hamledip tekrar hisarın savunması fikrini benimseler. Tekrar savaş başlar. Görüldüğü gibi Seyyid Ali Sultan Velâyetnamesi’nde anlatılan “horoz” efsanesi, isim ve olayın geçtiği yer hariç Seyyid Ali Koç için de anlatılmaktadır.
II. Arşiv Kayıtları
Kızıldeli Velâyetnamesi’nde yer alan Osmanlı arşiv kayıtlarına göre, Rumeli fütühatında göstermiş olduğu başarılarından dolayı Sultan I. Bayezid tarafından Dimetoka yakınlarında “Kara Bükü” (Darı Bükü) adındaki bir köy, Seyyid Ali Sultan’a vakıf olarak tahsis edilmiştir. Yine Osmanlı arşiv kayatlarına göre Seyyid Ali Sultan, kendisine tahsis edilen bu köyün kenarındaki vakıf arazisi üzerine bir tekke kurmuş ve Bektaşi geleneğine göre faaliyet yürütmeye başlamıştır. Tahrir kayıtlarına göre tekkeyi ekonomik olarak besleyen vakıf üzerindeki haklar, şeyhin vefatından sonra evlatlarına geçmiştir. Vakıf arazisi üzerindeki haklar, XV. asrın ikinci yarısında yapılan tahrirlerle de tesbit edilip kayıt altına alınmıştır. Osmanlı Devleti’nin resmi toprak ve nüfus kayıtlarını gösteren tahrir defterleri, bugün hala mevcuttur. XV. yüzyılın ikinci yarısından XVI. yüzyılın sonlarına kadar sırasıyla 1456, 1486, 1519, 1526 ve 1568 yıllarında düzenlenmiş tahrir defterlerindeki Seyyid Ali Tekkesi’ni (Kızıldeli) ilgilendiren bölümler üzerinde detaylı inceleme yapan İréne Beldiceanu Steinherr, yaptığı bu önemli çalışmalarını farklı zamanlarda iki makale halinde yayınlamıitır. İréne Beldiceanu’nun yayımladığı bu belgelerde Tekkenin ve tekkeye bağlı vakfın ekonomik ve hukuki durumu hakkındaki bilgiler ile birlikte tekkede kaç derviş yaşıyor, postta Seyid Ali soyundan kim oturuyor, mutfağında neler bulunduğu, kaç kişiye yemek verildiği, ayrıca vakfın gelirleri, vakfa bağlı köylerin hangileri olduğu, vakfın coğrafi sınırları gibi konulara yer verilmektedir. Ayrıca adı geçen bu tahrir defterlerinde Seyyid Ali Sultan Tekkesi’nin yüz yıllık bir süre içersinde ne gibi değişikliklerin yapıldığı da yer almaktadır. Tüm bunlara rağmen bu belgelerde Seyyid Ali Sultan’ın hayatı ve kimliği hakkında fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak Seyyid Ali Sultan’ın hayatı, tarihi kişiliği ve kimliği hakkında bazı bilgiler, İstanbul Başbakanlık Arşivi Ali Emiri fonunda bulunan Musa Çelebi Dosyası’nda bulunmaktadır. Bu dosya içinde 7 belge bulunuyor, bunlardan 5’i Seyyid Ali (Kızıldeli) ile ilgilidir. 1) 815/1412 tarihli Yıldırım Beyazıt’ın oğlu Musa Çelebi tarafından Kızıldeli‘nin kendisine verilen berat. 2) 1001/1592-3 tarihli vakfın imtiyazlarını tasdik eden ve sınırlarını belirleyen sınırname. 3) 1024/1615 tarihli I. Ahmet döneminde yazılan, Kızıldeli Tekkesi dervişlerinin avarızdan ve tekalif-i örfiyeden muaf olmalarına rağmen kısa süre önce yapılan tahrirde üzerlerine vergi yazıldığından dolayı şikayet ettikleri ve eski muafiyetlerinin geri verildiğine dair belge. 4) 1051/1641 tarihli Sultan İbrahim tarafından verilen berat sureti. 5) TT 470 (1568 tarihli mufassal tahrir defteri)’nin içeriğini tekrarlayan havas-ı hümayundan Dimetoka’ya tabi on ve Kavala’ya tabi dört karyenin isimlerini havi defter mevcuttur.
