KARIŞIK

29 Haziran 2019 Cumartesi

AYNİ ALİ TÜRBESİ-MANİSA 









Manisa – Merkez’de Kumlu dere caddesi üzerindeki kabristanda
Ayni Ali Dede’nin Fatih ve II. Bayezid dönemlerinde yaşamış bir Bektaşi şeyhi olduğu, zaviyesine birçok arazi ve emlakin vakfedilmiş olduğu nakledilir. Türbenin yapı üslubundan Osmanlı döneminde XVI-XVII. yüzyılda inşa edildiği ileri sürülür. Düzgün kesme taştan yapılmış olan türbenin önünde çatılı, yuvarlak kemerli küçük bir giriş vardır. Sandukanın bulunduğu bölüm sekizgen planlı olup üzeri kubbe ile örtülüdür. Giriş dışında üç kenarda dikdörtgen söveli, yuvarlak kemerler içerisine alınmış pencereler bulunmaktadır. Bunların üzerine de birer küçük alçı pencere yerleştirilmiştir. Bektaşilerin, 1826’dan beri Manisa’da tekkeleri yoktur. Ama burada eskiden önemli olduklarını ve Ayn-ı Ali ile Niyazi Baba’nın türbelerinin kendi tarikatlarına ait bulunduğunu ileri sürmektedirler. Evliya Çelebi’nin döneminde burasının medrese olduğu görülüyor. “Aynı Ali Medresesi evvelce Bektaşi Tekkesi idi. Şimdi hariç medresedir ama inşallah yine tekkesi olur.” diye geçer Seyahatname’de..
ANKUZU BABA TÜRBESİ ..HARPUT 





 Harput’ta türbesi bulunan evliyalardan bir tanesi de Ankuzu Baba Türbesidir Harput'un beş kilometre doğusunda kendi ismiyle anılan "Ankuzu Tepesi"nin üzerinde yatmaktadır. Kayalarla kaplı bulunan bu tepe Harput çevresinin en yüksek yerlerinden birsidir. Türbe bu tepenin en üst kısmında bulunan bir düzlük üzerindedir. Duvarları taşlarla ve betonla örülerek inşa edilmiş, tavanı ise eğimli bir beton tabiiye ile kapatılmıştır. Oldukça küçük olan Ankuzu Baba Türbesi tek mekânı olup, elektriği ve suyu yoktur. Ayrıca türbeye herhangi bir şekilde taşıt yolu yapılmamıştır. 16. Yüzyılda türbenin hemen yanı başında bir zaviye olduğu çeşitli kayıtlarda geçmektedir. Bugün bu zaviyeden hiç bir eser kalmamıştır. Evliya Çelebi meşhur "Seyahatnamesinde’’ Ankuzu Baba zaviyesi ve türbesinden bahseder. Burası Osmanlı Dönemine ait çeşitli kayıtlarda değişik isimlerle anılmıştır. Başvekâlet Arşivi tapu defterinde "Ey Kuzu" denildiği gibi Hicri 1115 tarihli bir başka vesikada da "Aynül Kuzat" olarak isimlendirilmiştir. Bazı rivayetlere göre onun 8. ve 9. yüzyıllarda Arap-Bizans savaşları esnasında Arap ordularına katılan bir asker olduğu ve burada şehit düştüğü belirtilir, kuzu Baba Dağı'nın yamacında bulunan bir kaya üzerindeki at nalına benzeyen çukurluğun Ankuzu Baba'nın atının izi ve taşlar üzerinde bulunan kırmızı lekelerin de Ankuzu Baha'nın yaralarından damlayan kan izleri olduğu yolunda bazı efsaneler anlatılır.  Harput çevresinde Ankuzu Babayla ilgili anlatılan bazı kerametler halkın buraya karşı gösterdiği ilginin boş olmadığına işarettir. Zamanında Ankuzu Babada halkın piknik yapıp, kurbanlar kestiği anlatılmaktadır. Bugün bu ziyaretgâha araba yolunun olmaması, ayrıca ziyaret çevresinde içme suyunun bulunmaması buraya gelen ziyaretçiler için büyük bir sorun oluşturmaktadır. Ankuzu Baba Türbesinin bu gibi sorunlarının giderilmesi Harput’un manevi yönü açısından çok önemli bir konudur.

28 Haziran 2019 Cuma




Aziz Dede Türbesi / ADIYAMAN –Merkez –Yedioluk Köyü


Aziz Dede Türbesinin Yeri: Adıyaman İli Merkeze bağlı Yedioluk Köyünde köy yakındaki bir tepe üzerinde türbesi vardır.

Aziz Dede Türbesi
Aziz Dede Kimdir: Aziz Dede türbesinin olduğu Yedioluk Köyü (Eski adı Şahmir) Alevi-Bektaşi inancına sahip bir köyüdür. Aziz Dede Ağuçan sülalesinden olup, Ağuçanlı Hasan Efendi’nin oğludur. Ehlibeyttendir. Keramet sahibi, hem zahiri, hem de batıni yönü gelişmiş bir zattır. Övünmeyi sevmezmiş. Bu yüzden doğduğu yer olan Çelikhan Bulam Beldesini terk edip köy köy dolaşmış ve Yedioluk Köyünde kalmış ve 1966 yılında burada vefat etmiştir.
Üç telli cura çalarmış. Kimseye kötülük yapmaz, parayı sevmezmiş.

Aziz Dede Sandukası
Türbenin Durumu: Bir tepenin eteğinde bulanan türbesi betonarmedir. Mezarının üzerinde kubbe bulunmaktadır. Türbenin etrafı değişik düzenlemelerle genişletilmiştir.

Ziyaret Nedeni: Değişik dilekler için ziyaret edilen Aziz Dede adına her yıl 11 Mayıs tarihinde Aziz Dede anması düzenlenmektedir.


Menkıbeler: 1-) Kıbrıs Savaşında bir askere görünüp öncülük etmiş ve sürdüğü tankı Beşparmak Dağlarının en yalçın yerine çıkarttırmıştır. Kıbrıs’a gittiğimiz zaman bu tankın varlığını söylemişlerdi. Bu tankın oraya nasıl çıktığı bilinmemekteymiş. Tankı oradan indirememişler.
2-) Yine Kore Savaşında Aziz Baba, Kureyş Dede, Munzur Baba ve Kara Düzgün Baba askerlerin önünde savaşa katılmışlardır.
3-) Aziz Dede’ye düşman olanlardan biri bir gün kendisine zehirli su getirmiş ve siz Ağuçan ailesindensiniz yani Zehir içen sülalesindensiniz diyerek elindeki suyu içmesini söylemiş. Aziz Dede “Ye medet” deyip suyu içmiş ve biraz sonra parmaklarından bal damlamaya başlamış.