III. Vekayinâmeler
Osmanlı Devleti’nin tarihçesini esas alarak, olayları destansı bir anlayışla tarih sırasına göre anlatan kroniklerdir. Ne yazık ki Osmanlı tarihinin erken dönemleri hakkında bu vekayinâmelerden başka bir eser bulunmamaktadır. Hâlâ en kapsamlı kaynak türü olarak bu kroniklere baş vurulmaktadır. Ancak buna rağmen kroniklerin Osmanlı tarihinin XIV. yüzyıl dönemleri hakkında verdikleri aşağıdaki bilgiler, oldukça önemlidir: “…Osmanlılar Karesi Beyliği’ni ilhak ettiklerinde, Rumeli taraflarını iyi bilen ve karşıya geçip akınlar yapma konusunda tecrübeli Karesi beyleri de Osmanlı hizmetine girmişti. Gazi Evrenos, Hacı İlbey, Ece Bey, Gazi Fazıl bunlar arasında sayılabilir. Karesi kökenli bu beyleri, Rumeli fetihlerinde daima ön saflarda ve önemli görevlerde görüyoruz. Karesi İli’nin ilhak edildikten sonra Süleyman Paşa’ya verildiğini dolayısıyla da Karesi beylerinin onun hizmetine girdiğini Osmanlı tarihlerinden öğreniyoruz. Bu bilgiler doğrultusunda denilebilir ki, Süleyman Paşa’nın Çanakkale Boğazı’nı geçerek Gelibolu’yu ele geçirmeleri, hatta Gelibolu’dan sonra Trakya ve Balkanlar’da yürüttükleri fetihlerde, bu yöreyi çok iyi bilen Karesi beylerinin çok büyük payı vardır. Ancak, velâyetnameler ile vekaynâmeleri karşılaştırdığımız zaman, Seyyid Ali Sultan Velâyetnamesi’nde Seyyid Ali Sultan’ın Rumeli’ye geçişte ve Gelibolu’nun fethinde Süleyman Paşa ile birlikte olduğunu görüyoruz. Hatta Edirne, Şumnu, Rusçuk, Silistre ve Yanbolu gibi pek çok şehir ve kalenin ele geçirilmesinde Seyyid Ali Sultan ile Gazi Rüstem’in manevi gücünden bahsedilirken, vekayinâmelerde Seyyid Ali Sultan’dan hiç bahsedilmemektedir. Hatta yukarıda adı geçen şehir ve kalelerin ele geçirilmesinde en fazla adı geçenler arasında Süleyman Paşa, I. Murat, Evrenos Paşa, Timurtaş Paşa, Candarlı-zade Ali Paşa’dan söz ediliyor. Acaba İréne Beldiceanu’nun iddiğa ettiği gibi Hacı İlbey ile Seyyid Ali Sultan aynı kişi midir? Buna rağmen kroniklerde anlatılanlar ile velâyetnamelerin ortaya koyduğu tabloyu yan yana getirdiğimizde bazı tarihi sonuçlar elde etmek mümkündür. Seyyid Ali Sultan Velâyetnâmesi’ne baktığımız zaman Rumeli’ye geçmeden önce Seyyid Rüstem Gazi, şöyle bir teklifte bulunuyor: “Şu tedârik ve tedbir gönlüme hutûr eylemiştir. Padişahımız sol kola revan olsun. Ba’dehu Saruca Paşa orta kola yürüsün. Bizler de Süleyman Paşa ile sağ kola yürüyüb azm-i Burgaz idelüm.” O tarihlerde Bolayır’a Burgaz derlerdi. Yıldırım Han’ın (Orhan Gazi olmalı) bu plân gereği sol kola hareket edip yedi kale ele geçirdiği, yedi bin esir ile pek çok ganimet elde ettiği, Sağ kolda ise kırk er ile Seyyid Ali Sultan ve Süleyman Paşa, Çardak üzerine vardılar. Orada biraz dinlendikten sonra Rumeli’nin fethi için Çardak üzerinden Gelibolu’ya geçtiler. Yukarıda anlatıldığı gibi Seyyid Rüstem Gazi’nin bu önerisine göre hareket edildi. Daha sonra Rumeli’ye geçildikten sonra yine bu plân uygulandı. I. Murat, Sırp Sındığı zaferinden sonra, Balkanlar’daki uç bölgelerini sağ, orta ve sol kanatlar olarak üç bölgeye ayırmıştı. Evrenos Gazi’nin faaliyet sahası olan sol kol veya sol kanat: İpsala ve batıya doğru Dimetoka Gümülcüne, Serez, Karaferye ve oradan ikiye ayrılıp Tırhala ve Üsküp’e ulaşıyordu. Sağ kanat yani doğu sınır bölgesi, doğrudan doğruya I. Murat’ın kendi komutası altında idi. Orta kanat ise Kara Timurtaş Paşa komutasında bulunuyordu. “…Asker içinde öteden beri gazalarda nam salmış Gazi Evrenos derler bahadır bir yiğit vardır. Sultan (Seyyid Ali Sultan) o yiğidi gazilere serasker tayin edip kalenin fethi için yollar. Bu arada Evrenos’a olur da başı sıkışırsa kendisinden himmet talep etmesini tembih eder…” Tarihsel verilere göre İpsala’dan Üsküp’e kadar olan sol kanat, Evrenos Gazi’nin faaliyet sahası olarak gösteriliyor. Ancak yukarıdaki parağrafta Seyyid Ali Sultan’ın Evrenos Gazi’yi gazilerin başına serasker yaptığını da görüyoruz. Bu bilgiler doğrultusunda Seyyid Ali Sultan, Evrenos Gazi’nin üstünde bir mevkiye sahiptir. Evrenos Gazi’nin faaliyet alanı olarak gösterilen sol kanat, aynı zamanda Aleviliğin farklı ekollerinin de yayılma alanı olmuştur. Seyyid Ali (Kızıldeli) yanlısı olarak bilinen Bektaşi ve Ahi ekolünün Rumeli’ye geçtiklerinde, yerleşim sahası olarak merkez Trakya, Dimitoka, Güney Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk ve Kuzey Batıya doğru Macaristan’a kadar bir hat izledikleri görülmektedir. Yukarıda adı geçen Gazi Evrenos Paşa’nın Seyyid Ali Sultan ile olan bu ilişkisi, aynı orduda bulunmalarının dışında şeyh-mürit ilişkisi şekline dönüştüğü görülmektedir. Sözlü Bektaşi Şiirlerinde, Evrenos Gazi’yi Seyyit Ali Sultan’a bağlanmış ve onun müridi olarak görmekteyiz. Yine Evrenos Bey’in Seyit Ali Sultan’a bağlılığı bir birinden uzak olan iki Alevi şairi İbrahim Baba ile Edirne’li Tevfik Baba’nın şiirlerinde görülmektedir. Hatta Seyyit Ali adına Gümülcine’de yapılmış bulunan Evrenos Gazi Zaviyesi’nin 19. yüzyıla kadar varlığını korumuş olduğu biliniyor. Ayrıca bu husus aşağıdaki dörtlüklerde de görülmektedir. Kırklar bile geldi hizmet eyledi Şahım cümlesine himmet eyledi Gazi Evronos da bî’at eyledi Rûmeli serdarı Seyyid Ali’ye Şair Tevfik Bey Baba Seyyid Ali Sultan kırkların başı Gazi Evranoz beğlerin yarı yoldaşı Görün Sarıkız’da ol çaldı taşı Ol dem kuvvet verildi şahın koluna Geda Musli Bir atın kavm ile deryaya girdi Hiç aman vermedi küffarı kıldı Gâzi Evranoz Beğlerin Muhsin’e saldı Sana medh etdiğim Kızıldeli’dir Baba İbrahim Yukarıdaki bilgilere göre Seyyit Ali Sultan’ın faaliyet sahası ile Evrenos Gazi’nin faaliyet sahası aynıdır. Seyyid Ali Sultan da Evrenoz Gazi’nin komuta ettiği guruplar içinde bulunmakta idi. Muhtemelen Seyyid Ali Sultan, Dimetoka’nın alınmasının ardından Dimetoka’daki tekkesine yerleşmiş olmalıdır. Tarihi kayıtlara göre Seyyit Ali Sultan’ın Dimetoka’daki bu tekkede Hakk’a yürümüş olduğu görülmektedir. Aslında bu tekkenin, Seyyit Ali Sultan’ın kendi sağlığında Hacı Bektaş dervişlerinin Rumeli’deki merkezi haline geldiği, Balkanlar’daki Bektaşiliğin en önemli tekkesi olarak diğerlerinin üzerinde bir nüfuza sahip olduğu bu özelliğini de 17. yüzyıla kadar devam ettirdiği anlaşılıyor. 