Kaynakça: İsmail Celalettin Yaşar –Adıyaman İl ve İlçelerinde Evliya Anlatıları -2010

12 Haziran 2019 Çarşamba

GAZİ MESTAN TÜRBESİ..kosova


Priştine’den Mitroviça’ya giden yol üzerinde, Kosova sahrasına hâkim bir tepe üstünde olup hangi tarihte ve kimin için yaptırıldığı hakkında kesin bilgi yoktur. Rumeli fetihlerine katılan ve belki de bunlardan birinde şehid düşen bir akıncı için inşa edilmiş olabileceği tahmin edilmektedir. Rumeli’nin pek çok yerinde genellikle tepelerde, böyle tarihî kişiliği açık surette bilinmeyen kahramanlar için türbeler yapıldığı dikkati çekmektedir. Yerli halkın Bayraktar Türbesi olarak adlandırdığı türbe hakkında Evliya Çelebi de açık bilgi vermez. Sadece Hüdâvendigâr Meşhedi etrafında 10.000 kadar şehidin yattığını bildirdikten sonra bunlardan Alemdar Baba, Şehid Şeyh İlyas Dede, Timurpaşazâde Yasavul’un adlarını verir (Seyahatnâme, V, 551). Bayraktar Türbesi en yakın ihtimalle bunlardan Alemdar Baba ile aynı olmalıdır. Fetihlere katılmış gazi erenlerin kabirleri genellikle açık türbeler halindedir. Buradaki kapalı türbenin yerinde aslında açık bir türbe varken daha geç bir dönemde şimdi görülen kapalı türbenin inşa edildiği tahmin edilmektedir.
Gazi Mestan Türbesi, 3,50 m. kadar yüksekliği olan sekizgen biçiminde bir yapıdır. Dışı sıvalı ve badanalı idi. Bunun üstünde on iki köşeli bir kasnak vardır. 1961’de görüldüğünde üstünü kurşun kaplı bir kubbe örtüyordu. Bu kasnağın köşelerindeki pâye şeklinde az taşkın çıkıntılar, türbenin hiç değilse dışının XIX. yüzyılda değişiklik ve yenileme gördüğünü belli etmektedir. İçeriyi dikdörtgen biçimli, etrafları taş söveli pencereler aydınlatır. Türbede biri büyük, diğeri normal ölçülerde iki sanduka vardı. Bugün türbenin ne durumda olduğu bilinmemektedir.
Gazi Mestan Türbesi’nin bulunduğu yer buradaki müslümanlar tarafından kutsal tanınmış, çevreden ve yoldan görülebilen türbenin etrafı kalabalık bir kabristan durumuna girmiştir. Mezarlıkta kaba işlenmiş, biçim ve kavuk şekilleri bilinenlerden oldukça farklı çok sayıda mezar taşı mevcuttu. Türbenin yanında bir de tekke olduğu söylenmekteyse de 1961’deki ziyarette bir izine rastlanmamıştır. Kabristandaki mezar taşlarında yalnız ölünün adı, tarih ve Fatiha ibaresinin bulunuşu da dikkat çekici bir farklılıktır. Taşların en eskisi 1223 (1808), en yenisi 1342 (1923-24) tarihlidir.

ÂŞIK PAŞA TÜRBESİ..kırşehir




Şehrin dışında, kuzeye doğru uzanan bir tepenin yamacında kurulmuş geniş bir mezarlığın içinde bulunan türbe, yan cephesindeki kitâbeden öğrenildiğine göre, 13 Safer 733’te (3 Kasım 1332) vefat eden Âşık Paşa için yaptırılmıştır. Kitâbede Âşık Paşa, Şeyh Bâce olarak anılmış, doğum ve ölüm tarihleri ise bazı kelimelerin ebced* değerlerinden çıkarılmıştır. O tarihlerde Kırşehir Eretnaoğulları’nın (veya Ertena) arazisi içinde bulunduğundan, bu türbenin de Eretnaoğulları’nın veziri ve Âşık Paşa’nın yeğeni Alâeddin Ali Şah tarafından yaptırılmış olabileceği bir ihtimal olarak ileri sürülmüştür. Saim Ülgen’e göre, türbe kubbesinin şekil olarak Kırgız çadırını andırması, bu eserin mimarının Horasan erenleriyle Anadolu’ya gelmiş Orta Asyalı bir Türk olabileceğini akla getirmektedir. Türbenin yanında Âşık Paşa ailesinden bazı kişilerin de mezarları bulunuyordu. Bunlardan birinin Âşık Paşa’nın babası Muhlis Paşa’nın bir hanımına ait olduğu ileri sürülmüş, bu mezara ait kırık ve eksik bir halde bulunan taş müzeye kaldırılmıştır. Yine türbenin dışındaki başka bir taşın da Âşık Paşa’nın oğlu Can’a ait olduğu ileri sürülmekte ise de buradaki tarihi 4 Şevval 764 (17 Temmuz 1363) olarak okuyanlar olduğu gibi tarihin 964 (1557) olduğu da H. Baki Kunter tarafından ileri sürülmektedir. Kitâbede Can b. Âşık Paşa adı okunduğuna göre ikinci görüşe katılmak zordur. Burada ayrıca Âşık Paşa’nın zevcesi Hâce Hatun’a ait olduğu iddia edilen bir mezar taşı daha görülmüştür. Anadolu Türklüğü bakımından çok değerli olan Âşık Paşa Türbesi ve çevresi uzun süre bakımsız kalmış ve etrafındaki hazîre geniş ölçüde tahribe uğramıştır. Türbe 1935’te ufak bir tamir görmüştür. 

Bazı vakıf kayıtlarından Kırşehir’de Âşık Paşa adına bir de zâviye olduğu anlaşılmaktadır. Halkın büyük saygı gösterdiği erenlerin türbeleri yanında zâviyeler kurulduğu düşünülecek olursa bu tesisin türbe yakınında bulunması gerekir. Ancak bugün çevrede bu hususu destekleyecek herhangi bir iz yoktur. C. Hakkı Tarım daha aşağıda mahalle içindeki bazı işlenmiş kalıntıların zâviyeye ait olabileceğini yazmaktadır. 

Âşık Paşa Türbesi’nin yan cephesi şehre bakacak bir biçimde yamaca yerleştirilmiştir. Tamamen mermerden olan yapının ön mekânını teşkil eden giriş holüne bu yan cephedeki süslü bir kapıdan girilir. Bu mekânın yan tarafında bulunan bir kapı, kubbeli esas türbeye geçişi sağlamaktadır. Türbe, her bir kenarı 5.35 m. ölçüsünde bir kareden ibarettir. Âşık Paşa’nın sandukası tam ortada değil giriş duvarının yanındadır. Türbenin altında bir mezar odası olması gerekirse de bu husus araştırılmamıştır. Sekiz köşeli olarak yapılan sağır kubbe de mermerden olup burada çok eski bir Asya geleneğine uyularak bindirme tekniği kullanılmıştır. Türbe mekânının dört köşesine yerleştirilen dört sütun üstüne dört kemer atılmış, bunların arasındaki pandantiflerle sekiz dilimli kubbeye geçiş sağlanmıştır. 

Türbenin içinde bulunması muhtemel hiçbir tezyinat günümüze gelmemiştir. Dışta ise üç cephenin son derece sade olmasına karşılık şehre bakan güney cephesi ve bilhassa buradaki giriş itina ile süslenmiştir. Cephenin kenarında bulunan taçkapının üst kısmı bir zencerek motifi ile bezenmiş, bunun içine sivri kemerli bir niş oyulmuştur. Nişin yarım kubbesi dilimli olarak işlenmiştir. Bu nişin alt kısmında yayvan kemerli esas giriş bulunur. Cephelerin ortasındaki pencereler ise birer sivri kemer içinde açılmıştır. Esas türbe binasının dışında mahya hattı profilli bir silme ile belirtilmiştir. Güney cephede tam ortada bu silme dikdörtgen bir çerçeve meydana getirmekte olup bunun içinde kitâbe bulunmaktadır. 1965 yılında Kırşehir’de yaptığımız incelemeler sırasında Âşık Paşa Türbesi’nin ön mekânında yere döşenmiş iki parça halinde mermer bir levha bulmuştuk. Yere saplanacağı kısmı işlenmeden bırakıldığına göre herhalde bir mezar taşı olan bu levhanın üst kısmında rûmî motiflerle bezenmiş bir madalyon, alt bölümünde ise bir pars veya dişi arslan resmi görülüyordu. 

Âşık Paşa Türbesi, simetriden kaçınan çok değişik bir mimari anlayışın eseridir. Orta Asya eski Türk geleneklerine bağlı özellikleriyle Anadolu’da İslâm-Türk yapı sanatının değerli bir örneğidir. Değişik plan düzeni, ölçülü fakat zarif süslemesi ile içinde yatan büyük Türk mutasavvıfı ve Anadolu Türk edebiyatının kurucularından biri olan Âşık Paşa’nın şanına uygun bir mahfaza teşkil etmektedir. 