1402 veya 1412 yılında Hakk’a yürüyen Seyit Ali Sultan’ın Resül Bali ve Mürsel Bali adında iki oğlu vardı. Seyyid Ali Sultan’dan sonra büyük oğlu Resül Bali, Hacı Bektaş Dergâhı’na post-nişin olmuş, küçük oğlu Mürsel Bali ise Yukarı Tekke’de post-nişin olmuş ve bu tekkede irşada devam etmiştir. Resul Bali’in Hakk’a yürümesiden sonra Dimetoka’dan ayrılarak Hacı Bektaş Dergahı’nın başına geçerek, 1441-1484 yılları arasında bu dergâhta post-nişin olarak görev yapmıştır. Mürsel Bali’den sonra sırasıyla Balım Sultan, Vahdeti Dede, Seyit Mustafa Dede, Kara Ali Dede ve Sadık Abdullah Baba gibi Bektaşi büyükleri Seyyid Ali Sultan Dergâhı’nda hizmet etmişlerdir.[30] Yukarı Tekke’nin 1.5 km kadar yukarısında Balım Sultan’ın babası Mürsel Bali’nin medfun olduğu kabri bugün halâ ziyaret edilmektedir. Aşağıdada vereceğim krokide 1927 yılında Seyyit Ali Sultan (Kızıldeli) Vakfı hudutları içersinde yer alan 30 adet köyün mevcut olduğu gözükmektedir. 22/01/2012 tarihinde Kızıldeli Dergâhın’a yaptığım ziyaret esnasında Ruşenler Köyü sakinlerinden aşağıda vereceğim şu köylerin bugün hala mevcut olduğunu ve bu köylerin tamamında Sünni inancına mensup halkla birlikte yaşadıklarını ve kendi inançlarını devam ettirdiklerini öğrendim. 1. Ruşenler Köyü, 2. Babalar Köyü, 3. Hacıali Köy, 4. Demirören Köyü, 5. Karaören Köyü, 6. Küseler Köyü, 7. Kütüklü Köyü, 8. Mesimler Köyü, 9. Kamberler Köyü, 10. Ahlatçı Köyü, 11. Taşal Köyü, 12. Yılanlı Köy, 13. Büyük Dervent Köyü, 14. Ebil Köy, 15. Seçek Sırtı, 16. Salıncak Köy, 17. Kaypak Köy, 18. Kartunca köy. Aşağıdaki krokide gösterilen Kirezli köyü ile Ortaköy, Yukarı ve Aşağı Yörükler köyleri de Seyyid Ali Sultan Vakfı hudutları içersinde iken bugün Bulgaristan toprakları içersinde kalmıştır. Moderin tarihçiler içinde ilk olarak Seyyid Ali Sultan hakkında bilgi sunanların başında Baktaşilik üzerine esaslı bir monografi kaleme almış olan Amerikalı araştırmacı John K. Birge olmuştur. Birge’den sonra 1942 yılında kolonizatör Türk dervişlerini ele aldığı ve bu makalesinde Kızıldeli, Kızıldeli tekkesi ve vakfına dair çok önemli iki tahrir kaydından bahseden Ömer Lütfi Barkan olmuştur. Bu belgeler şunlardır: “Dimetoka kazasında medfun Es-seyyid Ali nâmı diğer (Kızıl Delü) diyar-ı Rumeli şeref-i İslâm’la müşerref oldukta bile geçüb zikrolan köylere 804 tarihli bir mülknâme ile mutasarrıf bulunmaktadır. Ve o tarihten beri Kızıl Delü oğullarının tasarruflarında olan Tatar Viranı ve Tatarlık gibi mezralar zaviyelerine inen yolculara hizmet etmek mukabili evlâdlık vakıf olarak kayıtlıdır. Ve şayan-ı dikkattir ki, vaktiyle, Tatarlar tarafından iskân edilmiş olan bu viraneler bir derbend köyüdür. Ve babaları hissesine mutasarrıf olan Ahi ören ve Bahsayiş, vakfın müessisi ve ataları adına izafeten Kızıl Delü Derbendi ismi verilen bu derbendi kendileriyle birlikte olan dervişleriyle beraber hıfzetmektedirler ve bu derbend onlar sayesinde 58 Müslüman ve 23 kâfir haneli bir köy haline gelmiştir.[34]Dimetoka’daki Kızıl Delu derbendinde olduğu gibi, bu dervişler, geldikleri bölgelere akvam ve akrabalarıyla gelip yerleşmiş olan muhacirlerdir. Böyle boş bir yerde zaviye bina etmek işi, oraların imarı ve asayişinin temini için olduğu kadar, ailenin imtiyazlı mevkiinin muhafazası için de gereklidir. Umumi bir hizmet müessesesi kuran bu insanlar, imar ve iskân taahhüdlerini de fiilen yerine getirmiş oluyorlardı. Bu dervişlerin birçoğu bizzat o bölgeleri fethetmiş olan gazi askerlerdir. Heterodoks, yani bâtıni (içsel) ve tasavvufi İslam’dan söz edildiğinde akla ilk gelen isim İréne Mélikoff ve Ahmed Yaşar Ocak’tır. Her iki akademisyenin de Bektaşiliğin Rumeli’de gerçek temsilciliğini yapmış bulunan böylesine önemli popüler bir Bektaşi önderinden söz etmemeleri düşünülemezdi. Bektaşilik konusunda çok önemli çalışmaları bulunan her iki akademisyenin de Seyyid Ali Sultan gibi çok önemli bir şahsiyet hakkında muhtelif çalışmaları mevcuttur. Ancak bu makale ve kitaplarında kısaca bilgi vermekten ileri gidememişlerdir.
Ramazan Balkan, Bilinmeyen Gerçekler Erkanmame ve Gönül Yolu.Syf.. 272. Melikoff, Alevilik ve Bektaşilik konusunda pek çok çalışma yapmış ve bu konuda önemli eserler meydana getirmiştir. 14.-15. yüzyıllarda Heterodoks İslam’ın Trakya ve Rumeli’de yerleşme yollarını konu aldığı makalesinde Seyyid Ali Sultan’dan bahsetmekte ve Kızıldeli’yi Balkanlar’da İslam heterodoksisinin ilk yayıcıları arasında değerlendirilmektedir. Görüldüğü gibi Tahrir Defterlerindeki kayıtlarda veilen bilgiler ile Velâyetnâme’de anlatılanların kısmen örtüştüğü görülmektedir. Şu bir gerçek ki, o yüce Veli’nin efsanevi yaşamı hakkında halkın ve halk şairlerinin düşünce ve inanç dünyasında oldukça zengin bir yerinin olduğu muhakkaktır. Tüm bunlara rağmen önce Seyyid Ali Sultan’ın kim olduğu hakkında kısa bir bilgi vermenin yerinde olacağı kanısındayım. Ahmed Hamdi Zaze Paşa’nın Arapça kaleme aldığı eserinin 50. sayfasında Seyyid Ali Sultan’ın adının “Hızır Lâla Seyyid Ali Sultan” olduğu, ayrıca resmin altında da “Seyyid Hüseyin Ata oğlu Seyyid Ali Sultan’dır. Hızır Lâla diye lâkaplandırılmıştır. Doğum yılı 710 ve ölüm yılı 805 (1310-1402) olarak kayıt düşülmüştür. Bir lâkabı Hızır Lâla olmakla beraber Kızıldeli lâkabıyla şöhret bulmuştur. Dede Baba Bedri Noyan’da yukarıda verdiğimiz bilgileri teyid etmektedir.[39] Yukarıda Seyyid Ali Sultan’ın Horasan erenlerinden Hüseyin Ata’nın oğlu olduğu verilirken, kendi velâyetnamsesinde ise Horasan erenlerinden Hasan Ata’nın oğlu olduğu söylenmektedir.