AHMED BÎCAN TÜRBESİ..gelibolu



Muhammediyye müellifi Yazıcıoğlu Mehmed’in küçük kardeşi Ahmed Bîcan için yaptırılmış olduğu söylenmekte, ancak üzerinde hiçbir kitâbe bulunmamaktadır. Âmil Çelebioğlu, Envârü’l-âşıkīn yazarı Ahmed Bîcan’ın kabrinin ağabeyi Yazıcıoğlu Mehmed Efendi’nin mescid ve türbesi yanındaki hazîrede bulunduğunu belirtmektedir (bk. AHMED BÎCAN). Ayrıca Evliya Çelebi, Sofya’ya gittiğinde kendisine orada Ahmed Bîcan’a ait bir kabir gösterildiğini kaydederse de bu gerçekle uyuşmamaktadır (Osmanlı Müellifleri, I, 17, dipnot 1). 

Taş ve tuğladan muntazam bir işçilikle inşa edilen türbe kare planlı olup üstü sekizgen sağır kasnaklı bir kubbe ile örtülüdür. Giriş kısmında iki ağır pâyeye dayanan kemerlere oturan bir ön mekân vardır. Türbenin içinde iki lahit bulunmaktadır. Bunlardan Ahmed Bîcan’a ait olduğu kabul edilenin dış yüzü zengin surette geometrik ve rûmî kabartmalarla bezenmiştir. Diğeri ise bir kadına aittir. İrdesel ve Alemdaroğlu’nun hiçbir tarihî esasa dayanmaksızın Hallâc-ı Mansûr Türbesi olarak adlandırdıkları bu eser son yıllarda tamir edilerek yenilenmiştir. 
Merkez Efendi Hz. Türbesi .. topkapı- istanbul







Topkapı civarındaki surların dışında, Osmanlı döneminde adı Mevlevîhâne Yenikapısı olan Mevlânâkapı’nın karşısında aynı adı taşıyan mahallede yer almaktadır. Külliyenin çekirdeğini oluşturan ve İstanbul’un en önemli tasavvuf merkezlerinden biri olan tekkenin kurucusu Halvetiyye’nin Sünbüliyye koluna mensup, döneminin ileri gelen sûfî ve hekimlerinden, Merkez Efendi lakaplı Şeyh Mûsâ Muslihuddin Efendi olup Sünbül Sinan Efendi’den hilâfet aldıktan bir müddet sonra 920’de (1514) tarikatın halvet geleneğine uygun bu münzevi tekkeyi tesis etmiştir. 1514-1520 yılları arasında, Yavuz Sultan Selim’in eşi Ayşe Hafsa Sultan’ın Manisa’daki külliyesine ait zâviyede şeyhlik yapan Merkez Efendi, şeyhi Sünbül Efendi’nin 936’da (1529) vefatı üzerine İstanbul’a gelerek Koca Mustafa Paşa Külliyesi’ndeki tekkenin meşihatını üstlenmiş, hayatının sonuna kadar bu görevi sürdürmüş, bu arada zaman zaman sur dışındaki tekkenin çilehânesinde halvete girmiş, muhtemelen bu tekkenin de şeyhliğini yürüterek vefatında (959/1552) buraya gömülmüştür. 

Mütevazi bir zâviye niteliğinde olan ilk tekkeyi Merkez Efendi ile bazı mensupları kendi imkânlarıyla bizzat inşa etmişlerdi. 1533-1536 yılları civarında, eşi Lutfi Paşa’nın görevli olduğu Yanya’dan İstanbul’a gelerek Merkez Efendi’ye intisap eden Yavuz Sultan Selim’in kızı Şah Sultan biri Eyüp’ün Bahariye kıyısında, diğeri sur içinde Davutpaşa’da olmak üzere iki tekke yaptırmış, sur dışındaki bu tekkeyi vakıflarla donatmış, yapılarını genişletmiş, Mimar Sinan eliyle cami-tevhidhâneyi yeniden inşa ettirmiştir. Nitekim Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’ndeki kayıtlarda tekkenin Merkez Efendi diye meşhur olmakla beraber Şah Sultan tarafından yaptırıldığı belirtilmektedir. Merkez Efendi’nin vefatını müteakip kabrinin üzerine yine muhtemelen Şah Sultan tarafından bir türbe inşa ettirilmiş, böylece tekke tam teşekküllü bir tarikat tesisi haline gelmiştir. Âsitâne veya pîr makamı olmamasına rağmen halkın Merkez Efendi’ye hayatta iken gösterdiği sevgi ve saygının ölümünden sonra da devam etmesi sebebiyle burası şehirdeki en itibarlı ziyaretgâhlardan biri olmuştur. 

Binaları çeşitli tarihlerde onarılmış, yenilenmiş, birtakım ek yapılar inşasıyla geliştirilmiş olduğundan külliyenin zaman içinde geçirdiği bütün aşamaları tesbit etmek imkânsız olsa da şu önemli gelişmeler zikredilebilir: Tekkenin mensuplarından ya da muhiplerinden olduğu anlaşılan Defterdar Abdülbâki Paşa 1608’de burada bir dârülkurrâ inşa ettirmiş, 1812’de cümle kapısının yanına ufak bir çeşme konmuş, 1813’te türbe onarılmıştır. II. Mahmud 1836’da tekkeyi büyük bir yenilemeye tâbi tutmuş, bu arada cami-tevhidhâne, bâninin türbesi, cümle kapısıyla bunun yanındaki diğer türbe yeniden yaptırılmıştır. Ayrıca ahşap harem dairesinin XIX. yüzyılın ikinci yarısı içinde yeni baştan inşa edildiği belli olmaktadır. Merkez Efendi Türbesi’ndeki birtakım bezemeler II. Abdülhamid dönemine (1876-1909) ait bir başka onarıma işaret etmektedir. Muhtemelen haremle birlikte selâmlık, derviş hücreleri, mutfak, taamhâne ve diğer bölümler bu sırada yenilenmiştir. Avludaki kuyu bileziğiyle şadırvan da bu dönemden kalmıştır. 

Tekkelerin kapatılmasından (1925) sonra cami-tevhidhâne pek çok benzerinde olduğu gibi cami olarak kullanılmak suretiyle varlığını sürdürmüş ve 1965’te yapılan bir onarımla günümüze ulaşabilmiştir. Türbelerle çilehâne de bakımlı olup özellikle ramazan ve kandillerde kalabalık kitlelerce ziyaret edilmektedir. Tekkenin harem kısmı, 1970’lere kadar son şeyh Nurullah Kılıç tarafından mesken olarak kullanılmış, bu arada birtakım tamirler geçirmişse de günümüzde (2004) harap durumdadır. Külliyenin Cumhuriyet döneminde kullanılmayan diğer bölümleri ortadan kalkmış, bunların yerini kısmen, yeni oluşan bir hazîre parçası ile küçük bir kız ve erkek Kur’an kursu binası işgal etmiş, bu arada zamanında Kur’an eğitimi için yapılmış olan dârülkurrâ kendi haline terkedilerek harap olmuştur. 

Sünbül Efendi Tekkesi’nden sonra tarikatın en önemli merkezi olan dergâhta âyin günü perşembe idi. Dahiliye Nezâreti’nin 1885 (1301 r.) tarihli istatistik cetveline göre tekkede o sırada on bir erkekle dokuz kadından oluşan şeyh ailesinin yaşadığı tesbit edilmektedir. XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren şeyhlik görevinin Merkezzâdeler olarak anılan ailenin tekeline geçtiği, Merkez Efendi’nin neslinden gelen bu ailenin Sünbül Efendi Tekkesi’nin şeyhliğini elinde tutan aileyle evlilik yoluyla akrabalık kurduğu bilinmektedir. 

Külliyenin arsası kuzey-güney doğrultusunda uzanan Merkez Efendi caddesi tarafından ikiye ayrılmıştır. Bu caddenin devamı niteliğindeki meydancığın doğusunda tekkenin cümle kapısı, kapının sağında küçük bir çeşme, solunda üçüncü ve dördüncü postnişinlerin gömülü olduğu küçük türbe, meydancığın batısında (cümle kapısının karşısında) harem dairesi, kuzeyinde dârülkurrâ, bunların güneyinde cadde üzerinde hamam bulunmaktadır. Cümle kapısından girildiğinde sağda cami-tevhidhâne, tam karşıda Merkez Efendi Türbesi yer alır. Türbenin arkasındaki avluda şadırvan, kuyu ve çilehâne bulunmakta, buranın sınırında diğer tekke birimleri sıralanmaktaydı. 

Cümle Kapısı ve Çeşme. Kesme küfeki taşıyla örülen cümle kapısının dış yüzü mermerle kaplanmış, kilit taşı çıkıntılı, yuvarlak kemeri yanlardan gömme ayaklarla kuşatılmıştır. Kemerin üzerinde ortada beyzî bir çelenk içinde II. Mahmud’un Mustafa Râkım imzalı tuğrası, yanlardaki dikdörtgen levhalar üzerinde ise Ahmed Sâdık Zîver Paşa’nın 1252 (1836) yılındaki tamire dair manzum tarih kitâbesi bulunur; kitâbeyi ta‘lik hatla Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi yazmıştır. Cümle kapısının sağına bitişik olan minyatür çeşme, hazîre duvarına gömülmüş bir ayna taşıyla bunun önündeki ufak bir tekneden ibarettir. 

Küçük Türbe. Finikeli Şeyh Abdi Efendi ile oğlu Şeyh Mustafa Efendi’nin sandukalarının yer aldığı bu türbe dikdörtgen planlı (4,50 × 3,50 m.), kâgir duvarlı ve kırma çatılıdır. Doğu cephesindeki girişi avluya açılmakta, yanlardan gömme ayaklarla sınırlandırılmış olan batı cephesinde meydancığa bakan dikdörtgen bir ziyaret penceresi görülmektedir. 

Cami-Tevhidhâne. Kapalı bir son cemaat yeriyle harim bölümünden meydana gelen dikdörtgen şeklindeki (17 × 16 m.) cami-tevhidhâne kâgir duvarlı ve kırma çatılıdır. Moloz taş ve tuğlayla örülen, üstleri sıvalı duvarları kesme küfeki taşından gömme ayaklarla takviye edilmiş, kapı ve pencereler de aynı türden sövelerle çerçevelenmiştir. Önünde bir sekinin uzandığı kuzey cephesinin ortasında esas giriş, yanlarda buna göre simetrik konumda birer pencereyle birer kapı yer alır. Sağdaki kapı fevkanî müezzin mahfiline, soldaki ise aynı konumdaki kadınlar mahfiliyle hünkâr mahfiline geçit verir. Bu cephede olduğu gibi yapıdaki bütün kapı ve pencereler tuğladan yuvarlak kemerlerle geçilmiş, ancak cepheler dikdörtgen açıklıklı kesme küfekiden sövelerle çerçevelenmiştir. Son cemaat yerinin duvarları sağırdır. Fevkanî mahfillere ulaştıran merdivenlerin yanı sıra bu mekânın batı kesiminde zamanında muhtemelen meydan odası iken halen imam odası olan, ahşap perde duvarıyla oluşturulmuş küçük bir mekân vardır. Son cemaat yeriyle harimi ayıran duvar kare kesitli, dor başlıklı dört adet ahşap dikmenin arasına bağdâdî sıvalı duvar parçaları örülmesi suretiyle oluşturulmuştur. Bu duvardaki kapı ve pencereler de kuzey cephesindekilerin konumuna sahiptir. Harimdeki meydan, yanlardan zeminleri yüksek basit ahşap korkuluklarla çevrelenmiş mahfillerle kuşatılmıştır. Güney duvarı ekseninde yarım daire planlı ve yuvarlak kemerli mihrap, bunun yanlarında birer pencere yer almaktadır. Son cemaat yerinin üstündeki mahfil katının harime bakan güney sınırında on iki adet ahşap dikme sıralanmakta, mahfilin doğu ve batı uçları birer çıkmayla donatılmış bulunmaktadır. “U” planlı bu asma kat kendi içinde ahşap perde duvarlarıyla üç bölüme ayrılmış, bunlardan doğudaki hünkâr mahfili, batıdaki müezzin mahfili, ortadaki kadınlar mahfili olarak değerlendirilmiştir. Hünkâr mahfilinin harime bakan açıklıkları barok üslûpta oymalı ve yaldızlı ahşap şebekelerle kapatılmış, bunların üzerine istiridye kabuğu ve kıvrımlı yapraklardan oluşan birer alınlık oturtulmuş, kadınlar mahfilinde sık dokulu ahşap kafesler kullanılmıştır. Harimin duvarlarında XIX. yüzyılın ünlü hattatlarına ait, çoğu siyah zemin üzerine ezme altınla yazılmış (zerendûd) levhalar dikkati çeker. Son cemaat yeriyle harimin sınırında yükselen minarenin dışa taşkın, kare tabanlı ve almaşık örgülü kaidesi yapının ilk inşa döneminden günümüze intikal eden yegâne unsurdur. II. Mahmud devrinde yenilenen tuğla örgülü, silindir biçimindeki gövde doğrudan bu kaideye oturmuştur. 

Türbe ve Çeşme. Merkez Efendi’ye ait olan kare planlı (7,50 × 7,50 m.) asıl türbe ilk inşa edildiği haliyle zamanımıza kadar gelememiş ve muhtemelen duvar hizaları korunarak II. Mahmud döneminde yeniden yapılmıştır. Ayrıca yine bu dönemde 1836’da yapının kuzeyine, Merkez Efendi’den sonraki bazı şeyhlerle bunların aile fertlerinin sandukalarının yer aldığı dikdörtgen planlı bir bölüm eklenmiş, bu arada asıl türbenin kuzey duvarı kaldırılarak bu açıklık, yanlarda mermer sütunlara oturan sepet kulpu biçiminde bir kemerle geçilmiştir. Her iki kesimin duvarları moloz taş ve tuğlayla örülmüş, cümle kapısının karşısına gelen batı cephesi baştan başa mermer kaplanmıştır. Esas türbe içeriden bağdâdî sıva, dışarıdan kurşun kaplı bir kubbeyle, ek bölüm ise kiremit kaplı kırma çatıyla örtülüdür. Yapının batı cephesinde kilit taşlı yuvarlak kemerleri olan üç adet pencere sıralanmakta, pencerelerin alt hizasından geçen bir silme cephe boyunca devam etmektedir. Cephenin kısa ahşap saçağı en sağdaki (güney) pencerenin hizasında ileriye doğru genişleyerek bir ziyaret saçağı niteliği kazanmıştır. Bunun altında, tekkelerin faal olduğu dönemde Merkez Efendi Tekkesi postnişini ve dervişleriyle yakındaki Yenikapı Mevlevîhânesi’nin bayram namazlarını burada eda etmeyi gelenek haline getiren şeyhi ve dedegânı arasında bir muâyede merasimi icra edildiği bilinmektedir. Tarikatlar arasındaki yakınlığın güzel bir örneğini temsil eden bu gelenek saçağın ayrıntılarına da yansımıştır. Saçağın ortasına Sünbülîliğin simgesi olan sümbül çiçekleriyle bezeli bir göbek konmuş, bunun çevresine Merkez Efendi’ye ithaf edilmiş, “Bes tevessül sana bu türbe-i iksîr-türâb / Bundadır sür yüzünü Merkez-i kutbü’l-aktâb” beyti yazılmış, saçağın alemi ise Mevlevî tacı biçiminde şekillendirilmiştir. Türbenin girişi ek bölümün kuzey duvarındadır. Merkez Efendi’nin gömülü olduğu kesimin duvarları kubbe eteğine kadar XIX. yüzyıl Avrupa çinileriyle kaplıdır. Kubbenin içinde çinilerle aynı döneme ait, benzerine Yıldız Hamidiye Camii’nde ve Yıldız Sarayı Tiyatrosu’nda rastlanan yıldızlı gökyüzü görünümünde bir süsleme bulunur. Sandukaları kuşatan oymalı ahşap parmaklıklar içinde Merkez Efendi’ye ait olanı XVIII. yüzyıl üslûbunu yansıtan sedef ve bağa kaplamalıdır. Türbenin kuzeydoğu köşesindeki pahlı yüzeye yerleştirilmiş olan çeşmenin yuvarlak kemerli ayna taşında barok üslûpta bezemeler arasında sehpa üzerinde bir Sünbülî tacı kabartması vardır. Cümle kapısında ise camitevhidhânede ve türbelerde bir dinî yapıdan çok Tanzimat devrinin resmî yapılarını çağrıştıran, II. Mahmud döneminin empire üslûbu hâkimdir. 