[40] Daha önce de belirtildiği gibi lâkabının Hızır Lâla olmasına rağmen 1397 yılında Dimetoka’ya gidip Kızıldeli Irmağı’nın kıyısında, Tanrı Dağı üzerinde dergâhını kurarak kendi inancı ve düşüncesi doğrultusunda faaliyet göstermiş ve Kızıldeli lâkabıyla şöhret bulmuştur. “Kızıl Deli, Meriç Nehri’nin kollarından birinin adıdır. Bu çay, XIV. yüzyılın sonunda ve XV. yüzyılın başında yaşamış olan Seyyid Ali Sultan’ın kurduğu dergâha adını vermiştir. Kızıldeli Sultan’ın gerçek makamının Dimetoka’da olduğu bir gerçektir. Ancak Malatya’nın Yazıhan İlçesi’nin Fethiye Köyü’nün mezrası olan Tenci’de de Kızıldeli’nin bir türbesi olduğu gibi, bugün benim defalarca ziyaret ettiğim ve “post-nişin”dedenin evinde muhipleriyle birlikte sohbet ettiğim, bir Kızıldeli Türbesi de Kütahya’nın Çamlık Mahallesi’nde bulunmaktadır. Dimetoka Dergahı dünya üzerinde mücerret hilafet erkânı yapabilen beş büyük tekkeden biridir. Bu nedenle Arnavut muhiblerce “Trgejen Madh”, yani Büyük Tekke ismiyle anılır. Tekke’nin Kızıltepe Mezrası’nda türbesi bulunan Seyid Ali Sultan’ın anısına binaen buraya bir meydanevi inşa edilmiş olup, “Yukarı Dergah” ismiyle anılmaktadır. Biraz daha çukurda bulnan diğer bir dergah daha vardır ki buna da “Aşağı Dergah” denilmektedir. Değerli araştırmacı Ahmed Hezarfen tarafından Başbakanlık Osmanlı Arşivleri titizlikle incelenerek söz konusu Dergah’ın 1829 tarihi itibarı ile devletçe gasp edilen vakıf ve mamelek envanterne deklare edildiği anlaşılmıştır. Ayrıca Dimetoka Sancağı’nın, Çirmen (Ormenion) Liva’sında Mürsel Gazi veya Mürsel Baba (Balım Sultan’ın Babası) adına kayıtlı bir Tekke daha bulunmaktadır. Söz konusu bu tekke, bugün bir oda büyüklüğünde, 1.5 metre kadar taştan duvarlarla çevrili olup üstü açıktır. Dimetoka Dergah’ı 1826 yılında II. Mahmud tarafından başlatılan Yeniçeri-Bektaşi Kıtal’inden nasibini almış ve tahrip edilerek kapatılmış, son post-nişin olan İbrahim Cefai Baba ise şehit edilmiştir. Diğer taraftan 1807 yılında Hakk’a yürümüş bulunan ve Kruja (Görice) kentindeki Nepravişte kasabasında kurulu “Abdullah Melcan” Dergah’ı’nın ilk post-nişini olan Kemalettin İbrahim Şemimi Baba tarafından Elbasan’da bir Tekke inşa edilmiş ve yıllar sonra Dimitoka Dergahı’nın şehit edilen son post-nişini İbrahim Baba’nın ismi, bu Tekkeye izâfe edilerek, “Elbasan İbrahim Cefai Baba” Tekkesi olarak yad edilmiştir. Cefai Baba Tekkesi’nin son post-nişini ise önceleri Bağdat Kâzımiye Dergahı’nın post-nişinliğini derühte eden ve şehitlik dergahı post-nişini Halife Nafi Baba’nın nasipli mücerret Halife Selman Cemali Baba olup, bu zât 1943 yılında Hakk’a yürümüştür. Tekirdağ’lı Belediye Başkanı Hasan Cemali Baba ile genellikle karıştırılır.