Çilehâne, Kuyu ve Şadırvan. Merkez Efendi’nin bizzat kullandığı rivayet edilen çilehâne, büyük ihtimalle Bizans döneminden kalma bir ayazmanın içine yerleştirilmek suretiyle önceye ait bir dinî mekânın İslâmî kisveye büründürülmesiyle oluşturulmuştur. Zemini avludan 7 m. kadar aşağıda kalan su havuzu moloz taş örgülü ve parmaklıklı istinat duvarlarıyla kuşatılmış, güney yönüne ise çilehâne yerleştirilmiştir. Dar bir merdivenle inilen ve merdivenin çilehâne kotuna ulaştığı noktada başlayan 0,50 m. enindeki bir dehliz doğu yönüne ilerleyerek avludaki kuyuya ulaşır. Bu geçidin aslında ayazma havuzunda biriken suyun fazlasını kuyuya aktarmak amacıyla tasarlandığı anlaşılmaktadır. Zaman içinde bu kuyu, İstanbul’un dinî folklorunda önem kazanarak özellikle kadınların rağbet ettiği bir niyet kuyusu haline gelmiştir. Şadırvanın sekizgen prizma biçimindeki haznesi piramit şeklinde bir camekânla örtülmüş, tepesine mermerden bir Sünbülî tacı oturtulmuştur. 

Harem. Eski İstanbullular’ın “konak yavrusu” dediği türde ahşap bir yapı olan harem dairesi kâgir bir bodruma oturan iki esas katla bir çatı katından oluşur. Orta sofalı plan tipinin uygulandığı bu binanın cepheleri çıkmalarla hareketlendirilmiş, dikdörtgen biçimindeki pencereleri kafeslerle donatılmıştır. 

Dârülkurrâ. Klasik Osmanlı üslûbunu yansıtan kare planlı ve kubbeli yapının duvarları kesme küfeki taşıyla örülmüş, kuzey duvarının eksenindeki basık kemerli kapısıyla alt sırayı oluşturan dikdörtgen pencereler mermer sövelerle çerçevelenmiştir. Bu pencerelerin üzerinde sivri kemerli ve alçı revzenli tepe pencereleri vardır. Kubbeye geçişi sağlayan trompların etekleri mukarnaslıdır. Asıl dârülkurrâya geçmeden önce yer alan giriş bölümündeki enine dikdörtgen planlı türbede yapıyı inşa ettiren Abdülbâki Paşa ile Sultan Ahmed Camii kürsü şeyhi Mehmed Eşref Efendi’nin kabirleri bulunmaktadır. Girişin üzerindeki sülüs hatlı levhada yapının inşa tarihi olarak 1017 (1608) yılı yazılıdır. 

Hamam. Ufak boyutlardaki hamam kubbelerle örtülü dört halvetli bir sıcaklığa sahiptir. Merkez Efendi’nin bu hamamda tekkesini kurarken çıkardığı şifalı su ile “hummalılar”ı tedavi ettiği rivayet edilir. Ayazma-çilehânede olduğu gibi burada da muhtemelen kökleri Osmanlı öncesine dayanan bir şifalı suyun bir sûfî-tabip tarafından tedavi maksadıyla kullanılması söz konusudur. 

Mutfak, Taamhâne, Derviş Hücreleri, Şeyh Dairesi ve Hünkâr Köşkü. Bu bölümler, şadırvan avlusunun kuzey ve doğu sınırları boyunca uzanan “L” biçiminde bir alan içinde toplanmışlardı. Günümüze ulaşmayan bu kanadın tek katlı ahşap birimlerden meydana geldiği bilinmektedir. “L”nin batı ucunda mutfak, bundan sonra sırasıyla taamhâne, derviş hücreleri ve şeyh dairesi gelmektedir. “L”nin güney yönünde bağımsız küçük bir birim olan hünkâr köşkünün avluya bakan cephesi üçgen bir alınlıkla donatılmış, önüne basamaklı bir sahanlık konmuştu. Alınlığın içinde “Sultan Mahmud güneşi” tabir edilen bezeme bulunmaktaydı. 

29 Nisan 2019 Pazartesi



ŞEYH GÜZEL TÜRBESİ..NİĞDE




Türbe, kapının üst kısmına yerleştirilen inşa kitabesine göre, “Şeyh Güzel” adina 955 H./ 1548 M. yılında yapılmıştır.
Günümüze bazı onarımlar görerek gelen türbe, orijinal özelliğim korumaktadır. Ön cephede yer alan tamir kitabelerine göre, 1138 H./ 1726 M. ve 1218 H./ 1803 M. yıllarında onarım görmüştür. Ayrıca yakın zamanlarda da tamir edildiği anlaşılmaktadır. Bu onarımlar sırasında cephe duvarlannda aşınan taşlar yenilenmiş, içten duvarlar ve örtü sistemi sıvanarak badana edilmiş ve zemin betonla kaplanmıştır.
Kitabeler:
Yapının ön cephesinde inşa kitabesi ile iki tamir kitabesi bulunmaktadır.
İnşa kitabesi, kapının üst kısmına yerleştirilmiştir. Kitabe, 0.35 x 0.35 m. ölçülerindeki mermer levha üzerine nesih hat ile beş satır olarak yazılmış ve satırlar iki kartuş içerisine alınmıştır.
1. Heza makam-ı Şeyh Güzel
2. Rahmetullahi ‘aleyhi tab-ı serah
3. Tarih-i bina sene 955
4. Dediler tuğrama tarih o
5. Dedim kim zikriniz tarih ola.
[Bu (türbe) Şeyh Güzel’in makamıdır. Allalı ona rahmet edip. toprağını bol eylesin. Türbe 955 yilinda inşa edildi. Bu yapıya tarih olarak da: “Dedim kim zikriniz tarih ola” (düşürüldü)]. İnşa kitabesine göre türbe, “Şeyh Güzel Efendi” için 955 H. 1548 M. yılında yapılmıştır. Aynı zamanda kitabenin son satırı Ebced hesabına göre tarih düşürülmüştür.
Tamir Kitabeleri:
Kapının üst kisminda iki tamir kitabesi bulunmaktadır. Rakamlar taşın üzerinde yüzeysel olarak kazılmıştır. Kapı kemerinin hemen üstündeki taşa ” Sene 1138” profili silmenin üst kısmındaki taşa da ”Sene 1218” yazılmıştır. Bu kitabelere göre türbenin, 1138 H./1726 M. ve 1218 H./1803 M. yıllaırnda onarım gördüğü anlaşılmaktadır.

12 Nisan 2019 Cuma

Miktat bin Esved türbesi..mersin

Miktat bin Esved türbesi..mersin



Peygamber'in bu vefalı sahabesi ve Hz. Ali'nin hakkının savunucusu hicri 33. yılında Hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Miktat, Fil yılının 16'sında yani Peygamber efendimizin (s.a.a) bi'setinden 24 yıl önce dünyaya gelmiştir. Babası Yemen bölgesinde yaşayan, Kende taifesinden Amr adında bir şahsiyetti, bu yüzden Miktat, Kendi olarak maruftu.[1]
Miktat, Allah Resulü'ne (s.a.a) ilk iman getiren ve imanını ilk açıklayan kimselerden idi. İslam'ın ilk dönemlerinde birçok zahmet ve zorluğa katlanmıştı, öyle ki ilk olarak Allah Resulü (s.a.a) tarafından Habeşistan'a hicret etmesi söylendi. Miktat Habeşistan'a hicret eden üçüncü grup Müslümanlar ile bir süre orada yaşadı, daha sonra Mekke'ye geri döndü, burada Resulullah'ın (s.a.a) hizmetinde bulundu. Allah Resulü'nün Mekke'den Medine'ye hicret etmesinden sonra, Miktat da Peygamber'in peşi sıra Medine'ye hicret etti, fakat ne zaman hicret ettiği tam olarak bilinmemektedir ama büyük bir ihtimalle; hicretin birinci yılında şevval ayında Ebu Ubeyde'nin seriyesine katılarak Medine'ye hicret etti. Miktat bu şekilde iki defa hicret ettiği için ona "Haceru'l-Hicreteyn" denilmekteydi.[2]
Miktat'ın Evliliği
Ebu Hayyun İmam Rıza (a.s)'dan şöyle rivayet etmiştir: "Cebrail Peygamber'in huzuruna vararak şöyle arz etti: Ey Muhammed! Allah sana selam ediyor ve şöyle diyor: 'Genç kızlar ağaç meyveleri gibidir. Meyve yetişince onu toplamaktan başka çare yoktur. Aksi takdirde güneş ve rüzgâr onu yok eder. Genç kızlar da buluğa erişince onları evlendirme dışında bir çare yoktur. Aksi takdirde fitneye düşmesi muhtemeldir.' Peygamber (s.a.a) ardından minbere çıktı, konuşma yaptı ve Allah'ın emrini tebliğ etti. Halk, "kime kocaya verelim?"diye sordu. Peygamber, "Onların dengi olan kimselere" diye buyurdu. Halk, "kimler denk sayılır?"diye sorunca da Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: "Müminler birbirinin dengidir." Daha sonra orada minberin üzerinde Zubeyr bin Abdulmuttalib'in kızı Zubaa'yı Miktat bin Esved ile evlendirdi."
Zubaa örnek kadınlardan, ilk Müslüman olanlardan ve diğer Müslümanlarla Medine'ye hicret edenlerden idi. O Peygamber efendimizden (s.a.a) on bir hadis nakletmiştir. Zubaa, tayife ve aile yönünden o zaman ki toplumun en önde gelenlerinden birisi idi, yine de Resulullah (s.a.a) onu Miktat ile evlendirdi ve sonrasında şöyle buyurdu:
"Ey insanlar! amcam kızı Zubaa'yı Mikdad ile evlendirdim ki evlilik işi kolaylaşsın ve mümin olan kimselere kızlarını versinler, evlilikte ailevi yönden üstünlüğü göz önünde bulundurmasınlar." [3]
Miktat ile Zubaa'nın evliliğinden iki çocukları oldu. Biri Kerime adında kız çocuğuydu ve babasından rivayet nakletmiştir, ama Mabed adında erkek olan diğer çocuğu Cemel savaşında Ayşe'nin yanında savaşmış ve o savaşta da öldürülmüştü.[4]
Miktat, Allah Resulünün (s.a.a) döneminde gerçekleşen bütün savaşlara katılmıştı ve en önde savaşarak; Allah, Resulü (s.a.a) ve İslam için canını ortaya koyuyordu. Onun Bedir ve Uhut savaşında göstermiş olduğu kahramanlıklar tarih sayfalarında parlamaktadır. O Müslümanların ilk süvarilerindendi, Bedir savaşında atlı olarak savaşan iki kişi bulunmaktaydı biri Miktat diğeri de Zubeyr'di.[5]
Uhut savaşında da çok önemli sorumlulukları yerine getirmiş ve canını ortaya koyarak biran olsun Resulullah'ı (s.a.a) terk etmemişti. çyle ki Müslümanlar yenilgiye uğramaya başladıklarında herkes Peygamber'i (s.a.a) savaşın ortasında yalnız bırakarak kaçmıştı. Savaştan kaçmayan ve Peygamber'i (s.a.a) koruyanlar sadece şu kimselerdi: Hz. İmam Ali (a.s), Talha, Zubeyr, Ebu Ducane, Abdullah b. Mesud ve Miktat.[6]
Miktat, Allah Resulünün (s.a.a) vefatından sonra, Resulullah'ın (s.a.a) vasiyetine vefalı kalan, hakkı, hakikati ve Hz. Ali'nin (a.s) vilayetini savunan sayılı kimselerin başında gelmektedir. Peygamber'in vefatından sonra yaşanan o üzücü olaylar ve hak İmam Ali'yi (a.s) yalnız bırakmalar Miktat'ın imanında zayıflık oluşturmadı, bu önemli anda Miktat, Salman ve Ebuzer ile Hz. Ali'den (a.s) el çekmediler ve imamlarını savunmaya, yanında yer almaya devam ettiler. Bu yüzden İmam Muhammed Bakır (a.s) şöyle buyurmaktadır:
"İnsanlar Allah Resulünün (s.a.a) vefatından sonra, Peygamber'in (s.a.a) yolundan ve yönteminden döndüler, dönmeyen sadece üç kimse idi: Salman, Ebuzer ve Miktat."[7]
Faziletiyle İlgili Hadisler
Miktat'ın fazileti ve üstün ahlaki kemalleri hakkında geniş konular işlenmiş ve bu hususta birçok rivayet nakledilmiştir. şimdi onlardan bazılarına değinelim:
1. Peygamber'den (s.a.a) şöyle nakledilmektedir: "Yüce Allah bana dört kişiyi sevmemi emretti. Arz ettiler: Onlar kimlerdir. Resulullah üç defa buyurdu: Ali (a.s) onların ilkidir, diğer üçü ise; Ebuzer, Salman ve Miktat'tır."[8]
2. İmam Sadık (a.s) buyurdu: "Peygamber'den sonra yoldan çıkmayanları sevmek her Müslüman'a farzdır, onlardan bir kaçı; Salman, Ebuzer ve Miktat'tır."[9]
3. Enes b. Malik Allah Resulünün (s.a.a) şöyle buyurduğunu naklediyor: "Cennet ümmetimden üç kişiye müştaktır. Hz. Ali (a.s) kimler olduğunu sorunca, buyurdu: Allah'a yeminler olsun ki onların ilki sensin ve diğer üçü Salman, Ebuzer ve Miktat'tır."[10]
4. İmam Sadık'tan (a.s) şöyle nakledilmiştir: "İmanın on derecesi bulunmaktadır; Miktat sekizinci, Ebuzer, dokuzuncu ve Salman da onuncu derecededir."[11]
5. Müslüman hadis bilimcileri arasında kullanılan önemli kavramlardan biri de "Erkân-ı Erbe-a" tabiridir. Ki bu dört rükün; Salman, Ebuzer, Miktat ve Ammar'dan oluşmaktadır. Hadis ve tarih âlimleri masumlardan sonra en fazla övülen ve haklarında değişik hadislerde faziletleri bildirilen başlıca kimselerin bunlar olduğunu gördükten sonra, dinin sağlam temelleri olarak kabul edip bu dört şahsiyet için "Erkân-ı Erbe-a" tabirini kullanmışlardır.[12]
6. şia kelimesi Peygamber'den (s.a.a) sonra kullanılmaya başlanılan bir kavram değildir, bilakis Peygamber'imizin (s.a.a) döneminde kullanılmıştır ve ilk defa şia olarak tanınan kimseler: Salman, Ebuzer, Miktat ve Ammar Yasir'dir.[13]
7. Kuran'da Resulullah'ın (s.a.a) risaleti karşılığında istenilen tek şey onun Ehlibeyt'ini sevmektir. İşte Miktat bunu gerçekleştirmeyi başaran ve meveddet ayetine vefalı kalan kimsedir. Yüce Allah Kuran-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır:
" De ki: Ben, buna karşılık sizden, yakın akrabamı/Ehlibeytimi sevmeniz dışında bir ücret istemiyorum."[14]
Birçok Ehlisünnet ve şia âlimi bu ayetin tefsirinde Peygamber'in (s.a.a) çekmiş oldukları karşılığında Ehlibeyt'inin sevilmesi gerektiğini söylemişlerdir.
İmam Sadık (a.s) buyuruyor: "Bu ayet nazil olduğu zaman Resulullah (s.a.a) halka şöyle buyurdu: Yüce Allah benim için sizlere bir hak bırakmıştır, acaba onu yerine getirecek misiniz? Hiç kimse cevap vermedi. Ertesi gün Allah Resulü (s.a.a) aynı soruyu tekrarladı yine cevap vermediler, üçüncü gün de sordu yine halktan bir cevap alamadı. Sonra buyurdular: Benim üzerinizde olan hakkım; altın, gümüş gibi maddi şeyler değildir. Dediler: Peki, öyleyse nedir? Resulullah (s.a.a) meveddet ayetini okudu ve bu Allah tarafından nazil olmuştur diye buyurdu. Halk: Biz de kabul ediyoruz, dediler."
Hadisin devamında İmam Sadık (a.s) buyuruyor: "Allah'a yeminler olsun hiç kimse bu ayete vefa etmedi, ümmet içerisinden sadece yedi kişi vefa etti ki şunlardan ibarettir: Salman, Ebuzer, Miktat, Ammar, Cabir b. Abdullah Ensari, Resulullahın (s.a.a) evinde bulunan kölelerden biri ve Zeyd b. Ergem. İşte bu yedi kişi Peygamber'in (s.a.a) Ehlibeytine tamamen vefalı oldular, onları sevdiler ve böylece risaletin ücretini en iyi şekilde ödemiş oldular."[15]
8. Miktat, Peygamber'den (s.a.a) sonra defalarca hâkim olan rejimin karşısında durmuş, halifelerin hilafetine karşı gelmiş ve Ehlibeytin hakkını savunmuştur.[16]
Peygamber'in (s.a.a) bu vefalı sahabesi ve Hz. Ali'nin (a.s) hakkının savunucusu nihayetinde hicri 33. Yılda, yetmiş yaşında Cerf denilen bölgede hakkın rahmetine kavuşmuştur.[17]
🔴 NOT: Miktat bin Esved Türbesi Mersin'dedir .
🔵 Fotoğraflar Mersin'deki Türbeden çekilmiştir.
____________________________________
#Miktat #MiktatBinEsved #EhliBeyt #Mersin #Alevi #Türbe #Mikdad#Muğdad #MersinAlevi #ArapAlevisi #Nusayri #Caferi
[1] Muhammed Muhammed-i, Sima-i Miktat, s: 13, 23.
[2] Abdullah Mamakani, Kamusu'r-Rical, c: 9,s: 114.
[3] Allame Meclisi, Biharul Envar, c: 6,s: 779.
[4] şeyh Abbasi Kummi, Muntahal Amal, s: 161.
[5] Allame Emini, El-Gadir, c: 9,s: 116.
[6] Tabakatı İbni Sa'd, c: 3,s: 114. Bkz: Muhammed Muhammedi, Sima-i Miktat, s: 37.
[7] şeyh Abbasi Kummi, Muntahal Amal, s: 160.
[8] şeyh Abbasi Kummi, Muntahal Amal, s: 160.
[9] Allame Meclisi, Biharul Envar, c: 6, s: 779.
[10] şeyh Abbasi Kummi, Muntahal Amal, s: 160.
[11] Hayatul Kulub, c: 2,s: 883. Bkz: Muhammed Muhammedi, Sima-i Miktat, s: 60.
[12] Muhammed Muhammedi, Sima-i Miktat, s: 90-91. şeyh Abbasi Kummi, Muntahal Amal, s: 160.
[13] Muhammed Muhammedi, Sima-i Miktat, s: 91.
[14] şura: 23.
[15] Muhammed Muhammedi, Sima-i Miktat, s: 96.
[16] Muhammed Muhammedi, Sima-i Miktat, s: 122.
[17] Muhammed Muhammedi, Sima-i Miktat, s: 123.