[46] Özetleyecek olursak, Kızıldeli Dergâhı, I. Murat’ın son yıllarında veya büyük ihtimalle Yıldırım Beyazıt tarafından vakfedilmiştir. Kaynaklarda şu ifadeler bulunuyor: “Dimetoka kazasında medfun Es-seyyid Ali nâmı diğer (Kızıl Delü) diyar-ı Rumeli şeref-i İslâm’la müşerref oldukta bile geçüb zikrolan köylere 804 tarihli bir mülknâme ile mutasarrıf bulunmaktadır. Hayatının son yıllarına dair fazla bilgi bulunmamasına rağmen Rumeli’de Bâtıni veya İçsel İslam’ın en büyük temsilcilerinden olduğu, Alevi-Bektaşi felsefesini en mükemmel bir şekilde temsil ettiği kesindir. Kendi velâyetnâmesinde Horasan ekolüne mensup olduğu beyan edilmekle beraber Anadolu’da da doğmuş olabilir. Seyyid Ali Sultan’ı Osmanlılar’ın henüz Rumeli’ye geçmediği bir dönemde Saruhan beylerinin arasında olduğunu görüyoruz. Bilindiği gibi o yıllarda Anadolu’da çok yaygın olan Vefai-Babai inancı hakimdi. Buna rağmen Kızıldeli Sultan, Balkanlar’a yerleşip kendi tekkesini kurunca, Hacı Bektaş Veli’nin başlatmış olduğu Bektaşilik ekolünün öncülüğünü yaptığı ve yanında buluna dervişleri ile etrafına topladığı halka kendi mistik anlayışını yaymıştır. Hatta denilebilir ki Rumeli’nin Türkleşmesi ve İslamlaşması sürecinde çok etkili olmutur. Balkanlar’da Balım Sultan’ın kurumlaştırdığı Bektaşiliğin öncülerinden sayılan Seyyid Ali (Kızıldeli) Sultan’ın 1002 veya 1412 yılından kısa bir müddet sonra Hakk’a yürüdüğü düşünülmektedir. Seyyid Ali Hakkında Söylenen Deyişler Gene İmam nesli zuhura geldi Biri Elmalı’da Bursa’da kaldı En küçük kardaşı Rumeli’n aldı Dillerde söylenen Seyyid Ali’dir.
Bir atın kavm ile deryaya girdi Hiç aman vermedi küffarı kıldı Gâzi Evranoz Beğlerin Muhsin’e saldı Sana medh etdiğim Kızıldeli’dir
Koru Yaylası’ndan meskenin gören Çadırın yerinde mutfağın kuran Yedi köşe yerde temel bırakan Sana medh etdiğim Kızıldeli’dir
Meskenimdir deyip çöküp oturan Kuru şişle dut ağacın bitiren Otman Baba’yı bulut ile getiren Sana medh etdiğim Kızıldeli’dir
Baba Pınarı’nı bina eyledi Gör şu Yezid’lere n’etdi neyledi Baba İbrahim bunu böyle söyledi Sana medh etdiğim Kızıldeli’dir Dillerde söylenen Seyyid Ali’dir.
Erenler serveri ol pîrim Ali Ser-çeşme olmuştur Urum iline Ağaçtan Zülfikar ol gerçek veli Ol dem tekbir oldu pîrin beline
Abdal Musa Sultan Şah himmet kıldı Denedi kılıcı şah taşı böldü Bütün Urumeli İslam’a geldi Fetih Surelerin almış diline
Kırklar azm eyledi Elmalı şehri Görün Boğazhisar’da ol böldü bahri Bolayır’da küffara eyledi kahrı Ol dem kılıç aldı şahım eline
Bilin Tanrı Dağı şahın otağı Hışmından kan kuşandırırdı dağı Gelibol üstünde ol kuru dağı Ol dem âşık oldum şahın diline
Şahımın refiki gaziler beğler Hışm eyler küffara ciğerin dağlar Gerçek âşıkların methini söyler Ol dem âşık oldum şahın yoluna
Şahım himmet ile sancak götürür Kalenin temelin alt üst getirir Tanrı Dağ üstüne çökmüş oturur Meskenimdir deyü geldi diline
Seyyid Ali Sultan kırkların başı Gazi Evranoz beğlerin yarı yoldaşı Görün Sarıkız’da ol çaldı taşı Ol dem kuvvet verildi şahın koluna
Horasan mülkünden Hoy’dandır aslı Şah İmam Hasan’dır şahımın nesli Mürşidine bend ol ey Geda Muslî Kıyamette alsın elin eline
alıntıdır.sonsuz teşekkürler.
https://www.batitrakya.org/bati-trakya/bati-trakya-efsaneleri/seyyid-ali-sultan-kizil-deli-tekkesi.html