9 Nisan 2019 Salı

Kırklar Dede türbesi ..amasya



Kırklar Dede Türbesi, Amasya İli Merzifon İlçesine çok yakın olan Bahçecik Köyü yolunda, mezarlığın bitimindedir. Merzifon halkı tarafından ziyaret edilen Kırklar Dede’nin kim olduğu konusunda ve yaşadığı dönem hakkında herhangi bir bilgi yoktur. Türbenin üzeri açıktır. Yakın zamanda Merzifon Belediyesi tarafından mezar yenilenmiştir. Türbe eski zamanlarda özellikle yağmur duası için ziyaret edilirmiş. Merzifon’da kapı kapı dolaşılarak toplanan malzeme tekerlemelerle çoluk çocuk türbeye getirilir, burada bu malzemelerle yapılan yemekler topluca pişirilip hep beraber yenirmiş.
Menkıbeler: 
1-) Türbe başına gelip burada içen ve Kırklar Dede’den para isteyen bir kişinin rüyasına girerek onu bayağı rahatsız edip, korkuttuğu hikaye edilir.

Kaynakça: Abdülhalim Durma –Evliyalar Şehri Amasya -2003

Furuni Mehmed Dede..afyon




Sultan Divani hazretlerinin Çiltenan olarak adlandırılan 40 mürdindendir. Divan-ı Kebir getirmek için Sultan Divani ile beraber İran’a setahat etmiştir. Uzun süren yolculuk esnasında Acemistan topraklarında giderken dervişlerin yanındaki yiyecek bitip açlık tehlikesiyle karşılaştılar. Sultan Divani Hazretleri Mehmet Furuni Dedeye hitaben ” Ey Dervişi Tennur Mehmet Furuni Dede bu dervişlere kayıp cebinden ekmek bahşet ” diye emretti . Hak aşıkı Mehmet Dede ellerini Semaya kaldırıp dua etti. Hep birlikte el kaldırıp, Cenab-ı Hakka yalvardılar. Dua bittikten sonra Mehmed Dede kolunun altından sıcak pide çıkartarak derviş arkadaşlarına dağıttı. Bu hadiseden sonra Mehmed dedeye Furuni ismi verildi. Hicri 936 yılında vefat etmiştir. Kabri Mevlevihane camiinde Sultan divanı hazretlerinin yanındadır.

Devrane Sultan  türbesi..afyon





Hazreti Mevlana sülalesinden olup, Sultan Divani hazretlerinin Çiltenan olrak adlandırılan 40 mürdinden biridir. Sultan Divani ile İran seyahatine katılmıştır. Kabri şerifinin Devrane Sultan camii civarında olduğuna inanılır. Daha Sonra Afyon Belediyesi tarafından caminin 100 metre yakınında Kurtuluş caddesi ile istaklal caddesinin kesişiminde bir makam kabir yapılmıştır.

Kahraman Celal Baba türbesi ..kars




Türbesi Kars Kalesi'nin içerisinde bulunan Celal Baba'nın 12. yüzyılda Kıpçak-Gürcü istilasında Kars Kalesi'nde şehit düştüğü biliniyor. Anlatılanlara göre Celal Baba'nın kahramanlığı, kellesi koptuğu halde savaşmaya devam etmesinden geliyor ve bu yüzden de kalenin manevî sahibi olduğu söyleniyor. Celal Baba'nın mezarı çini kubbeli iken, 1878 yılından sonra Rus istilacıları tarafından tahrip edilmiş. 1879 yılından sonra Lala Mustafa Paşa tarafından onarılan türbe, tek katlı, güneydoğuya meyilli ve ahşap üzeri çinko yapılı, duvarları taştandır. Güneydoğu duvarı kale sur duvarıdır. Bu yapı sonradan hayırseverler tarafından yapılmıştır. Zemini beton, lahit kısmı 62 santimetre yüksekliğinde, tahta sanduka 106'a 200 santimetre boyutunda yapılmıştır. Yapı, mescit ve 'Lahit Odası' olarak paravana ile ikiye bölünmüştür. Önünde şu anda var olan, podyum kısmı 135 santimetredir ve önceki kubbeli binanın temelidir. Üzerindeki levhasında 'Kahraman Celal Baba burada yatar M.1239' yazıları sonradan asılmıştır. Türbenin iç yüksekliği 2 metre 40 santimetredir.

Erkeç Dede kabristanı..adana ..karaisalı



Erkeç dede’nin hayatıyla ilgili bilgilerimiz çok kısıtlıdır. Adana – Karaisalı – Çatalan barajından Kaledağı köyüne doğru giderken Köye 2 km kala sağ tarafta ağaçların arasındaki kabristan Erkeç dede kabristanı olarak ziyaret edilir. Erkeç dede’nin kabrinin kabristanda tam olarak nerede olduğu belli değil. Oradaki Halkla konuştuğumuzda O kabristanın yıllardır erkeç dede kabristanı olarak bilindiği ve insanlar tarafından tazim gösterildiğini belirttiler.

Erkeç Dede kabristanının 5 km uzağındaki Sofu Baba Türbesindeki bilgilere göre ; Seyfüddin Arif döneminde yetişen Nakşi Tarikayının sofilerinden olan Sofi Dede , Çoban Dede, Cabbar Dede , Bulamaç Dede , Bulut Dede , Erkeç Dede , Arapacı Dede adında 7 eren , Osmanlı Sultanı IV. Mehmet döneminde ( Miladi 1648 – 1687) Erzurum Horasan Bölgesinden oradan Malatya üzerinden Çukurova’ya kadar gelirler. Erkeç Dede de şu an bulunduğu bölgede kalır ve İslamiyeti doğru olarak irşad ve tebliğ etmek üzere vazife yürütür.

ALİ ZÜLFİKAR KABRİ..ADANA



Şeyh Ali Zülfikar Efendi’nin kabri şerifi ; Adana – Merkez’de Emniyet müdürlüğünün yanındaki Şıh Zülfü camii avlusundadır.
Şeyh Zülfo mescidinin banisi olan Şeyh Ali Zülfikar Efendi ; Tarikat-ı rifaiyye meşayıhındandır. Kabir taşındaki kitabe şöyledir ;
” Mürşidü’s Salikin Ve Gavsül Vasilin
Eş Şeyh ali Zülfü İbnuş Şeyh Es Seyyid
Müslim İbnu Muhammed Nam sahibul Hayrat Vel Hasenat ”
Şeyh Zülfo mescidi ile ilgili Adana Kültür Varlıkları envanterinde şu bilgiler vardır ;
”Kendi adıyla andan dergahın mescidi olan eser, küçük, fakat kunt ve sıcak bir mimarisiyle dikkati çekmektedir. Tamamen kesme taşlarla inşa edilen eser, üç adet sivri kemer gözünün her bir birer kubbeyle örtülü olan 2,80 genişliğindeki küçük bir son cemaat yeri ve içten içe 7,32 x 7,38 m. ölçüsündeki harimden meydana gelmektedir. Son cemaat yerinin kubbeleri iki yan tarafta “L” şeklindeki ayaklara, ortada ise Roma devri sütun başlıklarıyla dikkati çeken iki sütun üzerine oturmaktadır. Kubbeye geçiş için tromplardan istifade edilmiştir. Harimin kubbesinde de köşelerde tromplar kullanılmış, ve yine öncekiler gibi saç kaplama ile korunan bu kubbe de kirpi saçaklarla vurgulanmışür. Harimin bu büyükçe kubbesi ile, son cemaat yerinin kubbeleri arasında hafif bir boşluk bırakılmak suretiyle esere zarafet ve hareketli bir görünüş kazandırılmıştır. Mescit, kuzeyde ve güneyde iki, doğuda üç ve batıda bir pencere ile aydınlatılmaktadır. Doğu, batı ve güney duvarlarında ayrıca birer üst pencere ve yine batıda iki tane dolap nişi görülmektedir. Mihrap, kavsarasındaki mukarnaslarıyla dikkati çekmektedir.
Şeyh Zülfo veya Şeyh Zülfikar Mescidi’nde bezeme olarak dikkatimizi çeken en önemli unsur harimin kapısı ile üstteki kitabe arasına yerleştirilen Roma mimarisinden devşirilmiş bitkisel süslemeli bir levhadır.
Mescidin batısındaki minare yakın zamanda yenilenmiş olup, üzerindeki kitabe 24.6.1993 tarihini taşımaktadır.
Kitabe: Harimin kapısı üstüne yerleştirilmiş bir taş levha üzerine ikişerli dört satır halinde yazılı tamir kitabesi ne yazık ki yağlıboya ile berbat edilmiş olup şöyledir:
Huda Abdülmecid Han’ı muzaffer eylesün ya hu
Vezirinden Ziya Paşa sebeb tamîre ey mehru
Bi-hamdillah tamam oldı ibddethane-i dil-cü
Bina-yı mesdd-i Yortan Veli Dergdh-ı Ali bu
Bildd-ı Rüha’dır şeyhin…..
Nesebde Muslim oğlundan Rufai Şeyhi Şeyh Zülfü
Gafura hamd idüb Remzi, döküb cevher île incü
Didi ya Rab Şu hankahı, zülal nüra kıl memlü 1269 (1853)

Günümüz Türkçesiyle:
Allah, Abdülmecid Han’ı muzaffer eylesin
Vehimden Ziya Paşa tamire sebeb oldu
Allah’a şükürler olsun ki gönül açan dergah tamamlandı
Büyüce Yortan Veli Dergahı Mescidinin binası
Urfa Şehridir şeyhin….
Nesepçe Müslim oğlundan Rufai Şeyhi Şeyh Zülfi
Çalab’a hamd edip Remzi., inci ile cevher döküp
Dedi: Ya Rab Şu hanegahı pür nur île doltur
Şeyh Zülfikar Rufai Dergahı

Adana’da 5 Ocak Mahallesi 13. Sokakta, Askerlik Şubesi’nin kuzeyindeki aynı adla bilinen mescidin yanında olduğu anlaşılmaktadır. İlk yapılış tarihi belli olmayan Dergah’ın 1853 yılında tamir edildiğini ve eski adının Yortan Veli olduğunu, aynı adı taşıyan mescidin kitabesinden öğreniyoruz. Şeyh Ali Zülfikar için Adana Valisi Ziya Paşa’nın imar ettirdiği Dergah günümüze ulaşamamıştır. 1269 (1852) tarihli bir Şer’i Mahkeme sicilinden öğrenmekteyiz. Adana Şer’i Mahkeme Sicili’nin 67. Cilt, 141. sayfasına kayıtlı 1269 (1853) tarihli bir vakfiyesinin olduğu bilinmektedir.